02 Nisan 2015

NOTRE DAMIN KAMBURU PDF E-KİTAP





NOTRE DAMIN KAMBURU
PDF E-KİTAP
Victor HUGO

ERMENİLERİN SURİYE’YE NAKLİ SÜRGÜN MÜ, SOYKIRIM MI ?



ERMENİLERİN SURİYE’YE NAKLİ SÜRGÜN MÜ, SOYKIRIM MI ?
BELGELER 
Yusuf HALAÇOĞLU 

 İÇİNDEKİLER 

KISALTMALAR....................................................................................... IV 
SUNUŞ ....................................................................................................... V 
ERMENİ MESELESİNİN ORTAYA ÇIKIŞI VE ERMENİ KOMİTELERİNİN FAALİYETLERİ....................... 1
 NEDEN TEHCİR EDİLDİLER .......................................................... 4 
TEHCİR NASIL GERÇEKLEŞTİ ....................................................... 11 
KİMLER NAKLEDİLDİ ....................................................................... 13 
NE KADAR ERMENİ TEHCİR EDİLMİŞTİR ............................... 15 
TEHCİR EDİLEN ERMENİLERE NE OLDU............................... 18
 ERMENİ KAYIPLARI NE KADARDIR........................................... 21 
NEDEN SOYKIRIM DEĞİL............................................................... 23 
SONUÇ ...................................................................................................... 29 
NE YAPMAK GEREKİYOR................................................................ 29 BİBLİYOGRAFYA.................................................................................. 33 BELGELER............................................................................................... 37 HARİTA..................................................................................................... 61 

 KISALTMALAR
 AB Avrupa Birliği ABD Amerika Birleşik Devletleri AO Artem Ohandjanian AOK Armeeoberkommando (Başkomutanlık) ATBD Askerî Tarih Belgeleri Dergisi Ayr. Ayrıca Bkz. Bakınız BOA Başbakanlık Osmanlı Arşivi DH. Dahiliye Nezareti FO Foreign Office KA Kriegsarchiv (Savaş Arşivi) NA Nachrichtenabteilung (İstihbarat Dairesi) NARA National Archives and Research Administration No. Numara RG Record Group s. sahife ŞFR Şifre Kalemi UK United Kingom US United States v.d ve devamı Vol. Volum WO War Office 
 SUNUŞ 
Birinci Dünya Savaşı, bütün dünyanın âdeta birbirini boğazladığı, milyonlarca insanın hayatını kaybettiği bir vahşetin adıdır. Bu savaşta insanlık değerleri rafa kaldırılmıştır. Bir takım yöneticilerin kişisel hırslarından habersiz olan milyonlarca günahsız kadın, çocuk ve masum insanın yaşadığı acı, altından kalkılmaz bir yükü insanlığın sırtına yüklemiştir. Bu savaşta tüm insanlık bir trajedi yaşamıştır. Ne yazık ki, bu denli yıkıma sebep olan bir savaşın ardından, otuz yıl sonra yine kişisel hırsların, âdeta insanlıkla alay edercesine geçmişte yaşanan acıları unutup, daha da feci ikinci büyük savaşa girmesi, medenî dünyanın ibret almasını gerektiren bir tarih kesitidir. Ama ne yazık ki bugün de tarih tekerrür etmektedir. Dileğimiz, bundan böyle insanların acı çekmemesidir. Birinci büyük savaşta, yani 1915’te, savaşın en yoğun olarak cereyan ettiği coğrafyalardan biri de Osmanlı İmparatorluğu idi. İmparatorluğun üç cephede, Çanakkale, Kafkasya ve Suriye-Filistin bölgesinde verdiği mücadele, tarih araştırmacıları için, âdeta bir labaratuar niteliği taşımaktadır. Meselâ Çanakkale Savaşları, Türklerle İngiliz ve Fransızlar arasında geçmesine rağmen, bugün bu savaş, Yeni Zelanda, Avustralya, Hindistan gibi ülkeleri de yakından ilgilendiriyor. Keza Kafkas cephesinde Rus, Gürcü, Azeri, Ermeni ve Türkler karşı karşıya gelmiştir. Suriye-Filistin cephesi ise İngiliz, Fransız, Arap ve Türklerin çarpışmalarına sahne olmuştur. İşte böyle bir ortamda, Osmanlı vatandaşı olan Ermenilerin, yukarıda sayılan devletlerle Osmanlı Devleti’ne karşı işbirliği yaptıkları görülmektedir. Bu nedenle savaş bölgesinden, savaş alanı dışına nakledilen Ermenilerin, o tarihte başlarına geldiği iddia edilen ve çoğu siyasî nedenlerle ortaya atılan bir takım olayların gerçek yüzü, tarih metodolojisinin olağan kuralları çerçevesinde çözümlenmek durumundadır. 

Tarih bilimi, geçmişte meydana gelmiş olayları, farklı pencerelerden değerlendiren, fakat bu değerlendirmeleri belgelere daydıran bir ilim dalıdır. Biz buna sadık kalarak, kısa, ancak öz bir kitapçık hazırladık. Burada sunulan belgeler, çok söze gerek duyurmayacak biçimde, Ermenilerin soykırım iddialarına bilimsel olarak cevap vermekte ve soykırım tanımıyla, Ermenilerin Suriye’ye VI nakillerinin uyuşmadığını göstermektedir. Bunun yanısıra, akıllarda şekillenen pek çok sorunun cevabını da burada görmekteyiz. Aslında ortaya atılan her iddiaya karşı bir kitap yazmak mümkündür. Ancak hedefimiz, herkesin merak ettiklerini bulacakları ve rahat okuyabilecekleri bir kitapçık hazırlamak olduğundan, bu yola başvurulmuştur. Bilhassa kitap sonuna konulan çoğu yabancı arşiv belgeleri, Ermenilerin ve Ermeni yanlısı çevrelerin iddialarının tutarsızlığını ortaya koymaktadır. Bazı okurlarımız, Ermenilerin Türklere uyguladıkları katliamlardan bahsedilmediğini düşünebilirler. Ancak kitabın adından da anlaşılacağı üzere, temel hedef, Ermenilerin soykırım iddialarına belgelerle cevap vermektir. Buna karşılık soykırım iddiasında bulunanların da, bundan böyle, aynı şekilde belgelerle iddialarını kanıtlamaları gerekecektir. Bilhassa, soykırım yapıldığını parlamentolarında kabul eden devletlerin, insanlık ayıbı olan böyle bir suçlamayı neye dayanarak aldıklarını açıklamaları şarttır. Aksi takdirde başkaları da onları, 1948 soykırım sözleşmesinin, “bir ulusa veya topluluğa, bedensel-ruhsal zarar vermek” maddesini ihlal iddiasıyla, soykırım yapmakla suçlayabilirler.

 GİRİŞ 


ERMENİ MESELESİNİN ORTAYA ÇIKIŞI 

VE ERMENİ KOMİTELERİNİN FAALİYETLERİ 
1915'te Ermenilerin Osmanlı Devleti tarafından Suriye'ye zorunlu göçe tabi tutulması, bugün pekçok ülkede ve Türkiye'nin AB'ye giriş sürecinde, bir "soykırım" olarak nitelendirilmekte ve bir baskı unsuru olarak kullanılmaktadır. Gerçekten 1915'te neler olmuştur ve o tarihte meydana gelen olaylar nasıl değerlendirilebilir ? Bu soruların cevabı, Ermeni diasporası'nın ve soykırım iddiasında bulunan diğer grupların gerçek niyetlerini de ortaya koyacaktır. Aslında Türklerle Ermeniler gerek Selçuklu Devleti, gerekse Osmanlı Devleti dönemlerinde 850 yıl hiçbir sorun olmadan birlikte aynı devleti paylaştılar. Ancak 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı, yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Ayastefanos Antlaşması’nın 16. maddesine giren Ermeni ıslahatı maddesi, daha sonra İngiltere ve Fransa'nın baskısıyla Berlin Antlaşması’nın 61. maddesi olarak kabul edildi. Rusya ile İngiltere arasındaki rekabet, Ermeni konusunu, devletlerarası bir hüviyete soktu. Bu durumdan cesaretlenen bazı Ermeniler de harekete geçtiler ve yurt içinde ve dışında ihtilâlci Ermeni partileri ve dernekleri kurmaya başladılar. Görünüşte hayır cemiyetleri olarak kurulan dernekler, kısa süre sonra Ermenistan kurma plânı için birer tedhiş yuvası haline dönüştü. Bunlardan, 1878 yılında Van'da kurulan Kara Haç Cemiyeti, Amerika'daki Clu Clux Clan benzeri bir kuruluştu1. Bundan iki yıl sonra, 1880 yılı civarında Rusya yönetimindeki 1 Esat Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, İstanbul 1976, s. 430; Kâmuran Gürün, Ermeni Dosyası, Ankara 1983, s. 129. 2 Ermenistan'da kurulan dernekler ise Anadolu Ermenilerine silâh göndermeye başlamışlardı2. 

Buna ek olarak 1881'de Erzurum'da Anavatan Müdafileri (Pashtpan Haireniats) Derneği kuruldu; derneğin amacı, Ermenileri sözde saldırılardan korumak üzere, onları silâh ve cephane ile donatmaktı3. 1885 sonlarında ise Van'da İhtilâlci Armenakan Partisi kuruldu. Bu partinin kuruluş gayesi ise ihtilâl çıkararak kendi kendilerini yönetme hakkını sağlamaktı4. 1887'de Cenevre'de Marksist Ermeniler tarafından kurulan Hınçak Partisi, 1890'da İhtilâlci Hınçak Partisi adını aldı. Partinin programındaki ilk hedef, Anadolu'daki Ermenilerin siyasî ve millî bağımsızlığını sağlamaktı. Anadolu'da ihtilâlle gerçekleştirilecek hedeflere ulaşmak için takip edilecek usûl; propaganda, kışkırtma, terör, teşkilâtlanma ile işçi ve köylü hareketidir. Kışkırtma vasıtaları hükûmete yönelik gösteriler, vergi vermemek, ıslahat istemek ve devlete karşı düşmanlık şeklindeydi. Terörün hedefi, Bâbıâlî ile hükûmette görev yapan Türk ve Ermeniler, casus ve muhbirler idi. İhtilâl, Osmanlı Devleti savaş halinde iken gerçekleştirilecek ve Anadolu'daki Ermenilerin bağımsızlığı sağlandıktan sonra Rusya ve İran Ermenileri ile federatif bir Ermenistan kurulacaktı5. 1890 yazında Tiflis'de Ermeni İhtilâl Federasyonu (Taşnaksutyun) kuruldu. Kısa adı Taşnak olan bu partinin 1892'de açıklanan programına göre, hedefe isyanla ulaşmak, ihtilâlci çeteler kurmak, halkı silâhlandırmak, hükûmet yetkilileri ve kurumları ile muhbir ve hainlere karşı hareketler düzenlemek esas ilkelerdi6. Yurt dışındaki kuruluşlar Rusya, İran, Avrupa ve Amerika şehirlerinde şubeler açtıkları gibi Osmanlı topraklarında da gizli olarak teşkilâtlandılar. 


Armenakan Partisi İstanbul, Trabzon, Muş ve Bitlis'de7; Hınçak Partisi de İstanbul, Bafra, Merzifon, Amasya, 2 Gürün, Aynı Eser, s. 126. 3 Gürün, Aynı eser, s. 129; N. Göyünç, Osmanlı İdaresinde Ermeniler, İstanbul 1983, s. 61-62. 4 Gürün, Aynı eser, s. 129; N. Göyünç, Aynı eser, s. 62-64. 5 Uras, Aynı eser, s. 431-42; Gürün, Aynı eser, s. 130-32; N. Göyünç, Aynı eser, s. 64. 6 Uras, Aynı eser, s. 442-55; Gürün, Aynı eser, s. 132-34; N.Göyünç, Aynı eser, s. 64-65. 7 N. Göyünç, Aynı eser, s. 63-64. 3 Tokat, Yozgat, Arapkir ve Trabzon'da şubeler açtı

Taşnaksutyun ise İstanbul ile Doğu Anadolu şehirlerinde teşkilâtlandı. Bu derneklerin Türkiye'de teşkilâtlanmaları ile birlikte ardarda tedhiş hareketleri meydana geldi. 1895'de çıkan Sason isyanı Ermeni propagandasının milletlerarası boyut kazanmasına yol açtı. 

Kurulan bir milletlerarası Tahkikat Komisyonu, 20 Temmuz 1895'te yayınladığı raporunda Sason olaylarında Ermenilerin masum olmadığını açıkladı9. Sason isyanının Bâbıâlî üzerinde, Avrupa'nın fiili bir müdahalesine yol açmaması karşısında Ermeniler, 1895 yılında özellikle Hınçak komitesi üyelerinin kışkırtmaları sonucu İstanbul, Divriği, Trabzon, Eğin, Develi, Akhisar, Erzincan, Gümüşhane, Bitlis, Bayburt, Urfa, Erzurum, Diyarbekir, Siverek, Malatya, Harput, Arapkir, Sivas, Merzifon, Maraş, Muş, Kayseri, Yozgat ve Zeytun'da olaylar çıkarttılar. Bu olaylarda Türklerin yanısıra kendilerine katılmayan Ermenilere karşı da cinayetler işlediler ve kundaklama faaliyetlerinde bulundular10. Bu olayların sonrasında Trabzon, Van, İstanbul, Sason, Harput, Adana ve Zeytun'da isyanlar birbirini izledi. Osmanlı güvenlik güçlerinin isyancı örgütlerle olan mücadelesinde, o dönemin Batılı devletlerin baskısıyla, suçluların yanısıra pekçok suçsuz kimse de cezalandırıldı. Öte yandan, terör örgütleri içinde yer alıp mahkemelerde mahkum olan Ermeniler, zaman zaman çıkarılan aflarla serbest bırakıldılar. Yukarıda belirtildiği gibi 1915 tarihine kadar Ermenilerin sadece teröre bulaşmış olanlarıyla Osmanlı Devleti'nin mücadele ettiği görülüyor. Nitekim bu mücadeleler, bütün Batılı ülkelerin diplomatlarınca yakından takip edilmiş ve Osmanlı Devleti'ne ıslahat için sürekli baskı uygulanmıştır. 

Aslında Ermenilerin gerçek düşünceleri sadece bir takım haklar kazanmak mıydı ; yoksa başka 8 Gürün, Aynı eser, s. 132. 9 Cevdet Küçük, Osmanlı Diplomasisinde Ermeni Meselesinin Ortaya Çıkışı, 1878-1897, s. 113-114; Ercüment Kuran, "Ermeni Meselesinin Milletlerarası Boyutu (1877-1897)", Tarih Boyunca Türk Ermeni Toplumu İle İlişkileri Sempozyumu, Ankara 1985, s. 21. 10 Uras, Aynı eser, s. 478 v.d.; Gürün, Aynı eser, s. 149-61. 4 bir niyetleri mi vardı ? İşte bu soruların cevapları, Ermenilerin kendi yazışmaları arasındaki satırlarda verilmektedir. 8 Ekim 1917’de M. L. Meguerditchian imzasıyla İskenderiye’den “çok gizli” olarak, Ermeni Millî Delegasyonu Başkanı Boghos Nubar Paşa’ya yollanan dosyada yer alan, “…Kafkasya’da oluşturulan gönüllü Ermeni alayları Büyük Ermenistan’ı kurmak için çarpışırken, ulusal hedefimiz Büyük ve Küçük Ermenistan’ın kurulması...” ifadeleriyle, aslında Ermenilerin hedeflerini açıkça ortaya koyuyordu11. 

NEDEN TEHCİR EDİLDİLER 
Osmanlı tarih terminolojisinde geçen tehcir kelimesi, bugünkü tabirle tam olarak, ülke içinde bir yerden başka bir yere nakil anlamını taşıyan "zorunlu göç" karşılığında kullanılmıştır. Bu nedenle tehcirin anlamı, çoğu kimselerin ve özellikle Ermeni diasporasının kullandığı, yurt dışına çıkarma anlamındaki "deportation"la eşdeğer değildir. İkinci Dünya Savaşı'nda ABD ile Japonya arasında çatışmalar başladığı zaman ABD, Pasifik kıyısında bulunan Japon asıllı vatandaşlarını, güvenlik nedeniyle Missisipi vadisine nakletmişti. Bu nakilde Japonların herhangi eylemi olmamasına rağmen, potansiyel bir tehlikeye karşı böyle bir tedbir uygulamaya konulmuş ve nakil sırasında birçok Japon hayatını kaybetmişti. Osmanlı Devleti'nin Ermenilere uyguladığı zorunlu göç ise, ABD'deki Japonlardan çok daha farklı bir durum göstermektedir. Herşeyden önce Ermeniler, arka plânda bir devlet kurmak düşüncesiyle Birinci Savaş'tan 25-30 sene önce silaha sarılmışlardı. Osmanlı Devleti'nin 1914 Kasımında Almanya'nın yanında savaşa katılması, Ermenileri destekleyen Batılı Devletlerle Rusya'yı, yeni bir politikayı uygulamaya itti. Ermenilerle gizli görüşmeler yapıldı ve silahlandırıldılar. Tiflis’teki Ermeni Bürosu da Ruslarla Osmanlı Devleti'ne karşı ittifakı teyit etmektedir. 30 Kasım 1914 tarihinde yayınladıkları bildiride, “Dünyanın dört yanından Ermenilerin Rus 11 Bkz. Hasan Dilan, Fransız Diplomatik Belgelerinde Ermeni Olayları, 1914-1918, Cilt I, Ankara 2005, s. CIII, Belge 371-379’dan naklen Turquie/Vol. 879/ Syrie-Palestine. 5 ordusu saflarına katıldığı, Rus bayrağının Çanakkale ve İstanbul boğazlarında dalgalanacağı, hristiyan inancından dolayı acı çekmiş olan Türkiye Ermeni halkının Rus koruması altında yeni ve özgür bir hayata kavuşacağı” vurgulanmıştır12. Gerçekten de daha sonra Rus, İngiliz ve Fransız ordularında, Ermeni askerleri yer almıştır (Bkz. BELGE 1).

 Meselâ Alman istihbarat kaynakları, Şubat 1915 itibariyle 592 Osmanlı Ermenisi ve 11.854 diğer Ermenilerden olmak üzere toplam 12.446 Ermeni’nin Fransız ordusuna alındığını bildirmektedir13. Keza İngiliz Mareşal Allenby, Türkleri Şam’ın güneyinde yendiğinde, yanında 8.000 Ermeni savaşçının mevcut olduğundan bahsetmektedir14. Trabzon'daki AvusturyaMacaristan İmparatorluğu Konsolosu Moricz de, 30 Ocak 1914 tarihli bir raporunda, Rusların, Ermeniler üzerindeki etkisiyle ilgili olarak şöyle demekteydi15 : "Ruslar, Ermenileri harekete geçireceklerdir. Bu maksatla çok para harcıyorlar, gizlice âsilerin hizmetine silah sevk ediyorlar ve bir Ermeni ayaklanmasının patlak vermesine aracılık ediyorlar". Nitekim İstanbul'da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Askerî Ateşesi Joseph Pomiankowski de Ermenilerle Ruslar arasındaki ilişkiyi şu şekilde açıklamaktadır : "Talat ve Enver Paşa, hemen harp başlar başlamaz, Ermenilerin düşman tarafını tutmaları, bilhassa Osmanlı ordusuna karşı düşmanca girişimlerde bulunmaları halinde şiddetli karşı önlemler alınacağı hususunda kesinlikle uyardı. Buna rağmen Ermeniler, Türklere karşı düşmanca faaliyetlerde bulunmaktan, bilhassa Türk silahlı kuvvetlerine saldırmaktan geri kalmadılar. Başlangıçta çok sayıda Ermeni asker, bazı Ermeni subayları, başlarında bir Ermeni milletvekili olduğu halde kaçıp Rusya'ya gittiler. 
Bunlar, Rus hududunu geçen Ermenilerle birlikte Ermeni gönüllü  UK ARCHIVES FO 371/2484/46942, No. 22083; 
30 Kasım 1914 tarihli Horizon'dan aktarılmıştır. 13 Berlin’den 24 Şubat 1915 tarihinde yazılan rapor, Geschaeftsgang mit der Bitte in Wiedergabe nach Konstantinopel, imza, Alman Dışişleri Bakanlığı Siyasi Arşivi Berlin, 1 A, Türkei 183, Bd. 36, No. 7117, R. 14085. Aynı konuda bir haber Matin’in 23 tarihli nüshasında yer almıştır. 14 Amerikan Kongresi’nin Kansas üyesi 23 Ocak 1920’de Kongre’de yaptığı konuşma (Bkz. The New Near East, Vol. 6, No. 7, Genel No. 31, Ocak 1920, s. 28). 15 Österreichischer Haus-Hof-und Staatsarchiv, Politisches Archiv, XII, 463'den naklen N. Göyünç, "Türk Ermeni İlişkileri ve Ermeni Soykırımı İddiaları", Ermeni Sorunu ve Bursa Ermenileri, Bursa 2000, s. 10. 6 alaylarına katıldılar. Rusların safında Türk hududunu geçerek Müslüman halka barbarca saldırılarda bulundular. 

Ermeni haydud çeteleri Osmanlı ordusunun gerisine, ikmal kuvvetlerine, postalara ve bağımsız birliklere hücum ettiler. Türk hükûmeti ve ordusunun ileri gelenleri, Ermenilerin genel bir ayaklanmaya girişecekleri hususunda endişe etmekte haksız değildi. Gerçekten de bu isyan Nisan 1915'te Van'da patlak verdi"16 . İstanbul’daki Alman Büyükelçi vekili Neurath’ın, 26 Haziran 1915 tarihli raporunda belirttiği gibi, “Türk hükümeti, Doğu Anadolu’daki Ermeni halkını, yoğun olduğu eyaletlerde ihtilâl çıkarmalarını engellemek için askerî sebeplerden dolayı sürgün etmiştir17. Ermenilerin o zamana kadar yürüttükleri faaliyetler ve kendi ülkelerine karşı olan dış güçlerle işbirliği yapmaları, tehcir kararını zorunlu hale getirmiştir18. Buna rağmen daha tehcir kararı alınır alınmaz Osmanlı Devleti ile savaş halinde bulunan İtilâf Devletleri’nin bir deklerasyon yayınlayarak Osmanlı Devleti’ni suçlu ilân ettikleri görülmektedir. İşte tehcir bu şartlarda başlamıştır. ABD Başkanı Wilson'un, Amerika'nın savaşa katılımını meşrulaştıracak ve bunun için kamuoyu oluşturacak bir takım olayların bulunması yolundaki talimatı doğrultusunda, o sırada Osmanlı nezdinde büyükelçi olan Henry Morgenthau Ermeni tehciri meselesini ele almıştır19. Morgenthau, ezilmekte ve yok edilmekte olan mazlum bir hristiyan millet olarak değerlendirdiği Ermenilerle ilgili gelişmeleri ve Ermenilerin zorunlu göçü sırasında meydana gelen bazı ölüm olaylarını, çok başarılı bir katliam propagandasına dönüştürmüştür. 

Henry Morgenthau'nun asıl raporlarıyla açık çelişkiler taşıyan bir 16 Joseph Pomiankowski, Der Zusammenbruch des Ottomanischen Reiches. Erinnerungen an der Türkei aus der Zeit des Weltkrieges, Zürich, Leipzig, Wien 1928, s. 159'dan naklen N. Göyünç, Aynı makale, s. 12. 17 İstanbul Alman Büyükelçi vekili Neurath’ın 29 Haziran 1915 tarihli raporu, Almanya Dışişleri Bakanlığı Siyasi Arşivi Berlin, 1 A Türkei 183, Armenien Bd. 37, No. 7122, R. 14086, No. 3898. 18 İstanbul’daki Alman Elçiliğinden Metternick’in gönderdiği 18 Eylül 1916 tarih ve 567 nolu raporu, “Die Aufzeichnung über die armenische Frage”, Die Aufzeichnung ist von dem Botschaftssekretaer nach meinen Weisungen aktenmaessig angefertigt worden, s.13, Alman Dışişleri Bakanlığı Siyasi Arşivi, Berlin, A Armenien, Türkei 183, R. 14093, Bd. 44-45. 19 Bu konuda orijinal bir araştırma için bkz. Heath W. Lowry, Büyükelçi Morgenthau'nun Öyküsü'nün Perde Arkası, İstanbul 1991. 7 “senaryo”, Büyükelçinin danışmanı ve tercümanı olan Türk Ermenisi Arshag K. Schmavonian, gazeteci Burton J. Hendrick ve Amerika Dışişleri Bakanı Robert Lansing tarafından hazırlanmış ve Morgenthau adına "Ambassador Morgenthau's Story" adıyla (New York 1918) yayımlanmıştır. 1914'ten itibaren Fransızlar da, Ermenilere bir devlet kurmak için söz verdiler ve bunun için haritalar yaptılar ve onlarla sıkı bir işbirliğine girdiler (Bkz. BELGE 2). 

Musa Dağı Ermenilerine destek vererek, yaklaşık 5000 Ermeninin dağlara çekilmesine ve Osmanlı Devleti ile mücadele etmelerine yardım ettiler (Bkz. BELGE 3). Bu konuda Egyptian Gazette'si 21 Ekim 1915 tarihli nüshasında, Musa Dağı Ermenileriyle ilgili şu haberi geçmişti20 : “…Tepenin eteğindeki köylerimizi savunmanın imkânsız olduğunu düşünerek alabildiğimiz kadar yiyecek ve malzeme ile üç saat mesafedeki Musa Dağı’nın Damlacık denilen tepelerine çekildik. Altı Ermeni köyü olarak toplam 5.000 kişi idik. Hayatta kalanlar, 4 yaşın altındaki bebek ve çocuklar 413, 4-14 yaş arası kızlar 505, 4 –14 yaş arası oğlanlar 606, 14 yaş üstü kadınlar 1.449, 14 yaş ve üzeri erkekler 1.076 olmak üzere toplam 4.049 kişidir”. Daha sonra Musa Dağı Ermenileri Fransız savaş gemileriyle Süveyş Kanalı'nın Asya tarafında bulunan Lazaret toplama kampına yerleştirildiler21. Bu arada İngiltere ve Fransa İskenderun körfezine çıkarma yapmayı plânlıyordu. Bu plân çerçevesinde Anadolu Ermenileriyle temas sağlandı ve silahlandırılmaları için girişimlerde bulunuldu (Bkz. BELGE 4). 


12 Kasım 1914 günü İngiltere’nin Kahire'deki diplomatik temsilcisi M. Chcetham, Dışişleri Bakanı’na gönderdiği telgrafta "Boghos Nubar Paşa’nın, Türkiye ile reformlar konusunda anlaşmak için pek umudu kalmayan Kilikya Ermenilerinin, Adana, Mersin ve İskenderun’a yapılacak bir çıkartmada Müttefiklerin safında gönüllü olarak yer alabileceklerini; bölgenin dağlık kısımlarındaki Ermenilerin de silah ve cephane ile donatılırlarsa Türkiye'ye karşı isyan edebileceklerini" bildirdiğini US ARCHIVES NARA 867.4016/207. 21 

Bkz. Hasan Dilan, Aynı Eser, I, s. XCVI, XCVII, Belge 265, 266, 272’den naklen Turquie/Vol. 870/ Syrie-Palestine. 8 nakletmektedir22. Ancak Suriye ordusu komutanı Cemal Paşa'nın Süveyş harekatı, çıkarmanın yönünü Çanakkale’ye çevirdi. Osmanlı ordularının Çanakkale, Kafkasya ve Suriye cephelerinde savaştığı bir sırada, savaş alanı olan bu üç bölgeyi birer çizgiyle birbirine bağladığımızda, üçgen içerisinde kalan bölgede Ermeni örgütleri, Osmanlıların Kafkas ordusu ve Suriye ordularının ikmal yollarını basıyor ve gönderilen yardım konvoylarını vuruyordu. Bu hareket Rus Büyükelçisi’nin İngiliz Dışişleri Bakanlığı’na yazdığı 24 Şubat 1915 tarihli bir memorandumda, “Zeytunlu bir Ermeni'nin Kafkasya'da Kont Worontzoff-Dachkoff ile temas kurduğu, Türk ordularının ulaşım hatlarına baskın yapmak üzere 15.000 kişilik bir kuvvet topladıkları, ancak silah ve cephanelerinin yeterli olmadığı, İngiliz ve Fransızlar tarafından İskenderun Limanı üzerinden bunun yapılabileceği....” şeklinde dile getirilmiştir23. Çanakkale Savaşları'nın başladığı 18 Mart 1915 tarihinden itibaren Ermeniler Anadolu'da İtilâf güçleriyle eş zamanlı olarak eylemlerini genişlettiler. Van ve çevresinde gerçekleştirdikleri olaylarda sivil halktan pek çok kişiyi öldürdüler. Mahmudiye'de müslümanları toplu olarak katlettiler; camileri ahır haline getirdiler24. 15 Nisan 1915'te Van, Çatak ve Bitlis'te isyan başlattılar25. Van ve çevresinde memur ve jandarmaları öldürdüler, karakollara ve Türklere ait evlere saldırdılar, resmî binaları yaktılar. Ruslarla işbirliği yapan Ermeni kuvvetleri, 16/17 Mayıs gecesi Van'ın Ruslara teslimini sağladılar. Ermeni isyanları, Anadolu'nun batı kesimlerinde de bir hareketlenmeye sebep oldu. Topyekün bir isyan tehlikesi başgösterdi26. Bu durumu İngiliz Albay Mark Sykes, Ermeni liderlerle yaptığı görüşmelerden sonra, 3 Ağustos 1915 22 UK ARCHIVES FO 371/2146, No. 70404; Chcethem'den Sir Edward Grey'e, 12 Kasım 1914, Kahire. 23 UK ARCHIVES FO 371/2484, No. 22083; 

Rus Büyükelçisinden İngiliz Dışişlerine 15 Şubat 1915 tarihli memorandum; Gürün, Ermeni Dosyası, s. 208. 24 ATBD, Nisan 1987, Sayı 86, belge 2051. 25 ATBD, Ekim 1985, Sayı 85, belge 2003, 2005. 26 Hasan Dilan, Aynı Eser, I, s. LXXIX, Belge 75’ten Turquie/Vol. 848-850, 8 Mart 1915. 9 tarihinde Kahire'deki İngiliz Kuvvetleri Komutanı Sir John Maxwell'e şu cümlelerle rapor etmiştir : "Talimatlarınızın gereği olarak, Boghos Paşa'nın sekreteri Malezian ve Hınçak liderlerinden Damadian'la dün görüştüm. Kıbrıs'ta yaklaşık beş bin Ermeni toplanacak ve Kuzey Suriye sahiline bir baskın için Müttefiklerin nezaretinde silahlandırılacak ve hazır bulundurulacaktır. Bu kuvvet, Bulgar ve Türk ordularında hizmet etmiş bin beş yüz kadar kişi ile Amerika Birleşik Devletleri'nde işçi olarak bulunan ve askerî deneyimi yetersiz kişilerden oluşacaktır..…Suedieh'e kadar uzanacak olan harekat için sekiz yüz kişi kullanılacak ve bu alanın yirmi mil kadar çevresinde isyan çıkarılacaktır. Geriye kalan kuvvetler 50-60 kişiden oluşan küçük birlikler halinde Ayas ile Payas arasındaki noktalara çıkartılacak; Zeytun ve Elbistan istikametinde daha Kuzeyde Makedonya hatlarındaki komiteciler gibi görevlendirilecektir"27. Bunun üzerine Osmanlı Devleti, Ermeni ileri gelenleri, çıkacak muhtemel isyanların önlenmesi konusunda uyardı. Ancak uyarıların dikkate alınmaması üzerine bu olayları başlatan ve Ermenileri silâhlandıran komite yuvalarını dağıtmak için 24 Nisan 1915'te vilâyetlere ve mutasarrıflıklara "acele ve gizli" kaydı ile bir talimat yolladı. Bu talimatda, Ermeni komite merkezlerinin kapatılması, evrakına el konulması ve komite elebaşılarının tutuklanması bildirildi28. Bunun üzerine, "bugün Ermenilerin soykırım günü" olarak nitelendirdikleri tutuklamalar gerçekleşti. Mısır'daki İngiliz Askerî Ofisi'ne Dedeağaç üzerinden ulaşan bir bilgiye göre, “24 Nisan 1915 gecesi üç Ermeni din görevlisi ile Ermeni gazetesi "Puzantion"un sahibi de aralarında olmak üzere toplam 1800 Ermeni yakalandı. Tutuklular Ankara'ya gönderileceklerdir. Tutuklananların 500'ü Taşnak, 500'ü Hınçak ve kalanlar da Ramgavar partizanlarıdır” denilmektedir29. 


Tutuklanan Ermenilerin “Müttefik ordularına hizmet eden Ermeni gönüllüler veya müslüman katliamı 27 UK ARCHIVES FO 371/2485, No. 115866; Albay Mark Sykes'ten Sir John Maxwell'e mektup, 3 Ağustos 1915, Kahire. 28 BOA, DH. ŞFR., no. 52/96-97-98. 29 UK ARCHIVES, WO 157/691/9; İngiliz Karargâhı Askerî İstihbarat Bülteni, 5 Mayıs 1915, Kahire. 10 sorumluları” olduğu İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral’e gönderilen şifre telgraflarda da kaydedilmektedir30. Tutuklananlar, 25 Nisan 1915 tarihinde Ayaş ve Çankırı cezaevlerine sevkedildiler31. Buna rağmen isyanların devam etmesi üzerine, Almanya'nın da telkiniyle Ermenilerin, savaş alanı dışında bulunan Suriye'ye nakli kararlaştırıldı32. Bu durum Avusturya-Macaristan diplomatik belgelerinde özetle şu şekilde aktarılmaktadır : "Sert tedbirlerin alınmasının suçu Ermenilerindir. Ermeniler savaş başladıktan sonra Türk memurlarına ve Türk ordusuna karşı, akla gelebilecek her türlü düşmanca faaliyetlerde bulundular. Ayrıca Rusların gelmesinden sonra Van vilâyetinde Müslümanları acımasızca katlettiler"33 . 


TEHCİR NASIL GERÇEKLEŞTİ 
Tehcir, Çanakkale, Kafkasya ve Filistin'de savaşan Osmanlı ordularının lojistik destek yollarına yakın yerlerdeki Ermeniler ile örgütlere destek veren tüm Ermenileri kapsamıştır. Zorunlu göçe tabi tutulan İç ve Doğu Anadolu'daki Ermenilerin, savaş alanına uzak olan Suriye ve Şehr-i Zor bölgesine nakledilmeleri kararlaştırılmıştır. Naklin kolaylıkla gerçekleştirilmesi için ana yollar ve tren yolları seçildi. Haritada görüldüğü gibi, beş merkez, ana toplama alanı olarak belirlendi (Bkz. HARİTA I). 

Tehcire tabi tutulacaklara, hareket hazırlığı yapmaları için, konsolos raporlarında da yer aldığı gibi ortalama bir hafta süre verildi. Tehcir emri verilen Ermeniler, 2000'er kişilik kafileler halinde sevkedildiler. Kafilelerin korunması için, savaş dolayısıyla imkân nisbetinde koruma verildi (Bkz. BELGE 5). 30 UK ARCHIVES, FO 608/78, (75631), No. 869; Amiral Carthorpe Şifre telgraf, 20 Mayıs 1919 ve UK ARCHIVES, FO 608/78, No. 1094; Amiral Carthorpe Şifre telgraf, 21 Mayıs 1919. 31 Bkz. BOA, DH, ŞFR, no. 52/102. 32 Bunun için bkz. Hasan Dilan, Aynı Eser, I, s. XCI, belge 215’ten naklen Turquie/Vol. 862, 863. 33 KA AOK NA 1915 K 3528 (15 Juli 1915, AO VI p. 4624'den naklen İnanç Atılgan, Das Kriegsjahr 1915 : Reaktion Österreich-Ungarns auf die Umsiedlung der Armenier innerhalb des Osmanischen Reiches anhand von Primaerquellen, Wien 2003, s. 190-191. 

 11 Osmanlı Devleti tehciri, 29 Ağustos 1915 tarihiyle vilâyetlere gönderdiği şifre telgrafta şöyle tarif etmektedir34 : "Ermenilerin bulundukları mahallerden çıkarılarak tayin edilen mıntakalara sevklerinden hükûmetin beklediği gaye, bu unsurun hükûmet aleyhine faaliyetlerde bulunmalarını ve bir Ermenistan hükûmeti teşkili hakkındaki millî emellerini takib edemiyecek bir hale getirilmelerini temin esasına matuf olup, masum kişi ve şahısların mhası hedeflenmediğinden, sevkiyat esnasında kafilelerin can emniyeti sağlanmalı ve muhacirîn tahsisatından sarfiyat yapılarak iaşelerine ait her türlü tedbir alınmalıdır. ...Daha önce de tebliğ edildiği üzere asker aileleriyle, ihtiyaç nisbetinde sanatkâr, Protestan ve Katolik Ermenilerin sevkedilmemesi hükûmetçe kesin olarak kararlaştırılmıştır. Kafilelere saldırıya ve bilhassa gasb ve hiss-i hayvaniyelerine mağlup olarak ırza geçmeye teşebbüs edenlerle, bunlara ön ayak olan jandarma ve memurlar hakkında gecikmeksizin kanunî tedbir alınarak, şiddetle cezalandırılmalı ve bu gibiler derhal azl edilerek Divan-ı Harblere teslim edilmelidir. Bu gibi olayların tekrarından vilâyet ve sancakların yetkililerinin sorumlu tutulacağı beyan olunur" (Bkz.BELGE 6). i Yukarıdaki belgede de yer verildiği gibi, Ermenilerin nakillerinden maksadın, onları imha maksadıyla yapılmadığı, onların savaşın bitiminde, yani 1918 yılı sonunda, evlerine geri döndürülmesinden de anlaşılmaktadır. Bununla ilgili olarak çıkarılan kararnamede, isteyenlerin geri dönmesi, dönmek istemeyenlere baskı yapılmaması, evlerine dönen Ermenilere tüm emlâkinin iadesi, müslüman olanların istedikleri takdirde eski dinlerine dönebilecekleri, yetimhanelerdeki ve zengin aileler yanındaki çocukların aileleri ve yakınları bulunarak teslimi, vergi borçlarının silinmesi, yolculuk sırasındaki tüm masraflarının devlet tarafından karşılanması gibi maddeler yer almakta idi (BELGE 7). 

 KİMLER NAKLEDİLDİ 
Bir takım propaganda kitaplarında yer aldığı üzere, bütün Ermenilerin tehcir edilmediği, hem Osmanlı arşiv belgelerinde, 34 BOA, DH. ŞFR., no. 55/292. 12 hem de konsolos raporlarında yer almaktadır35. Mesela Amerikan arşivinde yer alan ve Adana, Haçin, Maraş, Zeytun, Antep, Urfa gibi şehirlerdeki Ermenilerin tehcirini istatistikî olarak gösteren bir belge, herkesin tehcir edilmediğini ve 1919 yılında bunların büyük kısmının da geri döndüğünü, açık bir şekilde gözler önüne sermektedir (Bkz.BELGE 8). 

Öte yandan İstanbul ve Batı Anadolu şehirlerindeki Ermenilerin ise tamamen tehcir dışı tutulduğu gözlenmektedir. Bu şehirlerden sadece örgütlere üye olanlar tehcir kapsamı içine alınmıştır. İç Anadolu ve Doğu Anadolu Ermenilerinden ise, devlet görevinde bulunanlar (doktorlar ve orduda görevli olanlar), yaşlılar, hastalar, çocuklar, protestan ve kotolik mezhebi mensupları ile örgütle alâkası olmayan esnaf Ermeniler tehcir edilmemiştir. Nitekim vilâyetlere gönderilen tebliğde : “...Daha önce de tebliğ edildiği üzere asker aileleriyle, ihtiyaç nisbetinde sanatkâr, Protestan ve Katolik Ermenilerin sevkedilmemesi hükûmetçe kesin olarak kararlaştırılmıştır” denmektedir. Tehcir dışında kalanlar hakkında bir rapor yazan Almanya’nın Halep konsolosu da, “Batı Anadolu’da 27.200, İstanbul ve Edirne’de 164.000, Suriye, Filistin ve Bağdat’ta 13.500 olmak üzere toplam 204.700 kişinin sürgünden muaf tutulduğunu” bildirmektedir36. Ermeni Abeghian ise “İstanbul ve İzmir Ermenilerinin tehcirin çilesinden uzak kaldığını, sadece entelektüeller, yani kamuoyunda tanınan Ermenilerin şair, yazar, öğretmen, din adamları, doktor, avukat vs. sürgün edildiğini ve yollarda öldürüldüğünü...” yazmaktadır. 

Abeghian‘ın bahsettiği Ermeniler, muhtemelen 24 Nisan 1915 tarihinde gerçekleştirilen tutuklamalardaki Ermeni örgüt mensubu olanlardır. Zira, bilhassa ordu içindeki doktorların tehcir edilmediği Osmanlı belgelerinde yer almaktadır. Josef Marquart adlı bir İsviçreli ise, tehcirden geri kalan Ermeni nüfusu hakkında 350-450.000 rakamını tahmin ettiğini bildiriyor37. Göçe tabi tutulanlar, arabalarla, hayvanlarla, 35 Osmanlı arşiv belgelerine göre tehcir için bkz. Yusuf Halaçoğlu, Ermeni Tehciri ve Gerçekler, Ankara 2001, s. 74-76. 36 Denkschrift der Delegation des armenischen Nationalrats über die Lage der Armenier, Als Manuskript gedruckt, s.11. (Lepsius’tan almış. Bericht über..) 37 Die Entstehung und Wiederherstellung der armenischen Nation, Berlin 1920, s.79. 13 nehirlere yakın olanlar "şahtur" denilen nehir vasıtalarıyla ve trenlerle nakledilmiştir. Bu vasıtaların bulunamadığı yerlerde ise yaya olarak gönderilmişlerdir. Bizzat sevkiyat güzergâhında görev yapan ve tehcir hareketini izleyen Amerika'nın Mersin konsolosu Edwart I. Nathan, 11 Eylül 1915 tarihli raporunda
 30 Ağustos 1915 tarih ve 478 numaralı gönderiyi yazdıktan sonra, kuzeyden buraya daha binlerce Ermeni ulaştığını ve Halep bölgesine transfer edildiğini belirtmektedir. Nathan, Morgenthau'ya gönderdiği raporda, Tarsus'tan Adana'ya kadar bütün güzergâhların Ermenilerle dolu olduğunu ve Adana'dan itibaren bilet alarak trenle seyahat ettiklerini, kalabalık yüzünden sefalet ve çektikleri zahmete karşılık hükûmetin bu işi son derece intizamlı bir şekilde idare etmekte olduğunu, şiddete ve intizamsızlığa yer vermediğini, göçmenlere yeteri kadar bilet sağladığını, muhtaç olanlara yardımda bulunduğunu beyan etmektedir 
(Bkz. BELGE 9)39. 

NE KADAR ERMENİ TEHCİR EDİLMİŞTİR 
Bugün Ermeni diasporasının veya onlara yakın kimselerin yayınlarında bir milyon Ermeninin Osmanlı Devleti tarafından tehcir edildiği iddia edilmektedir. İddia sahiplerinin dayandıkları kaynak, o sırada Anadolu’da tehcir bölgesi dışında görev yapan ve ülkelerine propagandaya dayalı bilgiler gönderen bazı Amerikan konsoloslarıdır. Bu konsolosların raporlarında bir şey dikkati çekiyor ki, o da verilen bilgilerin “duyumlara” dayandığının belirtilmesidir. Osmanlı arşiv kayıtları ise, tehcir kapsamında olan Ermenilerin sayısını 450.000 civarında vermektedir. Bu sayı Zenop Bezciyan ve Boghos Nubar Paşa tarafından da doğrulanmaktadır. Ermeni delegasyonu başkanı olan Boghos Nubar Paşa, Fransa Dışişleri Bakanlığı'na gönderdiği raporunda, 1918 yılı itibariyle 
US ARCHIVES NARA 867.4016/193: Copy no: 484. Ayr.bkz. Ara Sarafian, United States official Documents on the Armenian Genocide, Vol II, The Peripheries, Watertown, Massachusetts 1994, s. 87-88. 39 Natan'ın, Amerika büyükelçiliğine gönderdiği 478 numaralı raporu, Osmanlı yetkililerince gizlice elde edilmiştir (Bkz. Dahiliye Nezareti, Emniyet-i Umûmiye, 2. Şube, No. 2D/13. 14 Kafkasya ve İran dahil Ermeni sürgünlerin toplam sayısını 600- 700.000 olarak göstermektedir ki, bunların içinden 290 bin olan Kafkas ve İran göçmenleri hariç tutulacak olursa, tehcire tabi tutulanların sayısı 400 binin biraz üzerinde çıkar40 (Bkz. BELGE 10). Aynı şekilde 25 Kasım 1915'te Konya'dan W. Peet’e Wilfred M. Post’dan gönderilen mektupta da41 “....Demiryolu çalışanlarının bildirdiğine ve başka kaynaklara göre Pozantı’dan 500.000 sürgün geçiş yaptı” denilmektedir. Bu 500 bin rakamını, Hanry Morgenthau günlüğünde, Ermeni protestanlarının vekili Zenop Bezciyan'la olan görüşmesinden şöyle aktarıyor42.: "Ermeni protestanlarının vekili Zenop Bezciyan uğradı. Schmavonian kendisini benimle tanıştırdı. Okul arkadaşıymışlar. [İçerilerdeki] şartlar hakkında bana çok şey anlattı. Zor'daki Ermenilerin hallerinden oldukça memnun olduklarını söylemesine şaşırdım; işlerini kurup, hayatlarını kazanmaya başlamışlar bile.... 

Bana çeşitli kampların nerelerde olduğunu gösteren bir liste verdi ve yarım milyon kişinin buralara nakledildiğini sandığını söyledi. Kış bastırmadan onlara yardım edilmesi gerektiği hususunda ısrarlıydı". Nitekim bu konuda, Osmanlıların verdikleri rakamlar da zorunlu göçe tabi tutulanların sayısının buna yakın olduğunu göstermektedir43 : 40 Archives des Affaires Etrangères de France, Série Levant, 1918-1928, Sous Série Arménie, Vol. 2, folio 47'den naklen bkz. Bilâl Şimşir, Les Deportés de Malte et les Allégations Armeniennes, Ankara 1998, s. 49. 41 US ARCHIVES NARA 867.4016/251. 42 Bkz. Heath W. Lowry, Büyükelçi Morgenthau'nun Öyküsü'nün Perde Arkası, İstanbul 1991, s. 47-48. 43 Bkz. Yusuf Halaçoğlu, Aynı Eser, s. 74-77. 15 0 50000 100000 150000 200000 250000 300000 350000 400000 1 2 438.758 382.148 Tehcir edilenler Tehcir bölgesine varanlar Tehcire tâbi tutulan nüfus 450000 Yukarıda sayıları verilen, zorunlu göçe tabi tutulanlarla iskân yerlerine ulaşanlar arasındaki fark, tehcir uygulamasının Şubat 1916 tarihi itibariyle durdurulması nedeniyle, büyük oranda göçmenlerin bulundukları vilâyetlere yerleştirilmesinden kaynaklanmaktadır. Yaklaşık 30-40 bin civarında Ermeni göçmen ise hastalıktan ve eşkıya saldırısından kaybedilmiştir. 

American Committee for Armenian and Syrian Relief'in, 13 Eylül 1917’de yayınladığı beyannamede, Anadolu’da 500.000, Suriye’de 1.200.000, Kafkasya’da 350.000, İran’da 90.000 olmak üzere toplam 2.140.000 yardıma muhtaç insan bulunduğu beyan edilmektedir. Buna göre, Suriye'deki yardıma muhtaç olanların büyük kısmının Ermeni olması tabiidir ki, 1917'ye ait verilen bu rakamlar doğruysa, Birinci Savaş öncesine ait nüfus istatistiklerinin çok üzerinde bir Ermeni nüfusu ile karşı karşıya kalınmaktadır. Bu durumda, hiç Ermeni kaybı olmadığı gibi bir sonuca da ulaşılıyor. Üstelik beyannamede, bu rakamlara Mısır ve Güney Mezopotamya’daki göçmenlerin dahil edilmediği da ifade edilmektedir44. Nitekim, Suriye’ye tehcir edilen yaklaşık 500 bin kişinin yanısıra, Doğu Anadolu’da devam eden Osmanlı-Rus savaşı dolayısıyla savaş alanından Kafkasya’ya kendiliğinden göç eden yaklaşık 450- 44 Near East Foundation Archives, American Committee for Armenian and Syrian Relief Minutes, 1915-1919. 16 500 bin Ermeni daha bulunmaktadır. 


Dolayısıyla göç edenlerle sürgün edilenlerin toplamı yaklaşık bir milyona varmaktadır. Yine çeşitli Türk ve Batılı kaynaklarda, sürgün edilmemişlerin sayısı da 400 bin civarında verilmektedir. Bazı Ermeniler de hemen savaş öncesinde ve savaşın başlamasını müteakip, çeşitli yollarla yurtdışına kaçmıştır. Kafkasya'ya göç edenlerle ilgili olarak, çeşitli kaynaklarda yer alan bilgilere dayanarak tarafımızdan hazırlanan aşağıdaki cetveldeki rakamlar, bu konuda bizleri daha iyi aydınlatacaktır. Buna göre : Rev. Harold Buxton 1915 250.000 G. C. Raynolds 1917 250.000 J.L. Barton 1917 350.000 Hovannisian 1918 500.000 Aharonian 1919 400-500.000 Ermenistan Göçmenler Bakanlığı 1919 324.247 Armenag S. Baronigian 1920 570.000 Near East Relief 1920 350.000 General J. Bagratouni 1921 350.000 Ermeni Delegasyonu 1923 500.000 Joseph C. Crew 1923 450.000 Firidtjof Nansen 1925 420.000 

TEHCİR EDİLEN ERMENİLERE NE OLDU 

Tehcir edilen Ermenilerle ilgili olarak konsolos raporlarında farklı bilgiler bulunmaktadır. Bunlardan bir kısmı aldıkları duyumlara dayanarak bir milyon Ermeninin tehcir edildiğini, bunların birçoğunun yollarda açlıktan ve hastalıktan öldüğünü bildirirken45, fahri konsolos Greg Young gibi bazıları da, Suriye valisinin izniyle kampları dolaşmış ve tehcir edilenlerle ilgili bizzat şahit olduğu olayları rapor etmiştir. Bu raporunda Young, kamplarda hastahaneler kurulmuş olduğunu ve hasta Ermenilerin Bkz. H.Özdemir, K.Çiçek, Ö. Turan, R. Çalık, Y.Halaçoğlu, Ermeniler Sürgün ve Göç, Ankara 2004, s. 70-71. 17 tedavi edildiğini yazmaktadır. Osmanlı arşiv kayıtları, Mezapotamya’ya zorunlu iskâna tabi tutulan Ermeniler için, devlet tarafından evler yapılmasını ve ziraat yapabilecekleri yerlere yerleştirilmelerini öngörmektedir. Nitekim Ermeni Protestanlarının vekili Zenop Bezciyan, Amerika büyükelçisi Hanry Morghentau'a, yarım milyon Ermeninin Suriye ve Şehr-i Zor'da yerleştiğini, işlerini kurup, hayatlarını kazanmaya başladıklarını yazmakta ve Osmanlı belgelerinde yer alan tebliğin uygulandığını teyid etmektedir. Hatta Bezciyan Morghentau'a kampların listesini vermiştir46. Amerikanın Halep Konsolosu Jackson ise, yine Amerikan yardım kuruluşu Near East Relief aracılığıyla Suriye ve Şehr-i Zor'da bulunan 500 bin göçmenden 486 binine yardım yapıldığını, 8 Şubat 1916 tarihinde büyükelçi Hanry Morghentau'a gönderdiği raporunda bildirmektedir (Bkz. BELGE 11). 

Bu raporda verilen rakamlar, tehcirin henüz sona erdiği 3 Şubat 1916 tarihini taşıması nedeniyle büyük önem taşımaktadır. Zira Ermenilerin katliam iddiaları, tehcirin yapıldığı Mayıs-Aralık 1915 tarihine odaklanmaktadır. Aynı rakamlar Near East Relief’den Dr. J. K. Marden tarafından da teyid edilmektedir47. Suriye'ye nakledilen Ermenilerden bazıları, bir yolunu bularak Mısır'a, bir miktarı da deniz yoluyla Amerika ve diğer ülkelere göç etmişlerdir. Ancak göçmenlerin büyük kısmı savaşın bitiminden sonra, 18 Aralık 1918'de, Osmanlı Devleti tarafından çıkarılan geri dönüş kararnamesiyle evlerine dönmüştür. Geri dönenlerin tüm ihtiyaçları (yiyecek, para v.s) devlet tarafından karşılanmış, vergi borçları affedilmiştir. Bununla ilgili olarak Ermeni Patrikhanesinin hazırladığı bir çizelge Amerikan arşivinde bulunmaktadır (Bkz. BELGE 12)48. 


Bu belgede toplam 644.900 kişinin evlerine 46 Heath W. Lowry, Büyükelçi Morgenthau'nun Öyküsünün Perde arkası, İstanbul 1991, s. 47-48. 47 RG 84 Box 19, No: 414. J.B. Jackson’dan Mr. L. R. Fowle’a, 14 Haziran 1917. 48 Bu belge çeşitli tasniflerde yer almaktadır. Bkz. US ARCHIVES NARA, Mikrofilm No. T 1192, Roll 8; Department of State Papers..., 86oJ.5811: George R. Montgomery’den Mr. Warren D. Robbins’e, April 26, 1921; T1192 R2. 860J/395. Acting High Commissioner Dulles’dan Dışişleri Bakanı’na. 18 döndüğü belirtilmektedir. Buna benzer bir istatistik de İngiltere Karadeniz Ordusu İstihbarat biriminin Savaş Kabinesi’ne sunduğu raporda yer almaktadır. İngiliz Arşivi’nde bulunan bu belgede, Anadolu'daki bazı şehirlerin 1914 nüfusu ile, aynı şehirlerin 1919 nüfusları bir cetvel halinde sunulmuştur 
(Bkz. BELGE 13)

1919 yılına ait Erzurum nüfusunun yer almadığı bu cetvelde verilen rakamlar, Ermenilerin iddia edildiği şekilde büyük kayıplar vermediğini gösteriyor : 1914 Kasım 1919 Edirne 84.100 19.500 Antalya 630 400 Ankara 54.000 80.000 Aydın 20.700 21.000 Trabzon 40.200 58.000 Bursa 61.200 65.000 Kayseri 52.200 50.000 Konya 13.200 12.000 Kastamonu 9.000 13.000 Sivas 151.700 162.000 Adana 57.700 72.000 Balıkesir 8.700 9.000 İstanbul 84.100 83.000 Erzurum 136.000 - İzmir - 14.000 TOPLAM 773.430 658.900 Halbuki İngiliz Dışişleri Bakanlığı İstihbarat ve Propaganda Dairesi’nde görevlendirilen Mavi Kitap (Blue Book) yazarı Arnold 49 1914 rakamları içinde gösterilen 136.000 Ermeni nüfuslu Erzurum, muhtemelen 1918'de savaş alanı olması dolayısıyla 1919 nüfusu belirtilmemiştir. Bu sebeple de cetvelde yer almamıştır. Bu nüfus da eklendiğinde nüfus, diğer Anadolu şehirleri hariç 794.900'e ulaşmaktadır (Bkz. UK Archives, WO 158/933, No. 5796, I, p.3). 19 Toynbee (Bkz. BELGE 14), bu görevdeyken hazırladığı kitapta 600 bin Ermeni'nin öldürüldüğünü ileri sürmüştür. Evlerine dönmeyen pek çok Ermeni de başka ülkelere göç etmiştir. 


Yaptığımız araştırmalar, Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki Ermeni nüfusu ile ilgili incelemede bulunanların veya Ermeni nüfusu hakkında yorum yapanların, bu göç edenleri de ölenler sınıfına dahil ettiklerini ve kayıp sayısını arttırdıklarını ortaya koymaktadır. Zira belgeler, yerlerine dönmeyenlerden büyük bir çoğunluğun Ortadoğu ülkeleri, Rusya, Amerika, Fransa, Güney Amerika ülkeleri ile Avustralya, Hindistan ve İran’a göç ettiklerini ortaya koymaktadır. Denizaşırı ülkelere göç edenlerin büyük bir kısmı geri dönmemiş ve göç ettikleri ülkelere yerleşmişlerdir. Ortadoğu dışındaki ülkelere olan göçler deniz yoluyla gerçekleşmiş olması dolayısıyla, meselâ Amerika'ya olan göçlerle ilgili olarak o tarihteki gemi yolcu listelerine bakmak bize bu konuda yeterli bilgi vermektedir (Bkz. BELGE 15). Nitekim 1899'dan 1925'e kadar ABD resmî kayıtlarına göre toplam 76.605 Ermeni’nin ABD'ye kabul edildiği gözlemlenmektedir50. Dünya'daki mülteci Ermenilerin tespiti ve yardıma muhtaç olanlara bütçe ayırmak amacıyla İstanbul’daki İngiliz Büyükelçiliği ile Near East Relief Society adlı Amerikan yardım kuruluşu tarafından 1921 yılında dünya genelinde yapılan nüfus araştırmasında, dünyada var olduğu tespit edilen toplam 3.004.000 Ermeni’den, 1.193.873'ünün Osmanlı Ermenisi olduğu ortaya çıkmıştır (Bkz. BELGE 16)51. 
ERMENİ KAYIPLARI NE KADARDIR
 6 Ekim 1915 tarihinde İngiliz Lordlar Kamarası oturumunda Ermeni mültecilerin durumu görüşülürken, Kafkasya ve Urmiye bölgesine Ermeni, Keldani ve diğer mültecilerin akın ettikleri, Malazgirt ve Van'dan gelen çok büyük sayıda mültecinin Eçmiyazin ve Erivan'ın farklı yerlerine vardıkları, 160.000 50 Annual Report of the Commissioner General of Immigration to the Sec of Labor, Government Printing Office, beginning 1895-1932.
 US ARCHIVES NARA 867.4016/816 Jan 10,1923. 20 kadarının Iğdır ve Eçmiyazin yönüne geçtikleri, hastalıktan ve açlıktan dolayı durumlarının çok kötü olduğu ve günde yüz kişinin öldüğü, Ağrı Dağı’nın ötesindeki 9.000 mültecinin de diğerlerinden daha iyi bir vaziyette bulunmadığı açıklanmıştır52. Bilindiği üzere bu bölgeler tehcir kapsamı dışında olup, buradaki göçler Rus-Osmanlı savaşı dolayısıyla kendiliğinden meydana gelmiştir. Ermeni kayıplarıyla ilgili olarak Osmanlı Arşivi belgelerinde, bazı eşkıya gruplarının saldırısı sonucu, 6.500-7.000 Ermeninin öldürüldüğü kayıtlıdır. Kafilelere yapılan saldırılar üzerine hükûmetin valililiklere yeniden uyarı göndererek kafilelere imkân nispetinde güvenlik gücü verilip zaptiye gözetiminde seyahat ettirilmelerinin sağlanması, kafilelere yapılacak saldırılardan vilâyet yöneticilerinin sorumlu tutulacağı, aksi yönde hareket edeceklerin şiddetle cezalandırılacakları bildirilmiştir. Nitekim bu türden ihmalleri önlemek için tahkikat komisyonları kurulmuş ve ihmali görülenlerle, kafilelere saldıranlar hakkında hukuki işlem yapılmış ve birçoğu mahkum edilmiştir. Ermeni kafilelerine yapılan saldırılar sonucu hayatını kaybedenlere ilâve olarak, savaş ortamında imparatorlukta çekilen yiyecek sıkıntısı, taşıma araçlarının asker sevkinde ve ordunun mühimmat ihtiyacında kullanılması ve bu yüzden göçmenlere yeterli sayıda taşıma aracı verilememesi, en kötüsü de zorunlu göç sırasında hemen bütün dünyada başgösteren ve sadece Ermenileri değil, müslümanları da kırıp geçiren bulaşıcı hastalıklar da ölümlere sebep olmuştur53. Bu şekilde zorunlu göç sırasındaki kayıpları dahil Anadolu'daki Ermeniler, savaşın devam ettiği dört yıl içinde bulaşıcı hastalıklardan yaklaşık yüz bin civarında kayıp vermiştir. Zorunlu göçün dışında kalan, yani Osmanlı Devleti tarafından sürgün edilmediği halde savaş nedeniyle Kafkasya'ya  UK ARCHIVES FO 371/2488, No. 143153; Konsolos P. Stevens'ten Dışişlerine, 16 Eylül 1915, Batum. 53 Birinci Dünya Savaşı’nda salgınların Osmanlı Devleti ve çeşitli ülkelerdeki etkileri hakkında geniş bilgi için bkz. Hikmet Özdemir, Salgın Hastalıklardan Ölümler, 1914-1918, TTK Yayını, Ankara 2005. 21 korkularından göç edenlerden ise, çeşitli kaynaklara göre, 200 binin üzerinde kayıp meydana gelmiştir54. 

Böylece Anadolu ve Kafkasya'da Ermeni kayıpları toplam yaklaşık 300 bin civarındadır. Bu rakam çok yüksek görülebilir. Fakat savaş şartlarında Batı ülkelerinde bile salgınların sebep olduğu ölümler daha fazladır. Meselâ sadece Osmanlı ordusunun dört yıl içindeki kaybı yaklaşık 402 bindir. Aynı nedenden 1918 yılında İtalya 274 bin, Almanya 187 bin, İngiltere 112 bin, Fransa 91 bin, Hollanda 17 bin, İsveç 27 bin ve İspanya 147 binin üzerinde insanını kaybetmiştir55. 

NEDEN SOYKIRIM DEĞİL
 Soykırım (genoside), 9 Aralık 1948 tarihli “Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi”nde aşağıdaki şekilde tanımlanmıştır : 1. Ulusal, ırksal ya da dinsel bir grubun, toptan veya bir bölümünü yok etme niyetiyle, bir grubun üyelerini öldürmek, 2. Bir grubun üyelerine bedensel-ruhsal ağır zarar vermek, 3. Bir grubun yaşamının fiziki çöküşünü sağlayacak ortamı hazırlamak, 4. Bir grubun çocuk sahibi olmasını engellemek, 5. Bir grubun çocuklarının zorla bir başka gruba verilmesini sağlamak. Osmanlı Devleti’nin Ermenileri ihraç kararının ve uygulamasının, yukarıda tanımı yapılan “soykırım”a uyup uymadığını değerlendirmek gerekmektedir. Osmanlı Devleti, Batılı ülkelerin Ermenilerin topluca katledilecekleri iddialarına karşı 27 Mayıs 1915'te şöyle bir açıklamada bulunmuştu56: "Ermeniler hakkında hükûmetçe alınan tedbirler, sırf memleketin âsâyiş ve inzibatını temin ve muhafaza mecburiyetine müstenittir. Ermeni unsuruna karşı Hükûmetin 54 Bkz. Justin McCarthy, Muslims and Minorities, The Population of Ottoman Anatolia and the End of the Empire, New York University Press, 1983, s.129-130. 55 Bkz. H.Özdemir, K.Çiçek, Ö. Turan, R. Çalık, Y.Halaçoğlu, Aynı Eser, s. 98-99. 56 BOA, DH. ŞFR., no. 53/4. 22 imhakâr bir siyaset takibetmediği, şimdilik tarafsız bir vaziyette kaldıkları görülen Katolik ve Protestanlara dokunmamış olması göstermektedir..." 
1915'te meydana gelen iskân uygulamaları ve bu uygulama sırasında meydana gelen olaylar, yukarıdaki tanıma göre bir soykırım olarak adlandırılabilir mi ? Bu sorunun cevabını vermek için İkinci Dünya Savaşı sonrasında Nazi Almanyasının Yahudilere uyguladığı toplu imha hareketiyle, Osmanlı Devleti’nin Ermenilere tehcir uygulamasını karşılaştırmak bizleri doğru sonuca götürecektir. 
Osmanlı Devleti ihraç ettiği Ermenilere nasıl bir uygulama yapmıştır ? :
 1- Osmanlı Devleti, Nazilerin aksine, topraklarında yaşayan Ermenilerin belli bir coğrafyadakilerini nakletmiştir. Nakil, Osmanlı Devleti'ne karşı silaha sarılan Ermeni gruplarını ve onlara lojistik destek verenleri kapsamaktadır (Bkz. Harita 1). 
2- Nakledilenler yine Osmanlı sınırları içinde yer alan bir coğrafyaya göç ettirilmiş, göçe tabi tutulanlara, Nazilerin evlere baskın yaparak yaka-paça toplama kamplarına sevk uygulamalarının aksine, göç hazırlığı yapmaları için bir hafta ile 15 gün arasında süre verilmiştir.
 3- Göçen Ermenilerin tüm ihtiyaçları (yiyecek, sağlık, bilet temini v.s.) devlet tarafından "Muhacirîn tahsisatı"ndan karşılanmış, bir şehir ve kasabada yaşayan Ermenilerin tümü sürgüne gönderilmemiş, hastalar, yetimler, katolik ve protestan mezhebi mensuplarıyla, zanaat sahipleri ve orduda görev yapanlar tehcir kapsamı dışında tutulmuştur. 
4- Göçe tabi tutulanlar, Nazilerin toplama kamplarının aksine, gittikleri yerlerde, devlet tarafından evler yapılması, hayatlarını devam ettirebilmeleri için yerleştirildikleri yerlerin ziraate elverişli olması ve göçmenlerin geldikleri vilâyetlerin belirlenerek, nüfus kayıtlarının çıkarılması karar altına alınmıştır.
 5- Nazi kamplarının aksine, hasta göçmenler için kamplarda hastahaneler kurulmuş, göçmenlerin sağlık sorunları ile ilgili olarak çeşitli ülkelerin sağlık ekiplerine kamplarda görev yapmaları için izin verilmiştir. Konsolos raporlarına göre, bu yabancı sağlık mensuplarından bazıları bulaşıcı hastalık nedeniyle ölmüştür. 23
 6- Kimsesiz çocuklar ve yetimler, yetimhanelere ve bazı zengin ailelerin yanına yerleştirilmiş, 1919 yılında geri dönüş izni verilince bu çocuklar yakın akrabalarına teslim edilmiştir. 
7- Aşiretlere ve sivil halkın saldırısına karşı kafileleri korumak üzere jandarma görevlendirilmiş, suiistimalde bulunan görevli ve halktan kimseler mahkeme edilerek cezalandırılmıştır. 
8- Zorunlu göçten kurtulmak için müslümanlığı kabul ettiğini söyleyenler de göç ettirilmiş, fakat bir müslümanla evlenmiş kadınlar göçten muaf tutulmuştur. Bu gibilere, savaş sonrasında çıkarılan bir yasa ile, istedikleri takdirde eski dinlerine dönebilme imkânı tanınmıştır.
 9- Savaş, kuraklık, çekirge istilâsı, seferberlikten dolayı iş yapabilecek hemen bütün erkeklerin silah altına alınması gibi nedenlerle, tarladaki mahsulün kaldırılamamasının bir sonucu olarak ortaya çıkan yiyecek sıkıntısından dolayı, başta Amerika olmak üzere çeşitli devletlerin yardım kuruluşlarının yardım talepleri kabul edilmiş, bunlar tarafından Suriye’deki Ermenilere yardım edilmiştir (Bkz. BELGE 11). 
10- Savaşın sona ermesiyle birlikte, devlet tarafından çıkarılan "geri dönüş kanunu" ile göçmenlerin evlerine dönmeleri sağlanmış, Ermeni Patrikhanesi’nin tespitlerine göre 644.900 Ermeni geri dönmüştür (Bkz. BELGE 12). 

Evet. Yukarıda bahsedilen Belge 11'i dikkatlice okumamız halinde, zorunlu göçün henüz sona erdiği 3 Şubat 1915 tarihi itibariyle Suriye’de 500 bin Ermeni göçmenin mevcut olduğunu görüyoruz. Bu rakam, aslında bir milyon Ermeninin göç sırasında öldüğünü rapor eden bütün konsolos raporlarını yalanladığı gibi, Osmanlı Devleti’nin, muhtaç göçmenlere yardım için uluslararası kuruluşlara kamp kapılarını açtığını, dolayısıyla sadece Suriye'de 486 bin kişiye yardım edilmesine izin vermek suretiyle, Ermenileri imha düşüncesinde olmadığını ispat ediyor. Buna bağlı olarak, göç bölgelerindeki Ermenilerin belli bir kesiminin zorunlu göç kapsamına alınması, diğerlerinin evlerinde bırakılması, “etnik temizlik” veya "soykırım" iddialarını tümüyle ortadan kaldırıyor. Nitekim özellikle ülkenin İstanbul, Bursa, Kütahya, Edirne gibi savaş mühimmatının sevkedildiği bölgelerin dışında bulunan 24 şehirlerinden, terör mensupları hariç, kimsenin zorunlu göçe tabi tutulmadığı yabancı ve Osmanlı belgelerinde yer alıyor.

 Ayrıca göç kapsamındakilerin topluca imha edilmesi gibi bir art niyetin olmadığını, göç edeceklere hazırlanmaları için süre verilmesi de gösteriyor. Hele hele göçe tabi tutulanların, gittikleri yerlerde, geldikleri şehirler de belirtilmek suretiyle, nüfus defterlerine kaydedilmelerinin emredilmesi, hayatlarını devam ettirebilmeleri için ziraate uygun bölgelere yerleştirilmelerinin istenmesi, imha düşüncesiyle bağdaşmıyor. Bütün bu saydıklarımızla, Nazi Almanyası'nda Yahudilere uygulanananlar arasında hiçbir benzerlik bulunmamaktadır. Bu durumda 1915'te cereyan eden olayların soykırım olarak tanımlanması mümkün değildir. Nitekim soykırım olduğunu iddia edenler, bugüne kadar "soykırım"ı ispat edecek bir belge sunamamışlardır. Tezlerini kuvvetlendirebilmek için, Talat Paşa'ya atfedilen sahte telgraflar ortaya atmışlardır. Ancak bu telgraflar üzerinde yapılan incelemede, telgraflar üzerinde Osmanlı bürokrasisinin mutad işlem kayıtlarının bulunmadığı, telgrafın gönderildiği iddia edilen valinin, o tarihte o vilâyette valilik yapmadığı, her Osmanlı belgesinin en üstünde yer alan besmeleye farklı şekilde yer verildiği ve en önemlisi de Talat Paşa'nın imzasının sahte olduğu ortaya çıkmıştır57. 


Soykırım iddiasında bulunanların en önemli açıklarından biri de, 1915'ten itibaren öldürüldüğü iddia edilen Ermenilerin sayısının sürekli yükseltildiğidir. 600 binlerden başlayan rakamlar, günümüzde 1,5 milyona çıkarılmıştır. Halbuki, o tarihlerde yabancı devletlerce yapılan nüfus tespitlerinde, Osmanlı Devleti'nde yaşayan Ermenilerin toplam nüfusu ortalama 1,5 milyon olarak gösterilmekte, hattâ Ermeni Patrikhanesi bile 1,915,000 rakamını vermekteydi

Nitekim güvenilir olarak bulunan Patrik Malachia 57 Bkz. Şinasi Orel-Süreyya Yüce, Ermenilerce Talât Paşa’ya Atfedilen Telgrafların Gerçek Yüzü, TTK Yayını, Ankara 1983. 58 Raymond H. Kévorkian et Paul Paboudjian, Les Arméniens dans L'Empire Ottoman à la veille du génocide, (Paris, 1992), chapter IV'ten aktaran: Justin McCarthy, Population History of the Middle East and Balkans, (İstanbul, ISIS Press, 2002), s. 293. 25 Ormanian da Ermeni nüfusunu 1,895,400 olarak vermektedir
Bu durumda ancak 400 bin Osmanlı Ermenisinin hayatta kalması gerekirdi. 

Aşağıdaki cetvelde, çeşitli kaynaklarda belirlenen Ermeni nüfusu görülmektedir
Kaynağın Yılı Yazarı Osmanlı Ermenileri 1892 Vital Cuinet 1.475.011 1896 Felix Weber 1.000.000 1901 H. F. B. Lynch 1.325.246 1901 Lodovic de Constenson 1.383.779 1910 Encyclopedia Britannica 1.500.000 1913 Ermeni Patrikhanesi 1.915.651 1913 Lodovic de Constenson 1.400.000 1914 Daniel Panzac 1.5-1.600.000 1914 Justin McCarthy 1.698.303 1914 Osmanlı nüfus sayımı 1.229.007 1914 Stanford J. Shaw 1.294.851 1914 David Magie 1.479.000 1919 Dr. Lepsius 1.500.000 1923 Claire Price 1.500.000 1923 E. Alexander Powell 1.500.000 Oysa ki, 1919 yılı itibariyle, Osmanlı topraklarından diğer ülkelere gerçekleşen göçlere rağmen, Amerikan arşiv belgelerinde bulunan ve Ermeni Patrikhanesi’nce, diğer ülkelere göçenler hariç, sadece Anadolu’daki evlerine geri dönenler 644,900 olarak verilmekte, bütün dünyadaki Osmanlı Ermenilerinin sayısı ise 1,200,000 olarak gösterilmektedir. Bu durumda 1,5 milyon Ermeninin öldüğünü iddia edenlere şu soru sorulabilir. Ölen 59 Bkz. US ARCHIVES NARA, Inquiry Report No. 90. s. 56. 60 Bkz. H.Özdemir, K.Çiçek, Ö. Turan, R. Çalık, Y.Halaçoğlu, Aynı Eser, s. 51-52. 26 Ermenilerin toplu mezarları nerededir ? 
Zira her bir toplu mezarda 500 kişi olsa, 3,000 toplu mezar olması gerekirdi ki, Anadolu'nun her kazma vurulan yerinden toplu mezar çıkardı. Son olarak, savaşın sone ermesinden ve İstanbul’un İtilâf devletlerinin eline geçmesinden sonra, katliam iddialarına karşı Osmanlı Devleti, dört tarafsız ülkeye resmen başvurarak konuyu araştırmak için ikişer hukukçu talep etmiştir. İyi niyetle yapılmış bu talep, başvuru yapılan İspanya, Hollanda, Danimarka ve İsveç tarafından reddedilmiştir. Aslında bu durum, o dönemde dahi sorunun siyasî olduğunu ve çözümünün istenmediğini ortaya koymaktadır. 

 SONUÇ NE YAPMAK GEREKİYOR

 Uzun yıllar Ermeni Diasporasının yürüttüğü etkin propaganda nedeniyle, bugün dünyada geniş bir kitle, Ermeni soykırım iddialarını benimsemektedir. Türkiye'de yapılan araştırmalar ve buna bağlı olarak sürdürülen bilgilendirme çalışmaları, gerek aydın kesim, gerekse kamuoyununda olması gereken bir düzeyde değildir. Özellikle AB'nin Türkiye'ye tarih vermesiyle başlayan baskılar, Ermeni soykırım iddialarını Türkiye’nin gündemine taşımış ve Türk Tarih Kurumu'nun gerçekleştirdiği yabancı arşivlerdeki araştırmaların sonuçları, belli bir ölçüde, iddiaların geçersizliği konusunda, somut delillerin kamuoyuna sunulmasını sağlamıştır. Buna karşılık dünya kamuoyunun, yıllardır sürdürülen Ermeni diasporasının propagandası sonucunda, “soykırım yapıldığını” kabul etmesi ve hattâ bazı ülkelerin tarih ders kitaplarına soykırımının girmiş olması, gelecekte daha geniş kitlenin, karşımızda yer almasına yol açacaktır. Ermenilerle bilimsel alanda kurulmak istenen dialog da, özellikle Ermenilerin bilimsel tartışmayı kabul etmemesi nedeniyle gerçekleşememekte, durum her geçen gün daha da vahim hale gelmektedir. Meselâ 2004 yılında merkezi Viyana'da bulunan Viyana Ermeni-Türk Platformu'nun her iki ülke bilim adamlarını bir araya getirme teşebbüsü, Temmuz 2004'te 100’er belge değişimi gerçekleştirilmiş olmasına rağmen, Ermeni tarafının, muhtemelen Türk tarafınca verilen dosyanın Ermeni iddialarını çürütecek nitelikte olması dolayısıyla, toplantıdan son anda vazgeçmesi üzerine başarısızlıkla neticelenmiştir. Keza aynı şekilde, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Sayın Erdoğan'ın, her iki ülke tarihçileri tarafından konunun araştırılması teklifi de Ermenilerce reddedilmiştir. Bu durum göstermektedir ki Ermeniler, bilimsel platformda sorunun tartışılmasını, ellerinde iddialarını kanıtlayabilecek delileri olmadığı 28 için kabul etmemektedirler. Bu durumda yeni yöntemler belirlenmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Yaptığımız araştırmalarda, yukarıda da bir kısmı açıklandığı gibi Osmanlı yönetimi, günümüzdeki tabiriyle soykırım olarak kabul edilebilecek hiçbir uygulamada bulunmamıştır. Esasen tehcirin, hukuken 1948 öncesini kapsamamasının ötesinde, bu tarihte esas anlamını bulan Yahudi soykırımıyla da hiçbir benzer yanı bulunmamaktadır. 
Ayrıca Ermeniler dahil, hiç kimsenin soykırım olduğunu ortaya koyabilecek bir belgesi de yoktur. Zaten bugüne kadar böyle bir belgenin yayınlanmamış olması da bunu göstermektedir.

Buna karşılık Osmanlı Arşivi’nce yayınlanan belgelerde, asıl Türklerin katliama uğradıkları ortaya çıkmaktadır. Bu durum, yabancı arşivlerdeki nüfus istatistikleri ile de teyid edilmektedir. Bu istatistiklerdeki 1914 nüfusu ile 1919 sonrası nüfusu karşılaştırıldığında, Türk veya müslüman nüfusta büyük bir azalma görülmektedir. Buna karşılık 1,5 milyon Ermeninin öldürüldüğü iddiaları, bu nüfus istatistikleriyle gülünç hale gelmektedir. Zira hemen bütün istatistikler Ermenilerin Osmanlı Devleti'ndeki toplam nüfusunu ortalama 1,5 milyon olarak tespit etmektedir ve savaş sonrasında bu nüfusun en az 1.200,000’i halen yaşamaktadır. Bütün bunlara karşılık şurası muhakkaktır ki, bilimsel çalışmaların geçerlik kazanabilmesi için, siyasî otoritelerin desteklerine ve girişimde bulunmalarına ihtiyaç vardır. Zira artık propaganda yöntemiyle dünyayı ikna etmemiz mümkün görünmemektedir. Bu nedenle dünyayı şaşırtacak bir çıkış yapılması, bugüne kadar Ermenilerce kazanılan dünya kamuoyunu düşünmeye sevkedecektir. Meselâ siyasî, hukukî ve diplomasi açısından iyi bir değerlendirme yapılıp strateji belirlendikten sonra, TBMM'nin doğrudan Birleşmiş Milletler veya uygun görülecek uluslararası bir kuruluşa, taraf ülkelerin bilim adamlarından (Türk, Ermeni, Fransız, İngiliz, Amerikalı, Rus ve Alman) oluşacak bir komisyon kurulması ve konunun, ilgili tüm arşivlerin de açılarak bu komisyonca incelenmesi teklif edilebilir. Teklifte, bilhassa, olayların 1915’te, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından önce meydana geldiği, dolayısıyla devlet olarak iddiaların 29 muhatabının Türkiye olamayacağı, ancak o tarihlerde gerçekleşen olayların sadece insanî boyutlarda Türkiye’yi ilgilendirdiği, yapılacak araştırmanın, dayanaksız iddialarla bir toplumu karalamaya çalışan ve bu yüzden haksız olarak siyasî baskılara maruz kalan taraf olarak istendiği vurgulanabilir. Böyle bir teklifin muhtemelen %100'e yakın bir ihtimalle reddedilmesi söz konusudur. Zira arşivlerin açılması, başta Fransa olmak üzere, pek çok devletin Ermeni sorunundaki vebalini, onlarla gizli anlaşmalarını, yönlendirmelerini, silah yardımlarını ve hattâ Osmanlı Devleti'ne karşı yürüttükleri politikalarda Ermenileri kendi çıkarlarına nasıl âlet ettiklerini de ortaya çıkaracaktır. Teklifin reddi halinde Türkiye, konunun artık gündeminden çıktığını ve bundan böyle hiçbir şekilde bu tür iddialara muhatap olmayacağını açıklayabilir. Teklifin kabul edilmesi durumunda ise, bugüne kadar çeşitli parlamentolarca onaylanmış "soykırım" suç- lamaları, dolaylı olarak reddedilmiş olacaktır. Araştırmalardan çıkacak sonuç ise, her iki tarafın, savaş ortamı içinde birbirlerini katlettikleri, devlet tarafından plânlanmış bir katliamın olmadığı, hukukî boyutta olayların soykırım olarak adlandırılmaması gerektiği, 1915’te Ermenilerin ve Türklerin başlarına gelenlerden dolayı üzüntü duyulduğu vurgulanabilir.
 BİBLİYOGRAFYA 
A) ARŞİV KAYNAKLARI
 1- Amerikan Arşivleri (US ARCHIVES) : NARA 867.4016/193: Copy no: 484; NARA 867.4016/816 Jan 10,1923; NARA, Mikrofilm No. T 1192, Roll 8; NARA, T 1192 R2. 860J/395; NARA 867.4016/251; NARA, Inquiry Report No. 90. s. 56; RG 84 Box 19. No: 414. J.B. Jackson’dan Mr. L. R. Fowle’a. 14 Haziran 1917-; Department of State Papers..., 86oJ.5811; Near East Foundation Archives, American Committee for Armenian and Syrian Relief Minutes, 1915-1919; Annual Report of the Commissioner General of Immigration to the Sec of Labor, Government Printing Office, beginning 1895-1932; The New Near East, Vol.6, Nu.7, Genel Nu. 31, 23 Ocak 1920, s.28. 
2- İngiltere Arşivi (UK ARCHIVES) : FO 371/2484/46942, No. 22083; FO 371/2146, No. 70404 (Chcethem'den Sir Edward Grey'e, 12 Kasım 1914, Kahire); FO 371/2484, No. 22083 (Rus Büyükelçisinden İngiliz Dışişlerine 15 Şubat 1915 tarihli memorandum); FO 371/2485, No. 115866 (Albay Mark Sykes'ten Sir John Maxwell'e mektup, 3 Ağustos 1915, Kahire); WO 157/691/9 (İngiliz Karargâhı Askeri İstihbarat Bülteni, 5 Mayıs 1915, Kahire); FO 608/78, (75631), No. 869 (Amiral Carthorpe Şifre telgraf, 20 Mayıs 1919); FO 608/78, No. 1094 (Amiral Carthorpe Şifre telgraf, 21 Mayıs 1919); FO 371/2488, No. 143153 (Konsolos P. Stevens'ten Dışişlerine, 16 Eylül 1915, Batum); WO 158/933, No. 5796, I, p.3. 
3- Alman Dışişleri Bakanlığı Siyasi Arşivi : 1 A, Türkei 183, Bd. 36, No. 7117, R. 14085; 1 A Türkei 183, Armenien Bd. 37, No. 7122, R. 14086, No. 3898; A Armenien, Türkei 183, R. 14093, Bd. 44-45; KA AOK NA 1915 K 3528 (15 Juli 1915, AO VI p. 4624.
 4- Fransa Arşivi (Archives de France) : 32 Turquie/Vol. 862, 863; Turquie/Vol. 870/ Syrie-Palestine; Turquie/Vol. 848-850, 8 Mart 1915; Archives des Affaires Etrangères de France, Série Levant, 1918-1928, Sous Série Arménie, Vol. 2, folio 47
 5- Osmanlı Arşivi : DH, ŞFR., nr. 52/96-97-98; DH, ŞFR, nr. 52/102; DH, ŞFR., nr. 55/292; DH, ŞFR., nr. 53/4; DH, Emniyet-i Umûmiye, 2. Şube, No. 2D/13. B) ARAŞTIRMALAR ATBD, Ekim 1985, Sayı 85, belge 2003, 2005. ATBD, Nisan 1987, Sayı 86, belge 2051. ATILGAN, İnanç-, Das Kriegsjahr 1915 : Reaktion Österreich-Ungarns auf die Umsiedlung der Armenier innerhalb des Osmanischen Reiches anhand von Primaerquellen, Dissertation zur Erlangung des Doktorgrades der Philosophie aus der Studienrichtung Geschichte eingereicht an der Geistesund Kulturwissenschaftlichen Fakultaet der Universitaet Wien, Wien 2003. Die Entstehung und Wiederherstellung der armenischen Nation, Berlin 1920. DİLAN, Hasan-, Fransız Diplomatik Belgelerinde Ermeni Olayları, 1914- 1918, 
Cilt I, Ankara 2005. GÖYÜNÇ, Nejat-, Osmanlı İdaresinde Ermeniler, İstanbul 1983.
 —————, 
"Türk Ermeni İlişkileri ve Ermeni Soykırımı İddiaları", Ermeni Sorunu ve Bursa Ermenileri, Bursa 2000, s. 10. GÜRÜN, Kâmuran-, Ermeni Dosyası, Ankara 1983. HALAÇOĞLU, Yusuf-, Ermeni Tehciri ve Gerçekler, Ankara 2001. KÉVORKIAN, R.H.-PABOUDJIAN, P.-, Les Arméniens dans L'Empire Ottoman à la veille du génocide, Paris, 1992. KÜÇÜK, Cevdet-, Osmanlı Diplomasisinde Ermeni Meselesinin Ortaya Çıkışı(1878-1897), İstanbul 1986 KURAN, Ercüment-, "Ermeni Meselesinin Milletlerarası Boyutu (1877-1897)", Tarih Boyunca Türk Ermeni Toplumu İle İlişkileri Sempozyumu, Ankara 1985, s. 21. 33 LOWRY, Heath W.-, Büyükelçi Morgenthau'nun Öyküs’nün Perde Arkası, İstanbul 1991. McCARTHY, Justin-, Population History of the Middle East and Balkans, İstanbul, ISIS Press, 2002. 
————————, 
Muslims and Minorities, The Population of Ottoman Anatolia and the End of the Empire, (New York University Press, 1983). Orel, Ş.- Yüce, S.-, Ermenilerce Talât Paşa’ya Atfedilen Telgrafların Gerçek Yüzü, TTK Yayını, Ankara 1983. ÖZDEMİR, Hikmet-, Salgın Hastalıklardan Ölümler, 1914-1918, TTK Yayını, Ankara 2005. ÖZDEMİR, H., Çiçek, K., Turan, Ö., Çalık, R., Halaçoğlu, Y.-, Ermeniler Sürgün ve Göç, Ankara 2004. POMİANKOWSKİ, Joseph-, Der Zusammenbruch des Ottomanischen Reiches. Erinnerungen an der Türkei aus der Zeit des Weltkrieges, Zürich, Leipzig, Wien 1928. SARAFIAN, Ara-, United States official Documents on the Armenian Genocide, Vol II, The Peripheries, Watertown, Massachusetts 1994. ŞİMŞİR, Bilal-, Les Deportés de Malte et les Allégations Armeniennes, Ankara 1998. URAS, Esat-, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, İstanbul 1976. 
 BELGELER BELGE 
1 RUS ORDUSUNDAKİ ERMENİLER 38 
BELGE 2 FRANSIZLARIN ANADOLU PLÂNLARI 39 
BELGE 3 MUSA DAĞI ERMENİLERİ VE FRANSIZLAR 40 
BELGE 4 Yunanistan'ın 15 Bin Tüfek, 2 milyon mermi göndereceği, 5 Kasım 1914 41 
BELGE 5 KAFİLELERİN KORUMA ALTINDA GÖNDERİLMELERİ 42 
BELGE 6 ERMENİLERİN GÖÇ ETTİRİLMESİNDEKİ GAYE VE ESASLAR (BOA,DH.ŞFR., nr. 55/292) 43 
BELGE 7/1 GERİ DÖNÜŞ KARARNAMESİ 44 
BELGE 7/2 GERİ DÖNÜŞ KARARNAMESİ 45 
BELGE 7/3 GERİ DÖNÜŞ KARARNAMESİ 46 
BELGE 8 1915-1920 NÜFUS İSTATİSTİKLERİ VE TEHCİR EDİLENLER 
BELGE 9 47 AMERİKAN MERSİN KONSOLOSUNUN RAPORU 
BELGE 10 48 BOGHOS NUBAR PAŞA'NIN FRANSA DIŞİŞLERİ BAKANLIĞINA GÖNDERDİĞİ MEKTUP 49 
BELGE 11 SURİYE'DE AMERİKAN YARDIM KURULUŞLARININ YARDIMI 50
 BELGE 12/1 ERMENİ PATRİKHANESİNİN GERİ DÖNENLERLE İLGİLİ RAPORU BELGE 12/2 51 ERMENİ PATRİKHANESİNİN GERİ DÖNENLERLE İLGİLİ RAPORU BELGE 12/3 52 ERMENİ PATRİKHANESİNİN GERİ DÖNENLERLE İLGİLİ RAPORU BELGE 12/4 53 ERMENİ PATRİKHANESİNİN GERİ DÖNENLERLE İLGİLİ RAPORU BELGE 13 54 İNGİLİZ KARADENİZ ORDUSU İSTİHBARAT BİRİMİNİN SAVAŞ KABİNESİNE SUNDUĞU RAPOR 
BELGE 14 55 MAVİ KİTAP YAZARI ARNOLD TOYNBEE'NİN GÖREV ŞEMASI 
BELGE 15 56 AMERİKA'YA GÖÇEN ERMENİLERLE İLGİLİ GEMİ YOLCU LİSTELERİ BELGE 16 57 İSTANBUL İNGİLİZ BÜYÜKELÇİLİĞİNE GÖRE 1921 YILINA AİT ERMENİ NÜFUSU HARİTA I 

CEZASIZLIK SORUNU: SORUŞTURMA SÜRECİ PDF E-KİTAP





CEZASIZLIK SORUNU
SORUŞTURMA SÜRECİ 
PDF E-KİTAP

HERKESİN YARGISI KENDİNE DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE BASININ YARGI ALGISI PDF E-KİTAP MERYEM ERDAL





HERKESİN YARGISI KENDİNE
DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE 
BASININ YARGI ALGISI 
PDF E-KİTAP
MERYEM ERDAL
 

DERİN DEVLET PDF E-KİTAP





DERİN DEVLET
PDF E-KİTAP

DERİN DEVLET


DERİN DEVLET
“Derin devlet” uzun zamandır herkesin kafasını kurcalayan ve ülkemizde özellikle 28 Şubat süreci ve 3 Kasım 1996’da meydana gelen Susurluk kazalarının ardından çok meşhur olan bir konu.
Uzmanlar, akademisyenler, gazeteciler hâlâ derin devletinin tanımının ne olduğu konusunda anlaşmış değiller. Halk bile böyle bir esrarengiz yapının gerekliliğine ve görünenin arkasında mutlaka bir görünmeyen devlet olduğuna inanıyor. Ama derin devlet ülkemizde kimdir diye yüz kişiye sorsanız yüz ayrı cevap alırsınız. Kimi askerin, kimi MIT’in, kimi de emniyetin derin devlet olduğunu söyleyecektir.
Derin devlet nedir? Böyle bir yapıya lüzum var mıdır? Derin devletin unsurları nelerdir? Ülkemizde derin devlet diye bir yapı var mıdır? Dünya üzerinde en iyi derin devlet yapılanması hangi ülkeninkidir? Soruları bu şekilde çoğaltabiliriz. Biz de bu soruları konunun uzmanı ve kimsenin itiraz edemeyeceği iki değerli isim olan, Ömer Lütfi Mete ve Mahir Kaynak’a sorduk.
Elinizdeki bu yazı 2005 Mayıs’ıyla Ağustos’u arasında hem Ömer Lütfi Mete hem de Mahir Kaynak’la yapılan röportajlardan oluşuyor. Bu röportajlarda, aklınızda kalan birçok önemli sorunun cevabını bulacaksınız.
Bu kitapta derin devletin ne olduğunu, gerekli olup olmadığım, Susurluk’un derin devlet bağlamında nerede yer aldığını, gizli servislerin nasıl çalıştıklarını okuyacaksınız. Türkiye’nin niçin Apo fenomenini yaşadığını, sır perdesi aralanmamış cinayetleri, darbelerin arkasında hangi güçlerin olduğunu, dünyanın en iyi yapılanan derin devletlerinin kim olduğunu öğreneceksiniz.
Ömer Lütfi Mete ve Mahir Kaynak sadece sorulara cevap vermiyor, aynı zamanda bazı çözüm önerileri de getiriyor. Ülkemizin tıpkı 11 Eylül’ün ardından Amerika ve İngiltere’nin yaptığı gibi istihbarat ve güvenlik sisteminde baştan aşağıya bir değişikliğe gitmesi gerekip gerekmediği; asker, emniyet ve istihbarat arasında nasıl bir koordinasyon sağlanması gerektiği gibi soruların da cevapları veriliyor.
Bazı konularda Ömer Lütfi Mete ile Mahir Kaynak’ın hemfikir olduklarını, bazı konularda ise görüş ayrılıklarına düştüklerini okuyacaksınız. Ancak ortaya koydukları analizlerin ne kadar farklı ve özgün olduğunu, eldeki verileri ne kadar sağlıklı yorumladıklarını, sebep sonuç ilişkilerini nasıl kusursuz bir şekilde kurduklarını siz de fark edeceksiniz.
Cem Küçük

İstanbul/Eylül 2005

 (ÖMER LÜTFİ METE)

DERİN DEVLETİN TANIMI VE İŞLEVİ

Derin devlet nedir? Biz derin devlet diye kime diyoruz? 

Türk siyasi literatürüne böyle bir ifade nasıl girdi?

Bu ifadeyi ilk kullanan kişi, Mahir Kaynak’tır. Bu ifadeyi ilk kez kendisinin kullandığını söyleyen de Mahir Bey’dir. 28 Şubat sürecinde moda olan bir deyim bu. Bana göre var olan, küresel bir gerçekliği ifade ediyor. Gerçekten de devlet olan her yapının içinde bir görünen, bir de görünmeyen devlet vardır.
 Bana kalırsa dünyanın en sağlam derin devleti, İsrail derin devletidir. Belki de yok denecek kadar zayıf olanı da Türkiye derin devletinin odağı ya da odaklarıdır.
Normalde bir Müslüman, Türk ve insan olarak, derin devleti ve hatta devletin kendisini, aşılması gereken bir sosyal yapı ve siyasi kurum olarak görüyorum. Niye? Çünkü İslam, devlet öngörmemiştir. İnsanoğlu dünyaya gönderildiğinde bir devlet projesi içerisinde gönderilmedi. Allah’ın devlet diye bir önermesi olduğuna inanmıyorum. Kuran’da da böyle bir önermesi olmadığı kesin. Ama buna karşılık kolektif yaşam, Allah’ın öngörüsüdür. İnsanların üstelik yine Allah’ın projesi gereği etnisitelere ayrılmış olmasına ve bu etnisitelerin varlığının ortadan kaldırılması için Kuran’da önerme ve tavsiye olmamasına rağmen Allah birlikteliği, kardeşliği ve bir arada yaşamayı önerir. Esasında Kuranı Kerim’in toplum hayatına yönelik önerileri, yorumlan ve eleştirileri yeniden ele alınabilse, bunların araştırması yapılabilse, özellikle 20. yüzyılda İslam dünyasının yaşadığı kirlenme giderilebilir. Şöyle bir kirlenme var: emperyalizm yüzünden İslam dünyasının üç yüz yıldır gerilemiş olması sebebiyle, 19. yüzyılın sonlarından itibaren başlamak üzere İslam dünyasında Batı’nın antitezi olarak Kuranı Kerim’i algılama ve yorumlama telaşı baş gösterdi.

Bunu bir örnekle açıklayabilir misiniz?

İslam’ın aslında bir savunma sistemi olduğunu ispatlayabilmek için 20. yüzyılın başlarına doğru ortaya çıkan cerbezeli (Hak’kı Batıl, Batıl’ı Hak gören) İslam âlimlerimiz ve bilginlerimiz bayağı çaba sarf ettiler. Sanki doğrudan doğruya İslam’ın din olarak küresel bir hedefi yok da, kendisine saldırıldığı takdirde bunlara cevap veren bir oluşum gibi göstermeye çalıştılar. Eziklik hissedilen Batı karşısında sadece cihanın değil bütün İslam’ın gelenekleşmiş yaşantı alanlarına yönelik bir tevill furyası başladı. Bu kompleks içerisinde mesela İslam’da dört kadına izin veren uygulamanın ne olduğu konusunda hep aynı kompleksin doğruluğu tevilci çabalar gördü. Bunu şunun için söylüyorum: Kuran’ın devlet, siyaset, uluslararası ilişkiler bağlamında savaş, savaş hukuku gibi çok taraflı huzursuzluk ya da ilişki alanlarına yönelik söylemlerini, yargılarını, önerilerini, emirlerini doğru değerlendirebilirsek bence insanoğlunun ideal bir toplum yapısına yönlendirilmek istendiği sonucuna varırız.

Derin devlet gerekli midir?

İslam’a göre devlet kutsal değildir, insan kutsaldır. Dolayısıyla derin devlet, kutsal olduğunu kabul etmediğim siyasal yapının devamlılığı açısından lüzumlu bir kurumdur. Devletin kendisini kutsamadığın zaman derin devleti kutsaman mümkün değil. Eğer devlet olacaksak, derin devlet dediğimiz üzerinde mutabakata vardığımız tabire dayanarak söylüyorum yapının, görünürdeki idarenin arkasında gizli beyin görevini yürüten kurumlar olması gerekir. Şimdi burada da tekdüzelik yok. Dünyanın bütün derin devletleri aynıdır ve tekil yapıdadır, diyemem. Ama bu yapıların her durumda kompleks yani karmaşık olmakla beraber bir tek amacı vardır: Devletin zaafa düşmesini önlemek. Süleyman Demirel’in söylediği gibi zaafa düştüğü zaman devreye girmek değil. Derin devlet, zaafın oluşmaması için var olur.
 Bizdeki ise sürekli zaafa düşen devleti kurtarmak için ortaya çıkan kadrolardır ki, bunlara eskiden Süleyman Demirel’in deyimiyle “halaskar gazi” denirdi. Süleyman Demirel “halaskar gazi” diyerek aslında dalga geçmiştir bunlarla. Profesyonel vatan kurtarıcılar demek istemiştir. 
Profesyonel vatan kurtarıcı başka bir şeydir, derin devlet başka bir şeydir. Derin devlet, devlet tekerinin devrilmesini önlemekle görevlidir. Hâlbuki bizdeki yapı şudur: Devletin tekerine çomak sokarak onu arızaya uğratmak ve sonra da güya onu onarmak. Bir dilberi denize atmak, sonra onu kurtarıp iğfal etmek gibi. Bizim derin devletin anladığı budur.

Peki, tekere çomak sokanlar iç mihraklı mı, yoksa dış mıhraklı mı?

Muhakkak suretle iç mihrakları yönlendiren, bir şekilde bir yerden sonra devreye giren, devre yapan dış mihraklar vardır. Esasen “güya derin devlet geçinenlerin” darbe geçirdikten sonra meşruiyetlerini kabul ettirmeleri ya süreçte oluşmuş bir dış bağlantıyla ya da süreç tamamlandıktan sonra yapılan bağlantıyla sağlanır. Mesela, 28 Şubat süreci belki bir milyar kez söyledim, ama bir daha söylüyorum ki, asla yerli bir proje değildir. Yerli bir proje olmasının mantığı yoktur. Türkiye bölünmek, bölünmemek açmazını yaşarken, böyle bir hengamede ülkenin savunma “konseptine” irticayı baş tehdit olarak oturtmak ya da bölücülükle eş tehdit olarak görmek, asla yerli bir proje olamaz. Kurmay bir zekâ bunu yapamaz. Siz vatanın iç ve dış güvenliğinden sorumlu olduğunuzu düşünen bir kurumsunuz, yani ordusunuz. Bu orduyu yöneten kurmay zekâ, güvenliğinden sorumlu olduğu halkın değil en az yüzde otuzluk bir kitlesini başörtülü ve taktığı başörtüsünden dolayı irticacı damgasını yemiş ve haksızlığa uğramış vatandaşlarımızı kast ediyorum— yüzde beşlik bir kısmını bile karşısına almayı göğüsleyemez. Böyle bir şeye teşebbüs edemez. Derin devletin görevi böyle bir gelişmeyi önlemektir. Ortada bir fitne oluşacak, vatandaşlarının önemli bir kısmı başörtüsü taktıkları ya da başka bir sebepten ötürü ülkenin gözbebeği olan kurumu hor görmeye ve bu kurumdan korkmaya başlayacak. Böyle bir ihtimal doğduğu zaman derin devlet var olsaydı, bizzat başörtüsü özgürlüğünü savunma işine girişirdi. Aklı başında bir derin devlet şüphesiz böyle davranırdı. Maalesef bizde var olan şey derin çetelerdir. Ben bu durumu şöyle tanımlıyorum. Atatürk ölmüş, derin devlet de onunla gömülmüştür. Ha, bunu söylerken de Atatürk’ün her eylemine mucize gözüyle bakan biri hiç değilim. Ama öyle görüyorum ki, Atatürk’ten sonra gelen devlet kadrolarının sevapları bile Atatürk’ün yanlışları kadar devlet idraki açısından anlamlı değildir.

Bir derin devlet nasıl yapılanır ve üyeleri kimlerdir?

Tabii geniş bir meslek grubu derin devletin elemanları arasında yer alabilir, ama derin devlet her devre göre farklı yapılanma içerisinde olabilir. 
Bizim derin devlet dediğimiz şey Gladio’dur, vaktiyle NATO’dur. NATO örgütüdür, dolayısıyla bunun yerli kat sayısı her zaman tartışmalıdır. 
O zaman NATO’nun derin devleti Amerikan derin devletidir. Hiç şüphe yok. Türkiye’deki de Amerikan derin devletinin bir şubesi olmuştur. Özel Harp Dairesi ne kadar NATO konsepti dışında, ne kadar içinde bilmiyorum. Kâğıt üzerinde NATO konsepti dışında olabilir. Normalde NATO üyesi bir ülkenin herhangi bir askeri birliğini bir başka NATO üyesi ülke denetleyebilir.
Dolayısıyla ve herhalde Özel Harp Dairesi NATO dışında bir yapıdır. 
Eğer bağımsızlıktan söz ediyorsak, Özel Harp Dairesi’nin NATO’ya açık olmayan bir yapı olması lazım. Akla hemen şu soru gelecektir? Buna ne kadar tahammül edecektir sizin büyük müttefikiniz ABD? Eder mi, Allah bilir! Bu konularda nelerin döndüğü hakkında bir fikrim yok, ama böyle hikâyeler duymuşumdur. Bazılarının kenarından geçtim. Bolu dağında karanlıkta tipiye kapıldığı için kaybolan bir albay hikâyesi vardır. Olay kurcalandığında ilginç hikâyeler çıkmaktadır. Amerikalıların muhtemelen çok mahrem bir Türk askeri alanının üzerinde helikopterle uçuş yapmalarını ve dolayısıyla fotoğraf çekmelerini sağlamak için oynanmış bir oyundur bu. Derin devletin yaptığı iş, çağlara ve görünür devletin yapısına göre farklı olmaktadır. Sovyetler zamanında Rus derin devleti ilginçtir. Yine Rusçu bir devlettir, hâlbuki Sovyetler sözde milliyet sorununu aşma adına kurulmuş, geliştirilmiş bir yönetimdir. Ama Sovyet istihbarat servisi olabildiğince ustaca bir Rusçuluk merkezinden hareket etmiştir. Bir yerlere kadar gayri Rus unsurları da kullanmışlardır. Ve böylece kendilerinde “Rusçuluk esas değildir” gibi bir resmi inanç oluşturmuşlardır. Ama Azeri, Ermeni, Özbek bilir ki, Rus derin devleti sapına kadar Rusçudur. Ne var ki, “Rusçu değil” rolü oynamaktadır. Bu rolü gündelik çıkarı için benimser görünür. KGB, partiyi bile güdümüne alabilmiştir. Çünkü son dönemlere doğru yaklaştıkça gizli servisin tuttuğu kayıtlar yüzünden herkes bir şekilde ümüğünü KGB’ye bağlamış haldedir. Kirli çamaşır çetelesi tutulan bir örgüt varsa devletin içinde, o örgüt normalde devletin sahibi olur.

Derin devlet görünürdeki devlete bağlı olarak mı çalışır, yoksa bağımsız mı hareket eder? Hesap verdiği mevkii kimdir?

Derin devlet her halükarda derin çete değilse meşru devletin emrindedir. Derin devlet sadece istihbari faaliyet yapan güvenlik kumrularından ibaret değildir. Derin devlet birkaç istihbarat güvenlik biriminin ortak çatısı olabilir, ama derin devlet her halükârda, derin çete olmadığı sürece meşru siyasal erke bağlıdır. Peki, bizde böyle mi oluyor? Bana göre yüzde 90 böyle olmuyor, derin devlet aksine siyasal erki kendisine bağlıyor. Bu, çok karizmatik liderlerin hakim olduğu yönetimler hariç hemen hemen her yerde böyledir. 
Mesela De Gaulle Fransa’sında derin devlet hiçbir şekilde siyasi erkin tepesinde değildir. Kimse De Gaulle’e nanik yapamaz, patron De Gaulle’dir. De Gaulle gibi bir lideriniz varsa derin devlet, devletin yerine geçemez, devletin bir organı olur. Mustafa Kemal de böyledir
Şimdi ben Tony Blair’in İngiliz MI6 örgütü üzerinde İngiliz demokratik terbiyesi içerisinde azami ölçüde tasarruf edeceğini düşünüyorum, ama mesela bir MI6 kurmayının Tony Blair’den mahrem tutulması gereken bilgiler olduğuna inanması mümkündür. Niye? Çünkü Tony Blair üçüncü defa seçiliyor olmasına rağmen itimat telkin eden bir lider değildir, özellikle stratejik duyarlılıklar konusunda samimi bir derinliği olan kimselerde güven oluşturacak bir adam olarak görülmemektedir. Çok basit bir şekilde, Amerikan stratejisinin aleti olmuştur. Birçok İngiliz, onu bu gözle görmektedir. Birçok İngiliz’e göre Bush da bir kukladır. Böyle bir lidere karşı milli mahremleri korumak gibi bir eğilime kapılabilir gizli servisler ya da stratejik derin devletler diyelim. Derin devlet birimleri o zaman ne olur? Bana göre meşruiyetlerini yitirirler, ama burada bir paradoks vardır. Siyasi lider, yani sistemin meşru baş sorumlusu milletin ve devletin bütün mahremlerine vakıf olmayı hak etmiyordur. Peki, buna kim karar veriyor? Derin devletin şu ya da bu adamı karar veriyor ki, başbakanı hain ya da gafil ilan ediyor. Dolayısıyla bazı bilgilerden mahrum kalması lazım. Bu İngiltere’de de böyle olabilir, ama Türkiye’de hep böyle oluyor zaten.

O zaman bu devlette zaaf yaratmaz mı?

Bu, devletin en temel zaafıdır. Çünkü ikili yapı ortaya çıkar ve gerek siyasetin kendi içinde parçalanmasına gerekse stratejik kurumların kendi içlerinde verimsizleşmesine, birbirine düşmesine yol açar. Onun için açıkçası Atatürk gibi, De Gaulle gibi çaplı liderleri olmayan devlet ve milletlerin bu kaosu yaşamaları doğaldır diyebiliriz.

Teknoloji ilerledikçe derin devletlerin amacı, çalışma yöntemleri, stratejileri değişir mi?

Mutlaka değişir, değişmek zorundadır. Çok hızlı ayak uydurmak zorundadır buna. En basit örneği dinleme sistemlerinin gelişmesidir. Sizin her konuşmanız dinlenebiliyor şu anda. Bilimsel olarak biliyoruz ki, yeryüzünde hiçbir söz kaybolmuyor. 
Ayet şöyledir: “Güzel kelime onun katına kadar yükselir.” 
Bu ayet aslında her sözün bir kaydının olduğunu, ama Allah’ın katına kadar çıkabilmesi için iyi söz olması gerektiğini anlatıyor. Bunlar çözülebilir bir gün; nitekim Allah’ın kayıt sistemi onları kayıt etmiştir. Öyleyse derin devlet sorumluluğu taşıyan kurum, bütün konuşulanların dinlendiği varsayımına göre hareket etmek durumundadır. Belki de ayda bir değiştirmemiz gereken bir kayıt sistemi geliştirmemiz gerekmektedir.

DERİN DEVLETİN TÜRKİYE’DEKİ GEÇMİŞİ

Atatürk’ten sonra ülkemizde derin devlet yapılanması nasıl olmuştur? İsmet İnönü bu konuda nasıl bir yol izlemiştir?

En başta, çapsızlığın zirvesi İnönü’dür bana göre. İsmet Paşa iktidara geldiğinde kültür politikası güdecek bir idraki yoktu. Kendisine hümanizmacılığı dayattıkları zaman armut yetiştiriciliğe ile hümanizma arasındaki farkı bildiğinden emin değilim. İsmet Paşa daima çok başarılı bir ikinci adam olmuştur askerliği süresince. Asla çok iyi bir komutan olmamıştır. Ne zaman iyi olmuştur? Mustafa Kemal’e yardımcılık yaptığı zamanlar. Şam’da mesela Mustafa Kemal ordu komutanlığına getirildiğinde perişan haldeki orduyu ayağa kaldırmak için, o zamanlar yüzbaşı olan İsmet Paşa ikinci adam olarak olağanüstü bir performans göstermiştir. Mustafa Kemal’in sefil haldeki orduyu çakı gibi yapmasını sağlayan, İsmet İnönü gibi bir koşturucu ve takipçiye sahip olmasıdır. Tarih zaten yetenek sınırlarının ötesinde görevler üstlenmiş şahısların mezarlığı halindedir. PETER PRENSİBİ diye ifade edilen şey de budur. Yetenek sınırlarının ötesinde görev alan kişi, o görevin içinde kaybolur gider. 
Adam genel müdürdür, onu müsteşar yaparsınız, o görevde mahvolur. Kariyerini inkâr edecek başarısızlıklara sebep olur. Peki, adamın çapının ne olduğunu nereden bileceksin? Mustafa Kemal bunu iyi bildiğinden İsmet Paşa’yı kullanmıştır. Mustafa Kemal’in aklının köşesinden bir saniye, bir lahza bile kendisinden sonra İsmet Paşa birinci adam olsun düşüncesi geçmemiştir. Büyük adamlar, siyasetçiler adeta ölümsüzlüklerini vehmederler. Gerçi kendilerine sorsanız kendilerini pek düşünmezler. Yani kendinden sonrası için demokratik düzlemde yönetimi halkın iradesine bırakmak diye bir şey vardır. Demokrasi o dönemde tam oturmadığı için kendinden sonra vuku bulabilecek bir kaosun halkın hakemliğinde çözülmesi gibi bir şeyi düşünmesi mümkün değildi Mustafa Kemal’in. Bir şekilde kendinden sonra birkaç kişiyi öngörmesi lazımdı. Birinci adamın yanında yetişen her ikinci adam, birincinin yerine geçer diye bir kaide yok. Bunun bir milyon örneğini sayabiliriz de. Mesela İsmet Paşa’nın sadece Afganistan olayında yaptıkları neredeyse bir gecede Türkiye’nin devlet olmasında çıkmasını sağlamıştır. Nedir bu Afganistan olayı? Afganistan’a Mahmut Şevket Esendal’ı büyükelçi yapan Atatürk, onunla Afganistan’a aslında bir kral naibi tayin etmiştir. Alman, İngiliz, Fransız büyükelçileri bizim büyükelçinin izni olmadan kralla görüşemezdi. İsmet Paşa göreve geldiğinde ilk işi bu adamı görevden almak oldu. İlk zamanlar bunu başaramadı, ama 1942 yılında Mahmut Şevket Esendal’ı görevden almaya nail oldu. Bir kardeş komşu ya da uzak ülkede kendi emperyal geçmişine uygun bir ilişki yürütürken bunu bitiren, batıran ve böylece emperyal vizyonuna son noktayı koyan İsmet Paşa’dır.

Mustafa Kemal döneminde derin devlet diye bir şey var mıydı, yoksa devletin kendisi Mustafa Kemal miydi?

Mustafa Kemal’in kendisine bir derin devlet kurdurduğuna dair bir fantezi vardır. 
Belki gerçektir, tam bilemiyorum. Yüz adam tespit etmiş, derler, ama şayet böyle bir şey olsaydı bugünleri yaşamazdı Türkiye. Hatta yüz adamdan biri öldüğünde doksan dokuz adam o bir kişinin yerine adam seçermiş. 
Derin devlet bu yüz kişilik çatıdır, derler. Bu bir komplo teorisi gibi duruyor.
Bu iddia da 28 Şubat döneminde konuşulan, söylenilen, seslendirilen bir senaryodur. Böyle bir teoriye kesinlikle inanmıyorum, ama şu vardır: Atatürk bir istihbarat teşkilatı işletmektedir. Ortada bir devlet var ve bunun da istihbarat teşkilatı vardır. Bunun adı, kurumsal bir yapısı olmayabilir. Ama doğrudan doğruya kendisine bağlı derin işler kovalayan bir kadro vardır. 
Bu kadronun üyeleri belki görünürde milletvekilidir, diplomattır, ama doğrudan doğruya Gazi’ye bağlıdır.
 Oktay Sinanoğlu’nun babası Nüzhet Haşim Sinanoğlu konsolos olarak Sofya’ya gönderildiğinde oradaki Türkleri bir araya getirme, toplama örgütleme çalışmaları sonucunda 1933’te personanon grata (istenmeyen adam) ilan edilmiştir. 
Atatürk onu daha sonra Bari’ye göndermiştir. Belki de İtalya’nın Bari’deki ilk konsolosluğu Türkiye’nindir. Sebebi nedir? Çünkü Mussolini’nin faşist radyosu orada yayın yapmaktadır. Bari faşist kültürün merkezidir. Bir anlamda tarassut görevi görür.
Bir başka örnek vereyim. Atatürk’ün Nutuk’unda okumuştum. Kurtuluş Savaşı’nda Türkiye’yi daha önce arkadan vuran Arap ileri gelenleri, eşrafı, Hanya’yı Konya’yı görürler ve İngilizlerin niçin geldiklerini, oraya aslında özgürlük için gelmediklerini anlarlar. Gerçi bunda biraz geç kalırlar. Bunlar bir gün Mustafa Kemal’e gelirler ve tekrar birlikte hareket edelim derler. Mustafa Kemal onlara şunu söyler: “Birlikte hareket ederek, sömürgecilerin yeniden bir araya gelip üstümüze gelmelerini tahrik etmeyelim. Siz bulunduğunuz yerde, biz olduğumuz yerde düşmanı temizlemeye çalışalım. Sonra birlik yönetimi varsa, yine birlikte hareket ederiz.” Meclis’ten Atatürk’e, bu teklifi niçin kabul etmediği yolunda sorular gelir. Bunun üzerine Atatürk o günlerde böyle bir harekete girişmenin, yani Kuvayi Milliye sınırlarını aşan bir organizasyona teşebbüs etmenin ülkenin takatini bitirmekle eşanlamlı olacağını söylemiştir. Önce çekirdek merkezi kurtarmak gerekliydi. Mustafa Kemal gerçekçiydi, ama sonrası için hayallerini koruyordu. Bunlardan bazısı gerçekleşmiştir, bazısı gerçekleşmemiştir. Musul’da başarısız olmuştur maalesef. Petrol denen olgunun Batı için oluşturduğu önem, Mustafa Kemal’in kendisinin ve devletinin gücünü dengelemiş ve bu iş düzeltilememiştir. Her neyse, neticede o da bir beşerdir.Onun da hataları vardır. Ama derin devleti olan bir ülke yönetmiştir.

             Peki, Nüzhet Haşim Sinanoğlu dışında bu tip derin devlet faaliyetleri yapan, hem ülke içinde hem dışında birkaç isim verebilir miyiz?

Tabii ismen bilemiyorum. Ama bir iki örnekle de sınırlı olduğuna ihtimal vermiyorum. Şunu söyleyebiliriz. Kısıtlı imkânlar içinde, her şeyin az olduğu bir dönemde en azından vizyonu görebiliyoruz. Mesela 1928 yılında, Emanullah Han Afganistan devlet başkanı olduğu zaman, askeri ilişkilerimiz de eşzamanlı olarak başlamıştı. Oraya askeri uzmanlarımızı göndermiştik. Bu askerlerimizin Afgan ordusunu kurduğu da bilinmektedir. Mustafa Kemal, uzmanları oraya göndermeden önce yaptığı konuşmada şöyle der“Afganistan suni bir devlettir. Bugün Peştun ağırlıklı olan bu devletin merkezi yapısı, yarın zulme kapı açabilir ve oradaki Peştun çoğunluk Türk unsurlarına saldırabilir. Böyle bir gün geldiğinde sizin göreviniz sadece Afgan ordusunu yönetmek değildir. Peştun milliyetçiliği azdığında, buna direnecek Türk liderler yetiştireceksiniz.” Şimdi bu vizyon Atatürk’ün 1978’leri öngördüğünün tipik kanıtıdır. Ayrıca şunu da biliyorum. Trablusgarp’ta Enver Paşa’yla yaptıkları, derin devlet icraatıdır aslında. Yani on yedi tane adam İtalyan işgali altındaki Trablusgarp’a giderek Osmanlının aciz kaldığı bir dönemde ülkeyi ayağa kaldırmaya çabalamıştır. Ömer Muhtar bu on yedi kişinin başlattığı hareketin devamıdır. Kaddafi, Türk düşmanlığı yüzünden buradan başlatmamıştır hikâyeyi. Yoksa Şeyh Sunusi ile iletişim kurarak Enver Paşa’nın yanında Mustafa Kemal, Kel Ali, Fuat Bulca, Eşref Edip, Eşref Kuşçubaşı, Sencer Kuşçubaşı gibi tam on yedi kahraman vardır. Mustafa Kemal orada gözünden yaralanır.
Tedavi olmak için Avusturya’ya götürülür. Gazi’nin hayatındaki en parlak sahnelerden biridir bu. Geri zekâlı Atatürkçüler bu olayı gizlerler. Niye? 
Çünkü orada Enver birinci adamdır, Atatürk ikinci adamdır. Halbuki Atatürk orada yüzbaşıdır ve Bingazi’de sokak sokak çarpışırken yaralanmıştır. Bir insana bundan daha büyük gazilik payesi nereden gelir? Bir komutan elindeki revolveriyle sokakta savaşmıştır. Bu muhteşem bir olaydır. Bu derin devlet uzantısıdır. Derin devlet, devlet zaafa uğramadan kendini ortaya koymalı. Zaaf belirmeden gerekeni yapmalı. O yüzden devlet zaafa uğradıktan sonra bir şey yapmak derin devletin değil, derin çetelerin işidir. Ama öyle olur ki, derin devletin gücü yetmez, devletin zaafa düşmemesini başaramaz, işte o zaman mülkün ne kadarını kurtarabilirim derdine düşer. Trablusgarp olayı budur. Enver Paşa, Harbiye Nazırı İbrahim Hakkı Paşa’ya gidip, “Trablusgarp’ı bir tek kurşun atmadan kaybettik. Bu, Osmanlı için bir rezillik. Biz burada bir operasyon yapmak istiyoruz” diyor. Harbiye Nazırı birçok itirazı dile getiriyor. “Fransa ne der?” kompleksi içindeki bir Osmanlı görevlisi İbrahim Hakkı Paşa. Enver Paşa, “Bize biraz para verin” talebinde bulunuyor. Başka bir şey de istemiyor. İbrahim Hakkı Paşa, “Düveli Muazzama baskı yaparsa, biz sizi asi ilan ederiz” diyor. Nitekim de asi ilan edilmişlerdir. Düveli Muazzama bu arada her iki taraf da İtalya’yı kendi yanına çekmeye çalışıyor.
İtalya’yı kaybetmemek için Babı Âli’ye baskı yapar ve 1911’in sonlarında bunları asi ilan eder. Yani eşkıya olmuşlardır. İtalya yakalanan her Osmanlı askerinin idam edileceğini duyurur. Bunu üzerine Enver Bey üzerinde kendi resminin olduğu bir para bastırır ve Libya Türk Cumhuriyeti’ni kurar. Adına hutbe okutur. Niçin? Asi ilan edilmemek için. Amerika’daki New York Times gazetesinden gelen muhabirler şöyle yazar: “İnsanlık tarihinde kahramanlığın, şecaatin hâlâ bir anlamı varsa, Türk destanını bütün dünyanın izlemesini öneririm.” Orada Şeyh Sunusi’nin kendi müritlerinden oluşan beş on binlik bir kuvvet, 175 bine kadar çıkan İtalyan askerini kıyıda durdurur. Ama arkada donanmanın desteği olduğu için denize dökemezler onları. Bunun üzerine İtalya’da büyük olay çıkar.

Atatürk’ten sonra gerçekten derin devlet vizyonuna sahip bir isim geldi mi?

Derin devlet vizyonuna sahip Alparslan Türkeş, olağanüstü derin ve karmaşık bir bakışı olan ve enteresan duruşlar sergileyen bir insandır. Mesela gün gelmiştir, Alparslan Türkeş Nazım Hikmet’ten şiir okumuştur. Çok farklı bir hareketti, ama ülkücüler bunu anlamamıştır. Bu adam şiirlerini Türkçe yazmış. İsterse vatan haini olsun, bu bir Türk şairidir. Dolayısıyla bu adamın Türkçeye bir hizmeti vardır. Türkeş’in onun şiirini okumasını böyle bir millet vefası olarak görmüşümdür.
Türkeş başka bir şey daha yaptı. Mesela Bakü-Ceyhan petrol boru hattı için, “Bu ortaklığın içinde Türkiye’nin payı yüzde on, Rusya’nın payı yüzde yirmi beş olmalı” dedi. Bir numaralı Rus düşmanı böyle bir şeyi nasıl yapabilir, diye düşünebilirsiniz. Türkeş biliyor ki, Rusya istemezse petrol boru hattının gerçekleşmesi çok zor olur. Ayrıca eğer Rusya’ya yüzde yirmi beş verip de yanınıza almazsanız, bu sefer siz yüzde onu alsanız bile Amerika’yı bu işte o kadar etkin kılarsınız ki, dengelenmesi imkânsız bir güç olur. Türkeş’te bir devlet adamı kumaşı vardır.

Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa’run liderliğindeki İttihat ve Terakki’nin Teşkilatı Mahsusa isimli bir istihbarat teşkilatı vardı. Bu, Türk tarihindeki belki de en önemli gizli servislerden biri olarak kabul edilir. Ayrıca Yakup Cemil, Eşref Kuşçubaşı, Yahya Efendi gibi önemli fedaileri vardı. Teşkilatı Mahsusa bir derin devlet oluşumu mudur?

Dönem İttihat Terakki dönemiydi. Daha doğrusu tarihin en önemli dönemlerinden bir tanesiydi. Teşkilatı Mahsusa ve onun öncülü sayabileceğimiz Jurnalciler Örgütü çağdaşlaşan batının geliştirdiği istihbarat örgütleri benzeri bir yapılanma. Ama bunu algılayabilmek için İstanbul’un içindeki ve doğusundaki Büyük Oyun’a yönelen batılı gizli servislerin yapılarını iyi anlamak lazım. İngiltere’nin Hindistan’ı işgal etmesinden sonra istihbarat açısından daha önceki çağlara nazaran ilginç bir gelişim kaydedildi. İstihbaratçılıkta casus hep vardı ve casusların bugünkü anlamda kontrespiyonaj işi yaptıkları bilinmektedir.

Kontrespiyonaj: Karşı istihbarat ya da kontrespiyonaj, istihbarata karşı koyma, istihbarat teşkilatı tarafından yapılan hasım ve düşman haberalma teşkilatlarının kendilerine karşı bilgi toplama ve elde etmelerini önleme veya elde edilecek bilgiyi manipule etme faaliyetleridir.
 İngiliz İmparatorluğu’yla birlikte casusluk bir bilim olmuştur. Gizli olmak, derin olmak görünürde askeri ya da diplomatik sorumlulara bağlı bir görev olmakla beraber karanlık bir özgürlük alanı oluşturmuştur ve çok da cazip gelmiştir. Nitekim istihbarat dünyasında ve gizli casuslar âleminde gördük ki, Lawrence gibi, yeteneklerini üstlerinin bile tahmin edemeyeceği kadar parlak bir şekilde kullanan, ciddi karanlık enerjiler yaratabilen casus faktörüdür. Bunlar hakikaten iyi yetiştirildiler. Profesyoneldiler. İngiliz İmparatorluğu’na olağanüstü hizmetler sundular. Kirli, ama kârlı hizmetlerdi bunlar. İngilizlerin kirli ve kârlı kazançları onlara hâlâ kolaylıklar sağlamaya devam ediyor. Dilleri dünyanın dili oldu. Bu hükümranlıkta, İngiliz mutlak hâkimiyetinde istihbaratının önemli bir rolü oldu. Her devlet gayet tabii ki, eskiden beri casus kullanıyordu. Bizim istihbarat örgütümüz önce II. Abdülhamit dönemine gelindiğinde bir jurnal şebekesi olarak ortaya çıktı ve çok başarılı çalıştı. Hakikaten sultanın vehmi komik durumlarını da ortaya çıkardı, ama bir şekilde olağanüstü sadık insanlardan oluşmuş istihbarat kadroları devletin ömrünün daha kısa olmasını önledi. Sadece sultanın şahsını merkez alan bu model bana göre Osmanlı İmparatorluğu’na soluk aldırdı. İttihatçılar fedakâr, iyi niyetli ve özellikle İngiliz ve Alman gizli servislerinin kıyasıya yarış alanı haline gelen Osmanlı İmparatorluğu’nda kullanılan bir güruhtu. 
Bu yüzden Teşkilat-ı Mahsusacılar da yine çoğu İttihat ve Terakki liderleri gibi samimi, vatanperver, idealist kişiler olarak dünya istihbarat tarihine geçmişlerdir. 
Teşkilat-ı Mahsusa çok yetenekli cevherleri içinde bulundurduğu gibi bazen yetenekle yapılamayacak, ancak kendini bir ülkenin ya da bir ülkünün uğruna her şeyiyle feda etmeye hazır olanların yapabileceği işler gördü. Çılgın adamları vardı. Hepsi bütün istihbarat örgütlerine ilham verecek kadar üstün kahramanlardı. 
Ama nihayetinde, Teşkilat-ı Mahsusa bir çeteydi
Çünkü İttihat Terakki adil bir mücadele yürütmüyordu. İttihat Terakki yer yer yabancı ülkelerin gizli servisleri tarafından yönlendirilebiliyor ve kendi parti iktidarını oluşturabilmek için ülkenin ezeli ve ebedi düşmanlarıyla işbirliği yapabiliyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nda parti kültürü bir ayrıştırıcı mekanizma olarak ithal edilmiştir. Particilik, komitacılık şeklinde ortay çıktığı için komitacılar da Türkçe ifadeyle çetedir partiler hiçbir zaman parti olamamıştır. Onlara hizmet eden fedailer de gerçek anlamda bir istihbarat örgütü olamamıştır.
Bunları yöneten ekip bir devlet kadrosu değil, bir çetedir. Dolayısıyla bir devlet olgunluğu içerisinde bu örgütten yararlanmak mümkün olmamıştır. Bu örgüt I. Dünya Savaşı’nda Almanların peşine takılmıştır. Mesela İran’da karışıklık çıkarmak için harekete geçmişlerdir ve batılı, fitneci gizli servis kadroları gibi görev yapmaya kalkmışlardır, ama sonuç alamamışlardır. Bir imparatorluğun yıkılışına sebep olan ve çete demekte ısrar ettiğim bir kadronun güdümündeki bir gizli teşkilatın Teşkilatı Mahsusa’nın birinci sınıf bir istihbarat örgütü olması mümkün değildir.

Niye hâlâ Teşkilatı Mahsusa’dan bahsediyoruz?

Elemanları babayiğit, deli, çılgın, maceraperest adamlar. Bunlar Sultan Abdülhamit’in hizmetinde olsaydı Osmanlı yıkılmayabilirdi mesela 
Eşref Kuşçubaşı son derece yetenekli, mükemmel bir istihbarat adamıydı. Pratik ve de olağanüstü cesur. Yakup Cemil hakikaten dehşet bir fedai. Çok da büyük, sınırsız kadroları olan bir örgüt değil Teşkilatı Mahsusa.

Günümüzün MIT’iyle kıyaslarsak, özellikle insan yönünden, aradaki benzerlikler ya da farklılıklar nelerdir?

MİT’i çok iyi bilmiyorum. Ama şunu söyleyebilirim. Bizim istihbaratımız Atatürk öldükten sonra bağımsız olmaktan çıkmıştır. İnönü’yle beraber Türkiye’nin istihbaratı olmamıştır. 
Bir ülke Cumhurbaşkanı düzeyinde, 
“TÜRKİYE KÜÇÜK AMERİKA OLACAKTIR” 
dediği an, o ülkenin gizli servisi olamaz. Böyle bir aşağılık kompleksi sergileyen Cumhurbaşkanının ülkesinde bir MİT Müsteşarı bağımsız hareket edemez. 
Bizim istihbaratın tek başardığı iş, Kıbrıs’tır. Oradaki Kıbrıslı Türklerin yiğitliği ve yeteneği kadar Türkiye’de onları destekleyen kadroların da büyük katkısı vardır. Bu benim Atatürk sonrası Türkiye için bir türlü anlayamadığım, yadırgadığım bir başarıdır. Kuzey Irak’ta başarılı olmak çok kolayken özellikle Türkmenler arasında olunamamıştır, ama Kıbrıs’ta olunmuştur. Allah’ın işine bak! Bulgaristan’da, Batı Trakya’da olmak mümkünken Kıbrıs’ta olmuştur. Benim için özel bir araştırmayı hak eden bir konudur bu.

Sizce de siyasi erkle alakalı bir konu olabilir mi?

Siyasi erkle de alakalı. Öyleyse daha önce bahsettiğim gibi Cumhurbaşkanı Türkiye küçük Amerika olacak dedikten sonra bu ülkeden bağımsız bir kurum beklenebilir mi?

•             1950’li, 60’lı ya da 70’li yıllarda böyle derin devlet oluşumu var mıydı?

İstihbarat örgütü askerin denetiminde olduğu için ki Özal’a gelene kadar MİT’in bütün müsteşarları generaldir en azından istihbarattan oluşan derin devletin kalbi askerdir. NATO’ya girdiğimizden bu yana bu görünürdeki gerçeğin aslı nedir? NATO’ya girdiğimizden bu yana istihbaratımız CIA’den ibarettir. Soner Yalçın bu durumu Bay Pipo’da anlatıyor. 1960 ihtilali olduğunda bu darbenin arkasında da Amerika ve İngiltere olduğu kanaatindeyim bizim istihbaratçılar bakarlar ki, maaşlarını CIA ödüyor. Gladio hadisesi hâlâ karanlıktadır. Türkiye’de derin devletin kalbi sayılan ve askerin denetiminde olduğu sanılan istihbarat, aslında Amerikan istihbaratıyla içli dışlıdır. İstihbarat alışverişi adı altında bizimkiler milli istihbarat yapamaz hale gelmişlerdir. Belki istihbarat takibi yapılabilmektedir ya da bizimkiler kim ne yapıyor biliyorlar. Bu açıdan yeteneklerinden şüphemiz yok. Ama istihbaratların bir harmana döküldüğü ve oradan milli politikalar oluşturulan, buna göre eylem, hareket yapılan, projeksiyon gerçekleştirilen neresi var? Aklımıza neresi geliyor? Bizim Milli Güvenlik Kurulu geliyor. Ama buranın gerçek bir derin devlet olması mümkün değil. Niye? Çünkü burada birbirini sevmeyen, birbirine inanmayan kadrolar var. Masa etrafında toplanırlar, konuşurlar, tartışırlar. O gün Türkiye’nin siyasi konjonktürüne göre bir lobi etkin ise onun görüşleri bir uzlaşmadan ziyade bir emrivakiyle yerine getirilir. Özellikle 28 Şubat sürecinde gördüğümüz gibi bir emrivakiyle devlet politikası haline dönüştürülür. Ve oradan kamuya yansıyan tartışmalar, yüzeysel tartışmalardır. Esasında derin devlet, yirmi ya da otuz yıl sonrasına yönelik öngörülerde bulunan ve buna göre karar alan bir yapıda olmalıdır. Eğer devlet olacaksa derin devlet olmalı. Derin devlet olacaksa, bugüne değil, ileriye yönelik satranç hamlelerinde bulunmalı ve siyasi kadroları, erkleri ileride yapılabilecekler için altyapı hazırlanması konusunda ikna etmelidir.

•             Türkiye’de esas derin devlet kimdir?

Derin devlet bazı yerlerde asker olabilir. Bir zaman Türkiye’de derin devlet deyince sadece asker akla gelirdi. Ha asker sivil istihbaratta şunla bunla da işbirliği yapabilir, ama önemli olan, son sözü söyleyenin kendisi olmasıdır. Bazı yerlerde, mesela Amerika’da sermayedir; Rusya’da partidir. Her yerde, her toplumda sermaye, her şeye rağmen birinci ayartıcıdır. Dolayısıyla birinci derin devlet, sermayedir.

•             Ne zamandan beri böyledir?

Türkiye’de hep böyledir. Türkiye’de askerin derin devlet olması, sermayenin bu derin yapı içerisinde derinlemesine konuşlanmasına engel değildir. Çünkü illegal, derin ve karanlık işler karanlık paraları gerektirir. Karanlık paralar söz konusu olduğunda daima sermaye odakları işin içindedir.

•             Türkiye’de Özel Harp Dairesi’nin kurulması aşamasında Sakıp Sabancı ve başka bazı büyük sermayedarların büyük paralar verdiği söylendi, yazıldı? Sizce bu mümkün olabilir mi?

Tezimi doğrulamak için enteresan bir örnek oldu benim açımdan. Bu tip kaynaklan oluşturmak için normal bütçe imkânlarını ne kadar zorlarsanız zorlayın çok rahat değilsiniz. Başka yerler için de böyledir. Onun için benim kanaatim şudur: CIA korkunç harcamalarını yürütebilmek için dünya üzerindeki eroin trafiğini doğrudan kontrol etmektedir ve eroinden en büyük rantı, CIA sağlamaktadır. Mossad da ciddi anlamda pay almaktadır, ama zaten Mossad’ın çok güçlü dünya Yahudi sermayesinden her an her türlü talebi sağlaması mümkündür. Dolayısıyla dünyada kaynak sorunu yaşamayan tek istihbarat örgütü, herhalde Mossad olsa gerek.

DERİN DEVLET KİMLERİ KULLANIR?

•             Batı’da özellikle Amerika ve İngiltere’de belirli akademisyenlerin, gazetecilerin kendi ülkelerinin derin projelerini hazırladıkları bir gerçek. Buna Samuel P. Huntington’ın Medeniyetler Çatışması tezini ki aslında bunun fikir babası Bernard Lewis’dir, Brzezinski’nin Avrasya’nın kaderini çizen Büyük Satranç Tahtası kitabını örnek verebiliriz Derin devletlerle yukarıda saydıklarımın bağlantısı tam olarak nedir?

Çok yeni bir şey değil. Bu vardır ve hatta I. Dünya Savaşı sonrasında başlar. Özellikle de Soğuk Savaş yılları boyunca dünyanın hemen hemen bütün entelektüelleri gizli servislerle bir şekilde dans etmişlerdir. Benim edebi kişiliğine, kimliğine saygı duyduğum Arthur Cussler doğrudan doğruya C1A memuru olarak çalışmıştır. Ama Picasso komünizme soğuk durmuştur ve kullanılmayı istememiştir. Marilyn Monroe’nun Başkanlık mankeni olduğu tezine kuvvetle inanan pek çok araştırmacı olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla sanatçıların bu âlemde kullanılması çok yadırganacak bir şey değildir. Her ülke kullanmıştır, bundan sonra da kullanacaktır. Halk tarafından sevilen kişiliklerden yararlanmak onların her yere girebilir olmasından, her türlü insanla ilişki kurabilir olmasından kaynaklanmaktadır. Doğal bir davranıştır bu.

•             Kullanıldıklarını bilirler mi? O kadar zeki midirler?

Kullanıldıklarını kabul ederler. Bu işlerine gelir. Ucunda para, imkân, şöhret, ikbal, iltifat gibi bir sürü geçici unsur da olunca bundan gocunmazlar. Kim kullanılmıyor ki! Esasında en parlak zekâlar müteşebbis olmadıkları için sıradan müteşebbis; adamlar tarafından kullanılabilirler. Adam bir tercih yapıyor, diyor ki, “Başka biri sistemin, sermayenin sorumluluğunu alsın, şu patron olsun; ben de bu yeteneğimi sisteme vereyim. Benim dehamı, yeteneğimi kullansınlar.” Kullanmak, kullanılmak karşılıklı bir uzlaşma türüdür, ama hangi kullanma insan haysiyetine aykırıdır, hangisi değildir, bu konuda standart bir ölçü tutturmamız mümkün değil. Kimine göre değişir. Meşhur Alman sosyalist yazar George Buhler tiyatro eserinde kahramanına şöyle dedirtiyor“Geçinmek için üç yol vardır. Birisi mirasa konmak, birisi çalmak, biri de çalışmaktır. Bunlardan insan haysiyetine en aykırı olanı çalışmaktır.” Böyle bir bakış da var. Ha birisi bu çalmanın, çalışmaktan daha erdemli olduğunu savunacak bir teorik yaklaşım sergileyebilir. İslam’a da aykırı değil bu. Geçinmek için çalışmak çok İslami bir durum değil. Niye? Çünkü Kuranı Kerim’de, “Rızkın kefili Allah’tır” diyor. Dolayısıyla kimse, “Ben geçinmek, kamımı doyurmak, rızk için çalışıyorum” demesin. Rızkın kefili Allah ise ben insan olduğum için çalışıyorum. Çalışmazsam aç kalırım mantığıyla yaklaşmamalıdır yani. Müminin inancı bu olmalıdır. Şunu demeye getiriyorum: Kullanılmanın hangi biçimi kime, ne kadar ters gelir, bu hep tartışmalıdır.

•             John F. Kennedy suikastıyla Amerikan derin devleti arasında sizce nasıl bir bağlantı vardır?

Kennedy suikastı hakkında bir sürü senaryo var, ama her birinin hem sağlam hem de çürük tarafı var. Kimin yaptığı konusunda adresler genellikle Hıristiyan Siyonist çevreleri göstermektedir. Çünkü bir Katolik olarak demokrat başkan Kennedy aslında yeteneğe değer verdiği için, ailesinin de gücüne inandığı için Amerikan sistemindeki karanlık derin devlete hükmetme çabasına yönelmiştir. Kennedy başkan olmak için değil başkanlık yapmak istediği için öldürülmüştür.

•             Tayip Erdoğan’ın “İktidar olduk, ama devlet olamadık” demesi gibi.

Kennedy, Başkanlık yapmaya kalkıştığı, çizginin dışına çıktığı için öldürülmüştür.

•             Ailesinin birçok ferdinin de trafik ve uçak kazalarıyla ortadan kaldırıldığı iddiası var.

Bu kaçınılmazdı zaten. Bunu anlamamalarına akıl erdiremedim. Daha yeni yeni anladı Kennedy ailesi. John F Kennedy öldürüldüğünde ailesi bilmeliydi ki, bir daha bizim ailemizden birisi Devlet Başkanlığına doğru yürürse, o da öldürülecek. Niye? Çünkü Kennedy ailesinden biri, Amerikan Devlet Başkanı olduktan sonra kaçınılmaz bir şekilde John F. Kennedy cinayeti aydınlatılır. Öyleyse suikastı yapan sistem, Kennedy’lerin yolunu kesecektir. Şimdi Kennedy ailesi bunu anladı. En çok Senatörlükle geçinirler.

•             Söylediklerinizden şu çıkıyor: ABD’de Başkanlık koltuğuna oturanlar birer kukladan ibarettir.

Gayet tabii kukladır. Zaman zaman farklı bir inisiyatif kullanma çapını sergilemekle beraber onları mutlaka oynatan bir kukla vardır.

•             Clinton için de aynı şeyi söyleyebilir miyiz?

Elbette. Kathy O’Brien “Baykuş İmparatorluğu” kitabında Clinton’un kukla olduğunu açıkça yazmıştı. Uçuk gibi görünen, ama muhtemelen yüzde yüz gerçek olduğunu düşündüğüm iddialar ortaya koyuyor. Daha Arkansas valisi iken sapkın yaşayışı belgelenmiş bir valinin Başkan adaylığı Amerikan sitemi içerisinde ne anlama gelir? Dolayısıyla böyle zaafları olan insanlar seçilir. Enteresandır, Bush’un böyle bir zaafı yoktur. Ahlâki açıdan, alkol tedavisi gördükten sonra, son derece mazbut bir hayat yaşayan bir adamdır, ama ondaki at gözlüğü de Amerikan derin devleti için çok idealdir. Fanatik bir Protestan olarak tek noktaya kilitlenmiştir.

•             İstediğini Başkan olarak seçen bu sistemin başındaki kişi kim?

Bu işin başı muhtemelen Amerikan sermayesinin kendi içlerinde oluşturduğu bir hiyerarşidir. Bu hiyerarşi masonik yapılanma içinde oluşmuş olabilir. Kendi içlerinde bir sistematiği olduğu kesin. Baştaki kişi, mason locası üstadı mıdır; yoksa tıpkı Kurtlar Vadisi’ndeki konsey gibi bütün üstatların aralarına seçtikleri baron mudur, bilmiyorum. Bu konuda en yakın bilgilere ulaşanlardan bir tanesi Texe Marrs’tır. “İlluminati: Entrika Çemberi” kitabında bu konuları detaylı bir şekilde anlatıyor. Sistemin başındaki kişi mesela Amerikan Merkez Bankası Başkanı Alan Greenspan olabilir.

•             Doğan Kitaptan çıkan Frances Stonor Sounders’ın yazdığı ‘‘Parayı Verdi, Düdüğü Çaldı: CIA ve Kültürel Soğuk Savaş”kitabında CIA in Marilyn Monroe, Jean Paul Sartre, Elia Kazan, George Orwell gibi ünlü isimleri kullandığını yazıyor.

George Orwell zaten görevli. Neredeyse vazifeli olarak yazıyor. O gün de vardı, bu gün de var. O gün Soğuk Savaş şartlarında bir karşı tarafa şartlandırma ve dünyada bir propaganda mücadelesini kazanma muharebesi vardı. O gün var olan muharebeyi ve ilerideki muharebeleri yönlendirecek bir nevi Amerikan tek kutuplu imparatorluk düzeninin oluşması için uğraşan yazarlar, doğrudan stratejistanalist gibi çalışıyorlar. Muhtemelen büyük bütçeli siparişler alıyorlar ve bunlar önce makalelerle, brifinglerle hazırlanıyorlar, Pentagon’u, Donanma’yı Dışişleri’ni bilgilendirmeye çalışıyorlar. Bunlar profesyoneller, entelektüel değiller. Ama çok çaplı adamlar oldukları tartışma götürmez.

•             Bunlar niçin entelektüel değil?

Entelektüel değiller, çünkü bağımsız değiller. Bir entelektüelin bağımsız olması şarttır. Bir aydının herkesten fazla kendi ideolojisini, ülkesini, olanları sorgulama sorumluluğu var. Etkin eleştiri, kişinin ötekine yönelik eleştirisi değil, kendine yönelik yaptığı eleştiridir. İnsanoğlunun bağımsız aydınlara ihtiyacı vardır. Bağımsız olmak sadece paraya tenezzül etmemek, sadece ideolojilerin kalıbına sığmamakla gerçekleşen bir mazhariyet değildir. Bağımsız olabilmek için entelektüelin yeteneği yanında iyi bir kişiliği ortaya çıkartmayı, yani acı verebilmeyi bilmesi lazım kendisine karşı. Bazı gerçekleri kendine itiraf ettiğinde acı çekersin. Bunları telaffuz ettiğinde daha fazla acı çekersin. Bunların tasfiyesi için mücadeleye giriştiğinde büsbütün fazla acı çekersin. Bu ağır bir bedeldir. Ancak bağımsız aydın, böyle bir bedele talip olur. Bu şu değildir: Aykırı söylemlerle dikkati çekmek, kimsenin söylemediğini söylemek. Dolayısıyla zaman zaman, belki de çoğu zaman çarpıcı ifadeler kullanmak. Bunu yapanlar bir yerde konuşurlar ve anlık nefsani hevesleriyle yapalar. Şöhret tutkusuyla, alkış arzusuyla yapanlar genellikle bir doğrultuda ya kendi cephesine yönelik eleştiri yapar ya da başka bir cepheye yönelik eleştiri yapar. Dışarıdan bakıldığında onun istikameti sabittir. Bağımsız adam, bazen kırmızı adama bakar; bazen yeşil adama bakar. Her gördüğü insanın hoşlanmayacağı şeyler söylemek zorunda kalabilir. Ha hep doğru konuşamaz, her şeyi doğru söylemez, ama her şeyi iyi niyetle söyler. Yüzde yüz nefsini yenmiş; alkıştan, şöhret arzusundan münezzeh bir adam değildir. O da nefsinin etkisinde kalabilir. O da alkışlardan, pof poflardan etkilenebilir, ama ne olursa olsun nihayetinde durur, kendini düzeltir.

GİZLİ SERVİSLER NASIL YAPILANIR VE ÇALIŞIRLAR?

•             En iyi istihbarat kurumunun Mossad olduğunu söylüyorsunuz? Bunu birkaç örnekle daha geniş açıklayabilir misiniz?

Resmi daha iyi görmek için Mossad’ın çalışmasıyla ilgili bir örnek vereceğim. Birinci Körfez Harbi’nde, Amerikan Çöl Hareketi esnasında güneyden kara harekâtı yapılacağı zaman Irak’ın güneydeki yığınağı hakkında doğru bilgi toplamak için bir Mossad ajanı bölgeye gidip, ileri teknoloji cihazlarıyla kendi merkezine bilgi ulaştırmıştır. Bu ajanın Irak’ın güneyinde, kırsal bölgelerinde çobanlık yapan gerçekten Arap, Iraklı kişilerin kılığına girmesi planlanıyor. Mossad’ın elinde daha o gün Irak’ın o bölgesinin şivesini çok iyi konuşan eleman var. Bunun anlamı nedir? En az on yıl önce böyle bir ihtiyaç için devlet hazırlık yapmıştır. Mossad’la ilgili ünlü İngiliz gazeteci Gordon Thomas’ın yazdığı Gideon’un Casusları isimli kitapta bu olay ayrıntılı bir şekilde anlatılır. Adamın giyeceği aba, yani Iraklı çobanların giydiği abanın orijinali bulunur. Hiçbir şey şansa bırakılmayarak ve önceden çok ciddi hazırlık yapılarak ajan bölgeye bırakılır. Ajan, döndükten sonra oradaki yığınak ve mühimmat hakkında çok detaylı bilgi verir. Bu basit bir örnek gibi duruyor, ama işte bu sebeple dünyanın en iyi derin devleti İsrail derin devletidir diyorum.
Her yerde gözü, kulağı var. Bir rakam söyleyeyim. Mossad’ın bugün dünya üzerinde 16 bin hücre evi var. Dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan Yahudilerin gönüllü olarak çalıştıkları ve işlettikleri bir sistem bu. Kriz anında bu rakam 32 bine çıkıyor. Yani kriz anında bu rakamın ikiye katlanması için her türlü hazırlık yapılmıştır ve bunlar belirli evlerdir.
İsrail’in kendisi açısından düşman ülkeler arasında varlığını sürdürebilmesi için derin devlete çok büyük ihtiyacı vardır. Şunu biliyoruz ki, bütün Arap devletleri İsrail’e çullansa bile, olağanüstü şartlar hariç İsrail fiziki koşullarda yenilecek bir devlet değil. Nitekim Arap devletleri topyekün saldırdıkları halde İsrail’e bir şey yapamadılar. İsrail’in sadece düşman çemberinde yaşaması için değil dünyayı yönetmesi için derin devlete ihtiyacı var. Bunu da başarıyor. Şunu da itiraf etmek gerekir ki, İsrail derin devleti olağanüstü bir organizasyondur. Dünyadaki bütün gizli oluşumlara da sızdığı kanaatindeyim. Başka hiçbir milletin dağınık da olsa yeryüzünü nokta nokta işgal eden böyle bir diasporası yoktur. Bu avantajı çok iyi kullanmaktadır.( diaspora:(i.) sürgünden sonra Yahudilerin dünyanın her tarafına yayılması; İncil’de Kudüs’ün dışında bulunan Yahudi Hıristiyanlar.)

•             Almanların BND, Amerika’nın CIA, İngilizlerin MI6 gibi gizli servisleri var. Bu gizli servislerin, ülkelerinde derin devlet bağlamındaki ağırlıkları nelerdir?

Bir kere bu örgütler çok büyük olaylara imza atıyorlar. İllegal olarak çok büyük işler yapıyorlar, ama pek sık değil. Bizimse bu kabil örgütlere muadil olan örgütlerimiz küçük işlere imza atıyor. Ayrıca çok sağlıklı bir mukayese yapma imkânı da yok. Mesela, Amerika’da CIA bu alanın tek patronu değil, diye düşünüyorum. Merkezi Haber Alma Örgütü (CIA) derin alanların, Amerikan derin devlet labirentlerinin tek patronu değil. Bu alanda başka patronlar da var. Bir anlamda karanlık dünyanın denge kutupları oluşmuş. Sağlıklı mı? Belki tek kutuplu bir derin devlet yapılanmasından daha sağlıklı devam eden çağdaş deneyler olduğu için sonuçlar hakkında kesin ifade kullanmıyorum, ama yüksek devlet geleneği olanlara bakıldığında tek çatı görünüyor.Mesela MI6, Ingilizler için muhakkak çok güvenilir bir kurumdur. Mossad da öyle. Ml6’nın başarısını burada görüyorum. Çünkü, çok nadir devreye giriyor ya da çok nadir devreye giriyormuş gibi izlenim veriyor. Her ikisi de bir istihbarat örgütü için başarıdır. Nadir devreye giriyor görünmek, yalancıktan da olsa, gerçek de olsa bir istihbarat örgütü için çok parlak bir kariyer ifadesi taşır. Karda yürüyüp iz bırakmamanın örneği budur.
BND’yi başarılı buluyorum. Bu örgüt Alman devlet sistemi içinde en etkin kurumdur. Alman ordusundan da, siyasetinden de etkindir. Bu yüzden BND, mevcutların içerisinde en milli derin devlet örgütüdür. Mossad ırkçıdır, ama BND doğrudan Alman milliyetçiliği merkezinde oluşmuş bir kurumdur. Bu öyle bir milliyetçilik ki, Nazizmle ilgisi olmayan, tamamen Alman çıkarlarını gözeten, Alman yurtseverliği diyebileceğimiz bir ideolojidir.

•             Bu uzun dönemli planlarının bir parçası olabilir mi?

Alman istihbarat anlayışının uzun dönemli planlarının bir parçası ve yeniden Alman devletinin Hitler’le de doruğa çıkan bildiğimiz emperyal yayılma ya da imparatorluk tutkusu diyelim biz buna. Biz bunu I. Dünya Savaşı sırasında İngiliz istihbarat örgütünün arkasından, özellikle İstanbul’un doğusundaki Büyük Oyun’da, yani şark oyununda çok net olarak görürüz. Alman gizli servisi İngiliz gizli servisinin ilgi duyduğu, arzı endam ettiği her yerde birinci rakip olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla şu anda süren Alman istihbarat anlayışının klasik imparatorluk anlayışı olduğunu düşündüğüm için güncel Alman çıkarlarıyla çok örtüştüğünü sanmıyorum. BND’nin enerjisinin önemli bir kısmını fuzuli ve hatta Alman çıkarlarına aykırı harcadığı kanaatini taşıyorum. Bunda neler rol oynuyor?
Hıristiyan ya da Haçlı taassubu bir şekilde istihbarat örgütlerinde de etkin olabiliyor. Reel politiğin ötesinde güncel çıkarlara zarar verebilecek genellemelere yol açabiliyor. I. Dünya Savaşı’nda hem bizim hem de o zamanki müttefikimiz Almanların ortak düşmanı İngilizler Kudüs’ü ele geçirdiklerinde, Alman askerleri, “Kudüs Müslümanların elinden çıkıp Hıristiyanların eline geçti” diye neredeyse bayram kutlaması yapmışlardır. Şimdi bu sadece Müslümanlara inmiş bir darbe midir?
Kudüs’ün ortak düşman olan İngilizler tarafından alınması değildir sadece, o an bütün cepheleri itibariyle Almanya’ya da zarar verecek bir başarıdır. Ama buna rağmen Alman fanatiği, askeri eğitimli subay olmasına rağmen, “Hıristiyanlar Kudüs’ü Müslümanlardan geri aldı” diye kutlama yapabilmektedir. Aynı şartlar bugün de klasik imparatorluk projeksiyonlarına göre yapılandırılmış istihbarat birimlerinde geçerli görünüyor, özellikle BND’de bunun geçerli olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden, BND tıpkı I. Dünya Savaşı’nda İngiliz gizli servisinin yaptığı gibi günümüzde her şeye burnunu sokabiliyor. Tipik Lawrence mantığına dayalı fitne eylemlerinde bulunabiliyor. Benim gözlemim Alman gizli servisi Türkiye üzerinde de iğrenç fitne eylemleri tezgâhlayabilmektedir. Bunu da hâlâ özlerinde var olan imparatorluk hülyasıyla yapıyorlar. Ama bir gerçek var ki bu, Alman devletinin BND’nin güdümünden çıkmasını zorlaştırıyor, Alman modem devletini etkiliyor, diye düşünüyorum. Bununla beraber BND, çok temiz bir örgüt gibi görünüyor.

•             Hangi açıdan?

Akçeli işler açısından şu an belki de Mossad kadar üstlerine rahat hesap verebilecek durumdalar. Karanlık paralar tedarik edip karanlık yerlerde, hesabını veremeyeceği şekilde harcama yapabilecek tüm kirlenmeden arındıklarını düşünüyorum. Ayrıca Alman ekonomi çarkı içerisinde bir aktör değildir BND. BND’nin adamları ellerine geçirdikleri dosyalarla iş adamlarına şantaj yapmış değillerdir, diye düşünüyorum. Böyle işler en az BND örgütündedir. Oysa modem anlayışta, Alman devletinin ölçülerinde kirlenme vardır. Bu gibi şahsiyetler daha modem bir devlet anlayışına, daha sağlıklı bir Alman milliyetçiliğine dayanıyor olmalarına rağmen, daha ilkel olan istihbaratçıların milliyetçiliğinin onarılmasını gerçekleştiremiyorlar. Çünkü bireysel ahlâk olarak istihbaratçılar, en azından siyasetçilerden daha az çürümüş durumdalar. Bunun, büyük ölçüde MI6 için de böyle olduğunu düşünüyorum. Ama orada da başka tür kirlenmeler sistemi sarsıyor. Mesela kişisel hayat farklılıkları, ilginç malzemeler oluşturuyor rekabet eden istihbaratçılar arasında. İstihbaratçılarla siyasiler arasında bir eşcinsellik meselesi var. Burada çocuk fuhşu gibi porno ötesi ahlâksızlıklar söz konusudur. Bunlar siyasilerle istihbaratçılar arasındaki ilişkileri büyük ölçüde etkilemektedir. Ama her şeye rağmen İngiliz milli çıkarları açısından Ml6’nın ortaya koyacağı projeksiyon, planlama, strateji, öneri, tavsiye genellikle siyasiler için saygı değer bir malzemedir. Politika malzemesidir ve işlerine yarar. Bu Alman istihbarat örgütü için de geçerlidir. Siyasileri, oluşmuş sağlam devlet geleneği dolayısıyla, gündelik oluşumlara göre yönlendirmeye değil, daha temel eğilimlere, küresel ve belgesel gerçeklere göre politikalar geliştirmelerini sağlamaya yarayacak açılımlar bulmaya gayret ederler. İşlerinde ciddidirler. Ama Amerikan sisteminde dediğim gibi tek başlılık olmadığı için hem iyi hem kötü değerlendirilebilecek bakış açıları mümkündür.
Mossad bunların hepsinden çok farklı bir yapıdır. Mossad’ın mistik bir kurum olduğu kanaatindeyim. Başka hiçbir devletinkinde bu derece kutsal bir istihbarat felsefesi olacağını düşünmüyorum. Bir Mossad elemanı için Mossad’da çalışıyor olmak Tevrat’a yapılan en kutsal hizmet anlamı taşır. İnancı ne kadar zayıf olursa olsun bir Mossad ajanı şunu bilir: Binlerce yıllardır büyük zulümlere uğramış mazlum ve değerli bir halkın en temel güvencesi kuruma üye olmaktır. Bu duygu içlerine işletilmiştir. Adam, kişisel olarak şahin olmayabilir, felsefesi itibariyle solcudur, sosyal demokrattır. Yani Şaroncu bir kafaya sahip değildir. Eleştirel bakabilir, ama her durumda Mossad’ın oluşturduğu kalkan ki kendisi de onun bir üyesi, bir parçasıdır o kişiye kutsal gelir.
Onun için ben diğer gizli servislerin mukaddes bir yapılanma oldukları duygusu içerisinde olmadıkları düşüncesindeyim. Belki İran’ın Savaması içlerindeki devrimi yapan kadrolarla aynı çizgideki kişilerin bakışı itibarıyla kutsanabilir, ama kendi kendisine kutsallık atfetme bakımından hiçbir örgütün Mossad’la yarışabileceğini düşünmüyorum. Bu yüzden Mossad elbette pek çok zaafı olan bir istihbarat servisi durumunda bulunsa da, şu an bu karanlık vadilerin en sağlam yapısı gibi görünmektedir. Yenilmez, hata yapmaz, hatta komik işler, rezaletler yaşamaz anlamına gelmez bu. Çok komik durumlara düştüğü de oldu Mossad’ın, ama genel itibariyle gizli servislerin en sağlıklısıdır.
Tevrat’tan kuşkuları olsa da realite olarak üç, dört bin yıl boyunca zulüm çekmiş bir halkın bu zulümden kurtuluşunun temel korosunu oluşturan Mossad’a mensubiyet müthiş bir manevi moral değerdir ve bu muhakkak ki, bilinçli bir şekilde işletilmektedir. Bu kurumu yönetenler tarafından Mossad’a üyelik bir destani yapıya girmek demektir. Dünyanın en mazlum halkının devlet kuruluşunu gerçekleştiren temel örgüttür. Onların diliyle söylüyorum, bu gerçekten de çok büyük başarılara imza atmış bir örgüttür. Nazi kasaplarını tek tek bulup avlayıp mahkûm ettikleri için kendi kendileriyle bütün istihbarat örgütlerinden daha kolayca gurur duyabilme durumundadırlar.

•             Gizli servisler birbirleriyle işbirliği yaparlar mı? Şayet yaparlarsa, bu ilişkiler ne kadar sağlıklı olur?

Bu konuda istihbaratçılar perhizlidirler. Birbirlerini yönlendirme, kullandırma amaçlı destek görünümlü numaralarını yutmazlar. Bu konularda daha tecrübeli olan, daha az gafil avlanır. Ama bizimkinin de çok amatör olduğunu düşünüyor değilim. Esasında siyasi erk, üst düzey istihbarat alışverişinin dışında olduğu için Türkiye genellikle bu tür alışverişlerden zararla çıkmıştır. Çünkü diyelim ki, Abdullah Öcalan Türkiye’ye teslim edildi. ABD düzeneği böyle kurmuş. Ne yapıyor? Önce kulağınıza bir haber gelir: Apo’yu verebilirler. Ben de istihbaratın başındayım. Diyorum ki, bu benim kariyerim için müthiş olur. Şunu ben Amerikalılardan alayım, yakalamış gibi de yaparsak mükemmel olur. Peki, Ecevit ne diyor? “ABD’nin durup dururken bize Apo’yu niye verdiğini bilmiyorum?”

•             Ne demek istiyor?

Ben Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı değilim diyor. İstihbaratçılar kendi aralarında anlaşmışlar. Ecevit, “Ama ben istemiyorum” diyebilir miydi? Derdi, ama arkasından hemen Başbakan olmak vardı. Apo’yu teslim ederken karşı tarafın dostluk amacı mı var? Bir de üstelik bunu bana verirken “asmayacaksın” diye şart koşarlarsa adım gibi biliyorum ki, koştularne olacak? Bir istihbarat işbirliği sonucu bir ya da iki, üç istihbarat işbirliği— Türkiye’nin korkunç bir kazık yemesidir bu olay bence.

•             Yediğimiz kazık nedir?

Apo. Şu anda Apo Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ortağı olarak, cezaevinde yatıyor, ama Türkiye’yi yönetiyor. Pek çok belediye başkanı ondan emir alıyor. Hem de mevcut iktidardan seçilmiş belediye başkanlarının bir kısmı da dahil.
Ne oldu? Apo, Türkiye Cumhuriyeti’nin ortağı oldu. Böyle bir kepazelik ancak siyasi erkten habersiz, kendi makamlarını düşünen istihbarat ya da güvenlik kurumlarının işgüzarlığı ile yaşanabilir. İşte sana MOSSAD, CIA, MIT işbirliği. Bizim için tam bir fiyasko.

•             Peki, Rus lider Vilademir Putin, KGB kökenli. Benjamin Netanyahu Mossad’ın üs t düzey yöneticiliğini yapa. Bu kişilerin kendi ülkelerinde devlet başkanı olması kendi derin devletlerini oluştururken ne gibi artılar getirir onlara? Örneğin, Putin ülkesinde satılmak istenen bazı şirketleri son anda millileştirdi ve bazı işadamlarını hapse attırdı.

İstihbarat servislerinde belli bir yere gelmiş bir insanın devlet başkanı ve hükümet başkanı olarak siyaseti de yönlendiriyor olması bir avantaj teşkil edebilir. En azından tesadüfen istihbaratçı olmuş, daha doğrusu istihbarat lideri haline gelmiş değil de yeteneğiyle oraya gelmişse daha sonra siyasette de hükümet sorumluluğuna ulaştığında elbette ki, bu birikimden çok yararlanır. Ancak şu kural Mossad için de geçerlidir ki, her zaman en iyi olan lider olmaz. Dünyanın her yerinde böyledir. Bazen üç beş kişi bir yere gelmek için rekabet ederken daha az ehil olan birisi aradan sıyrılıp kendini seçtirtebilir. Mossad için çok yaygın olmamakla beraber her örgüt için geçerlidir. Dolayısıyla Netanyahu ya da Putin, ille de siyasi kariyerlerine istihbaratçı kariyerlerinden çok büyük artılar getirmişlerdir diyemeyiz. Getirmiş olabilirler de. Ama kendilerine istihbarat adı altında getirilecek yönlendirmelik raporları, bilgileri ya da konsantre bilgileri çok rahatlıkla süzebilirler. İstihbaratçılar tarafından infial edilmeleri daha zor olur.
İstihbarat konusunda genellikle siyasilerin anladıklarıyla istihbarat dünyasının anladıkları farklıdır. İstihbarat dünyası meseleyi güncel veriler boyutunda algılamamaktadır. Gerçek, profesyonel bir akılla okumaya çalışmak durumundadır. Derin kontrespiyonaj dedikleri karşı ispiyonlama faaliyetlerinin esas amacı, gündelik gelişmeleri takip etmek değildir. Kontrespiyonaj bundan 20 yıl sonrasının politikalarını tasarlamak için yapılır, ama bizdeki siyasetçiler bununla uğraşmak yerine istihbarata, “O benim için ne diyor, ne düşünüyor, muhalefet ne karıştırıyor” gibi çok avami merakla yaklaşırlar. Yani herhangi bir narkotikçinin uyuşturucu tüccarını takip etmesiyle, darbeci adamın istihbarat takibi arasında bir fark yoktur. Önemli olan, başkalarının yaptıklart planları, istihbaratları etkisiz hale getirmektir.

•             Nasıl çalışırlar ve örgütlenirler1 Belli bir sistemleri var mı?

Şuna dikkat çekmek isterim. Mossad’ın gizliliği konusunda daha elverişli bir ortam söz konusudur. Mossad aleyhine yayın yapan, açıklamalar yapan çok nadirdir. Bir CIA ajanı emekli olduktan sonra bir şeylere kızarak ya da tamamen insani dürtülerle, örgütün kirli çamaşırlarını ortaya serebilir. Bu çok sık yapılır. KBG’de, MI5’de de böyle olur. Ama bunun en az olduğu küresel gizli servis Mossad’dır. Gideon’un Casusları kitabında emekli olmuş ya da “emekli olduğu varsayılan” insanlarla yapılmış röportajlar vardır. Orada insanlar birçok şikâyette bulunurlar, ama kimse Mossad’ın lanetlenmesi gereken ya da sorunlu bir kurum olduğunu söylemez. Bu bakımdan şu anda dünyanın en iyi istihbaratı ne CIA ne MI5 ne de KGB’nin yerini alan FIS’dir. En iyisi Mossad’dır, ondan sonra da Almanların gizli servisi BND gelir. BND çok ciddi işler yapmaktadır. Federal Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeniden yapılandırıldığı günden beri vardır ve çok önemli bir örgüttür. Diyebilirim ki, Alman ajanlarının sadakatlerini sadece Mossad ajanlarıyla karşılaştırabiliriz.

•             MİT’in istihbarat kadroları için neler söyleyebiliriz?

Türkiye’de de ajan kadroların sadakatleri son derece çok yüksektir. Aslında bizde kullanılan mafya elemanlarının bile sadakatleri inanılmaz derecede yüksektir. Mahkûm olurlar, içeride yatarlar, lanetlenirler, ama gene de ser verirler sır vermezler. Ne var ki, bu bizim çok güçlü bir istihbarat örgütüne sahip olmamıza yetmemektedir. Önemli olan merkezi iradenin emperyal bir vizyona, daha doğrusu ülke güvenliğini küresel bir alana yayma iradesine sahip olmasıdır. Gerek istihbarat dünyasının icabet ettirdiği donanıma sahip olmak bakımından, gerek analiz yeteneği bakımından muazzam elverişli bir potansiyele sahibiz.
•          Mafyanın da her şekilde bu gizli servisin güdümünde olduğunu söylediniz? Peki, gizli servisler mafyaya niçin ihtiyaç duyar? Mesela MIT’in Çakıcı ya da Sedat Peker’i desteklemesinin sebebi nedir?
Bunlar gizli servisler tarafından desteklenirler. Himaye görürler. Belli ölçüde özgür bir alanları da vardır. MIT’e lazım olan, bu gibi insanlardan gerektiğinde yararlanabilme imkânını koruyabilmektir.

•             Bu insanlar toplumun şartlan gereği mi ortaya çıkmıştır, yoksa yaratılmışlar mıdır?

Ortada bir tohum olacak ki, onun üzerine ziraat yapılabilsin. Hudayi nabit denilen şekilde biten canlı vardır ve çoktur. Ama bir operasyon adamının yetiştirilmesi anne rahmine düşüşüyle başlamaz. Çocuğun biri doğmuştur. Bunun getirdiği genetik ve psikolojik özellikler, aileden aldığı özellikler ve toplumdan aldığı özelliklerle bitirimin teki oluverir. Eğilim öyledir. Bitirimlik ağır basar. Çevresinde bu duygularını kamçılayan olaylar olur. Gözü pektir, kurnazdır. Tehlikeyi sever. Riski göze alan bir adamdır. Böyle bir adam ortaya çıkar, bir şeyler yapmaya başlar. Emniyet hemen onu şöyle bir yoklar, bunu kullanır mıyım, bundan bir şey olur mu? Sorumsuzca silah kullanabilen adamlardır mafya adamları. Böyle adamlara çok da düşman olmamak lazım. Belli bir mesafeyi korumakta, hatta belli bir dostluk sürdürmekte fayda vardır. Güvenlikçilerin yüzde doksanı böyle düşünür. Bu düşünceyle onlara sahip çıkarlar, göz yumarlar. Şu kuraldır: Polis ya da istihbarat örgütü göz yummadığı sürece mafya bir hiçtir. Eski kültürümüzdeki külhanbeyi olabilirsin. Nedir külhanbeyi? Doğru sözlüdür, mert, gözüpektir. Suç işleyebilir, ama çıkar amaçlı değil. Çıkar amaçlı eylem yapar, ama örgütünü kurmaz. Bu bizim geleneğimizdeki mahalle kabadayısı ya da mahallenin külhanbeyi gibi kimliklerin özelliğidir. Oysa mafya, illegal yollardan senet edinmek için oluşturulmuş bir örgütlenme biçimidir. Bu yüzden behemehal güvenlik birimleri ve istihbarat birimlerinin desteğine ihtiyacı vardır. Onlar niye bunları destekler? Çünkü gözü pek insanlar olarak, suç dünyasının bir kenarında yer almış insanlar olarak bu kişiler kullanılmaya en elverişli kişilerdir. Bunların da atla deve olduğunu düşünmüyorum.

•             Alaattin Çakıcı’nın Türkbank davasında resmen etkin olduğu görüldü. Tek başına neredeyse bütün ihaleyi yürütüyordu. Alaattin Çakıcı mafya olarak etkin olmadı. Alaattin Çakıcı MIT’in hizmetindeki bir adam olduğu için etkili olabildi.

Etkin olmasının tek sebebi MİT’in hizmetinde olması mı? Tek bu mu, bilmiyorum, ama önemli olan, uzunca bir zamandır MIT’le bir şekilde kurduğu ilişkidir. İstihbaratta bu ilişki ona çok ayrıcalıklı başka ilişkiler sağlamıştır. O da bunları ustaca değerlendirerek rant sağladı.

•             Üst düzey siyasetçi, bürokrat, sanatçı, işadamlarının mafyayla bu kadar iç içe olmasını neye bağlıyorsunuz?

Yasadışı emellerini yasal yollardan gerçekleştiremeyeceğini anlayan devlet elemanları bu bazen siyasetçi, bazen bürokrat, bazen iş adamı olur kaçınılmaz bir şekilde yeraltı dünyasının insanlarını kullanma ihtiyacı duyar. Bunun sayısız örneği var. Tabii belgeleyemeyiz, ama biliyoruz. Adam şu anda bir devlet kurumunun başındadır, ama işte kayınvalidesine işkence yapan filanca bir soysuzu etkisiz hale getirmek ya da yok etmek için filanca adama başvurabilir. Ya da eroin trafiği bir şekilde çizgiden çıktığı zaman devlet, “mafya” diye bilinen birtakım unsurları devreye sokabilir. Çünkü yargısız infazı doğrudan devlet memuruna yaptırmak kolay değildir. Ama suç işlemeye alışkın, adam öldürme konusunda deneyimli mafya örgütlerinin devreye girmesi ve onların, hiçbir şey olmamış gibi yarın ellerini soğuk suyla yıkayıp kenara çekilmesi mümkün diye düşünülür. Şu anda Rusya bir mafya ülkesidir. Ve bu mafya ülkesinin önemli yöneticileri ya eski ya da halen gizli servis kadrolarında yer alan unsurlardır.

•             Mossad ajanlarının Hafız Esad ölmeden önce onun dışkısını alıp inceledikleri, kanser olduğunu öğrendikleri gazetelerde yazılıp çizildi. Mossad’ın bu çalışma tekniği neyi gösteriyor?

Tabii bunlar İsrail açısından yaratıcı, takdire şayan çalışmalar, gıpta edilecek şeyler. Mossad efsanesini ayakta tutmak için uydurulmuş da olabilir. Başka iddialar da var. Mossad gizli servis olarak herhangi bir devlet başkanını uzun vadede ölüme sürükleyecek operasyonlar da yapabilir. Belki de bu Hafız Esad’ı öldürme operasyonunu maskelemek için uydurulmuş bir yalan da olabilir.
Nitekim Özal’ın da bu şekilde öldürüldüğüne dair rivayetler var. Aynı şekilde Türkeş için de. Komplo dünyasında yok yok. Onun için bu alanda her türlü iddia doğru olabilir. Ve her türlü kabul edilmiş gerçek bir masal olabilir.

•             Gizli servislerin gerçekleştirdiği suikastlar hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Dünyanın en kolay işinin en iyi korunan kişi de hedef olsa suikast, yani puştluk olduğunu düşünüyorum. Puştluğun, kahpeliğin çaresi yoktur. Kahpelik hiçbir gizli servisin sicilini parlatmaz.Suikast kahpeliktir. Ben gizli servislerin ülke için en kötü şartlarda zorunlu hallerde bile suikasta başvurmasını bir acz olarak, mağlubiyet olarak görüyorum. Etkisiz hale getirmek için bir sürü başka yol varken onlardan birini beceremeyip suikast ile ortadan kaldırmak bir kere bir gizli servisin yapabileceği en kötü iştir.

•             Başka çaresi yoksa?

Başka çare neye göre yok? Diyelim ki, bu başbakan memleketi satıyor. Çıkıp suikast mı yapalım? O zaman bu işin ne farkı var ihtilal yapalım demekten?

•             Ortadoğu’da Amerika’nın politikaları açısından Refik Hariri’nin bir şekilde ölmesi gerektiğine dair yorumlar vardı.

Bu başarı değil, kahpeliktir. CIA’nin başarısı mıdır bu olay? Bunların bedeli ödenmeyecek midir? Amerika bu iğrençliğin bedelini ödeyecek. Osmanlı’nın çökmesinde kozmik fatura olarak boğulmuş, katledilmiş, boğazlanmış bebek şehzadeler pay sahibi değil midir?Felek intikamını bırakmaz. Güzel bir atasözümüz var. Dedemin yediği erikten benim dişim kamaşıyor. Benim İslami anlayışıma göre dünle bugün, her şey bir andır. Dolayısıyla bin yıl önceki dedem ile bugünkü ben çok ayrı değiliz. Onun ruhu bende devam ediyor değil, ama onun geni bir şekilde benim DNA sarmalımım içinde nasıl yürüyorsa, kültürü de hayatıma öyle yön veriyordun Madde ve mana dünyası birbiriyle iç içedir. O yüzden madde mana ayrımları bugünkü neslin üzerinde kozmik bir faaliyet olarak yaptıklarının bedelini sürdürür. Biz öderiz. Herkes öder. Amerika da öder. Suikast yapan sadece birey olarak ödeyecek değil, aynı zamanda millet olarak da ödeyecektir.

•             Bizim ülkemizde bazı Sivil Toplum Kuruluşlarının Atatürkçü görünerek el altından gizli faaliyetler yapmasına ne diyeceksiniz?

Çok akıllı bir numara. Kendinize bir Atatürkçü yaftası geçirdiğiniz zaman dokunulmaz oluyorsunuz. Bu şuna benzer: 12 Eylül öncesinde ülkücülerle solcular kavga ederken, diyelim polis hem ülkücüleri hem de solcuları coplardı. Ülkücüler hemen İstiklâl Marşı okurlardı. Polis saygı duruşuna geçerdi, İstiklâl Marşı’na selam durmak zorundadır. Böylece polisi etkisiz hale getirirlerdi. Atatürkçülük yaftası da aynen böyledir. Zaten şu anda en usta vatan hainlerinin Atatürkçülerden çıktığını düşünüyorum. Bir Yunanın, bir PKK’nın işine yarayan, bir bölünmeye yol açan türban meselesi sahte Atatürkçülük malzemesidir. PKK’lılıkla türban yasağını savunmak arasında hiçbir fark görmüyorum.

•             Misyoner faaliyetleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Bunun altında bir bit yeniği aramak gerekir mi?

Türkiye’deki misyoner faaliyetler, aslında siyasi faaliyetlerdir. Türkiye’de Hıristiyanlığı yayma faaliyetleri değildir. Özellikle Katoliklerin geçmiş yüzyıllarda yaptıkları deneylerden sonra umutlarını kesmelerinin ardından devreye giren Protestanlar hep başka devlet görevleri olan insanlardır ve çok önemli istihbarat çalışmaları yapmışlardır. Görünürde misyoner faaliyetler dini faaliyet gibi algılanır ama bu, geniş bir istihbarat kadrosuna faaliyet kolaylığı sağlamak içindir. Bunda şüphe yoktur. Bizde de böyle pek çok örgüt vardır. Özellikle George Soros tarafından desteklenenler, misyonerliği zararsız bir faaliyet olarak göstermek suretiyle yabancı gizli servislerin kolay istihbarat elemanı istihdam etmelerini sağlamaktan başka amaca hizmet etmiyorlar.
 *******************

( Mahir KAYNAK)

DERİN DEVLET VE DEMOKRASİ

•             Mahir Bey, demokrasi nedir ve demokrasinin olduğu bir rejimde derin devlet kavramı var mıdır?

Demokrasinin, dünyada en iyi rejim olduğu söylenir. Buna göre halkın iradesi yönetime yansımaktadır ve yönetim, halk adına ülkeyi idare etmektedir. Bu, iki varsayıma dayanır. Bunlardan bir tanesi halkın yargılarının, beğenilerinin, tercihlerinin kendiliğinden oluştuğu, herhangi bir müdahalenin olmadığı varsayımına dayanır. İkincisi, halkın iradesi sonucunda çıkan kararların en doğrusu olduğu varsayımı vardır. Bunun her ikisi de tartışılmaya değer. Şöyle bir benzetme yapabiliriz: İnsanlar kendiliğinden oluşan varlıklar değildir. Aslında adeta bir tarlada yetişen ürün gibidirler. Ne ekildiği bellidir, ne hasat edileceği de önceden bilinir. Daha açık bir ifadeyle herhangi bir toplum içerisindeki insanlar, eğitilerek ve daha sonra da kitle iletişim araçlarıyla, şekillendirilir. Bu soya bağlı değildir. Aynı soydan gelen insanların farklı bir sosyolojik yapı içerisinde çok farklı tercihleri olabilir. Ve çok farklı eğilimleri temsil edebilirler. İnsanlar aslında şekillendirilmiştir. Sorun şu: Bunu kim şekillendiriyor? Eğer bunu şekillendiren birtakım odaklar varsa, halkın iradesi dediğimiz şey bağımsız bir irade değildir. Bunu şekillendiren kimselerin onlara empoze ettikleri bilgiler veya altyapı olarak onları nasıl eğittilerse onlarda oluşan eğilimlerdir. Biz diyoruz ki: Aslında toplumda demokrasi adına duyduğumuz ses, orijinal bir ses değildir; halkın sözü değildir. O bir dağdaki yankı gibidir. Siz söylersiniz, aynı şeyi karşıdan alırsınız. Eğer bu söylediğimiz doğru ise, yani insanlar birtakım güç odakları tarafından şekillendiriliyorsa, o zaman karar verici olarak halkı değil, o odağı aramak lazımdır. İnsanı hem eğiten hem daha sonra da bilgileri veren güç, gerçekte bizim “milli irade” diye gördüğümüz şeyi yapandır. Burada diyoruz ki, genel olarak birçok batı ülkesinde, mesela Amerika Birleşik Devletleri’nde eğitim ve daha sonra da kitle iletişim araçları, belirli sermaye gruplarının elindedir. Halkın, geniş kitlenin, bunların dışında bir bilgiye sahip olması ve onların söylediklerinin dışında bir tercih yansıtması söz konusu değildir. O halde “demokrasi” dediğimiz şey, aslında verdiğinizin alınmasıdır. İşte bu veren, derin devlettir bize göre.

•             Derin devlet kavramı ülkemize nasıl girdi?

Derin devlet benim bildiğim kadarıyla 1995’ten önce telaffuz edilmemişti. 1995 yılında Nabi Avcı’yla Kanal 7’de bir röportajda şunları söyledim: “Türkiye’de derin devlet yok ve Türkiye’nin problemlerinin önemli bir kısmı, böyle bir yapının olmamasından kaynaklanıyor. Oysa dünyada büyük güçleri temsil eden devletlerin hepsinin içerisinde, görünen yöneticilerin arka planında bir derin devlet vardır.” Buna da en iyi örnek, o günlerde tarihe gömülmüş olan Sovyetler Birliği’nin dağılmasında rol oynayan aktörlerdi.
Şu soruyu sordum: “Dışarıdan herhangi bir müdahale ve bir darbe söz konusu değil iken, halkın bu konuda belirgin bir talebi de yokken, Sovyetler Birliği’ndeki rejim nasıl değişti?”Üstelik bu rejimin değişmesi son derece zordu. Çünkü bütün ülke sathi” na yayılmış bir Komünist Partisi vardı ve bu parti ülkeye hakin*’ di. İlginç bir biçimde bütün orduların adı —Fransız ordusu, Amerikan ordusu gibi— ülkeleriyle anılırken, Sovyetler Birliği’nin ordusu “Kızıl Ordu” idi. Yani rejimle anılıyordu. “Böylesine güçlü bir rejimi yıkan kimdi ve niçin yıktı?” sorusunu sordum.
Bana göre Sovyetler Birliği, belki de tarihi değiştirecek stratejik bir hamle yaptı orada. Sovyetler Birliği’nin motifiyle ilgili şöyle bir açıklama yaptım: “Sovyetler Birliği dünya üzerindeki dengede giderek daralan bir konuma gelmekteydi. Bunun sebebi, diğer ülkelere hakim olan yönetici güçlerin komünizmden korkmalarıydı. Çünkü komünizm, var olan sosyal yapıyı ve egemen güçleri hedef almaktaydı. Onun için herkes ABD’nin etrafında toplanmaktaydı. ABD’nin etrafında toplanmalarının ikinci nedeni, Kızıl Ordu korkusuydu. Her yerde, ‘Kızıl Ordu gelecek, bizi işgal edecek’ korkusu sistemli bir biçimde yayılmıştı. Rusya bu iki korkuyu ortadan kaldırdı. Amacı, kurt korkusuyla birbirine yanaşan koyun sürüsünü dağıtmaktı. Ve şunu yaptı: Önce komünist rejimi ve Komünist Partisi’ni ortadan kaldırdı. Sonra dünya liderlerine ve daha doğrusu dünyayı yöneten güçlere şu mesajı verdi: Artık sizin düşmanınız ortadan kalkmıştır. Hesaplarınızı bu tehdide göre yapmayın. Kimse sizi tehdit etmemektedir. Korkunuzun temelinde Kızıl Ordu’nun gelip sizi işgal etmesi yatıyordu. Bu korkuyu kaldırıyorum.’ ”
Kızıl Ordu bundan sonra dünyanın en zayıf ordularından biri gibi algılanmaya başladı. Ve somut bir şeyler de yaptı. Orta menzilli füzelerinin tamamını imha etti, çünkü orta menzilli füzeler Avrupa’ya ve çevre ülkelere yönelikti. Böylece Avrupa, askeri işgal ve imha korkusundan kurtuldu. Şu mesajı veriyordu Rusya. Artık bir tehdit yok. İstediğiniz gibi hareket edebilirsiniz. Bu sayede karşısındaki gücü, ABD etrafında toplanan gücü dağıtmak istiyordu. Ve bana göre de bunda muvaffak oldu. Bazıları diyor ki: “SSCB, Doğu Avrupa’yı kaybetti.” Ben de diyorum ki: “ABD Batı Avrupa’yı kaybetti?” Hangisinin kaybı büyük?
İşte bu analizi yaptıktan sonra dedim ki, dünyaya stratejik ölüklerde bakan ve ulusun geleceği hakkında kararlar veren bir odak olması lazım. Bu, halkın tercihi değildir. Toplumun içinde tartışılmadı bile bu konu. Kimse rejime muhalif kitlesel bir eylemin içine girmedi. Ama Sovyetler Birliği içinde mevcut olan bir yapı, geleceğe, hatta dünyanın geleceğine yönelik bir hesabın içerisine girdi. Bu, oradaki derin devlettir.

•             Derin devletin unsurları nelerdir? Nasıl bir yapıdır derin devlet?

Herhangi bir ülkedeki derin devlet, diğerlerine benzemez, çünkü derin devletin oluşması tarihi bir sürecin içerisinden geçer. Bir ülkenin tarihi geçmişi ve özel yapısı, oradaki derin devletin niteliğini belirler. ABD’yi kuran, özel teşebbüstür. Onun için derin devlet dediğimiz şey, özel teşebbüs içerisinde yuvalanmıştır. Esas itibariyle bunlara birtakım bürokratlar, politikacılar dahil olabilir, ama hepsi büyük sermayenin etrafında kümelenmiştir.
Sovyetler Birliği’nde ise derin devlet yapılanması, gizli servis içerisindedir. Türkiye’de eğer kurulursa her iki devletinkine de benzemeyecek ve ordu etrafında kurulacaktır. Çünkü Türkiye’de siyasal açıdan deneyimli olan, siyasal kararları veren güç, esas itibariyle ordudur. Ordu Cumhuriyet’in de kurucusudur. Türkiye’de istihbarat servisi böyle bir fonksiyona ve yapıya sahip değildir; onun için derin devlet rolünü oynayamaz. Olursa, ordunun etrafında olur.

•             Derin devletin özelliği nedir?

Derin devletin özelliği şudur: Mademki, bir devlete ait olma gibi bir vasıf izafe ediyoruz derin devlete, o halde derin devlet bağımsız olmalıdır. Sovyetler Birliği ve Amerika’daki derin devlet bağımsızdır. Herhangi bir dış gücün etkisinde değildir, tam terine o gücün üstünde karar verir ve oyununu oynar.

•             Siyasi erke bağlı mıdır?

Hayır, siyasi erke bağlı değildir. Siyasi erk, daha doğrusu vitrinde gördüğümüz siyasi figürler, onların verdiği kararların uygulayıcısıdır. Hatta şöyle söyleyebiliriz: Önce, ülkenin geleceğe yönelik politikaları belirlenir. Sonra, siyasi yapıya buna uygun bir görünüm verilir. Herkesin zannettiği gibi iktidara gelenler politikayı oluşturmazlar. Oluşan politikaya göre iktidarlar yönetime getirilir. “Bu, o kadar kolay mıdır?” sorusunun cevabı şudur: Eğer insanları belirli bir biçimde eğitmişseniz ve yönlendirebiliyorsanız ve bütün kitle iletişim araçları elinizdeyse, bunları istediğiniz gibi yönlendirebilirsiniz.
Ama bu yetmeyebilir. Ondan sonra seçim oyunları başlar. Bir örnek vermek gerekirse şöyle söyleyebiliriz: Amerika’da Ralph Rader isminde bir kişi vardı ve Başkan adayıydı. Eğer Cumhuriyetçilerin kazanması isteniyor ise Ralph Rader seçime girer, Yeşilleri temsil eder ve Demokratların oylarını azaltır üç beş puan. Demokratlar kazanacaksa Ralph Raider seçimlere girmez.
Başka bir örnek vermek gerekirse, Türkiye’de son seçimlerde AK Parti’nin birinci parti olacağı, ama tek başına iktidara gelemeyeceği görüldü.
Bunun üzerine DYP ve MHP’nin baraj altına itilmesi için bir formül geliştirildi. Genç Parti oluşturuldu alelacele ve yüzde 7 oy aldığı için DYP ve MHP barajın altına indi. Yüzde 30’u biraz aşan oyla AKP, yüzde 60’ın üzerinde milletvekili çıkardı.

•             Hangi derin devletin işi bu?

Bu dışarının işidir. Burada şunu söylüyorum: Cem Uzan’ın bir özelliği vardır. Son derece zengindir. Yaşamı da son derece lükstür. Üstelik ben bu lüksü şöyle tanımlıyorum. Benim o kadar param olsa, onun yaşadığı hayatı süremem, çünkü bu, paranın ötesinde bir tahayyül gücü de ister. Böyle bir insanın IMF karşıtı ve dar gelirlilerin sözcüsü olması, ciddi bir çelişkidir. Bu ona verilmiş bir roldü. Ve bu rolde de gerçekten başarılı olmuştur. Böylece özet olarak şunu söyleyebilirim: Bir, halk istenilen istikamette yönlendirilir. İkincisi, bu yetmediği zaman seçimde birtakım meşru manipülasyonlar yapılır. Bu yetmediği zaman da hile yapılır, tıpkı Florida seçimlerinde olduğu gibi.

•             Bütün dünyada herkes Bush’un seçileceğini hemen hemen biliyordu zaten.

Evet, öyleydi. Zaten öndeki kişiler, görünen kişiler bir sembolden ibarettir. Herhangi bir kararlan yoktur. Karar geniş bir kesim içinde, devletin içerisinde alınır. Devlet de derin devlet dediğimiz yapının kontrolündedir.

•             Devletlerin bir psikolojik harekât merkezleri var. Bu psikolojik harekât merkezleri istedikleri gibi bütün dünyaya yön verebilirler mi?

Tabii, büyük ölçüde etkilerler ve medya bu işi gayet rahatlıkla yapar. Buradaki metot şudur: Kendi mesajlarınızı veren, diğer mesajlarınızı engelleyendir. Sadece mesaj vermek de yetmez, çünkü doğru mesajlar birdenbire binlerce yanlış mesajın ortasına bir bomba gibi düşer ve hepsini geçersiz hale getirebilir. Onun için bir de diğer mesajların engellenmesi gerekir.

•             Buna bir örnek verebilir misiniz?

Veririm. Mesela, “Güneydoğu’da PKK’nın yola döşediği mayın sonucu beş erimiz şehit oldu.”Nereden biliyorsunuz PKK’nın yaptığını?
Burada amaç, faili hemen peşinen kabul etmektir. Birisi çıkar der ki, “Türkiye’yle PKK’yı karşı karşıya getireyim” ve bombayı koyar. İnsanlar da, “Nasıl olsa PKK yaptı” derler.
Benim söylediğim şey şu: İnsanların beyinlerini kontrol etmeye hiç gerek yok. İnsanlara ne kadar saçma şey anlatırsanız anlatın, kabul edebilirler.

•             İnsanların her şeyi komplo olarak görmesi ya da olayların öyle algılanması neyin işareti?

Bir şeyin işareti değildir. Toplumlar tarih boyunca böyle yönetilmiştir. Şimdi ben size bir soru sorayım. 1980’lerin sonuna kadar dünyada bir Soğuk Savaş vardı. Bir tarafta Rusya bir tarafta
Amerika, güya bunlar birbirleriyle çatışıyorlardı. Bunun bir danışıklı dövüş olmadığından emin misiniz? Bir rekabet tabii alttan alta yürür, ama temelinde bir ortaklık olduğunu niye düşünmüyorsunuz? Rusya ve Amerika ansızın düşman haline geliyorlar.

•             Sizin yorumunuz nedir?

Kendi aralarında savaşmamak için elden gelen bütün tedbirleri aldıklarını biliyorum. Ama bir ortak bile, diğerinin payını azaltmak ister. Bu, rekabeti engellemez. Ama savaş olmayacağı çok kesindir. Şu anda da mesela dünyada kimse kimsenin düşmanı gibi gözükmemektedir.

•             Öyle midir?

Öyle değil tabii. Biri birisiyle rekabet halindedir. Ama herhangi birine sorsanız “Kim kimle düşman?” diye, en fazla söyleyeceği İran’la Amerika’dır. Böyle bir husumetin anlamı da yoktur. Önceden baktığımızda koskoca bir Varşova Paktı, nükleer silahlar, büyük ordular birbirleriyle karşı karşıyaydı. Şimdi ise İran’la Amerika.

•             Dünyayı halklar mı, yoksa bireyler mi yönetir?

Bireylerin belirlediği sistemler yönetir. Şu iddia kesinlikle yanlıştır: Halkın belirli tercihleri vardır, bu tercihler demokrasi kanalıyla yönetimlere intikal eder. Yönetimler de halktan aldıkları talimatları icra ederler. Kesinlikle böyle bir şey yoktur. Bütün her şey yukarıdan aşağıya doğru akar. Ve belirli güç odakları vardır. Bu güç odakları zaman içerisinde değişir.

•             Peki, bu güç odaklarını belirleyen kişiler kimdir, akademisyenler mi, iş adamları mı?

Ülkeden ülkeye, çağdan çağa değişir. Mesela ABD’de, kuruluşu gereği, iş adamlarının ağırlıkta olduğu bir derin devlet yapılanması vardır. Ama bunun içinde akademisyenler ve bürokratlar da vardır. Bazen bir akıl, bir akademisyenin aklı hepsinin üstünde rol oynayabilir. Görünüşü ne olursa olsun ister iş adamı görünümünde ister asker görünümünde ister istihbaratçı görünümünde olsun yöneten akıldır.

GİZLİ SERVİSLER DERİN DEVLET BİRİMLERİ MİDİR?

•             Dünya üzerinde bir İsrail gerçeği var. İsrail’in de Mossad diye bir gizli servisi var ve dünyanın en önemli gizli servislerinden biri. Mossad, İsrail’in planlarını uygulamada ne kadar başarılı? Ya da İsrail, dünya üzerinde derin devlet bakımından nerede yer alır?

İSRAİL KENDİ DEĞERİNİN ÇOK ÜZERİNDE BİR REYTİNG ALMAKTADIR. OLDUĞUNDAN ÇOK FAZLA ABARTILMAKTADIR. İSRAİL DEVLETİYLE YAHUDİLERİ BİRBİRİNE KARIŞTIRIYORUZ. İKİSİ AYRI YAPILARDIR. İSRAİL DEVLETİ ASLINDA ÇOK GÜÇLÜ BİR DEVLET DEĞİLDİR. ONUN İSTİHBARAT SERVİSİ MOSSAD DA DÜNYAYA ŞEKİL VEREN BİR İSTİHBARAT SERVİSİ DEĞİLDİR.

•             Peki niye böyle gösteriliyor?

Böyle gösteriliyor, çünkü arka plandaki güçler, genelde kendilerini izlemek için ön plana birilerini sürerler. Mossad operasyonları genelde taktik operasyonlarıdır, yani dünyaya şekil veren operasyonlar değildir. Hedef bir kişinin yakalanması, sokakta birinin öldürülmesi dünyanın geleceğini etkilemez. Yahudiler bence daha çok Amerika’nın gücünü kullanıyor.

•             Gordon Thomas’ın yazdığı “Gideon’un Casusları’’ isimli kitap ta Mossad’ın dünya üzerinde 16 bin hücre evi olduğu ve kriz anında bu sayının 32 bine kadar çıkabildiği yazılıyordu.

Yahudiler büyük ölçüde istihbarat olanaklarına sahipler. Yahudilerin dünya üzerinde dağılmış olması ve bunların da genelde zengin kişilerden oluşması ve ülkelerine bağlı olması nedeniyle bu söylenebilir. Ama burada meseleyi Mossad’a ya da “Yahudiler Amerika’da güçlüler mi?” konusuna bağlayacaksanız, burada şu kararı vermek zorundayız: Amerika’daki Yahudiler İsrail’e mi bağlıdır, Amerika’ya mı? Bu konuda Yahudiler arasında birlik olduğunu söylemek son derece yanlıştır. İki kanadı da savunan insanlar vardır.

•             Buna bir örnek verebilir miyiz?

Tabii, Türkiye’de tanıdığımız bir örnek, öldürülen Uzeyir Garih’tir. Üzeyir Garih ve benzerleri diyorlar ki, Yahudilerin İsrail’de toplanmaları ve oraya göç etmeleri aslında çok büyük bir hata, çünkü bütün Yahudilerin toplandığı bir İsrail devleti, on ile on beş milyon arasında bir nüfusa sahip olur. Bu, ikinci sınıf bir devlet anlamına gelir. On beş milyon nüfuslu bir devletin, ileri teknolojiyi kullansa da, dünya üzerindeki etkinliği bellidir. Oysa eğer Yahudiler içlerinde bulundukları ülkelerde direksiyonu ellerinde tutmak için gayret sarf ederlerse, etkileri daha fazla olur. Mesela, Amerika’nın siyasetinde yüzde yirmi beş etkili olsa, İsrail’in tamamını kontrol etmekten kat kat fazla bir güce sahip olur. O bakımdan İsrail’in etrafında birleşme fikrine karşı olan Yahudiler çoktur. Bunların da başarı kazanamayacağını söylemem gerekir. Şaron etrafında toplanan Yahudiler, ileride başarısızlığa uğrayacaktır. Çünkü uyguladıkları politikalar ve eylemler, dünyada yaygın bir Yahudi aleyhtarlığı yaratmıştır. Böyle giderse beş on sene sonra herkes, “Ben Yahudi değilim” diye bağıracak.

•             Avrupa’da zaten giderek artan ciddi bir Yahudi düşmanlığı var. Bunun asıl sebebi nedir?

Bu düşmanlığın artmasının sebebi, her şeyin altında Yahudilerin aranması ve böyle bir propaganda yapılmasıdır. Bu durum Yahudi aleyhtarlığını artırıyor ve onların lehine değil. Gerçeğe baktığınız zaman İsrail devleti kendi etrafına duvar ören bir ülkedir. Tarihte ilk defa vaki oluyor. Yani kendini hapseden bir ülke konumundadır İsrail. Bu dışarıya adım atamıyor demektir. Bu dünyayla bütünleşemiyor, dünyayı etkileyemiyor demektir. Tek yaptıkları, gözükmeden paralarını kullanarak etkilemektir.

•             ABD’deki derin devlet yapılanması nasıldır?

Amerika’daki derin devlet yapılanması büyük bir sermaye etrafındadır. Şu anda Amerika’da derin devlet yapılanması içerisinde bir çatlama var. Bir yanda geleneksel siyasi yapıyı temsil eden ve Bush’un etrafında görülen bir grup vardır. Bunlar petrol ve silah sanayi gibi tüketime hitap eden sanayicilerdir. Bunlar fabrikalara sahiplerdir, üretim yaparlar. İkinci grup, küresel sermayedir. Küresel sermayenin tüm varlığı nakit şeklindedir. Ve bu nakit, sadece kendilerinin sahip oldukları servetlerle sınırlı değildir. Paranın özelliği; sahibinin farklı, kullananın başka olmasından ileri geliyor. Bunlar kendilerinin sahip olmadıkları çok büyük fonları kullanmaktadırlar. Dünya üzerinde de büyük operasyonlara imza atmaktadırlar. Bu operasyonlarsa çoğu zaman devletlerin de gücünü aşmaktadır.

•             CIA burada nerede yer alır?

CIA burada Amerikan derin devletinin bir aparatıdır. CIA’yi herkes karar veren zanneder. Oysa CIA sadece uygulayıcıdır. Çünkü Amerikan operasyonları tek boyutlu değildir, yani sadece gizli servis operasyonlarından ibaret değildir. Mesela bir ülkede işgal hareketi, bir rejim değiştirme operasyonu yapıldığı zaman burada çok boyutlu bir eylem planı ortaya konur. İçinde ekonomi, siyaset, propaganda vardır. Ve gizli servis operasyonları vardır. Bu bakımdan C1A de sanki her şeyi tek başına yapan ve karar veren gibi algılanır. Bu ciddi bir yanılgıdır.

•             Ama bize gösterilen, her şeyin arkasında CIA olduğudur. Dolayısıyla Amerikan derin devleti de CIA’miş gibi algılıyoruz

Hayır. Son derece yanlış. Hiç böyle bir şey yok. CIA derin devletin araçlarından birisidir. Ve aracı bundan ibaret değildir. Bir tarafta bir darbe söz konusuysa, bu sadece CIA’yle yapılmaz. Türkiye’deki darbelere bakınız. Her darbe öncesinde mutlaka bir ekonomik kriz vardır. Bu ekonomik krizi CIA yaratmaz. Bu bankalar sistemi aracılığıyla yapılır. Bakınız Menderes döneminde iktisadi zorluk vardı. 1980 öncesinde iktisadi zorluk vardı. 70’de öyledir. Hep iktisadi zorluklar vardır. Bunların telafisi çok kolaydır.
CIA sonradan kurulmuş bir teşkilat olduğu için başlangıçta askeri bir istihbarat teşkilatıydı ve II. Dünya Savaşı’nda siyasi planlamaları genel olarak İngiltere yapıyordu. Daha sonra Alman istihbaratını tamamıyla kendi kontrolleri altına aldılar. Bu birliktelik, aslında savaş öncesinde planlandı. Alman istihbarat servisi Amerikalılarla temasa geçti. “Bütün arşivlerimiz ve personelimizin Rusların eline geçmesi ihtimali vardır. Rusların Berlin’e daha önce gireceği anlaşılmaktadır. O bakımdan şimdiden biz sizinle işbirliği yapalım” diye başvurdular. Hatta bunu haber alan Hitler, o zamanki istihbarat servisi başkanı Heydrix Kanarisi’yi idam ettirdi. Daha sonra General Gehlen aynı işi yaptı. Ve savaş sonrasında Alman istihbaratı tüm bilgi, belge ve kişileriyle Amerikan istihbaratının kontrolüne geçti. Tabii bu kontrol, bir bilgi ve tecrübe birikimini de beraber getirdi. Mesela kimse şu soruyu sormadı: II. Dünya Savaşı’ndan sonra Alman istihbaratına ne oldu? Dünyada hiç Alman istihbaratçısı yok muydu? Mesela Türkiye’de kaç Alman ajanı vardı? Bir kişinin bile ortaya çıkarıldığını, bunların yargılandığını veya tasfiye edildiğini duymadık.

•             Şili’de Salvador Ailende’nin devrilmesi ve CIA’in burada oynadığı aktif rol hakkında ne düşünüyorsunuz.?

Güney Amerika’da savaşın taraflarını doğru tespit etmek lazım. Burada Rusya’nın birtakım faaliyetleri vardır, ama asıl mesele oradaki sol kanat, Vatikan tarafından destekleniyordu. Güney Amerika’yı Amerika’nın kontrolünden kurtarmak istiyorlardı. Şili’nin önemi sahip olduğu çok önemli bakır kaynakları nedeniyledir.

•             Orada sosyalist iktidarın da olması bir etkendi.

Elbette. Bu dünyaya örnek olabilir ve yayılır diye korkmuştur. Orada bir mikrop görmüştür ve bu mikrobu öldürmüştür.

•             Peki, İngiltere’de nasıl bir yapılanma vardır?

İngiltere etkinliğini esas itibariyle devlet yapısının gücünden alır. İngiltere’yi objektif olarak değerlendirdiğinizde birçok ülkenin gerisinde kalır. Ama dünya üzerindeki etkinliği, bunu çok aşar. Bunu sağlamasının en büyük nedeni devlet geleneğinin devam etmesi ve güçlü bir derin devlet yapılanmasının olmasıdır.

•             MI6’nın konumu nedir?

Ml6’nın konumu da bunun içerisinde gene bir araçtan ibarettir ve hiçbir zaman tek başına karar veren bir yapı değildir. MI6, dünya üzerinde örgütlenmiş en önemli etkili istihbarat servislerinden bir tanesidir. Bunlar hakkında tahminde bulunmak son derece zordur. Üç istihbarat servisinin çok iyi örgütlendiğini söyleyebiliriz dünya üzerinde: Amerikan, İngiliz ve Rus istihbaratı. Ml6, imparatorluk politikalarını en iyi yürütecek şekilde örgütlenmiştir. Hem bilgi hem de tecrübe birikimine sahiptir.

•             Arabistanlı Lawrence diye olağanüstü bir ajan var. İngilizlerin genel politikası açısından bunu nereye oturtabiliriz?

Lawrence önemli bir kişidir. Ve bazı ajanlar bulundukları konum nedeniyle kendilerini aşan roller oynayabilirler. Ama çoğu zaman bir sembol konumundadırlar. Tek başına bir Lawrence ile Arabistan’ı fethetmek mümkün değildir. Onun arkasında koskocaman bir istihbarat servisi vardır. İngiliz istihbarat servisi onu sevk ve idare eder. İngiliz İmparatorluğu’nun derin devleti vardır. Şimdi bu bütün aşamaları atlayıp, “Lawrence Osmanlı’dan Arabistan’ı aldı” demek bir hayalden ibarettir. Ama insanlar, genelde ancak bu kadarını anlayabildikleri için onlara her zaman bir kahraman hediye edilir.
İngiliz İmparatorluğu’nun bütün dünyada yayılmasının sebebi, devlet yapılarının güçlü olmasından kaynaklanır. Koskoca Hindistan’ı bir avuç insanla kontrol edebilmiştir. Bu insan yönetme sanatını bilmelerinden kaynaklanır. Bildikleri şey de halkların arasındaki farklılıkları bir husumet haline getirip bunları birbirleriyle çatıştırmaktır esas itibariyle. Bir ülkeyi sosyolojik olarak incelerler. Oradaki sosyal yapıyı gayet iyi bilirler. Ve birtakım tarihlerde bu grupları karşı karşıya getirirler. Bir bütünlük sağlanmasını mutlaka engellerler.

•             Peki, bunu dünyada onlardan daha iyi yapabilen başka ülke var mıdır?

O tarihten beri ekol olmuş üç tane gizli servis vardır: Bunlardan bir tanesi en başta geleni İngiliz, İkincisi Rus, üçüncüsü Alman gizli servisidir. Ama tabii devletler yenilince gizli servisler bunu tek başına kurtaramıyor.

•             Prenses Diana cinayetini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Prenses Diana cinayeti İngiltere kraliyetini korumak için yapılmış bir cinayettir. Bir kaza değildir ve İngiltere derin devletinin işidir.

•             Almanların gizli servisi BND de dünya üzerinde, ama özellikle Orta Asya’da çok iyi çalışmalar yapmaktadır. Almanların yapılanması nasıldır?

Orada da yine BND, devletin bir uzantısı konumundadır. Fakat Almanların çok ilginç bir özelliği var. Almanya bilindiği gibi işgal edilen bir ülkeydi. İşgal edildiğinde her yerinde işgalciler vardır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Alman istihbarat servisi de esasen işgalcilerin kontrolündeydi. Zaten başka türlü olması mümkün de değildir. Almanya ilginç bir şey yaptığını zannediyor. İki paralel örgüt kurdu. Bir tanesi görünen BND, ki NATO içerisinde Amerika’nın projelerine uygun olarak hareket eden bir yapı. Bir de bundan farklı olan Alman yapısı var.

•             Bütün istihbarat teşkilatlarının kendine has bir çalışma biçimi var mı?

Tabii. Her istihbarat teşkilatının eğer güçlü istihbarat teşkilatı isetarihsel birikimleri vardır. Bu birikimler hem bilgi birikimleridir hem de olaylara nasıl yaklaştıkları konusundaki tavırlarıdır. Bunu zaman içinde oluşturmuşlardır. Daha sonradan kurulan istihbarat teşkilatlarının hem böyle bir bilgi birikimleri yoktur hem de böyle bir gelenekleri yoktur esas itibariyle.

•             MİT için ne söyleyebiliriz?

MİT bölgesel bir istihbarat servisidir. Kendisine yönelik çevresel tehditleri algılar ve bunlara karşı mücadele eder. Zaten Soğuk Savaş döneminde de hedefi sadece Sovyetlerle sınırlıdır.

•             Dünyada çok büyük bir uyuşturucu pazarı var. Devletlerin ya da gizli teşkilatların bunu görmemesi ihtimal dışı değil mi?

Kesinlikle öyle, uyuşturucu meselesini şu şekilde analiz edebiliriz: Diyelim ki, gizli servisler bunları tespit ettiler ve engellediler. Sonuç ne olur? Dünyada milyonlarca bağımlı vardır, bu bağımlılar kriz içinde sokaklara dökülürler. Bunları fiilen tedavi etmek mümkün değildir. Onun dışında da eğer böyle bir yasaklama olursa, uyuşturucunun yerine birtakım sentetik maddeler imal edilir. Bunlar son derece yaygın bir şekilde halka intikal eder, kontrol altına alınamaz. Oysa şimdi uyuşturucu kaçakçılığı, büyük devletler tarafından kontrol altında tutulmaktadır. Bunda iki amaç güdülmektedir. Birincisi; bunun yaygınlaşmasını engellemek, kontrollü bir biçimde pazarlamak, alternatiflerinin ortaya çıkmasını engellemek. İkincisi; buradan elde edilecek büyük kaynakların istenmeyen ellerde toplanmasına mani olmak. Şöyle söyleyebiliriz: Uyuşturucu kaçakçılığı gizli servislerin kontrolünde yapılır. Paraları da onlar kullanır. Fiilen kaçakçılık içinde bulunan insanlar aslında bir memur konumundadır. Onlar üst düzey memur sayıldıkları için rahat yaşarlar. Zamanı geldiklerinde de kolayca tasfiye ve feda edilirler.

•             Gizli servisler mafyaya niye ihtiyaç duyar?

Mafyanın zaten gizli servislerden bağımsız olması imkânsızdır. Mafyaların gizli servislerden bağımsız olduklarını kabul edersek dünyanın altını üstüne getiren kapalı odalardaki odaklarla gizli servislerin başa çıkamadığını kabul etmemiz lazım. Birinin mantığı bunu kabul ediyorsa, onları bağımsız sayabilir. Mafyanın özelliği şudur: İstihbarat teşkilatları, bizzat kendilerinin yapmak istemedikleri eylemleri mafyaya yaptırır. Bir adamı öldürmek, birini tasfiye etmek, herhangi birine şantaj yapmak gibi eylemleri gizli servis kendi hesabına yaparsa ve yakalanırsa zor duruma düşer. Oysa bunları mafya kanalıyla yaptığınızda “mafyacı” dersiniz. Gerekirse feda edersiniz gerekirse kurtarırsınız. Böylece siz hiçbir zaman ortaya çıkmazsınız, istenilen kişileri rahatça bertaraf edebilirsiniz, öldürtebilirsiniz. O bakımdan son derece kullanışlıdır. Ve bu kanalla da aynı zamanda büyük ölçekte devletin kullanabileceği meblağlar elde edersiniz.

•             Almanya’da Baider Mainoff, İtalya’da Kızıl Tugaylar bir gecede bertaraf edildi. Bu olaylardan nasıl bir sonuç çıkarmamız lazım?

Burada verilen mesaj şuydu: Almanya’da Baider Mainoff çetesini, İtalya’da Kızıl Tugayları bir gizli servisin uzantısı olarak alıyoruz. Biz var ettiysek biz yok ederiz. Almanya ve İtalya da hukuk yoluna gitmeden gizli servis metotlarını kullandı ve mesaj çok açıktı: Kim olduklarını biliyoruz ve ona göre davranıyoruz.

•             Aynı şekilde İBDAC, DHKP’C de bizim ya da başkalarının gizli servislerinin güdümünde midirler?

Genelde ismi bilinen örgütler bir süre yaşamaya devam ediyorsa, bunlar mutlaka bir gizli servisin uzantısıdır.

TÜRKİYE’DE DERİN DEVLET SÜRECİ

•             Kendi tarihimize dönersek İttihat ve Terakki’nin gizli servisi olan Teşkilatı Mahsusa sizce bir derin devlet oluşumu mudur?

 Şimdi derin devleti hiçbir zaman gizli servislerle özdeşleştirmemek lazım. Bu bizi yanılgılara sürükler. İttihat ve Terakki, Osmanlı derin devletinin yerini almıştır. Ama kendisi bizatihi içsel dinamiklere değil dışsal dinamiklere dayanır. O zaman şunu söyleriz: Evet, kendi arkasında bir güç vardır, ama o ülkenin kendi dinamikleriyle oluşmuş bir yapı değildir. Artık o ülkenin derin devletinden söz edilemez.

•             O zaman Enver Paşa’nın, Talat Paşa’nın amaçları neydi, kime hizmet ediyorlardı?

Onlar da şüphesiz görünüm itibariyle Almanlarla işbirliği yaparak Osmanlı İmparatorluğu’nu yaşatmayı düşünüyorlardı. Ama görmedikleri bir şey vardı. Onları Almanların safına iten İngiltere’ydi. Çünkü Osmanlı’yı dağıtmak istiyordu. İnsan müttefikini dağıtamaz. Bir ülkeyi yenmek istiyorsanız mutlaka karşınıza almak ve yenmek zorundasınız.
Devlet bir proje geliştirir ve istihbarat teşkilatları o proje veya politikalar istikametinde hareket eder. Eğer başta konulan politika yanlış ise bundan gizli servisi sorumlu tutmak yanlıştır. Politikaları belirleyen kişi, yani Enver Paşa Alman ittifakını seçmiştir. Bu siyasi açıdan yanlıştır, ama onun altındaki bir gizli servis bu değerlendirmeyi çoğunlukla yapamaz. Onun için Teşkilatı Mahsusa çok iyi çalışan ve görevlerini iyi yapan bir teşkilattır. Ancak tepedeki politikanın yanlış olması onların da yenilmesi sonucunu doğurmuştur. Yanlış bir stratejinin içerisinde iyi yetişmiş insanların bulunması bu stratejiyi düzeltmez. Stratejik hata bireysel başarılarla örtülemez. Çok etkili bir gizli servisti Teşkilatı Mahsusa.

•             Peki, Atatürk’ün burada devreye girmesi neyi değiştirdi? Şöyle soralım: Sizce Atatürk’ün bir derin devlet yapılanması var mıydı?

Burada halka yansıtılmış bir resmi tarih olduğu için bu tür konuları konuşmak son derece zor ve herkesi rahatsız edebilir. Ama kısaca şöyle söyleyebiliriz: Bizim kuruluşumuz bir zafer sonucunda değildir. Birinci Dünya Savaşı’nın her safhasında yenilmiş, sadece küçük bir safhasında galibiyet elde etmiş ülkeyi galip ilan etmek yanlıştır. İstiklal Savaşı Birinci Dünya Savaşı’nın devamıdır ve Lozan da zaten bunu sona erdirir.

•             Ortada kazanılmış bir başarı yok mu sizce?

Şu bir başarıdır. Türkiye Cumhuriyeti bir devlet olarak kalabilmiştir. Belki de kurtarabileceğinin azamisini kurtarabilmiştir. Ama galiplerin amaçlarına ulaşmadığını söylemek de yanlış olur.
Savaşın sebebi aslında Osmanlı devletini dağıtmaktı. Almanya’yı yenmek pek o kadar da önemli değildi. Çünkü o tarihlerde petrolün önemi biliniyordu ve petrolün çok önemli bir kısmı Osmanlı toprağındaydı. Öyleyse bunu ondan almak gerekiyordu. Ve İngiltere bunların hepsini aldı.

•             Atatürk’ün devlet anlayışını nasıl yorumluyorsunuz.?

Bana göre resmi tarihin aksine Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni Osmanlı’nın bir devamı saymıştır. Zaten kendisi sonuna kadar sadık bir Osmanlı paşasıdır. Samsun’a çıkışı da padişahın iradesi ve İngiltere’nin de rızasıyla olmuştur.

•             İstenseydi önüne geçilebilirdi.

Evet, padişahın isteğiyle geçmiştir Samsun’a. Atatürk devrimlerini dünyadaki diğer devrimlerle karşılaştıramazsınız. Hitler devrimi devlete karşı yapılmıştır. Lenin ihtilali devlete karşı yapılmıştır ve bunlar bir siyasi örgütlenmenin arkasından gelmiştir. Nazi Partisi vardır, Komünist Partisi vardır. Atatürk’ün partisi var mıydı? Osmanlı döneminde herhangi bir fikri var mıydı yayılmış, gazetelere intikal etmiş? Bir benzerlik var mı aralarında? Atatürk’ün hiç böyle bir şeyi yok. Atatürk Osmanlı’ya isyan etmedi ki.

•             Yani, Osmanlı yıkılmamış olsaydı, kendisi bu sistemi olduğu gibi devam mı ettirecekti?

Hiç şüphesiz. Osmanlı’yı kendi yıkmadı. Devleti kendisi yıkmadı. Başkaları yıktı, yeni devlet oldu. Ne bir partisi vardı ne de bir hareketi. Atatürk bir yangın yerinde ve bir harabede oturduğunu biliyordu. Atatürk’ün derin devleti kendi etrafında oluşmuştu ve son derece rasyonel bir devletti. Bir kadrosu vardı, ama kadronun tepesinde de kendi duruyordu. Ana fikri ondan geliyordu, ama tabii bir kadroyla beraber çalışıyordu.

•             İsmet İnönü, Atatürk öldükten sonra bu yapılanmayı nasıl devam ettirdi? Yoksa başka fikre mi sahipti?

İsmet İnönü, Atatürk’le ihtilaf halindeydi. Hatta Atatürk’ün ölümüne yakın İsmet Paşa’nın da öldüğünü söyledikleri de doğrudur. Yani aralarında bu kadar fark vardır. İsmet Paşa’nın ana fikri şuydu: Türkiye Cumhuriyeti Atatürk’le ulaşabileceği yerin en üst noktasına ulaşmıştır. İkincisi, Avrupa’yla birlikte hareket edecektir, onlarla çatışmayacaktır. Üçüncüsü, İngiltere’yle paralel hareket edilecektir.

•             Peki, Atatürk’ün kendisinden sonra rejimi İsmet İnönü’ye bırakmak gibi bir niyeti var mıydı?

Bu konuda net bir şey söyleyemem, ama aralarındaki anlayış farkları çok büyüktür. Dünyaya bakış tarzları çok farklıdır. Birtakım söylentiler var. Atatürk’ün, İsmet Paşa’nın öldürülmesini istediği veya en azından öldüğünü zannettiğidir. Bunları tarihçiler araştırmalılar.

•             İkinci Abdülhamit dönemindeki jurnalcilik olaylarını nasıl yorumlayabiliriz?

Aslında Abdülhamit’in istihbarat servisi çok seviyesiz değildir. Tam tersine etkili bir istihbarat servisidir. Ancak onu karalamak için “hafiye teşkilatı” adı takılmıştır. Ruh hastası denmiştir ki, hiç öyle bir şey yoktur. Evet, Osmanlı donanmasını Haliç’e hapsetti, ama donanmanın içine büyük ölçüde İngiliz subayların sızdığını gördüğü için bunu yaptı. Abdülhamit büyük ölçüde hafiyelik yapmakla beraber bunların hiçbirini tasfiye etmemiştir, yani öldürmemiştir. Mesela Rusya’da birçok insan rejim aleyhtarı olduğu için bertaraf edilmiştir. Ama Abdülhamit iktidarında bu yapılmamış, daha yumuşak metotlarla etkisiz hale getirilmeye çalışılmıştır.

•             Osmanlı da padişahların dışında planlar yapan derin bir oluşum var mıdır ?

Yoktur. Oluşum, sarayın etrafındadır. Orada derin devletle görünen devlet özdeştir. Ama bir karşı grup oluşmuştur. İttihat ve Terakki ve de onlar Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu hazırlamıştır. İttihat ve Terakki Türkiye’nin geleceğini başka bir yerde gördü. “Bunda yabancı etkiler ne kadar vardı?” sorusunu sorarsanız Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde yönetim zaten hemen hemen tamamen yabancı etkiler tarafından belirleniyordu ve padişah artık sarayın içine hapsedilmiş durumdaydı.

•             Fehriye Erdal’ı Belçika’nın teslim etmemesi neyin işaretidir?

Belçika, Fehriye Erdal’ı cinayetle itham ediyor mu, evvela onu sormak lazım. Belçika hükümeti cinayete karışmış bir kişiyi niye himaye etsin? Üstelik Özdemir Sabancı’yı öldüren bir kişi. Bunun mantığı yok.

Avrupa Birliği ve Yeni Süper Güçler Dünya Sistemini Değiştirebilecekler mi?

•             Avrupa Birliği kimin planıdır?

AB başlangıçta Avrupa’nın kendi inisiyatifiyle harekete geçmiştir. 1970’lerde Avrupa kendisini, ekonomik olarak Amerika’nın önünde görüyordu. Ve dünya üzerinde Avrupa’nın Amerika ve Sovyet güçlerine karşı siyasi, ekonomik, askeri bir güç olmasını istiyorlardı. Felsefe bu olmakla beraber ABD’nin kabul edemeyeceği bir şeydi bu, çünkü hem kendisine rakip bir güç oluşuyor hem de kendisinin kontrol ettiği ve sömürdüğü bir alan elinden çıkıyordu. O günden itibaren ABD, Avrupa’nın bu oluşumunu kontrol etmeye uğraştı. Görünüm itibariyle, yapılanma itibariyle karşı çıkmadı, ama onu kontrol etmeye uğraştı. Şu andaki duruma baktığımız zaman bütün gördüğümüz eylemler bu çerçeve içinde değerlendirilebilir. Mesela Fransa’nın hayır oyu sadece halkın bazı beklentilerinin gerçekleşmemesi sonucu çıkmamıştır. Dikkat ederseniz, siyasiler de buna hayır diyorlardı. Siyasiler şüphesiz siyasi hesap yaparlar. İşsizlik arttı, şöyle oldu, böyle oldu gibi kısa vadeli olaylarla geleceği değerlendirmezler. Siyasi önderler de hayır diyorlardı. İngiltere etrafında oluşan global sermayenin kontrol ettiği bir güç var: İngiltere, İtalya, Polonya. Buna bir de Türkiye’yi dahil ettikleri zaman Avrupa içerisinde gerçek Avrupa’yı bir güç haline getirmek isteyen grup son derece sınırlı kalacaktı. Ve yeni AB küresel sermayenin kontrolü altında bir yapıya dönüşecekti. İtiraz bunadır.

•             Niye İngiltere, İtalya, Polonya ve Türkiye?

Bir kere İngiltere gücünü küresel sermayenin merkezi olması konumundan alıyor. ABD’de küresel sermayeye karşı bir mukavemet var. Rusya’dan kovuldular. Dikkat ederseniz İngiltere onların şu anda merkezi konumunda. İngiltere’nin ekonomik konumu Fransa ve Almanya’dan daha iyidir son zamanlarda.

•             İngiltere’de işsizlik yüzde 47, Fransa’da yüzde 10.

Evet, peki İngiltere’ye bu ekonomik rahatlığı veren nedir? Bu ekonomik rahatlığının arkasında küresel sermaye vardır. İtalya da aynı şekilde küresel sermayenin desteklediği bir yerdir. Polonya, ABD için özel bir yerdir. Dikkat ederseniz Polonya’ya yabancı sermayenin gelişi son derece yüksektir.

•             O zaman şu sorunun cevabını aramak lazım: AB, Türkiye’ye hayır dedi, ama Türkiye’ye gelen yabancı sermaye arttı.

Borsa da düşmüyor. Bunun sebebi ne olur?

Küresel sermaye var, ama şunu da söyleyelim. İngiltere’de küresel sermayeyle işbirliği yapabilecek büyük bir devlet yapısı var. Onun kendi tercihidir ve küresel sermayeyle ortaktır. Bizim bilinçsiz tercihimizdir, onların bilinçli politikasıdır.

•             Küresel sermayenin rengi, ırkı, dini var mıdır?

Hayır. Hiçbir rengi, ırkı, dini yoktur. Çoğu kimseler parayı kontrol edenlerin önemli bir kısmının Yahudi olduğuna bakarak bunun bir Yahudi hareketi olduğunu söylüyorlar. Ben de soruyorum: Bu insanlar hangi kimlikleriyle bu işi yapıyorlar? Yahudi kimlikleriyle mi, para sahibi kimlikleriyle mi? Eğer para sahibi kimlikleriyle yapıyorlarsa, ben artık onların ırkıyla ilgilenmem.

•             Fransa ve Hollanda’da AB Anayasası’na hayır oyları çıka. AB ve Türkiye arasındaki ilişkiyi nasıl yorumluyorsunuz?

AB hakkında benim bugüne kadar söylediklerimin özeti şudur: Türkiye, AB’ye girmeyi istiyor, ama AB’nin ne olacağını düşünmüyor. Ben, “AB gerçekleşmeyecek” diyordum. Benim tezim buydu ve ısrar ediyorum. Bunun sebebi şu: AB artık bir Avrupa projesi olmaktan çıkmış, küresel sermayenin projesi haline dönüşmüştür. Oysa buna mukavemet eden güçler vardır AB’nin içerisinde. Özellikle Fransa ve Almanya, küresel sermayenin egemenliğine karşı mücadele edecektir.
Türkiye’nin alınmamasının nedeni bugün ileri sürülen sebepler değildir. Farklı bir kültürü yansıtması, iş gücünün orayı istila edeceği şeklindeki endişeler yersizdir. Türkiye AB’yle anlaşma imzaladığı zaman 1963 yılında Türkiye Müslüman bir ülkeydi. Herhangi bir itiraz da gelmedi. Biz o tarihten sonra Müslüman olmadık. İkincisi, ekonomimiz o zaman çok daha kötü durumdaydı. Ve Türk işçilerini Avrupa’yı istila etmesi söz konusu değildir. Çünkü Türkiye, serbest dolaşımdan koşulsuz ve süresiz vazgeçtiğini beyan etmiştir. Bugün Türkiye’ye yönelik olumsuz tavır, Türkiye’nin küresel sermayenin bir aracı olduğu şeklindeki kanaatten kaynaklanmaktadır. Şunu düşünüyorlar: Türkiye eğer İngiltere’yle beraber Avrupa Birliği’nin üyesi olursa buna Polonya ve İtalya’nın eklenmesiyle AB bir Avrupa projesi olmaktan çıkacak ve küresel sermayenin harekât alanı haline dönüşecektir. İtiraz bunadır. Halkın oylarındaki motifleri farklı olabilir. Onlar günlük sorunları nedeniyle hayır demiş olabilirler. Ama onları yöneten siyasi parti liderleri var. Onların da aynı endişelerle böyle davrandığını, çok uzun vadeli bir yapılaşmayı günlük aksaklıklar veya sorunlar nedeniyle engellediklerini söyleyemeyiz.

•             Peki, AB dağılacak mı?

AB ikiye ayrılacak: Merkezi Avrupa, yani Almanya ve Fransa merkezli bir yapı, AB fikrini savunmaya devam edecektir. Fakat İngiltere ve onun çevresindekileri bertaraf edeceklerdir.

•             Karşı grup, yani İngiltere ve etrafındakiler nasıl hareket edecekler?

Eğer küresel sermaye dünya üzerindeki egemenliğini kaybederse, İngiltere’nin dünya üzerinde önemsiz, kıyıda köşede kalmış bir ülke haline geldiğini göreceksiniz

•             Ortaya çıkan bir Çin var ve çok büyük bir kuvvet. Çin hakkındaki gözlemleriniz nelerdir?

Çin’e son derece büyük bir sermaye akımı vardır. Kapitalizmi savunan büyük sermayenin hâlâ Komünist Partisi tarafından yönetilen Çin’e sermaye götürmesi anlaşılamaz. Demek ki, ideolojik olarak karşıtlık aslında bir masaldan ibarettir. Geçmişte bu masalı bize anlatmışlar ve biz de buna kanmışız. Kapitalistler ölçüde komünist bir yönetime büyük ölçüde sermaye yatırımı yapabilirler. Bunu yapmalarının nedeni oradaki ucuz emeği kullanmaktır. Fakat fark edilmeyen bir şey var. Bugün dünyadaki küresel sermayenin aslında ana kaynaklarından birisi Japonya, Kore ve Çin gibi ülkelerdir.
Şöyle bir mekanizma çalışır. Sadece Çin’i söyleyeceğim, ama diğerlerini de buna benzetebilirsiniz. Çin bin dolarlık bir mal sattığı zaman Amerika bunu tüketir. Tüketince Çinliler bin dolar alacaklı olur. Bunun beş yüz dolarını ithalata harcarlar, kalan beş yüz doları da Amerika’ya getirir, bankalarına yatırırlar. Bu suretle Amerika’daki global sermayenin elindeki paraların büyük bir bölümü Uzakdoğu’dan ve petrol üreten bölgelerden gelir. Yani bu ülkeler iki rolü bir arada yaparlar. Amerika halkının refah içerisinde yaşamasını sağlarlar. Bundan elde edecekleri paraları da küresel sermayenin kontrolüne vermek suretiyle onun dünya üzerindeki egemenliğini sağlarlar. Fakat ayrıca Çin’in çok ilginç başka bir rolü daha vardır. Ucuz mal sattığı için dünyada hiçbir yerde ücretleri yükseltmek mümkün olamaz. Çünkü Çin’le rekabet edemezler; bu yüzden global kapitalizm, dünya işçilerinin ücretlerini Çin baskısıyla aşağıda tutar. Bu da onların kârlılığını artırır.

•             Oyunu oynatan kuralları da koyar.

Evet, aynen öyle. Bugün Çin bu rolü oynamakla sadece kapitalizme hizmet etmektedir, kendi halkına değil.

•             Küresel sermaye sıcak para operasyonları, IMF ya da Dünya Bankası gibi araçlarla bir ülkede istediği değişikliği yapabilir mi?

BENİM İLGİ ALANIM, DAHA DOĞRUSU ONLARIN METODU OLARAK GÖRDÜĞÜM ŞEY; EKONOMİYİ KONTROL ETMEK, TOPLUMLARI YÖNETMEK VE ONLARI YÖNLENDİRMEKTİR. FAKAT BUNLARI DİLE GETİRDİĞİNİZ ZAMAN ÇOK RAHATSIZ OLDUKLARINDAN ADINA KOMPLO TEORİSİ DİYORLAR VE HEMEN İŞİ SULANDIRMAK İÇİN İLGİNÇ KOMPLO TEORİLERİ UYDURUYORLAR. BU ANALİZLERİN YANINA OTURUP, “DEPREM DE YAPIYOR, KIYAMET KOPACAK, ŞÖYLE GİZLİ ÖRGÜTLER VAR, BUNLAR DÜNYAYI ELE GEÇİRECEK” DİYE BİR SÜRÜ BENZER YAYINLAR YAPIYORLAR. BU ASLINDA GERÇEĞİ ÖRTMEK İÇİN KULLANILAN BİR METOTTUR.

•             Japonya’nın her zaman güçlü bir ekonomisi oldu, ama güçlü bir ordusu ve gizli servisi olmadığı için dünya üzerinde hiçbir şamarı söz sahibi olmadığı söylenir. Bu sizce ne kadar doğru?

Japonya için şu tabiri yirmi senedir kullanıyorum: Japonya bir hapishanedir. Ekonomisi tamamen dışa bağlıdır. Amerika’ya mal satamadığı zaman alternatif pazarı olmadığı için Japon ekonomisi çöker. O çok çalışır, Amerika’ya mal satar ve elde ettiği paraları Amerikan finans çevrelerine vermek zorundadır. O bir köledir. Herkes askeri açıdan bakıyor, ben ekonomik olarak bakıyorum.

•             Güçlü bir ordusu olmamasını neye bağlıyorsunuz?

Olsa neye yarar ki! Ordusu şu anda ekonomik yapısına baktığınız zaman bütün kaynaklarını dışarıdan sağlamaktadır ve bu kendi kontrolünde değildir. Zaten Japonya’nın savaşa girmesinin amacı, kaynaklarını kontrol etmekti. Ama gerek enerji gerek hammadde açısından tamamen başkalarının himmetine bağlıdır.

•             Fransa’nın eski Devlet Başkanlarından De Gaulle’ü nasıl değerlendiriyorsunuz? Dünya siyasetinde nereye oturtabiliriz?

De Gaulle bir Fransız milliyetçisiydi, ama Fransa’nın SSCB ve ABD gibi iki süper güçle tek başına mücadele edemeyeceğini bildiği için bu gücü Avrupa çapında oluşturmak istedi. AB’nin temelinde de bağımsız ve güçlü bir Avrupa kurmak yatıyordu. Bunun için ilk aşamada ekonomilerinin bunlarla mücadele edebilecek konuma gelmesi isteniyordu. 1970’lerde ABD’den daha fazla üreten ve ihracat yapan bir bölge konumuna geldiler. Ancak ondan sonra AB ve ABD arasında ciddi bir mücadele başladı. Herkes mücadelenin ABD ve SSCB arasında olduğunu söylerken, ben ABD ve Avrupa arasında olduğunu söylüyordum.

•             “Büyük Ortadoğu Projesi” kitabında siz, “Herkes Amerika’nın petrol için Afganistan ve İrak’a saldırdığını zannediyor. Hâlbuki piyasayı kontrol ettiğiniz zaman bunları da kontrol edersiniz” demiştiniz ABD’nin temel amacı nedir?

Şu ana kadar koyduğumuz bir model var. ABD insanları çalıştırıyor, bunların ürettiklerini kullanıyor. Ve buradan elde ettikleri paraları da dünyada egemenlik sağlamak için yine kendi finans kurumlan vasıtasıyla kullanıyor. Bu model bozulursa Amerikan egemenliği çöker. ABD diyor ki, ben bu ülkeleri, onların enerji ve hammadde kaynaklarını kontrol edersem bu ülkeleri kontrol etmiş olurum. Sadece diğerlerinin kaynaklarını kontrol etmek için BOP’u (Büyük Ortadoğu Projesi) devreye sokuyor. Böylece kendi parasının egemenliğini sağlıyor. Eğer parası egemen olamazsa hem siyasi hem de ekonomik egemenliği sona erer. Ve ben son tahlile varıyorum: ABD’nin mücadelesi para içindir. Parasının dünya parası olmaya devam etmesi içindir. Petrol sadece bunun bir aracıdır. Petrolü kontrol ederek hem rakip ülkelerin ekonomilerini kontrol etmek hem de kendi parasının üstünlüğünü sürdürmek istiyor.

•             ABD’nin İran’dan rahatsız olduğu aşikâr. Arada Suriye’yi de tehdit ediyor. ABD ne yapmaya çalışıyor?

ABD’nin dünya üzerindeki üstünlüğünü sağlayan; Uzakdoğu’daki endüstrileşmiş ülkeler, petrol üreten ülkeler ve bir ölçüde de Avrupa. Bu hem Amerika’nın refahına katkıda bulunuyor hem de onun sermaye stoklarını temin ediyor. Bu gidişin değişmesi için üretici ülkelerin kendi petrol kaynaklarını kontrol etmesi lazım. Aksi halde ekonomileri bağımsızlaşır ve benimle ticaret yapmak, paralarını bana yatırmak gibi bir mecburiyetten kurtulurlar. BOP’ta hedef, BOP’un kapsadığı alan değildir, rakip ülkelerdir. Bunun için bu bölgeyi kontrol etmek istiyor. Burada boşluk, şu anda İran’dır. İran’da halka tamamlanamamıştır. Fakat hemen şunu söylüyoruz: Bu bölgeyi kontrol etmenin temel şartı, Türkiye’yi kontrol etmekten geçer. Türkiye olmadığı takdirde bölgenin kontrolü imkânsızdır. İran konusuna geldiğimiz zaman, İran’ın Amerika tarafından imha edilmesi mümkündür, işgal edilmesi mümkün değildir. Amerika imha, Türkiye işgal gücüdür.

•             Bu durumda ABD nasıl bir politika izleyecek?

ABD, Türk Silahlı Kuvvetlerinin kendisiyle işbirliği içinde olmasını istiyor. Daha önceden söyledim. Irak harekâtı başladığı zaman ABD’nin Türkiye’de konuşlanmasına sebep yoktu. Kendisi kuzeyde cephe açılmadığı takdirde ABD’nin Irak Savaşı’nda zorlanacağını ifade ediyordu ki, bu doğru değildi. Nitekim sözlerimiz de doğru çıktı. Kuzey cephesi açılmadığı halde ABD Irak’ı 21 günde ve çok az zayiatla işgal etti.
Türkiye’den yüz bin asker getirip üç yüz tane uçak ve on beş tane liman ve havalimanını kontrol etmesine de gerek yokmuş. Bu harekâtın kod adı Irak, hedefi Türkiye’dir. Burada hedeften kastettiğim şey Türkiye’ye hasmane bir tavır değildir. Sadece Türkiye’de asker bulundurmak ve yapacağı harekâta Türkiye’yi ortak etmektir. Bugün de bir numaralı hedefi odur.

•             İran’ı içten yıkmayı düşünebilirler mi?

Evet, içten yıkmayı düşünebilirler. Ama asıl istekleri, Türkiye’yle ortak bir İran harekâtı düzenlemektir. Asıl amaçları da budur.

•             Türkiye buna nasıl bakar?

Türkiye buna mecbur kalabilir. Şu şekilde mecbur kalabilir. Birincisi, Türkiye’de konuşlanmış Amerikan askerleri Irak’ta fiili bir saldırıda bulunabilirler. Türkiye ister istemez bu savaşın içerisine girebilir. İkincisi, ekonomik zorlukları nedeniyle böyle bir teklifi reddedemez.

•             Irak’ın geleceğini nasıl görüyorsunuz? Şu an Devlet Başkanı olan Talabani var. Tabii bu Türkiye’nin pek içine sindirdiği bir durum değil.

Türkiye analizlerini bölgesel ve küçük ölçüde yapmamalıdır. Bir Kürt devletinin kurulması veya kurulmaması dünya dengelerini değiştirmez.Oysa şu an tüm çatışma, dünya dengeleriyle ilgilidir. Ve burada Türkiye şunu hesaplamak zorundadır veya hesaplamalıdır. ABD, Türkiye’yi kaybetmeye razı olabilir mi? Olabilirse mesele yok, o zaman Kürt devletini kurar. Ama biz diyoruz ki, bugünkü şartlar içerisinde ABD, Türkiye’yi kaybettiği zaman büyük savaşta çok gerilemiş konuma gelir. Onun için ben olsam aldırmam bile.

•             Irak’taki isyan hareketleri bu şekilde devam eder mi?

Irak’taki isyanların belirli bir süre devam edebileceğini zannediyorum. Zaten bu isyan ABD’yi rahatsız etmiyor. Çünkü dikkat ederseniz güneyde İngiliz bölgesinde, yani Şiilerin bulunduğu bölgede, herhangi bir isyan hareketi yok; kuzeyde Kürt bölgesinde de yok. Nüfusun yüzde 80’i isyanın dışında. Yüzde 20’ye yakın bir kesimde isyan var. Sadece Sünni kesimde var.

•             İngilizler Şiilerle anlaştı diyebilir miyiz?

Anlaştı diyebiliriz. İngilizler onları yönetmeyi biliyor bir defa. Ve birtakım menfaatler de sağlıyorlar. Zaten bir devleti yönetebilmek için onu yönetenlerle çıkar ilişkisine girmeniz lazım. Onlara ya menfaat ya da hem menfaat hem de mevki vermeniz lazım. Kim verirse kontrol eder o ülkeyi. İngiliz biliyor bunu. Şimdi projelerinin şu olduğunu düşünüyorum: Suriye’deki Fransız etkinliğini bertaraf edecekler. Orada da İngiltere’nin etkin olduğu bir yapı oluşacak. Ve böylece Fransızları Ortadoğu’daki son kalesinden kovacaklar. Kuzeyde de zaten Cezayir’de ve Libya’da Fransız İtalyan etkinliği giderek azalıyor. BOP’un dahil olduğu bu bölgede Avrupa’nın herhangi bir etkinliği kalmayacak.

•             ABD’nin temel hedeflerinden biri de Kuzey Kore. Bu sorunu nasıl halletmeyi düşünüyorlar?

Kuzey Kore’ye şu anda bir askeri müdahale yapacaklarını zannetmiyorum. Ama zaman içerisinde Kuzey Kore’deki ekonomik zorlukları, baskıcı yönetime karşı iç bir hareket yapmayı denerler. Ama herhangi bir askeri hareket yapmalarına gerek yok.

•             Peki, oradan nihai bir netice alabilirler mi?

Kuzey Kore’nin orada bulunmasının hiç kimseye bir zararı yok. Stratejik dengeleri etkilemiyor.

•             Egemen küresel sermayenin merkezini oluşturduğu dünya derin devleti önümüzdeki elli sene içerisinde nasıl bir strateji yapmayı öngörüyor?

Aslında burada küresel sermaye dediğimiz sermayeden hem Amerikan yönetimi hem de Rus yönetimi rahatsız, çünkü onların gücü giderek kendilerini de aşıyor. Sonuç olarak ABD ve Rusya küresel sermayenin idare ettiği bir bölge haline geliyor. Onun için ben küresel sermayenin dünya üzerinde egemen olacağına inanmıyorum. Bunu bertaraf edeceklerdir.

•             Peki bu, dünya için iyi mi, kötü mü olur?

Dünya için neyin iyi neyin kötü olduğunu bilmek mümkün değil. Çünkü küresel sermaye taraftarlarının da kendilerine göre bir idareleri var. Onlar da dünya için bir cennet vaat ediyorlar. Bugün çatışmaların temelinde ulus devlet yapıları vardır. Eğer küresel sermaye bütün dünyaya hâkim olur ve yönetimde liberalleşme ve demokrasi, ekonomide kapitalist ilişkiler söz konusu olursa çatışmalar ortadan kaldırılacaktır. Ordulara ayrılan meblağlara gerek kalmayacak ve dünya sadece refah için uğraşılan bir yer haline gelecek. Onların da iddiası budur.

•             Türkiye’nin tüm bu söylediklerinizin ışığında nasıl bir rol izlemesi ve ne yapması gerekir?

Burada Türkiye, dünyanın nasıl olacağına karar veremez. Bu gidiş tamamen küresel sermayenin egemenliğine doğru olsaydı, zaten o da buna razı olmak durumunda kalacaktı. Bugüne kadarki izlenim, küresel sermayenin egemenliğini pekiştireceği ve Türkiye’nin de küresel sermayenin bir parçası olacağı yönündeydi. Ama eğer bu gerçekleşmeyecekse, Türkiye’de küresel sermayeyi savunanlar dünyada küresel sermayenin yenilgisiyle yenilgiye uğrarlar. Biz olayı Türkiye ölçeğinde değil, dünya ölçeğinde değerlendirmeye çalışıyoruz. Siz iyiyi kötüyü kendinize göre seçebilirsiniz, ama sonucu tayin edemezsiniz ve sonuç ulusalcılıkta bitecektir. Bu bizim değil, dünyanın tercihidir.

•             İran niçin önemli?

İran bölgede en önemli yerdir. Çünkü İran, coğrafya itibariyle Orta Asya ve Hindistan’a giden yolların olduğu bir bölgede bulunmaktadır. İkincisi, hem dünyanın en büyük ikinci doğalgaz rezervine sahip, hem de petrol üreten bir ülkedir. ABD’nin stratejisi ekonomik ve siyasi rakiplerinin doğal kaynaklarını kontrol etmektir. İran dışında diğer petrol üreten ülkelerin yönetim yapıları askeri ve siyasi güçleri son derece sınırlıdır. Oysa İran’da egemenlik sağlamak kolay değildir. İç güçlerle egemenlik sağlayamazsınız. Burada oluşacak bir krizde Amerika doğrudan doğruya müdahale etmek zorundadır. Mesela Suudi Arabistan kendi gücüyle çevresine karşı kendisini koruyamaz. Amerikan askeri, doğrudan müdahale etmek zorundadır. Ve bunun ciddi riskleri vardır.Onun için Amerika’nın düşüncesi şudur: Bölgeyi kendi içerisindeki güçlerle korumak. Burada da iki tane içsel güç vardır. Bunlardan biri İran, diğeri de Türkiye’dir. İran hem bölgesel güç olması hem doğal kaynakları kontrol etmesi nedeniyle önemlidir. Türkiye ise doğal kaynakları olmadığı halde bölgeyi kendi gücüyle kontrol edebilecek bir yapıya sahiptir.

•             Son İran seçimlerini ve Ahmedinecad’ın seçilmesini nasıl yorumladınız?

Burada Batı ciddi bir yanılgıya düşmüştür. Sonuçta önemli bir kayıp anlamı taşır, çünkü genel düşünce şuydu. Liberalleşme ve demokratikleşme, kitlelerin istediği bir şeydir. İran’da da molla rejiminin muhalifleri giderek artmaktadır. Bu nedenle seçimi ılımlılar kazanacaktır. Bunun temsilcisi de Haşimi Rafsancani’ydi. Haşimi Rafsancani’nin özelliği şu: Hem bir din adamı hem de ciddi bir kapitalist. Zaten ABD’nin bölgede istediği şey; İslam dinini kapitalistleştirmek, piyasa ekonomisinin içine dahil etmektir. Burada bir örnek vermek istiyorum: Kadınlara özgürlük talepleri, kadının piyasaya açılmasıdır. Onun taleplerinin de batı mallarına yönelik olması ve bu suretle piyasaya dahil edilmesi bu ülkelerin batının pazarlarıyla bütünleşmesini amaçlamaktadır. Kadın hakları bugüne kadar kimsenin aklına gelmiyordu da neden şimdi geldi? Ahmedinecad’ın seçilmesiyle İslam’ı kapitalistleştirme tezi çürümüştür.

•             Ahmedinecad neyi sembolize ediyordu?

Ahmedinecad halkın ekonomik şikâyetlerinin ve bir de bağımsızlık arzularının temsilcisidir. İran halkı Ahmedinecad’da kendi bağımsızlıklarını savunacak bir kişilik bulmuştur.

•             Ahmedinecad’ın da İran derin devleti ve mollalarla da çok sıkı ilişkileri olduğu söyleniyor. Seçimlerden evvel de İran derin devletiyle anlaştığı gazetelere ve televizyonlara yansıdı.

Doğru. İran’daki derin devlet, yani onu yöneten güç esas itibariyle sadece dini motiflerle hareket eden bir güç değildir. Her ne kadar Batı’da böyle gösteriliyorsa da aslında onların siyasi hesapları vardır. Ekonomik hedefleri vardır. Bunları gerçekleştirmek için uğraşıyorlar. Kendi ekonomilerinin dünya ekonomileriyle bütünleştirmek niyetinde değiller ve Batının siyasi kontrolü altına girmek de istemiyorlar.

•             Çin ve Hindistan’ı hesaba katarsak İran’ın geleceğini nasıl yorumluyorsunuz?

Rusya ve Çin arasında artan bir yakınlaşma ve bölgede Amerikan etkinliğinin azaltılması yönünde bir talep olduğunu görüyoruz. Ben bunun bir çatışmayla sonuçlanacağını zannetmiyorum. Bundan sonraki uzlaşmalar, masa başında olacaktır. Herkes kartlarını ortaya koyacak ve şunun payı şu kadardır denecektir. Bu fiili bir çatışmaya dönüşmez, masa başındaki bir savaş olacaktır. Ve anladığım kadarıyla İran, Batı’nın nüfuz bölgesi dışında kalacak.

•             Çin’in geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Çin’in büyük güç olabilmesi için zamana ihtiyacı var. Ekonomisi şu anda Batı tarafından kontrol edilebilir ve ettirilebilir düzeyde.

•             Çin uzun zamandır uzun menzilli füzeler yapıyor. Herkes şu soruyu soruyor: Acaba bu füzeleri yapmasının asıl sebebi nedir?

Kendisine ABD ya da Rusya’dan yönelecek askeri bir harekâta karşı caydırıcılık sağlamaktır. Onların gücüne erişmesi, şu anda görünür gelecekte mümkün değil. Ama yenmek başka bir şey, karşı tarafı saldırıdan vazgeçirmek başka bir kavramdır. Çin’in stratejisi, “Bana zarar verebilirsiniz, beni yok edebilirsiniz, ama siz de büyük bir yara alırsınız” demektir.

•             Rusya…

Şu anda Rusya’nın çok ciddi problemleri var. İki tane gücü var. Bunlardan bir tanesi, nükleer silah açısından saldırılara karşı gayet iyi korunmasıdır. O bakımdan kendisine saldırılması mümkün değildir. İkincisi, doğal kaynaklar açısından Avrupa, Japonya ve Çin gibi dışarıya muhtaç değildir. Hatta dışarıya satabilecek konumdadır. Ve bu doğal kaynaklar her konuda söz konusudur. Bir tek şey hariç: tarım ürünleri.

•             Bu kadar doğal kaynağı var, ama bunları verimli bir şekilde kullandığını göremiyoruz

Evet, ama bu, kullanmayacağı anlamına gelmez. Bir sistem değişikliği oldu. Milli geliri, Sovyet döneminin yarısına kadar indi. Bunu hastalığın nekahet dönemi olarak görebilirsiniz.

•             Rusya’nın kendi içinde bir çatışması var mı?

Bu çatışma aslında Rusya içinde değildir. Rusya ile küresel sermaye arasındadır. Putin iktidara geldikten sonra küresel sermayeyle bütünleşmiş oligark denilen kitleyi bertaraf etti. Bunların servetlerine el koydu. Kontrol ettikleri medyayı da ellerinden aldı. Bu mücadeleyi bir iç çatışma olarak görmek yerine uluslararası sermayeye karşı verilmiş bir savaş olarak algılamak doğrudur.

•             Hindistan süper güç mü, yoksa bölgesel güç mü olur?

Gücü tarif ederken şu kriteri de göz önünde tutmak lazım: Hindistan’ın tavrı dünyayı etkiler mi? Askeri açıdan dünyayı tehdit edebilir, siyasi açıdan rol oynayabilir mi? Bu üç kritere göre de Hindistan’ın etkileyici bir konumu, rolü yoktur ve sadece bölgesel güç olarak kalır.

•             Ama Çin bunu kırabilir diyorsunuz

Çin bunu kırabilir. Şunu söyleyebilirim: Dünya üzerinde rol oynama açısından Türkiye Hindistan’dan daha etkilidir. Oysa baktığınız zaman Hindistan çok büyüktür, ekonomisi daha güçlüdür. Hatta bilimsel düzeyinin şu anda çok yüksek olduğu söylenmektedir, ama buna rağmen Hindistan, Türkiye’nin oynadığı rolü oynayamaz.

•             Coğrafi konumundan ötürü mü?

Hem coğrafi konumundan ötürü hem de Türkiye’nin Müslüman ve Türk oluşundan ötürü.

•             Türkiye’nin Türkî cumhuriyetlerle ortak hareket etme düşünmesi bir sonuç verir mi? Hem Ozal hem de Demirel bu konuyu çok düşünmüşlerdi, sonuç almak mümkün mü?

Hiçbir sonuç almak söz konusu değildir. Ben dünyadaki birlikteliklerin din ve ırk esasına dayanarak gerçekleşeceğine inanmıyorum. Bu kolaylaştırıcı bir faktör olur, ama belirleyici olmaz.Belirleyicilik, siyasi şartlara göredir. Yani, “Türkler Türklerle, Müslümanlar Müslümanlarla yaşar” iddiası kesinlikle geçerli değildir. Öyle olsa Hıristiyanlar Hıristiyanlarla yaşardı. Şunu da söyleyebiliriz: Aslında ABD, Avrupa’nın bir kopyasıdır, çünkü oradan göçmüş olan insanlar Amerika’yı oluşturmuştur. Böyle olsa aralarında hiçbir ihtilaf olmazdı.

•             Amerika’nın hiç kırılma noktası yok mu?

Bir devletin gücünden söz ederken aynı zamanda zaaflarından da söz ediyoruz. ABD ekonomisi büyük ölçüde dışarıdan kaynak transferine dayanarak bu refah düzeyini sürdürmektedir. Dünya üzerindeki petrolleri kontrol ettiği için parası bu kadar güçlüdür. Buradaki bir kırılma Amerika’yı birdenbire çok gerilere götürür. Zaten bugün BOP projesinin ve ABD’nin bütün dünyada askeri açıdan yayılmasının nedeni, varlığını sürdürebilmek içindir. Bu onun kırılma noktasıdır. Şimdi ABD’ye dışarıdan kaynak transferini durdurunuz, bu aşağı yukarı 800 milyarla 1 trilyon doları buluyor şu sıralarda. Bu ABD’de ciddi bir ekonomik gerilemeye yol açar. Hatta petrol bölgesindeki etkinliğinin azalması Amerika’nın enerji güvenliğini tehlikeye sokar. Şu anda Amerika tüm dünya ekonomilerini bir orkestra şefi gibi istediği şekilde idare ediyor. Petrol fiyatlarını yükselterek Avrupa’nın gerilemesini, Japonya’nın sıkıntıya düşmesini sağlayabiliyor. Çin’i frenleyebiliyor. Buna karşılık Rusya’nın problemlerini çözebiliyor.

•             Temmuz ayında İngiltere’de gerçekleşen patlamaları nereye koyuyorsunuz? Önce 11 Eylül’de Amerika’da, daha sonra Madrid ve İstanbul’da ve dördüncü ayak olarak da Londra da patlamalar oldu.

Bunun için bir suçlu ilan ediyorlar: ElKaide. Onun için önce ElKaide’yi irdelemek, ondan sonra kimin yaptığını tespit etmek lazım. ElKaide’nin belli özellikleri var. ETA veya IRA gibi belli bir bölgede veya ülke içerisinde iddia sahibi değil. Genel bir iddiası var. Onun dışında siyasi hedefinin ne olduğu bilinmiyor. Diğerlerinde bir devlet kurmak veya devletten ayrılmak gibi bir hedef varken, ElKaide böyle bir siyasi hedefe sahip değil. Galip gelse “Sonunda ne olacak?” sorusu ortada. Diyelim ki, bu terör örgütü muvaffak oldu. Ne elde edecek? “Amerika’yı kendileri mi yönetecek, yoksa farklı bir güç odağı mı olacaktır?” sorusu cevapsız. Çünkü böyle bir güç olabilmesi için arkasında bir halk tabanının bulunması ve coğrafi bir alanının olması lazım. Hâlbuki ElKaide için ne bir coğrafyadan söz ediliyor ne de bir iktidar alternatifi olma iddiası var.
İkincisi, ElKaide’nin hedefleri çok büyük, adeta bütün dünyayı karşısına alıyor. Sadece ABD’yle sınırlı değil. Sizin söylediğiniz gibi Türkiye, İspanya, İngiltere, Rusya ve daha sayılamayacak kadar çok ülkede eylem yapabiliyor. O zaman büyük bir gücü var.
Üçüncüsü, bu tür terör örgütlerinde bu örgütleri destekleyen siyasi bir organizma var. O zaman diyoruz ki, böyle bir güç aslında ElKaide olamaz. Bu bir kod adı gibidir. “Bu vasıflara sahip güç kimdir?” sorusunun cevabını aramamız lazım. Bu vasıfları düşündüğümüzde böyle bütün dünyayla çatışmayı göze alabilecek gücün ve bir coğrafyaya bağlı olmayan gücün sadece küresel sermaye olduğunu görüyoruz. O zaman şu sonuca varıyoruz: ElKaide, ya küresel sermayenin ya da onunla mücadele eden gücün bir aracıdır.

•             Sizce hangisidir?

Çok riskli bir cevap vereceğim. Bana göre küresel sermayeye karşı olan gruplar tarafından kullanılmaktadır.

•             Bunun içinde de Müslüman unsurlar yanında başka unsurlar var mı?

Hayır, Müslümanları kullanıyorlar. Böyle bir hareketi yapmak için en uygun tip Müslüman tipidir, çünkü onlarda dine dayalı bir husumet için gerekli nedenler vardır. Hem dini, hem de sosyolojik nedenler var. Fakirlerdir, farklı bir dine mensupturlar. Böyle bir husumet, kitleler tarafından kolaylıkla kabul edilebilir ve anlaşılabilir. Onun için de tamamen farklı bir coğrafyadan gelmektedirler, bunun için seçilmişlerdir. Ayrıca bu vesileyle operasyon yapılacak bölgeler Müslümanların çoğunlukta olduğu petrol bölgeleridir. ElKaide’nin operasyonlarına bir misilleme yapılacaksa bu İslam coğrafyasına yapılacaktır. Aslında bu, aynı zamanda ABD’nin siyasi hedefidir. O bakımdan Müslüman kitle çok uygundur böyle bir örgüt için.

•             Bu tür patlamalar İspanya, Türkiye ve İngiltere’de oldu. Yarın bir gün aynı olayların İtalya’da olmasını bekleyebilir miyiz?

Benim tahminlerime göre bundan sonraki operasyon hedefleri; İtalya, Polonya ve Türkiye’dir, ama bu operasyonların mutlaka terör biçiminde olması gerekmez. Her ülke için uygun bir operasyon biçimi saptanacaktır.

•             İtalya için nasıl bir operasyon olabilir?

İtalya’da zannediyorum Berlusconi’yi bertaraf edecek birtakım eylemler yapılacaktır. Terör olabilir ki zaten herkes bunu bekliyor. Ama onun dışında da İtalya’yı küresel sermayeyle ittifakından vazgeçirecek eylemler yapılabilir.

•             İngiltere’nin seçilmesinin daha başka sebepleri olabilir mi?

Ortadoğu’nun manzarasına baktığınız zaman şunu görürsünüz: İngiltere, Irak operasyonunda ikinci büyük parçadır ve bunun yanında Ortadoğu’da ciddi kazanımlar elde etmektedir. Fakat bütün faturayı ABD ödemektedir, İngiltere kendisini ustaca gizlemiştir.
Hayır, bu operasyonda İngiltere’nin de hasım olduğu ve Amerika’ya hasım olan gruplarla hasım olduğu ilan edilmiştir. İngiltere hem Irak’ta operasyon yapıyor hem de Müslüman kitlelerle dost halinde. Bütün husumet Amerika’ya yönelik.
Irak’ın içerisinde Amerika’ya karşı direniş var, İngiltere’ye yok. Burada şu ortaya çıktı: Amerika neyse o da odur. Neden farklı muamele görsün?
(Not: Geri kalan bir kısmını da kitaptan mütalaa edebilirsiniz.)

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...