25 Nisan 2015

OSMANLI BELGELERİNDE ERMENİLERİN SEVK VE İSKÂNI (1878-1920) PDF E-KİTAP



OSMANLI BELGELERİNDE ERMENİLERİN SEVK VE İSKÂNI
 (1878-1920)
 PDF E-KİTAP 

ÖNSÖZ 
 XVIII. ve XIX. yüzyıllarda dünyada meydana gelen siyasî, sosyal ve eko-nomik gelişmeler, Osmanlı toplum ve devlet yapısında köklü değişmelere sebepolmuştur. Özellikle Fransız İhtilâli ile ortaya çıkan milliyetçilik akımının yayıl-ması ve Sanayi Devrimi sonucu güçlenen Avrupalı büyük devletlerin yayılmacıve himayeci politikaları, Osmanlı Devleti'ndeki gayr-ı müslim tebaada bağımsız-lık fikrinin doğmasına yol açmıştır. 
Bu çerçevede Balkanlardaki Hıristiyantopluluklardan Sırplar, Yunanlılar, Romenler ve Bulgarların, Avrupalı büyükdevletlerin destek ve kışkırtmalarıyla isyan ederek bağımsız birer devlet olarakortaya çıkmaları Ermeniler için de özendirici olmuş tur. Ermeni milliyetçiliği fikri; misyonerler, yabancı okullar ve büyük devlet-lerin desteği ile giderek güçlenmiş, neticede kilisenin de önderliğinde bağımsızlıkhareketine doğru yönelmiştir. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonucunda imzalanan Berlin Antlaşmasıile Ermeni Meselesi uluslararası bir boyut kazanmış, başta Rusya olmak üzere,bölgede emelleri olan Avrupa devletlerinin Osmanlı Devleti'ne baskı aracı olarakkullandıkları bir sorun haline gelmiştir. Büyük devletlerin desteğinden cesaretalan Ermeni milliyetçileri, Doğu Anadolu'da bağımsız bir Ermenistan kurmakamacıyla harekete geçmişlerdir. 

Ermenilerin bir kısmı, Osmanlı sınırları içinde ve dışında ihtilâlci-silahlıterörizmi mücadele metodu olarak seçen parti ve dernekler kurarak 1890 yılındanitibaren silahlı eylemlerini yoğunlaştırmışlardır. 1890'dan 1914 yılına kadarbirçok isyan çıkaran Ermeniler, I. Dünya Savaşı'nın çıkmasını kendileri için birfırsat olarak değerlendirmişler ve savaş başladığında vatandaşı oldukları OsmanlıDevleti’ne karşı başta Rusya olmak üzere İtilâf Devletleri ile işbirliği içinegirmişlerdir. Ermeni komitecileri, Ruslarla savaşan Osmanlı ordularını arkadanvurmak ve ikmal yollarını kesmek amacıyla harekete geçip silahlı isyanlara baş-lamışlardır. Osmanlı Hükümeti I. Dünya Savaşı'nın başlarında bazı ikazlar veidarî tedbirlerle olayları önlemeye çalışmıştır. Osmanlı Devleti, 24 Nisan 1915 tarihinde çıkardığı bir genelgeyle Ermenikomite merkezlerini kapatarak elebaşılarını tutuklamıştır. Osmanlı Hükümeti'ninErmeni komitelerini kapatması ve bir kısım komitecileri tutuklaması olaylarıönlemeye yetmemiştir. Ermeni terör olayları ve isyanlarına bağlı olarak alınantedbirler giderek artırılmış, isyana kalkışan ve Ruslarla işbirliği yapan bölgelerbaşta olmak üzere "sevk" ve "iskân" uygulaması başlatılmıştır. İlk önce Van,Erzurum, Bitlis ve Çukurova bölgesi sevk ve iskâna tabii iken, sonradan diğerbölgeler de bu uygulamaya dahil edilmiştir. İlk Ermeni kafileleri önce Konya'yagönderilmiş, daha sonra sevkiyat Musul vilâyeti ve Halep'in güneydoğusu ile Zorbölgesine kaydırılmıştır. 

Buna rağmen İstanbul, İzmir ve Trakya bölgesi -ko-miteciler hariç- sevk ve iskân uygulamasından muaf tutulmuştur. Osmanlı Hü-kümeti sevk ve iskân uygulamasını o günün şartlarında bir kanuna dayandırmış,keyfî bir uygulamaya da gitmemiştir. Ermenileri geçici bir süre için savaşın direktetkisinden ve karşılıklı çatışmalardan korumak amacıyla ülkenin güvenli birbaşka bölgesine yerleştirmiştir. Sevk ve iskâna tabii tutulan Ermenilerin cangüvenliği ile her türlü iaşe ve ibâtelerinin karşılanıp mallarının korunması içinmümkün olan bütün önlemler alınmış, bu kurallara uymayan veya ihmalleri gö-rülen resmî görevliler sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanarak çeşitli cezalaraçarptırılmışlardır. 600 yıllık Osmanlı tarihi incelendiği zaman, hemen hemen her dönemdeçeşitli sebeplerle ortaya çıkan toplu hareket ve isyanlarda olaylara karışanlarındin ve etnik kökenine bakılmaksızın "sürgün" cezasına çarptırıldığı görülecektir.Bu sebeple, Ermeni sevk ve iskân olayını da bu çerçevede değerlendirmek ge-rekir. "Tehcir" kelimesi Osmanlı terminolojisinde "ülke içinde bir yerden başkabir yere nakil", yani "zorunlu göç" anlamında kullanılmış olup belgelerde büyükoranda "sevk ve iskân" olarak adlandırılmıştır. Ermeniler tehcir sırasında hiçbirzaman sınır dışı edilmemişlerdir. Osmanlı Hükümeti’nin almış olduğu sevk veiskân kararı, devletin bir kısım vatandaşlarını geçici bir süre için ülkenin dahagüvenlikli başka bölgelerine yerleştirme hareketidir. 

I. Dünya Savaşı sona erdik- ten sonra da eski yerlerine dönüp dönmemekte serbest bırakılan Ermenilerin birkısmı geri dönmüştür. Geri dönenlere her türlü yardım ve kolaylık gösterilmiştir. Buna rağmen bazı Batılı ve Ermeni çevreler iddialarını tarih ve ilmî temel-lerden ziyade hatırat türü subjektif eser ve değerlendirmelere dayandırmakta vetarihi seçici bir şekilde kullanmaktadırlar. Bu açıdan tarihî olaylar; belli bir se-bep-sonuç ilişkisi içinde değerlendirilmek ve kendi içinde tutarlılığı olan bir bütünolarak ele alınmak yerine, Ermenilerin işlerine gelen argümanları çekipçıkardıkları bir bilgi ambarı olarak kullanılmakta ve tarih 1915'e hapsedilmekte-dir. Böylece Ermeni tehcirinin sebepleri ve tehcire giden süreçte Ermeni örgütleri-nin çıkardığı isyanlar ve olaylar ile dönemin büyük devletlerinin Ermenilere yö-nelik politikaları unutturulmaya çalışılmakta ve adeta "Osmanlı Devleti'nin her-hangi bir sebep yok iken Ermenileri 1915 yılında tehcire tabi tuttuğu" şeklinde birsenaryoyla Türk Milleti suçlanmaya çalışılmaktadır. Bu sebeple Genel Müdürlüğümüz, Türk ve dünya kamuoyunu aydın-latmak amacıyla arşiv belgelerine dayanarak "Osmanlı Belgelerinde Erme-nilerin Sevk ve İskanı" adıyla yeni bir eser hazırlamıştır.

 Yayınlanan ve 411 belgeden oluşan bu eserde; Sevk ve iskan öncesi meydana gelen olay-lar, komitelerin faaliyetleri, sevk ve iskanın sebepleri, dönemin BakanlarKurulu'nun aldığı karar, sevk ve iskanın yapıldığı bölgeler, sevk ve iskanedilenlerin hangi bölgelere yerleştirildikleri, sevk ve iskan bölgeleriningenişletilme sebebi, sevk ve iskan edilen Ermenilerin masraflarının nasılkarşılandığına dair ayrıntılar, sevke tabi tutulan Ermenilerin geride kalanmal ve mülklerinin durumu, hangi Ermeniler sevk ve iskan haricindebırakıldıkları, Ermeni dul kadınların ve yetim çocukların durumlarının neolduğu, Osmanlı Devleti'nin sevk ve iskan esnasında suç işleyenlere karşıtakındığı tavır, sevk ve iskanın yapıldığı bölgelere soruşturma komisyonlarıgönderilmesi, yapılan soruşturmalar sonucu suçları sabit olanlara verilencezalar, Osmanlı Devleti'nin sevk ve iskana tabi tutulan Ermenilerin geridönmelerine izin vermesi gibi bir çok konunun ayrıntıları bir bütün olarakyer almıştır.
Yayınlanan bu eserde yer alan belgeler, 1915 olaylarına ilişkin Ermeniiddialarının tek taraflı ve arşiv kaynaklarından yoksun bir propaganda çalışmasıolduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Kitabın konuyla ilgilenenlere ve ilim çevrelerine yararlı olmasını diler,eserin hazırlanmasında emeği geçen Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü persone-line teşekkür ederim. 
Doç. Dr. Yusuf SARINAY Devlet Arşivleri Genel Müdürü 
==========================

VEN-NİHÂYE 4 NCÜ BÖLÜM Nuh Aleyhisselam Ahmet İbn Kesîr


VEN-NİHÂYE 4 NCÜ BÖLÜM
Nuh Aleyhisselam
Ahmet İbn Kesîr
Nuh peygamber, Müteveşlih oğlu Lamek'in oğludur. Müteveşlih te Yei'd oğlu Hanuh'un,
yani îdris peygamberin oğludur. Hanuh, Kaynan oğlu Mehlayil'in oğludur. Kaynan, Şit oğlu
Enuş'un oğludur. Şit de, insanlığın babası Adem peygamberin oğludur.
Nuh peygamber, Adem (a.s.)'in vefatından 126 yıl sonra doğmuştur. İbn Cerir ve diğerleri
böyle demişlerdir.
Ehl-i Kitabın eskiçağ tarihine göre Adem (a.s.)'in vefatı ile Nuh (a.s.)'un doğumu arasında
geçen zaman 146 yıldır. Aralarında on nesil geçmiştir. Nitekim Hafız Ebu Hatîm b. Hibban,
sahihinde demiş ki: Muhammed b. Ömer b. Yusuf, Ebu Ümame'den rivayet etti: Adamın biri
dedi ki:
- Ey Allah'ın Rasûlü! Adem, peygamber miydi?
- Evet.. Allah'ın kelamına muhat ab oldu.
- Onunla Nuh'un arasında ne kadar zaman geçti?
- On nesil...
Sahih-i Buharî'de İbn Abbas'm şöyle dediği rivayet edilir: «Adem ile Nuh arasında on nesil
vardı. Hepsi de İslâm (dini) üzerindeydiler.»
Hadis-i şerifin metninde geçen (kam) kelimesinden kasıt, yüz sene ise, - nitekim insanların
çoğu bu kelimeyi duyduklarında ilk olarak ona 100 sene anlamım verirler - demek İd Adem
ile Nuh arasında 1000 sene geçmiştir. Ama bu, İbn Abbas'm koymuş olduğu "Hepsi de İslâm
(dini) üzerindeydiler" kaydına aykırı düşmemektedir. Bu durumda ikisinin arasında
Müslüman olmayan başka nesiller geçmiş olabilir. Fakat Ebu Umame'nin hadisi, aralarında
sadece on nesil geçmiş olduğuna delâlet etmektedir. İbn Abbas, o nesillerin Müslüman
oldukları kaydını eklemiştir ki bu da, tarihçilerin ve diğer Ehl-i Kitabın ortaya attıkları; "Kabil
ve oğulları ateşe taptılar" iddiasını çürütmektedir.
Doğrusunu Allah bilir.
Kam kelimesinden kasdm, insan nesli olması halinde Nuh (a.s.)'dan önceki nesillerin uzun
asırlar yaşadıkları ortaya çıkmaktadır. Böyle olunca da Adem ile Nuh arasında binlerce
senelik bir zaman geçtiği söylenebilir. Karn kelimesi, Kur'ân-ı Kerim'in bir çok ayetlerinde
de nesil manasında kullanılmıştır:
«Nuh'dan sonra nice nesilleri yoketmişizdir.» (ci-lsrâ, 17.)
«Bunların ardından başka nesiller varettik.» (ci-Mü'mmun, 3i.) «Ad, Semud milletleri ile
Resslileri ve bunların arasında birçok nesilleri de yerle bir ettik.» (ei-Fuı-kân, 38.)
«Onlardan önce nice nesilleri yokettik.» (Meryem, 74.) Nitekim Peygamber Efendimiz de
buyurmuşlar ki: «Nesillerin en hayırlısı, benim (zamanımda yaşayan) neslimdir.»
Hülasa Nuh peygamber, insanların putlara taptıkları, sapıklık ve küfür yoluna girdikleri bir
zamanda Allah tarafından kullara rahmet olarak gönderildi. Kıyamet gününde söz sahibi
kimselerin de söyliye-cekleri gibi, yeryüzüne rasûl olarak gönderilen ilk insandır. İbn
Cübeyr ve diğerlerinin dedikleri gibi, Nuh'un milletine Rasib oğulları denirdi. Onun kaç
yaşındayken peygamberlikle görevlendirildiği hususunda ihtilaf edilmiştir. Kimileri elli
yaşındayken, kimileri 350 yaşındayken, kimileri de 480 yaşındayken peygamber olduğunu
söylemişledir. 480 yaşındayken peygamber olduğu sözünün, İbn Abbas'a ait olduğu söylenir.
Bunu, İbn Cerir anlatmıştır.
Cenab-ı Allah, Nuh peygamberin hayat hikayesini, milletinin ona yaptıklarım, onu inkar
edenlere indirilen Tufan azabını, geminin Nuh ve arkadaşlarını tufandan nasıl kurtardığını,
Kur'ân-ı Kerim'in birçok yerlerinde anlatmıştır:
«Andolsun ki Nuh'u milletine gönderdik. "Ey milletim! Allah'a kulluk edin. O'ndan başka
tanrınız yoktur; doğrusu sizin-için büyük günün azabından korkuyorum." dedi. Milletinin
ileri gelenleri: "Biz senin apaçık sapıklıkta olduğunu görüyoruz." dediler.
"Ey milletim! Bende bir sapıklık yoktur. Ancak ben âlemlerin Rabbinin peygamberiyim,
Rabbimin sözlerini size bildiriyor, öğüt veriyorum. Sizin bilmediğinizi Allah katından ben
biliyorum. Sakınmanızı ve böylece merhamete uğramanızı sağlamak üzere sizi uyarmak için
aranızdan biri vasıtasıyla Rabbinizden size haber gelmesine mi şaşıyorsu-nuz?"dedi. Onu
yalanladılar. Biz de onu ve gemide beraberinde olanları kurtardık, ayetlerimizi yalan
sayanları suda boğduk. Çünkü onlar kör bir milletti.» (el-AVâf, 59-64.)
«Ey Muhammed! Onlara Nuh'un başından geçenleri anlat: Milletine, "Ey milletim! Eğer
durumum, Allah'ın ayetlerini hatırlatmam size ağır geliyorsa - ki ben Allah'a güvenmişimdir
- siz ve koştuğunuz ortaklar elbirliği edin; yapacağınız iş sonra size bir tasa vermesin. Sonra
onu bana uygulayın ve beni ertelemeyin." demişti. "Eğer yüz çevirirseniz bilin ki, ben
sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim Allah'a aittir. Müslimlerden olmakla
emrolundum." Onu yalancı saydılar. Ama biz onu ve gemide beraberinde bulunanları
kurtardık. Onları ötekilerin yerine geçirdik. Ayetlerimizi yalanlıyanları, suda boğduk.
Uyarılanlardan söz dinlemeyenlerin sonlarının nasıl olduğuna bir bak!.» (Yûnus, 71-73.)
«"Andolsun ki biz Nuh'u kendi milletine gönderdik. "Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım;
Allah'tan başkasına kulluk etmeyin; doğrusu ben hakkınızda can yakıcı bir günün azabından
korkuyorum." dedi. Milletinin inkarcı ileri gelenleri: "Senin ancak kendimiz gibi bir insan
olduğunu görüyoruz. Daha başlangıçta, sana bizim ayaktakımı dışında kimsenin uyduğunu
görmüyoruz. Sizin bizden bir üstünlüğünüz- de yoktur; biz sizi yalancı sanıyoruz." dediler.
Nuh: "Ey Milletim! Rabbimin katından bir delilim bulunsa ve bana yine katından bir rahmet
vermiş olsa da bunlar sizden gizlenmiş olsa, söyleyin, zorla sizi bunlara mecbur mu ederiz?"
dedi. "Ey Milletim! Buna karşılık ben sizden bir mal da istemiyorum. Benim ücretim Allah'a
aittir. İnananları da kovacak değilim; çünkü onlar Rabbleriyle karşılaşacaklar; fakat ben sizi
cahil bir millet olarak görüyorum." "Ey Milletim! Onları kovarsam, Allah'a karşı beni kim
savunur? Düşünmez misiniz?" "Size, Allah'ın hazineleri yammda-dır demiyorum. Gaybı
bilmem; doğrusu melek olduğumu da söylemiyorum; küçük gördüklerinize Allah iyilik
vermeyecektir diyemem; içlerinde olanı Allah daha iyi bilir. Yoksa şüphesiz haksızlık etmiş
olurum."
"Ey Nuh! Bizimle tartıştın; hem de çok tartıştın. Doğru sözlülerden isen, tehdid ettiğin azabı
başımıza getir." dediler. "Ancak Allah dilerse onu başınıza getirir. Siz O'nu aciz
bırakamazsınız. Allah sizi azdırmak isterse, ben size öğüt vermek istesem de faydası olmaz.
O, sizin Rabbi-nizdir, ona döneceksiniz." dedi. Ey Muhammed! Sana "Kur'ân'ı kendiliğinden
uydurdu." derler, de ki: "Uydurdumsa suçu bana aittir. Oysa ben sizin işlediğiniz
günahlardan uzağım." Nuh'a: "Senin milletinden, inanmış olanlardan başkası
inanmayacaktır; onların işlediklerine üzülme; gözcülüğümüz altında, sana bildirdiğimiz gibi
gemiyi yap. Haksızlık yapanlar için bana başvurma, çünkü onlar suda boğulacaklardır." diye
Allah tarafından vahyolundu.
Gemiyi yaparken, milletinin inkarcı ileri gelenleri yanına uğradıkça onunla alay ederlerdi. O
da: "Bizimle alay ediyorsunuz ama, alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz. Rezil
edici azabın kime geleceğini ve kime sürekli azabın ineceğim göreceksiniz." dedi.
Buyruğumuz gelip tandırdan sular kaynamağa başlayınca: "Her cinsten birer çifti ve
aleyhine hüküm verilmiş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu ve inananları gemiye bindir."
dedik. Pek az kimse onunla beraber inanmıştı. Allah: "Oraya binin; yürümesi ve durması
Allah'ın izniyledir, Rabbim bağışlar ve merhamet eder.»"dedi. Gemi, dağlar gibi dalgalar
içinde onları götürürken, Nuh, bir kenarda ayrı kalmış olan oğluna: "Ey oğulcuğum!
Bizimle beraber gel, kafirlerle birlik olma." diye seslendi. Oğlu: "Dağa sığınının, beni sudan
kurtarır." deyince, Nuh: "Bugün Allah'ın buyruğundan - O'nun acıdıkları dışında kurtulacak
yoktur." dedi. Aralarına dalga girdi; oğlu da boğulanlara karıştı. Yere: "Suyunu çeki." Göğe:
"Ey gök! Sen de tut!" denildi; su çekildi; iş de bitti. Gemi, Cudi'ye oturdu. "Haksızlık yapan
millet, Allah'ın rahmetinden uzak olsun." denildi. Nuh Rabbine seslendi: "Rabbim! Oğlum
benim ai-lemdendi. Doğrusu senin va'din haktır. Sen hükmedenlerin en iyi hükmedenisin."
dedi. Allah: "Ey Nuh! O senin ailenden sayılmaz; çünkü kötü bir iş işlemiştir. Öyleyse
bilmediğin şeyi benden isteme. İşte sana öğüt, bilgisizlerden olma." dedi. "Rabbim!
Bilmediğim şeyi senden istemekten sana sığınırım. Beni bağışlamaz ve bana merhamet
etmezsen kaybedenlerden olurum." dedi. "Ey Nuh! Sana ve seninle beraber olan
topluluklara bizden bir selamet ve bereketle gemiden in. Ama bir çok toplulukları da
geçindireceğiz. Sonra onlara canyakıcı bir azab vereceğiz." denildi. "Ey Muhammed!
Bunlar sana vahyettiğimiz bilinmeyen olaylardır. Sen de, milletin de daha önce bunları
bilmezdiniz. Sabret, sonuç, Allah'tan sakınanlarındır."» (Hud, 25-49.)
«Nuh da daha önceleri bize yalvarmıştı, onun duasını kabul edip, kendisini ve ailesini büyük
sıkıntıdan kurtardık. Ayetlerimizi yalanlı-yan millete karşı ona yardım ettik. Doğrusu onlar
fena bir milletti, hepsini Suda boğduk.» (el-Enbiyâ, 76-77.)
«Andolsun ki Nuh'u milletine gönderdik; onlara: "Ey Milletim! Allah'a kulluk edin; ondan
başka tanrınız yoktur; sakınmaz mısınız?." dedi. Milletinin inkarcı ileri gelenleri: "Bu, sizin
gibi bir insandan başka birşey değildir; sizden üstün olmak istiyor. Allah dilemiş olsaydı
melekler indirirdi. İlk atalarımızdan beri böyle bir şey işitmedik. Bu adamda nedense biraz
delilik var, bir süreye kadar onu gözetleyin." dediler, Nuh: "Rabbim! Beni yalanlamalarına
karşılık bana yardım et." dedi. Bunun üzerine ona şöyle vahyettik: "Gözcülüğümüz altında,
sana bildirdiğimiz gibi gemiyi yap; buyruğumuz gelip sular kaynayınca, her cinsten birer
çifti ve aleyhine hüküm verilmiş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu alıp gemiye bindir.
Haksızlık yapanlar için bana başvurma, çünkü onlar suda boğulacaklardır." Ey Nuh! Sen ve
beraberindekiler gemiye yerleşince: "Bizi zalim milletten kurtaran Allah'a hamdolsun." de.
"Rabbim beni kutsal bir yere indir. Sen, indirenlerin en iyisisin." de. Doğrusu bunlarda
dersler vardır. Biz şüphesiz insanları denemekteyiz.» (el-Mü'minûn, 23-30.)
«Nuh'un milleti peygamberleri yalanladı. Kardeşleri Nuh, onlara: "Allah'a karşı gelmekten
sakınmaz mısınız? Doğrusu ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Allah'tan salanın ve
bana itaat edin. Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak âlemlerin
Rabbine aittir. Artık Allah'tan salanın ve bana itaat edin." dedi. "Sana mı inanacağız? Sana
en rezil kimseler uymaktadır." dediler. Nuh: "Onların yaptıkları hakkında bir bilgim yoktur,
hesaplarını* görmek Rabbime aittir, düşünsenize! Ben, inananları kovacak değilim. Ben
sadece açıkça uyarıcıyım." dedi. "Ey Nuh! Eğer bu işe son vermezsen, şüphesiz taşlanacaklardan
olacaksın." dediler. Nuh: "Rabbim! Milletim beni yalanladı. Benimle onların arasında
sen hüküm ver. Beni ve beraberim deki inananları kurtar" dedi. Bunun üzerine onu ve
beraberinde bulunanları, dolu bir gemi içinde taşıyarak kurtardık. Sonra da geride kalanları
suda boğduk. Doğrusu bunda bir ders vardır. Ama çoğu inanmamıştır. Rab-bin şüphesiz
güçlüdür, merhametlidir.»(eş-Şuara, 106-122.)
«Andolsun ki Nuh'u milletine gönderdik; aralarında 950 yıl kaldı. Sonunda onlar haksızlık
yaparken, tufan onları yakalayıverdi. Ama biz, Nuh'u ve gemide bulunanları kurtardık ve
bunu dünyalara bir ibret laldık.» (el-Ankebût, 14-15.)
«Andolsun ki Nuh Bize seslenmişti de duasına ne güzel icabet etmiştik. Onu ve ailesini
büyük sıkıntıdan kurtarmıştık. Ancak onun soyunu sürekli kıldık. Sonra gelenler için de:
"Alemlerde Nuh'a selam olsun" diye ona iyi bir ün bıraktık. İşte biz iyi davrananları böyle
mükafatlandırırız. Doğrusu o, bizim inanmış kullarımızdandı. Sonra diğerlerim suda
boğduk.» (es-Sâffât, 75-82.)
«Bu putperestlerden Önce Nuh milleti de yalanlamış, kulumuzu yalanlayarak: "Delidir"
demişlerdi, yolunu kesmişlerdi. O da : "Ben yenildim, bana yardım et", diye Rabbine
yalvarmıştı. Biz de bunun üzerine gök kapılarını boşanan sularla açtık. Yeryüzünde
kaynaklar fışkırttık; her iki su, belirtilen bir ölçüye göre birleşti. Onu, tahtadan yapılmış,
mıhla çakılmış bir gemiye bindirdik. İnkar edilmiş olan Nuh'a mükafat olarak verdiğimiz
gemi, nezaretimiz altında yüzüyordu. Andolsun ki biz, o gemiyi bir ibret olarak bıraktık.
Öğüt alan yok mudur? Benim azabım ve uyarmam nasılmış? Andolsun ki Kur'ân'ı öğüt
olsun diye kolaylaştırdık; öğüt alan yok mudur?.» (el-Kamer, 9-17.)
«Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla...»
«"Milletine can yakıcı bir azab gelmezden önce onları uyar." diye Nuh'u milletine
gönderdik. O da şöyle dedi: "Ey milletim! Şüphesiz ben, size gönderilmiş apaçık bir
uyarıcıyım." "Allah'a kulluk edin; ondan sakının ve bana itaat edin ki Allah günahlarınızı
size bağışlasın ve sizi belli bir süreye kadar ertelesin; doğrusu Allah'ın belirttiği süre gelince
geri bırakılamaz; keşke bilseniz!" Nuh dedi ki: "Rabbim! Doğrusu ben, milletimi gece
gündüz çağırdım."
"Fakat benim çağırmam, sadece benden uzaklıklarını arttırdı. "Doğrusu ben, senin onları
bağışlaman için kendilerini her çağırışımda, parmaklarım -kulaklarına tıkadılar, elbiselerine
büründüler, direndiler, büyüklendikçe büyüktendiler." "Sonra doğrusu ben onları açıkça çağırdım."
"Sonra onlara açıktan açığa, gizliden gizliye de söyledim." "Dedim ki:
"Rabbinizden bağışlanma dileyin İd - doğrusu o çok bağışlayandır - size gökten bol bol
yağmur indirsin." "Sizi mallar ve oğullarla desteklesin; sizin için bahçeler var etsin,
ırmaklar akıtsın." "Ne oluyorsunuz ki Allah'a büyüklüğü yakıştıramıyorsunuz?." "Oysa sizi
merhalelerden geçirerek o yaratmıştır." "Allah'ın göğü yedi kat üzerine nasıl yarattığını
görmez misiniz?." "Aralarında Ay'a aydınlık vermiş ve Güneş'in ışık saçmasını sağlamıştır."
"Allah sizi yerden bitirir gibi yetiştirmiştir." "Sonra sizi oraya döndürür ve yine oradan
çıkarır." "Yeryüzünde dolaşabilmeniz, orada yollar ve geniş geçitlerden geçebilmeniz için,
onu size yayan O'dur."
Nuh: "Rabbim! Doğrusu bunlar bana baş kaldırdılar ve malı, çocuğu kendisine sadece zarar
getiren kimseye uydular; birbirinden büyük düzenler kurdular" dedi. İnsanlara: "Sakın
tanrılarınızı bırakmayın; Ved, Suva', Yağus, Yeuk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin."
dediler. "Böylece bir çoğunu saptırdılar; Rabbim! Sen bu zalimlerin sadece şaşkınlığım
arttır." Onlar, günahları yüzünden suda boğuldular; ateşe sokuldular, kendilerine Allah'tan
başka yardımcı bulamadılar. Nuh dedi ki: "Rabbim! Yeryüzünde hiç bir inkarcı bırakma.
Doğrusu sen onları bırakırsan, kullarım saptırırlar; sadece ahlaksız ve çok inkarcıdan başkasını
doğurup yetiştirmezler. Rabbim! Beni, anamı, babamı, evime inanmış olarak gireni,
inanan erkek ve kadınları bağışla; yalnız zalimleri yok et!"» (Nûh,i-28.)
Yukarıda geçen mevzuların herbiriyle ilgili olarak tefsirimizde gerekli açıklamayı yaptık. Bu
farklı yerlerden alıntılar yaparak Nuh kıssasını, hadis ve eserlerin de delaletiyle derli toplu
olarak anlatmaya çalışacağız.
Nuh kıssası, Kur'ân-ı Kerim'in çeşitli yerlerinde anlatılmış; Nuh (a.s.) övülmüş, muhalifleri
de yerilmiştir. Şöyle ki: «Nuh'a ondan sonra gelen peygamberlere vahyettigimiz, İbrahim'e,
İsmail'e, îshak'a, Ya-kub'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyûb'a, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a
vahyettigimiz gibi ey Muhammed, şüphesiz sana da vahyettik. Davud'a da Zebur'u verdik.
Peygamberlerden sonra, insanların Allah'a karşı bir hüccetleri olmaması için, gönderilen
müjdeci ve uyarıcı peygamberlerden bir kısmım daha önce sana anlatmış, bir kısmını da
anlatmamıştık. Allah, Musa'ya hitab etmişti. Allah güçlüdür, Hakimdir.» (cn-Nisâ, 163-165.)
«Bu, İbrahim'e, milletine karşı verdiğimiz hüccetimizdir. Dilediğimizi derecelerle
yükseltiriz. Doğrusu Rabbin hakimdir, bilendir. Ona îshak'ı, Yakub'u bağışladık, herbirini
doğru yola eriştirdik. Daha önce Nuh'u ve soyundan Davud'u, Süleyman'ı, Eyyûb'u, Yusuf u,
Musa'yı ve Harun'u - ki işlerini iyi yapanlara böylece karşılık veririz - Zekeriya'yı, Yahya'yı,
İsa'yı ve İlyas'ı - ki hepsi iyilerdendir -, İsmail'i, Elyesa'ı, Yunus'u, Lût'u -ki hepsini
dünyalara üstün kıldık.- babalarından, soylarından, kardeşlerinden bir kısmını seçtik ve
doğru yola eriştirdik.» (ei-En'âm, 83-87:)
«Kendilerinden önce olan Nuh, Ad, Semud milletlerinin İbrahim milletinin, Medyen ve alt
üst olmuş şehirler halkının haberleri onlara gelmedi mi? Peygamberleri onlara belgeler
getirmişlerdi. Allah onlara zulm'etmemiş, onlar kendilerine yazık etmişlerdir.» (et-Tevbe,
70.)
«Sizden önce geçen Nuh, Ad, Semud milletlerinin ve onlardan sonra gelenlerin haberleri -
İd onları Allah'tan başkası bilmez - size ulaşmadı mı? "Onlara peygamberleri belgelerle
geldiler. Fakat ellerini ağızlarına götürüp: "Biz, sizinle gönderilene inanmıyoruz. Bizi
çağırdığınız şeyden de şüphe ve endişe içindeyiz." dediler.»(îbrâhîm,9.)
«Ey Nuh'la beraber taşıyarak kurtardığımız kimselerin soyu! Doğrusu Nuh, çok şükreden bir
kuldu.» (ei-Isrâ, 3.)
«Nuh'dan sonra nice nesilleri yok etmişizdir. Kullarının günahlarından haberdar ve onları
gören olarak Rabbin yeter.» (ei-îsrâ, 17.)
«Peygamberlerden söz almıştık. Ey Muhammed! Senden, Nuh'dan, İbrahim'den, Musa'dan,
Meryem oğlu İsa'dan sağlam bir söz almışızdır.» (el-Aîlzâb, 7.)
«Onlardan önce Nuh milleti, Ad, sarsılmaz bir saltanatın sahibi Firavun, Semud, Lut milleti,
Eykeliler de peygamberleri yalanlamıştı. İşte bunlar da peygamberlerine karşı birleşen
topluluklardır. Hepsi peygamberleri yalanladı da azabımı hakkettiler.» (Sâd, 12-14.)
«Onlardan önce Nuh milleti, ardından, peygamberlere karşı gelen topluluklar da
peygamberlerini yalanlamış; her ümmet, peygamberini cezalandırmaya azmetmişti. Bâtılı
hakkın yerine koymak için mücadele etmişlerdi. Bunun üzerine ben onları yakaladım.
Cezalandırmam na-sılmış? İnkar edenlerin cehennemlik olduklarına dair Rabbinin sözü
böylece gerçekleşti.» (el-Mü'min, 5-6,)
«Allah Nuh'a buyurduğu şeyleri size de din olarak buyurmuştur. Ey Muhammed! sana
vahyettik. İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya da buyurduk ki: "Dine bağlı kalın, onda ayrılığa
düşmeyin." Putperestleri çağırdığın şey, onların gözünde büyümektedir. Allah dilediğini
kendine seçer; Kendisine yöneleni de doğru yola eriştirir.» (eş-Şûrâ, 13.)
«Onlardan önce Nuh milleti, Resslüer, Semud, Ad, Firavun milletleri, Lut'un kardeşleri,
Eykeliler, Tübba milleti de yalanlamışlardı; evet; bunların hepsi peygamberleri
yalanlamışlardı da verdiğim söz, aleyhlerinde gerçekleşmişti. »(el-Kâf, 12-1.4.)
«Daha önce Nuh milletini de cezalandırmıştık. Çünkü onlar da yoldan ÇlkmiŞ bir milletti.»
(ez-Zûriyât, 46.)
«Daha önce de Nuh milletini yok eden O'dur; çünkü onlar çok zalim ve pek taşkın
kimselerdi.» (cn-Necm, 52.)
«Andolsun ki Nuh'u ve İbrahim'i biz gönderdik; ikisinin soyundan gelenlere peygamberlik
ve kitap verdik; soylarından gelenlerin kimi doğru yoldadır, bir çoğu da yoldan çıkmıştır.»
(ei-Hadîd, 26.)
«Allah, inkar edenlere, Nuh'un karısıyla Lut'un karısını misal gösterir: Onlar, kullarımızdan
ilci iyi kulun nikahında iken onlara karşı hainlik edip inkarlarım gizlemişlerdi de iki
peygamber Allah'tan gelen azabı onlardan savamamışlardı. O iki kadına: "Cehennem'e
girenlerle beraber siz de girin."dendi.» (ct-Tahı-îm,ıo.)
Nuh peygamberle milleti arasında geçen olayların hikayesi; kitaptan, sünnetten ve sahabe
haberlerinden alınmıştır. Önceki sayfalarda da İbn Abbas'tan naklen belirttiğimiz gibi, Adem
peygamberle Nuh peygamber arasında on nesil geçmiş, bu nesillerin hepsi de
Müslümanmış. Yani tevhid manana bağlıymış. O iyi nesiller geçip gittikten sonra, Nuh
peygamberin zamanındaki insanların puta tapan kimseler haline gelmelerine ortam sağlayan
bir takım olaylar vukubulmuş. Bunun sebebi de, Buharî'nin şu aşağıdaki ayet-i kerimenin
tefsiriyle ilgili olarak İbn Abbas'tan yapmış olduğu şu rivayettir:
«İnsanlara: "Sakın tanrılarınızı bırakmayın. Ved, Suva', Yağus, Yeuk ve Nesr putlarından
asla vazgeçmeyin" dediler.» (Nûh, 23.)
îbn Abbas dedi ki: Ved, Suva', Yağus, Yeuk ve Nesr, Nuh peygamberin kavminden salih
amel işleyen kimselerin adlarıdır. Bu zatlar öldükten sonra şeytan, onların kavmine, onların
hayattayken oturdukları yerlere heykeller dikmelerini ve bu heykellere de onların adlarını
vermelerini telkin etti. Onlar da o zatların heykellerini diktiler. Ama o zaman için o
heykellere tapan olmadı. O heykelleri dikenler de öldükten sonra, konuyla ilgili bilgi
ortadan yok olunca, heykellere tapmaya başladılar.[1]
îbn Abbas dedi ki: Nuh kavminin bu heykelleri, daha sonra Araplara mal oldu.
Taberî ise tefsirinde şöyle demiştir: «Ayette adları geçen Ved, Suva', Yağus, Yeuk ve Nesr
iyi ve salih kimselerdi. Adem ile Nuh arasındaki zamanda yaşamışlardı. Kendilerine uyan
adamları vardı. Ölümlerinden sonra adamları, "Bunların heykellerini yaparsak, kendilerini
gördükçe bizi ibadete daha çok teşvik edici olurlar" dediler ve heykellerini yaptılar. Ancak
bu heykelleri dikenlerin ölümünden sonra şeytan, sonraki kuşağın insanlarına gelerek:
"Sizden öncekiler bu heykellere tapar ve bunları aracı kılarak yağmur yağmasını dilerlerdi"
de di. Böylece o cahiller de bu heykellere taptılar.»
İbn Ebi Hatîm, Urve b. Zübeyr'in şöyle dediğim rivayet eder: Ved, Suva1, Yağus, Yeuk ve
Nesr, Adem'in çocuklarıydı. Ved, en büyükleri ve en iyileri idi.
İbn Ebi Hatîm, Ebu Mutahhar'm şöyle dediğini rivayet etti: «Ebu Cafer'in yanında Yezid b.
Mühelleb'i anlattılar. Ebu Cafer ayaktaydı: Namaz kılıyordu. Namazını tamamladıktan sonra
dedi ki: "Yezid b. Mühelleb'den söz ettiniz. O, Allah'tan başkasına tapınılan ilk yerde
Öldürüldü." Ved'di anlattı, dedi ki: "Ved, salih bir insandı. Kavmi, kendisine itaat ederdi.
Öldükten sonra, Babil toprağındaki mezarının çevresinde oturup ağlamaya, sızlanmaya
başladılar. Onların feryad-ü figanlarını gören şeytan, bir insan kılığına bürünerek yanlarına
sokuldu ve şöyle bir teklifte bulundu: "Ne dersiniz, size onun bir heykelini yapayım mı?
Yapacağım heykeli meclisinize koyar, böylece onu hatırlarsınız."Bu teklifi kabul ettiler;
şeytan da heykelini yaptı. Meclislerine koydular. Heykeli gördüklerinde Ved'di anıyorlardı.
O'nu içtenlikle andıklarını görünce, ikinci bir teklifle karşılarına çıktı: "Ne dersiniz? Her
birinizin evinde Vedd'in bir heykelini yapayım mı? Böylece onu evinizde de anmış
olursunuz." Bu teklifi de kabul ettiler. Bunun üzerine şeytan, her bir hane sahibine bir
heykel yaptı. Evine giden herkes, heykeli görünce Ved'di anıyordu. O kavmin çocukları
yetişti. Büyüklerinin neler yaptıklarım gördüler. Üreyip çoğaldılar. Bu heykellerin sırf bir
anıyı yaşatmak için yapıldıklarım unuttular. Torunları, Allah'ı bırakıp o heykellere tapmaya
başladılar. Böylece Allah'tan başka tapınılan ilk put, Ved oldu...»
Bu anlatılanlar bizi şöyle bir sonuca ulaştırıyor: Bu putlardan her birine bir grup insan
tapınıştır. Aradan uzun zamanlar geçince, ayet-i kerimede adları geçeri insanların hatıraları
ebedî olsun diye suretlerini heykele dönüştürdüler. Sonra da Allah'ı bırakıp o heykellere
taptılar...
Buharı ve Müslim'in sahihlerinde şu rivayete rastlamaktayız.
Ümmü Seleme ile Ümmü Habibe, Habeş diyarmdaki Mariye kilise-sini, ondaki güzelliği ve
tasvirleri anlattıklarında Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştu: "Onlar öyle kimselerdir ki,
aralarında iyi bir insan öldüğünde, mezarının üstüne mescid yaparlar, sonra içinde şu sureti
yaparlar. Onlar, onur ve üstünlük sahibi olan Allah katında yaratıkların en şerlisidirler.»
Yani puta tapma sebebi ile yeryüzünde fesad yayılıp bela umumileşince Cenâb-ı Allah, kulu
ve elçisi Nuh (a.s.)'u insanlara gönderdi. Nuh, onları ortaksız, bir ve tek Allah'a kulluk
etmeye çağırıyor, başka varlıklara tapmaktan menediyordu. Allah'ın yeryüzü halkına
gönderdiği ilk rasûl oydu. Nitekim bu husus, Buharı ve Müslim'in sahihlerinde de sabittir.
Ebu Hayyan, Ebu Hüreyre'den rivayet ederek şefaat hadisinde Peygamber (s.a.v.)'in şöyle
buyurduğunu söyledi:
«(Mahşer gününde çaresizlik içinde kalan insanlar) Adem'e gelerek ona şöyle derler: "Ey
Adem! Sen beşeriyetin babasısın. Allah seni kendi eliyle yarattı. Sana kendi ruhundan
üfledi. Meleklere emir verdi, onlar da sana secde ettiler. Allah seni Cennet'e yerleştirdi.
Rabbinin huzurunda bizim için şefaatte bulunmaz mısın? İçinde bulunduğumuz hali ve bize
ulaşan eziyeti görmüyor musun?" Adem diyecek ki: "Rabbim o kadar şiddetli bir gazaba
gelmiştir ki, şimdiye dek bu kadar gazaplanmamıştı.
Bundan sonra da bu kadar gazaplanacak değildir. Beni bir ağaç (tan yemek) ten menetmişti.
Ama ben onun emrine karşı geldim. Ben ancak kendime bakabilirim. Başkasına gidin.
Nuh'a gidin."
Nuh'a gider ve ona şöyle derler: "Ey Nuh! Sen, yeryüzü halkına gönderilen rasûlleriıı
ilkisin. Allah, seni şükreden bir kul olarak adlandırmıştır. İçinde bulunduğumuz hali ve bize
ulaşan eziyeti görmüyor musun? Onu ve üstünlük sahibi Rabbin katında bizim için şefaatte
bulunmaz mısın?" Nuh diyecek ki: "Rabbim bu gün o kadar öfkelenmiş ki, daha önce bu
kadar öfkelenmediği gibi, bundan sonra da bu kadar öfkelenecek değildir. Ben ancak
kendime bakabilirim..."»[2]
Cenâb-ı Allah Nuh (a.s.)'u elçilikle görevlendirdiğinde, ortaksız ola-. rak Allah'a ibadet
etmeye, Allah'la beraber taşlara, putlara, heykellere ve tağuta tapnıamaya, Allah'ın birliğini
tanımaya, Allah'tan başka tanrı ve rab bulunmadığına inanmaya onları davet etti. Nitekim
Allah, Nuh'tan sonra gelen peygamberlere de - ki hepsi onun s oyundandırlar -bu emri verdi.
«Onun soyunu sürekli kıldık.» (cs-Sâffat, 77.)
«ikisinin (Nuh ve İbrahim'in) soyundan gelenlere peygamberlik ve kitap verdik.» (ei-Hadîd,
26.)
«Andolsun ki her ümmete: "Allah'a kulluk edin, azdırıcılardan kaçının" diyen peygamberler
göndermişizdir.» (cn-Nahi, 36.)
«Ey Muhammed! Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerin ümmetlerini sor. Biz Rahman
olan Allah'tan başka, kulluk edilecek tanrılar meşru kılmış mıyız?» (cz-Zuhruf, 45.)
«Ey, Muhammed! Senden önce gönderdiğimiz her peygambere: "Benden başka tanrı yoktur,
bana kulluk edin." diye vahyetmişizdir.» (el-Enfaiyâ, 25.)
«Allah'a kulluk edin, ondan başka tanrınız yoktur. Doğrusu sizin için büyük günün
azabından korkuyorum.» (ol-A'râf, 59.)
«Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Doğrusu ben hakkınızda can-yakıcı bir günün
azabından korkuyorum.» (Hud, 26.)
«Ey milletim! Allah'a kulluk edin. O'ndan başka tanrınız yoktur. Karşı gelmekten sakınmaz
mısınız?.» (ci-A'raf. 65.)
«Ey milletim! Şüphesiz ben, size gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım. Allah'a kulluk edin.
O'ndan sakının ve bana itaat edin.» (Nûh, 2-3.)
«Oysa sizi aşamalardan geçirerek O (Allah) yaratmıştır.» (Nûh, 14.)
Yukarıdaki ayet-i kerimelerde anlatıldığına göre Hz. Nuh, kavmini gece- gündüz, gizli-açık,
bazan sevdirip teşvik ederek, bazan da korkutup uyararak çeşitli yöntemlerle hakka davet
etmişse de onları doğru yola eriştirmeye muvaffak olamamıştı. Bilakis milletinin çoğunluğu
sapıklıklarını, azgınlıklarını ve putperestliklerini sürdürdüler. Her (1) Sahîh-i Buharı, IV,
270-271. Tefsir-i Sûre-i Nuh (a.s.) zaman Nuh'a karşı düşmanlıklarını izhar ettiler. Onu ve
ona inanları küçük gördüler, horladılar. Onları taşlayıp sürgün edeceklerini söyleyerek
tehdid ettiler. Onlara işkence yaparak işi çığırından çıkardılar.
«Milletinin ileri gelenleri: "Biz senin apaçık sapıklıkta olduğunu görüyoruz" dediler. (Nuh):
"Ey milletim! Bende bir sapıldık yoktur. Ancak ben âlemlerin Rabbinin peygamberiyim"
dedi.» (ci-AVaf, eo-eı.)
Yani sandığınız gibi ben sapıklardan değilim. Bilakis dosdoğru yolda olup, "ol" dediği şeyin
oluverdiği âlemlerin Rabbinin elçisiyim. Rabbi-min mesajlarını size bildiriyor, öğüt
veriyorum. Sizin bilmediğinizi Allah katından ben biliyorum.» (ci-A'rar, 62.)
Peygamberin fonksiyonu işte budur. Tebliğci olacak, düzgün konuşup Öğüt verecektir.
İnsanlar içinde onur ve üstünlük sahibi Allah'ı en çok bilen biri olacaktır.
İnkarcı milleti, bakınız Nuh'a neler söyledi:
«Senin ancak kendimiz gibi bir insan olduğunu görüyoruz. Daha başlangıçta, sana bizim
basit görüşlü ayak takımı dışında kimsenin uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizden bir
üstünlüğünüz de yoktur. Biz sizi yalancı sanıyoruz." dediler.» (Hud, 27.)
Bir insanın peygamber olmasını tuhaf karşıladılar. O'na uyanları, ayak takımı ve küçük
kimseler olarak gördüler. Denildi ki onlar, insanların en zayıfı ve en düşüncesizleriydiler.
Heraklius'un da dediği gibi: "Onlar, peygamberlerin peşinden gidenlerdir." Bu da sırf
onların hakka tabi oluşlarını engelleyecek bir maninin bulunmajnşından dolayıdır.
Nuh kavminin önde gelen inançsızları, mü'minler için "Basit görüşlüler" demişlerdi. Yani
onları davet ettiğin zaman, düşünüp taşınmadan sana icabet ederler. Mü'minler için kusur
olarak kabul ettikleri bu nitelik, aslında onlar için bir övgü vesilesidir. Allah onlardan razı
olsun. Görünürdeki gerçeği kabul etmek için düşünüp taşınmaya ne gerek var? Gerçek ne
zaman ortaya çıkarsa, derhal onun peşinde gitmek ve ona uymak gerekir. Bu bağlamda
Rasûluîlah (s.a.v.), Ebu Bekir es-Sıddık (r.a.)'ı överken şöyle buyurmuşlardır.
«Her kimi İslâm'a davet ettiysem mutlaka duralda (yıp düşün) dü. Yalnız Ebubekir hariç. O
hiç duraklamadı.»
Bu sebepledir İd sakif gününde de onun biati, hiç düşünüp taşınmadan çabucak olup
bitmiştir. Çünkü onun başkalarına üstünlüğü, saha-belerce apaçık görülmekteydi. Bu
nedenledir İd Rasûluîlah (s.a.v.), vefatını müteakib dönem için Ebu Bekir'i halife bırakmak
gayesiyle yazı yazmak isteyipte sonra bu yazıdan vazgeçtiği zaman şöyle buyurmuştu:
"Allah ve mü'minler, Ebu Bekir'den başkasına razı olmazlar." Allah ondan razı olsun.
Nuh kavminin kafirleri, Nuh'a ve ona inananlara şöyle demişlerdi: "Sizin bizden bir
üstünlüğünüz yoktur." Yani sizin imanla muttasıf olmanızdan
sonra sizin için yeni bir durum ortaya çıkmış değildir. Bizden üstün olmanızı
sağlıyacak bir meziyetiniz de yoktur. "Biz sizi yalancı sanıyoruz."
«Nuh: "Ey milletim! Rabbimin katında bir delilim bulunsa ve bana yine katından bir rahmet
vermiş olsa da bunlar sizden gizlenmiş olsa, söyleyin, zorla sizi bunlara mecbur mu ederiz?"
dedi.» (Hud, 28.)
Bu , onlara yöneltilen tatlı bir hitaptır. Yumuşak bir lisanla onları hakka çağırmaktır.
Nitekim yüce Allah buyurmuş ki: «Ona yumuşak söz söyleyin; belki öğüt dinler veya
korkar.» (Tâ-Hâ, 44.)
«Ey Muhammedi Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde
tartış.» (Nahl, 125.)
«Nuh (a.s.), kavmine şöyle diyordu: "Rabbimin katında bir delilim bulunsa ve bana yine
katından bir rahmet vermiş de olsa..." Yani nübüvvet ve risalet verilmiş olsa da "Bunlar
sizden gizlenmiş olsa ." Yani siz bunları kavrayamaz ve bunlara ulaşılacak yollan
bulamazsanız. "Söyleyin bakalım, zorla sizi bunlara mecbur mu ederiz? Ey milletim! Buna
karşılık ben sizden bir mal da istemiyorum.» Yani dünya ve ahirette size fayda verecek
şeyleri size tebliğ etmeme karşılık, sizden bir ücret istemiyorum. "Benim ücretim Allah'a
aittir." Ücretimi yalnızca Ondan isterim. O'nun sevabı, benim için daha hayırlıdır. O'nun
vereceği, sizin bana vereceklerinize nispetle daha kalıcıdır. "İnananları da kovacak değilim.
Çünkü onlar Rableriyle karşılaşacaklar; fakat ben sizi cahil bir millet olarak görüyorum,"»
(Hud, 28-29.)
Güya kafirler, Nuh'tan, inananları yanından kovmasını istemişler, bu isteklerini yerine
getirirse onunla biraraya geleceklerini kendisine vaad etmişler, o da buna yanaşmamış ve
"Onlar Rableriyle karşılaşacaklardır." demiş. Onları kovarsam, azaba uğramaktan korkarım,
anlamıyor musunuz?
Bu nedenledir ki Kureyşli kafirler, Rasülullah (s.a.v.)'dan Ammar, Suhayb, Bilal, Habbab ve
benzerlerini yanından kovmasını istediklerinde Cenâb-ı Allah, onu, böyle yapmaktan
sakındırmış ti. Nitekim bu konuyu En'âm ve Kehf sûrelerinde açıkladık.
«Size Allah'ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı bilmem. Doğrusu melek olduğumu
da söylemiyorum.» (Hud, 31.)
Yani ben, ancak bir kul ve elçiyim. Allah'ın ilminden, ancak bana bildirmiş olduğu şeyleri
bilirim. Yapabilmem için güç verdiği işleri yaparım. Allah dilemediği takdirde kendime
fayda da zarar da veremem. "Küçük gördüklerinize (bana iman getirenlere) Allah iyilik
vermeyecektir, diyemem. İçlerinde olanı Allah daha iyi bilir. Yoksa şüphesiz haksızlık etmiş
olurum." Yani kıyamet gününde Allah katında onlar için hayır bulunmayacağına tanıklık
edemem. Onların durumlarını Allah daha iyi bilir. İçlerinde olanın karşılığını Allah
verecektir. İçlerinde
hayır varsa hayır, şer varsa şer göreceklerdir. Nitekim o kafirler bir başka yerde de şöyle
demişlerdi:
«"Sana mı inanacağız? Sana en rezil kimseler uymaktadır" dediler. Nuh: "Onların yaptıkları
hakkında bir bilgim yoktur; hesapları Rabbi-me aittir, düşünsenize! Ben inananları kovacak
değilim. Ben sadece açıkça uyarıcıyım." dedi.» (eş-Şuarâ, 111-115.)
Zaman uzadı. Nuh peygamberle kafir kavmi arasındaki mücadele de ilerledi. Nitekim
Cenâb-ı Allah buyurdu ki:
«Aralarında 950 yıl kaldı. Sonunda onlar haksızlık yaparken, tufan onları y akalayı ver di.»
(ei-Ankebût,i4.)
Bu'kadar uzun bir müddete rağmen, kavminin pek azı dışında kimse ona inanmadı.
Nuh kavminin her bir kuşağı yaşlanıp öte âleme göçeceği zaman, kendi haleflerine; Nuh'a
inanmamalarını, ona muhalefet etmelerini ve onunla savaşmalarını vasiyet ederlerdi. Erkek
çocuk ergenlik çağına ulaşıp babasının söylediklerini anlayacak güce eriştiğinde babası,
dünyada kalıp yaşadığı müddetçe Nuh'a iman etmemesini ona vasiyet ederdi. Onların seciye
ve karekterleri, hakka tabi olup iman etmeye aykırı düşüyordu. Bu bağlamda Cenâb-ı Allah
buyurmuş ki:
«Sadece ahlaksız ve çok inkarcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler.» (Nüh, 27.)
«"Ey Nuh! Bizimle tartıştın; hem de çok tartıştın. Doğru sözlü isen, tehdid ettiğin azabı
başımıza getir." dediler. "Ancak Allah dilerse onu başınıza getirir, siz onu aciz
bırakamazsınız." dedi.» (Hud, 32-33.)
Yani o azabı başınıza getirmeye ancak Allah muktedir olur. Hiç birşey onu aciz bırakamaz,
hiç birşey O'na zor gelmez. Bilakis O, öyle bir zattır ki, "ol" dediği şey hemen oluverir.
«Allah sizi azdırmak isterse, ben size öğüt vermek istesem de faydası olmaz. O, sizin
Rabbinizdir, O'na döneceksiniz.» (Hud, 34.)
Allah bir kimseyi fitneye düşürmek isterse, hiç kimse onu doğru yola eriştiremez. Doğru
yolu gösteren de, saptıran da O'dur. O, dilediğini yapandır. Güçlüdür, hikmet sahibidir, her
şeyi bilendir. Kimin hidayeti, kimin de sapıklığı hakkettiğini bilendir. Sonsuz hikmet,
kuvvetli ve de bâtılı yok edici hüccet O'nundur.
«Nuh'a: "Senin milletinden inanmış olanlardan başkası inanmayacaktır. Onların işlediklerine
üzülme" diye Allah tarafından vahyolundu.
» (Hud, 36.)
Bu sözlerle Nuh (a.s.)'a teselli verilmekte, milletinden inanmış olanlardan başkasının
kendisine iman etmeyecekleri bildirilmekte, onların yaptıklarından Ötürü üzülmemesi
tavsiye edilmekte, zaferin yakın olduğuna ve çok garip hallerin vuku bulacağına ilişkin
haberler verilmektedir.
«Gözcülüğümüz altında, sana bildirdiğimiz gibi gemiyi yap. Haksızlık yapanlar için Bana
başvurma, çünkü onlar suda boğulacaktır.» (Hud,
37.)
Nuh (a.s.), milletinin düzelip kötülüklerden kurtulmasından ümit kestikten, onların hayırsız
olduklarım, gerek sözle gerek fiille her yoldan kendisim yalanlamaya, kendisine muhalefet
etmeye ve kendisine eziyet vermeye devam ettiklerini görünce, Allah'ın kendilerine gazab
etmesi için bedduada bulundu. Cenâb-ı Allah da onun bu çağrısına icabet ederek dileğini
yerine getirdi ve şöyle buyurdu:
«Andolsun İd Nuh bize seslenmişti de duasına ne güzel icabet etmiştik. Onu ve ailesini
büyük sıkıntıdan kurtarmıştık.» (os-sarrat, 75-76.)
«Nuh da daha önceleri bize yalvarmıştı. Onun duasını kabul edip, kendisini ve ailesini
büyük sıkıntıdan kurtardık.» (ei-Enbiyâ, 76.)
«Nuh: "Rabbim! Milletim beni yalanladı. Benimle onların arasında sen hüküm ver. Beni ve
beraberimdeki inananları kurtar" dedi.» (eş-Şuarâ,
117-118.)
«O da: "Ben yenildim, bana yardım et" diye Rabbine yalvarmıştı.» (ei-
Kamer, 10.)
«O (Nuh): "Rabbim! Beni yalanlamalarına karşılık bana yardım et"
dedi.» (el-Mü'minûn, 26.)
«Onlar günahları yüzünden suda boğuldular; ateşe sokuldular. . Kendilerine Allah'tan başka
yardımcı bulamadılar. Nuh dedi ki: "Rabbim! Yeryüzünde hiç bir inkarcı bırakma! Doğrusu
sen onları bırakırsan, kullarım sapıttırırlar. Sadece ahlaksız ve çok inkarcıdan başkasını
doğurup yetiştirmezler."» (Nuh, 25-27.)
İnkarcılıklarından, ahlaksızlıklarından ve peygamberlerinin kendilerine beddua
etmelerinden ötürü o kafirlerin üzerine günahlar yığıldı. İşte tam o sırada Cenâb-ı Allah,
Nuh'a gemi yapmasını emretti. O zamana kadar büyüklükte eşi görülmemiş ve daha sonra
da görülmeyecek olan bir gemi yapmasını emretti. Allah, ona daha önce buyruk vermişti ki,
geri çevrilemeyen ilahî azab o kavme geldiğinde kendisi, affedilmeleri için Allah'a
müracaatta bulunmasın ve şefaatçi olmasın. Çünkü Nuh; azabı gözüyle gördüğü takdirde
olabalirdi ki onlar için yüreği yufkala-şırdı. Çünkü görmek, duymak gibi değildir. Bu
nedenle Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştu:
«...Haksızlık yapanlar için bana başvurma, çünkü onlar suda boğulacaklardır!.
Gemiyi yaparken, milletinin inkarcı ileri gelenleri yanına uğradıkça onunla alay ederlerdi. O
da: "Bizimle alay ediyorsunuz ama, alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz" dedi.»
(Hud, 37-38.)
Asıl biz sizinle alay edeceğiz. Üzerinize azab inmesine sebeb olacak bu küfür ve inadınızı
sürdürmenize hayret ediyoruz.
«Rezil edici azabın kime geleceğini ve kime sürekli azabuı ineceğini göreceksiniz!.» (Hud,
39.)
Şiddetli inad ve küfür, onların dünyadaki seciye ve karakterleriydi. Ahirette de böyle
olacaklardır. Dünyada kendilerine Allah elçisi geldiğini, orada da inkar edeceklerdir.
Musa b. İsmail, Ebu Said'den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: «(Hesap
yerine) Nuh (a.s.) ümmetiyle beraber gelecek. Onur ve üstünlük sahibi Allah: "Tebliğ ettin
mi?" diye soracak. O da: "Evet.. Ey Rabbim" diye cevap verecek. Bu kez Cenâb-ı Allah,
onun ümmetine; "Size tebliğ etti mi?" diye soracak. Onlar da: "Hayır... Bize herhangi bir
peygamber gelmedi." diyecekler. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, Nuh'a: "Senin için kim
tanıklık eder?" diye soracak. Muhammed ve ümmeti diyecekler ki: "Onun tebliğ ettiğine biz
tanıklık ederiz."»[3] Aşağıdaki ayette ifade edilmek istenen de budur:
«Böylece sizi insanlara şahit olmanız için tam ortada bulunan bir ümmet kıldık ki
peygamber de size şahit olsun.» (el-Bakara, 143.)
Ayet-i kerimede geçen "Tam ortada bulunan" sözünden kasıt, adaletli olmaktır. Bu ümmet,
doğru ve doğrulanmış peygamberinin şahitliğinin gerçekliğine şahitlik edecektir. Evet..
Peygamber (s.a.v.), Cenâb-ı Allah'ın Nuh'u hak ile gönderdiğine, hakkı üzerine indirip, hak
ile hükmetmesini emrettiğine, hakla eksiksiz olarak en mükemmel bir şekilde ümmetine
tebliğ ettiğine, dinleri hususunda kendilerine fayda verecek her şeyi onlara emir ve tavsi}7e
ettiğine, kendilerine zarar verecek her şeyden onları yasaklayıp alıkoyduğuna şahitlik
edecektir.
Peygamberlerin tümünün durumu işte böyledir. O zamanda meydana çıkması beklenmediği
halde Nuh (a.s.), kendilerini esirgemesinden, şefkat ve merhametinden dolayı milletini
Mesih Deccal'a karşı uyarmıştır.
Abdan, İbn Ömer'in şöyle dediğini rivayet etti: Rasûlullah (s.a.v.), insanlar arasında
oturmaktayken ayağa kalktı. Cenâb-ı Allah'ı layık olduğu biçimde Övdü. Sonra Deccal'ı
anlattı ve şöyle dedi:
«Doğrusu ben sizi ona (Deccal'a) karşı uyarıyorum. Ona karşı milletini uyarmamış hiç bir
peygamber yoktur. Nuh ta milletim ona karşı uyarmıştır. Ama ben, hiçbir peygamberin
kendi milletine söylemediği bir sözü size söylüyorum: Bilirsiniz ki Deccal'ın bir gözü
şaşıdır. Oysaki Allah, kör değildir!.»[4]
Şeyban b. Abdurrahmaıı, Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki, Rasûlul-lah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
«Deccal'la ilgili olarak hiç bir peygamberin kendi milletine anlatmadığı bir hususu size
anlatayım mı? Doğrusu o, tek gözlüdür. Onunla beraber Cennet ve Cehennem'in misali
gelecektir.
Üzerinde Cennet diye yazılı olan, ateşin ta kendisidir. Nuh'un kendi milletini uyarışı gibi
ben de sizi (bu hususta) uyarıyorum.»[5]
Bazı selef uleması dediler ki: Cenâb-i Allah, Nuh peygamberin duasını kabul buyurunca,
gemi yapımında kullanması amacıyla bir ağaç dikmesini ona emretti. Nuh (a.s.), ağacı dikti,
diktikten sonra onu yüz yıl bekledi. Sonra onu kesip 100 yılda - bir başka rivayete göre kırk
yılda - doğradı. Ve gemiyi imal etti. Doğrusunu Allah bilir.
Muhammed b. İshak'ın rivayetine göre Sevrî, Nuh'un gemisinin Hint çınarından yapılmış
olduğunu söylemiştir. Çam ağacından yapıldığı da söylenir ki,bu da Tevrat'ın ifadesidir.
Sevrî dedi ki: Cenâb-ı Allah, Nuh peygambere, yapacağı geminin boyunun seksen zira'
olmasını, dış kısmım ziftle kaplamasını, burun kısmını da sulan yarabilsin diye eğik ve
kıvrımlı yapmasını emretti.
Katade dedi ki: Nuh'un gemisi; 300x50 zira' ebadmdaydı. Gördüğüm kadarıyla Tevrat'ta
böyle yazılıydı.
Hasan Basrî dedi ki: 600x300 zira' ebadmdaydı. İbn Abbas ise 1200x600 zira' ebadında
olduğunu söylemiştir. 2000x100 zira' ebadında olduğunu söyleyenler de olmuştur.
Üzerinde ittifak edilen hususlarsa şunlardır: Nuh'un gemisi otuz zira' yüksekliğinde olup üç
kattan oluşuyormuş. Her katın yüksekliği on zira' imiş. Alt katı hayvanlarla canavarlar için,
orta katı insanlar için, üst katı da kuşlar içinmiş. Kapısı yan tarafında olup üzerinde perdesi
varmış.
«Nuh: "Rabbim! Beni yalanlamalarına karşı bana yardım et" dedi. Bunun üzerine O'na şöyle
vahyettik: "Gözcülüğümüz altında, sana bildirdiğimiz gibi gemiyi yap."» (el-Mü'ininûn, 26-
27.)
Yani sana emrettiğimiz gibi nezaretimiz altında gemiyi yap ki, imalat hususunda seni doğru
olan yönteme ulaştıralım. Ve gemicilikte doğru olanı sana gösterelim.
«Buyruğumuz gelip yeryüzü kaynayınca her cinsten birer çifti ve aleyhine hüküm verilmiş
olanın dışında kalan çoluk çocuğunu alıp gemiye bindir. Haksızlık yapanlar için Bana baş
vurma, çünkü onlar suda boğulacaklardır.» (ei-Mtı'minûn: 27.)
Daha önce Cenâb-ı Allah, Nuh (a.s.)'a şu emri vermişti: Allah'ın azabı o milletin üzerine
indiği zaman gemiye her canlıdan ve nesilleri devam etsin diye yenilen - yenilmeyen
hayvanlardan birer çifti, aleyhine hüküm verilmiş olan kafirler dışında kalan çoluk
çocuğunu bindir! Kafir oldukları için Nuh'un kendilerine reddedilmeyecek beddualar
yaptığı, dolayısıyla da üzerlerine geri çevrilemeyecek azabın inmesinin vacib olduğu
kimseler için bilahare Nuh'un Allah katında şefaatte bulunmaması emredildi.
Ayet-i kerimede geçen Tennur kelimesi, cumhur-u ulemaya göre yeryüzüdür. Yani
yeryüzünün her tarafı kaymadı, nihayet ateş yeri olan tandırlar ateş fışkırttılar. îbn Abbas'a
göre Tennur, Hindistan'daki bir pınardır. Şa'biye göre Küfe1 de, Katade'ye göre ise
Cezîre'deki bir pınardır.
Hz. Ali (r.a.) dedi ki: Ayet-i kerimede geçen Tennur kelimesi, sabah aydınlığının karanlığı
yarıp, tanyerinin ağanp ışık saçması manasına gelir. Yani Cenâb-ı Allah buyurmuş ki: "Ey
Nuh! Sabahleyin karanlıklar gidip ortalık aydınlandığında her cinsten birer çifti alıp gemiye
bindir."
Bu garip bir kavildir.
«Buyruğumuz gelip yeryüzü kaynamağa başlayınca: "Her cinsten birer çifti ve aleyhine
hüküm verilmiş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu ve inananları gemiye bindir." dedik.
Pek az kimse onunla beraber inanmıştı.»
Bu ayetle Cenâb-ı Allah, Nuh'a, milletine azab indiği zaman her cinsten birer çifti gemiye
bindirmesini emretmişti.
Ehl-i Kitabın elindeki kitapta ise şu ifadeye rastlamaktayız: Nuh'a eti yenen hayvanlardan
erkek ve dişi yedişer çifti, eti yenmeyenlerdense birer çifti gemiye bindirmesi emredilmişti.
Bu ifade, Kur'ân-ı Kerim'deki birer çift kelimesine aykırıdır. Tabii kelimesini meful-ü bih
sayarsak bu, Ehl-i Kitab'ın erindeki kitapta yer alan ifadeye aykırı düşer. Ama o kelimeyi
"zevceyn"kelimesi için bir te-kid sayarsak, o zaman bir aykırılık sözkomısu olmaz. Doğruyu
Allah bilir. İbn Abbas (r.a.)'dan rivayet olunduğuna göre bazıları demişler ki: Nuh'un
gemisine geçen kuşların ilki papağandır. O gemiye binen hayvanların sonuncusuysa eşek
olmuştur. Şeytan da eşeğin kuyruğuna tutunarak gemiye binmiştir.
îbn Ebi Hatim dedi ki: Babam, Zeyd b. Eşlem'den, o da babası Es-lem'den rivayet etti ki,
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: «Nuh (a.s.) her cinsten birer çifti gemiye bindirdiğinde
arkadaşları: "Aslan yanımız-dayken biz-ya da davarlar- nasıl rahat oluruz?" dediler. Bunun
üzerine Allah, ona sıtmayı musallat kıldı. Yeryüzüne ilk olarak inen sıtma o oldu. Sonra
fareden şikayetçi oldular. "Bu muzır hayvan yiyeceklerimizi ve eşyalarımızı berbad ediyor."
dediler. Allah, aslana ilhamda bulundu da aslan aksırdı. Ondan kedi çıktı. Bunun üzerine
fare, kediden gizlendi.»
«Aleyhine hüküm verilmiş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu gemiye bindir.» (Hud, 40.)
Ümmetinden sana inananları da gemiye bindir. Nuh (a.s.), aralarında uzun müddet kaldığı,
gece-gündüz demeden çeşitli sözlerle, vaad ve tehdidlerle sıkı sıkıya onları davet ettiği
halde pek az kimse onunla beraber iman etmişti.
Gemide Nuh (a.s.)'un beraberindeki mü'minlerin sayısı hususunda âlimler ihtilaf etmişlerdir.
İbn Abbas'a göre seksen kişiymişier. Beraberlerinde hanımları da varmış. Kabü'l- Ahbar'a
göre ise yetmiş iki kişiymişier. On kişi olduklarını söyleyenler de olmuş.
Denildi ki: Gemide sadece Nuh, üç oğlu ve dört gelini vardı. Bunlardan biri kurtuluş
yolundan sapan oğlu Yanı'm karısıydı. Ancak bu kavil, ayetin zahiriyle ters düşmektedir.
Oysaki ayet-i kerime, ailesi dışındaki mü'minlerin de Nuh (a.s.)'la beraber gemiye binmiş
olduklarını açıkça ifade etmektedir.
«Beni ve beraberim deki inananları kurtar.» (cş-Şuarâ,ııs.)
Gemidekilerin yedi kişi olduğunu söyleyenler de vardır.
Nuh'un karısına gelince o, Nuh'un bütün oğullarının yani Ham, Sam, Yafes ve Yam'm
anasıdır. Ehl-i Kitap, Yam'a Kenan adım vermişlerdir. Suda boğulan da odur. Nuh'un oğlu
Abir ise, tufandan önce ölmüştür. Suda boğulanlarla birlikte onun da boğulmuş olduğu
söylenir. Kafirliğinden Ötürü o da, aleyhine hüküm verilenlerdendir. Ehl-i Ki-tab'a göre o da
gemideymiş, ancak daha sonra kafir olmuştur. Yahut da hakkındaki karar, kıyamete
ertelenmiştir. Fakat kuvvetli olan görüş, birincisidir. Zira ayet-i kerimede şöyle
buyurulmuştur:
«Rabbim! Yeryüzünde hiçbir inkarcı bırakma.» (Nûh, 26.)
«Ey Nuh! Sen ve beraberindekiler gemiye yerleşince: "Bizi zalim milletten kurtaran Allah'a
hamdolsun."de.
"Rabbim! Beni kutsal bir yere indir. Sen, indirenlerin en iyisisin."
de.» <el-Mü'minün, 28-29.)
Ona öylesine muazzam bir gemiyi musahhar kıldığı, o gemiyle kendisini selamete
kavuşturduğu, inkarcı milletinden kendisim kurtardığı, kendisini yalanlayıp muhalefette
bulunanları suda boğarak gözünü aydınlattığı için Rabbine hamd etmesini Cenâb-ı Allah,
Nuh (a.s.)'a emretti. Nitekim buyurdu ki:
«Bütün canlı cinslerini yaratan O'dur. Gemiler ve hayvanlardan bi-nesiniz diye size binekler
var etmiştir: Bunlar, üzerlerine oturunca Rab-binizin nimetim anarak: "Bunları
buyruğumuza veren ne yücedir; zaten bizim gücümüz bunlara yetmezdi. Şüphesiz
Rabbimize döneceğiz." demeniz İçindir.» (ez-Zuhruf, 12-14.)
İşte böyle.. İşin hayırlı ve bereketli olması, güzelce sonuçlanması için başlarken dua etmelde
emrolunuyor. Nitekim hicret edeceği zaman Rasûlullah (s.a.v.)'a da Cenâb-ı Allah şu
buyruğu vermişti:
«De ki: "Rabbim! Beni koyacağın yere hoşnutluk ve esenlikle dahil et; çıkaracağın yerden
de hoşnutluk ve esenlikle çıkar. Katından beni destekleyecek bir kuvvet ver."» (el-Isrâ, so.)
Nuh (a.s.) bu tavsiyeye uyarak şöyle dedi:
«Oraya binin'Yürümesi ve durması Allah'ın izniyledir. Doğrusu Rabbim çok bağışlayan ve
esirgeyendir.» (Hud,41.)
Rabbim bağışlayıcı ve merhamet edici olduğu kadar, elem verici azabın da sahibidir.
Günahkar millete gelecek azabını kimseler geri çe-virenıez. Nitekim O'nu tanımayıp başka
varlıklara tapan milletlerin üzerine O'nun azabı inmiştir.
«Gemi dağlar gibi dalgalanıl içinde onları götürürken..» (Hud, 42.)
Cenab-ı Allah daha önce yeryüzünde görülmemiş bir yağmuru, gökten üzerlerine boşalttı. O
zamana kadar öyle bir yağmur yağmadığı gibi, daha sonra da yağacak değildi. Sanki
kırbanın ağzı açılmıştı da, suları aşağıya doğru boşalıyordu. Yeryüzüne de emir verildi. Her
tarafından sular fışkırmaya başladı.
«Nuh: "Ben yenildim, bana yardım et" diye Rabbine yalvarmıştı. Biz de bunun üzerine gök
kapılarını boşanan sularla açtık. Yeryüzünde kaynaklar fışkırttık; her iki su, belirtilen bir
ölçüye göre birleşti. Onu tahtadan yapılmış, mıhla çakılmış bir gemiye bindirdik. İnkar
edilmiş olan Nuh'a mükafat olarak verdiğimiz gemi, nezaretimiz (ve korumamız) altında
yüzüyordu.» (el-Kamcr, 10-14.)
İbn Cerir ve diğerleri, tufanın kıptı hesabına göre ağustosun onüçünde vukubulduğunu
söylemişlerdir.
«Ey İnsanlar! Su taştığı vakit, size bir ibret olmak üzere, anlayışlı kulaklar anlasın diye
süzülen gemide, sizi biz taşımışızdır.» (cl-Hâkka, 11-12.)
Müfessirlerden bazıları demişlerdi ki: Tufan suyu, yeryüzündeki en yüksek dağın tepesini
onbeş zira' kadar aştı. Bu rakam Ehl-i Kitab'a göredir. Seksen zira' kadar aştığım söyleyenler
de olmuştur. O zaman enine boyuna, ovasıyla, çölüyle, yamacıyla, dağıyla, kumsalıyla
yeryüzünün her tarafı sular altında kalmış. Yeryüzünde gözünü açıp kapayabilecek, ne
büyük, ne de küçük hiç bir canlı kalmamıştır.
İmam Malik, Zeyd b. Eslem'den naklederek dedi ki: Tufandan önce insanlar, yeryüzünün
bütün dağlarını ve ovalarını doldurmuşlar. Zeyd b. Eşlem'in oğlu Abdurrahman demiş ki: O
zaman yeryüzündeki her karış toprağın mutlaka bir sahibi varmış. Bu iki sözü de İbn Ebi
Hatîm rivayet etmiştir.
«Nuh, bir kenarda kalmış olan oğluna: "Ey oğulcuğum! Bizimle beraber gel, kafirlerle birlik
olma." diye seslendi. Oğlu: "Dağa sığınırım, beni sudan korur." deyince, Nuh: "Bugün
Allah'ın buyruğundan - O'nun acıdıkları dışında - kurtulacak yoktur." dedi. Aralarına dalga
girdi. Oğlu da boğulanlara karıştı.» (Hud, 42-43.)
Nuh'un boğulan bu oğlunun adı Yam'dır. Sam, Ham ve Yafes'in kardeşidir. Adının Kenan
olduğu da söylenir. Kafirdi. İyi olmayan işler yapardı. Dininde babasına muhalefet etti de
geberenlerle birlikte geberdi.
Böyleyken soyundan olmayan, yabancı ama din ve mezhepte babasına tabi olanlar,
babasıyla birlikte kurtuluşa erdiler.
«Yere: "Suyunu çek!", göğe: "Ey gök! Sen de tut." denildi. Su çekildi, iş de bitti. Gemi
Cudi'ye oturdu. "Haksızlık yapan millet, Allah'ın rahmetinden uzak olsun." denildi.» (Hud,
44.)
Onur ve üstünlük sahibi Allah'tan başkasına tapanlardan hiç biri yeryüzünde kalmayıp iş
bitince Cenâb-ı Allah, yere, suyunu çekmesini; göğe de yağmurunu tutmasını emretti. Su
çekildi, yağmur dindi. Hülasa Allah'ın ilm-i ezelisinde ve kaderinde daha önce takdir
buyuruları azab, o kafir milletin tepesine indi. "Haksızlık yapan millet, Allah'ın rahmetinden
uzak olsun." denildi. Yani kudret lisanıyla onlara:
"İlahî rahmet ve bağışlamadan uzak olsunlar." diye seslenildi.
«O'nu yalanladılar, Biz de onu ve gemide beraberinde olanları kurtardık. Ayetlerimizi yalan
sayanları suda boğduk. Çünkü onlar, kör bir milletti.» (el-A'râf, 64.)
«O'nu yalancı saydılar. Ama biz onu ve gemide beraberinde bulunanları kurtardık. Onları,
ötekilerin yerine geçirdik. Ayetlerimizi yalanlayanları suda boğduk. Uyarılanlardan söz
dinlemeyenlerin sonlarının nasıl olduğuna bir bak.» (Yûnus, 73.)
«Ayetlerimizi yalanlayan millete karşı ona yardım ettik. Doğrusu, onlar fena bir milletti,
hepsini suda boğduk.» (ei-Enbiyâ, 77.)
«Bunun üzerine onu ve beraberinde bulunanları, dolu bir gemi içinde taşıyarak kurtardık.
Sonra da geride kalanları suda boğduk. Doğrusu, bunda bir ders vardır. Ama çoğu
inanmamıştır. Rabbin şüphesiz güçlüdür, merhametlidir.» (cş-Şuarâ, 119-122.)
«Ama biz Nuh'u ve gemide bulunanları kurtardık. Ve bunu dünyalara bir ibret kıldık.» (el-
Ankcbût, 15.)
«Sonra diğerlerini suda boğduk.» (eş-Şuarâ, 66.)
«Andoisun ki biz o gemiyi bir ibret olarak bıraktık. Yok mudur öğüt alan? Benim azabım ve
uyarmam nasılmış? Andoisun ki Kur'ân'ı öğüt olsun diye kolaylaştırdık. Yok mudur öğüt
alan?» (el-Kamer, 15-17.)
«Onlar günahları yüzünden suda boğuldular; ateşe sokuldular, kendilerine Allah'tan başka
yardımcı bulamadılar. Nuh dedi ki: «Rab-bim! Yeryüzünde hiç bir inkarcı bırakma.
Doğrusu, sen onları bırakırsan, kullarını saptırırlar; sadece ahlaksız ve çok inkarcıdan
başkasını doğurup yetiştirmezler.» (Nûh, 25-27.)
Cenâb-ı Allah, Nuh (a.s.)'un duasına icabet etti. Yeryüzünde o inkarcılardan hiç birini canlı
bırakmadı. Gözünü açıp kapayabilen bir kimse kalmadı. Hepsi geberip gitti. Hamd ve
minnet Allah'adır.
îmam Ebu Cafer b. Cerîr ile İmam Ebu Muhammed b. Ebi Hatîm, tefsirlerinde Yakub b.
Muhammed ez-Zührî yoluyla, Hz. Aişe (r.a.)'den rivayet ettiler ki, Rasûlullah (s.a.v.) ona şu
haberi vermiş: «Allah, Nuh kavminden bir tek kimseye merhamet edecek olsaydı, çocuk
anası (kadana merhamet ederdi.»
Bir başka hadis-i şerifde de Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «Nuh (a.s.), kendi milleti
arasında 950 sene kaldı. Yüz senede bir ağaç dikti. Ağaç büyüdü, her tarafa dal budak saldı.
Sonra onu kesip gemi yaptı. Bu işle meşgul olurken (inançsızlar) ona uğrayıp alay ediyor ve
: "Karada gemi yapıyorsun. Bu gemi (karada) nasıl yüzer?" diyorlardı. O da: "Bunu ileride
göreceksiniz." diye cevap veriyordu.
Gemi yapımını tamamladıktan sonra yerden sular kaynadı, yollar kapandı. Kucağında
çocuğu bulunan bir ana, yavrusu için korkmaya başladı. Yavrusunu çok seviyordu. Onu
dağa çıkarmak üzere yukarıya doğru tırmandı. Dağın üçte bir yüksekliğine varmıştı ki tufan
suyu kendilerine arkadan kavuştu. Nihayet tam tepeye çıktı. Su oraya kadar da çıktı. Hatta
kadının boğazına kadar yükseldi. Bu durumda çocuğunu elleriyle yukarıya doğru kaldırdı.
Sonunda yavrusuyla birlikte boğuldular. İşte böyle.. Eğer Allah, Nuh kavminden bir
kimseye merhamet edecek olsaydı, mutlaka o çocuğun anasına merhamet ederdi.»
Özetle yüce Allah, inançsızlardan hiç birini hayatta bırakmamış, hepsini suda boğmuştu.
Peki nasıl oluyor da bazı tefsirciler, Uc b. Unuk'un - îbn Anak diyenler de vardır - Nuh'tan
önce mevcud olup Musa'nın zamanına kadar yaşamış olduğunu iddia ediyorlar? Onun kafir,
zorba ve inatçı olduğunu söylüyorlar. İyi bir adam olmadığını, Adem'in kızının onu zinadan
kazandığını, uzun boylu olduğu için elini uzatıp denizin derinliklerinden balık çıkardığını,
çıkardığı balığı güneşe kadar uzatıp orada pişirdiğini, gemiye binmiş olan Nuh (a.s.l'a:
"Nedir senin bu serüvenin?" diyerek onunla alay ettiğini, boyunun 3333,3 zira' uzunluğunda
olduğunu ve daha bir çok hezeyanları savuruyorlar. Bunlar, bir çok tefsirlerde ve tarih
kitaplarında yazılmamış olsaydı burada naklet-mezdik. Çünkü bunlar, sakat ve zayıf
haberlerdir. Sonra bunlar, nakillere ve akla aykırıdır. Akla aykırıdır. Zira nasıl olur da
Cenâb-ı Allah, kafirliğinden dolayı, babası peygamber olduğu ve mü'minlerin önderi olduğu
halde Nuh'un oğlunu öldürüyor da Uc b. Unuk'u sağ bırakıyor? Halbuki anlatıldığına göre
Uc, daha zalim ve daha zorba imiş. Ve yine nasıl oluyor da Cenâb-ı Allah o çocuğa ve
anasına merhamet etmiyor da şu nesebi belirsiz, zorba, inatçı, ahlaksız, azılı kafir ve asi
şeytanı serbest bırakıyor?
Bu husus, nakle de aykırıdır. Zira Cenâb-ı Allah buyurmuş ki:
«Sonra diğerlerini de suda boğduk.» (eş-Şuarâ, 66.)
«Rabbim! Yeryüzünde inançsızlardan hiç birini (sağ) bırakma.»(Nûh, 26.)
Sonra anlattıklarına göre onun boyunun bu kadar uzun oluşu da, şu hadis-i şerifin ifadesine
aykırıdır:
«Doğrusu Cenâb-ı Allah, Adem'i altmış zira' boyunda yarattı. Sonra yaratıklar (m boyu) şu
ana kadar eksilmeye devam etmektedir.» Bu ifadeler, doğru, doğrulanmış ve hatadan
korunmuş olan Rasûlullah (s.a.v.)'a aittir.
«O, kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması, ancak bildirilen bir vahiy iledir.»
(en-Necm, 3-4.)
O buyurmuş İd: Yaratıkların boylan, şu ana kadar eksilmeye devam etmektedir.
Yani Adem'den asr-ı saadete kadar geçen zaman içinde insanların boyları kısalmaya devam
etmiştir. Bu kısalma, kıyamete dek devam edecektir. Bu da, Adem'in soyunda kendisinden
daha uzun boylu birinin bulunamayacağım zorunlu kılmaktadır. Nasıl olur da Cenâb-ı Allah,
Uc b. Unuk'u görmeyip kendi haline biralar?! Bizler de Allah'ın indirdiği kitapları değiştirip
tahrif eden, tevil edip ayetlerinin yerlerini değiştiren Ehl-i Kitaptan olan keferenin sözlerine
itibar ediyoruz! Bu nasıl olur?! Yalancı, hain ve kıyamete dek ilahî lanete maruz kalmış o
kafirlerin kendi başlarına naklettikleri ya da doğruluğuna güvendikleri bu gibi haberler
hakkında ey okuyucu sen ne düşünüyorsun? Uc b. Unuk'la ilgili bu haberi, peygamberlerin
düşmanı olan bazı zındık ve ahlaksızların uydurmuş olmasından başka bir şeye ihtimal
veremiyorum. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.
Sonra Cenâb-ı Allah, Nuh'un kendi oğlunu kurtarması için Rabbine yalvarışını, bizlere bir
ibret dersi olarak anlatıyor. Nuh (a.s.), Rabbine şöyle müracatta bulunmuştu:
Ey Rabbim! Benimle birlikte ailemi de kurtaracağını bana va'd etmiştin. Oğlum da
ailemdendir. Halbuki o boğuldu. Bu nasıl olur? Cevaben yüce Allah buyurmuştu ki: O,
kurtaracağını va'd etmiş olduğum ailenden değildir. Yani biz sana demiştik ki: "Ve aleyhinde
hüküm verilmiş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu alıp gemiye bindir." (ci-Mü'mînûn,
27.) Oysaki bu oğlun, kafirliği dolayısıyla boğulacak diye aleyhine hüküm verilmiş
olanlardandır. Bu nedenle kader onu mü'minler blokun-dan uzaklaştırdı. Küfür ve taşkınlık
sahipleriyle beraber suda boğuldu.
«Ey Nuh! Sana ve seninle beraber olan topluluklara bizden bir selamet ve bereketle gemiden
in. Ama bir çok toplulukları da geçindireceğiz. Sonra onlara can yakıcı bir azab vereceğiz."
denildi.» (Hud, 48.)
Sular yeryüzünden çekilip yeryüzü, üzerinde yürüyüp durmaya, yerleşmeye müsait hale
gelince Cenâb-ı Allah Nuh (a.s.)'a, uzun yolculuğundan sonra Cudi dağının üzerinde duran
gemiden selamet ve bereketle inmesini emretti. Evet.. Ey Nuh! Sana ve senin soyundan
doğacak evladına bizden selamet ve bereketle gemiden in. Kendisiyle birlikte gemiye
binmiş olanların soyu devam etmemiş,sadece Nuh (a.s.)'un nesli devam etmişti.
«Onun soyunu sürekli kıldık.» (es-Sâffât, 77.)
Bu gün yeryüzünde diğer cinslerden mevcut olan ademoğullarının tümü, mutlaka Nuh (a.s.)
oğullarından Sam, Ham ya da Yafesİn soyun-dandırlar. Ahmed b. Haııbel, Semure'den
rivayet ederek Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu söyledi:
«Sam, Arapların atasıdır. Ham, Habeşîerin atasıdır. Yafes de Rumların atasıdır.»
Şeyh Ebu Ömer b. Abdü'1-Berr dedi İd: İmran b. Husayn'den de böyle bir hadis rivayet
edilmiştir. Hadiste geçen "Rum"dan kasıt, ilk Rumlar-dır ki, bunlar da Rumî b. Labti b.
Yunan b. Yafes b. Nuh'a mensub olan Yunanlılardır.
İsmail b. İyaş, Said b. Müseyyeb'den rivayet etti İd: Nuh (a.s.)'un Sam, Yafes ve Ham adlı
üç oğlu vardı. Bunların da her birinin üçer oğlu olmuştur. Şam'ın oğulları Araplar, Farslar ve
Rumlardır.Yafes'in oğulları Türkler, Slavlar, Ye'cûc ve Me'cûc'dur. Hamın oğulları Kıbtîler,
Sudanlılar ve Berberi!erdir.
Hafız Ebu Bekr el- Bezzar, "Müsned" adlı eserinde, Ebu Hürey-re'den rivayetle Rasûlullah
(s.a.v.)in şöyle buyurduğunu söyledi: «Nuh'un oğulları Sam, Ham ve Yafes'tir. Samin
oğulları Araplar, Farslar ve Rumlardır ki, hayır bunlardadır. Yafes'in oğulları Ye'cûc-Me'cûc,
Moğollar ve Slavlardır ki, bunlarda hayır yoktur. Ham'ın oğulları Kıbtîler, Berberiler ve
Sudanlılardır.»
Ancak bu hadisin rivayet senedinde adı geçen Yezid b. Sinan Ebu Ferve er-Rehavî, tümden
zayıf bir ravî olup güvenilir bir kimse değildir.
Denildi ki: Nuh (a.s.)'un yukarıdaki hadiste adları geçen bu üç oğlu tufandan sonra
doğmuştur. Gemiyi yapmadan önce sadece Kenan ve Abir adında iki oğlu vardı İd, Abir
tufandan önce ölmüş, Kenan ise tufanda boğulmuştu.
Doğrusu şu ki, her üç oğlu da hanımları ve analarıyla birlikte gemide Nuh (a.s.)un
yanmdaydılar. Tevrat'ın ifadesi böyledir. Rivayete göre Ham, gemide hanımıyla cinsel
temasta bulunmuş, bunun üzerine Nuh (a.s.), sperması çirkinleşsin diye ona bedduada
bulunmuştu da simsiyah tenli bir oğlu doğmuştu. Bu çocuk, Sudanlıların atası olan Kenan
idi.
Bir başka rivayete göre babası Nuh (a.s.)'ıı uyurken avreti açılmış olarak görmüş fakat onun
üzerini-örtmemiş, ild kardeşi onun bu açık yerini kapamışlardı. Bunun üzerine Nuh (a.s.),
sperması değişip çirkinleşsin ve ondan doğacak çocuklar, kardeşlerinin kölesi, hizmetçisi
olsunlar diye beddua etmişti.
İmam Ebu Cafer, İbn Abbas (r.a.)'m şöyle dediğini rivayet etmiştir: Havariler, Meryemoğlu
İsa'ya: "Gemiyi gören bir adamı diriltsen de bize onu anlatsa.." dediler. İsa (a.s.) onları bir
toprak yığının yanma götürdü.
Oradan bir avuç toprak aldı. "Bunun ne olduğunu biliyor musunuz?" diye sordu. "Allah ve
Rasûlü daha iyi bilir" diye cevap vermeleri üzerine: "Bu, Nuh oğlu Hamın mafsal yumru
kemiğidir." dedi. Bastonuyla vurarak: "Allah'ın izniyle (kalk)" deyince de Ham, ağarmış
başındaki tozlan silkeyerek ayağa kalktı. İsa (a.s.)ona:"Ölürken bu halde miydin?" diye
sordu. O da : "Hayır.. Ölürken gençtim. Ama şimdi dirilirken kıyamet koptuğunu sandım.
Bu nedenle basımdaki saçlar ağardı." diye cevap verdi. Hz. İsa, ona: "Bize Nuh'un
gemisinden söz et" deyince, şunları anlatmaya başladı:
"Boyu 1200: eni 600 zira1 idi. Üç katlıydı. Bir katında hayvanlarla canavarlar, bir katında
insanlar, bir katında da kuşlar vardı. Hayvanların pislikleri çoğalıp gemiyi doldurunca
Cenâb-ı Allah Nuh'a, filin kuyruğuna dürtmesini vahyetti. Dürtünce, kuyruğundan biri
erkek, diğeri dişi bir çift domuz peydahlandı. Bunlar pislikleri yemeye başladılar. Pare
gemiyi delmek için kemirmeye başlayınca da Cenâb-ı Allah, Nuh'a aslanın iki gözünün
arasına vurmasını vahyetti. Vurunca burnundan biri erkek, diğeri dişi bir çift kedi
peydahlandı. Bunlar fareyi yakalayıp yediler.»
Hz. İsa ona: "Nuh (a.s.), şehirlerin sular altında kaldığım nasıl anladı?" diye sordu. Cevaben
dedi ki: "Kendisine haber getirmesi için kargayı gönderdi. Karga bir leş bulup üzerine
kondu. Bunun üzerine Hz. Nuh korkak olsun diye ona beddua etti. Karganın evcil olmayışı
bundandır. Daha sonra güvercini gönderdi. Dönüşte güvercin, gagasında bir zeytin yaprağı,
ayağında da birazcık çamurla geldi de Hz. Nuh, böylece şehirlerin sular altında kalmış
olduklarını anladı. Boynuna yeşil bir kuşak taktı. Ünsiyet ve güvenlik içinde olması için dua
etti. Güvercinin evlere alışık olması da bundandır."
Etrafındakiler, Hz. İsa'ya dediler ki: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bu adamı (Haın'ı) evimize
götürsek de, yanımızda oturup bizimle konuşsa olmaz mı?."
"Dünyadan rızkı kesilmiş olan bir adam nasıl sizinle beraber olur?." diyerek bu Öneriyi
reddetti. Ve Ham'a: "Allah'ın izniyle eski haline dön!." dedi. Oda toprağa dönüştü...
Bu gerçekten garip bir rivayettir.
Alba b. Ahmer, İkrime'den, o da İbn Abbas'tan rivayet etti ki: Gemide Nuh'un yanında çoluk
çocuklarıyla beraber seksen erkek vardı. Orada yüz elli gün kaldılar. Cenâb-ı Allah gemiyi
Mekke'ye yöneltti, kırk gün süreyle Ka'be'nin çevresinde dolandı. Sonra onu Cudi'ye
yöneltti, Cudi'nin üzerinde karar kıldı. Nuh (a.s.), kendisine yeryüzünün haberini getirsin
diye kargayı keşfe gönderdi. Karga gidip bir leşin üzerine kondu. Bunun üzerine Nuh (a.s.)
güvercini gönderdi. Güvercin bir zeytin yaprağı getirdi. Ayakları da çamurlanmıştı. Bunun
üzerine Nuh (a.s.), yeryüzünden suların çekilmiş olduğunu anladı. Cudi dağının eteklerine
indi. Orada bir köy kurdu. Orayı 'Seksen Köyü' diye adlandırdı. O gün oraya yerleşenlerin
dilleri seksen lisana ayrıldı. Bunlardan biri de Arapçaydı. Oradakiler, birbirlerinin dillerini
anlamıyor, Nuh (a.s.) onlara tercümanlık yapıyordu.
Katade ve diğerleri dediler ki: Nuh ve beraberindekiler, receb ayının onunda gemiye
bindiler, 150 günlük bir yolculuk yaptılar. Gemi, onları getirip Cudi'nin tepesine kondurdu.
Muharremin onunda, yani aşure gününde gemiden çıktılar. İbn Cerir de buna muvafık bir
haber rivayet ederek, gemiden çıkış gününde oruç tuttuklarım sözlerine eklemiştir.
İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Hüreyre (r.a.)'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Hz. Peygamber (s.a.v.), Yahudilerden bazı kimselere uğradı. Onlar, aşure orucunu
tutmuşlardı. "Bu ne orucudur?" diye sorunca şöyle demişlerdi: "Bu, Allah'ın Musa'yı ve
israiloğullanm suda boğulmaktan kurtardığı, Firavunu boğduğu gündür. Bu, geminin Cudi
tepesine konup yerleştiği, onur ve üstünlük sahibi olan Allah'a bir şükür ifadesi olarak Musa
ile Nuh'un oruç tuttukları gündür."
Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.): "Ben Musa'ya daha yakınım. Bu günde öncelikle benim
oruç tutmam gerekir." dedi. Ashabına da şu tavsiyede bulundu: "Sizden biri oruçlu olarak
sabahlarsa, orucunu devam ettirip tamamlasın; Sizden biri ailesine dokunmuşsa, günün
kalan kısmını oruçlu (imiş gibi) tamamlasın." Buharî'de bunu teyid edici bir başka hadis
vardır. Ancak tuhaf olan, burada Nuh (a.s.)'dan söz edilmesidir. Doğruyu en iyi bilen
Allah'tır.[6] Şimdi de bazı cahillerin aşureyle ilgili anlattıkları hikayelere gelelim.. Güya Hz.
Nuh ve beraberindeki mü'minler, azıklarının artanını ve yanlarında kalan tahıllan öğütüp
karıştırarak yemek mecburiyetinde kalmışlar. Uzun süre geminin içinde karanlıkta
kaldıklarından dolayı gözlerinin zayıflayan ferini güçlendirmek için, gözlerine sürme
çekmişler... Bütün bunlar, sahih olmayan ve içinde doğruluk payı bulunmayan rivayetlerdir.
Bu hususta mute-med olmayan israiliyat hikayeleri nakledilir.
Muhammed b. İshak der ki: Cenâb-ı Allah, tufanı durdurmak isteyince yeryüzüne bir rüzgar
gönderdi. Bu rüzgarın etkisiyle sular durdu, yerin kaynakları tıkandı. Sular azalıp çekilmeye
başladı. Geminin Cudi tepesine konup durması - Tevrat ehlinin iddiasına göre - tufanı
müteakip yedinci ayın onuncu gecesinde olmuştur. Tufanı müteakip onuncu ayın ilk
gününde de dağların tepeleri görünmüş, bunun üzerinden kırk-gün geçtikten sonra da Nuh,
geminin- daha Önce yapmış olduğu - penceresini açmış, sonra da suyun yeryüzünü ne hale
getirdiğini görüp gerekli bilgiyi getirmesi amacıyla kargayı dışarı göndermiş, ama karga bir
daha geri dönmemişti. Karga geri gelmeyince güvercini gönderdi. Güvercin döndüğünde,
gemide konacak yer bulamayınca Nuh (a.s.) elini uzatıp onu tuttu ve geminin içine aldı.
Aradan yedi gün daha geçtikten sonra, sellerin neler yaptığım görüp geri gelerek kendisine
bildirmesi için güvercini yemden dışarı gönderdi. Akşam olunca, ağzında bir zeytin
yaprağıyla geri geldi. Nuh (a.s.),yeryüzünde suların azalmış olduğunu anladı. Aradan yedi
gün daha geçince güvercini yeniden dışarı yolladı, ama bu defa güvercin geri dönmedi. Nuh
(a.s.) yeryüzünün açılmış olduğunu anladı. Tufanın başlangıcından güvercinin dışarı
yollanmasına kadar bir yıl geçip ikinci yıla girildiğinde yeryüzü tamamen açılıp kara
göründü. Nuh (a.s.) geminin örtüsünü açtı. Tufanın ikinci yılının yirmi altıncı gecesinde:
«"Ey Nuh! Sana ve seninle beraber olan topluluklara bizden bir selamet ve bereketle
gemiden in. Ama bir çok toplulukları da geçindireceğiz. Sonra onlara can yakıcı bir azab
vereceğiz." denildi.» (Hud, 48.)
Ehl-i Kitabın anlattıklarına göre Cenâb-ı Allah, Nuh (a.s.)'a şu buyruğu vermiş: Sen, karın,
oğulların, gelinlerin ve beraberindeki hayvanlar, hepiniz gemiden çıkın. Bütün bunlar,
yeryüzünde üreyip çoğaltsınlar.
Çıktılar.. Nuh (a.s.), Allah rızasına kesilecek kurbanlar için bir mezbaha inşa etti. Eti yenen
hayvanlarla kuşlardan birer tanesini Allah için kurban etti. Allah da yeryüzündeki insanlara
artık böyle bir tufan göndermeyeceğine söz verdi. Bu sözünün hatırası olarak da gök
kuşağını yarattı. Gökkuşağının, suda boğulmaya karşı ilahî bir emniyet olduğunu İbn Abbas
söylemiştir.
İranlı ve Hindli bazı cahiller, tufanın vukuunu inkar etmiş, ama bu milletlere mensup bazı
kimseler, tufanın vukubulduğunu itiraf etmiş, yalnız demişler ki: Tufan, Babil mıntıkasında
vukubuldu, suları bize ulaşmadı. Adem'den bu güne dek, dünyayı büyüklerimizden bir miras
olarak devralmışız.
Bunu, şeytanın izinde yürüyen ve ateşe tapan bazı mecusi zındıkları söylemiştir. Bu onların
bir safsatası, aşırı küfrü, katmerli cahillikleri, maddi olarak duyulur şeyleri inkarları ve
göklerle yerin Rabbini yalanlamalarından başka bir şey olamaz.
Rahman olan Allah'ın elçilerinden nakiller yapan din âlimleri, sair zamanlarda insanların
mütevatiren rivayet ettikleri haberlerin yanı sıra, Nuh tufanının vukubulduğu hususunda
görüş birliği etmişlerdir. Bu tufan, bütün beldeleri sular altında bırakmış, Cenâb-ı Aîlah'da
kendi desteğindeki günahsız peygamberi Nuh'un çağrısına icabet etmek ve kaçınılmaz
takdirini infaz etmek için inkarcı kullardan hiç birini o zaman sağ bırakmamıştır. [7]
Nuh (A.S.)'Un Şahsına Ait Bazı Haberler
Cenâb-ı Allah buyurdu ki:
«Doğrusu Nuh, çok şükreden bir kuldu.» (ei-îsrâ, 3.)
Denildi ki: Onun yemesi, içmesi, giymesi ve bütün davranışları Allah'ın gözetiminde ve
onun rızasına uygundu.
İmam Ahmed b. Hanbel, Enes b. Malik'den naklederek Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle
buyurduğunu söyledi:
«Doğrusu Allah, kulun bir yiyeceği yeyip o yiyecekten ötürü kendisine hamdetmesini veya
bir içeceği içip o içecekten ötürü kendisine ham-detmesini memnuniyetle karşılar.»[8]
Doğrusu şu ki şükreden; kalbi, kavli ve ameli taatler yaparak hayırlı aktivitede bulunan
kimsedir. Şairin dediği gibi şükür, ancak böyle yapılır.
«Nimetleri size ifade eder üç şeyim;
Elim, dilim ve örtülü kalbim.» [9]
Nuh (A.S.)'Un Oruç Tutuşu
Sehl b. Ebi Sehl, Abdullah b. Ömer'in şöyle dediğini rivayet etti: İşittim ki Rasûlullah
(s.a.v.) şöyle buyuruyor: «Ramazan ve kurban bayramı günleri dışında Nuh (a.s.), zamanın
tümünü oruçlu geçirmiştir.»
Taberanî, Abdullah b. Ömer'in şöyle dediğini rivayet etti: îşittimki Rasûlullah (s.a.v.) şöyle
buyuruyor: «Ramazan ve Kurban bayramı günleri dışında Nuh (a.s.), zamanın tümünü
oruçlu geçirmiştir. Davud (a.s.), zamanın (senenin) yarısını oruçlu geçirmiştir. îbrahim (a.s.),
her aydan üç gün oruç tutmuştur. Bir yıl tutmuş, bir yıl tutmamıştır.»[10]
Nuh(A.S.)'Un Haccı
Hafız Ebu Yala dedi ki: Süfyan b. Vekî', İbn Abbas (r.a.)'ın şöyle dediğini rivayet etti:
«Rasûlullah (s.a.v.) haccetti. Usfan vadisine geldiğinde sordu: "Ey Ebu Bekir! Bu hangi
vadidir? Bu hangi vadidir?" Ebubekir: "Usfan vadisidir." deyince Rasûlullah (s.a.v.) şöyle
buyurdu: "Buraya Nuh, Hud ve İbrahim, genç develer üzerinde uğramışlardır. Yularları
liften eşekleri vardı. Peştemalları çuhadan, omuzlukları da siyah beyaz çizgili olup
yündendi. Allah'm şereüi evini ziyaret ederek haccediyorlardı."
Bu hadis "garib"dir. [11]
Nuh (A.S.)'Un Oğluna Vasiyeti
İmam Ahmed b. Hanbel, Abdullah b. Ömer (r.a.)'in şöyle dediğini rivayet etti: Rasûlullah
(s.a.v.)'m'yanmdaydık. Omuzuna üzerinde ipekten bağlar bulunan çizgili bir cübbe giymiş
olan bedevi bir adam geldi ve şöyle dedi: "Bilesiniz ki bu arkadaşınız (yani Rasûlullah), süvaı'i
oğlu süvari olan herkesi (yüksek mevkilerde bulunanları) alçaltmış, çoban oğlu çoban
olan (aşağı tabakadaki) herkesi yüceltmiş-tır.
Rasûluîlah, (s.a.v.) onun cübbesinin yakasını tutarak: "Senin üzerinde akılsızların elbisesini
görmekteyim." dedi ve sonra sözünü şöyle sürdürdü: «Allah'ın peygamberi Nuh, vefat
edeceği esnada oğluna şöyle dedi: "Sana bir vasiyette bulunacağım. Sana iki şeyi yapmanı
emrediyorum. Ve iki şeyi yapmanı da yasaklıyorum. "Lâ ilahe illallah "demeni
emrediyorum. Yedi kat gökle yedi kat yer, terazinin. bir kefesine; "lâ ilahe illallah" sözü de
terazinin diğer kefesine konulsa, "lâ ilahe illallah" kefesi ağır gelir. Şayet yedi kat gölde
yedi kat yer, dağınık halkalar olsalar, "Lâ ilahe illallah" ile "Sübhanallahi ve bihamdihi"
kelimeleri, bu halkaları bir araya getirip birleştirir. Çünkü bu cümlelerde her şeyin bağı
vardır. Yaratıklar bunlai'la rızıklandınlırlar.
"Allah'a ortak koşmayı, kibri sana yasaklıyorum," Dedim ki - veya denildi ki -: "Ey Allah'ın
Rasûlü! Allah'a ortak koşmanın ne demek olduğunu biliyoruz. Ya şu 'kibir' nedir? Birimizin
güzel ipli bir çift ayakkabısının olması kibir midir?" "Hayır" dedi. "Birimizin giydiği güzel
bir elbisesinin bulunması kibir midir?" dedim. "Hayır" dedi. "Birimizin binmekte olduğu bir
bineğinin bulunması kibir midir?" dedim. "Hayır" dedi. "Birimizin meclisinde oturup
kendisiyle sohbet eden arkadaşlarının bulunması kibir midir?" dedim. "Hayır" dedi. "Peki ya
kibir nedir?" dedim."Hakkı tanımamak ve insanları horlamaktır."» dedi.[12]
Ehl-i Kitab anlatırlar M: Nuh peygamber gemiye bindiğinde 600 yaşındaydı, îbn Abbas'm
da böyle dediğini daha önce söylemiştik. Yalnız o, "Gemiye bindikten sonra 350 yıl daha
yaşadı" sözünü eklemiştir. Ancak bu söz, tartışma götürür. Kaldı ki bu sözle Kur'ân-ı
Kerim'in ifadeleri arasında uzlaşma sağlanamadığı için bu büyük bir yanılgıdan başka bir
şey olamaz. Kur'ân-ı Kerim'in ifadesinden anlaşıldığına göre Nuh peygamber, risaletle
görevlendirildiğinden itibaren tufanın vukuuna kadar geçen müddet zarfinda milleti arasında
950 yıl kalmıştır. Onlar zalim bir kavim oldukları için bundan sonra tufan seline yakalanmışlardır.
Tufandan sonra Nuh peygamberin ne kadar yaşamış olduğunu ancak Allah bilir.
Nuh (a.s.)'un 480 yaşındayken peygamberlikle görevlendirildiği, tufandan sonra 350 yıl
daha yaşadığı sözü gerçekten İbn Abbas (r a )'dan nakledilmişse, buna göre -950 yıl daha
ilaveyle- Nuh (a.s.) 1780 yıl yaşamış olmaktadır. İbn Cerir ve Ezrakf nin rivayetlerine göre
Nuh (a s )'un kabri, Mescid-i Haram'dadır. Bu rivayet, son devir ulemasından bir çoğunun
bu konudaki kavillerinden daha güçlü ve. daha sabittir Bunlar derler ki: Nuh peygamberin
kabri, Kerk-i Nuh beldesindedir. Ve orada bu maksatla bir cami de inşa edilmiştir.
Doğruyu en iyi bilen Allah'tır. [13]
Hud Peygamberin Kıssası
Hud (a.s.), Erfahşiz oğlu Salih'in oğludur. Erfahşiz ise, Nuh oğlu Sam'm oğludur.
Denilir ki: Hud (as.), Salih oğlu Abir'in oğludur. Salih ise, Sam oğlu Erfahşiz'in oğludur.
Bilindiği gibi Sam da Nuh peygamberin oğludur. Bunu, İbn Cerir (et-Taberî) anlatmıştır.
Hud (a.s.), Ad kabilesindendi. Ad, Avs'm oğludur. O da Nuh oğlu Şam'ın oğludur. Bunlar bir
Arab kavmi olup Ahkaf denen dağlık bölgede otururlardı. Burası denize doğru uzanan ve
Şahr adıyla isimlendirilen bir yer olup Yemen'de Umman ile Hadramut arasındaydı.
Vadilerinin adı da Muğis idi. Nüfusları kabarık olup kalın direkli çadırlarda yaşarlardı.
Nitekim Cenâb-ı Allah buyurmuş İd:
«Ey Muhammedi Rabbinin, sütunlara sahip İrem şehrinde oturan Ad milletine ne ettiğini
görmedin mi?.» (el-Fecr, 6-7.)
İrem'de oturan Ad.... Bunlar ilk Ad kavmiydi. İkinci Ad ise, bilahare ortaya çıkmış bir kavim
olup yeri geldiğinde gerekli açıklama yapılacaktır. Birinci Ad' dan şöyle söz ediliyor:
«Benzeri hiç bir memlekette yaratılmamış olan, sütunlara sahip İrem şehrinde oturan Ad...»
{cl-Fecr, 7-8.)
İrem'in yeryüzünde dolaşan, bazen Şam'da, bazen Yemen'de, bazen Hicaz'da, bazen da
başka yerde görünen bir şehir olduğunu söyleyen kimse, hedefi saptırmış, dayanaksız ve
delilsiz bir söz sarfetmiş olur. İbn Hibban'm sahihinde Ebu Zerr (r.a.)'in rivayet ettiği,
nebilerle mürsellerin anlatıldığı uzun bir hadiste şu ifadelere rastlamaktayız:
- «O nebi ve rasûllerden dördü, Araplardandır; Hud, Salih, Şuayb ve bir de peygamberin ey
Eba Zerr!.»
İlk Arabça konuşanın Hud (a.s.) olduğu söylenir. Vehb b. Münebbih'e göre ise, Hud'un
babasıdır. Diğerleri dediler ki: İlk Arabça konuşan, Nuh (a.s.)'du. İlk Arabça konuşanın
Adem (a.s.) olduğu da söylenir ki, gerçeğe yakın olan da budur. İlk Arabça konuşanın
başkası olduğu da söylenmiştir. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.
İsmail (a.s.)'de önceki Araplara Arab-ı Aribe denir ki, bunlar birçok kabilelere ayrılırlar:
Ad> Semud, Cürhüm, Tasm, Cedis, Emim, Medyen, İmlak, Casim, Kahtan, Benu Yaktin ve
benzerleri...
Müstarebe Araplara gelince bunlar, İbrahim Halil oğlu İsmail'in soyudurlar. Gramere
uygun', edebi bir Arapçayı ilk konuşan, Hz. İsmail (a.s.)'dir. Allah izin verirse yeri
geldiğinde anlatılacağı gibi Hz. İsmail, Arapçayı, Harem'de annesi Hacer'in yanına gelip
Mekke'ye yerleşen Cürhüm kabilesinden öğrenmiştir. Ama Cenâb-ı Allah ona, Arapçayı
gayet iyi derecede anlaşılır ve net bir şekilde konuşturmuştur. Rasûlullah (s.a.v.)'da öyle
konuşurdu.
Bizim bahsini yapmak istediğimiz Ad, ilk Ad'dır. Tufandan sonra ilk puta tapanlar onlardır.
Samed, Samud ve Hera adlı üç tane putları vardı.
Cenâb-ı Allah, onlara kardeşleri Hud'u'peygamber olarak gönderdi.
Hud, onları Allah'a kulluk etmeye çağırdı. Nitekim bunu açıklama sadedinde Cenâb-ı Allah
buyurmuş ki:
«Ad milletine de kardeşleri Hud'u gönderdik: "Ey Milletim! Allah'a kulluk edin, O'ndan
başka tanrınız yoktur, karşı gelmekten sakınmaz mısınız?" dedi. Milletinin inkarcı ileri
gelenleri, "Biz senin beyinsiz olduğunu görüyor ve seni yalancılardan sanıyoruz."-dediler.
"Ey Milletim! ben beyinsiz değilim. Alemlerin Rabbinin peygamberiyim. Size Rabbi-min
sözlerini bildiriyorum. Ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm. Sizi uyarmak üzere,
aranızdan bir adam vasıtasıyla Rabbinizden size bir haber gelmesine mi şaşıyorsunuz?
Allah'ın sizi Nuh'un milleti yerine getirdiğini ve vücutça da onlardan üstün kıldığını
hatırlayın. Başarıya erişebilmeniz için Allah'ın nimetlerini anın." dedi. "Bize, yalnız Allah'a
kulluk etmemizi, babalarımızın taptıklarını bırakmamızı söylemek için mi geldin? Doğru
sözlülerden isen, haydi bizi tehdid ettiğin azaba uğrat." dediler. "Hiç şüphesiz artık
Rabbinizin azab ve öfkesini hakkettiniz. Allah'ın hiç bir delil indirmediği ve isimlerini kendi
koyduğunuz putlar hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? Bekleyin, doğrusu ben de sizinle
beraber bekleyenlerdenim." dedi. Biz, rahmetimizle Hud'u ve beraberinde bulunanları
kurtardık. Ayetlerimizi yalan sayarak inanmayanların kökünü kestik.» (el-A'râf, 65-72.)
«Ad milletine kardeşleri Hud'u gönderdik. Şöyle dedi: "Ey Miletim! Allah'a kulluk edin.
O'ndan başka tanrınız yoktur. Yoksa sadece yalan uyduran kimseler olursunuz. Ey Milletim!
Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, ancak beni yaratana aittir.
Akletmez misiniz? Ey Milletim! Rabbinizden mağfiret dileyin. Sonra O'na tevbe edin ki
size gökten bol bol yağmur göndersin, kuvvetinize kuvvet katsın; yüz çevirip de suçlu
olmayın."
"Ey Hud! Sen bize bir belge getirmeden, senin sözünden ötürü tanrılarımızı terketmeyiz ve
sana inanmayız. Bir kısım tanrılarımız seni çarpmıştır demekten başka bir şey demeyiz."
dediler. Hud: "Doğrusu, ben Allah'ı şahid tutuyorum. Siz de şahid olun ki, ben O'nu bırakıp
koştuğunuz eşlerden uzağım. Hepiniz bana tuzak kurun. Sonra da ertelemeyin. Ben, ancak
benim de sizin de Rabbiniz olan Allah'a güvenirim. Hiçbir canlı yoktur ki Allah ona el
koymamış bulunsun. Rabbim elbette doğru yoldadır. Eğer yüz çevirirseniz, haberiniz olsun,
şüphesiz ben size benimle gönderileni bildirdim. Rabbim sizden başka bir milleti yerinize
getirebilir. O'na bir şey de yapamazsınız. Doğrusu, Rabbim her şeyi koruyandır." dedi.
Buyruğumuz gelince, Hud'u ve beraberindeki inananları, acıyarak kurtardık. Onları çetin bir
azabdan koruduk. Bu, Rablerinin ayetini bile bile inkar eden, peygamberlerine kafa tutan ve
her inatçı zorbanın emrine uyan Ad milletidir. Bu dünyada da, kıyamet gününde de lanete
uğradılar. Bilinki Ad milleti Rabblerini inkar etti. Ve yine bilin ki Hud'un milleti Ad,
Allah'ın rahmetinden uzaklaştı.» (Hud, so-60.)
«Bunların ardından başka nesiller varettik. Onlara aralarından; "Allah'a kulluk edin, O'ndan
başka tanrınız yoktur, sakınmaz mısınız?" diyen bir elçi gönderdik. Onun inkarcı ve ahirete
kavuşmayı yalanlayan milletinin ileri gelenleri - ki biz onlara bu dünya hayatında nimet vermiştik
- şöyle dediler: "Bu yediğinizden yiyen, içtiğinizden içen sizin gibi bir insandan
başka bir şey değildir. Kendiniz gibi bir insana itaat ederseniz, hüsrana uğrayacağınızda hiç
şüphe yoktur. Ölü toprak ve kemik yığını olduğunuz zaman tekrar dirilmenizle sizi tehdid
mi ediyor? Oysa tehdid edildiğiniz şey ne kadar, hem de ne kadar uzak! Hayat ancak bu
dünyadakidir. Ölürüz ve yaşarız; tekrar diriltilmeyiz. Bu sadece Allah'a karşı yalan
uyduranın biridir. Biz ona inanmayız." O Peygamber: "Rabbim! Beni yalancı saymalarına
karşılık bana yardım et." dedi. Allah da: "Az sonra pişman olacaklar." bu3oırdu. Gerçekten
onları bir çığlık yakaladı ve onları süprüntü yığını haline getirdik. Haksızlık eden millet,
rahmetten uzak olsun! (el-Mü'minün, 3i -41.)
«Ad Milleti de peygamberleri yalanladı. Kardeşleri Hud, onlara: "Allah'a karşı gelmekten
sakınmaz mısınız? Doğrusu ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Allah'tan salanın ve
bana itaat edin. Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim, ancak âlemlerin
Rabbine aittir. Siz her yüksek yere koca bir bina kurup boş şeyle mi uğraşırsınız?
Yakaladığınızı zorbaca mı yakalarsınız? Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Bildiğiniz
şeyleri size verenden sakının. Davarları, oğulları, bahçeleri ve akarsuları size O vermiştir.
Doğrusu, hakkınızda büyük günün azabından korkuyorum." dedi. "İster Öğüt ver, ister öğüt
verenlerden olma, bizim için farketmez. Bu durumumuz öncekilerin geleneğidir. Biz azaba
uğratılacak da değiliz." dediler. Böylece onu yalanladılar. Biz de kendilerini yok ettik.
Bunda şüphesiz ki ders vardır. Ama çoğu inanmamıştır. Doğrusu, Rabbin güçlüdür,
merhametlidir.» (eş-Şuarâ, 123)
«Ad milleti, yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamış, "Bizden daha kuvvetli kim vardır?"
demişti. Onlar, kendilerini yaratan Allah'ın onlardan daha kuvvetli olduğunu görmüyorlardı
değil mi? Ayetlerimizi bile bile inkar ediyorlardı. Rezillik azabım onlara dünya hayatında
tad-dırmak için o uğursuz günlerde üzerlerine dondurucu bir rüzgar gönderdik. Ahiret azabı
ise daha çok alçaltıcıdır. Ve onlar, yardım da görmezler.» (Fussilet, 15-
16.)
«Ey Muhammed! Ad milletinin kardeşi Hud'u an. Ondan önce ve sonra, "Allah'tan
başkasına kulluk etmeyin." diyen nice uyarıcılar gelip geçmişken, Ahkaf bölgesindeki
milletini uyarmış: "Doğrusu sizin için büyük günün azabından korkuyorum." demişti. "Bize,
bizi tanrılarımızdan alıkoymak için mi geldin? Eğer doğru sözlülerden isen, bizi tehdîd
ettiğin şeyi başımıza getir." dediler. "Doğrusu, bunun ne zaman geleceğini Allah bilir. Ben
size, benimle gönderileni tebliğ ediyorum. Fakat sizin cahil bir millet olduğunuzu
görüyorum." dedi. O azabın yayılarak vadilerine doğru yöneldiğim gördüklerinde: Bu
yaygın bulut bize yağmur yağdıracaktır." dediler. Hud: "Hayır o, acele beklediğiniz şeydir.
Can yakıcı azab veren bir rüzgardır; Rabbinin buyruğu ile her şeyi yok eder." dedi. Bunun
üzerine evlerinin harabelerinden başka birşey görünmez oldu. Biz, suçlu milleti işte böyle
cezalandırırız.» (el-Ahkâf, 21-25.)
«Ad milletinin başından geçende de ibret vardır. Onların üzerine, uğradığı herşeyi
bırakmayıp toza çeviren kuru bir rüzgar gönderdik.»
(ez-Zâriyât, 41-42.)
«İlk Ad milletini, semud milletini yok edip geri bırakmayan O'dur. Daha önce de Nuh
milletini yok eden O'dur. Çünkü onlar çok zalim ve pek taşkın kimselerdi. Lut milletinin
kasabalarını yere batıran, onları gömdükçe gömen O'dur. Ey kişi! Rabbinin hangi
nimetinden şüpheye
düşersin?» (en-Necm, 50-55.)
«Ad milleti peygamberini yalanlamıştı. Benim azabım ve uyarmam nasılmış? Nitekim o
uğursuz günde, üzerlerine, insanları, sökülmüş hurma kütüğü gibi kopararak yere seren,
dondurucu bir rüzgarı devamlı olarak gönderdik. Benim azabmi ve uyarmam nasılmış?
Andolsun ki, Kur'ân'ı öğüt olsun diye kolaylaştırdık; yok mudur öğüt alan?.» (el-Kamer, 18-
22.)
«Ad milleti ise, önünde durulmaz, dondurucu bir rüzgarla yok edildi. Allah onların kökünü
kesmek üzere, üzerlerine o rüzgarı yedi gün,sekiz gece estirdi. Halkın, kökünden çıkarılmış
hurma kütükleri gibi yere yıkıldıklarını görürsün. Onlardan arda kalmış birşey görür
müsün?.» (ci- Hâkka, 6-8.)
«Ey Muhammed! Rabbinin hiç bir memlekette benzeri yaratılmamış, sütunlara sahip İrem
şehrinde oturan Ad milletine ne ettiğini görmedin mi? Dağ yamacında kayaları oyan Semud
milletine, memleketlerde aşırı giden, oralarda bozgunculuğu arttıran, sarsılmaz bir saltanat
sahibi Firavun'a Rabbinin ne ettiğini görmedin mi? Rabbin onları azab kırbacından
geçirmiştir. Doğrusu, Rabbin hep gözetlemekteydi.»
(el-Feer, 6-14.)
Bütün bu kıssalardan, tefsirimizin ilgili bölümlerinde yeteri kadar bahsetmiştik. Övgü ve
minnet, Allah'adır. Beraet, İbrahim, Furkân, Ankebût, Sâd ve Kâf sûrelerinde Ad milletinden
söz edilmiştir.
Buraya kadar nakledilen ayetlere, konuyla ilgili haberleri de ekleyerek Ad milletinin
başından geçenleri deıii toplu bir şekilde anlatacağız.
Daha önce de söylediğimiz gibi, tufandan sonra puta tapan ilk millet, Ad kavmidir.
«Allah'ın sizi Nuh'un milleti yerine getirdiğini ve vücutça da onlardan üstün kıldığını
hatırlayın.» (cl-A'rsr, 69.).
Yani Cenâb-ı Allah onları,yaratılış, bünye ve tuttuğunu koparma bakımından zamanlarının
en güçlü insanları olarak yaratmıştı.
«Bunların ardından başka nesiller var ettik.»(d-Mü'minûn, 3i.)
Sahih rivayetlere göre bunlar Hud peygamberin milleti idiler. Başkaları, bunların Semud
kavmi olduğu düşüncesindedirler. Zira bir ayet-i kerimede buyurulmaktadır ki:
«Onları bir çığlık yakaladı ve onları süprüntü yığını haline getirdik.» (el-Mü'minün, 41.)
Dediler ki: Çığlıkla helak edilenler bunlar değil de Salih peygamberin milletidir. Zira bir
ayet-i kerimede buyuruluyor ki:
«Ad milleti de bu yüzden önünde durulmaz, dondurucu bir rüzgar ile yok edildi.» (ei-
Hâkka, 6.)
Rivayetçilerin böyle demeleri, ormanlık yerde oturan Medyen hal-kınm kıssasında da
anlatılacağı gibi bunların hem rüzgar ve hem çığlıkla helak edilmiş olmalarına engel teşkil
etmez. Onların üzerine bir kaç çeşit ilahi azab gönderilmişti. Sonra Ad milletinin, Semud
milletinden önce yaşamış olduğu da tartışma götürmez bir gerçektir.
Özetle Ad kavmi; katı, kafir, inatçı ve putperestlikte ısrarlı bir milletti. Cenâb-ı Allah,
aralarından bir adamı, kendilerim sırf Allah'a kulluk etmeye, ibadetlerini yalnızca Allah'a
yapmaya, O'na karşı ihlaslı olmaya çağırmaya görevli kıldı. Ama onlar bu adamı (Hud
peygamberi) yalanlayıp muhalefet ettiler ve küçümsediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah,
güçlü ve muktedir bir zata yaraşırcasma onları yakalayıverdi.
Hud peygamber, Allah'a ibadet etmelerini emredip O'na itaat etmelerini ve bağışlanma
talebinde bulunmalarını teşvik ettiği, buna karşılık onlara dünya ile ahiret hayırlarını
va'dettiği, ama bu emirlere muhalefet etmeleri halinde kendilerini dünya ve ahiret azabıyla
tehdid ettiği zaman;
«Milletinin inkarcı ileri gelenleri: "Biz senin beyirfsiz olduğunu görüyoruz" dediler.» (el-
A'râf, 66.)
Yani senin bizi davet ettiğin bu şey, kendilerinden yardım ve nzık umulan putlara tapmamız
karşısında bir beyinsizlik ve ahmaklıktır. Kaldı İd sen, Allah tarafından bir elçi olarak
gönderildiğini iddia ederken de yalan söylüyorsun...
«Ey Milletim! Ben beyinsiz değilim, âlemlerin Rabbinin peygamberiyim.» dedi (el-A'râf,
66.)
Yani bu iş sizin sandığınız gibi, inandığınız gibi değildir. Bilakis ben: «Size Rabbimin
mesajlarım tebliğ ediyorum ve ben, sizin için güvenilir bir nasihatçıyım.» (A'râf, 67.)
Tebliğ vazifesi, tebliğ edilen şeyin aslım aktarmayı, yalan söylememeyi, fazlalık veya
eksiklik yapmamayı gerekli kılar. Tebliğ edilecek şeyi açık, kısa, karışıklık ve anlaşmazlığa
meydan vermeyecek şekilde derli toplu olarak aktarmayı gerekli kılar.
Tebliğci, bu Ölçülere bağlı kalarak görevini yapmanın yanısıra milletine nasihat etmeli,
onlara karşı şefkatli olmalı, doğru yola erişmelerini kalben arzulaman, bu görevine karşılık
olarak onlardan bir ücret is-tememeli, bilakis davet ve nasihatini "sırf Allah rızası için
yapmalıdır. Ücretini, ancak kendisini hidayetçi olarak gönderen Allah'tan istemelidir. Çünkü
dünya ve ahiretin bütün hayırları, Allah'ın elindedir.
Bu sebeple Hud peygamber demiş ki:
«Ey Milletim! Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, ancak beni
yaratana aittir. Akletmez misiniz?.» (Hud, 81.)
Yani sizi davet ettiğim şeyin, fıtratınızın da tanıklık ettiği gibi apaçık bir hak ve hakikat
olduğunu ayırdedip kavrayacak aldınız yok mudur? Sizi davet ettiğim bu şey, gerçek dindir
ki, Cenâb-ı Allah Nuh'u bu dinle insanlara göndermiştir. Kendisine muhalefet edenleri de
yok etmiştir. Ben bu davetime karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Ücretimi, zarar ve
faydanın sahibi olan Allah'tan istiyorum.
İnananlardan biri demişti ki;
«Sizden bir ücret istemeyenlere uyun. Onlar doğru yoldadırlar. Beni yaratana ne diye kulluk
etmiyeyim? Siz de O'na döneceksiniz.» (Yasin, 21-22.)
Ad milletinin Hud'a söyledikleri sözler arasında şunlar vardı: «Ey Hud! Sen bize bir belge
getirmeden, senin sözünden ötürü tanrılarımızı terketmeyiz ve sana inanmayız. Bir kısım
tanrılarımız seni çarpmıştır demekten başka birşey demeyiz.» (Hud, 53-54.)
Diyorlardı ki: Ey Hud! Bize getirdiğin sözlerin doğruluğuna tanıklık edecek bir mucize
getirmedin. Senin delilsiz ve dayanaksız olarak söylediğin yalm sözlerinden ötürü
putlarımıza tapmayı bırakacak kimseler değiliz biz! Öyle sanıyoruz ki, bu sözleri deli
olduğun için söylüyorsun.
Bazı tanrılarımız sana öfkelenmiş ve seni akıl hastalığına yakalatmışlar, bu nedenle sen de
delirmişsin. "Bir kısım tanrılarımız seni çarpmıştır, demekten başka bir şey demeyiz."
sözünün manası işte budur.
"Hud: "Doğrusu ben Allah'ı şahid tutuyorum. Siz de şahid olun ki ben O'nu bırakıp
koştuğunuz eşlerden uzağım. Hepiniz bana tuzak kurun. Sonra da ertelemeyin."» (Hud,
54.55.)
Bu sözüyle Hud peygamber onlara meyden okuyor, tanrılarıyla ilgisi bulunmadığını
bildiriyor, onları küçümsüyor; o tanrıların, yani putların fayda veya zarar veremeyeceklerini,
cansız varlıklar olduklarını açıklıyordu. Ve şöyle diyordu: Eğer iddia ettiğiniz gibi bu putlar
fayda veya zarar verebiliyorlarsa, işte ben, bunlara bağlı değilim ve bunları lanetliyorum.
Yapabiliyor s anız bana tuzak kurun. Sonra da hiç ertelemeyin, hep bir araya- gelerek
güçbirliği edin ve bir an ertelemeden bana ne yapabilecekseniz yapın! Umurumda
değilsiniz. Sizi düşünmüyor ve size bakmıyorum bile.
«Ben, ancak benim de sizin de Rabbiniz olan Allah'a güvenirim. Hiç bir canlı yoktur ki
Allah ona el koymamış bulunsun. Rabbim elbette doğru yoldadır.» (Hud, 56.)
Yani ben Allah'a tevekkül ediyor, O'ndan destek alıyor, kendisine sığınıp bel bağlayanın
kayba uğramıyacağı Cenâb'ma güveniyorum. O'nu bırakıp ta yaratıklara aldırış etmem.
O'ndan başkasına güvenmem ve ancak O'na kulluk ederim.
Hud'un Allah'ın kulu ve elçisi, Allah'tan başkasına tapan kavminin de sapıklık ve cehalet
içinde olduğuna, sadece bu kesin bir delildir. Çünkü kavmi, ona hiç bir kötülük yapamadı.
Bu da onun onlara getirdiğinin doğruluğuna, onların hal ve gidişatlarının yanlışlığına,
yollarının bâtılhğına delâlet eder. Daha önceleri Nuh peygamber de bu delilin aynısını kendi
milletine karşı kullanmıştı:
«Ey Milletimi Eğer durumum, Allah'ın ayetlerim hatırlatmam size ağır geliyorsa - ki ben
Allah'a güvenmişimdir - siz ve koştuğunuz ortaklar elbirliği edin; yapacağınız iş, sonra size
bir tasa vermesin. Sonra onu bana uygulayın ve beni ertelemeyin!.» (Yûnus, 71.)
İbrahim Halil (a.s.)'de böyle demişti:
«"Ona (Rabbinıe) ortak koştuklarınızdan korkmuyorum. Meğer ki Rabbimin bir dileği ola.
Rabbim ilimce her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ öğüt kabul etmez misiniz?" dedi. "Allah'a ortak
koştuklarınızdan nasıl korkarım? Oysa siz, Allah'ın hakkında size bir delil indirmediği bir
şeyi O'na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz. İki taraftan hangisine güvenmek gereklidir, bir
bilseniz." "İşte güven, onlara, inanıp imanlarına haksızlık karıştırmayanlaradır. Onlar doğru
yoldadırlar. Bu, İbrahim'e, milletine karşı verdiğimiz hüccetimizdir. Dilediğimizi derecelerle
yükseltiriz. Doğrusu, Rabbin Hakîm'dir, Bilendir."» (ei-En'âm, so-83.)
«Onun inkarcı ve ahirete kavuşmayı yalanlayan milletinin ileri gelenleri - ki Biz onlara bu
dünya hayatında nimet vermiştik - şöyle dediler: "Bu, yediğinizden yiyen, içtiğinizden içen
sizin gibi bir insandan başka bir şey değildir." "Kendiniz gibi bir insana itaat ederseniz,
hüsrana uğrayacağınızdan hiç şüphe yoktur." "Öldüğünüz, toprak ve kemik yığını
olduğunuz zaman tekrar dirilmenizle sizi tehdid mi ediyor?"» (ei-
Mü'minûn, 33-35.)
Cenâb-ı Allah'ın bir insanı peygamber olarak görevlendirmesini yadırgadılar. Bu tür
şüpheleri cahil kafirler öteden beri ortaya atmışlardır ve atmaktadırlar. Buna değinen bir
ayet-i kerimede şöyle buyuruluyor:
«İçlerinden birine: "İnsanları uyar." diye vahyetmemiz insanların
tuhafma mi gitti?.» (Yûnus, 2.)
«İnsanlara doğruluk rehberi geldiği zaman, inanmalarına engel olan, sadece: "Allah
peygamber olarak bir insan mı gönderdi?" demiş olmalarıdır. De ki: 'Yeryüzünde yerleşip
dolaşanlar melek olsalardı, biz de onlara gökten peygamber olarak bir melek gönderirdik."»
(el-Isrâ, 94-95.)
Bu sebeple Hud peygamber, kendi kavmine şöyle demişti:
«Sizi uyarmak için aranızdan biri vasıtasıyla Rabbinizden size haber gelmesine mi
şaşıyorsunuz?.» (el-A'râf, 63.)
Yani bu, şaşılacak bir şey değildir. Çünkü Cenâb-ı Allah, peygamberliğini nereye ve kime
bırakacağını daha iyi bilir.
«"Öldüğünüz, toprak ve kemik yığını olduğunuz zaman tekrar dirilmenizle sizi tehdid mi
ediyor? Oysa tehdid edildiğiniz şey ne kadar, hem de ne kadar uzak! Hayat, ancak bu
dünyadakidir. Ölürüz ve yaşarız; tekrar diriltilmeyiz. Bu, sadece Allah'a karşı yalan
uyduranın biridir. Biz ona inanmayız!" O peygamber: "Rabbim! Beni yalancı saymalarına
karşı bana yardım et" dedi.» (el-Mü'mmûn, 35-39.)
Ahireti imkansız gördüler.. Toprak ve kemik haline geldikten sonra cesedlerin yeniden hayat
bulacağım inkar ettiler.. "Bu, uzak, hem de ne kadar uzak bir şeydir'1 dediler. "Hayat, ancak
bu dünyadakidir. Ölürüz ve yaşarız; tekrar diriltilmeyiz." Yani bir millet ölür, diğeri hayata
gelir. Dehrilerin inancı budur. Nitekim bir kısım cahil zındıklar derler ki: "Rahimler çocuk
doğurur. Yer de onları yutar." Devrilere gelince bunlar, her 36.000 senede bir bu dünyaya
döneceklerine inanırlar.
Bütün bunlar yalan, küfür, cehalet, sapıklık, hiç bir delil ve burhana dayanmayan fasid ve
bâtıl sözlerdir. Akıllarım çalıştırıp doğru yola girmeyen kafir ve günahkar ademoğullarının
akılları, bu sözlerle çelin-mektedir. Nitekim Cenâb-ı Allah buyurmuş ki:
«Şeytanlar, ahirete inanmayanların kalblerinin ona yönelmesi, ondan hoşnud olması ve
onların işledikleri suçlan işlemeleri için, o sözleri fısıldarlar.» (el-En'âm, 113.)
Onlara öğüt verme sadedinde şöyle demiştir:
«Siz her yüksek yere koca bir bina kurup, boş şeyle mi uğraşırsınız? Temelli kalacağınızı
umarak sağlam yapılar mı edinirsiniz?.» (eŞ-şuarâ,
128-129.)
Onlara diyordu ki: Her yüksek yerin üzerine, saray ve benzeri çok büyük muazzam binalar
kurup, boş şeylerle mi uğraşırsınız. Bunlar boş şeylerdir.. Çünkü çadırlarda yaşadığınız için
bunlara ihtiyacınız yoktur.
«Ey Muhammedi Rabbinin, hiçbir memlekette benzeri yaratılmamış, sütunlara sahip İrem
şehrinde oturan Ad milletine ne ettiğini görmedin mi?» (el-Fecr, 6-8.)
İrem'de yaşayan Ad, ilk Ad kavmidir ki, onlar büyük sütunlu çadırlarda yaşarlarmış.
İrem'in altm ve gümüşten yapılma bir şehir olup ülkeden ülkeye dolaştığını söyleyen bir
kimse, yanılgıya düşmüş ve delilsiz bir söz söylemiş olur. "Sağlam yapılar mı edinirsiniz?"
(eş-Şuarâ, 129.) Bu ayette sözü edilen sağlam yapılardan kastın, saraylar veya hamam
burçları, yahut sedler olduğu, geleiı rivayetler arasındadır. "Ebedî kalırsınız umuduyla.",
yani bu diyarda çok uzun bir ömür sürersiniz umuduyla bu sağlam yapıları inşa
ediyorsunuz.
«Yakaladığınızı zorbaca mı yakalarsınız? Artık Allah'tan sakınm ve bana itaat edin.
Bildiğiniz şeyleri size verenden sakının; Davarları, oğulları, bahçeleri ve akarsuları size O
vermiştir. Doğrusu, hakkınızda büyük günün azabından korkuyorum.» (cş-Şuarâ, 130-
135.) .
İnançsız milleti, Hud (a.s.)'a şu karşılığı verdi:
«Bize yalnız Allah'a kulluk etmemizi, babalarımızın taptıklarını bırakmamızı söylemek için
mi geldin? Doğru sözlülerden isen, haydi bizi tehdid ettiğin azaba uğrat.» (el-A'râf, 70.)
Yani ibadet ve kulluğumuzu sırf Allah'a yapalım, atalarımıza, geçmişlerimize ve onların
dinlerine muhalefet edelim diye mi bize geldin? Eğer bu söylediklerin ve getirdiğin din
doğruysa, bizi tehdid edip durduğun azab ve cezayı başımıza getir. Doğrusu biz sana
inanmıyor, senin peşin sıra gelmiyor ve seni doğrulamıyoruz...
Yine demişlerdi ki:
«İster öğüt ver, ister öğüt verenlerden olma. Bizim için farketmez. Bu durumumuz
öncekilerin dini ve geleneğidir. Biz azaba uğratılacak
da değiliz.» (eş-Şuarâ, 136-138.)
Bu ayet-i kerimedeki kelimesindeki (Hı) harfini fetha (üstün) ile okuyan kıraate göre bu
kelimeden maksat, öncekilerin uydurmasıdır. Yani bu senin getirdiğin yalmzca kendi
uydurulandır. Onu öncekilerin kitaplarından almışsın. Evet.. Bunu birden fazla sahabe ve
tabiîn bu şekilde tefsir etmişlerdir. Fakat kelimesindeki (Hı) ve (lam) harflerini zamme
(ötre) ile okuyan kıraate göre bu kelimeden maksat, dindir. Buna göre mana şöyle olur.
"Üzerinde bulunduğumuz su din atalarımızın ve geçmişlerimizin dinidir. Biz bundan
vazgeçme*-yiz bu hususta.fikir değiştirmeyiz ve eski dinimize sarılmakta devam ederiz."
"Biz azaba uğratılacak da değiliz." cümlesi ,her iki kıraat şekline de uygundur. Peygamber
onlara şu cevabı verdi:
«Hiç şüphesiz artık Rabbinizin azab ve Öfkesini hakkettiniz. Allah'ın hiç bir delil
indirmediği ve isimlerini kendi koyduğunuz putlar hakkında mı benimle tartışıyorsunuz?
Bekleyin, doğrusu, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.» (el-A'raf, 71.)
Yani bu kötü sözünüzle, Allah'ın azab ve öfkesini hakkettiniz. Or-taksız olan bir Allah'a
ibadet edeceğiniz yerde; kendi elinizle yontup tanrı diye adlandırdığınız ve Allah tarafından
haklarında hiç bir delil indirilmeyen putlara mı taparsınız? Hakkı kabulden yüz çevirip
bâtılda kalmakta devam ederseniz ve benimsemiş olduğunuz küfürden sizi me-nedip
etmemem sizin için farketmiyorsa; artık üzerinize inecek olan ve geri çevrilmesi imkansız
olan ilahî azabı bekleyin!...
Yüce Allah buyurdu ki:
«O peygamber: "Rabbim! Beni yalancı saymalarına karşılık bana yardım et." dedi. Allah'da:
"Az sonra pişman olacaklar." buyurdu. Gerçekten onları bir çığlık yakaladı ve onları
süprüntü yığını haline getirdik. Haksızlık eden millet, rahmetten ırak olsun!» (ei-Mu'minûn,
39-41.)
«"Bize, bizi tanrılarımızdan alıkoymak için mi geldin? Doğru sözlülerden isen, bizi tehdid
ettiğin şeyi başımıza getir." dediler. "Doğrusu, bunun ne zaman geleceğini Allah bilir. Ben
size, benimle gönderileni tebliğ ediyorum. Fakat sizin cahil bir millet olduğunuzu
görüyorum." dedi. O azabın, yayılarak vadilerine doğru yöneldiğim gördüklerinde: "Bu
yaygın bulut, bize yağmur yağdıracaktır." dediler. Hud: "Hayır, o, acele beklediğiniz şeydir;
can yakıcı azab veren bir rüzgardır; Rabbinin buyruğu ile her şeyi yok eder." dedi. Bunun
üzerine evlerinin harabelerinden başka bir şey görünmez oldu. Biz, suçlu milleti işte böyle
cezalandırırız.» (el-Ahkâf, 22-25.)
Bu inkara milletin yok oluş haberi, gerek kısa, gerek geniş bir şekilde müteferrik ayetlerde
anlatıldı:
«Biz, rahmetimizle, Hud'u ve beraberinde bulunanları kurtardık. Ayetlerimizi yalan sayarak
inanmayanların kökünü kestik.» (el-A'râf, 72)
«Buyruğumuz gelince, Hud'u ve beraberindeki inananları, acıyarak kurtardık. Onları çetin
bir azabdan koruduk. Bu, Rabblerinhı ayetlerini bile bile inkar eden, peygamberlerine kafa
tutan ve her inatçı zorbanın emrine uyan Ad milletidir. Bu dünyada da, kıyamet gününde de
lanete uğradılar. Bilin ki Ad milleti, Rabblerini inkar etti ve yine bilin ki Hud'un milleti Ad,
Allah'ın rahmetinden uzaklaştı.» (Hûd, 58-60.)
«Gerçekten onları bir çığlık yakaladı ve onları süpürüntü yığını haline getirdik. Haksızlık
eden millet, rahmetten ırak olsun!» (Mü'mimm, 41.)
«Böylece onu yalanladılar; Biz de kendilerini yok ettik. Bunda şüphesiz ki ders vardır, ama
çoğu inanmamıştır. Doğrusu Rabbin güçlüdür merhametlidir.» (eş-Şuarâ, 139-140.)
Ad milletinin yok oluş hadisesinin tafsilatına gelince, Cenâb-ı Allah buyurdu ki:
«O azabın yayılarak vadilerine doğru yöneldiğini gördüklerinde: "Bu yaygın bulut, bize
yağmur yağdıracaktır." dediler. Hud: "Hayır, o, acele beklediğiniz şeydir; can yakıcı azab
veren bir rüzgardır. Rabbi'nin buyruğu ile her şeyi yok eder."» (ei-Ahksf, 24.)
Üzerlerine ilk olarak şu şekilde azab inmeye başlamıştı: Kuraklığa ve kıtlığa maruz kalmış,
dolayısıyla yağmur yağması dileğinde bulunmuşlardı. Gökte yaygın bir bulut görünce de
onu bir rahmet bulutu sanmışlardı. Ama az sonra onun azab bulutu olduğunu gördüler. Bu
nedenle Cenâb-ı Allah buyurdu ki! "Hayır, o, sizin acele beklediğiniz şeydir." "Eğer doğru
sözlülerden isen, bizi tehdid ettiğin azabı haydi başımıza getir." diyerek azabın bir an evvel
üzerlerine inmesini istemişlerdi.
Müfessirler ve diğerleri burada İmam Muhammed b. îshak b. Ye-sar'ın anlatmış olduğu
haberi nakletmişlerdir. Şöyleki: Ad milleti, onur ve üstünlük sahibi Allah'ı inkar etmekten
vazgeçmeyince, üç yıl süreyle yağmursuz kaldılar. Bu, onları çok sıkıntıya düşürdü. O
devirlerde insanlar her hangi bir işte sıkıntıya düştüklerinde, bu sıkıntının giderilmesi için
Allah'a dua edecek olurlarsa, Ka'be ve Ka'be'nin yeri hürmetine, bu sıkıntılarını gidermesi
için Allah'a dua ederlerdi. Ka'be, o zamanın insanları tarafından bilinirdi. Orada
Amalikalılar yaşarlardı. Bunlar, Nuh peygamberin oğlu Sam'm oğlu Amlik b. Laviz'in
soyundandı-lar. Amalika kabilesinin reisi, Muaviye b. Bekr adlı biriydi. Muaviye'nin anası,
Ad kavminden Celheze binti Hayberî idi.
Ad, Harem-i Şerif yanında yağmur duasında bulunmaları için yetmişe yakın adamı bir heyet
halinde Mekke'ye gönderdi. Bu heyet, Mekke dışında ikamet eden Muaviye b. Bekr'e
uğradı. Yanında bir ay kaldı. İçki içiyorlar, Muaviye'nin iki sanatçı cariyesi de onlara
şarkılar okuyorlardı. Bu heyet, bir ayda ancak Muaviye'ye ulaşabilmişlerdi. Misafirlikleri
uzun sürünce Muaviye, onlara yaptığı masraftan dolayı kendi kavmine acımaya başladı.
Evinden çıkıp gitmelerini söylemekten utandı, ama çekip gitmelerini ima eden bir şiir yazdı
ve sanatçı cariyelerine, bu şiiri misafirlere okumalarını emretti:
Ey Kayl! Yazıklar olsun sana kalk da dua et. Belki Cenâb-ı Allah, bize bir bulut gönderir. Ad
milletinin topraklarını yağmurla sulandırır. Susuzluktan ağızları kurudu, konuşamaz oldular.
Bebekleri yaşlanamaz, yetişkin dahi olamazlar.
Bir zamanlar kadınları şen şakrak iken,
Ama şu günde kadınları dul oldular.
Canavarlar, onlara açıktan açığa gelir.
Ad milletinin oklarından korkmaz oldular.
Siz burada oldunuz, arzularına kavuşan kimseler,
Gecelerinizle gündüzleriniz enfes olmuştur.
Heyetiniz çirkinlik işledi,
Selam ve saygı hakkınız değildir.
Bu şiiri dinleyen heyet kalkıp hareme gitti, milletleri için dua ettiler. Duahanları Kayl b. Anz
dua etti. Cenâb-ı Allah, bu dua üzerine biri beyaz, biri kızıl, biri de siyah olmak üzere üç
bulut peydahladı. Sonra gökten bir ünleyici: "Kendin - veya milletin - için bu üç buluttan
birini seç.»"diye seslendi. Kayl: "Şu siyah bulutu seçtim. Çünkü bulutların en çok sulu olanı
budur." dedi. Ünleyici ise ona şu karşılığı verdi:
"Helak edici bulutu seçtin. Bu, Ad milletinden bir tek ferdi bile sağ bırakmayacaktır. Ne ana,
ne çocuk, ne de baba, Hiçbiri hayatta kalmayacaktır. Yalnız Lüveyze Oğullarına bu ateş tesir
etmeyecektir." Lüvey-ze Oğulları, Ad kabilesinin bir batm olup Mekke'de yaşarlardı.
Kavimlerine gelen bela, kendilerine isabet etmedi. Bunların neseplerinden kalanlar, son Ad
kavmidir.
Cenâb-ı Allah, Kayl b. Anz'm seçtiği siyah bulutu, içindeki azabla birlikte Ad milletinin
üzerine şevketti. Onlara, Muğis denilen vadi tarafından çıkıp geldi. Bulutu gördüklerinde
sevinip dediler ki: Bu yaygın bulut, bize yağmur yağdıracaktır. Cenâb-ı Allah ta onlara şu
cevabı verdi: «Hayır, o, sizin acele beklediğiniz şeydir. O, can yakıcı azab veren bir
rüzgardır. Rabbinin emriyle her şeyi yok eder.» (ei-Ahkâf, 25) .Yani uğradığı her şeyi
ortadan kaldırıp yok eder.
Bunu ilk görüp azab rüzgarı olduğunu anlayan, rivayete göre Ad kavminden Mehd adlı bir
kadındır. O buluttaki şeyin ne olduğunu anlayınca bağırdı, sonra da düşüp bayıldı.
Ayıldığmda O'na: "Ne gördün ey Mehd?" diye sordular. Şu cevabı verdi: "Bu bulutta, ateşe
benzer bir rüzgar gördüm. Önünde, onu çekmekte olan bazı adamlar vardı... "
Cenâb-ı Allah o rüzgarı yedi gece, sekiz gün aralıksız olarak üzerlerinde estirdi. Ad
milletinin helak olmadık bir tek ferdini bile bırakmadı.
Hud (a.s.) beraberindeki mü'minlerle beraber cennetvari bir bahçeye çekilmiş, yumuşak ve
nefislerin hoşuna giden şeyler kendilerine geliyordu. Göklerle yer arasında bir mahfile
binerek Ad milletine uğruyor, onları taşlarla eziyorlardı...
İmam Ahmed b. Hanbel de Müsned'inde buna benzer bir kıssa anlatmaktadır: Zeyb b.
Habbab, îbn Yezid el- Bekrî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ala' b. Hadremî'yi şikayet
için Rasûlullah (s.a.v.)'a gitmek üzere evden çıktım. Rabaza'ya uğradım. Bir de baktım ki
orada tek başına duran, Temim oğulları kabilesinden yaşlı bir kadm yar. Bana dedi ki: "Ey
Abdullah! Rasûlullah (s.a.v.)'ı görmem gerekiyor. Beni ona götürür müsün?"
Ben de onu yanıma alıp Medine'ye götürdüm. Bir de ne göreyim: Mescid-i Nebevi., onun
akrabalarıyla hınca hınç dolu.. Siyah bir bayrak da dalgalanıyor.. Bilal, kılıç kuşanmış,
Rasûlullah (s.a.v.)'m huzurunda bekliyor.."Bu insanların işi burada ne?.» diye sordum.
"Rasûlullah (s.a.v.), Amr b. As'ı bir tarafa (savaş için) göndermek niyetinde." dediler.
Oturdum... Rasûlullah (s.a.v.) menziline girdi. Yanma girmek için izin istedim, bana izin
verildi.. İçeri girip selam verdim. "Sizinle Temim oğulları arasmda birşey var mıydı?" diye
sordu. Dedim ki: "Evet.. Bizimle onların arasında bir olay oldu. Bu olay bizim lehimize,
onların aleyhine oldu. Onlardan yaşlı bir kadına rastladım. Bir kenarda yalnız başına
oturmuştu. Kendisini alıp huzuruna getirmemi istedi., işte kapıda bekliyor."
Rasûlullah (s.a.v.) izin verdi, kadın içeri girdi ve şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasûlü! Eğer
uygun görürsen, bizimle Temim oğulları arasına bir sed çek. Dehna çölünü sınır kıl. Çünkü
o bize aittir."
Kadın kükreyip ayağa kalkar gibi yaptı ve : "Sana iltica eden, artık nereye başvurur?" dedi.
Ben de şöyle dedim: "Benim durumum da Önce anlattığım gibidir. Başıma bela aldım.
Düşmanım olduğunu bilmeksizin bu kadını size getirdim. Ad milletinin elçilik heyetinin
başı gibi olmaktan Allah ve Rasûlüne sığınırım." Rasûlullah (s.a.v.): "Ad milletinin elçisi de
ne?" diye sordu. Halbuki o, meseleyi benden daha iyi biliyor, ama beni konuşturmak
istiyordu. Dedim ki:
Ad milleti kıtlığa maruz kaldılar. Kayl adında birini elçi olarak gönderdiler. O da Mekke'de
ikamet eden Muaviye b. Bekr'e uğradı. Yanında bir ay kadar kaldı. Ona içki içiriyor, sanatçı
iki cariyesi de ona şarkılar söylüyorlardı. Bir ay geçtikten sonra Tihame dağlarına çıktı ve
şöyle dua etti: "Allahım! Biliyorsun ki, ben bir hastanın yanma gelmedim ki, onu tedavi
edeyim.. Bir esirin de yanma gelmedim ki fidyesini verip serbest bıraktırayım. Allahım! Ad
milletine yağmur yağdırıp, vereceğin kadar su ver."
Böyle dua ettikten sonra onun tarafina değişik renkteki bulutlar geldi. Kendisine: "Bu
bulutlardan birini seç." diye ses geldi. O da simsiyah bir bulutu gösterdi. Bunun üzerine
kendisine şöyle bir seda geldi: "Alın da helak olun. Ad milletinden hiç kimse hayatta
kalmasın!." Bana ulaşan habere göre onlara, şu yüzüğümün içinden geçebilecek kadar bir
rüzgar esti, hepsi de helak oldular. Ebu Vail dedi ki: Doğrudur. O kadınla erkek, bir elçi
gönderdiklerinde ona: "Ad milletinin elçisi gibi olma"derlerdi.[14]
Bu anlatılan kıssa, sonuncu Ad kavmiyle ilgili olsa gerek. Çünkü îbn İshak üe diğerlerinin
anlattıkları kıssada Mekke'den söz edilmektedir Oysaki Mekke, İbrahim Halil (a.s.)'den
sonra kurulmuş bir beldedir. Hani bir zamanlar o, zevcesi Hacer ile oğlu İsmail'i oraya
yerleştirmiş; Cürhümlüler de onların yanma inip konaklamış ve onlarla beraber Mekke'de
yaşamaya başlamışlardı.
Halbuki ilk Ad kavmi, İbrahim peygamberden önce yaşamıştır. Onların helaki
kıssasmdaysa, Muaviye b. Bekr'den ve onun yazmış olduğu şiirinden söz edilmektedir. Ama
şiir, birinci Ad'ın zamanından sonraki zamanların şiirine benzemektedir. Önceki devirlerde
yaşamış insanların sözlerine benzememektedir. O şiirde anlatılan bulutun adına "Şernar"
denmektedir. Oysaki ilk Ad milleti, karşı durulmaz dondurucu bir rüzgarla helak edilmişti.
îbn Mes'ud, İbn Abbas ve birden fazla tabiîn imamları dediler ki: ayet-i kerimesinde geçen
(Sarsar) kelimesi, soğuk ve dondurucu; (Atiye) kelimesi ise, şiddetli esen anlamına gelir.
«Allah o rüzgarı üzerlei"ine yedi gece, sekiz gün aralıksız estirdi.» (el-Hâkka, 7.)
Denildiğine göre o günlerin ilki cuma veya çarşamba idi.
«Halkın, kökünden çıkarılmış hurma kütükleri gibi yere yıkıldıklarını görürsün.» (el-Hakka,
7.)
Bu ayette onlar, başsız hurma kütüklerine benzetilmişlerdir. Şundan ki: Azab rüzgarı,
onlardan birini yakaladığında kaldırıp havaya yükseltiyor, sonra da tepesi üstüne
bırakıyordu. Böylece kafası ezilip parçalanıyor ve cesedi başsız kalıyordu. Nitekim Cenâb-ı
Allah buyurdu ki:
«Nitekim o uğursum günde, üzerlerine, insanları, sökülmüş hurma kütüğü gibi kopararak
yere seren, dondurucu bir rüzgarı devamlı olarak gönderdik.» (el-Kamer, 19-20.)
Uğursuz günün çarşamba günü olduğunu söyleyip o günü uğursuz sayan kimse, yanılgıya
düşmüş ve Kur'ân'a muhalefet etmiş tir. Çünkü başka bir ayette de şöyle buyurulmuştur:
«O uğursuz günlerde üzerlerine dondurucu bir rüzgar gönderdik.»(Pussilet, 16.)
Bilindiği gibi, üzerlerine rüzgar estirilen günlerin sayısı sekizdir. O günler de birbirini
izlemiş, aralarına hiç fasıla girmemişti. Eğer günlerin bizatihi kendileri uğursuz olsalardı, bu
takdirde senenin bütün günlerinin uğursuz olması gerekirdi ki bunu akıl sahibi hiç kimse
söylemez. Ancak bu günler, azaba uğratıldıkları için onlara göre uğursuz sayılmışlardır.
Yüce Allah buyurdu ki:
«Ad milletinin başından geçende de ibret vardır. Onların üzerine uğradığı her şeyi
bırakmayıp toza çeviren kuru bir rüzgar gönderdik.»(ez-Zâriyât, 41-42.)
Yani o rüzgar, hiçbir hayır üretmiyordu. Yalnız başına rüzgar; ne bulutu sevkeder, ne de
ağaç ve buğdaylara fayda verir. Kısırdır, hayır vermez. Bu nedenle müteakip ayette denmiş
ki:
"O rüzgar, uğradığı her şeyi bırakmayıp toza çevirir." Yani hiç fayda vermeyen çürümüş
şeye döndürür.
Şu'be, İbn Abbas'tan rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: «Bana Saba rüzgarıyla
yardım edildi. Ad kavmi ise (batıdan esen) Debur rüzgarıyla yok edildi.»[15]
«Ey Muhammedi Ad milletinin kardeşi Hud'u an. Ondan önce ve sonra: "Allah'tan
başkasına kulluk etmeyin." diyen nice uyarıcılar gelip geçmişken, Ahkaf bölgesindeki
milletini uyarmış "Doğrusu sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum." demişti.»
(ci-Ahkâf, 21.)
Bu ayette sözü edilen Ad, açıkça anlaşıldığı gibi ilk Ad milletidir. Buradaki ifadeler Hud
kavminin ifadesine benzemektedir ki, onlar da ilk Ad milletidir.
Bu kıssada anlatılanların ikinci Ad milleti olması da muhtemeldir. Önce anlatmış
olduğumuz ve ileride Hz. Aişe'den rivayet edilecek hadis de buna delâlet etmektedir.
«O azabın, yayılarak vadilerine doğru yöneldiğini gördüklerinde: "Bu yaygın bulut, bize
yağmur yağdıracaktır." dediler.» (d-Ahkâf, 25.}
Gökteki o yaygın bulutu görünce yağmur bulutu sandılar; az sonra gördüler ki o bir azab
bulutudur. Onu rahmet sandılar; az sonra onun ilahî bir intikam olduğunu anladılar. O
buluttan hayır umdular; ama ondan şiddetli bir şer ve musibet gördüler. «Hayır, o, sizin
acelece beklediğiniz şeydir." Çabuk gelmesini istediğiniz azaptır. "O, can yakıcı azab veren
bir rüzgardır." Bu azabın, kendilerine isabet eden dondurucu ve sürekli esen ve karşı
durulamaz bir rüzgar olması da muhtemeldir. Bu rüzgar yedi gece, sekiz gün üzerlerinde
esmiş, onların hepsini yok etmiş, kaçanlarını kovalayıp yakalamıştı. Öyle ki mağaraları ve
kovukları üzerlerine kapatıyor, sonra onları çıkarıp helak ediyordu. Sağlam evlerini ve
saraylarını, üzerlerine çökertiyordu. Onlar, önceleri güç ve kuvvetlerine aldanarak: "Bizden
daha güçlü kim vardır?" demişler; Cenâb-ı Allah da onlardan daha güçlü ve kuvvetli olan
kuru rüzgarı üzerlerine musallat kılmıştı.
Muhtemeldir ki bu rüzgar, neticede bir bulut meydana getirmiş; onların artakalanları da,
bunun kendileri için bir imdat ve rahmet bulutu olduğunu sanmışlardı. Çoklarının
anlattıkları gibi Cenâb-ı Allah, o buluttan, üzerlerine kıvılcım ve ateş göndermişti. Bu bulut,
Medyenlilerinüzerine gönderilen gölge gibi bir şeydi. Cenâb-ı Allah, üzerlerine hem soğuk
bir rüzgar, hem de ateş eriyiği göndermişti ki, bu da birbirine zıt muhtelif şeylerle verilen
azabtan daha şiddetli olmuştu. Buna ek olarak kendilerini bir çığlık y akalayı vermiş ti.
Mü'minûn sûresinde bu çığlıktan bahsedilmektedir. Doğruyu Allah bilir.
İbn Ebi Hatîm dedi ki: Babam, İbn Ömer'den naklen, Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle
buyurduğunu rivayet etti: Allah'ın, Ad milletini yok etmek için üzerlerine estirdiği rüzgar,
ancak bir yüzük deliğinden geçen bir rüzgar kadardı. Çölde yaşayan Ad milletine çarpan
azab rüzgarı onları, davarlarını ve mallarım alıp yer ile gök arasında kaldırdı ve yükseklere
çıkardı. (Sonra da yüz üstü bırakıp helak etti). Kent içinde yaşayan Ad kavmi, azab rüzgarım
ve ondaki musibeti görünce: "Bu yaygın bulut, bize yağmur yağdıracaktır." dediler. O
rüzgar, çöldeki Ad kavmini, davarlarını ve mallarını göğe doğru kaldırdıktan sonra, kentte
yaşayan Ad kavminin üzerine bıraktı ve tümünü yok etti.Taberanî, İbn Abbas'tan naklen
Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etti: "Cenâb-ı Allah'ın Ad milleti üstüne
estirdiği azab rüzgarı, ancak bir yüzük deliğinden geçebilecek yoğunluktaydı. Sonra onların
köylülerini rüzgarla havalandırarak kentlilerinin üzerine bıraktı. Kentliler, azab bulutunun
kendilerine yönelip gelmekte olduğunu gördüklerinde: "Vadilerimize yönelip gelmekte olan
bu yaygın bulut bize yağmur yağdıracaktır.» dediler. Halbuki Ad milletinin köylüleri o
bulutun içindeydiler. Cenâb-ı Allah o bulutun içindeki köylüleri, kentlilerin üzerine bıraktı
ve neticede hepsi yok oldular."
O azab rüzgarı, o kadar şiddetli esiyordu ki, mahzenlere ve kapı aralıklarından içerilere
sızıyordu. Hesapsız denecek kadar kuvvetli esiyordu.
Ayet-i kerimeden de açıkça anlaşıldığı gibi Ad milleti, azab bulutunun yaygın ve geniş
olduğunu görmüşlerdi. Bunu Müslim de "Sahîh'inde açık bir dille nakletmiştir. Şöyle ki:
Ebu Bekr et- Tahir, Aişe (r.a.)'nin şöyle dediğini rivayet etti: Rüzgar estiğinde Rasûlullah
(s.a.v.) şöyle derdi: «Allahım! Bu rüzgarın hayrını, bundaki şeylerin hayrını ve bununla
gönderdiğin şeylerin hayrım senden diliyorum. Bu rüzgarın şerrinden, bundaki şeylerin
şerrinden ve bununla gönderdiğin şeylerin şerrinden sana sığınıyorum.»
Gök bulutlandığı zaman da Rasûlullah (s.a.v.)'m yüzünün rengi değişir, dışarı çıkar, içeri
girer, ileri gider, geri gelirdi. Buluttan yağmurlar boşanınca da yüzünün rengi açılırdı. Aişe,
onun bu halini anlardı. Sebebini sorunca da şu cevabı alırdı: «Ey Aişe! Bu bulut belki de Ad
kavminin dediği bulut gibi olabilirdi. Onlar, yaygın bulutun, vadilerine yönelerek geldiğini
gördüklerinde, "Bu yaygın bulut bize yağmur yağdıracaktır." demişlerdi, (ama üzerlerine
azab indirmişti).»[16]
Başka bir rivayette şöyledir: İmam Ahmed b. Hanbel dedi ki: Harun b. Ma'ruf, Süleyman b.
Yesar'dan naklen Hz. Aişe (r.a.)'nin şöyle dediğini rivayet etti: «Rasûlullah (s.a.v.)'m, küçük
dili görünecek şekilde katıla katıla güldüğünü hiç görmedim. Yalnızca gülümserdi. Bir bulut
veya rüzgar esişini gördüğünde, bu, onun yüzünden anlaşılırdı. Dedim ki: Ya Rasûlullah!
İnsanlar bulut gördüklerinde, kendilerine yağmur getireceği umuduyla sevinirler; Ama bulut
gördüğünde, yüzünde hoşnutsuzluk görüyorum. Bu, neden? Buyurdu ki: "Ey Aişe! Bulutta
veya rüzgarda azab bulunmayacağından emin değilim ki! Nuh'un milleti, rüzgarla helak
edildi. Başka bir millet de azabı (bulutu) gördüklerinde; "Bu yaygın bulut bize yağmur
yağdıracaktır" dediler.»
Önce de işaret ettiğimiz gibi bu hadis, Ad milletiyle ilgili iki kıssanın apayrı olduğunu
açıkça ifade etmektedir. Şu halde Ahkâf sûresinde anlatılan haber, ikinci Ad milletiyle
ilgilidir. Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılan diğer haberlerse, ilk Ad milletiyle ilgilidir. Doğruyu en
iyi bilen, Allah'tır.
Hud peygamberin haccını, Nuh peygamberin haccmdan bahsederken anlatmıştık. Hz.
Ali'den rivayet olunduğuna göre Hud peygamberin mezarı, Yemen'dedir. Başkalarıysa
Şam'da olduğunu söylemişlerdir. Caminin kıble duvarında bir yer vardır ki, bazı kimseler,
oranın Hud peygamberin mezarı olduğuna inanırlar. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.[17]
Semûd Mîlletinin Peygamberi Hz. Salih
Bunlar, kendilerine Semud denen meşhur bir kabileydi. Dedeleri Semud'un adını almışlardı.
Semud, Cedis'in kardeşidir. Bu ikisi de İrem oğlu Asir'in oğullarıdırlar. İrem ise, Nuh
peygamberin oğlu Sâm'ın oğludur.
Semud, Arab-ı Aribe'dendir. Hicaz ile Tebük arasında, Hicr denen yerde yaşarlardı.
Rasûlullah (s.a.v.) Tebük gazvesine giderken, beraberindeki Müslümanlarla beraber,
bunların yurdu Hicr'e uğramıştır. Bunlar, Ad milletinden sonra dünyada yaşamışlardır. Onlar
gibi bunlar da puta taparlarmış.
Cenâb-ı Allah, içlerinden bir adamı kendilerine peygamber olarak gönderdi. Kulu ve elçisi
olan bu adam, Nuh peygamberin soyundan gelen Salih b. Abid, b. Masih, b. Abid, b. Hadir,
b. Semud, b. Asir, b. İrem, b. Nuh idi. Onları, ortaksız olan bir Allah'a kulluk etmeye,
putlara ve Allah'ın ortaklan olduklarını iddia ettikleri varlıklara tapmaktan vazgeçmeye, hiç
birşeyi Alllah'a ortak koşmamaya davet etti. İçlerinden küçük bir grup ona iman etti,
çoğunluğu inkar etti. Ona dillerini ve ellerini uzattılar, öldürmeye yeltendiler. Salih (a.s.)'in
gerçek peygamber olduğunu göstermek için Allah'ın, kendilerine karşı bir delil olarak
gönderdiği dişi deveyi öldürdüler. Dolayısıyla Allah da onları, güçlü ve muktedir bir zata
yaraşırcasma yakalayıverdi. Nitekim buyurdu ki:
«Semud milletine kardeşleri Salih'i gönderdik. "Ey Milletim! Allah'a kulluk edin, O'ndan
başka tanrınız yoktur. Rabbinizden size bir belge geldi: Allah'ın bu dişi devesi size bir
delildir. Onu bırakın, Allah'ın toprağında otlasın. Ona kötülük etmeyin. Yoksa can yakıcı
azaba uğrarsınız. Allah'ın sizi Ad milleti yerine getirdiğini, ovalarında köşkler kurup
dağlarında kayadan evler yonttuğunuz yeryüzünde yerleştirdiğini hatırlayın; Allah'ın
nimetlerini anın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın." dedi. Milletinin
büyüklük taslayan ileri gelenleri, aralarından iman eden ve bu sebeple hor gördükleri
kimselere, "Salih'in, Rabbi tarafından gönderildiğini sahiden biliyor musunuz?" dediler.
Onlar da: "Doğrusu biz, onunla gönderilene inanıyoruz." dediler. Büyüklük taslayanlar:
"Sizin inandığınızı, biz inkar ediyoruz." dediler ve dişi deveyi kesip devirdiler. Rablerinin
buyruğuna baş kaldırdılar. "Ey Salih! Eğer sen peygambersen bizi tehdid ettiğin azaba uğrat
bakalım. dediler. Bu yüzden onları bir titreme aldı ve oldukları yerde diz üstü çö-küverdiler.
Salih de onlardan yüz çevirdi ve :"Ey Milletim! Andolsun ki ben size Rabbimin sözünü
bildirmiş ve öğüt vermiştim. Fakat siz, öğüt verenleri sevmiyorsunuz." dedi.» (el-A'râf, 73-
79.)
«Semud milletine kardeşleri Salih'i gönderdik. "Ey Milletim! Allah'a kulluk edin. O'ndan
başka tanrınız yoktur. Sizi yeryüzünde yaratıp orayı imar etmenizi dileyen O'dur. Öyleyse
O'ndan mağfiret dileyin, sonra da ona tevbe edin. Doğrusu, Rabbim size yakın ve duaları
kabul edendir." dedi. "Ey Salih! Sen bundan önce, aramızda kendisinden iyilik beklenir bir
kimseydin. Şimdi babalarımızın taptıklarına bizi tapmaktan men mi ediyorsun? Doğrusu,
bizi çağırdığın şeyden şüphe ve endişedeyiz." dediler. "Ey Milletim! Eğer Rabbimden bir
belgem olur ve bana rahmet eder de ben ona başkaldırırsam, söyleyin, Allah'a karşı beni kim
savunur? Bana zararımı artırmaktan başka bir şey yapamazsınız." dedi. "Ey Milletim! Bu,
size bir ayet olarak, Allah'ın devesidir. Bırakın onu, Allah'ın toprağında otlasın; ona fenalık
etmeyin. Yoksa siz, hemen azaba uğrarsınız." Buna rağmen onu kesip devirdiler. O zaman
Salih: "Yurdunuzda üç gün daha kalın. Bu, yalanlanmayacak bir sözdür." dedi. Buyruğumuz
gelince Salih'i ve beraberindeki inananları - katımızdan bir rahmet olarak - o günün
rezilliğinden kurtardık. Doğrusu, Rabbin pek kuvvetli ve güçlüdür. Haksızlık yapanları bir
çığlık tuttu. Oldukları yerde diz üstü çöküverdiler. Sanki orada, hiç yaşamamışlardı. Bilin ki
Semud milleti Rabbini inkar etmişti. Bilin ki, Semud milleti Allah'ın rahmetinden
uzaklaştı.» (Hud, 61-68.) '
«Andolsun ki Hicr halkı, peygamberleri yalanlamışlardı. Onlara ayetlerimizi verdiğimiz
halde, yüz çevirmişlerdi. Dağlarda güven içinde, evler yontuyorlardı. Sabaha karşı çığlık
onları y akalayı ver di. Yaptıkları, kendilerine bir fayda sağlamadı.» (el-Hicr, 80-84.)
«Bizi mucize göndermekten alıkoyan, ancak, öncekilerin onları yalanlamış olmalarıdır.
Semud milletine gözle görülebilen bir mucize, bir dişi deve vermiştik de ona
zulmetmişlerdi. Oysa biz mucizeleri, yalnız korkutmak için göndeririz.» (el-Iara, 59.)
«Semud milleti de peygamberleri yalanladı. Kardeşleri Salih onlara: "Allah'a karşı
gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu, ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık
Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Ben buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim
ecrim,ancak âlemlerin Rabbine aittir. Burada bahçelerde, pınar başlarında,ekinler, salkımları
sarkmış hurmalıklar arasında güven içinde bırakılır mısınız? Dağlarda ustalıkla evler oyar
mısınız? Artık Allah'tan sakının, bana itaat edin. Yeryüzünü İslah etmeyip bozgunculuk
yapan beyinsizlerin emirlerine itaat etmeyin." dedi. "Sen şüphesiz büyülenmişin birisin.
Bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsin. Eğer doğru sözlü isen, bir
belge getir." dediler. Salih: "İşte belge, bu devedir. Kuyudan su içmek hakkı belirli bir gün
onun ve belirli birgün de sizindir. Sakın ona bir kötülük yapmayın. Yoksa sizi büyük günün
azabı yakalar." dedi. Onlar ise deveyi kestiler, ama pişman da oldular. Bunun üzerine onları
azab yakaladı. Doğrusu, bunda bir ders vardır. Fakat çoğu inanmamıştır. Rabbin şüphesiz
güçlüdür, merhametlidir.» (eş-Şuarâ,i4i-i59.)
«Andolsun ki, Semud milletine kardeşleri Salih'i; "Allah'a kulluk ediniz." desin diye
gönderdik. Hemen birbiriyle çekişen iki gurup olu-verdiler. Salih: "Ey milletim! Niye
iyilikten önce, acele kötülük istiyorsunuz? Açmasınız diye Allah'tan mağfiret düeseniz
olmaz mı?" dedi. "Sen ve beraberindekiler yüzünden uğursuzluğa uğradık." dediler. Salih:
"Uğursuzluğunuz Allah katından takdir edilmiştir. Belki imtihana çekilen bir milletsiniz."
dedi. O şehirde, yeryüzünde bozgunculuk-yapan, düzeltmeye uğraşmayan dokuz kişi vardı.
"Biz gece ona ve ailesine baskın verelim, sonra da onun dostuna, ailesinin yokedilişinde
bulunmadık, şüphesiz biz doğru söylüyoruz, diyelim." diye aralarında Allah'a yemin ettiler.
Onlar bir düzen kurdular. Biz, farkettirmeden düzenlerini bozduk. Düzenlerinin sonunun
nasıl olduğuna bir bak. Biz onları ve milletlerini, hepsini yerle bir ettik. İşte haksızlıklarına
karşılık çökmüş bulunan evleri! Bunda bilen bir millet için şüphesiz ders vardır. İnanıp
Allah'a karşı gelmekten sakınanları kurtardık.» (en-Neml, 45-53.)
«Semud milletine doğru yolu göstermiştik. Ama onlar körlüğü, doğru yolda gitmeğe tercih
ettiler. Kazandıklarının karşılığı olarak, onları, alçaltıcı azabın yıldırımı çarptı. İnananları ve
Allah'a karşı gelmekten sakınanları kurtardık.» (Fussiiet, 17-18.)
«Semud milleti, uyaran peygamberleri yalanladı. "İçimizden bir insana mı uyacağız? O
zaman biz sapıklık ve delilik etmiş oluruz. Kitap, aramızda, ona mı verilmiş? Hayır, o pek
yalana ve şımarığın biridir." dediler. Yarın kimin pek yalancı ve şımarık olduğunu
bileceklerdir. Doğrusu, onları denemek üzere dişi deveyi gönderen biziz. Salih'e şöyle demiştik:
"Onları gözetle ve sabret. Onlara, herkese, sıralarına göre suyun aralarında pay
edilmiş olduğunu söyle." Ama bir arkadaşlarını çağırdılar. O da kılıcını alarak deveyi kesti.
Benim azabım ve uyarmam nasıl-mış? Nitekim üzerlerine bir çığlık gönderdik de,
ağılcılarm kullandığı kurumuş ot gibi oldular. Andolsun ki Kur'ân'ı, öğüt olsun diye
kolaylaştırdık. Yok mudur öğüt alan?» (ci-Kamer, 23-32.)
«Semud milleti içlerinden en azgını ileri atılınca, azgınlığı yüzünden peygamberleri
yalanladı. Allah'ın peygamberleri onlara, Allah'ın devesini göstermiş ve: "Allah'ın bu
devesine ve onun su hakkına dokunmayın." demişti. Onu yalanladılar ve deveyi
boğazladılar. Bunun üzerine Rableri, suçlarından dolayı onların üzerine katmerli azab
indirdi; yerle bir etti onları. Bu işin sonundan onun korkusu yoktur.» (eş-Şems,ıı-
15.) Berâet, İbrahim, Furkân, Sâd, Kâf, Necm ve Fecr sûrelerinde
olduğu gibi Cenâb-ı Allah, Kur'ân-ı Kerîm'in bir çok yerlerinde Ad ve Semud milletlerinin
kıssalarını anlatırken aralarında bazı mukayeseler yapmıştır.
Denilir ki: Bu iki milletin haberlerini Ehl-i Kitap bilmemektedir. Onların kitapları Tevrat'ta,
bu İM milletten bahsedilmemektedir. Ne var ki Kur'ân-ı Kerîm'de, Musa peygamberin Ad ve
Semud'dan bahsettiğine delâlet eden ayetler mevcuttur. Nitekim Cenâb-ı Allah, İbrahim suresinde
şöyle buyurur:
«Musa: "Siz ve yeryüzünde olanlar, hepiniz nankörlük etseniz, Allah yine de müstağni ve
övülmeğe layık olandır." demişti. Sizden önce geçen Nuh, Ad, Semud milletlerinin ve
onlardan sonra gelenlerin haberleri - ki onları Allah'tan başkası bilmez-size ulaşmadı mı?
Onlara peygamberleri belgelerle geldiler...» dbrâhîm, 8-9.)
Ayetten açıkça anlaşılıyor ki bu, Musa (a.s.)'nm kendi milletine söylediği sözün ta
kendisidir. Fakat bu iki millet Araplardan oldukları için, Ehl-i Kitap bunlarla ilgili haberleribu
haberler ne kadar Musa peygamber zamanında meşhur idiyse de - iyice ezberlememişler
ve bu haberlerin hıfzedilmesi için gereken itinayı göstermemişlerdir. Bütün bunları
tefsirde[18] detaylarıyla anlatmış bulunmaktayız. Övgü ve şükranlar, Allah'adır.
Gayemiz, Semud milletinin kıssasını, yaratıkları işleri, karşılaştıkları akıbeti, Allahm,
peygamberi Salih (a.s.) ile beraberindeki mü'min-leri nasıl kurtardığını; küfürleri,
azgınlıkları ve peygamberlerine muhalefetleri dolayısıyla zulmetmiş olanların köklerini
nasıl kazıdığım anlatmaktır.
Önce de söylediğimiz gibi Semud milleti Arap'tı. Ad milletinden sonra yaşamış ama onların
akıbetlerinden ders almamışlardı. Bu nedenle peygamberleri Salih onlara şöyle demişti:
«Allah'a kulluk edin. Ondan başka tanrınız yoktur. Rabbinizden size bir belge geldi. Allah'ın
bu dişi devesi size bir delildir. Onu bırakın, Allah'ın toprağında otlasın; ona kötülük
etmeyin. Yoksa can yakıcı azaba uğrarsınız. Allah'ın sizi Ad milleti yerine getirdiğini,
ovalarında köşkler kurup dağlarında kayadan evler yonttuğunuz yeryüzünde yerleştirdiğini
hatırlayın. Allah'ın nimetlerini anın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık
çıkarmayın.» (ei-A'râf, 73-74.)
Yani sizi Ad milletinin yerine yerleştirdi. Onlardan sonra dünyaya getirdi ki akibetlerinden
ibret alasınız; onların yaptıkları hataları yap-mayasınız. Yeryüzünü ve bu toprakları size
verdi. Siz de düzlüklerde şatolar ve saraylar kuruyorsunuz. «Dağlarda ustalıkla evler
oyuyorsunuz.» (eş-Şuarâ, 149.) Allah'ın size bahşettiği bu nimetlere şükür, iyi amel,
sadece O'na ortaksız olarak ibadet ve kulluk etmekle karşılık verin. O'na muhalefet
etmekten, O'na itaatten sapmaktan sakının. Doğrusu bunun sonucu vahim olur.
Salih (a.s.), bu sebepten Ötürü onlara şu Öğüdü verdi: «Burada bahçelerde, pınar başlarında,
ekinler, salkımları sarkmış hurmalıklar arasında güven içinde bırakılır mısınız? Artık
Allah'tan sakının, bana itaat edin. Yeryüzünü ıslah etmeyip bozgunculuk yapan beyinsizlerin
emirlerine itaat etmeyin.» (eş-Şuarâ, 147-152.)
«Ey milletim! Allah'a kulluk edin. O'ndan başka tanrınız yoktur. Sizi yeryüzünde yaratıp
orayı imar etmenizi dileyen O’dur.» (Hud, eı.)
Yani sizi yoktan var edip yeryüzünü sizinle şenlendiren, içindeki ekin ve meyvelerle birlikte
yeryüzünü emrinize amade kılan, Allah'tır. Yaratan ve rızık veren odur. Yalnız O,
tapımlmaya layıktır. Başkası değil...
«Öyleyse O'ndan mağfiret dileyin, sonra da O'na tevbe edin.» (Hûd, eı.)
Yani içinde bulunduğunuz küfür halinden vazgeçin ve sadece Allah'a kulluğa yönelin.
Çünkü O, sizin tevbenizi kabul eder ve kusurlarınızı bağışlar. "Doğrusu Rabbim size yakın
ve duaları kabul edendir."(Hûd, 61.)
"Ey Salih! Sen bundan önce, aramızda kendisinden iyilik beklenir bir kimseydin." dediler.
(Hûd, 62.)
Yani ibadeti sadece Allah'a yapmamızı, onun ortaklarına tapmaktan vazgeçmemizi, ata ve
dedelerimizin dinlerini bırakmamızı teklif edici bu sözünü söylemenden önce, tam akıllı bir
kimse olduğunu sanıyorduk.
"Şimdi babalarımızın taptıklarına bizi tapmaktan men mi ediyorsun? Doğrusu bizi
çağırdığın şeyden şüphe ve endişedeyiz."» (Hûd, 62.)
«"Ey milletim! Eğer Rabbimden bir belgem olur ve bana rahmet eder de ben O'na baş
kaldınrsam, söyleyin, Allah'a karşı beni kim savunur? Bana zararımı artırmaktan başka
birşey yapamazsınız." dedi.» (Hûd, 63.)
Böylece Hud peygamber, onlara tatlı dil ve yumuşak ifadelerle yaklaşıyor, güzel bir üslupla
onları hayra davet ediyordu. Yani gerçek, benim size dediğim ve sizi davet ettiğim şey gibi
ise, o zaman ne yapacağınızı sanıyorsunuz? Allah katında ileri sürecek mazeretiniz ne
olacaktır? Sizi O'nun kabza-i kudretinden kurtaracak ne vardır? Oysaki siz, sizi O'na itaate
davet etmekten vazgeçmemi istiyorsunuz. Bundan vazgeçmem mümkün değildir. Çünkü bu,
benim görevimdir. Bu işten vazgeçersem, ne sizden ne de başkalarından hiç kimse beni,
Allah'ın azabından koruyamaz ve bana yardımcı olamaz. Ben, sizleri tek ve ortaksız olan
Allah'a kulluk etmeye çağırmaya devam edeceğim. Allah'ın benimle sizin aranızda
hükmünü vereceği zamana kadar görevimi sürdüreceğim...
«Ama milleti ona: "Sen, şüphesiz, büyülenmişin birisin." dediler.» (Şuarâ, 53.)Yani bizi
sadece Allah'a kulluk etmeye ve O'na koştuğumuz ortaklardan vazgeçmeye davet ederken
ne dediğini bilmeyen, büyülenmiş birisin. Cumhur-u ulema bu ayet-i kerimeyi böyle
manalandırmış-lardır. Ayette geçen (müsahharm) kelimesiyle kastedilen mana da budur.
"Müsahharîn" kelimesinin cinci kimse anlamına geldiğini söyleyenler de olmuştur. Nitekim
milleti, Salih peygambere: "Sen, büyüsü olan bir insansın." demişlerdi. Ama "müsahharîn"
kelimesinin birinci manası daha kuvvetlidir. Çünkü ona böyle dedikten sonra sözlerini şöyle
sürdürmüşlerdi:
«Bizim gibi bir insandan başka birşey değilsin. Eğer doğru sözlülerden isen, bir belge getir.»
(cş-şuarâ, 154.)
Kendilerine getirdiği şeyin doğru ve gerçek olduğuna delâlet eden bir mucize göstermesini
istediler:
«Salih: "İşte belge, bu devedir. Kuyudan su içmek hakkı, belirli bir gün onun ve belirli bir
gün de sizindir. Sakın ona bir kötülük yapmayın. Yoksa sizi büyük günün azabı yakalar."
dedi.» (eş-Şuarâ, 155-156.)
Salih peygamber, Semud milletine ayrıca şöyle demişti:
«Rabbinizden size bir belge geldi: Allah'ın bu dişi devesi size bir delildir. Onu bırakın,
Allah'ın toprağında otlasın. Ona kötülük etmeyin, yoksa can yakıcı azaba uğrarsınız.» (el-
A'râf, 73.)
Yüce Allah da buyurdu ki:
«Semud milletine gözle görülebilen bir mucize, bir dişi deve vermiştik de ona
zulmetmişlerdi.» (isrâ, 59.)
Müfessirlerin anlattıklarına göre Semud milleti, bir gün toplantı yerlerinde bir araya
gelmişlerdi. Allah'ın elçisi Salih, yanlarına giderek onları Allah'a kulluğa davet etmiş, azab-ı
ilahiyi onlara hatırlatmış, sapıklıktan sakındırmış, öğüt vermiş ve bâtıla yanaşmamalarını
emretmişti. Ama onlar Salih (a.s.)'e şöyle bir şart koşmuşlardı: "Ey Salih: Şu karşıdaki
kayadan şu ve şu niteliklere sahip, boylu poslu, gebe bir deve çıkarırsan belki sana iman
ederiz." Salih (a.s.), onlara dedi ki: "Bu isteğinizi tam olarak yerine getirirsem, benim
getirmiş olduğum dine iman eder ve size tebliğ ettiğim ilahi mesajı doğrular mısınız?"
"Evet" dediler. Salih (a.s.) de bu hususta onlardan söz ve teminat aldı. Sonra namazgahına
gidip, onur ve üstünlük sahibi Allah'ın huzurunda nasibince namaz kılıp dua etti. Kavminin
bu isteğinin gerçekleştirilmesini Rabbin-den diledi. Allah da oracıktaki kayaya, yarılarak
istenilen nitelikteki büyük cüsseli gebe bir deveyi çıkarmasını emretti. Kaya da bu ilahî eniri
hemen yerine getirdi. Devenin ortaya çıktığını müşahede ettiklerinde büyük bir iş, dehşetli
bir olay, Salih (a.s.)'in doğruluğunu ortaya koyan kesin bir delil, parlak bir hüccet ve göz
alıcı bir kudret gördüler. Bunun üzerine çokları iman getirdi. Çokları da küfür, sapıklık ve
inatlarına devam ettiler. Cenâb-ı Allah'ın, "Ona (deveye) zulmetmişlerdi.» demesinin sebebi
işte budur. Yani onun mucize oluşunu inkar ettiler. Onun sebebiyle çokları hakka
inanmadılar. Öte yandan inananların reisi Cen-da1 b. Amr b. Muhallat b. Lebid b. Cevas idi.
Bu zat, Semud kavminin önde gelen büyüklerindendi. Eşrafın kalan kısmı da Allah'ın dinine
girmeye yöneldiler. Ama putlarının sahibi Habbab ile Züab b. Amr b. Lebid, Rabab b. Sa'r b.
Cemlis- onları yeni dine girmekten menettiler. Cenda', amcası oğlu Şihab b. Halife'yi-bu da
eşraftandı- imana davet etti. Ama yukarıda adları geçen inkarcılar, onu da Allah'ın dinine
girmekten menettiler. Bunun üzerine Şihab, bunların akıntısına kapıldı. Bunun üzerine,
Müslümanlardan Mehreş b. Ganme adındaki bir adam - Allah ona rahmet etsin - şöyle bir
şiir söyledi:
"Amroğullarından bir grup geldiler. Şihab'1 Salih'in dinine davet ettiler. Şihab, tüm Semud
kavminin ulusu idi. Dine gelmiş olsaydı o eğer, Salih, içimizde olurdu güçlü peygamber,
Onlar, sahipleri Züab'a dönemez idiler. Ama Hicr halkının saptırıcıları, Aydınlandıktan sonra
sineğe dönüştüler."
İşte bu sebeple Salih peygamber onlara şöyle dedi:
«Bu, size (getirdiğim ilahî mesajın doğruluğunu gösteren) bir alamet olarak, Allah'ın
devesidir. Bırakın onu, Allah'ın toprağında otlasın; ona fenalık etmeyin, yoksa siz hemen
azaba uğrarsınız.» (Hûd, 64.)
Anlaşmaya varıldı. Bu deve, Semud halkının arasında dolaşacak, topraklarından istediği
yerde otlayacak, gün aşırı su başına gelip içecekti. Sırası geldiğinde kuyu basma gelecek ve
suyunu içecekti. Onlar da su içerlerken, ertesi gün de kendilerine lazım olacak suyu önceden
tedarik ediyorlar, ayrıca kendilerine yetecek kadar o devenin sütünü de içiyorlardı. Bu
sebeple Salih (a.s.) onlara dedi ki:
«Su içmek hakkı belirli bir gün onun ve belirli bir gün de sizindir.» (eş-Şuarâ, 155.)
Cenâb-ı Allah da buyurdu ki:
«Doğrusu, onları denemek (iman edip etmediklerini sınamak için) dişi deveyi gönderen
biziz. (Yapacakları işi) gözetle ve (eziyetlerine de) sabret. (Haber, sana apaçık bir şekilde
gelecektir.) Onlara, herkese, sıralarına göre suyun aralarında pay edilmiş olduğunu söyle.»
(el-Kamer, 27-28.)
Bu hal uzun süre böyle devam edince, Senıud halkının bilginleri toplandılar; belasından
kurtulup rahatlarını bulsunlar ve bol suya sadece kendileri sahib olsunlar diye deveyi
kesmeyi kararlaştırdılar. Yapacakları bu işi de Şeytan kendilerine hoş gösterdi. Yüce Allah
buyurdu ki:
«Dişi deveyi kesip devirdiler; Rablerinin buyruğuna başkaldırdılar. "Ey Salih! Eğer sen
peygamber isen bizi tehdid ettiğin azaba uğrat bakalım." dediler.» (ei-A'râf, 77.)
Deveyi boğazlama işini üstlenenlerin elebaşısı, Kudar b. Salif b. Cenda1 idi. Sarışın ve mavi
gözlüydü. Veled-i zina olup Salif in yatağında doğduğu söylenir. O, Sibyan denen bir
adamın oğludur. Kudar'ın deveyi kesmesi, hepsinin ittifakıyla olmuştu. Suçun tümüne nispet
edilişi de bu sebeptendir.
İbn Cerir et-Taberî ve diğer tefsir âlimleri dediler ki: Semud milletinden iki kadın vardı.
Bunlardan biri, Mahya b. Züheyr b. Muhtar'm kızı Saduk idi. Soylu ve güzel sözlü, tatlı dilli
biriydi. Müslüman bir erkeğin nikahı altındaydı. Kocasından boşandı. Amcası Mehrec b.
Mah-ya'nm oğlu Masra'ı çağırdı ve ona: "Salih'in devesini kesersen ben seninim." dedi. Bu
iki kadından diğerinin adı da Anize idi. Guneym b. Mic-lez'in kızıydı. Ümmü Gamme
künyesiyle çağırılan bu kafir kadın bir acuzeydi. Halkın liderlerinden biri olan kocası Züab
b. Amr'dan, kızları vardı. Deveyi kestiği takdirde, dört kızından hangisini beğinirse onu
kendisine vereceğini, Kudar b. Salif e va'd etti. Bu iki genç, Salih peygamberin devesini
boğazlama işini benimsediler. Kavimleri arasında bunun propagandasım yaptılar.
Kendilerine yedi kişi daha katıldı. Böylece dokuz kişi oluverdiler ki, ayet-i kerimede
bunlardan söz edilmektedir:
«O şehirde, yeryüzünde bozgunculuk yapan, düzeltmeye uğraşmayan dokuz kİŞİ vardl.»
(en-Ncml, 48.)
Kabilenin geri kalan adamlarına da giderek bu işin propagandasını yaptılar. Deveyi
boğazlamanın çok iyi bir iş olacağım söylediler. Halk da onlara uyum gösterdi.
Artık deveyi gözetlemeye başladılar. Deve, su içmekten geri dönünce pusuya yatmış olan
Masra', arkadaşlarını kışkırtmak ve de teşvik et-mek.içuı bir ok attı. Kudar b. Salif, onların
en hızhsıydı. Deveye bir kılıç darbesi indirdi; dizini kırıp kemiğini ortaya çıkardı. Deve yere
yıkıldı ve yüksek sesle böğürdü. Bu böğürüşüyle yavrusunu uyarıyordu. Sonra Kudar, ikinci
darbeyi hayvanın boynuna vurup kesti. Devenin yavrusu, karnından çıktı. Geçit vermez
yüksek bir dağa çıktı ve üç defa böğürdü...
Abdürrezzak'm rivayetine göre devenin yavrusu: "Ya Rab! Anam nerede?" demiş, sonra da
bir kaya kovuğuna girerek orada kaybolmuş. O yavrunun da o caniler tarafından takib edilip
boğazlandığını söyleyenler de olmuştur.
Yüce Allah buyurdu ki:
«Ama bir arkadaşlarını çağırdılar, o da kılıcını alarak deveyi kesti. Benim azabım ve
uyarmam nasılmış?» (ei-Kamer, 29-30.)
«Semud milletinin en azgını ileri atılınca, azgınlığı yüzünden peygamberleri yalanladı.
Allah'ın peygamberi, onlara Allah'ın devesini göstermiş ve: "Allah'ın bu devesine ve onun
su hakkına dokunmayın." demişti.Onu yalanladılar ve deveyi boğazladılar. Bunun üzerine
Rable-ri, suçlarından dolayı onları kırıp geçirerek yerle bir etti. Bu işin sonundan O'nun
korkusu yoktur.» (eş-Şems, 11-15.)
İmam Ahmed b. Hanbel, Abdullah b. Zem'a'dan rivayet etti ki: Rasülullah (s.a.v.),. ashabına
hitapta bulundu, Salih peygamberin devesini ve o deveyi boğazlayanı anlattı, dedi ki:
«O kavmin en azgını (deveyi boğazlamak için) ileri atıldı. Ebu Zem'a gibi, aşireti içinde
zeki ve emrine itaat edilen güçlü bir adam ileri atıldı.»[19]
Muhammed b. İshak, Ammar b. Yasir'den rivayet ederek dedi ki:
Rasülullah (s.a.v.), Hz. Ali'ye şöyle dedi:
- Sana insanların en bahtsızını bildireyim mi?
- Evet ya Rasûlallah.
- Bunlar iki kişidir. Biri Salih peygamberin devesini boğazlayan, Semud kavminin ufak
tefek sarışın adamıdır. Diğeri de ey Ali, senin şu tepene vurarak çeneni tependen ayıracak
olan adamdır.
Bunu İbn Ebi Hatîm rivayet etmiştir.
Yüce Allah buyurdu ki:
«Dişi deveyi kesip devirdiler; Rablerinin buyruğuna baş kaldırdılar, "Ey Salih! eğer sen
peygambersen bizi tehdid ettiğin azaba uğrat bakalım." dediler.» (el-A'râf, 77.)
Semud milleti bu sözlerinde, bir kaç noktadan son derece şiddetli bir kafirlik yapmışlardı.
Şöyle ki:
1-Allah'ın, kendilerine mucize olarak göndermiş olduğu dişi deveyi kesmeme hususundaki
kati yasağı çiğnemekle, Allah'a ve peygamberine muhalefet etmişlerdi.
2- Azabın, üzerlerine inmesini çabuklaştırdılar. Bu azabı da iki bakımdan hakkettiler:
a- Cenâb-ı Allah'ın kendilerine koştuğu şarta riayet etmediler. Allah Teâlâ şu buyruğu
vermişti:
«Bu, size bir ayet olarak, Allah'ın devesidir. Bırakın onu, Allah'ın toprağından otlasın; ona
fenalık etmeyin, yoksa yakın bir azaba uğrarsınız.» (Hûd, 64.)
Başka bir ayette, "Büyük bir azaba uğrarsınız." Bir başka ayette ise, Can yakıca bir azaba
uğrarsınız." denmektedir ki, bu ifadelerin hepsi de doğrudur.
b- Semud kavmi, Salih peygamberin, kendilerini tehdid edip durduğu azabın bir an evvel
gelmesini istediler. Çünkü azabın geleceğine inanmıyorlardı.
3- Nübüvvetine ve doğruluğuna ilişkin kesin kanıtlar bulunan peygamber Salih (a.s.)i
yalanladılar. Oysaki onun hak peygamber olduğunu kesin bir bilgiyle biliyorlardı. Ama
kafirlikleri, sapıklıkları ve inatları; onları, gerçeği inkara ve azabın geleceğim imkansız
görmeye şevketti. Yüce Allah buyurdu ki:
«Buna rağmen deveyi kesip devirdiler. O zaman Salih: "Yurdunuzda üç gün daha kalın. Bu,
yaİanlanmıyacak bir sözdür." dedi.» (Hûd, 65.)
Anlatıldığına göre Semud halkı deveyi boğazladıklarında ilk saldıran, lanetli Kudar b. Salif
olmuştu. Hayvanın dizini kırmış, yere düşürmüştü. Sonra hayvanın üzerine kılıçlarıyla
çullanmışlar, onu kesip parçalamışlardı. Bu durumu gören yavrusu onlardan kaçarak, orada
bulunan yüksek bir dağın tepesine çıkmış, üç defa böğürmüştü. Bu sebeple Salih (a.s.)
onlara: "Yurdunuzda üç gün daha kalın." demişti. Ama onlar, onun bu kesin tehdidine de
inanmamışlardı. Dahası, akşam olunca da onu Öldürmeyi ve akıllarınca onu devenin
akıbetine uğratmayı planlamışlardı.
"Biz gece ona ve ailesine baskın verelim." diye aralarında Allah'a yemin ettiler. (en-Neml,
49.)
Yani geceleyin ailesiyle birlikte Salih'i evinde kıstıralım, onu öldürelim. Sonra da
öldürdüğümüzü inkar edelim. Dostları ve akrabaları kanını dava ederlerse, öldürmediğimizi
söyleyelim. Bu sebeple dediler ki: "Sonra da onun dostuna, ailesinin yok edilişinde
bulunmadık. Şüphesiz biz doğru söylüyoruz, diyelim." Yüce Allah da buyurdu ki:
«Onlar bir düzen kurdular. Biz farkettirmeden düzenlerini bozduk. Düzenlerinin sonunun
nasıl olduğuna bir bak! Biz onları ve milletlerini, hepsini, yerle bir ettik. îşte, haksızlıklarına
karşılık çökmüş bulunan evleri! Bunda, bilen bir millet için şüphesiz, ders vardır. İnanıp
Allah'a karşı gelmekten sakınanları kurtardık... (en-Ncml, 50-53.)
Salih peygambere suikast planlayan bu grubu, Cenâb-ı Allah taş yağmuruna tuttu. Yağan
taşlar, onları ezip parçaladı. Milletlerinden önce kendileri yok edildiler.
Salih peygamber, hani kendilerine üç günlük süre tanımıştı ya, İşte bu sürenin ilk gününde -
ki o gün perşembe idi - Semud milletinin yüzü sapsarı oldu. Nitekim peygamberleri de
onları uyarmıştı. Perşembe günü gün batıp hava kararınca hep birlikte: "Haberiniz olsun.
Mehil müddetinin bir günü geçti!." diye bağırdılar. İkinci güne girdiklerinde -ki o gün cuma
idi - yüzleri kıpkırmızı oldu. O gün, gün batıp hava kararınca hep birlikte: "Haberiniz olsun,
verilen sürenin iki günü geçti." Verilen mehilin üçüncü gününe -ki o gün cumartesi idigirdiklerinde
yüzleri simsiyah oldu. O gün gün batıp hava kararınca hep birlikte: "Haberiniz
olsun. Mehil bitti." diye bağırdılar. Pazar sabahı olunca koku sürünüp hazırlık yaptılar.
Kendi üzerlerine inecek olan ilahî azab ve intikamı beklemeye oyuldular. Allah'ın
kendilerine ne yapacağını ve azabın hangi yönden kendilerine geleceğim bilmiyorlardı.
Güneş doğup ortalık aydınlanınca üstlerinden, gökten üzerlerine bir çığhk; altlarından,
yerden de kendilerine bir sarsıntı geldi. Ruhları dışa taştı, canları çıktı, hareketler durdu,
sesler kesildi, hak yerini buldu, yurtlarında cansız ve hareketsiz cesedler olarak diz üstü
çökük vaziyette kalakaldılar. Kelbe adlı kötürünı bir cariye hariç, hepsi öldü. Selk kızı
Kelbe adındaki bu cariyeye Zeria da deniyordu. Salih peygambere karşı küfür ve düşmanlığı
aşırı denecek kadar fazlaydı. Azabı görünce tutuk ayakları açıldı. Hızla koşmaya başladı. Bir
Arap kabilesine uğrayarak, gördüklerim ve milletinin başına gelen-felaketi onlara haber verdi.
İçmek için su istedi. İçince de öldü.
Yüce Allah buyurdu ki:
«"Sanki orada (bolluk ve refah içinde) hiç yaşamamışlardı. Bilin ki, Semud milleti Rabbini
inkar etmişti. Bilin ki Semud milleti Allah'ın rahmetinden uzaklaştı." Yani kader lisam
onlara böylece seslendi.» (Hud,68.)
İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Zübeyr'den rivayetle, Cabir (r.a.)'in şöyle dediğini nakletti:
Rasûlullah (s.a.v.) Semud milletinin yaşamış olduğu Hicr mıntıkasına uğradığında şöyle
dedi: "Mucizele'r'istemeyin. Bir millet (Semud halkı) istemişti de (mucize olarak kendilerine
gönderilen) dişi deve, şu yoldan gelir ve bu yoldan da giderdi. O millet, Rableri-nin
buyruğuna karşı geldiler de deveyi kesip devirdiler. Bir gün o, onların suyunu içer, bir gün
de onlar onun sütünü içerlerdi. Onu kesip devirdiler. Bu yüzden bir çığlık kendilerini
yakaladı. Bu çığlık sebebiyle gök kubbenin altında onlardan bir kişi hariç, hepsi ölüp yok
oldular. O bir kişi de Allah'ın haremindeydi." "O kimdi ya Rasûlallah?.» diye sordular.
Buyur du ki: "O, Ebu Rigal'di. Harem'den çıkınca, milletinin başına gelen musibet,
kendisini de yakaladı."[20]
Abdürrezzak, Ma'mer'in şöyle dediğini rivayet etti: İsmail b. Ümeyye'nin bana anlattığına
göre Rasûlullah (s.a.v.), Ebu Rigal'in kabrine uğramış. "Bunun (burada yatanın) kim
olduğunu biliyor musunuz?" diye sormuş. Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, demeleri üzerine
cevabı kendisi vermiş: «Bu, Ebu Rigal'in kabridir. Semud halkın-dandır. Allah'ın hareminde
bulunuyordu. Harem, onu Allah'ın azabından korudu. Harem'den çılanca, milletinin başına
gelen musibet kendisini de yakaladı. (Öldü.) işte buraya gömüldü. Kendisiyle birlikte
altın bir dal da bu kabre gömüldü."
Rasûlullah (s.a.v.)'m böyle demesi üzerine, yanında bulunanlar mezarı hemen kılıçlarıyla
açtılar ve altın dalı oradan çıkardılar.
Abdürrezzak, Zührî'nin: "Ebu Rigal, Sakif kabilesinin dedesidir." dediğini rivayet etmiştir.
Muhammed b. îshak, "Sîret" adlı kitabında, Abdullah b. Ömer'in şöyle dediğini rivayet etti:
Kendisiyle birlikte Taife gidip de bir mezara uğradığımızda Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle
dediğini işittim:
«Bu, Ebu Rigal'in kabridir. O, Sakif kabilesinin dedesidir. Semud halkındandı. Bu Harem'de
bulunuyordu. Harem, onu azabtan koruyordu. Harem'den çıkınca, milletinin başına gelen
musibet onu burada yakalamıştı. (Ölmüş) ve buraya defnedilmiş ti. Bunun işareti de,
kendisiyle birlikte buraya altın bir dalın gömülü olmasıdır. Mezarını açarsanız, onunla
birlikte altın dalı da bulursunuz." Rasûlullah (s.a.v.)'m böyle demesi üzerine,
beraberindekiler, hemen mezarı açmışlar ve oradaki altın dalı çıkarmışlardı.»
Bunu, Muhammed b. İshak yoluyla Ebu Davud rivayet etmiştir.[21]
Yüce Allah buyurdu ki:
«Salih de onlardan yüz çevirdi ve: "Ey Milletim! And olsun ki, ben size Rabbimin sözünü
bildirmiş ve öğüt vermiştim; fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz." dedi.» (ei-A'râf, 79.)
Salih (a.s.)'in durumundan haber veren bu ayet-i kerimede onun, yokoluşlarmdan sonra
milletine hitapta bulunduğu bildiriliyor. Bulundukları mahalden başka tarafa gideceği sırada
onlara şöyle seslenmişti: "Ey Milletim! Andolsun ki, ben size Rabbimin sözünü bildirmiş ve
öğüt vermiştim." Yani sizi doğru yola eriştirmek için bütün gücümle çalıştım. Sözüm, fiilim
ve niyetimle, bu uğurda hummalı bir çalışma içine girdim. "Fakat siz, öğüt verenleri
sevmiyorsunuz." Yani sizin karekter ve seciyeniz, hakkı kabul etmiyor ve istemiyor. Bu
sebeple de can yakıcı ve ebediyete kadar üzerinizde devam edecek olan bir azaba uğrama
akibetine maruz kaldınız. Bu azabı sizden savmak için, ne sizin ve ne de benim gücüm
vardır. Üzerime düşen risalet ve nasihat görevimi size ifa ettim. Ama Allah, dilediğini yapar.
Ölümlerinin üzerinden üç gün geçtikten sonra, Bedir kuyusunda gömülü bulunan müşrik
ölülerine Rasûlullah (s.a.v.)'da böyle bir hitapta bulunmuştu. Gecenin son saatlerinde
mücahid sahabelere geri dönüş emri vermiş, bineğine binerek Bedir kuyusunun başına
gelmiş ve şöyle bir nutuk irad etmişti:
"Ey kuyudakiler! Rabbinizin size va'dettiğinin gerçek olduğunu gördünüz mü? Doğrusu
ben, Rabbimin bana va'dettiğinin gerçek olduğunu gördüm. Peygamberiniz için ne kötü bir
aşiret oldunuz! Siz beni
yalanladınız; (başka) insanlar, beni doğruladı. Siz sürgün ettiniz; (başka) insanlar beni
barındırdı. Siz benimle savaştınız; (başka) insanlar bana yardım etti. Peygamberiniz için ne
kötü bir aşiret oldunuz!"
Hz. Ömer (r.a) dedi ki: "Ey Allah'ın Rasûlü! Leş haline gelmiş kimselere mi hitab
ediyorsun?" Rasûlullah (s.a.v.) ona şu karşılığı verdi: "Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a
andolsun ki, söylediklerimi onlardan daha iyi işitiyor olamazsın! Ne var ki onlar cevap
veremiyorlar."[22]
Rivayete göre Salih peygamber, Semud kavminin yok edilmesinden sonra Harem-i Şerife
gelmiş, vefat edinceye kadar orada yaşamıştır.
İmam Ahmed b. Hanbel, îbn Abbas (r.a.)'m şöyle dediğini rivayet etmiştir: Peygamber
(s.a.v.), haccederken Usfan vadisine geldiğinde şöyle
demiş:
- Ey Ebu Bekir! Bu hangi vadidir?
- Usfan vadisidir ya Rasûlallah.
- Hud ve Salih peygamberler, yularları liften olan genç develerle buraya uğramışlardır.
İzarlan aba idi. Ridalan da siyah-beyaz çizgili yün bir kumaştı. Telbiye getirip şerefli beyti
haccetmişlerdir." [23]
[1] Buharı, Tefsir-i Sûre-i Nuh, No: 413.
[2] Sahih-i Buhari, IV, 270-271.Tefsir-i Sûre-i Nuh(a.s.)
[3] Buharı, Enbiyâ, Hadis No: 143.
[4] Buharı, Edeb 77. Fiten, 36. Tevhid, 17. Cihad, 78.
[5] Buharı, Tevhid, 17. Müslim, Fiten, 100.
[6] Buharı, Kitabu s-Şavm, 39.
[7] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/137-162.
[8] Suyutî, Camiü's-Sağir, Hadis No: 1795.
[9] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/163.
[10] Suyufcî, Camiü's-Sağir, Hadis No: 4986.
İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/163.
[11] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/163.
[12] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I. 385-427.
[13] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/164-165.
[14] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 482
[15] Buharî, îstiska, 36. Müslim, îstiska, 17.
[16] Tirmizî, V, 503, Kitabü'd-Daavat.
[17] Buhari, VI, 238. Tefsîr-i Suretil-Ahkâf.
İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/166-162.
[18] Tefsirden kastı; H.K.K.T. îbn Kesîr Tefsiridir
[19] Müsned, Ahmed b. Hanbel, IV, 17.
[20] Müsned, Ahmed b. Hanbel, III, 296.
[21] Ebu Davud, Sünen, III, 181-182. Hadis No: 3088.
[22] Buharı, Cenaiz, 86. Meğazî, 8.
[23] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/183-195.
 

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...