18 Ekim 2013

ŞİA VE MESCİD-İ AKSA

Kısa Tanım: Bazıları Mescid-i Aksâ’nın Müslümanlar nezdindeki ve İslam dinindeki yeri hakkında kitap yazmamıza şaşırabilir. 
Çünkü bu konu tartışmasız kabul gören konulardan biridir ve Mescid-i Aksâ’nın çok fazla açıklamaya gerek olmayan yüce bir konumu vardır. 

Mescid-i Aksâ’nın konumu Allah Teâlâ’nın Kur’an-ı Kerim’deki apaçık ifadesiyle ve Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in sahih hadisiyle sabittir. 
İslam Ümmeti de Mescid-i Aksâ’nın fazileti üzerinde icma etmiştir/görüş birliğindedir. Fakat eminiz ki, bu kitabı okuyanlar gerçekleri gördükten sonra bize hak vereceklerdir. 

Mescid-i Aksâ ve Filistin’e destek iddiasında bulunan, mazlum Filistin halkını ve kutsal değerlerini savunduğunu öne süren bazı insanların oynadığı oyunun boyutunu farkedince bu kitabın neden yazıldığını anlayacaklardır. 

Mescid-i Aksâ’nın konumunu ve faziletini savunmak, Şiilerin muteber kabul ettikleri kitaplarda ve kaynak eserlerinde Mescid-i Aksâ hakkında yazılanlara karşı uyarmak gerekiyordu. 

Şiilerin mevcut haliyle Mescid-i Aksâ’nın hiçbir faziletinin olmadığını, bilkakis Mescid-i Aksâ’nın gökyüzünde bir mescid olduğunu ve âvâm halkın Mescid-i Aksâ’yı Kudüs’teki mescid zannettiğini yazdığına dikkat çekmek gerekiyordu. 

 Biz de bu iddiaları karşılıksız bırakmak istemedik. Bu iddiaların tehlikesini ve asılsız olduğunu ortaya koymaya çalıştık. Bu iddiaları kitaplarında dile getiren iftiracıların oynadığı oyunun ve çevirdiği entrikanın boyutunu herkesin anlaması için perdenin kaldırılıp gerçeklerin ortaya çıkmasına sözümüzle ve kalemimizle de olsa katkıda bulunmak istedik. 

 Araştırmalarımız sırasında ayrıca, Mescid-i Aksâ’nın konumu ve fazileti hakkında şüphe uyandırmak isteyen Yahudilerin ve Oryantalistlerin asılsız iddialarına Şia kaynaklarından deliller getirdiğini, bu iddiları ümmetimizin sabit değerlerine ve inancına darbe vurmak ve Mescid-i Aksâ’nın kalplerimizdeki yerini sarsmak için kullandıklarını gördük. 

 Burada bir noktaya dikkat çekmek isteriz: Biz bu kitapla ümmetin vahdetini, Müslümanların birliğini ve kutsal değerlerimiz üzerinde görüş birliği sağlamayı hedefliyoruz. 

Allah’ın o kutsal yerleri fethetmeyi nasip ettiği kişileri sevmeyi ve Şia kitaplarında Müslümanların Kudüs’e verdiği değere saldırıda kullanacakları birçok şeye delil bulan Yahudi ve Oryantalist profesörlere fırsat vermemeyi hedefliyoruz. 

Çünkü Mescid-i Aksâ’nın konumu hakkında şüphe uyandıran rivayetlerin mutlaka düzeltilmesi ve Kudüs’ün faziletlerinin delillerle ispat edilmesi gerekiyordu. Eklenme tarihi: 2010-02-01 Kısa link: http://IslamHouse.com/268695

ON İKİ İMAM ŞİA İNANCININ TEMELİNİN GENEL HATLARI

KENDİ KAYNAKLARINDAN CAFERİ Şİİ VE RAFİZİLERİN İNANC ESASLARI

EHL-İ SÜNNET İLE ŞİA'NIN SAHABE-İ KİRAM TASVİRLERİ ARASINDAKİ FARK

HİZBULLAH HAKKINDAKİ GERÇEĞİ BİLİYORMUSUNUZ.?

ALLAH'IM BEN SENİN KULUNUM HADİS-İ ŞERİFİNİN ŞERHİ

MÜJDELENMİŞ GARİBLERİN AZIĞI

99 HADİSTE İSLAM'IN TEMEL ESASLARI

DİN NASİHATTIR

ALLAH'IN DİNİNDE KARARLILIK

DİN VE DİNDARLARLA ALAY ETMEK

İLİM TALEBESİNİN SÜSÜ

İLİM DİNİ BİR ZORUNLULUKTUR

İMANIN ESASLARI

İMANIN ŞARTLARI

KALBTEN KALBE

FİZALİL KUR'AN SEYYİD KUTUB






FİZALİL KUR'AN SEYYİD KUTUB

EL-FEVAİD HAMD ALEMLERİN RABBİ ALLAH'A MAHSUSTUR


 EL-FEVAİD HAMD ALEMLERİN RABBİ ALLAH'A MAHSUSTUR
1 - Hamd alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.
2 - O, Rahman ve Rahimdir.
3 - Din  gününün  malik (sahib)idir.
4 - (Ey Allah'ım) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım  isteriz.
5 - Bizi doğru yola ulaştır. 
6 - Kendilerine nimet verdiklerinin  yoluna,
7 - Gazaba uğrayanların ve sapanların  yoluna değil... (Fatiha Suresi)
İnsanlar Kitap ve Sünnetle hüküm vermekten ve onlarla muhakeme olmaktan yüz çevirip, sadece bunların yeterli gelmeyeceğine inandıkları ve bunların dışında görüşlere, kıyaslara baş vurdukları, bunları ve şeyhlerin görüşlerini güzel saydıkları zaman;
Bu kimselerin fıtratlarında bir değişme baş gösterir.
 Kalplerinde zulüm oluşuverir ve anlayışlarında bir sakatlık ve akıllarında bir ahmaklık meydana gelir.
İşte bu tip insanları bu hasletler kuşatıverir ve ona galip gelir.
Hatta küçükleri bunlarla eğitmekte, yaşlıları ise buna sevk etmektedirler. Bunu kötü bir iş olarak da görmezler.
Bu öyle bir hâl alır ki;
- Artık doğrunun yerini bid'at,
- Aklın yerini cehalet,
- Rüşdün yerini heva,
- Hidâyetin yerini sapıklık,
- İyiliğin yerini kötülük,
- İlmin yerini cahillik,
- İhlasın yerini riya,
- Hakkın yerini bâtıl,
- Doğrunun yerini yalan,
- Nasihatin yerini vurdumduymazlık ve
- Adaletin yerini de zulüm alır.
Galip gelen bu faktörlerin ve bunu işleyenlerin bizzat kendilerine işaret edildiği anlaşılmaktadır. Nitekim bundan önce bu faktörler tersiyle bulunurlarken, bu faktörleri (cürümleri) işleyenlerin kendilerine işaret edildiği söz konusu olur.
Dolayısıyla galip gelen bu faktörlerin / cürümlerin kişiye yönelmiş, sancağını dikmiş olduğunu ve ordularının (binitlerine) binmiş olduklarını görürsen, anla ki artık bu esnada yerin altında yaşamak yerin üzerinde yaşamaktan, dağın tepelerinde kalmak alt taraflarında kalmaktan ve yabani hayvanların yanında bulunmak insanların yanında bulunmaktan daha hayırlıdır.
Programı Hazırlayan:
Versiyon:1
1024x768 16-Bit

EMANET VE EHLİYET İSLAM İLMİHALİ


Yusuf Kerimoğlu.....
Emanet ve Ehliyet - Yusuf Kerimoglu - Islâm ilmihali
Misak Yayinlarının bir eseridir.

İŞTE TEVHİD ALFABETİK FİHRİST




İŞTE TEVHİD ALFABETİK FİHRİST
"Allah, kendisinden başka ibadete layık ilah olmadığına, adaleti ayakta tutarak şahitlik etti. Melekler ve ilim sahipleri de buna şehadet ettiler. Ondan başka ibadete layık ilah yoktur. O, Aziz'dir, Hakim'dir." (Al-i İmran: 18)

Bu kitab, ne kâfir ve müşriklerin İslâm’a karşı yalan ve iftiralarına cevab vermek, nede onların ve bid’at ehlinin haksızlığını isbât etmek için yazılmıştır.
Bu kitab, ancak ve ancak, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'in saâdet devri ve büyük İslâm Alimleri’nin aydınlık dönemlerinden sonra günümüze kadar, çeşitli çevrelerce kasıtlı veya cahilâne olarak tahrif edilen, unutturulan veya gizlenilen bazı İslâmi ve İmâni gerçekleri ortaya koymak ve imanın-şirkten, hidayetin-dalâletten, adâletin-zulûmden ayırdedilmesine katkıda bulunmak için kaleme alınmıştır.
Gayret bizden, tevfîk Allah’tandır.
Hidâyete tâbî olanlara selâm olsun.
Versiyon:1.01024x768 16-Bit

TOPLUMSAL BİR İNKİLAB

6 - Toplumsal Bir İnkılab

"İslâm'ın tevhide ve bir tek Allah'ın ibadetine çağrısı, hiç bir zaman bir kelam (felsefe) davası şeklinde olmamıştır. Veya sadece kutsal bir akide şeklinde de olmamıştır. Yani sair kutsal inanç veya mezheplere benzer bir şekilde olmamıştır. Çünkü İslâm davası oldum olası toplumsal bir inkılaba (Social Revolution) çağrı biçiminde gerçekleşmiştir. İşe başlar başlamaz, ilahlık makamının iddiasında bulunup çeşitli hile ve oyunlarıyla insanları köleleştiren kimselerin kökünü kazımak istemiştir.
Kim dir bu kimseler?
Eskinin kahin ve put bakıcıları..
Krallık ve yönetimi ellerinde tutarak insanların boynuna binenler..
Servetin kaynaklarını ve yeryüzü zenginliklerini tekellerinde bulunduran, böylece insanları karın tokluğuna ve bir lokma ekmeğe muhtaç bir şekilde köleleştiren kimseler..
İşte İslâm davası, tüm bunları ortadan kaldırıp köklerini kurutmak istemektedir.
Bu kimseler ki gah apaçık bir şekilde ilahlık davasında bulunmaktadırlar gah da alt oldukları bir sınıfın iktidarıyla, bu işi yapmaktadırlar. Ama ne olursa olsun amaçları; atalarından miras aldıkları bir takım haklara (!) dayanarak etraflarındaki insanlara tahakküm etmek, emirlerine boyun eğdirmek ve zorbaca yönetmektir.
"Sizin için kendimden başka bir ilâh bilmiyorum" (el-Kasas: 38),
"Sizin en yüce Rabbiniz benim" (en-Naziat: 24)
"Ben de yaşatır ve öldürürüm" (el-Bakara: 258)
"Bizden daha güçlüsü var mı?" (Fusilet: 15)... gibi ve benzeri sözler söyleyen müstekbir kimselerdir bunlar.
Olanca azgınlık ve densizlikleriyle ilahlık iddiasında bulunmaya cüret gösteren, insanların aptallık ve cehaletinden yararlanan kimseler, icad ettikleri put, anıt ve heykellerin arkasına saklanarak insanları bunlara tapınmaya, bu şekillere karşı ubudiyyet gösterisinde bulunmaya davet eden ve böylece onların aklıyla oynayan, onları - fark ettirmeden - hedef ve şehvetlerinin hizmetine amade eden kimselerdir bunlar...
Açıkça görülüyor ki;
- İslâm'ın tevhid davası,
- bir tek Allah'ın ubudiyyetine çağrısı,
- küfrü ve Allah'a şirk koşmayı reddetmesi,
- put ve tağutlardan sakındırması,
Evet tüm bunlar, kurulu düzenlerle, bu düzen yöneticileriyle, hedeflerine varma ve ihtiyaçlarını gidermede bu düzenlerden yardım ve destek gören kimselerle temelinden çelişip çatışmaktadır.
Ne zaman bir peygamber gelip insanları açıkça davet etmiş ve kendilerine:
"Ey kavmim! Sadece Allah'a ibadet edin, sizin için ondan başka bir ilâh yoktur" ilanını yapmışsa bu söz konusu kimselerin ona karşı kesin bir cephe almalarının nedeni işte buydu.
Yani en başta o çağların egemen iktidarlarıydı, ülkenin servet kaynaklarını kemirenlerdi, bu servetleri zulmen ve haksız yere ceplerine atanlardı davaya karşı koyanlar. Onlardır tüm imkanlarıyla dava yolunu tıkayanlar.
Çünkü İslâm davası, akidenin felsefi planda anlatılmasından veya metafizik bir meseleyi "metaphysical proposition" açıklamaktan ibaret bir dava değildir.
O bir çağrıdır. Evrensel ve toplumsal bir inkılabın çağrısı..
Siyasî patlamaların kokusunu yıllar öncesinden alan servet kaynaklarının sömürücüleri, makam ve iktidar sahiplerince sonuç ve tehlikeleri gizli kalmayan bir çağrı..

TAKVA

6 - Takva 
Takva, kalb ve ruhların azığıdır. Kalb ve ruha gıda; güç, zenginlik ve şeref veren bir azık...
Kurtuluş ve maksada varışın vazgeçilmez dayanağıdır takva. Herkesten önce takvaya sarılıp bu gıdadan yararlanma gereğini anlayanlar ise hiç kuşkusuz akıl sahipleridir.
"Azıklarınınız; en iyi azık ise, muhakkak ki takvadır. Ey akıl sahipleri, benden korkun." (el-Bakara: 197)
Takva; ruhtaki bir hassasiyet, şuurdaki bir incelik, sürekli bir korku, daimi bir dikkat ve yoldaki dikenlerden sakınmadır. Hayat yolundaki dikenlerden...
- Hırs, şehvet, korku, tamah, bencillik ve arzu, yola serpilen dikenlerden...
- Hiç bir umudu gerçekleştiremeyen yerlere boş umutlar bağlama dikenlerinden...
- Hiç bir fayda veya zarar veremeyenlerden duyulan yalancı korkulardan...
- Ve daha pek çok dikenlerin bulunduğu bir yol...
İşte böylesine durumlarda kalbe algılama gücünü, etki-tepki yeteneğini kazandıran şey, takvadır.
"Elif - Lâm - Mim. Bu kitap, hiç şüphesiz Allah katındandır ve müttakiler için de bir hidayet rehberidir." (el-Bakara: 1-2)
Gelen rivayetlere göre Ömer b. Hattab (r.a.) Übey b. Ka'b'a:
- "Takva nedir?" diye sordu. Übey:
- Sen hiç dikenli bir yola girmedin mi? Ömer.
- Girdim, dedi.
- Peki ne yaptın?
- Eteklerimi çekip dikkat ettim ve çabaladım, dedi. Bunun üzerine Übey:
- İşte takva budur, dedi.
Takva, kalbi gafletten, zayıflıktan, şu veya bu sebeble yolu kaybetmekten koruyan uyanık bir bekçidir. Yoldaki zorluklara katlanamayan, farklı zaman ve münasebetlerde sık sık ortaya çıkan farklı problemlere çare getiremeyen kimseler, bu uyanık bekçiye duyulan ihtiyacı anlayamazlar. Yol istikametinden ayrılmamak, hiç bir sapma göstermeden yolun tabiî güzergahını izlemek, muhakkak ki takva ister, sürekli bir tedbir ve uyanıklık ister. Yolun hududunu incelemek ister, istikameti az veya çok etkileyen beşeri öfkeyi zaptetmek ister.
Yüce Allah'ın hakkını yerine getirmeyi sağlayan da takvadır. Gaflete düşürmeyen ve ömür boyunca - ölünceye değin - bir tek an olsun bile görevden yılmayan uyanık bir bekçidir takva:
"Ey iman edenleri Allah'tan gereği gibi korkun (ittlka edin) ve ancak mûslûmanlar olarak can verin." (Al-i İmran: 102)
Bir mü'min takvasıyla Rabbine yaklaştıkça şevklenir. Eriştiğinden daha yüksek ve vardığından daha ileri makam ve derecelerin peşindedir artık. Artık o gaflete de düşmez. Çünkü yükseğe, uyanık bırakan bir makama göz dikmiştir. Teslimiyet budur işte...
Zaten Allah'a teslimiyet, ona itaat etmek, şeriatini izlemek ve kitabını hakem kılmak demektir. İşte varlık isbatını yapıp görevini yerine getiren bir İslâm cemaatinin dayandığı temel de bu teslimiyettir. Çünkü bu temele dayanmayan tüm toplumlar cahilidir, insanları bir araya getiren İlahî hayat sisteminden kopuk cahiliye toplumlarıdır. Çünkü bu toplumların hayat sistemleri cahilidir.
Mevcut pozisyonunu açık, net ve kuşkulardan uzak bir şekilde anlamayan kimseler, davaların yükünü taşıyamazlar. Yüce Allah'ın, mü'minleri sık sık takvaya davet etmesinin nedeni budur:
"Ey iman edenler! Allah'tan korkarsanız o da size iyiyi kötüden ayıracak bir ölçü verir, kötülüklerinizi örter ve günahlarınızı bağışlar. Allah, büyük bir lütuf sahibidir." (el-Enfal: 29)
Takvaya çağıran bir buyruktur bu. Şüpheleri dağıtıp şeytani vesveseleri ortadan kaldıran ve diken dolu uzun yolda ayaklara sebat veren bir nurdur bu.
Azık işte budur. Yol hazırlığı işte budur. Kalblere canlılık ve uyanıklık veren, kalblerdeki dikkat, sakınma ve uyanıklık mekanizmasını harekete geçiren bir güçtür takva. Gözün görüş açısı boyunca yolun engebe ve eğrilerini aydınlatan bir nurdur, takva. Bu nurla aydınlanan yoldaysa net ve isabetli bir görüşü engelleyecek şüphelere yer kalmamış demektir.
Ayrıca takva, bir mağfiret azığıdır. Günahları örten bir azıktır. Sükunet ve rahatlık veren güvenli bir azıktır. Sonra her şeyden çok umut veren, her tür azığın tükendiği ve tüm amellerin az geldiği bir günde Allah'ın sonsuz lutfuna kavuşmak vardır. Bu, haktır ve gerçekleşecektir. Takva (Allah korkusu), kalbe iyiyle kötüyü ayırmaya yarayan bir ölçü bahşeder. Yoldaki eğrilikleri gösteren bir ölçü...
Şu var ki bu hakikat da, tıpkı diğer akidevi hakikatler gibidir ve fiilen tatmayan kimselerce bilinemez. Eğer hakikatin kendisi tadılmamışsa tanımlar yetmez. Sıfatlarını belirtmekle tadına varılmaz. Çünkü iş sadece, tanımlara kalırsa; akıl, duygu ve anlayışlardaki her şey karmaşık hale gelir. Getirilen delil, ne kadar büyük olursa olsun inandırıcı olmaz. Muhatab, bu büyük delile karşı susar; ama akıl ve kalbiyle icabet etmez. Böylece yapılan tartışma boşuna olur, bu amaçla harcanan emek de ziyana uğrar. Çünkü arada takva yoktur.
Aslında akıl aydınlanıp hak açığa çıkınca, yol belirlenip gönüller huzura, vicdanlar rahatlığa kavuşunca, ayak yere sağlam basıp yolda sebat sağlanınca her şey gün ışığı gibi meydana çıkmış demektir.
Çünkü hak esas itibariyle fıtrata gizli kalmayacak kadar nettir. Göklerin ve yerin yaradılışına esas olan fıtratın zaten hakla tanışmışlığı vardır. Hidayeti engelleyen şey, fıtratla hakkın arasına giren hevapereslliktir. Bulanıklık veren, basireti kapayan, görüşü körelten ve çıkış yollarını gizleyen hevaperestlik...
Hevaperest kimse delillere yönelmez. Çünkü kişiyi hakka götüren takvadır. Allah korkusudur. Allah'ın gizli-açık murakebesidir. Bundan dolayı basireti aydınlatıp engelsiz ve müstakim bir yola girmeyi sağlayan şey, takvanın verdiği ölçüdür (furkandır.)

KELİMENİN (SÖZÜN) DEĞERİ

6 - Kelimenin (Sözün) Değeri

"Ey iman edenler! Yapamayacağınız şeyi ne diye söylersiniz?! Yapamadığınız bir şey söylemeniz, muhakkak ki Allah katında büyük bir gazaptır." (es-Saff:2-3)
Şurası kesindir ki cihad, nefsin derinliklerinde ve ruhun da gizli noktalarında gerçekleşen bir arınma İşlemidir. Kişiliğin gizli yanlarını ortaya çıkarıp aydınlatan bir ameliyedir. Bundan maksat; kusurları, yabancı unsurları ve belirsiz yönleri dışarıya atıp açık, net ve kararlı bir yapı oluşturmaktadır, örtüsüz ve bulutsuz bir açıklık, netlik ve hak bağlılığını sağlamaktır:
"(Ve bu cihad), Allah'ın mü'minleri arındırması içindir." (Âli İmran: 141)
İnsan çoğu kere kendi kendisini tanımaz; nefsinin gizli noktalarını, girinti ve eğrilerini bilmez. Nefsinin gerçek zaaf ve gücünü ve diplerde biriken tortuları çoğu kez bilmez. Nefsin bu gibi halleri, ancak hareket alanına atılmakla ortaya çıkmaktadır. İşte mû'minler, yüce Allah'ın insanlar arasında döndere durduğu sıkıntı ve bolluk hallerindeki arındırmasıyla, nefislerinin daha önce bilmedikleri noktalarını öğrenmiş olurlar. Bu keskin mihengine vurmadan önce asla bilemedikleri noktaları..
Kudretli, cesur, fedakâr, ihtirassın ve cömert olduğunu zanneden bir insan, pratik bir deneyimden geçip olayların içine karışınca nefsinde arınmamış noktaların bulunduğunu yeni yeni anlayabilmektedir. Böylesine bir baskıya dayanacak düzeye gelmediğini, ancak bu tür deneyimlerle öğrenebilir.
Öyleyse bu insanın nefsini tanıması iyi olur. Bu dava ve bu akidenin tabiatı itibariyle doğurabileceği baskı ve yükümlülüğe dayanabilme seviyesine gelebilmek İçin nefsin deneyimlerden geçmesi gerekmektedir. Yani nefsin buna alıştırılması gerekmektedir. Bu bakımdan insanın, "ben müslüman oldum ve ölmeye hazırım" demesi Allah'ın rızasını kazanıp cennete girmesine yetmez. Çünkü bu, somut bir deneyim işidir. Pratik bir imtihan işidir. Cihad yapıp belaları göğüsleme meselesidir. Bundan sonra da sabretmek...
Yani cihadın sorumluluklarına ve belânın zorluklarına sabretmek meselesidir. Yüce Allah mü'minlerden, ağızdan çıkan sözün ağırlığıyla fiilen karşılaşan hakikatın ağırlığını akıldan çıkarmamalarını istemektedir. Böylece onlara, ağızdan çıkan her kelimenin hesabı yanında gözle görülen somut hakikatin ağırlığını da hesaplamaları gerektiğini öğretmektedir. Ağızdan çıkan her kelimenin hesabını yapıp bunu nefislerindeki gerçek durumla karşılaştırmalarını istemektedir.
"Yoksa siz; Allah içinizden cihad edip sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız? Yemin olsun ki siz. ölümle karşılaşmadan önce onu temenni ediyordunuz. İşte onu da - baka baka -gördünüz." (Âli İmran: 142-143)
Böylece mü'minler, ağır bir vakanın ışığında hem sözün, hem arzunun, hem de İlahî va'din gerçek değerini anlıyorlardı. Bunun yanında Yüce Allah, cennet yolunun uçucu söz ve havaî temennilerden geçmediğini bildiriyordu kendilerine. Çünkü cennete girmek için; ağızdan çıkan kelimelerin gerçekleşmesi, temennilerin pratiğe geçmesi, gerçek bir cihadın yapılması ve belalara karşı sabredilmesi gerekiyordu. Yüce Allah, insanlığın önderliğini teslim alacak bir İslam cemaatini eğitiyordu. Çünkü bu cemaat, insanlığı yönetecekti. Tüm zaaf, noksanlık, şehvet ve arzularıyla; olanca cahillik ve sapıklığın içindeki insanlığı...
Bundan dolayı davetçilerden, hakta sebat ve zorluklara katlanmak istenir. İnsan kişiliğinde mevcut zaaf ve güç noktalarını bilmeleri beklenir. İnsanın nerelerde sürçebileceğinden, hangi sebeplerle sapabileceğinden ve hangi yöntemlerle iyileşebileceğinden haberdar olmaları istenir. Bütün bunlardan sonra da sabretmeleri gerekir. Hem bolluk, hem de darlıkta sabır.. Bolluktan sonra şiddet halinde - o an için ne kadar acı olursa olsun - sabretmeleri gerekir. Yol, sadece budur. Yüce Allah, davasının adamlarını geçirdiği eğitim buydu.. Çünkü bu insanların, büyük, zor ve korkutucu göreve hazırlıklı olmaları gerekiyordu.
Akide savaşı, herhangi bir savaş gibi değildir. Çünkü o, hem meydan savaşıdır, hem de nefis savaşıdır. Nefis savaşında başarılı olmadan, meydan savaşından galip çıkılmaz. Bu Allah için yapılan bir savaştır. Allah ise, nefislerini tamamen kendisine teslim etmeyenlere yardım etmez. Yüce Allah, dalgalandırdıkları İlahî bayrağın altında yaşayan kimseleri arındırıp yücelttikleri bayrağa tamamen bağlanmadığı sürece zafer bağışlamaz. Çünkü bu insanların yabancı unsurlardan, belirsizliklerden, aldatmaca ve göz boyamalardan tamamen arınmaları gerekmektedir.
Batılın bayrağını açıktan dalgalandıran batıl ehli, kimi savaşlarda - Allah'ın bildiği bir hikmete binaen -galip gelebilir. Ama Allah, akide bayrağını dalgalandırıp da bu akideye tüm fedakârlıkları göze alarak ihlasla bağlanmayan kimselere, imtihandan geçirmeden asla zafer vermez. İmtihandan geçirip arınmalarını ve ihlas kazanmalarını sağlamadan yardımını göndermez. Kur'an-ı Kerim'in acıklı yenilgi ve yaralar alan İlk İslâm cemaatine öğretmek istediği buydu. Ve her yerde, her zamanki İslâm cemaatine.. Çünkü bu yenilgi ve yaralan, kendi tutarsız ve sakıncalı tutumları yüzünden almışlardır. Bu akide taraftarlarına, kendilerinin tek başına bir şey ifade etmediklerini ve her şeyleriyle Allah'a ait olduklarını öğretmektedir. Eğer cihada çıkıyorlarsa O'nun içindir. Hareketleri O'nun içindir. Savaşları, O'nun içindir. Bu cihadda, kendilerinin kişisel hiç bir hedefleri olamaz. Çünkü onlar, nefislerini Allah'ın kaderine teslim etmişlerdir. Bu kaderin getireceği her şeyi - ne olursa olsun - kabul ve teslimiyetle karşılarlar. Sadece kendine nefislerini düşünenlere, yani nefislerini düşünce, değerlendirme, ehemmiyet ve uğraşlarının merkezi haline getirenlere gelince:
Bu kimseler, imanın hakikatini tam olarak elde edememişlerdir:
"(Uhud'ta) bir grup da sadece kendi nefislerini düşünüyordu." (Âli İmrân: 154)
Akideye tamamiyle bağlanmamış kimseler kavga ortamına girip acılarla karşılaştıktan sonra işin zannettiklerinden çok ağır ve meyvenin de. beklediklerinden çok daha acı olduğunu anlayınca çözülüp gidiyorlardı. Nefislerinde bir takım kıpırdanmalar başlıyordu. Bundan dolayı bir imtihandan geçip arınmak gerekiyordu:
"(Bu savaş) Allah'ın göğsünüzdekileri denemesi ve kalbinizdekini de arıtması içindir." (Âli İmrân: 154)
Görülüyor ki çile ve imtihan gibi göğüs ve gönüllerdekini ortaya çıkarıp arındıran başka bir mihenk yoktur. Bu mihenktir, sahtelik ve riyayı dışlayıp çıplak hakikati Ortaya çıkaran. İmtihan ve deneyini mihengi...
Kalbleri arındırıp tasfiye eden bir mihenk...
Sonuç olarak söyleyeceğimiz şudur:
Yüce Allah, nefisleri eğitimden geçirmek suretiyle düşünceleri doğru rayına oturtur. Nefisleri hazırlıklı hale getirir. Çünkü öndeki yol uzundur. Bu yolda karşılaşılacak deneyimler zorlu ve yükümlülükler de son derece ağırdır. Görülüyor ki tüm davalarda mü'min kesimin oldum olası karşı karşıya kaldığı en büyük hakikattir imtihan. Bu kimselerin, imanın doğuracağı sonuçlara sabretmeleri şarttır. Belalara, üzüntülere, şiddet ve yaralanmalara...
Bu eğitimden geçen nefisler, zayıflayıp güç kaybına uğramazlar. Azimleri gevşeyip kırılmaz, boyun büküp düşmana, teslim olmazlar.

ALLAH'TAN BAŞKA DUALARA KARŞILIK VEREN YOKTUR

6 - Allah'tan Başka Dualara Karşılık Veren Yoktur

"Kullarım sana beni sorunca, şüphesiz ben yakınım; bana dua edince dua edenin duasına karşılık veririm.O halde onlarda bana karşılık versinler, bana iman etsinler, ta ki doğru yola ulaşmış olalar."(Bakara-186)
Bu ayet gerçekten hayret vericidir...
Bu ayet, mü'minin kalbine, güzellik tatlılık, sevgi, yakınlık, hoşnutluk güven ve bağlılık duygularını serpiyor. Mü'min bu nimetlerle, huzur içinde güvenli bir şekilde yaşar...
Yüce Allah; "Onlara de ki; ben yakınım" demiyor da...
Sadece isteklerine cevap vermek için Yüce zatıyla kuluna aracısız yöneliyor ve "yakınım" diyor...
Ve " yakarışlarını duyarım" da demeyip; en acil şekilde yakarışlarına icabet ettiğini ifade için:
"dua edenin duasına karşılık veririm" diyor...
İmandan ve icabetten kaynaklanan bu durum olgunluğun, doğruluğun ve hidayetin ta kendisidir.
Allah'ın seçtiği Rabbani metod, doğru yola ileten yegane metoddur.
Onun dışındakiler, doğrudan hoşnut olmayan ve sonuçta doğruya götürmeyen cahili metodlardır. Allah'a icabet ettikleri ve doğru yolda oldukları sürece Allah, kullarının dualarına icabet eder...
Kulların dua etmesi ve fakat acele etmemeleri gerekir. Çünkü, Yüce Allah, hikmetli kaderi doğrultusunda icabet zamanını takdir buyurur.
İbni Meymune, Salman-ı Farisî'den naklen Resulullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"Kul iki elini açarak, yüce Allah'tan hayır dilerse, Allah-u Teala onları boş çevirmekten haya eder"
Tirmizi, Ubade b. Samit'ten şöyle rivayet eder.
"Yeryüzünde yaşayan müslüman bir kişi, Allah'tan bir istekte bulunduğu zaman günah işleyip sıla-i rahmi kesmedikçe Allah'u Teala da ya onun istediğini verir ya da o nisbette kötülüğü ondan defeder."
Resulullah şöyle buyurur:
"Sizden biriniz, 'dua ettim kabul olunmadı' diyerek acele etmedikçe Allah'u Teala duanızı kabul eder."
Resulullah şöyle buyurur:
"Kul günah işleyip sıla-i Rahmi terk ve de acele etmedikçe, duası kabul olunur.
Orada bulunanlar;
"Ey Allah'ın Resulü, acele etmek nedir?" dediler. Resulllah buyurdu:
"Dua ettim de duamın kabul olduğunu görmedim, diyerek dua etmeyi terk etmektir."
Yüce Allah, bize dua etmemiz ve yalnızca Ona yönelmemiz için kapılarını açıyor. Dua edene karşılık vermeyi üzerine aldığını ilan ediyor. Büyüklük taslayarak dua etmekten kaçınanları, kendilerini bekleyen alçaltıcı ateşe düşmekten korkutuyor.
"Rabbiniz şöyle dedi: Bana dua edin size karşılık vereyim kulluğumdan kaçınıp büyüklük taslayanlara gelince, alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir." (Gafir-60)
Dua için, uyulması gereken bir edep vardır:
Allah'a hulus-i kalple yönelmek, zaman, mekan ve belirgin bir şekil tayin etmeksizin karşılık göreceğine inanmaktır...
Çünkü şart tayin etmek, istemenin adabından değildir. Aynı zamanda dua için Allah'a yönelmenin bir ilahi bağış olduğuna inanmak gerekir. Buna göre, icabet başka bir lütuftur.
Ömer (r.a.) şöyle derdi:
 " Ben dualarımın karşılık görmediğinin sıkıntısını çekmem. Dua edememenin sıkıntısını çekerim. Çünkü insanda dua etme duygusu uyanınca, karşılık görmesi muhakkaktır."
Bu söz, Allah'ın icabet etmeyi dilediğinde duayı ilham ettiğini idrak eden soylu bir kalbden taşan sözdür. Dua ve icabet, Allah tevfik ettiği zaman, birbirine uygun ve mutabık olurlar.
Büyüklük taslayıp Allah'a yönelmekten kaçınanlara gelince, onların cezası, alçalmış ve küçülmüş olarak cehenneme girmektir. Bu, küçük yeryüzünde, basit hayatta kibirlenen Allah'ın yaratmasının büyüklüğünü ve azametini, gelmesinden şüphe bulunmayan Ahiret'i ve yeryüzünde büyüklük taslayıp kibirlenmenin Ahiret'teki alçaltıcı azabını unutmaya uygun bir karşılıktır.
Allah'tan başkasına dua etmek sapıklıktır. Çünkü Allah'tan başka kimse dualara karşılık vermez.
"Gerçek dua O'nadır. O'ndan başka çağırdıkları, onlara bir şeyle karşılık veremezler. Ancak onların hali, suya ulaşmak için iki avucunu açan ve fakat bir türlü suya kavuşamayanın haline benzer. Kafirlerin duası sapıklıktan başka bir şey, değildir'' (Ra'd-14)
Bu sahne, konuşan, hareket eden canlı bir sahnedir. Bir tek dua vardır ki, karşılığını hakkeder ve karşılık bulur:
Allah'a dua etmek, O'na yönelmek, O'na güvenmek ve O'nun yardımını rahmetini ve hidayetini istemek...
Bunun dışındakiler, batıldır, ziyandır ve boştur. O'ndan başkasına dua edenin halini görmüyor musunuz?
İşte onlardan biri, susamış, avuçlarını açarak kollarını uzatmış ve ağzını açmış dualar mırıldanıyor. Suyu istiyor, su kaynağına kavuşmak istiyor, fakat kavuşamıyor. Bunca çabaya didinmeye ve yorulmaya rağmen kavuşamayacaktır da. Çünkü gördüğü su değil, seraptır. Allah'a iman etmeyenlerin, ortak koştuklarına yaptıkları dua da böyledir.
Allah'tan başka ilahlar edinenler, onlara yönelip korku ve ümitle dua edenler de dahil olmak üzere, her şey Allah'a itaat eder, O'nun iradesine tabi olup O'nun kanununa boyun eğerek, o kanunlara uygun hareket ederek hayatını sürdürür. Onlardan mümin olanı inanarak ve itaat ederek boyun eğer, inanmayanıysa, zorla ve mecburen boyun eğer. Allah'ın iradesinin dışına çıkmağa ve O'nun hayat için koyduğu fıtri kanunun dışında yaşamaya kimsenin gücü yetmez.
"Göklerde ve yerde olanlar, sabah akşam gölgeleriyle birlikte ister istemez Allah'a secde eder."(Ra'd-15)
Şirk, eski müşriklerin bildikleri o basit şekliyle sınırlı değildir. Nice müşrikler vardır ki, iktidar sahiplerini, mevki mal sahiplerini Allah'a ortak koşarlar. Onlara yalvarırlar, dua ile onlara yönelirler. Oysa bunlar gerçek anlamda onlara icabet edemediği gibi kendi nefislerine de bir zarar ya da fayda dokundurmaya muktedir değildirler.
"De ki, göklerde ve yerde bir zerreye malik olamayan, Allah'tan başka iddia ettiğiniz ilahları çağırın. Onların göklerde ve yerde bir ortaklıkları ve yardımları da yoktur." (Sebe-22)
"De ki, sizden zararı gideremediği gibi, değiştiremeyen, Allah'tan başka iddia ettiğiniz ilahları çağırın. Onlar da Rabb'lerine dua ederek, hangisi daha yakın olacak diye vesile ararlar. Rabb'lerinin rahmetini dileyip, O'nun azabından korkarlar. Çünkü Rabb'inin azabı, sakınılması gereken bir azaptır." (İsra-56)
Nice müşrikler vardır ki, iktidar sahiplerini, mal ve mevki sahiplerini Allah'a ortak koşarlar. Onlara yalvarırlar, dua ile onlara yönelirler. Onlara dua etmek şirktir. Yalvarmak şirktir. Onlardan korkmak şirktir. Fakat bu tür şirk, bir çoğunun farkına varmadığı gizli şirktir.
Hangi zaman ve mekanda olursa olsun, Allah'tan başkasını çağırandan daha sapık kim olabilir?
Her ne surette olursa olsun, bunlardan hiçbirisi dua edene bir şeyle karşılık veremedikleri gibi, buna güç de yetiremezler. Dilediğini kesinlikle yapan Allah'tan başka hiçbir ibadete layık ilah yoktur.
"Kıyamete kadar kendisine karşılık veremeyecekleri; Allah'tan başkalarını çağırandan daha sapık kim olabilir? Onlar, bunların dualarından habersizdirler. İnsanlar haşrolundukları zaman onlara düşman olacaklar ve kendilerine sundukları kulluklarını inkar edecekler." (Ahkaf-5)
"Allah'tan başka çağırdıklarınız sizin gibi kullardır. Çağırın da size karşılık versinler, şayet doğru iseniz." (A'raf-194)
Onlar, kendileri gibi Allah'ın yarattığı kullardır. Hiçbir şey yaratamazlar, üstelik kendileri yaratılmışlar. Dua ve yöneliş yalnızca Allah'adır...
"Yalvararak ve gizlice Allah'a dua edin. Çünkü o, haddi aşanları sevmez." (A'raf-55)
"Ona korku ve ümitle dua ediniz. Çünkü Allah'ın rahmeti ihsan sahiplerine yakındır." (A'raf-56)
Fani yaratıkların ötesinde, yüce Allah'ın sonsuz bekası gerçeğinden başka büyük bir gerçek daha ortaya çıkar.
Bütün fani varlıklar, bulundukları her yerde, yalnızca tek samed, hayy ve kayyum olan Yüce Allah'a yönelirler.
"Yer yüzünde bulunan her şey fanidir. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabb'inin zatı bakidir. Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlayabilirsiniz? Göklerde ve yerde kim varsa hepsi O'ndan ister. O her an kainatta tasarruf etmektedir. Öyleyken, Rabbinizin hangi nimetini yalanlayabilirsiniz?" (Rahman-26-30)
Göklerde ve yerde bulunanlar, O'ndan isterler...
Çünkü istek mercii O'dur. Yalnızca O'na yönelen zarar etmez. O'ndan başka birine yönelen istek merciini, ümit noktasını ve icabet ihtimalini kaybetmiş olur.
Fani olan, diğer bir faniye ne yapabilir?
Kendisi muhtaç olan, diğer bir muhtaç için ne yapabilir?
Bu, Allah'ın birliğidir...
Yaratıcının birliği...
Bu birlik,
- vicdan için akide,
- varlık için yorum ve
- hayat için bir metoddur.
Bu birlik, varlığın birliğidir. Ortada O'nun hakikatinden başka, hakikat ve O'nun varlığından başka gerçek anlamda bir varlık yoktur. Diğer varlıklar, varlıklarını bu gerçek varlıktan alırlar. Ve bu hakikatten alırlar hakikatlerini. Aynı zamanda bu birlik, faaliyet halindeki bir birliktir. Varlık aleminde herhangi bir faaliyette bulunan, bir şeyler yapan yoktur O'ndan başka...
Bu, kalbler için bir akide ve varlık için gerçek bir yorumdur aynı zamanda...
Bu düşünce kalplerde yer edince, vicdan, faaliyeti ve varlığı itibariyle bir olan tek bir zatın dışındaki bütün bağlardan, bulanıklıktan ve şaibeden kurtulur. Varlıklar alemindeki her şeyle alakasını keser. Çünkü ilahi varlığın dışında gerçek anlamda bir varlık yoktur, ilahi iradenin dışındaki hiçbir faaliyetin gerçekliği yoktur. O halde kalb, gerçek anlamda bir varlık ve faaliyete sahip olmayan şeylere neden bağlansın?...
Kalp, bu hakikatin dışındakilerle olan bağdan ve hakiki varlığın duygusundan başka duygulardan kurtulunca, her türlü, kayıttan ve kementten kurtulur. Birçok tutkunun sebebi olan aşırı rağbetten kurtulur. Birçok bağın arkasında bulunan temel etken olan endişelerden azade olur. Allah'ı bulduğu zaman bir kaybı olmayacağına göre ve Allah'ın faaliyetinden başka bir faaliyetin gerçek anlamda varlığı söz konusu olmadığına göre neden korksun?...
Varlık aleminde, Allah'ın hakikatından başka bir şey görmeyen bu düşünce yer edince, varlığını bu gerçek varlıktan alan diğer varlıklarla ilgili birçok hakikate de vakıf olur insan. Bu makam, kalbin, her şeyde Allah'ın hikmetini gördüğü makamdır. Bunun ötesinde bir makam vardır ki, kalb, orada evrende Allah'tan başka bir şey göremez. Çünkü Allah'ın hakikatından başka görünürde bir gerçeklik yoktur.
Ayrıca, bu düşüncenin yerleşmesi, sebeplerin faaliyetlerinin etkinliğine dayanan düşünceyi de çürütür. Ve her şeyi, olayı ve hareketi, ondan neş'et ettikleri ve ondan etkilendikleri ilk sebebe irca eder....
Bu hakikat, Kur'an-ı Kerim'in imani düşünceyi yerleştirirken önem verdiği bir hakikattir. Bundan sonra zahiri sebepler bir kenara itilir ve her şey doğrudan Allah'ın iradesine bağlanır.
"Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı..." (Enfal-17)
"Zafer ancak, Allah'ın katındadır." (Enfal-10)
"Allah istemedikçe siz isteyemezsiniz" (İnsan-30)
Ve daha bunun gibi birçok ayet...
Zahiri sebepleri bir kenara bırakıp, her şeyi doğrudan Allah'ın iradesine havale etmek kalbe güven verir. Kendisinden korkulacak ve yanında olanı istenecek gerçek mercii öğretir. Gerçek anlamda varlığı ve bir gerçekliği bulunmayan, zahiri sebeplere yönelmekten insanı sakındırır. Bu hakikatlerden hiçbir düşüncenin davranışın ve yönelişin etki edemediği bir hayat metodu doğar.
Bu metodun bazı özellikleri şöyle sıralanabilir:
1 - O'nun varlığından başka varlığın, O'nun faaliyetinden başka faaliyetin ve O'nun iradesinden başka iradenin gerçek anlamda var olmadığı...
"Yalnızca yüce Allah'a kulluk metodu."
2 - Sevgide ve korkuda, bollukta ve yoklukta, nimette ve meşakkatte, "yalnızca Allah'a yöneliş metodu." Zaten, gerçek anlamda bir varlığa ve varlıkta bir faaliyete sahip bulunmayan yöneliş ona ne kazandırabilir ki?
3 - Akide, düşünce, değerler, ölçüler, şeriatlar, kanunlar, toplumsal rejimler ve düzenler, adab ve gelenekler konusunda "yalnızca Allah'a başvurma metodu." Bu metodun gereği olarak pratik-hayat ve vicdan, birlikte gerçek ve bir olan varlığa bağlanmalıdır.
4 - Gerçeğe yaklaşmak ve saptırıcı şaibelerle kısıtlayıcı engellerden kurtulmak için, hareket ve amel metodu...
Bu engeller kişinin nefsinde ve çevresinde olduğu gibi,çevresindeki eşyadan da olabilir. İnsanın, eşyadan bir şeye korku ya da ümitle bağlanması bu engeller arasında yer alır.
5 - Beşeri kalb ile varlıkların arasını sevgi, yakınlık ve şefkat ile birbirine bağlayan metod...
Hepsi Allah'ın elinden çıkmıştır. Hepsinin varlığı, O'nun varlığından kaynaklanır. Hepsi de bu hakikatin nurlarından feyizlenir. Dolayısıyla hepsi birer sevgili ya da sevgiliden hediyedirler.
6 - Bu metod, son derece üstün ve her şeyi kapsayacak kadar geniştir. İnsanın, içinde bulunduğu dünya küçük, dünya hayatı kısa ve dünya hayatındaki meta' değersizdir. İnsan bu engel ve şaibelerden kurtulduğu oranda güvencededir.
Ancak, İslam'ın nazarında dünyadan uzaklaşmanın anlamı, inziva, ihmal, nefret ve kaçış değildir.
Aksine, beşeriyetin ve beşer hayatının yükselmesi için, dünyayla sürekli bir ilişki ve yüzyüzelik emrediliyor. Bütün gücüyle uzaklaşıp özgür olmakla beraber, beşeri önderlik ve hilafetin yükünü üstlenmek söz konusudur. İnziva yoluyla dünyadan kurtulmak kolaydır. Fakat insanı her türlü alçaklıktan kurtaran ilahi metodun gereği bu değildir.
Bu zor ve meşakkatli yol, insanın insanlığını gerçekleştirmesi yani kendisine üflenen yüce nefhanın başarısı için gerekli yoldur. İşte kurtuluş budur. Ruhun ilahi kaynağa doğru kurtulması...
Ve yüce hakikatini gerçekleştirmesi budur. Bu, aynı zamanda, hikmet sahibi yaratıcının, onun için seçtiği ortamda çalışması demektir.
Bütün bunlardan dolayı, ilk da'vet tevhid hakikatinin bu şekilde kalblerde yer etmesi üzerinde yoğunlaşmıştır.
Çünkü bu şekliyle tevhid vicdan için akide varlık için gerçek bir yorum ve hayat için bir metoddur.
Yoksa sadece dille söylenen bir kelime ya da vicdanlarda yer eden bir inanç manzumesi değildir. Aksine o, işlerin tümü ve dinin tümü demektir. Bu hakikat böylece kalplerde yer edince, bunun dışındaki açıklama ve ayrıntılar onun tabii bir uzantısı oluverir.
İslam akidesindeki tevhid düşüncesinin en belirgin özelliği, hayatın tümüne nüfuz etmesi, hayatın onun esasları üzerine kaim olması ve hayatın pratik ve faal bir metodu olmasıdır. Etkisi itikatta olduğu gibi sosyal hayatta da görülmelidir. Hayatın her tarafında etkisi görülmedikçe tevhid akidesi gerçekleşmiş olmaz.
Yüce Allah, uluhiyette bir olduğundan ve herkes O'nun kulu olduğundan, yalnızca O, ihtiyaç sahiplerinin başvuracağı mercidir. Sadece O, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyacını giderir. Her şeye O hükmeder, O'nunla beraber hükmeden biri yoktur.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...