"Kullarım sana beni sorunca, şüphesiz ben yakınım; bana dua edince dua edenin duasına karşılık veririm.O halde onlarda bana karşılık versinler, bana iman etsinler, ta ki doğru yola ulaşmış olalar."(Bakara-186)
Bu ayet gerçekten hayret vericidir...
Bu ayet, mü'minin kalbine, güzellik tatlılık, sevgi, yakınlık, hoşnutluk güven ve bağlılık duygularını serpiyor. Mü'min bu nimetlerle, huzur içinde güvenli bir şekilde yaşar...
Yüce Allah; "Onlara de ki; ben yakınım" demiyor da...
Sadece isteklerine cevap vermek için Yüce zatıyla kuluna aracısız yöneliyor ve "yakınım" diyor...
Ve " yakarışlarını duyarım" da demeyip; en acil şekilde yakarışlarına icabet ettiğini ifade için:
"dua edenin duasına karşılık veririm" diyor...
İmandan ve icabetten kaynaklanan bu durum olgunluğun, doğruluğun ve hidayetin ta kendisidir.
Allah'ın seçtiği Rabbani metod, doğru yola ileten yegane metoddur.
Onun dışındakiler, doğrudan hoşnut olmayan ve sonuçta doğruya götürmeyen cahili metodlardır. Allah'a icabet ettikleri ve doğru yolda oldukları sürece Allah, kullarının dualarına icabet eder...
Kulların dua etmesi ve fakat acele etmemeleri gerekir. Çünkü, Yüce Allah, hikmetli kaderi doğrultusunda icabet zamanını takdir buyurur.
İbni Meymune, Salman-ı Farisî'den naklen Resulullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"Kul iki elini açarak, yüce Allah'tan hayır dilerse, Allah-u Teala onları boş çevirmekten haya eder"
Tirmizi, Ubade b. Samit'ten şöyle rivayet eder.
"Yeryüzünde yaşayan müslüman bir kişi, Allah'tan bir istekte bulunduğu zaman günah işleyip sıla-i rahmi kesmedikçe Allah'u Teala da ya onun istediğini verir ya da o nisbette kötülüğü ondan defeder."
Resulullah şöyle buyurur:
"Sizden biriniz, 'dua ettim kabul olunmadı' diyerek acele etmedikçe Allah'u Teala duanızı kabul eder."
Resulullah şöyle buyurur:
"Kul günah işleyip sıla-i Rahmi terk ve de acele etmedikçe, duası kabul olunur.
"Ey Allah'ın Resulü, acele etmek nedir?" dediler. Resulllah buyurdu:
"Dua ettim de duamın kabul olduğunu görmedim, diyerek dua etmeyi terk etmektir."
Yüce Allah, bize dua etmemiz ve yalnızca Ona yönelmemiz için kapılarını açıyor. Dua edene karşılık vermeyi üzerine aldığını ilan ediyor. Büyüklük taslayarak dua etmekten kaçınanları, kendilerini bekleyen alçaltıcı ateşe düşmekten korkutuyor.
"Rabbiniz şöyle dedi: Bana dua edin size karşılık vereyim kulluğumdan kaçınıp büyüklük taslayanlara gelince, alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir." (Gafir-60)
Dua için, uyulması gereken bir edep vardır:
Allah'a hulus-i kalple yönelmek, zaman, mekan ve belirgin bir şekil tayin etmeksizin karşılık göreceğine inanmaktır...
Çünkü şart tayin etmek, istemenin adabından değildir. Aynı zamanda dua için Allah'a yönelmenin bir ilahi bağış olduğuna inanmak gerekir. Buna göre, icabet başka bir lütuftur.
" Ben dualarımın karşılık görmediğinin sıkıntısını çekmem. Dua edememenin sıkıntısını çekerim. Çünkü insanda dua etme duygusu uyanınca, karşılık görmesi muhakkaktır."
Bu söz, Allah'ın icabet etmeyi dilediğinde duayı ilham ettiğini idrak eden soylu bir kalbden taşan sözdür. Dua ve icabet, Allah tevfik ettiği zaman, birbirine uygun ve mutabık olurlar.
Büyüklük taslayıp Allah'a yönelmekten kaçınanlara gelince, onların cezası, alçalmış ve küçülmüş olarak cehenneme girmektir. Bu, küçük yeryüzünde, basit hayatta kibirlenen Allah'ın yaratmasının büyüklüğünü ve azametini, gelmesinden şüphe bulunmayan Ahiret'i ve yeryüzünde büyüklük taslayıp kibirlenmenin Ahiret'teki alçaltıcı azabını unutmaya uygun bir karşılıktır.
Allah'tan başkasına dua etmek sapıklıktır. Çünkü Allah'tan başka kimse dualara karşılık vermez.
"Gerçek dua O'nadır. O'ndan başka çağırdıkları, onlara bir şeyle karşılık veremezler. Ancak onların hali, suya ulaşmak için iki avucunu açan ve fakat bir türlü suya kavuşamayanın haline benzer. Kafirlerin duası sapıklıktan başka bir şey, değildir'' (Ra'd-14)
Bu sahne, konuşan, hareket eden canlı bir sahnedir. Bir tek dua vardır ki, karşılığını hakkeder ve karşılık bulur:
Allah'a dua etmek, O'na yönelmek, O'na güvenmek ve O'nun yardımını rahmetini ve hidayetini istemek...
Bunun dışındakiler, batıldır, ziyandır ve boştur. O'ndan başkasına dua edenin halini görmüyor musunuz?
İşte onlardan biri, susamış, avuçlarını açarak kollarını uzatmış ve ağzını açmış dualar mırıldanıyor. Suyu istiyor, su kaynağına kavuşmak istiyor, fakat kavuşamıyor. Bunca çabaya didinmeye ve yorulmaya rağmen kavuşamayacaktır da. Çünkü gördüğü su değil, seraptır. Allah'a iman etmeyenlerin, ortak koştuklarına yaptıkları dua da böyledir.
Allah'tan başka ilahlar edinenler, onlara yönelip korku ve ümitle dua edenler de dahil olmak üzere, her şey Allah'a itaat eder, O'nun iradesine tabi olup O'nun kanununa boyun eğerek, o kanunlara uygun hareket ederek hayatını sürdürür. Onlardan mümin olanı inanarak ve itaat ederek boyun eğer, inanmayanıysa, zorla ve mecburen boyun eğer. Allah'ın iradesinin dışına çıkmağa ve O'nun hayat için koyduğu fıtri kanunun dışında yaşamaya kimsenin gücü yetmez.
"Göklerde ve yerde olanlar, sabah akşam gölgeleriyle birlikte ister istemez Allah'a secde eder."(Ra'd-15)
Şirk, eski müşriklerin bildikleri o basit şekliyle sınırlı değildir. Nice müşrikler vardır ki, iktidar sahiplerini, mevki mal sahiplerini Allah'a ortak koşarlar. Onlara yalvarırlar, dua ile onlara yönelirler. Oysa bunlar gerçek anlamda onlara icabet edemediği gibi kendi nefislerine de bir zarar ya da fayda dokundurmaya muktedir değildirler.
"De ki, göklerde ve yerde bir zerreye malik olamayan, Allah'tan başka iddia ettiğiniz ilahları çağırın. Onların göklerde ve yerde bir ortaklıkları ve yardımları da yoktur." (Sebe-22)
"De ki, sizden zararı gideremediği gibi, değiştiremeyen, Allah'tan başka iddia ettiğiniz ilahları çağırın. Onlar da Rabb'lerine dua ederek, hangisi daha yakın olacak diye vesile ararlar. Rabb'lerinin rahmetini dileyip, O'nun azabından korkarlar. Çünkü Rabb'inin azabı, sakınılması gereken bir azaptır." (İsra-56)
Nice müşrikler vardır ki, iktidar sahiplerini, mal ve mevki sahiplerini Allah'a ortak koşarlar. Onlara yalvarırlar, dua ile onlara yönelirler. Onlara dua etmek şirktir. Yalvarmak şirktir. Onlardan korkmak şirktir. Fakat bu tür şirk, bir çoğunun farkına varmadığı gizli şirktir.
Hangi zaman ve mekanda olursa olsun, Allah'tan başkasını çağırandan daha sapık kim olabilir?
Her ne surette olursa olsun, bunlardan hiçbirisi dua edene bir şeyle karşılık veremedikleri gibi, buna güç de yetiremezler. Dilediğini kesinlikle yapan Allah'tan başka hiçbir ibadete layık ilah yoktur.
"Kıyamete kadar kendisine karşılık veremeyecekleri; Allah'tan başkalarını çağırandan daha sapık kim olabilir? Onlar, bunların dualarından habersizdirler. İnsanlar haşrolundukları zaman onlara düşman olacaklar ve kendilerine sundukları kulluklarını inkar edecekler." (Ahkaf-5)
"Allah'tan başka çağırdıklarınız sizin gibi kullardır. Çağırın da size karşılık versinler, şayet doğru iseniz." (A'raf-194)
Onlar, kendileri gibi Allah'ın yarattığı kullardır. Hiçbir şey yaratamazlar, üstelik kendileri yaratılmışlar. Dua ve yöneliş yalnızca Allah'adır...
"Yalvararak ve gizlice Allah'a dua edin. Çünkü o, haddi aşanları sevmez." (A'raf-55)
"Ona korku ve ümitle dua ediniz. Çünkü Allah'ın rahmeti ihsan sahiplerine yakındır." (A'raf-56)
Fani yaratıkların ötesinde, yüce Allah'ın sonsuz bekası gerçeğinden başka büyük bir gerçek daha ortaya çıkar.
Bütün fani varlıklar, bulundukları her yerde, yalnızca tek samed, hayy ve kayyum olan Yüce Allah'a yönelirler.
"Yer yüzünde bulunan her şey fanidir. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabb'inin zatı bakidir. Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlayabilirsiniz? Göklerde ve yerde kim varsa hepsi O'ndan ister. O her an kainatta tasarruf etmektedir. Öyleyken, Rabbinizin hangi nimetini yalanlayabilirsiniz?" (Rahman-26-30)
Göklerde ve yerde bulunanlar, O'ndan isterler...
Çünkü istek mercii O'dur. Yalnızca O'na yönelen zarar etmez. O'ndan başka birine yönelen istek merciini, ümit noktasını ve icabet ihtimalini kaybetmiş olur.
Fani olan, diğer bir faniye ne yapabilir?
Kendisi muhtaç olan, diğer bir muhtaç için ne yapabilir?
Bu, Allah'ın birliğidir...
- hayat için bir metoddur.
Bu birlik, varlığın birliğidir. Ortada O'nun hakikatinden başka, hakikat ve O'nun varlığından başka gerçek anlamda bir varlık yoktur. Diğer varlıklar, varlıklarını bu gerçek varlıktan alırlar. Ve bu hakikatten alırlar hakikatlerini. Aynı zamanda bu birlik, faaliyet halindeki bir birliktir. Varlık aleminde herhangi bir faaliyette bulunan, bir şeyler yapan yoktur O'ndan başka...
Bu, kalbler için bir akide ve varlık için gerçek bir yorumdur aynı zamanda...
Bu düşünce kalplerde yer edince, vicdan, faaliyeti ve varlığı itibariyle bir olan tek bir zatın dışındaki bütün bağlardan, bulanıklıktan ve şaibeden kurtulur. Varlıklar alemindeki her şeyle alakasını keser. Çünkü ilahi varlığın dışında gerçek anlamda bir varlık yoktur, ilahi iradenin dışındaki hiçbir faaliyetin gerçekliği yoktur. O halde kalb, gerçek anlamda bir varlık ve faaliyete sahip olmayan şeylere neden bağlansın?...
Kalp, bu hakikatin dışındakilerle olan bağdan ve hakiki varlığın duygusundan başka duygulardan kurtulunca, her türlü, kayıttan ve kementten kurtulur. Birçok tutkunun sebebi olan aşırı rağbetten kurtulur. Birçok bağın arkasında bulunan temel etken olan endişelerden azade olur. Allah'ı bulduğu zaman bir kaybı olmayacağına göre ve Allah'ın faaliyetinden başka bir faaliyetin gerçek anlamda varlığı söz konusu olmadığına göre neden korksun?...
Varlık aleminde, Allah'ın hakikatından başka bir şey görmeyen bu düşünce yer edince, varlığını bu gerçek varlıktan alan diğer varlıklarla ilgili birçok hakikate de vakıf olur insan. Bu makam, kalbin, her şeyde Allah'ın hikmetini gördüğü makamdır. Bunun ötesinde bir makam vardır ki, kalb, orada evrende Allah'tan başka bir şey göremez. Çünkü Allah'ın hakikatından başka görünürde bir gerçeklik yoktur.
Ayrıca, bu düşüncenin yerleşmesi, sebeplerin faaliyetlerinin etkinliğine dayanan düşünceyi de çürütür. Ve her şeyi, olayı ve hareketi, ondan neş'et ettikleri ve ondan etkilendikleri ilk sebebe irca eder....
Bu hakikat, Kur'an-ı Kerim'in imani düşünceyi yerleştirirken önem verdiği bir hakikattir. Bundan sonra zahiri sebepler bir kenara itilir ve her şey doğrudan Allah'ın iradesine bağlanır.
"Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı..." (Enfal-17)
"Zafer ancak, Allah'ın katındadır." (Enfal-10)
"Allah istemedikçe siz isteyemezsiniz" (İnsan-30)
Ve daha bunun gibi birçok ayet...
Zahiri sebepleri bir kenara bırakıp, her şeyi doğrudan Allah'ın iradesine havale etmek kalbe güven verir. Kendisinden korkulacak ve yanında olanı istenecek gerçek mercii öğretir. Gerçek anlamda varlığı ve bir gerçekliği bulunmayan, zahiri sebeplere yönelmekten insanı sakındırır. Bu hakikatlerden hiçbir düşüncenin davranışın ve yönelişin etki edemediği bir hayat metodu doğar.
Bu metodun bazı özellikleri şöyle sıralanabilir:
1 - O'nun varlığından başka varlığın, O'nun faaliyetinden başka faaliyetin ve O'nun iradesinden başka iradenin gerçek anlamda var olmadığı...
"Yalnızca yüce Allah'a kulluk metodu."
2 - Sevgide ve korkuda, bollukta ve yoklukta, nimette ve meşakkatte, "yalnızca Allah'a yöneliş metodu." Zaten, gerçek anlamda bir varlığa ve varlıkta bir faaliyete sahip bulunmayan yöneliş ona ne kazandırabilir ki?
3 - Akide, düşünce, değerler, ölçüler, şeriatlar, kanunlar, toplumsal rejimler ve düzenler, adab ve gelenekler konusunda "yalnızca Allah'a başvurma metodu." Bu metodun gereği olarak pratik-hayat ve vicdan, birlikte gerçek ve bir olan varlığa bağlanmalıdır.
4 - Gerçeğe yaklaşmak ve saptırıcı şaibelerle kısıtlayıcı engellerden kurtulmak için, hareket ve amel metodu...
Bu engeller kişinin nefsinde ve çevresinde olduğu gibi,çevresindeki eşyadan da olabilir. İnsanın, eşyadan bir şeye korku ya da ümitle bağlanması bu engeller arasında yer alır.
5 - Beşeri kalb ile varlıkların arasını sevgi, yakınlık ve şefkat ile birbirine bağlayan metod...
Hepsi Allah'ın elinden çıkmıştır. Hepsinin varlığı, O'nun varlığından kaynaklanır. Hepsi de bu hakikatin nurlarından feyizlenir. Dolayısıyla hepsi birer sevgili ya da sevgiliden hediyedirler.
6 - Bu metod, son derece üstün ve her şeyi kapsayacak kadar geniştir. İnsanın, içinde bulunduğu dünya küçük, dünya hayatı kısa ve dünya hayatındaki meta' değersizdir. İnsan bu engel ve şaibelerden kurtulduğu oranda güvencededir.
Ancak, İslam'ın nazarında dünyadan uzaklaşmanın anlamı, inziva, ihmal, nefret ve kaçış değildir.
Aksine, beşeriyetin ve beşer hayatının yükselmesi için, dünyayla sürekli bir ilişki ve yüzyüzelik emrediliyor. Bütün gücüyle uzaklaşıp özgür olmakla beraber, beşeri önderlik ve hilafetin yükünü üstlenmek söz konusudur. İnziva yoluyla dünyadan kurtulmak kolaydır. Fakat insanı her türlü alçaklıktan kurtaran ilahi metodun gereği bu değildir.
Bu zor ve meşakkatli yol, insanın insanlığını gerçekleştirmesi yani kendisine üflenen yüce nefhanın başarısı için gerekli yoldur. İşte kurtuluş budur. Ruhun ilahi kaynağa doğru kurtulması...
Ve yüce hakikatini gerçekleştirmesi budur. Bu, aynı zamanda, hikmet sahibi yaratıcının, onun için seçtiği ortamda çalışması demektir.
Bütün bunlardan dolayı, ilk da'vet tevhid hakikatinin bu şekilde kalblerde yer etmesi üzerinde yoğunlaşmıştır.
Çünkü bu şekliyle tevhid vicdan için akide varlık için gerçek bir yorum ve hayat için bir metoddur.
Yoksa sadece dille söylenen bir kelime ya da vicdanlarda yer eden bir inanç manzumesi değildir. Aksine o, işlerin tümü ve dinin tümü demektir. Bu hakikat böylece kalplerde yer edince, bunun dışındaki açıklama ve ayrıntılar onun tabii bir uzantısı oluverir.
İslam akidesindeki tevhid düşüncesinin en belirgin özelliği, hayatın tümüne nüfuz etmesi, hayatın onun esasları üzerine kaim olması ve hayatın pratik ve faal bir metodu olmasıdır. Etkisi itikatta olduğu gibi sosyal hayatta da görülmelidir. Hayatın her tarafında etkisi görülmedikçe tevhid akidesi gerçekleşmiş olmaz.
Yüce Allah, uluhiyette bir olduğundan ve herkes O'nun kulu olduğundan, yalnızca O, ihtiyaç sahiplerinin başvuracağı mercidir. Sadece O, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyacını giderir. Her şeye O hükmeder, O'nunla beraber hükmeden biri yoktur.
|