11 Temmuz 2019

HAVAS İLMİNDE BİLİNMESİ GEREKEN TEMEL PRENSİPLER



HAVAS İLMİNDE BİLİNMESİ GEREKEN TEMEL PRENSİPLER

Bu ilmin şartları ulemanın temel kaideleri üzerine kurulmuş olup, bu şartlara uyulmazsa yapılan ameller gerçekleşmez. Allah -u Teala'nın sırları harflerinde, isimlerinde ve ayeti kerimelerinde olup, bu sırları da salih kullarına nasip eder. Nitekim Allah (CC) mü'min suresinde (60) şöyle buyurur:
"Bana ibadet ve dua edin ki karşılığını vereyim"
Bu havas ilmiyle amel etmenin bazı şartları olup, bu şartlar yerine getirilmediği sürece yapılan amel asla gerçekleşmez.

-KESİN KARAR:
Yapılacak amelde hiçbir zaman şüphe etmemek. Çünkü şüphe ameli bozar. Peygamberimiz (sav)
"Allah'a dua ederken kabul olacağına inanarak dua ediniz" demiştir.

-SABIR ETMEK:
Bıkmadan, usanmadan, yorulmadan tam sabır ve rabıta ile başlamış olduğun işin muvaffakiyetle neticelenmesine kadar devam etmelidir. Ayet-i Kerime'de:
"Ey iman edenler, sabredin ve sabırlı olma yarışında ileri geçin. Ve bütün varlığınızla Allah'a (CC) bağlanınız. Ve Allah'tan korkun ki kurtuluşa erişesiniz" (Al-i İmran Suresi,200)

-SIR SAKLAMAK:
Ne yapacağını, ne okuduğunu veya üzerinde çalıştığın bir işi hiç kimseye söylememek veya sezdirmemek lazımdır. Bir hadis-i şerifte:
"Hacetlerinizin husule gelmesi için sırrınızı saklamakla yardımcı olunuz." buyrulur. Ameli tenha ve kimsenin görmediği bir mahalde yapmak ve kimseye de "şöyle şöyle yaptım" dememek lazımdır.

-MUTTAKİ OLMAK:
Manevi yolda yükselmek ve başarıya ulaşmak takva ile olur ki Taha Suresi'nde Allah (CC)
"Güzel akıbet takva ile elde edilir" buyurmuştur.
Bunlar da haram yememek, gıybetten kaçınmak, yalan söylememek, sıdka ve nasihate önem vermek, her şeye rahmet nazarıyla bakmak, eziyet etmediği gibi, eziyete sabır göstermektir.

-ACELE ETMEMEK:
Yapacağın ameli acele etmeden huzurlu bir kalp ile yapmak, zihindeki dünyevi bütün düşüncelerden uzak olup, kuvvetini, himmetini, iradeni ve arzunu bir noktada topla ki muradın hasıl olsun. Yaptığın işi severek ve isteyerek yap. Alelade baştan savma işten hayır gelmez.

-TEMİZ OLMAK:
Devamlı taharret üzere olmalı, bedenin, elbisen ve olduğun yer... Hele hele kalbin temizliği...

-İCAZETLİ OLMAK:
Bu işi yapacak kişinin icazetli olması lazımdır. İcazetsiz kişi korumasız çocuk kişidir.

-TEŞHİS ETMEK:
Bir kimseye muhabbet, celb, tefrik, taslit, irsali hatif, davet, hastalandırmak, hastalığı iyileştirmek veya buna benzer ameller yapmak istediğin anda, o kişinin rengini, boyunu, yaşını teşhis edersin. Şayet bunları bilmiyorsan o kişiyi anne ismi ile yazarsın. Amma birini teşhis etmek, anne ismini yazmaktan daha tesirlidir.


-RİYAZATLI OLMAK:
Hayvan eti ve hayvandan çıkan süt, bal, yumurta ayrıca soğan, sarımsak veya bunlara benzer kokusu kötü olan gıdalar yememek. Midenin tamamen boş yahut gereğinden fazla tıkabasa dolu olmaması gerekir.

-HİMMETLİ OLMAK:
Yüce şeyleri sefil şeylere alet etmemek lazımdır. Bakara suresi'nde:
"Benim ayetlerimi az bir pahaya satmayın."
Allah-u teala'nın ayetleri kötü işlerde kullanılmaz.

-AMEL ZAMANINI BİLMEK:
Yapılacak amelin gününü ve saatini iyi tayin edip, gezegenlerin özelliklerine göre yapmak. Ayrıca amel günlerine riayet etmelidir. Her arabi ayın 3-5-13-16-21-24 ve 25. günleri menkut sayılır. Bu günlerde amel yapma ki bu dönemlerde ancak şer üzerine çalışılır.

-KIBLEYE YÖNELMEK:

Bir amel yaparken kıbleye doğru yönelerek yazmak. Yazılanı aslına göre düzenlemek ve yerine koymak.  

TABLO


1. Adam AS
2. Idris AS
3. Nuh AS
4. Hud AS
5. Saleh (Shalih/Shaleh/Sholeh) AS
6. Ibrahim AS
7. Luth AS
8. Ismail AS
9. Ishak (Ishaq) AS
10. Yaqub (Yakub/Israil/Israel) AS
11. Yusuf AS
12. Syu’aib (Syuaib) AS
13. Ayyub (Ayub) AS
14. Dzulkifli (Zulkifli) AS
15. Musa AS
16. Harun AS
17. Daud (Dawud) AS
18. Sulaiman (Sulaeman) AS
19. Ilyas AS
20. Ilyasa’ AS
21. Yunus AS
22. Zakaria (Zakariya) AS
23. Yahya AS
24. Isa AS
25. Muhammad SAW


Yezid‘in ibretlik ölümü

Yezid‘in ibretlik ölümü 
 Yezid b. Muaviye vahiy katibi olan bir sahabe’nin oğlu. Ama siyeset ile kirlenmiş ve fitneyle yoğrulmuş hazin ve bahtsız bir dönemin, lüks ile şımartılmış günahkar bir çocuğu. Rivayet olunduğuna göre Yezid, çalgı çaldırıp içki içmek, şarkı söylemek, ava gitmek, köleler edinmek, şarkıcı cariyelere şarkı okutmak, köpek bulundurmak, koçları birbirleriyle boynuzlattırmak, ayı ve maymun bulundurmak gibi zevkleriyle tanınmıştır. Hayvanlara eziyet eder, maymunları iple bağlayıp atın üzerine eğere oturtur ve atı koştururdu. Maymunlara altından bornozlar giydirir, kölelere de aynı elbiseleri giydirirdi. At yarışları yaptırırdı. Bir maymun öldüğü zaman ise çok üzülürdü. Elbette Müslümanların büyük bir kesimi tarafından nefretle anılan bu zalimin hakkında yazılan ve efsaneye varan nefret hikayeleri çoktur. Doğrusunu Allah bilir. Ancak diğerlerinin yanında işlediği 3 büyük günah vardı ki hem olup olmadığında hiç ihtilaf yok, hem de bir müslüman olarak izahı ve telafisi yoktu. 
Bu yüzden de bin yıldır lanetle anılıyor: 1. Hz. Hüseyin ve Ehl-i Beytin onun komutanlarınca hunharca şehit edilmesi, 2. Harre faciası olarak tarihe geçen hadise, ki Medine’ye saldırmış ve on bini aşkın sahabi ve tabiini kılıçtan geçirip katletmiştir, 3. Rakipleri Mekke’ye sığındı diye Allah’ın kutsal saydığı bu topraklara saldırmaktan geri durmamış ve Kabe’yi mancınıklarla taşlamıştır. Devrinde bazı fetihler ve hizmetleri olmuşsa da, kurmuş olduğu yalan ve saadet düzeni 3 yıl gibi kısa bir sürede sona erdi. Zulm ile abad olmaya çalışırken ahirini (sonu) de berbat olmuş oldu. Bir rivayete göre ölümü o alay ettiği maymun eliyle oldu. Bir maymunu ata bindirmek isterken maymun Yezid’i ısırdı. Belki bu yüzden belki başka sebepten yatağında kömür gibi olmuş olarak bulundu. Ölümü bindiği atın elinden oldu şeklinde de bir rivayet var. Av esnasında bir köye uğrayıp köylünün birinden su istemiş, o isteksizce verince “ben senin halifenim, bana saygı göster” demiş. adam “sen halife değil Hz. Hüseyin’in katilisin” deyince Yezid adama saldırmış adam da onun elinden kılıcı kapmış ve sallayınca atın kafasına gelmiş, at da kontrolden çıkıp koşmaya başlamış, eyer de kılıç darbesi ile koptuğu için yezit atın sırtında ters dönmüş ve kafası yerdeki taşlara çarpa çarpa parçalanmış. Ertesi gün atı bulduklarında sadece bacağı kalmıştı. Başka bir rivayette ise avda atından düştü ve başını taşa vurdu. Ağzına ise taş girdi. Taşı dişlerini kırıp boğazından söküp aldılar. Yani her ne olursa olsun normal ve kolay bir şekilde ölmemiştir. Cenaze namazını yerine veliaht tayin ettiği oğlu Muaviye kıldırmıştır. Şam’da gömüldüğü yer de çöplük olarak kullanılmış. Sonra da cam fabrikası yapılmış ve mezarı da tam fırının olduğu yere denk gelmiştir. Halifeliği üç yıl sürdü. Ama zulmü asırları aştı. Ne hazin ve ibretlik bir son. Ahiri berbat olmuş bir zalim portresi. (Kaynak, Ibn Kesir, El-bidaye ve’n-nihaye, 7. Bölüm; Philip K. Hitti, (1943). The Arabs: A short history. Princeton University Press

Hz. Abbas (as) Kimdir?

Hz. Abbas (as) Kimdir?

Ebul Fazl El-Abbas (A) İslam tarihinin sahnesine gelmiş geçmiş en büyük savaş komutanlarından biri olarak çıkmıştır. Az sayıda savaşa katılmış olmasına rağmen gösterdiği kahramanlığı ve üstün kişilik özellikleri sayesinde namı dünyanın her dilinin konuşulduğu yeri kapsamış ve insanlık için eşi benzeri görülmemiş bir örnek oluşturmuştur.
Ebul Fazl Taff gününde kelimelerin anlatmaya yetmeyeceği ölçüde büyük bir kararlılık ve üstün bir irade örneği sergilemiş, korkusuzluğu ve azminin gücüyle İbni Ziyad’ın askerlerine karşı tek başına bir ordu gibi durmuş, onları savaş meydanında hezimete uğrattığı gibi psikolojik olarak da hezimete uğratmıştır.

Ebul Fazl’ın sergilediği kahramanlıklar yüzyıllar boyunca insanların dillerinde olmuş ve olmaktadır da… İnsanlık, bir adamın dert ve musibetlerle yüklü bir halde tam teçhizatlı ,piyadesi,atlısı,okçusu,kılıçlısı ve mızraklısıyla onbinlerden oluşan bir orduya karşı tek başına saldırıya geçip,onlara hem asker olarak hem de malzeme olarak büyük zaiyat verdirden birini görmemiştir. Tarihçiler Hz.Ebul Fazl’ın yiğitliğinden bahsederken (Taff Gününde) O hazretin her ne zaman bir tabura karşı saldırıya geçse,saldırıya geçtiği taburun sayısının çokluğunun etki etmediğini, askerlerin yüreklerinin göğüs kafeslerinden dışarı fırlarcasına korku dolu bir halde birbirlerini ezmek pahasına çiğneyerek kaçtıklarını, hatta kimi zaman da bu telaş sonucu oluşan korkulu kaçışlarının bazılarının bazısını ezip öldürmesiyle sonuçlandığını belirtmişlerdir.

Şüphesiz Hz.Ebul Fazl’ın izzete ve şerefli duruşa çağıran cesareti, diğer üstün kişilik özellikleri ve yetenekleri sadece O’nun ve Müslümanların değil insani değerlere inanıp, insanlığın yüce erdemlerini kabullenen ve benimseyen her insan için onur kaynağıdır.

Hz. Ebul Fazl Aleyhisselam’ın lezzetini kendisinin tatmış olduğu muhteşem kahramanlıklarına ilaveten, kendisi aynı zamanda şerefli özelliklerin ve (önemli işlere gösterdiği) büyük eğilimlerin bir timsaliydi. Asalet, vefa, özellikle zor zamanlarda gösterilen türden sadakatle koruyucu ve kollayıcı oluş adeta kendisinde can bulmuştur. Kardeşi Ebil Ahraar (Özgürlerin Babası) İmam Huseyn Aleyhisselam’ı büyük zorluk geçirdiği günlerde büyük bir vefa örneği gösterek korumuş,kollamış, canı pahasına korumuş ve yine Onun uğruna canını feda etmiştir. Hiç şüphesiz bu türden bir fedakarlık,vefa ve kara gün dostluğu ancak ve ancak Allahu Teala’nın kalbini sınayıp hidayetini arttırdığı birinin gösterebileceği cinstendir.

Hz. Ebul Fazl Abbas Aleyhisselam Kardeşi İmam Huseyn Aleyhisselam ile olan davranışlarında ve tavırlarında İslami kardeşliğin hakikatini doğru bir biçimde canlandırmış, bu kardeşliğin tüm değerlerini ve örneklerini bariz bir biçimde ortaya koymuş ve edebin, iyiliğin ve ikramın hiçbir güzel rengini yansıtmadan bırakmamış ve kardeşine bu güzelliklerin hepsini sunmuştur. Bunların en mükemmelini de savaş meydanında ortaya koymuştur. Savaşın ortasında suyun etrafından düşmanları kovup suyun kenarına eriştiğinde, ciğeri günlerdir susuzluktan kavrulmuş olduğu halde iken - işte o dehşet verici anda bile - kardeşi İmam Huseyn ve Ehlibeyt’ten olan küçük kıza (Allah’ın selamı onların üzerine olsun) verdiği su getirme sözünü hatırlamıştır! Kurumuş dudaklarının günlerdir içmeyi arzusu olan suyu, Kardeşi ve Kardeşi’nin Kızı içmeden içmeyi o ulvî gururuna yedirememiş ve avucuna kadar götürdüğü soğuk suyu içmeyerek nehre geri atmıştır!

Tarihin sayfalarına bir göz atın!

Tüm milletlerin tarihinde böylesi bir sadık kardeşlik örneği görülmüş müdür hiç?! Tüm meşhur asilzadelerin ve kahramanların kayıtlarına bakın! Hiç böylesi bir başkasını düşünme (özgecilik) ve bu cinsten bir asalet örneği görülmüş müdür?!

Şüphesiz Hz. Ebul Fazl El-Abbas şiarını kardeşi Ebi’l-Ahrar Imam Huseyn’in (Allah’ın selamı her ikisinin de üzerine olsun) yücelttiği ilkeler uğruna şehit olmuştur. O ilkelerin en önemlisi de içinde bulunduğu doğu coğrafyasından başlamak üzere tüm dünyada Kur’an’ın hükmünü ayakta tutmak ve hiçbir topluluğun başka bir topluluğa karşı ayrıcalık sahibi olmadan yeryüzünün tüm zenginliklerinin insanlar arasında paylaştırılarak tüm dünyanın adalet ile yönetilmesidir.

Hz. Ebulfazl Aleyhisselam, her Müslümanın ve her insanın özgürlüğüne ve hak ettiği değerler bütünlüğüne (kerametine) kavuşması, Islam’ın rahmeti ile zulmü kökten bitirmeyi amaçlayan yüce nimetini yaymak için ve korkuya ya da dehşete (teröre) hiçbir şekilde müsamaha göstermeyen bir toplumun inşası uğruna şehadet şerbetini içmiştir.

Hz. Ebulfazl (A) özgürlüğün ve kerametin meş’alesini kaldırmış, şehitlerden oluşan o kutlu kafileleri şeref ve izzet meydanlarına doğru sürmek suretiyle zalim ve zorbaların ağırlığı altında ezilen Müslüman toplumların zafer elde etmesine önderlik etmiştir.
Hz. Ebulfazl (A) cihad meydanına Allah’ın o yüce kelimesinin yeryüzünde yayılması için dalmıştır. İşte o ilahi kelime, insanlar arasında kerim (insani değerlerin tümüyle bütünleşik) yaşamak için tam teşeküllü bir hayat düzenidir.

Allah’ın kitabını açıkça beyan ettiği ve akıl sahiplerine ibretler oluşturduğu bir devrim başlatmıştır İmam - Ebi’l Ahrar – Huseyn (A)… Ve işte bu devrim ile zulmün kalelerini ve zorbaların atlarını yerle bir etmiştir.

Ve tıpkı Imam Huseyn’in (A) buyurduğu gibi, kendisi bu tarihe devasa biçimde yön veren ve komutanlık eden devrimi ne eğlence olsun diye, ne böbürlenmek için, ne zulm olsun diye, ne de bozgunluk çıkarmak için başlatmamıştır. Aksine sadece o an ümmetin her türlü kanun ve öğreti bakımından sapkın Emevi yönetiminin doğurduğu acı verici düzeni değiştirmektir. Zira azgın ve sapkın Emevi düzeni insanların hayatını cehenneme çevirmiş, İslam topraklarını zulmün, zorbalığın ve terörün her cinsten olanıyla doldurup taşırmıştı. Bu zulme uğramış yörelerden en zor durumda olanları ise Ziyad Bin Ebih’in yönetiminde olan bölge, Muaviye’nin yönettiği Irak bölgesi ve gayrımeşru biçimde kardeşinin (Ziyad) hükmettiği bölgelerdir. İşte bunlar fitnenin ateşini tutuşturmuş, insanlar arasında Allahu Teala’nın indirmediği hükümlerle hükmetmiş, iyinin yerine kötüyü ve suçlunun yerine masumu cezalandırmış, hiçbir delil olmadan sadece zan ve töhmet ile masum canlara kıyarak daha önce insanlar arasında apaçık bir biçimde ilan ettiklerini bilfiil gündelik hayatta yaşanan gerçeklere dönüştürmüşlerdir.

Şüphesiz zulm ve zorbalığa karşı silahlı mücadele aracılığıyla verilen savaşlar arasında alınan başarılı sonuçlar açısından ve tüm dünyayı ilgilendiren tarihi olaylar arasında en önemli hadiselerden biri Kerbela destanıdır. Bu elem verici olay İslam toplumlarını ilgilendiren tarihin yönünü değiştirmiş ve zulme karşı verilen direnişte yepyeni ufuklar açmıştır.

Bu ölümsüz destan, özgürlerin duygularını alevlendirerek onları kula kulluk etmenin, ezikliğin boyunduruğundan ve gayrimeşru yönetimlerden halklarını kurtarmak için silahlı mücadele yolunu açmıştır.

Şüphesiz Şehitlerin Efendisi (Imam Huseyn Aleyhisselam) muzaffer olmuştur.Yüce ilkeler ve hedefleri de. Ve zalimlere ve zorbalara karşı verilen kutsal mücadelede ölümsüz bir timsal olarak tarih boyunca sapasağlam ayakta durmuş ve devrimcileri fedakarlık ruhuyla coşturmuştur. Hiç şüphe yok ki yaşadığı ağır musibetlerden ötürü Gam Babası (Ebu Zeym) olarak da anılan İmam Huseyn (A) Efendimiz’in kazanmış olduğu en büyük zaferlerden biri de; yapmış olduğu devrim aracılığıyla Emevi yönetimini dini meşruiyet kıyafetinden soymasıdır. İslamla veyahut Müslümanlarla hiçbir şekilde ilgisi olmadığını,aksine o zalim yönetimin ümmetin ne rızasına ne de seçimiyle olmayan ve sadece kılıç zoruna dayanan bir diktatörlük rejimi olduğunu apaçık bir biçimde gözler önüne sermiştir.
Ebil Ahrar Imam Huseyn’in (A) yaptıkları, Emevi yönetiminin temeline patlayıcı yerleştirilmişçesine yıkmış, onların gururunu, fücurunu ve azgınlıklarını yerle bir ederek tarih boyunca haktan ve adaletten sapan kara bir örnek olarak kalmalarını sağlamıştır.

Ebil Ahrar’ın (A) kıyamı, Müslüman toplumları içlerinde bulundukları uyku halinde ya da uyuşturulmuş gibi yaşamaktan uyandırarak gözlerini açmış, güçlü bir dev edasıyla ve atılganca özgürlük,bağımsızlık ve insanca yaşama sloganıyla o kara düzenden kurtulmak için ardı ardına devrimler yaptırmıştır.

Müslüman toplumlar, İmam Huseyn (A) Kıyamı’nın bir uzantısı olan ve ardı ardına devam eden ayaklanmalar çıkararak Emevi düzeninin varlığına son vermişlerdir.
Bahsetmemiz gereken önemli bir ayrıntı da Kerbela Faciası ve İmam Huseyn Aleyhisselam’ın başına gelen apaçık zulüm ve işkence ; boşu boşuna, tesadüf eseri veya önemli bir nedeni bulunmayan trajik bir hadise şeklinde cereyan etmemesidir. Aksine daha önce İslam topraklarına hükmeden bazı yönetici ve sorumluların devlet yönetimine olan çarpık bakış açılarının ve dolambaçlı siyasi tavırlarının bir sonucudur. Çünkü onlar, devlet yönetimini ele geçirmeyi, ganimet elde etme ve servetlerini çoğaltabilmek uğruna kazanılan büyük bir zafer olarak görmüşlerdir. Oysa İslam, devleti yönetimine topluma hizmet aracı, fikir hayatı ve ekonomiyi geliştirme vesilesi olarak bakmıştır ve ümmetin ekonomisinin yönetimini Allahu Teala karşısında kulluk ve sorumluluk olarak görmüştür. İslam; ekonomiden sorumlu olmayı, devlet hazinesinden devlet hükümdarının veya yönetimden sorumlu olanların eş dostun malına mal katma ve savurganlık etme aracı görmez. Aksine çok ciddi bir sorumluluk olduğu için azami miktarda tasarruf ve İslam ümmetinin ihtiyaçları için hak ve adalet ölçüsünde en uygun para akışını düzenleme aracı olarak görmüş ve öyle ifade etmiştir. Ancak bahsettiğimiz üzere, İmam Huseyn’in (A) yaşadığı facianın yoluna taş döşeyen çarpık anlayışlı devlet yöneticileri meseleye hiç bu şekilde bakmamışlar ve olan olmuştur.

İslam topraklarını bu şekilde yöneten çarpık anlayışlı devlet adamlarının başında ise Allah’ın malını gaspeden ve Allah’ın kullarını kendilerine köle edinen Ümeyyeoğulları (Beni Ümeyye) “sultanları” gelmektedir. Ümmete yaptıkları zulm ile yüce değerini aşağılamaları ve haklarına ettikleri tecavüz yetmiyormuş gibi Alevilere (Hz.Ali Aleyhisselamın soyu ve sülalesi) özellikle zulmetmiş ve Hz.Ali Aleyhisselam Efendimiz’in takipçilerinin kökünü kurutmaya çalışmışlardır. Hz. Ebulfazl Aleyhisselam Efendimiz de Peygamber Hanedanı Ehlibeyt’e ve Onların takipçilerine yaşatılan zorlu ve çileli günlere ve zorlu badirelere bizzat tanıklık etmiştir. Şüphe yoktur ki bu yaşananlar; O’nun kutlu nefsinde de büyük yaralar açmış ve acılar bırakmıştır.

Hz.Ebulfazl (A) Efendimiz’in Kerbela destanındaki rolünü ifade etmek gerekirse, bilinmelidir ki kendisi önem sırasında Hak ve Adalet talebinin gerçekleştiği olaylar dünyasında ölümsüzleşen bu büyük Destanın yazarı Ebil Ahrar İmam Huseyn Aleyhisselam’dan hemen sonra gelir. Gösterdiği müşiş kahramanlıkların ve İbn-i Ziyâd’ın askerlerinin karşısındaki yüce direnişinin yanı sıra Kardeşi’ne sunduğu yüce hizmetler ile Imam Huseyn Aleyhisselam’ın tüm ashabı ile mükerrem Ehlibeyti/hane halkını aşmış (İlahi mutlak korunmuşluk/İsmet dairesinde olanlar mustesna) ve bu seviyeye erişmiştir. Hz. Ebulfazl (A) Efendimiz akıllara durgunluk veren yiğitlik örnekleri sergilemiş, İmam Huseyn’in (A) Ashabı’nın ve mükerrem hane halkının gönüllerine cesaret ve coşku yayarak, onları Pak Kardeşi’ne ve O’nun Kutlu Davası uğruna cihad etmeye, fedakarlık göstermeye ve her şeylerini feda etmeye teşvik etmiş ve büyük bir ilham ve moral dinamosu olmuştur. Yaptıkları sayesinde, bu yüce kişilik özellikleri o kutlu kahramanların benliklerine yerleşmiş ve bu vesileyle adı ilahi tarihe kazınan o yüce insanlar Allahu Teala’nın yüce Kelimesini tüm dünya üzerinde yukarıda tutmak için savaş meydanına çıkarak şehadet şerbetini içmişlerdir.

Hz. Abbas (A) kardeşinin yaşadığı en zorlu günlerde yanıbaşında durmuş, bir an onsun ondan ayrılmamış, iyiliğin ve ikramın her türlüsünü kardeşine sunmuş ve her şeyini O’nun uğruna feda etmiştir. Hz. Abbas, Hz. Huseyn’in (Allah’ın selamı her ikisinin üzerine olsun.) sancaktarı, işlerinin idarecisi ve O’na yapılan tüm hizmetlerde sorumluluğu kendisi üstlenmişti. Raviler diyorlar ki: Hz. Abbas (Aleyhisselam’ın) Kardeşi İmam Huseyn’e (A) karşı duyduğu tüm kalbini kaplayan sevgi ve ihlas, O’nun uğrunda canını feda ettirmişti. Üstelik Imam Huseyn Aleyhisselam O’na adeta misafir gibi muamele etmiş ve tüm kutlu ashabı ile mükerrem hane halkı meydana çıkıp hepsi şehit olmadan savaşa girmesine izin vermemişti. Buna izin vermeyişinin nedeni Hz. Abbas’ın sağ ve yanı başında var oluşunun O’na güç vermesiydi. Hz.Abbas şehit olunca da kendini bir başına, yaban ellerde hissetti ve hayata dair tüm umutlarını yitirdi. Kardeşinin yanına varınca en acılı biçimde O’nun için ağladı. Kardeşiyle ölümsüz cennetlerde buluşmak için de savaş meydanına çıkışını hızlandırdı.

Selam olsun sana Ey Ebulfazl!

Hiç şüphe yok ki kutlu hayatın ve şehadetin insanlığın tüm değerleri için güvenli bir buluşma noktasıdır!
İslam ve insanlık aleminde şan ve şerefin zirvesine yerleşen Taff günü şehitleri için müşiş bir örnek olarak sen, tek başına yetersin!

KISALTMALAR ve LAKAPLAR:
(A): Aleyhisselâm,Aleyhesselâm veya Aleyhumusselâm – Allah’ın selamı O’nun/Onlar’ın üzerine olsun. Erkekler için ilk, bayanlar için ikincisi ve çoğullar için üçüncüsü kullanılacaktır.

(S): Sallallahu Aleyhi We Âlih: Allah O’na ve ailesine salât etsin.
Ebil Ahrar: Hürlerin Babası- Efendisi – İmam Huseyn Aleyhisselam
Ebulfazl: Faziletin Babası- Efendisi – Hz. Abbas Aleyhisselam

İLK FİLOLOJİK ÇALIŞMALAR DÖNEMİNDE KUR’ÂN-I KERÎM’İN ARAPÇA’YA KAZANDIRDIKLARI



Ç. Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 3, Sayı2, Temmuz-Aralık 2003
İLK FİLOLOJİK ÇALIŞMALAR DÖNEMİNDE
KUR’ÂN-I KERÎM’İN ARAPÇA’YA KAZANDIRDIKLARI
Dr. Bilâl TEMİZ*

Anahtar Kelimeler: Etimoloji, laĥn, bedevîler, naĥiv-śarf ...
*
 Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.
Dr. Bilâl Temiz
303
I. FİLOLOJİK ÇALIŞMALAR ÖNCESİNDE ARAPÇA’ YA KISA
BİR BAKIŞ
Dünya üzerindeki diller, çeşitli yönlerden sınıflandırılmış ve bu konuda çok
sayıda teoriler ortaya atılmıştır. Dillerin sınıflandırılmasında en meşhur
nazariyelerden biri Max Muller’in fikridir. 

Dilleri gruplara ayırırken Muller, cümle
kuruluşlarındaki yakınlıklara, asılları arasındaki alâkaya, akrabalık vb. hususları
dikkate alarak bir fikir yürütür ve dünya dillerini şu üç grupta toplar :

1. Hint – Avrupa Dilleri,
2. Hâmî – Sâmî Dilleri,
3. Ural – Altay (Turan) Dilleri.

Bu sınıflandırmaya göre Arapça, 
“Sâmî Diller”in “Güneyde konuşulanlar” dalının ilk sırasında bulunur ve Hz. Nūh’un çocuklarından Sām’ın oğullarının konuştuğu dillerin başında gelir. 

Diğer kardeşleri Süryanca, İbranca, Bâbilce (artık yaşamıyor) ve Habeşçe’nin asıllarını kurmuşlardır. 
Arapça’nın nasıl doğduğunu kesin olarak bilemiyoruz.  İbn ‘Abbās (ö. 68/687-88) Arapça’yı lâfız ve dil mantığı olarak ilk defa ortaya atanın ve yazanın Hz. İsmā‘įl olduğunu söyler.

Yâķûtu’l-Ĥamevī (ö.626/1228), Mu‘cemu’l-Buldān’ adlı eserinin 
“Arabe
" أوَّلُ مَنْ أَنْطَقَ االلهُ لِسَانَھُ بِلُغَةِ الْعَرَبِ یَعرُبُ بْنُ قَحْطَانَ . وَھُوَ أَبَو الْیَمَنِ وَھُوَ الْقَرَبُ ,maddesinde” عَرَب
açıklar etimolojisini nın’Arapça diyerek الْعَارِبَةُ."  ve daha sonra şu rivâyeti nakleder:

" قَالَ الآخَرُونَ : نَشَأَ أَوْلاَدُ إسْمَاعِیلَ بِعَـرَبَةَ وَھِيَ مِنْ تِھَامَةَ ، فَنُسِبُوا إلَى بِلاَدِھِمْ . إِنَّ كُلَّ مَنْ سَكَنَ
جَزِیرَةَ الْعَرَبِ وَنَطَقَ بِلِسَانِ أَھْلِھَا فَھُمُ الْعَرَبُ ، سُمُّوا عَرَبًا بِاسْمِ بَلَدِھِمْ . وَقَالَ ھِشَامُ بْنُ مُحَمَّدِ بْنِ السَّائِبِ :
جَزِیرَةُ الْعَرَبِ تُدْعَى عَرَبَةً ، وَمِنْ ھُنَالِكَ قِیلَ لِلْعَرَبِ "عَرَبِيٌّ " كَمَا قِیلَ لِلْھِنْدِيِّ "ھِنْدِيّ ٌ" وَكَمَا قِیلَ لِلْفَارِسِيِّ
"فَارِسِيّ ٌ" ِلأَنَّ بِلاَدَهُ فَارِسُ ."
Hüseyin Küçükkalay, Kur’an Dili Arapça, Konya 1969, 69-71.
Ahmed b. Fāris, eś-Śāĥibî fî fıķhi’l-luġa, tahk.: Ahmed Sakar, Kâhire 1977, 6; Muharrem Çelebi,
Ķuŧrub (Hayatı, Eserleri ve Kitab al-Azmina), Basılmamış Doçentlik Tezi, Erzurum 1981, 1.

 Yāķūtu’l-Ĥamevī, Mu‘cemu’l-buldān, Beyrut, 1957, IV, 96; Muharrem ÇELEBİ, “Arapça’da
Ezdâd Meselesi”, D.E.Ü İlâhiyât Fak. Dergisi, IV, İzmir 1996, 35. 
Cümlenin anlamı : Allâh’ın, dilini Arapça ile ilk konuşturduğu kimse Ya‘rub b. Ķahtān’dır. 
O da, öz Arap olan Yemenlilerin babasıdır.
İlk Filolojik Çalışmalar Döneminde Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça’ya Kazandırdıkları
304
Bu rivâyette ise Yâķûtu’l-Ĥamevī, Hz. İsmā‘įl’in, Tihāme bölgesinden olan
‘Arabe’de doğup büyüdüğünü, dolayısıyla soyunun, Hintli ya da İranlıların
isimlerinde olduğu gibi, yerleştikleri bölgeden dolayı “Arap” ismini aldıklarını
belirtmektedir.
Bu nakillerden, “Arap” ismi ve Arapların aslı konusunda şu iki ihtimali öğreniyoruz :
1. “Arap” ismi, Arapların babası olan “Ya‘rubu”dan bozularak ortaya
çıkmıştır.
2. Araplar bu ismi ‘Arabe’de oturdukları, yani o bölgeye mensup oldukları için
almışlardır.

Peki “Arabe” adı nereden geliyor? Kaynaklarda bu ismin tarihçesi açıklanmıyor. 
Ancak Arapça’yı ilk konuşan kişinin Ya‘rub’un babası Yaķŧān b.‘Āmir olduğu, “Yaķŧān” isminin Arapçalaşarak “ ُانَطْحَق “olduğu ve oğlunun da, Arapça’yı ilk defa konuştuğu için “Ya‘rub ُبُرْعَی “adını aldığı ifâde edilir. Sâmî Dilleri asıl (kök)leri bilinmeyen kardeş dillerdir. 
Bazıları Bâbilce ve Asurca’nın, bunların anaları olduğunu ileri sürer; tıpkı Latince’nin İtalyanca ve Portekizce’nin anası olduğu gibi. Fakat Arap dilini araştıranlar bu görüşü desteklemezler. Onlara göre Sāmį dillerinin anası, tarih öncesinde tamamen yok olmuştur. 
Dilciler ayrıca Sāmį dillerini, Sām’ın oğullarından Ārām’a nisbet ederek,
Ārāmį Dili diye de isimlendirirler. Sâmî Dilleri, Doğu Sâmî Dilleri (Bābil, Asur dilleri ve bunların aslı Akadça) ile Batı Sâmî Dilleri (Finike, Nabaŧ ve İbran Dillerinden oluşan Ken‘ān Dili,
kuzeybatıdaki Suriye ve Lübnan’da Āram, Habeş dilleri ve bir de güney batıdaki
Yemen Dili) olmak üzere ikiye ayrılır. Arapça denildiği zaman aslı, güneybatı
(Yemen) Arapçası olan “Klasik Arapça” ve ona bağlı lehçeler manzûmesi
 Çelebi, “Arapça’da Ezdād Meselesi”, IV, s. 35.  Yāķūtü’l-Ĥamevī, a.g.e, IV, 97.
 Corci Zeydan, Tārįĥu ādābi’l-luġati’l-‘arabiyye”, III. Basım, Matbaatü’l-hilâl, I, 33.
Dr. Bilâl Temiz kastedilir.  
Güney Arabistan dili ise, yazıda olduğu gibi, Main, Sebâ ve Himyer Sülâlelerine göre lehçelere ayrılırdı. Güneyde hüküm süren Himyerįler “Müsned Harfleri”, kuzeyde nüfuz kazanan
Nabaŧlılar da “Nabaŧ Harfleri” ile Arapça’yı yazıyorlardı. Müsned yazısı, herhalde
Güney Arabistan Medeniyetinin yıkılmasından sonra çok yaşamamış olmalı ki,
İslâm’ın ortaya çıktığı dönemde artık kullanılmıyordu ve Nabat yazısı buralara da
hâkim olmuştu. Hicaz Bölgesi Arapları ise yazıyı, ticaret için gittikleri memleketlerden
öğrendiler. İslâm’ın zuhurundan önce Nabat yazısını Şam Bölgesindeki Havran
şehrinden öğrenip ticaret ve haberleşmede, Irak’taki Kûfe kaynaklı Kûfî yazıyı da
Kur’ân’ı Kerîm nâzil olduktan sonra, onun ve diğer dînî kitapların yazımında
kullandılar.
 Daha sonraları Nabat harflerinden Nesih, Kûfî harflerden de Sülüs yazısı gelişmiş, makinelerle yazma imkânı doğuncaya kadar bu yazılar Arapça’ya yetmiştir. Çünkü bu yazı, güzellikte ve mükemmellikte tektir ve kağıttan tasarrufta benzeri yoktur. Arap hattı sanki bir stenodur; diğer yazılardan daha hızlı yazılır ve daha az yer kaplar. Arap yazı diliyle yazan milletlerin hemen hemen bütün eserlerinde kullandıkları dile “Klasik Arapça” adı verilir. Bu tür Arapça’nın en eski
metinlerine Câhiliye Devri’nde rastlayabiliyoruz. Bu devirde dağınık bir hayat süren Arapları ticaret, din, politika vb. herhangi bir bağ birleştirmiş değildi. Bu sebeple de çok az sayıda okuma-yazma bilenler vardı. Genel olarak okuma yazması olmayan yani ümmî kişilerdi, dil ve edebiyat da sözlü anlatım ve aktarıma dayanıyordu.

 Nihat Çetin,, “Arabistan” maddesi, Küçük Türk-İslâm Ansiklopedisi, I. Basım, İstanbul 1978, II.
Fasikül, 134.
 Neşet Çağatay, İslâm Öncesi Arap Tarihi ve Câhiliyye Çağı, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fak.
Yayınları, Ankara 1982, ss. 35-36.
 Çağatay, a.g.e, ss. 141-142.
Muhammed Hamîdullah, “Kitâbet San’atı”, Terc. Yusuf Ziya Kavakçı, İslâm Medeniyeti
Mecmuası, İstanbul bty., sayı: XXV, 2.
İlk Filolojik Çalışmalar Döneminde Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça’ya Kazandırdıkları
306
Arapça’nın kendi grubu içinde büyük bir üstünlüğe sahip olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Meselâ, Sâmî Dillerinin çoğunda kısa cümleleri yan yana sıralamak mecburiyeti olduğu halde, Arapça’da çeşitli edatlar kullanarak tâlî cümleleri aslî cümleye bağlamak mümkündür.
Bunlardan başka, i‘rap, eş anlamlı ve zıt anlamlıların çokluğu, dilin genişliğini gösteren seci‘ gibi sebepler ile seslerin taklîdi olan kelimelerin bulunuşu vb. yine Arapça’nın kendine has bazı vasıflarıdır.

Diğer taraftan çok zengin kelime haznesi ve en ince mânaları ifâde etme kâbiliyeti, diğer dillerin hemen hepsinde bulunmayan bir özelliktir. Hint-Avrupa dilleri ile karşılaştırarak, bazı Batılı kaynakların ortaya attığı gibi, Arapça’nın bir çok kusurunun olduğunu iddia etmek yersizdir. İnsan bilmediğine ya da tanımadığına –bu bir dil de olabilir- düşmandır. Arap Diline hangi cephesinden bakılırsa bakılsın, insanın gönlünü fetheden bir çok güzellikler görülür. En beliğ ve edebî tabirler ondadır. Allah (c.c.) tarafından, sonuncu ve en mükemmel İlâhî Kitab’ımıza dil olarak seçilmesi, bunun en tartışılmaz delilidir. Âyetlerde kısmen noktalama işaretlerinin yerini tutan “secâvend” denilen küçük harflerin yerleştirilmesindeki rahatlık ve âyetlerin birbirinden ayrılmasına rağmen anlamlarının girift ve âhenkli biçimde devamlılık arz etmesi, ancak Arapça’da tecellî edebilirdi. Genel olarak ve hangi dilde olursa olsun, meallerin tatsızlığının, o dili konuşanlarca itiraf edilmesi de bunu desteklemektedir.

A. Filoloji ve Dillerin Doğuşu :
Yunanca “philos: dost” ve “logos: kelime, söz” parçalarından oluşan “filoloji”, önce “Bir dilin tarihinin yazılı belgelere dayanarak araştırılması”, ikinci olarak da, İ‘rap (ُابَرْالإع ,(kelimelerin sonlarının, cümledeki görevlerine göre ya da başlarına getirilen edat, harf vb. sebeplerden dolayı aldıkları harf veya hareke değişiklikleri demektir. Corci Zeydan, a.g.e, I, ss. 42-46.
Dr. Bilâl Temiz
307
“Bir dilde yazılmış bazı eski metinlerin incelenerek ve değerlendirilerek
yayınlanması” diye tanımlanır.
13
Filolojiyle yakından ilgili bir terim de “etimoloji”dir. Arapça ile ilgili
çalışmalara yardımcı olur düşüncesiyle, bu terime de yer vermek gerekir:
Bugünkü bilime göre etimoloji, bir kelimenin bütün müştaklarını (türevlerini) göz
önünde bulundurarak, onun ses ve mâna bakımından kabul edilebilecek en eski
şekline varmak, yani bir kelimenin içinde saklı bulunan “anlam çekirdeği”nin
semantik değerini ortaya koymak demektir.
Filoloji kelimesinin izahı, muhtelif asırların ve milletlerin farklı anlayışlarına
göre değişegelmiştir. Filolojinin yukarıdaki tanımına paralel bir dil araştırmacılığı
–özellikle Avrupa’ya- Arap ve İslâm âlimlerinden intikal etmiştir. Aşağıdaki
terimlerin karşılaştırması bunu ifade eder :
Terimin Arapça Orijinali: Türkçe Karşılığı: Batıdaki Karşılığı :
Morfologie Bilgisi Kelime عِلْمُ الصَّرْفِ
Syntax Bilgisi Cümle عِلْمُ النَّحْوِ
Stylistic Bilgisi Üslup عِلْمُ الْبَلاَغَةِ
Philologie Çalışmaları Tarihi Dil تَارِیخُ آدَابِ اللُّغَةِ
Arapça’da İslâmiyet’ten önce dil ile ilgili bazı münferit fikirler ortaya atılmışsa
da, bunlara bir dil çalışması demek doğru değildir. Gerçek anlamda bir dil
çalışması, Müslümanlığın gelişmesinden hemen sonra ilerlemiş ve Kur’ân-ı
Kerîm’in doğru öğretilmesi gayretleri ile önemli boyutlara ulaşmıştır. Batıdaki dil
çalışmaları ise, İslâm Âlemine nazaran çok daha sonraları hayat bulmuştur.
İlk filolojik hareketlerden önce de şüphesiz ki Arapça vardı ve bir dil olma
özelliğine sahipti. Peki “dil” nedir ve nasıl bir fonksiyona sahiptir?
Dil, pek çok kişi tarafından ve değişik biçimlerde tanımlanmıştır. En
meşhurlarından bazıları, tarih sırasıyla şöyledir :
13 Şemsettin Sâmî, “Filoloji” maddesi, Kâmûs-ı Türkî (Türkçe Temel Sözlük), I. Basım, İstanbul
1985.
İlk Filolojik Çalışmalar Döneminde Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça’ya Kazandırdıkları
308
1. Ebu’l-Feth ‘Osmân İbnu Cinnî (ö.392/1002) el-Ħaśāiś adlı eserinde dili,
اللّـغَةُ أَصْوَاتٌ یُعَبِّرُ بِھَا كُلُّ : seslerdir anlattığı şeyleri istediği demek kendi kavmin Her“
.tanımlar diye 14 ”قَوْمٍ عَنْ أَعْرَاضِھِمْ
2. ‘Osmân b. ‘Omer İbnu’l-Hâcib (ö. 658/1357): “Bir anlam için ortaya konan
.der ” كُلِّ لَفْظٍ وُضِعَ لِمَعْنًى : lafızdır bir her
3. el-Esnevî (ö. 772/1370-71) de, “Dil, anlamlar için ortaya konmuş sözlerden
Muharrem Dilbilimci 15.eder tarif diye ” اللُّغَةُ عِبَارَةٌ عَنِ الألْفَاظِ الْمَوْضُوعَةِ لِلْمَعَانِي :ibârettir
Ergin, yukarıdaki üç tarifi sıraladıktan sonra, kendi adına dili şöyle tanımlar :
4. “Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabîi bir vasıta, kendine mahsus
kanunları olan ve ancak bu kanunlar çerçevesinde gelişen canlı bir varlık; temeli,
bilinmeyen zamanlarda atılmış gizli anlaşmalar sistemi ve seslerden örülmüş
içtimâi bir müessesedir” 16
.
5. Bunlardan başka Arapça’nın Kur’ân-ı Kerîm’le ilgisini ortaya koyan
tanımlar da yapılmıştır. Meselâ, “Ŝimāru’s-Šınā‘a” adlı eserin sahibi Nahv’i,
“Allâh’ın Kitabı’ndan sonuç çıkararak, fasįh konuşan Arapların sözlerini örnek
alarak ve kıyas ile elde edilen bir ilimdir.” diye tanımlar.17
Dilin, Allâh’ın (c.c.) ortaya koymasıyla mı yoksa insanın ortaya atması ile mi
gerçekleştiği konusu birkaç itikādį mezhep arasında ihtilaflıdır. Bunlardan Eş‘arî
Mezhebi bunun Allâh Teâlâ’nın ortaya koyması ile yerleştiğini, tevķīfį yani bir
dogma olduğunu ileri sürer. Ancak bize kadar nasıl ulaştığı konusu :
a) Peygamberlerinden birine vahyederek mi,
b) Bazı cisimler hakkında, onları gösteren bazı sesler yaratıp, tarif ettiği
kişilere duyurması ve nakletmesiyle mi,
14 Abdurrahman b. Ebi Bekr es-Süyūŧī, el-İqtirâh fî ‘Ilmi usûli’n-nahv, Tahk.: Ahmed Subhî
Furat, İstanbul Üniv. Yayınları, İstanbul 1975, 26.
15 Muharrem Ergin, Türk Dil Bilgisi, II. Basım, İstanbul 1962, 3, 5.
16 Ergin, aynı yer.
17 Abdurrahman b. Ebi Bekr es-Süyūŧī, el-İqtirâh ..., 26.
Dr. Bilâl Temiz
309
c) Bazı kullarda zarûrî ilmi yaratmasıyla mı, diye üç görüş halinde
tartışmalıdır. Bunların en üstünü, birincisi olup bu görüşün ve adı geçen mezhebin
asıl dayanağı, “Allah Âdem’e (adı konulan şeylerin) isimlerini bütünüyle öğretti.
,Sayfayı, “ederken tefsir âyeti bu Abbâs ‘İbn 18.âyetidir” وَعَلَّمَ آدَمَ الأَسْمَاءَ كُلَّھَا
tencereyi, kazanı, hatta sesli-sessiz yellenme isimlerini bile ona öğretmiştir.” der.19
Bir başka rivâyette ise ona çocuklarının ve hayvanların adları arzedilmiş ‘Bu eşek,
bu deve, bu da at’ denmiştir.”20 İbn Cinnî, hocası Ebū ‘Alî el-Fārisį’den bunu
benimseyip nakletmiştir ki, ikisi de Mu‘tezile Mezhebindendir. İbn Cinnî daha
sonra söz konusu âyeti, “Allah, Âdem’i isimleri ortaya koymaya güçlü kıldı.”
şeklinde te’vil etmiş, son olarak da, “Bu konuda kesin bir delil olmadığı için,
isimleri Allah mı ortaya koydu, insan mı; bilinemez.” görüşünü seçmiştir.21
Dil maddî ve sun‘î bir vasıta değil, tabîi ve canlı bir vasıtadır. Dolayısıyla
insanlar dili kullanırken ona tam anlamıyla hükmedemezler. Onu olduğu gibi kabul
etmeye, özelliklerini kollamaya ve yerine göre onun tabiatına uymaya
mecburdurlar. Konu şöyle bir benzetme ile izah edilebilir:
At da otomobil de birer ulaşım vasıtasıdır. İnsanoğlu otomobili istediği
biçimde yapıp, istediği tarzda kullanabilir; isterse uçuruma bile yuvarlar. Ama
kendine göre organik bir varlığı, bir bütünlüğü olan atı, ürktüğü zaman veya
istemediği yere bir adım bile götüremez. Öyleyse dilin de at gibi tabîi bir varlığı
vardır.
22 Nasıl ki at tarih öncesinden beri insana hizmet ediyorsa, dil de filolojik
hareketlerden önce vardı ve iletişim görevini yapıyordu.
Dil insanla beraber ortaya çıktığına göre, önceki neslin sonrakine dili öğretme
çabaları, bu konuda örnek olmaları, şüphesiz ki ilk insana kadar gider. Yalnız bu
18 el-Bakara, 2/31.
19 Celāluddįn el-Maĥallī – Celāluddįn es-Süyūŧī Tefsįru’l-celāleyn, Salah Bilici Kitabevi, İstanbul
bty. I, 6.
20 es-Süyūŧī, el-İķtirāh., 9; el-Maĥallī –es-Süyūŧī, a.g.e., I, 6.
21 es-Süyūŧī, el-İķtirāh..., 9.
22 Ergin, a.g.e., 5.
İlk Filolojik Çalışmalar Döneminde Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça’ya Kazandırdıkları
310
ilk anlaşma ya da iletişimlerin mâhiyeti ve uygulanması bizce bilinemez
durumdadır.
Bizce dilin bütünü değilse de kök kısmı, Allah tarafından Hz. Âdem’e vahiy ve
ilham yoluyla öğretilmiş, zamanla ve şartlar uygun olduğu oranda da gelişip
genişleyerek iletişimi sağlayan sesler mecmuası haline gelmiştir.
Bütün dillerin Allah Teâlâ tarafından vahiy ve ilham yoluyla öğretilmiş
وَعَلَّمَ آدَمَ الأسْمَاءَ كُلَّھَا ثُمَّ عَرَضَھُمْ عَلَى الْمَلاَئِكَةِ ، فَقَالَ أَنْبِئُونِي ” ,da yoksa delil bir kesin olduğuna
mutlak öğrettiğine temelini dillerin e’Âdem. Hz âyeti23 ” بِأَسْمَاءِ ھَؤُلاَءِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِینَ
sûrette bir delildir.
Dillerin nasıl büyüyüp geliştiği, sesli bir anlaşma biçimini almadan önceki
durumu, kelime ve terkiplerin oluşumu ve geçirdiği merhaleler, kısaca dillerin
doğuşu ve gelişmesi konusu metafizik bir durum arz etmektedir. Ahmed İbnu
Fâris, bu konuda şu fikirlere yer verir :
“Arap dili tevķīfįdir (yani orijinalliği tartışılamaz); buna delil, mezkûr âyettir.
İbn ‘Abbâs (ö. 68/687-88) bu konuda, Allâh’ın, isimlerin hepsini öğretmesinden
sonra ancak insanlar yer, ova, dağ, hayvan, eşek, millet vb. şeyleri kendi
isimleriyle tanıyorlardı.”24 der.
“Bir kimse tevķīfį olduğuna işâret ettiğimiz dilin toptan ve bir zamanda
geldiğini sanabilir ama iş öyle değildir. Allah (c.c.) Âdem (a.s.)’e, kendi
zamanında ihtiyacı olduğu kadarını, Kendi istediği şekilde kalıcı ve değişmez
biçimde öğretmiş ve ondan da Allâh’ın dilediği kadar yayılmıştır. Adem’den sonra
fasîh konuşan nebîlerden her birine vermek istediği kadarını öğretmiş ve iş gelip
Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.)’e dayanmış, ona da öncekilerden hiç birine
vermediği ölçüde ve önceki lügatlerden daha iyisini vermiştir. Ondan da sonra
23 el-Bakara, 2/31. Meâli : “Ve Âdem'e isimlerin hepsini öğretti. Sonra onları meleklere gösterip,
‘İddianızda sâdıksanız haydi şunları isimleriyle bana haber verin.’ dedi.”
24 İbnu Fāris, a.g,e., 6.
Dr. Bilâl Temiz
311
ortaya çıkan birinin olduğunu bilmiyoruz; çıkan olursa karşısında epeyce tenkit ve
reddeden kişileri bulur.”25
“İlk müfessirlerden Mücâhid (ö. 104/722)’e göre, ‘Öğretilen isimler her şeyin
isimleriydi.’ diyenler olduğu gibi, ‘Âdem (a.s)’ın bütün nesillerinin isimleriydi,’
diyenler de vardır. Bize göre İbn Abbâs’ın, ‘Allah her şeyin ismini öğretti.’ sözü
doğrudur.”26 Çağdaş âlimlerden Fazlur Rahmân bu noktada, Hz. Âdem’in, Allah
(c.c.)’ın eşyanın isimlerini ona öğretip tekrar sayması isteğini başarmasıyla,
insanın bilgi öğrenip uygulama yeteneğini sergilediğini ve bu yetenek sayede
meleklerden üstün hale geldiğini belirtir.27
İnanç açısından ortaya çıkan ve bir bakıma “İslâm Rasyonalistleri” sayılan
Mu‘tezile Mezhebine göre adı geçen âyetin tefsîri şöyledir: Allah Teâlâ Hz.
Âdem’e bütün yaratıkların adlarını Farsça, Arapça, Süryanca, İbranca, Rumca vb.
bütün dillerden öğretti. Hz. Âdem ve çocukları bütün bu dilleri konuşuyorlardı.
Sonra çocuklar etrafa dağıldılar ve her biri o lisanlardan birini dillerinde tutup
çokça kullandılar. Kullanılmayanlar zayıfladı ve gitgide unutuldu.28
B. Arapça’nın Tarihî Safhaları :
Arapça’nın tarihî gelişme ve yayılma safhaları, Kur’an öncesi ve sonrasını
karşılaştırmak açısından, çok sade olarak şöyle sıralanabilir :
,( الْعَرَبِیَّةُ الْقَدِیـمَةُ ) Arapça Eski. 1
ve. VI (lehçeler edebî olan kaynak ona ve ) الْعرَبِیَّةُ الْتَقْلِیدِیّةُ ) Arapça Klâsik. 2
VII. asırlar),
25 İbnu Fāris, a.g.e., ss. 8-10.
26 Söz konusu âyetteki “ ْمُھَضَرَع “ ibâresinde, isimleri, yani ifâde ettikleri kadın-erkek bütün
insanları belirtmek için “ ْمُھ : o erkekler” zamîrinin kullanılması, Arapça’nın genel ifâde tarzı
olan “müzekkeri tağlîb: erkeği veya eril’i esas alma” âdetiyledir. Bkz. Celâluddîn
‘Abdurraĥman b. Ebįbekr es-Süyūŧī, el-Müzhir fî ‘ulūmi’l-luğati ve envā‘ıhā, Tahk.: Fuād ‘Alį
Manšūr, Dāru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, I. Baskı, Beyrut 1988, I, 13.
27 Bkz. Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur’an, Terc. Alpaslan Açıkgenç, Fecr Yay. Ankara
1987, 70.
28 es-Süyūŧī, el-Müzhir, aynı yer.
İlk Filolojik Çalışmalar Döneminde Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça’ya Kazandırdıkları
312
,( الْعَرَبِیَّةُ الْمُشْتَرَكَةُ ) Arapça Ortak. 3
,( الْعَرَبِیَّةُ الْحَدِیثَةُ ) Arapça) Yeni (Modern. 4
5. Ortak ve Modern Arapça safhalarına paralel olarak gelişen mahallî lehçeler.
Bu beş safha arasında konumuza beşiklik eden Kadîm Arapça, yani Câhiliyye
Arapçası ile Kur’ân-ı Kerîm sayesinde başlayan filolojik hareketlere uygun bir
çevre oluşturan Klâsik Arapça safhalarına dikkat çekmek gerekmektedir.
Eski Arapça’nın orijinal özelliklerini bazı eski kitâbelerde29, bir derece de eski
çağlarda Araplarla sosyal ilişkiler kurmuş kavimlerle ilgili metinlerde yer alan özel
isimlerden öğrenebiliyoruz; çünkü yazı dili henüz yeterince –belki de hiç- gelişip
yerleşmiş değildi.
Arapça’nın teşekkülünde etkili olan Ārām kültürünün IV. asırdan itibaren
tesirini kaybetmeye başlamasıyla, bitişik Nabat yazısı şeklinde Arap yazısı doğmuş
ve Nabat Dilinin yerini Arapça almaya başlamıştır. Bütün Arapların övüncü
İmru’l-Kays’ın mezar taşında da yer alan 328m. tarihli “en-Namāra” adlı kitâbe,
söz konusu devrin özelliklerini yansıtması bakımından son derece önemli
sayılmaktadır.
30
Câhiliyye Döneminde Arap toplumunun, yazıyı ve nasıl yazıldığını görmemiş
olmak anlamında “ümmîlik” ile damgalanmış olduğu yaygındır. Kur’ân-ı Kerîm’de
de onların ümmî olmasından bahsedilir ve “O (Allah), ümmî kişilere kendi
içlerinden, onlara Kendi âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab'ı ve
hikmeti öğreten bir peygamber gönderendir. Kuşkusuz ki onlar, önceleri apaçık bir
şaşkınlık içindeydiler.”31 buyurulur.
29 Nihat Çetin’in “Arabistan” maddesinde belirttiğine göre, bugün en eski Arapça vesîka,
Milattan önce 843-626 tarihleri arasında Aribi (Arubu veya Urbu)larla Asurluların yaptığı
savaşlara dair Asurca metinlerde geçen kırk kadar özel isimi içeren belgedir. Klâsik Arapça’ya
örnek, şu iki kitabede açıkça görülür: a) Haleb’in doğusunda Zabad’da bulunmuş 512 tarihli
Yunanca, Süryanca ve Arapça yazılmış kitabe. b) Harran’da bulunmuş 568 tarihi Yunanca ve
Arapça yazılmış kitabe.
30 Çetin, a.g.m, s.135
31 el-Cum‘a, 62/2.
Dr. Bilâl Temiz
313
Fakat Kureyş’ten, yazıyı İslâm’dan az önce öğrenip öğretmeye başlayan birkaç
kişi bu kuralın dışında kalıyordu. Sanki bu, Hz. Peygamber’in gönderilmesi,
Kur’ân ile ona indirilen vahyin tescil edilmesi ve İslâm Dini’nin yerleşmesi için
Allah’tan bir irhâs yani kolaylık sağlamaydı. Çünkü yazma işi vahyin
kaydedilmesini ve korunmasını sağlamış, kaybolup unutulmasını önlemiştir.
Tarihçiler Kureyş’in Mekke’de yazı yazmayı yalnızca Harb b. Ümeyye b.
‘Abdişems yoluyla öğrendikleri konusunda sanki ittifak etmişler, ancak Harb’in
kimden öğrendiği konusunda ihtilâfa düşmüşler. Dolayısıyla Ebû ‘Amr edDānį’nin rivâyeti, onun da yazıyı Abdullah b. Ced‘ān’dan öğrendiğini, sonra bu
zincirin geriye doğru Ziyād b. En‘am, el-Enbâr halkı, Yemenlilerden Kinde
kabîlesinden rastgele biri ve ilk kişi olarak Peygamber Hûd (a.s.)’ın kâtibi elHalacān b. el-Mūhim’den öğrendiğini hatırlatır.
32
Mevcut en eski şiir metinleriyle Kur’ân ve Hadîslerde görülen, daha sonraları
Arapça’nın yayıldığı her yerde din, şiir, edebiyat ve ilim dili olarak kullanılan, ana
çatısını koruyarak kullanılışını sürdüren, lehçeler üstü Arapça’ya “Klâsik Arapça”
denir.
C. Arapça’nın Lehçeleri ve Kureyş Lehçesi :
Arapça’nın tarihî seyri içinde Ortak Arapça, VI. mîlâdî asrın ortalarında
gramer ve lügat bakımından farklılık gösteren lehçelerden başka, kabîleler arasında
oluşan ortak bir edebî lehçe (coin) demektir. Câhiliye devrinde şairler, kelime
haznesi olarak kendi kabîle lehçelerini kullandıkları gibi, eserlerinde bu ortak
lehçeden de faydalanıyorlardı ve bu lehçe, şiir râvîleri sayesinde bütün Arap
Yarımadası’na yayılmış bulunuyordu. Arap edebiyatçısı Ķuŧrub (ö. 210),
“Kitābu’l-Ezmine” adlı eserinde, fasih Arapça konuşan kabîlelerden Kays, Temîm
ve Esed Kabîlelerinin lehçeleri yanında Yerbū‘ Ķuşeyr ve Ķużā‘a lehçelerinin
32 Muammed ez-Zerķānī, Menāhilu’l-‘irfān fî ‘ulūmi’l-Ķur’ān, tahk.: Mektebu’l-buhūŝ ve’ddirāsāt, Dâru’l-fikr, I. Basım, Beyrut 1996, I, 250.
İlk Filolojik Çalışmalar Döneminde Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça’ya Kazandırdıkları
314
fesâhatinden de yararlanmıştır.
33 İslâm âlimlerine göre Ortak Arapça’nın esası
Kureyş Lehçesi’nde kendini bulmuştur.
Araplarda değişik lehçelerin doğmasının başlıca sebebi, farklı ve dağınık
bölgelere yerleşmeleri ve sık sık göçmeleridir. Diğer taraftan o zamanlar ümmî
olmaları yüzünden dil, insanların ağızlarına ve konuşma tarzlarına bağlı kalıyordu.
Kişinin ağzına nasıl kolay geliyorsa o şekilde konuşuldukça da durmadan
değişiyor, tabîi bir taklit yoluyla varlığını sürdürüyordu. Çünkü Arap bunu
ecdâdından kalma bir mirâs kabul edip başkalarıyla kıyas etmeye gerek
görmüyordu.
Arap toplumu kabîlelerden, kabîleler çeşitli batınlardan meydana geliyordu;
sonra boylar (ٌاذَخْفَأ ,(aşîretler ve nihâyet aileler... Bu bölünmelerde aileler arasında
SÎDE İbnu. kaçınılmazdı da olması) نَامُوسُ الاِخْتِلاَفِ) farkların esaslı bile
(ö.458/1066) “el-Muhassas” adlı kitabında şunları nakleder:
“Ebū ‘Ubeyde (ö.210/825), nahiv âlimi el-Kisāį’den (ö.182/798), “gelişti: اَمَن“
fiilinin muzâriinin “يِمْنَی “olduğunu nakleder. Ancak, el-Kisâî,
“Süleymoğullarından iki kardeşin bu kelimeyi “وُمْنَی “ diye söylediklerini, ancak
onlardan bir başka grubun “و “ile “وُمْنَی “ şeklini bilmediklerini belirtir. Bu hal
Arapça’nın, Arap halkına Kur’an ve şiirle yayıldığı günlerdeydi. O halde ihtilaf,
bir ailede bile görülecek durumdaydı.
34 Ancak bu lehçe ayrılıkları hiçbir zaman
lahn (yani i‘râb hatası) şeklinde değildi. Hareke ve okunuşa ait değişiklikler
yanında, kelime anlamlarında da büyük farklar görülmekteydi. Meselâ, “ْبِث“
kelimesi, Himyer kabîlesinde “Otur.” mânasında, ama Kureyş kabîlesinde “Atla!”
anlamındaydı”.35
33 Çelebi, Arapça’da Ezdâd Meselesi, 103.
34 Mustafā Šādık er-Rāfi‘î, Tārįĥu ādābi’l-‘arabį, Dāru’l-Kütübi’l-‘Arabį yayınlarından, Beyrut
1974, I, 128.
35 Çelebi, Kuŧrub..., 2, 3.
Dr. Bilâl Temiz
315
Kabîleler arasında uzaklık arttıkça lehçeler arası farklılıklar da artıyordu.
Meselâ, ‘Adnānîler, kendilerine uzak olan Kahtânîlerin lügatini ayrı bir dil
sayıyorlardı.
VI. milâdî asırda Himyerįler, Habeşlilerin ve İranlıların iki yandan
hücumlarıyla zayıfladılar. ‘Adnānîler ise bunun tam aksine pazarlar, hac işleri,
İranlılar ile rekābet, Habeşlilerle ticaret ve savaş temasları neticesinde
kuvvetlendiler; lügatleri de gelişti. Nihayet İslâmiyet’in de Kureyş Lehçesini
desteklemesiyle Himyerî Lehçesi kayboldu.
Bundan sonra Kureyş Lehçesinin diğer lehçelerle dinî, iktisâdî ve ticarî
sebeplerle üstünlük sağladığını görüyoruz. Zamanımızın fuarlarına benzeyen
panayırlar, şiir yarışmalarına, kültür mübâdelelerine ve diğer edebî ve ticarî
faaliyetlere sahne olurdu. Dinî merkez olan Kâbe etrafında İranlılar, Habeşliler ve
Yemenliler ticaret için toplanırlardı.
Kısacası, Kureyş Lehçesinin gelişmesini sağlayan en önemli sebeplerin
başında, önceleri Kureyş’in medeniyetteki üstün yeri, hac işleri ve Ukâz
başkanlığından dolayı diğer kabîlelerin onlarla fazlaca ilgilenmeleri gelirken,
İslâmiyet’in gelişinden sonra ise Kur’ân-ı Kerîm yegâne sebep idi.
Arap Edebiyatçıları arasında kendi dilinin lügatini hazırlamakla övünmek, o
dilin seviyeli lehçesi üzerinde titizlik gösteren bir sembol haline gelmişti. Öyle ki,
Hz. Peygamber (s.a.v) de, şu hadîsinde Kendisinin Kureyşte doğmuş, Śa‘d Oğulları
أنَا مِنْ قُرَیْشٍ ، نَشَأْتُ فِي ”36: övünürdü olmakla fasîhi en Arapların ve büyümüş içinde
“ بَنِي سَعْدٍ ، أنَّى یَكُونُ لِي اللَّحْنُ ؟
Arapça’nın başlıca şu iki lehçeye ayrıldığını görürüz 37
:
a) Yarımadanın kuzeyine yerleşenlerin lehçesi,
b) Yarımadanın güneyine yerleşenlerin lehçesi.
36 Aĥmed Abdulġafūr ‘Aŧŧār, Muķaddemetu’š-šıhāh, II. Basım, Beyrut 1979, 27.
37 Çelebi, Kuŧrub..., 3.
İlk Filolojik Çalışmalar Döneminde Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça’ya Kazandırdıkları
316
Arapça’nın ilk gramer kâidelerini (Nahv) tesbit eden dil âlimlerince İslâm’ın
doğuşu sırasında, dilleri fasîh kabul edilen lehçeler, Hicaz ve Necd’in doğusunda
yaşayan kabîlelerle, bunlara komşu olanların lehçeleri idi. Fakat Kureyş ile
Temîm’e bağlı kabîlelerin lehçeleri arasında farklar vardı. Dolayısıyla “Klâsik
Arap Dili” bazan bir grubun, bazan da diğerinin husûsiyetlerini taşımaktaydı.
38
Ancak tekrar belirtelim ki, lehçeler arasındaki farklar birer konuşma hatası,
birer kelime yanlışı sayılmıyordu. Denebilir ki, etrafıyla belirli ilişkileri dışına
çıkmayan ve coğrafya bakımından kapalı bir sisteme sahip Arabistan’da, özellikle
bedevî hayatındaki Arapça, bozucu dış tesirlerden uzak kaldığı için yazılı gramer
kāidelerine (filoloji) pek ihtiyaç duymuyor ve kendi kendine yeterli bir halde,
konuşanları arasında yaşayıp gidiyordu.
II. ARAP FİLOLOJİSİNİN GEREKÇELERİ VE KUR’AN İLE
İLİŞKİLERİ
A. Arapça’da Lahnların Ortaya Çıkışı ve Örnekleri :
Yukarıda Arapça’nın kendine has özellikleri arasında “i‘rap: ُابَرْعِلإْا “özelliği
ilk sırada belirtilmişti. Modern dünyada, zamanımızda yaşayan o kadar dil arasında
şu üçünden başka i‘raplı dil yoktur: Arapça, bundan doğan Habeşçe ve bir de
Almanca. Görünüşe göre i‘rap, eski medeniyetin özelliklerindendir. Çünkü o
medeniyetlerin dillerinin çoğu i‘raplıydı. Bâbilce, Asurca, Arapça, Yunanca,
Latince ve Sanskritçe de böyledir. Farklı köklerden gelen diğer diller i‘rap
özelliğinden uzaktı. Aynı şekilde Avrupa’da Latince’den, Hindistan ve İranda
Sanskritçe’den türemiş diller i‘rapsızdır. Yine Bâbilce’den türeyen Süryanca ve
Keldanca’da da i‘raptan bir şey kalmamıştır.
“İ‘rap bir dilin tabii akışına bırakılırsa, yani ifâdede serbestlik halinde kalırsa
sanki uzun müddet yaşamıyor; ancak bâdiye vb. sert ve kavî yerlerde yaşıyabiliyor.
Bu arada bir dilin konuşanları kendi dillerini kâidelere bağlamak isterlerse -
38 Çetin, a.g.e, 136.
Dr. Bilâl Temiz
317
Arapların ve Almanların yaptıkları gibi- o dil, i‘raplı kalabiliyor, ama Arapça,
halkın dilinde kendi seyrine bırakılırsa i‘rap terkediliyor.”39
Arapça’da filolojik çalışmanın sebeplerinin başında, i‘rap özelliğinden dolayı
yapılan hataların çoğalması gelmektedir. İ‘rap hatalarına genel anlamda “lahn:
ُنْاللَّح “deniliyordu. Tarihî seyri içinde “lahn”ın mânalarından şunları zikredebiliriz :
bir gibi olduğu âyetinde ” وَلَتَعْرِفَنَّھُمْ فِي لَحْنِ الْقَوْلِ ”40, lahn önce İslâmiyetten. 1
sözün mânasını ifâde ediyordu.
2. Şu hadîs-i şerîfte lahn, fetânet ve zekâ anlamındadır : İki kişi ortaya konan
mirası bölüşmede anlaşamayınca Hz. Peygamber’in haberi olmuş ve onlara, “ لََّعَلَو
بَعْضَكُمْ أَنْ یَكُونَ أَلْحَنَ بِحُجَّتِھِ مِنْ بَعْضٍ ، فَمَنْ قَضَیْتُ لَھُ بِشَيْءٍ مِنْ حَقِّ أَخِیھِ فَإِنَمَا أَقْطَعُ لَھُ قِطْعَةً مِنَ التَّارِ
”buyurmuştur. 41
3. Şu hadîste nağme veya lügat anlamındadır:
“اِقْرَؤُوا الْقُرْآنَ بِلُحُونِ الْعَرَبِ” 42
4. Daha önce yer verdiğimiz, “Kureyş’te doğup Sa‘d Oğulları içinde büyüdüm;
hatalı konuşma bende neden olsun ki ?! ” hadîsi ile, Hz. ‘Omer’in “ ْنِمُ أَوْأسْ مُكُنْحَل
ْمُكِیْمَر“ 43 sözünde lahnı “telaffuz hatası” anlamında görüyoruz.
“ إِنِّي لأَجِدُ لِلَّحْنِ غَمْرًا كَغَمْرِ اللَّحْمِ ”44, nin)688/69. ö (Duelî-ed Esved-l’Ebu. 5
sözünde de “cümle hatası” mânasında kullanıldığına şâhit oluyoruz. Anlaşılıyor ki
bu anlamı, diğerlerinden daha meşhur ve yaygındır.
39 Corci Zeydan, a.g.e., I, ss. 42-43.
40 Muhammed, 47/30. Meâli : “Andolsun ki sen, onları konuştukları sözün mânasından (üslûp ve
gelişinden) tanırsın.”
41 el-Ķālî, Ebū ‘Alį İsmį‘il b. el-Ķāsım, el-Baġdādį, el-Emālį, Dārul-kütübi’l-‘Ilmiyye, Beyrut
bty., I, 5; Çelebi, Kuŧrub, 4; Anlamı : “Belki biriniz delilini diğerinizden daha iyi ileri sürer.
Böyle bir durumda kimin lehine kardeşinin hakkından birşey hükmetmişsem, ona ateşten bir
parça kesmişindir.”
42 İsmā‘il b. Ĥammād el-Cevherī, es-Sıhâh (Tācu’l-luġa ve sıĥahu’l-‘arabiyye, Tahk. Ahmed
Abdulġafūr ‘Attār, Dāru’l-‘Ilm li’l-Melāyįn, II. Basım, Beyrut 1979. “َنَحَل “ maddesi, Anlamı :
Kur’ân’ı Arapların lügat ( ya da nağme)leriyle okuyunuz.”
43 Ebu’l-Fetĥ Oŝmān İbnu Cinnī, el-Ħasāis, neşr. Muĥammed ‘Alį en-Neccār, Beyrut 1952, III,
246; Çelebi, Kuŧrub.., 4; Anlamı: “Konuşmadaki hatanız, ok atmadaki başarısızlığınızdan da
kötü!”
İlk Filolojik Çalışmalar Döneminde Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça’ya Kazandırdıkları
318
Arap filologların çoğuna göre hatalı konuşmalar, Cahiliye Devrinde ve
İslâmiyet’in ilk zamanlarında yoktu. Hatalı konuşmalar, İslâm ile müşerref olan
Acemlerin yani Arap olmayanların, Arapların arasına karışıp İslâmiyet sayesinde
tek vücut haline gelmelerinden doğan samîmi kaynaşmanın bir sonucudur. Hz. Ali,
“Beyaz ırktan yabancıların (ونُرَمْالأح (Araplara karışması ile Arapça’nın
bozulacağından endişelendim” dediği rivâyet edilir.45 Demek ki, Arapça’daki dil
çalışmalarının sebeplerinin başında, yabancı unsurların İslâm’ı kabul edip
Araplarla bir arada yaşamaları ve de Arapça’nın tabîi gelişimi sonucu ortaya çıkan
lahnlardır.
46
Hatalı konuşmaların kesin olarak hangi tarihte ortaya çıkmaya başladığını
tesbit etmek mümkün değilse de, tahmine dayanarak bir zaman belirlemek
mümkündür. Tabî ki bu zaman, İslâm’ın gelişinden sonraki bir zamana
rastlayacaktır. İslâm âlemindeki dil çalışmalarına ışık tutan olaylar, rivâyetlere
göre, Hz. Ali (r.a.) zamanına rastlar. İslam’ın ortaya çıkışından sonra bir çok Arap
kabîleleri müslümanlığı kabul etmişler, daha sonra da Acemlerden İslâm’ı
benimseyenler olmuştu. Ancak bu samîmi kaynaşmanın dil üzerinde hiç şüphe yok
ki, çok büyük tesirleri olmuştu. Bunların başında da yer yer hatalı konuşmaların
ortaya çıkması gelir.47
“Bazı ilim adamlarının hatalı konuşmaları İslâmiyet öncesi devirlere teşmil
etmek istediklerini görmekteyiz. Bize göre bu yanlıştır ve hatalı konuşmaların
bilinen başlangıç devresi İslâm’ın gelişinden sonradır. Câhiliye Devri ile yakından
44 Ebû Bekr Muhammed b. el-Kâsım b. Beşşâr en-Nahvî, Īżāĥu’l-vaķf ve’l-ibtidā’ fį kitābi’llāhi
‘azze ve celle, tahk. Muĥyiddîn ‘Abdurraĥmān Ramażān, Mecme‘ul-Luġa el-‘Arabiyye,
Dimeşk 1971, 32; Ebū Saįd Ĥasen b. Abdillah es-Sīrāfī, Aħbāru’n-naĥviyyįne’l-basriyyįn, neşr.
F. Krenkow, Paris 1936,14; Çelebi, Kuŧrub.., 4; Anlamı: “Ben konuşmadaki hatada, bozulmuş
etteki koku gibi bir tiksindiricilik hissediyorum.”
45 Ebu’l-Berakāt Kemāluddîn ‘Abdurrahmân İbnu’l-Enbārī, Nuzhetu’l-elibbā’ fî tabaķāti’lüdebā’, tahk. Muĥammed Ebu’l-Fażl İbrāhįm, Dāru’n-nehża, Kahire bty. 8.
46 İslam Ansiklopedisi, IX, 36.
47 Küçükkalay, a.g.e., 50, 137.
Dr. Bilâl Temiz
319
ilgili bulunan “Mu‘alleķât-ı Seb‘a”yı inkâr etmek gibi bir mâhiyet taşıyan bu fikir,
cılız bir tahminden ileri gidememiştir.”48
B. Vâkį Lahnlardan Bazı Örnekler :
Arapça’daki cümle kuruluşu hatalarını konuşmada, yazıda ve (Kur’an)
okumada olmak üzere üç bölümde misallendirmek doğru olacaktır :
a) Konuşmada ilk lahn Hz. Peygamber zamanında görüldü. O, sahābįleriyle
birlikte iken, yanlarına gelen bir heyetin başkanı, heyeti temsîlen konuşmaya başlar
ve hata yapar. Bunu üzerine Hz. Peygamber üzülür ve oradaki heyete,
“ أَرْشِدُوا أَخَاكُمْ فَإِنَّھُ قَدْ ضَلَّ :yaptı hata konuşurken, gösteriniz doğruyu Kardeşinize“
buyurur.49
b) Hz. Ömer (r.a.) kendi hilâfeti zamanında ok atma talimi yapan bir gruba
rastlar. Hedefi vuramadıklarını belirtmek için, “Ok atışınız ne kadar da kötü!” der.
“ نَحْنُ قَوْمٌ مُتَعَلِّمِیِنَ ” ,için demek.” kişileriz çalışan Öğrenmeye, “olarak cevap da Onlar
,kızarak demesine ” مُتَعَلِّمِیِنَ” ederek hata, yerine” مُتَعَلِّمُوِنَ” ,Ömer. Hz. derler
لَحْنُكُمْ أَسْوَأُ مِنْ :!betermiş da vuramayışınızdan atmadaki ok hatanız Konuşmadaki“
.der” رَمْیِكُمْ
c) Lahnlar özellikle Irak, Hicaz ve Şam’da daha çok yayılmıştı. Çünkü Arap
olmayanlar Araplarla en çok bu bölgelerde karışmışlardı. Irak’ta görülen ilk lahn
50 ”حَيِّ (حَيَّ) عَلَى الصَّلاَةِ ” ,ezanda
 şeklindedir. Çölde ise ilk lahnı, “Bu bastonumdur
(869/255.ö (Câhız-el edîbi Arap meşhur, şeklinde ” ھَذَا عَصَاتِي (ھَذِهِ عَصَايَ)
duymuştur.
48 Çelebi, Kuŧrub..., 4.
49 Müslim b. el-Ĥaccāc en-Nįsābūrį, Śahîhu Müslim, Tahk.: Muhammed Fuād ‘Abdülbāķį, I.
Şaşırdığı : وَ إرْشَادُكَ الرَّجُلَ فِي أَرْضِ الضَّلاَلِ لَكَ صَدَقَةٌ” ,Ayrıca; 2, libâs-l’Kitābu, 1955 Mısır, Basım
yerde bir adamı irşâd etmen sana sadaka olur.” hadîsi de konuyla ilgilidir. Bkz. Muhammed b.
‘Īsā et-TİRMİZÎ, Sünenu’t-Tirmiźį, Dāru iĥyāi’t-Türāši’l-‘arabį, Beyrūt bty, Kitābu’l-birr, 36
(IV. 339).
50 Doğru ifâdeler parantez içinde verilmiştir.
İlk Filolojik Çalışmalar Döneminde Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça’ya Kazandırdıkları
320
d) Fasîh konuşan Arap ailelerde bile lahn görülmüştür. Bunlardan Ebu’l-Esved
ed-Düelî’nin evinde vukû bulan lahnı, es-Sīrāfī (ö. 368/979) şöyle anlatır:
51 “Bir
gün Ebu’l-Esved ile kızı arasında şu konuşma geçer :
سَأَلَتْ : یَا أَبَتِ ، مَا أَجْمَلُ السَّمَاءِ (مَا أَجْمَلَ السَّمَاءَ) ؟ قَال : أيْ بُنَـیَّةِ ، نُجُومُھَا . قَالتْ : إنِّي لَمْ أُرِدْ أَيُّ
52 قَالَ : إِذَنْ قُولِي " مَا أَجْمَلَ السَّمَاءَ !" شَيْءٍ مِنْھَا أَحْسَنُ .
e) Hz. Ali zamanında Basra valisi olan Ziyād b. Ebįhi’ye bir miras davası
تُوُفِّيَ أَبَانَا (أَبُونَا) وَتَرَكَ بَنُونًا (بَنِینَ). إنَّ : konuşur ifâdelerle şu yaparak lahn Davacı. getirilir
53 ”أَبُونَا (أبَانَا) مَاتَ وَإِنَّ أَخِینَا (أخَانَا) وَثَبَ عَلَى مَالِ أَبَانَا (أَبِینَا) فَأَكَلَـھُ .
f) Yūsuf Ħālid eś-Śımŧī anlatıyor: “İbnu’l-Muķaffa‘ (ö.143/760), ‘Ensesinden
yanlış sorusundaki’ مَا تَقُولُ فِي دَجَاجَةٍ ذُبِحَتْ مِنْ قَفَائِھَا :?dersin ne için tavuk bir kesilen
“.çıkışmıştır diyerek!’ kurtul de deyiver مِنْ قَفَاھَا ’ ,ifâdeye
g) Arapça’yı ikinci bir dil olarak öğrenenlerin ne dedikleri lahn yüzünden
شَرِكَاتُنَا فِي ھَوَازِھَا وَ شَرِكَاتُنَا فِي ” ,tüccârı koyun bir lı’İran Meselâ. anlaşılmıyordu bazan
شُرَكَاؤُنَا بِاْلأَھْوَازِ وَالْمَدَائِنِ. یَبْعَثُونَ :istemişti demek şunu derken ” مَدَایِنُھَا وَ كَمَا تَجِيءُ تَكُونُ .
54 ”إلَیْنَا بِھَذِهِ الدَّوَابِّ، فَنَحْنُ نَبِیعُھَا عَلَى وُجُوھِھَا.
h) Konuşmadaki i‘rap hataları yanında, mânada da şu türden hatalar
görülüyordu : Ħalef b. Aĥmer (ö. 180/796) bir bedevîye, “Sana sākin vezninde bir
ve anlamış yanlış i”beyt “bedevî, deyince ” أُلْقِي عَلَیْكَ بَیْتًا سَاكِنًا :okuyacağım beyit
55.demiştir ” عَلَیْكَ نَفْسِكَ فَأَلْقِـھِ : !yık başına kendi evi o Sen“
i) Sa‘d isminde bir İranlının lahnı ise şöyledir: Bir gün atını yedeğe almış,
Ebu’l-Esved’in yanından geçerken, kendisine atına niçin binmediği sorulmuş. O
51 es-Sīrāfī, a.g.e., 14; el-Ķıfŧī, İnbāhu’r-ruvāt, I, 16; Çelebi, Kuŧrub..., 5.
52 Anlamı: Kızı sordu: “Babacığım, semanın en güzel şeyi nedir?” Babası: “Canım kızım,
yıldızlarıdır.” Kızı: “Doğrusu ben, ‘Oranın nesi güzel?’ demek istemedim; sadece güzelliğine
hayran kaldım.” deyince Babası : ‘Öyleyse “Gökyüzü ne kadar güzel!’ desene!”
53 Anlamı: “Babamız öldü, ardında oğullar bıraktı. Babamız ölünce kardeşimiz babamızın malına
gerçekten kondu ve onu tüketti.”
54 Anlamı: “Ortaklarımız Ehvaz ve Medâin’dedir. Bize bu hayvanları gönderiyorlar, biz de onları
nasıl gelmişse öylece satıyoruz.”
55 Çelebi, Kuŧrub..., 6.
Dr. Bilâl Temiz
321
.gülmüşler ona kısmı bir bulunanların orada deyince ” إِنَّ حِصَانِي ضَالِعٌ (ظَالِعٌ )” ,da
Çünkü “Atım topal.” diyeceği yerde, “Atım eğridir.” demiş. Ebu’l-Esved ise şunu
söyler: “Bu yabancılar İslâm’ı benimsediler ve bizlere kardeş oldular. Onlara
(Arapça’yı düzgün) konuşmayı öğretsek ya!..”56
İşte bu bozuk Arapça, Arapların kendilerini de etkilemeye başlamıştı ki,
nahvin doğuşuna en büyük sebep bu husustur.
Yazıdaki ilk lahn ise Hz. Ömer Devrinde Kûfe Valisi Ebū Mūsā el-Eş‘arį’nin
(ö.44/664) kâtibinde görülmüştür. Adı geçen vâliden Hz. Ömer’e gelen bir
harfü ” مِنْ ” üzerine Bunun. yazılmıştı ” مِنْ أَبُو ( أبِي ) مُوسَى الأشْعَرِيِّ ... ” ,mektupta
cerrinin amelini (sonraki isme etkisini) bilmeyen kâtibin cezalandırılmasını ve
işinden de azledilmesini emretti.57
C. Lahn Sayılmayan Bazı Hatalar :
Yapılan hatalar konusunda ender rastlanan bazı farklı kullanımları gerçekten
hatalı kelime veya terkiplerle karıştırmamak lâzımdır; bunlar lahn sayılmaz.
Meselâ, muzârî bir fiili nasbeden “ ْنَأ “ edatına, şu beyitteki gibi, bazen bu
görevinin yaptırılmadığı ve hatta cezm ettirildiği görülmektedir :
“ أَنْ تَقْرَآنِ عَلَى أَسْمَاءَ وَ تَحْكُمَا ــ مِنِّي السَّلاَمَ وَ أَلاَّ تُشْعِرَا أَحَدًا ”58
“لِمَنْ أرَادَ أَنْ یُتِمَّ الرَّضَاعَةَ ... için isteyenler tamamlamak Emzirmeyi “Yine
âyetinde59 fiilin, “ مُِّتُیْ نَأ “ şeklinde merfû, yani son harfinin ötreli okunması
muteber bir okuyuş türü (vecih) sayılmaktadır.
60
Bir rivâyete göre İmam ‘Ažam Ebū Hanįfe bir soruya verdiği cevapta, “ ُنَّھَأْ وَل
olduğu biri den”isim altı “kelimesinin ” أبٌ” .kullanmıştır ifâdesini” حَتَّى یَرْمِیَھُ بِأَبَا قَیْسٍ
56 Çelebi, Kuŧrub..., 8.
57 el-Enbārī, a.g.e., 25; Çelebi, Kuŧrub..., 6.
58 Küçükkalay, a.g.e., 149 vd. Anlamı : Esmâ’ya benden selâm söyleyip (benim yerime) ısrar
etmeni ama kimseye hissettirmemeni (isterim).
59 el-Bakara, 2/233.
60 Ebu’l-Fažl Maĥmūd el-Ālūsī, Rūĥu’l-Me‘ānį fį tefsįri’l-Ķur’āni’l-‘ažįm ve’s-seb‘i’l-mešānį,
Dāru iĥyāi türāŝi’l-‘arabį, Beyrut bty., XIII,197; Küçükkalay, a.g.e., 149 vd.
İlk Filolojik Çalışmalar Döneminde Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça’ya Kazandırdıkları
322
ve cer halinde “ اَأب “ şeklinde kullanılması bir hata değildir. Çünkü bu kelimeyi, üç
i‘rap hâlinde de elif ile kullanan lehçeler vardır.
61
D. Lahnlardan Duyuşlan Endişe ve Arapların Dillerine Özen
Göstermeleri:
Söz konusu lahnların çoğaldığını gören Araplar, bundan ciddî şekilde endişe
duydular. Kendi dillerine önem vermeleri, yeni müslüman olanlara Arapça’yı
öğretme imkânı temin etmeleri ve özellikle de Kur’ân-ı Kerîm’in doğru okunuşunu
sağlama alma gayreti, onları filoloji konusunda harekete sevkeden sebepler olarak
sayabiliriz.
Bu özen Câhiliye Devrinde başlar, İslâm’ın gelmesiyle artar. Çünkü Arapça,
Kur’ân’ın yani yeni dînin sâdık ve emîn Peygamberi’nin dili haline gelmişti. Artık
Arapça olmayan çeşitli kelimeler Arap beldelerinde duyulup yayılıyor, yanlış
ifadelere rastlanıyor ve Arapça bozulmaya yüz tutuyordu. İslâmî fetihler sonucu
Arap olmayanların da topluma karışması, bu bozulmayı hızlandırdı. Şehirlerdeki
Arapça daha da bozuldu ve örnek alınamaz oldu. Dilciler fasîh Arapça’yı, dilleri
hata ve yabancılaşmaktan uzak kalan asıl Araplardan alabilmek için bâdiyelere
gitmek zorunda kaldılar. Bu fedâkârlıklar sonucunda :
el-Ħalîl b. Aĥmed (ö.170/786), Ħalefu’l-Aĥmer (ö.180/796),
Yūnus b. Habįb eż-Żaby (182/798), el-Kisāį (ö.189/804),
en-Nażr b. Şumeyl (ö.204/819), Ebū Zeyd el-Enśārį (ö.215/830),
el-Esma‘į (ö.215/830), İbn Dureyd (ö.321/933),
el-Ezherį (ö.370/980-81) ve el-Cevherį (ö.395/1005) gibi büyük
lügat âlimlerini ve başka uğraşanları görüyoruz. Bu önderler ve diğerleri Arapça’yı
güvenilir kaynaklardan almak için şu yönlerde gayret sarfettiler :
Çeşitli yörelerin Arap sakinleriyle görüşüyor ve bunlardan duydukları fasîh
kelâmları hakkıyla değerlendiriyorlardı. Nahiv ve lügat ilmine dair az kullanılan
61 Küçükkalay, a.g.e., 152.
Dr. Bilâl Temiz
323
bir deyime veya nefîs bir ibâreye rastladıklarında çok sevinirlerdi. Ayrıca
bedevîlerden çoğu, çeşitli ihtiyaçlerin Arap sakinleriyle görüşüyor ve bunlardan
duydukları fasîh kelâmları hakkıyla değerlendiriyorlardı. Nahiv ve lügat ilmine
dair az kullanılan bir deyime veya nefîs bir ibareye ratladıklarında sevinirledi.
Ayrıca bedevîlerden çoğu, çeşitli ihtiyaç Keşki insanlar bunu başkalarına
ender mânasında ” مَا أَحْسَنَ اللَّبَنَ لِلْمَرِیضِ !” deyim Bu. dedi...” bozmasalar duyururken
kullanılan bir teaccüp fiili cümlesiydi.62
Basra ve Kûfe Ekollerinin âlimleri, söz konusu “fasîh malzeme toplama”
konusunda sanki birbirleriyle yarışıyorlardı. el-Kisāį’nin, ezberledikleri dışında,
yazdıkları için 15 şişe mürekkep harcamıştı.
63 Ayrıca, Ebū ‘Amr b. el-E‘lā’nın
Araplardan topladığı edebî malzemeyle evinin bir odasını tamamen doldurduğu
söylenir.64
Filolojik çalışmaların başladığı devirde Nahvin ilk planda öğretilmesi gereken
mevzûlarını vecîz bir şekilde özetleyen mukaddemeler veya muhtasar kitapçıklar
yazılmıştır. Gramer öğrenmeye yeni başlayanları bıktırmadan, onların kolaylıkla
kavrayıp öğrenebilecekleri kāideler manzûmesi sunmak, dil öğretiminde en iyi
metodu uygulama gayesidir, denebilir. Meselâ, adı geçen el-Ħalefu’l-Aĥmer bütün
Arap filologların, mübtedîlerin muhtaç olduğu ve kavramaları kolay gelecek
muhtasar gramer eserleri yerine, detaylara boğulan bir metod uyguladıklarını
gördüğünü ifade eder. Bundan dolayı kendisinin, Nahvin esaslarını kapsayan ve
yeni başlayanları uzun şerhlerden kurtaran bir kitap yazmayı düşündüğünü ve
sonuçta Nahvin özeti şeklinde “ ُةَدِّمَقُمْال “ adlı eserini yazdığını belirtir.65
İlk dönemlerde lahn yapanlar toplum içinde gözden düşüyor, kendilerine önem
verilmez hale geliyorlardı. Bu durum dilin bozulmasına karşı durmayı teşvik, nahvi
62 Corci Zeydan, a.g.e., II. 103.
63 Aĥmed ‘Abdulğafûr ‘Attar, a.g.e.,, I, 278.
64 İbnu’l-Enbârî, Nuzhe, 69; Mehmet Reşit Özbalıkçı, Arap Gramerinde Kur’ân ve Hadisle
İstişhâd, İzmir 2001, 16.
65 Muharrem Çelebi, “Muhtasar Nahiv Kitaplarına Bir Bakış”, D.E.Ü. İlâhiyat Fakültesi Dergisi,
İzmir 1989, V, 1, 4.
İlk Filolojik Çalışmalar Döneminde Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça’ya Kazandırdıkları
324
tesbit ve tasnif etme sebeplerinden biriydi. Dillerine son derece önem veren
Arapların, onun bozulmasını önlemek için gayret göstermeleri de tabîi idi. Ayrıca
Arap düşüncesinin gelişmesini ve zinnî faaliyetlerinin artarak güçlenmesini de
hesaba katmak gerekir. Ama diğer taraftan müsta‘rabe (sonradan Araplaşmış)
Araplar bu kâidelere daha çok ihtiyaç duyuyorlardı. Araplar kendi dillerini
inceleme ve araştırmaya diğerleri kadar lüzum görmediklerinden dolayı, bu iş ile
daha çok “mevâlî” denilenler66
 meşgul olmuşlardır. Meşhur sahabî eş-Şa‘bį bir gün
mevâlîden bir grubun Arapça öğrendiklerini görür ve onlara, “Arapların dilini islah
edin, çünkü onu sizler bozmuştunuz.” der.67
Araplar bile anadillerindeki her kelimenin anlamını bilemiyorlardı. Ashâb’a
göre, anlamı bilinmeyen bir çok kelimeyi Hz. Peygamber (s.a.v) konuşuyordu.
Ama bununla beraber aralarında ‘Omer b. el-Hattâb, Ali b. Ebî Tâlib ve Abdullah
b. ‘Abbâs (r. a) gibi Arapça’nın inceliklerine vâkıf ve bu konuda söz sahibi
kimseler de vardı. Nitekim Hz. Ali bir gün Hz. Peygamber’e, “Ey Allâh’ın Resûlü!
Biz bir babanın oğullarıyız. Ama seni, bazı anlayamadığımız kelimeleri Araplarla
konuşurken görüyoruz.” demişti.68
Kur’an tefsirleri ve hadîslerin garîp kelimelerinin izahı, Hz. Peygamber ve İlk
Dört Halîfe Devrinde modern lügatlerin tertip ve kapasitesinde olmasa da bir
“mu‘cem”in varlığını gösterir.
Emevîler Devrinde Arapça’nın geçirdiği safhalar daha çetin ve geniş
ölçüdedir. Bazı Emevî Halifeleri bu konuda çok hassas davranıyor ve Arapça’ya
sirâyet edebilecek şeyleri önlemeye gayret ediyorlerdı. Nahvin işte bu tür gayret ve
çabaların bir eseri olarak doğmuş olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.
66 Arap asıllı olmayıp, genellikle savaş esiri veya kölelik sebebiyle Araplara karışan ve soyca
azınlıkta kalan müslümanlara mevâlî (tekili “dost, âzatlı” anlamında mevlâ) deniyordu.
Emevîler ve sonraki yıllarada sayıları epeyce artmış, hatta idareye karşı problem olmaya
başlamışlardı. Bkz. Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü,
Devlet Kitapları, İstanbul 1971, “mevâlî” madd.
67 Ebū ‘Oŝmān ‘Amr b. Bahr, el-Beyān ve’t-tebyįn, Tahk.: el-Muĥāmį Fevzį ‘Aŧvį, Beyrut 1968, I,
246.
68 Aĥmed ‘Abdulġafūr ‘Aŧŧār, a.g.e., 27, 28.
Dr. Bilâl Temiz
325
E. İlk Filolojik Hareketler ve Öncüleri :
Araplarda İslâmiyet’in geldiği zamana kadar terim anlamıyla bir “mu‘cem”
yapılmış değildi. Ancak o zamandan sonra bazı yeni kelimeleri ve terim mânalarını
sözlü olarak sorma gereği duymuşlardı.
Başlangıçta filolojik hareketler şu üç unsur etrafında toplanmıştı :
1. İlk filoloji hareketleri Kur’ân-ı Kerîm’i ve hadîs-i şerîfleri doğru okutmak
için kullanılan basit ve iptidâî bazı kâidelerin vaz’ı şeklinde ortaya çıkmıştır. Diğer
bir ifâdeyle, İslâmiyet’in doğuşundan sonra yayılmaya başlayan hatalı
konuşmaların önüne geçmek için “dar sahalı bir bilgi derlemesi” şeklinde de
görülebilir.
2. Daha sonra Arap Diline yabancı kelime ve terkiplerin akın etmesi nedeniyle
mu‘cemlere ihtiyaç hasıl olmuştur. Ayrıca Arap Dilinden bazı müfredâtın
kaybolacağı endişesi de mu‘cemler için ikinci bir sebep olarak mütâlaa edilebilir.
3. Yukarıdaki iki gayeye cevap vermekle birlikte, Kur’ân’ın kelimelerini
açıklamaya yönelik hazırlanan ilk tefsir ve edebiyat kitapları da zikredilmeye değer
niteliktedir.
Filoloji hareketlerine ilk ve en kuvvetli sebep, Kur’ân-ı Kerîm’i anlama arzusu
idi. Filolojik çalışmaların toplandığı Nahiv, çoğu âlim tarafından Kur’an ile ilgili
olarak tanımlanmıştır. Meselâ İbn Bâbşâz, Nahvi şöyle tanımlar: “Allâh’ın –O’nu
tenzîh ederim- kitabından ve fasîh kelâmdan kıyas ve istikrâ (tüme varım) yoluyla
çıkarılan bir ilimdir. Bundan maksat, sözün doğrusu ile yanlışını ayırt ederek
Allâh’ın (c.c.) kelâmının mânalarını ve pratik faydalarını anlamaktır.” 69
İlk filologlar bu gâye için eski şiirlere de mürâcaat eder, Arapça’ya dair çok
şeyler öğrenmeye gayret gösterirlerdi. Şiirlerden aldıkları bu bilgilerin, Kur’ân-ı
Kerîm’i anlama yolunda kendilerine yardımcı olmasını isterlerdi.70
69 Çelebi, “Muhtasar Nahiv Kitaplarına Bir Bakış”, 7 (İbn Bābşāz, el-Mukaddime, neşr. Husām
Sa‘įd en-Nā‘imį, Bağdat 1970, 124’ten nakleder.).
70 İbn Fāris, eś-Śāĥıbî..., 467.İlk Filolojik Çalışmalar Döneminde Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça’ya Kazandırdıkları
326
Kısacası filolojik çalışmalar, Kur’ân-ı Kerîm’in kitap haline getirilmesi ve
yazılmasıyla başlamış ve bu arada gramer, kırâat ilmine bağlı olarak doğmuştur.
Nitekim gramere sıkı sıkıya bağlı ilk çalışma, Ebu’l-Esved (ö. 69/688) tarafından
Kur’an âyetlerindeki kelimelerin sonlarına i‘rap harekelerinin nokta şeklinde
konmasıyla başlamıştır.
71
Nahvin kurucusu hakkında çokça ihtilaf vardır. Bu konuda Ebu’l-Esved edDuelį
72, Nasr b. ‘Āsım (ö. 89/708), Abdurrahmān b. Hürmüz73 gibi isimler geçer.
Nahvin kurulmasını emredenlerin adları olarak da ‘Omer b. el-Hattāb (ö. 23/644),
‘Ali b. Ebū Tālib (ö. 40/660) ve Ziyād b. Ebįhi (ö. 53/ 673)’nin isimleri geçer. Bu
konudaki anlaşmazlık ve tartışmaların sonucunda, nahvi ilk ortaya koyan kişinin
Ebu’l-Esved olduğu anlaşılmaktadır. Onu bu işe sevkeden kişiler ise çeşitli
rivâyetler ile anlatılmaktadır ki, bazıları şunlardır :
a) Ebu’l-Esved şöyle anlatıyor: “Hz. Ali’nin Irak’ta olduğu sıralarda yanına
girdim; başını önüne eğmiş halde gördüm. ‘Ne düşünüyorsunuz ey Mü’minlerin
emîri?’ dedim. ‘Beldenizde lahn duydum. Bunun için Arapça’nın ana hatlarını
ihtiva eden bir kitap ortaya koymak istedim.’ dedi. Ben de, ‘Bunu yaparsanız, bu
dili aramızda yaşatmış olursunuz!’ (ya da ‘Bizi diriltmiş ve bu dili aramızda bâkî
kılmış olursunuz’) dedim.” 74
Bir kaç gün sonra, huzuruna giren Ebu’l-Esved’in önüne Hz. Ali, içinde
Arapça’nın kelâm yani cümle bilgisi kurallarını ihtivâ eden bir kâğıt koyar ve ‘İşte
bu şekilde devam et.’ anlamında ( ُـحْنُا ( demek sûretiyle ilk teşvikte bulunur. Ebu’lEsved aldığı bu tâlimât ile tesbit ettiği esasları ona sunarken, bir defasında Hz. Ali
kendisine, “ نَِّإ ve kardeşlerine” “ نَِّلك“ yi de ilâve etmesini hatırlatır.
71 Çetin, a, g, e., 150 vd.
72 es-Sīrāfī, a.g..e, 13; Özbalıkçı, a.g.e., 18.
73 İbnu’n-Nedīm, el-Fihrist, 39; İbnu’l-Enbārī, a.g.e., 10; Özbalıkçı, a.g.e., 18.
74 el-Ķıfŧī, İnbāhu’r-Ruvāt, I, 4 vd.
Dr. Bilâl Temiz
327
Ebu’l-Esved’e derlediği Nahiv kaideleri kastedilerek, “Bu kadar ilmi nereden
aldın?” diye sorulması, onun da “Anahtarlarını Hz. Ali’den aldım.” cevabını
vermesi, bu görüşü destekler. 75
b) Bir başka rivâyete dayanarak Hz. Ali’nin bizzat “ilk ortaya koyan”
âyetindeki76 ” لاَ یَأْكُلُھُ إلاَّ الْخَاطِئُونَ” bedevînin bir, sürenler ileri olduğunu
 sonunu
“َینِئِاطَخْال “okuduğunu görünce Nahvi ortaya koyduğunu ileri sürerler. 77
c) Diğer bir rivâyete göre de Nahvin vaz‘ını emreden Hz. Ömer (r.a.)’dır. Bu
... أَنَّ اللّھَ بَرِيءٌ مِّنَ الْمُشْرِكِینَ ” ,bedeviye bir âyetinin. 3 nin’Sûresi Tevbe göre rivâyete
âlimlerinden Dil, “üzerine öğretilmesi yanlış şeklinde ” وَرَسُولِـھِ (وَرَسُولُھُ...)
başkasının Kur’an öğretmemesini Ebu’l-Esved’in de Nahiv ilmini vaz‘ etmesini
emretmiştir.
d) Hz. Ömer’in gördüğü ya da duyduğu lahnı anında düzetmedeki titizliğine
duymaz duyar okuduğunu âyetini” لَیَسْجُنُنَّھُ عَتَّى (حَتَّى) حِینٍ...” gün Bir: örnek diğer bir
ona, “Bunu sana kim okuttu?” diye sorar. “İbn Mes‘ud okuttu.” cevabı üzerine,
okuyuşunu “ٍینِح تَّىَح “...diye düzelttikten sonra İbn Mes‘ûd’a, “Selâm sana. Demek
istediğim şüphesiz ki Allah, Kur’ân’ı indirmiş ve onu Kureyş’ten bu çevrenin
diliyle apaçık bir Arapça kılmıştır. Bu mektubum sana gelir gelmez insanlara
(Kur’ân’ı) Kureyş lügatiyle okut, Hüzeyl lügatiyle değil.” diye yazar.78
e) Başka bir rivâyette ise, Ebu’l-Esved’i Arapça’nın esaslarını tesbite sevkeden
zât, Ziyād b. Ebįhi’dir. Basra vâlisi iken Ziyâd’a bir adam gelir, babasının
تُوُفِّيَ أبَانَا (أبُونَا) وَتَرَكَ بَنُونَا ” ,için etmek ifâde bıraktığını çocuklar arkasında, öldüğünü
(ینِنَب “ (der. Bu bozuk konuşmayı işiten Ziyâd, ona doğrusunu söyler; Ebu’lEsved’e de Nahiv ilminin esaslarını vaz‘ etmesini emreder.79 Ya da Ziyâd, Ebu’lEsved yanındayken ona, “Ey Ebe’l-Esved! Bu pembe tenliler (َونُرَمْحَالأ (çoğaldı ve
75 İbnu’l-Enbârî, a.g.e., 8, 11; Özbalıkçı, a.g.e., 19.
76 el-Ĥāķķa, 69/37. Meâli : “O (kanlı koyu irin)i ancak (bile bile) hata işleyenler yer!”
77 el-Ķıfŧī, a.g.e., I, 15; Özbalıkçı, a.g.e., 18.
78 el-Enbārī, a.g.e.,13.
79 el-Enbârî, a.g.e., 40, 43.
İlk Filolojik Çalışmalar Döneminde Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça’ya Kazandırdıkları
328
Arapların dilini bozdular. İnsanların, kelâmlarını düzelteceği ve Allâh’ın Kitâbını
i‘râb edeceği bir şey vaz ‘etsen... lahn duyduğundan bahsederek, bunun
yayılmasını önlemek için bir rehber hazırlamasını emreder. Fakat o, nedense bunu
kabul etmeyip Vâli Ziyād’dan affını ister. Daha sonra bir kişinin Tevbe Sûresi’nin
üçüncü âyetini yanlış okuduğunu duyunca, kabul etmediği emri yerine getirmeye
karar verir ve Kur’ân’ı da harekeler.
Yine bir rivâyete göre, Ebu’l-Esved’in Nahve dâir yazmak istediği esere li
Ziyād’dan affını ister. Daha sonra bir kişinin Tevbe Sûresi’nin üçüncü âyetini
yanlış okuduğunu duyunca, kabul etmediği emri yerine getirmeye karar verir ve
Kur’ân’ı da harekeler. Yine bir rivâyete göre, Ebu’l-Esved’in Nahve dâir yazmak
istediği esere onu teaccüb fiili konusudur.81 Ebu’l-Esved’in kızının “ ! َاءَالسَّمَ لَمْجَأ اَم
” deyimini yanlış söylemesi üzerine Nahiv ilmini vaz‘ ettiği de rivâyet edilir. Ama
bunun, Nahvin vaz‘ına tek başına sebep olması doğru olmaz, deyim yerindeyse,
“bardağı taşıran son damla” olması mümkündür.
Bütün bu rivâyetlerden anlaşılan şudur : Nahvin vaz‘ını emreden farklı kişiler
ise de, bu ilmi Ebu’l-Esved’in ortaya koyduğu ve esaslarını da Hz. Ali’den aldığı
bir gerçek olarak görülmektedir. Dolayısıyla Nahvi ilk vaz‘ edenin Hz. Ali
olduğunu kabul edenler de az değildir.82
Arapça’nın ilk filologları arasında İbn Abbâs’a (ö. 68/687-88) ve buna bağlı
olarak, filolojinin şiirle ilgisine de burada yer vermek gerekir :
İlk filoloji hareketlerinde dînî gayenin hâkim olduğu düşünülür ve bu gaye
içinde tefsîre de yer verilirse, şiirle istişhâdın yani Nahiv kurallarına şiirlerden
örnek getirmenin filolojik hareketler arasında çok önemli bir yer işgal ettiği
görülür. Şiirle istişhâd Kur’an’daki garip kelimeleri açıklamak için başlamıştır.
Meselâ İbn Abbâs, hem epeyce şiir okumuş, hem de âyetlerdeki bazı garip
80 Abdurrahman b. Ebi Bekr es-Süyūŧī, Sebebu Vaż‘ı ‘Ilmi’’l -‘Arabiyye, Tahk.: Mervān el-
‘Aŧıyye, I. Basım, Dāru’l-Hicra, Dimeşķ 1988, 29-31.
81 Ebu’l-Ferec İsfehānī, el-Eġānį, Tahk.: Semįr Cābir, Dārü’l-Fikir, II. Basım, Beyrut Bty., XII,
349.
82 Özbalıkçı, a.g.e., 20.
Dr. Bilâl Temiz
329
kelimeleri açıklamak için şiirlerden deliller getirmiştir. Lügat ve gramer sahalarına
ait ilk bilgileri, Arap filolojisini Kur’an araştırmalarına bağlı olarak başlatan İbn
Abbâs’a borçluyuz. Kur’an’da yer verilen fakat günlük hayatta nâdir kullanılan
veya tefsire ait kelimelere dâir, ancak tamamlanmamış olan çalışması, diğer
lehçelerin klâsik Arapça’ya yakınlıklarını tayine yardım edecek en mühim
kaynaklardan biridir.83
Ebū Naśr el-Fārābį (ö. 330/942)’nin “el-Elfāž ve’l-ĥurūf” adlı eserinden esSuyūŧį (ö. 905/1500)’nin naklettiğine göre, Arap Dili’nin toparlanmasında Ķays,
Temîm ve Esed Kabîlelerinin lehçeleri esas alınmış; Huzeyl, Kināne ve Tāif’lilerin
bir kısmından da alınmakla birlikte, diğer kabîlelerin sözleri kabul edilmemiş, yine
şehirlerle ve yabancılarla münâsebetleri bulunan çöl halkından kelime
alınmamıştır.
84
en-Nażr b. Şumeyl (ö. 204/819-20)’in de uzun süre çölde kalıp fasîh konuşan
Araplardan kelime topladığı kabul edilmektedir. Önceleri notlar hâlinde kaydedilen
kelimeler, daha sonra halkın en çok kullandığı şeylerin ad ve vasıflarını içeren
küçük mecmualar halinde toplanmış ve bunlar Arap dilinin ilk sözlükleri
olmuştur.85
İlk zamanlarda bütün çalışmalar Nahiv çalışmaları adı altında toplanmıştı.
Birinci asrın sonlarına kadar devam eden bu durumdan sonra, araya Sarf ile ilgili
bazı hususlar girmeye başladı ve o da zamanla müstakil bir ilim haline geldi.
Ancak Sarf’ı Nahiv’den tamamen ayırmak ve ayrı mütâlâ etmek mümkün değildir.
Sarf’ın pek çok konuları Nahv’in içinde zikredilir.
Ebu’l-Esved’in başlattığı Nahiv çalışmaları, onun talebeleri tarafından
sürdürülmüştür. İlk planda ondan ders alan Nasr b. ‘Āśım (ö. 89/708), ‘Anbesetu’lfįl (ö. 100/18-19), Yahyā b. Ya‘mer (ö. 129/747) ve Ebu’l-Esved’in oğlu ‘Atā b.
Ebi’l-Esved’i görebiliyoruz. Bunlar ve akranları arasında hangisinin diğerlerinden
83 Çetin, a.g.e., 135.
84 es-Suyūŧī, el-Müzhir..., I, 211 vd.
85 Aĥmed Emīn, Żuĥa’l-İslām, Beyrut bty, I, 302; Özbalıkçı, a.g.e., 16.
İlk Filolojik Çalışmalar Döneminde Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça’ya Kazandırdıkları
330
üstün olduğu veya önce geldiği hususu ihtilaflıdır. Bu ihtilaflar birlikte
değerlendirilirse, adı geçen öğrencilerin Nahve ne tür hizmet ettikleri şöyle
sıralanabilir: 86
1. Ebu’l-Esved’in eserine kendisinden sonra Yahyā b. Ya‘mer tarafın-dan
ilâveler yapılmıştır. Onun bu işi Ebu’l-Esved’in oğlu ‘Atâ ile gerçekleştirdiği de
rivâyet edilir.
2. Ebu’l-Esved’in Nahvine ikinci ilâve Meymūn b. Akrān, üçüncüsü de
‘Anbesetu’l-fįl tarafından yapılmıştır.
3. Ebu’l-Esved’in talebeleri arasında Nahve dâir müstakil bir eseri Naśr b.
‘Āsım’ın verdiği belirtilir.
F. Filolojik Hareketlerin Gelişmesi :
Ebu’l-Esved’in talebelerinden sonra dil çalışmaları daha da önem kazanıp
ilerlemiş, eldeki dökümanlar maktıkî esaslara göre değerlendirilerek Nahiv ilmi
genişletilmiştir. Önceleri Basra’da, sonraları Kûfede de gerçekleştirilen DilEdebiyat çalışmaları, farklı prensipleri ve meseleleri kendilerine mahsus bir
görüşle inceleyişleri, dolayısıyla da ihtilafları ve buna bağlı münakaşaları olan iki
ekolün doğmasına yol açtı. Basralılar ile onlardan istifâde ederek yetişen Kûfe’liler
harâretli bir yarış içindeydiler.
Basra Ekolü (mektebi) mensupları aldıkları nakilleri, titizlikle seçtikleri ve
fasîh konuşan bedevîlerden duydukları şekilde kabul etmişler, ancak güç hallerde
kıyasa başvurmuşlardı ve dolayısıyla kıyasları daha sağlıklı idi. Meselâ, Abdullah
b. Ebî İshâk (ö. 117/735) Nahv’i olgunlaştırmış, kelime ve cümleleri kıyaslayarak
kullanmayı geliştirmiştir. Böylece onunla, özellikle kıyas konusunda, çok mühim
bir merhale aşılmıştır.
Ebu’l-Esved ve talebelerinden sonraki devrede Nahiv konulu ilk eserleri,
“ُعِامَجْال “ve “ ُالَمْلإكْا “adlı eserleriyle Îsâ b. ‘Omer es-Saķafī vermiş, gelişen ve
ilerleyen dil çalışmalarını zirveye doğru tırmandırmış, onun talebesi el-Ħalîl b.
86 Çelebi, Kuŧrub ..., ss. 29-30.
Dr. Bilâl Temiz
331
Aĥmed (v.175/791) ise en mükemmel şeklini kazandırmıştır. Arapçanın ilk
kāmûsu sayılan “نْیَعْالُ ابَتِك“i te’lif eden bu büyük âlim ile, hem Lügat hem de Nahiv
çalışmaları olgunlaşmıştır. Sonuçta bize ulaşan ilk Nahiv kitabı “ابَتِكْال“ın sahibi ve
el-Ħalįl’in talabesi Sībeveyh (ö.180/796) sayesinde Arapça’nın kâideleri düzgün
bir şekilde tesbit edilmiştir.87
Sîbeveyh aslında Hadîs İlmiyle meşgul olmaktaydı. Ancak hocası Ĥammâd b.
Seleme (ö.167/783-84)’nin huzurunda bir hadîsi yanlış okumuş, hocası da, “Hata
ettin Sįbeveyh!” diye bağırınca çok üzülmüştü. Ondan sonra bütün gücüyle Nahiv
İlmine çalışmaya başladı. Hocası Ĥammād’ı bir derece terk eden Sįbeveyh, o
zamanlar Nahiv’de şöhret bulmuş olan el-Ħalįl ya da (Büyük) el-Aĥfeş’in
öğrencisi olmuş, daha sonraları kendisi de pek çok ünlülere hocalık etmiştir.88
Sįbeveyh’in doğruyu savunma konusundaki titizliğini “Zenbūriyye” diye ün
kazanan şu olay gösterir: Sįbeveyh ile Kūfe ekolünden el-Kisāī (ö.181/797)
“ كُنْتُ أَظُنُّ أَنَّ الْعَقْرَبَ أَشَدُّ لَعْسَةً مِنَ الزَّنْبُورِ، فَإذَا ھُوَ ھِيَ ” Kisāį-el. çıkar tartışma bir arasında
cümlesinin89 son kısmını, “اَإیَّاھَ وَھ اَإذَف “ olması gerektiğini savunur. Sonuçta haklı
olduğu halde hakarete uğramış, kederinden hastalanıp İran’a dönmüştür.90 Basra
Ekolünün başkanlığına kadar yükselen Sįbeveyh, bütün Nahiv âlimlerinin hocası
olarak tanınmaktadır. Bu şöhrete kavuştuğunun en büyük delîli, telif ettiği “ ُابَتِكْلَا“
adlı eseridir.
Ebu’l-Esved ile başlayan dil çalışmaları Basra’da devam ederken Kûfe’de de
benzeri bir kareket görülmemektedir. Nahiv çalışmalarının önce Basra’da
başlamasının çeşitli sebepleri vardır. Bunların en önemlisi Basranın ticaret ve
kültür merkezi olmasıdır. Çeşitli millet ve mezheplere mensup âlim ve şahısların
buluştuğu yer olan Basra, gramer çalışmalarının gelişmesi için münâsip bir yerdi.
Kûfe’de ise çok sayıda sahâbe ve tâbiîler bulunduğundan, yabancı etkilere ve
87 Çelebi, Kuŧrub ..., ss. 30-31.
88 Mehmet Çakır, Sîbeveyh Öğretim Yöntemi ve Bazı Koyduğu Kurallar, İzmir 1994, 13,15.
89 Cümlenin anlamı : Akrebin eşek arısından daha zehirli olduğunu sanırdım. Anladım ki ha o, ha
diğeri.
90 Çakır, a.g.e., 15.
İlk Filolojik Çalışmalar Döneminde Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça’ya Kazandırdıkları
332
kültür akımlarına Basra kadar açık değildi. Sonuçta Arapların ve yabancılarla
buluştuğu bir kültür merkezi olan Basrada Mu‘tezile akımı gelişti. Mu‘tezile
Mezhebi’nden olanlar görüşlerini açıkça izah edebilmek ve rakiplerine karşı
başarılı olabilmek için bu lisanı öğrenmeye çalışıyorlardı. Bu ve benzeri
sebeplerden dolayı, “İhtiyaçlar yeni yeni keşif ve icatları doğurur.” gerçeği bir kez
daha ortaya çıkmış ve dil çalışmaları Basra’da Kûfe’den önce başlamış, ancak iki
şehir arasında irtibat kesilmemişti. Üstelik çeşitli nedenlerle birinden diğerine
devamlı hicretler oluyor, dolayısıyla birinde meydana gelen bir olay, kısa zamanda
diğerinde de duyuluyordu. İşte Nahv’in Kûfe’ye geçmesi böyle olmuştu.
Kûfe’de Nahv’in öncüleri, Mu‘āź el-Herrā (ö. 187/803) ve Ebū Ca‘fer er-Ruesį
(ö. 187/803)dir. Ebû Ca‘fer er-Ruesį, Nahv’i Basra’da ‘Îsā b. ‘Umer ile Ebû ‘Amr
b. el-A‘lā’dan öğrenmiştir. Daha sonra Kûfe’ye dönerek Basra Nahv’ini
öğretmeye başlar. Bunun için Ebû Ca‘fer Kûfe Ekolü’nün kurucusu olarak
gösterilir. Daha sonra gelen el-Ħalîl b. Aĥmed’in, onun yazdığı bir kitaptan
faydalandığı, Basra ve Kûfe Dil Ekolleri arsındaki ihtilafların el-Ħalîl ile Ebû
Ca‘fer arasında sessizce başladığı öne sürülür. Gerçekte Kûfe ile Basra arasındaki
ilk tartışma, Ebû Ca‘fer er-Ruesį’nin öğrencisi el-Kisāį ile Sįbeveyh arasında
meydana çıkmıştır. Her iki ekol arasındaki farklılıklar el-Kisâî ile başladığına göre,
Kûfe Ekolünün kurucusu olarak el-Kisāį’yi görmek daha doğru olur.
Kûfe ile Basra arasında Nahiv ile ilgili tartışmalar çok gelişti. Basralıların
bedevî Araplarla buluşup her türlü müşkillerini halletme imkânları olduğundan,
Kûfe’lilerden daha şanslı idiler. Kûfe’liler için böyle bir kolaylık sanki hiç yoktu;
fasîh ve belîğ konuşan çöl Arapları ile buluşmaları çok zordu. Dolayısıyla Basra
Ekolü daha sıhhatli ve güvenilir durumdaydı. Bu iki ekol arasındaki çetin
mücadeleler karşısında huzursuzluk duyan Bağdat’ta üçüncü bir “Nahiv ekolü”
ortaya çıktı ki, Basra ve Kûfe Ekollerini birleştirme gayretindeydi.91
Daha sonra Moğollar Arapça’ya büyük bir darbe vurdular. Câhiliye
Devri’nden beri süregelen “dilin tasfiyesi” ve diğer dil çalışmaları, Bağdat’ın onlar
91 Küçükkalay, a.g.e., 88.
Dr. Bilâl Temiz
333
tarafından istilâ edilmesiyle son buldu, denebilir. Ancak bu darbe, dil çalışmalarını
Mısır’a kaydırmış ve hizmet sahaları burada açılmıştır.
Bugün de Arap Dil Kurumu’nun çalışmaları çok verimli bir şekilde devam
etmektedir. Ancak bazı Arap ülkelerinde Arapça’yı yenileştirmek ve Lâtin
harfleriyle yazmak isteyenler ortaya çıkmıştır. Bu isteğe taraftar olmak
imkânsızdır. Çünkü yeni bulunacak usûl, telâfîsi mümkün olmayacak maddî ve
mânevî pek çok zararlara sebep olacak, yalnız Araplar değil, bütün İslâm Dünya’sı
derinden etkilenecek ve huzursuz olacaktır. Arapça’nın bu şekliyle muhâfaza
edilmesi en doğru ve en sâlim yoldur.
III. KUR’ÂN-I KERÎM’İN ARAPÇA’NIN GELİŞMESİNE
KATKILARI
A. Kur’ân-ı Kerîm’in Dil Özellikleri :
Kur’ân-ı Kerîm’in dil özelliklerine önce kendi muhtevasından bakmak gerekir.
Şu âyetlere Kur’an-ı Kerîm’in apaçık bir Arapça ile ifâde eşşizliği ve bu açıdan da
örnek alınması gereği belirtilir :
 “Allah sözün en güzelini (ِیثِدَحْالَ نَحسَأ ,(birbiriyle uyumlu ve bıkılmadan tekrar
bu, korkanların Rablerinden. indirdi olarak) كِتَابًا مُتَشَابِھًا مَثَانِيَ) kitap bir okunan tekrar
Kitab'ın etkisinden tüyleri ürperir; derken hem bedenleri ve hem de gönülleri
Allah’ın zikrine ısınıp yumuşar. İşte bu Kitap, Allah’ın, dilediğini kendisiyle doğru
yola ilettiği hidâyet rehberidir. Allah kimi de saptırırsa artık ona hiç rehber
olmaz.”92
“Kendilerine Kitap geldiğinde onu inkâr edenler (elbette sonucuna
katlanacaklar)!... Halbuki o, eşsiz bir kitaptır (ٌیزِزَعٌ ابَتِكَلُ إنَّھ .(Ona önünden de
çok, sahibi hikmet, O). لاَ یَأْتِیھِ الْبَاطِلُ مِنْ بِینِ یَدَیْھِ وَلاَ مِنْ خَلْفِھِ) gelemez bâtıl da ardından
övülen Allah’tan kısım kısım indirilmiştir. (Resûlüm!) Sana söylenen, senden
önceki peygamberlere söylenmiş olandan başka bir şey değildir. Elbette ki senin
Rabbin hem bir bağışlama, hem de elîm bir azap sahibidir. Eğer biz onu, yabancı
92 ez-Zümer, 39/23.
İlk Filolojik Çalışmalar Döneminde Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça’ya Kazandırdıkları
334
şekilde tafsilâtlı Âyetleri, ‘وَلَوْ جَعَلْنَاهُ قُرْآنًا أَعْجَمِیا : kılsaydık an’Kur bir dilden
açıklanmalı değil miydi: ُھُاتَآیْ تَصِّلُفَ لاْوَل ? Arab’a yabancı dilde (kitap) olur mu :
bir gösteren yolu doğru için inananlar, O: ki De. diyeceklerdi)?’ أَعْجَمِيّ ٌ وَعَرَبِيٌّ
rehber ve şifâdır. İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve
Kur’an onlara kapalıdır. (Sanki) onlara uzak bir yerden bağırılıyor (da Kur’ân’ın
buyurduklarını anlamıyorlar.)”93
 “Biz, anlayıp düşünesiniz diye onu Arapça bir Kur’an: ایِبَرَع اًآنْرُق kıldık”94 “Bu,
korunan bir kitapta hakikaten çok değerli bir Kur’an’dır. Ona temizlenenlerden
başkası el süremez. Âlemlerin Rabbi’nden indirilmiştir. Şimdi siz, bu sözü mü
küçümsüyorsunuz?”95
Hz. Peygamber (s.a.v.) de Hz. Ali’den nakledilen bir hadîsinde ileride çıkacak
büyük bir fitne sırasında Kur’ân-ı Kerîm’in, özetle, Allâh’ın her derde şifâ olan
sapasağlam ipi, hikmet dolu zikri, dosdoğru yolu vb. vasıflarını saydıktan sonra,
“Onun sayesinde arzular kötüye kaymaz, diller sürçmez, âlimler ona doyamaz...”
buyurmuştur.96
Dilin cümle yapısında ideal modelleri verişi yanında, üslubunun analizine dair
erken devirlerde başlayan çalışmalarla Kur’an bedį‘ beyan ve belâgatın en ince
noktalarına kadar araştırılmasına kadar uzanan bir gayrete yol açmıştır.
B. Kur’an’ın Yazılması Bakımından Katkıları :
Bir dilin gelişmesi ve kalıcı olmasında onun yazısının kullanılması çok çok
önemlidir. Câhiliye Döneminde yazı yok denecek kadar az bilinir ve kullanılırken,
Kur’an nâzil olmaya başlayınca, âyetlere gerekli dikkat ve özen gösterilsin diye
hadîs-i şerîflerin yazılmayıp sadece âyetlerin yazılması, aynı zamanda Arapça’nın
da benzer bir titizlikle yazıya geçirilmesi anlamını taşıyordu. Şu âyette yazının,
dilin zaptı ve yayılmasındaki önemi vurgulanmaktadır :
93 Fussilet, 41/41- 44.
94 ez-Zuhruf, 43/3.
95 el-Vâkı‘a, 56/77-80
96 et-Tirmiźī, VIII, 112-113; el-Enbārī, a.g.e., 6
Dr. Bilâl Temiz
335
“Nûn... Kaleme ve (kalem tutanların) yazdıklarına andolsun ki, sen Rabb’inin
nimeti (ezberlenen ve yazıya da geçirilen Kur’an97) sayesinde, deli değilsin.
Doğrusu senin için tükenmez bir ecir var.”98 Mukattaa harflerden olan “ن “harfi,
söz ve yazının ilk yaratılış ve gayesine işaret ve bunlara yemin ederek yazının ve
yazabilenlerin kıymetine dikkat çeker.99 Diğer taraftan Hz. Peygamber (s.a.v.)in,
“Benden Kur’an dışında birşey yazmayın; kim böyle birşey yazmışsa imhâ etsin”
buyurması
100 Kur’ân’ın yazılmasında uygulanan titizliği belirtir. Demek ki Kur’an,
önceki semâvî kitapların ve suhufların aksine, beşerî ilk kaynak olan Hz.
Peygamber’in hayatında ve gözetimi altında bugün isimleri tek tek bilinen kırktan
fazla vahiy kâtibinin elleriyle yazıya geçirilmiş olup Arapça’nın en esaslı
kaynağıdır.
101
Kur’ân-ı Kerim, yazının kullanma sahasını genişleten âmilleri yanında
getirdiği için Arap yazısı birden bire yepyeni ve aydınlık bir safhaya girdi; ictimâî
nizamın en önemli tesbit, tescil, telkin ve neşir vasıtası oldu. Hicri ilk yarım asırda
daha önceki üç asırlık hayatından daha fazla tekâmül etti. Artık Medine hattın
gelişme merkezi oldu. Ancak bu devrede Arapça’yı henüz tesbit ve ifadede
yetersiz olan yazının kusurları yakından hissedilmiş, bu kusurları giderecek
çarelerin aranmasına, önce Kurân metininin doğru tespiti, her türlü bozulmayı
önleyecek şekilde korunup doğru okunmasını sağlamak için gerek harfleri
birbirinden ayırıcı vasıf olarak, gerekse bugünkü harekelerin ilk şekli olan noktalar
eklenmişti.102
97 Tefsirlerde nübüvvet veya risalet olarak yorumlanan “Rabb’in nimeti”, konteks içinde
ezberlenmek ve yazılmak sûretiyle tesbit edilen Kur’an olarak yorumlanabilir.
98 el-Kalem, 68/1-3
99 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul bty. VIII, 5254.
100 Müslim b. Ĥaccāc el-Ķuraşį en-Nįsābūrį, Šaĥįĥu Müslim, Tahk.: M. Fuād ‘Abdülbāķį, Mısır
1955, IV, 2298.
101 Nihad M. Çetin, “Arap” Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1991, III, 283.
102 Çetin, a.g. madde, III, 276, 279, 296.
İlk Filolojik Çalışmalar Döneminde Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça’ya Kazandırdıkları
336
C. Kur’ân’ın Okunması Yönünden:
Daha önce de belirtildiği gibi, Arapların ve Arap olmayanların yaptıkları
lahnlara geçici bir hoşgörü ile bakılıyordu. Bu tür bir lahn ile karşılaşıldığında,
önceleri, “Kardeşinizi irşâd ediniz, konuşurken hata yaptı.” buyuran Hz.
Peygamber, “Konuşmadaki hatânız, ok ile vuramayışınızdan da betermiş!” diyen
Hz. Ömer ve bunları örnek alan Sahâbe, Tâbiûn ve sonraki nesiller, İslâm’a girip
de Kur’an ve hadîslerle dinini öğrenmek isteyenlere her türlü kolaylığı sağlamayı
görev bilmişlerdir.
Lahnların zuhûruyla en çok Kur’ân’ın yanlış okunmasından endişe edilmişti.
Çünkü fasîh konuşmada ün salmış el-Haccâc (ö. 95/714) vb. kişiler bile, rivâyete
göre bazı âyetlerin okunuşunda lahn yapıyorlardı. Buna göre diğerlerinin lahn
yapması daha da imkân dâhilindeydi. Durum böyle olunca çıkar yol, Kur’ân-ı
Kerîm’in harekelenmesi ve Arapça’nın kâidelerinin tesbit ve tasnif edilmesiydi.103
Kur’ân-ı Kerîm’e hürmetten dolayı Arap olmayan talebeler, Arapça’ya hizmeti
ibâdet sayıyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.v.) “Kur’an ifadelerinin hakîkatini104
 ve
105.buyurmuştur ” أَعْرِبُوا الْقُرْآنَ وَالْتَمِسُوا غَرَائِبَھُ :araştırınız kelimelerini ilginç
Hz. Ömer (r.a.), “Kur’ân’ı ezberlediğiniz gibi, i‘râbını da öğreniniz.” İbn
Mes‘ûd, “Kur’ân’ı tahlil edip yorumlayınız, çünkü Arapça’dır; Allah onun tahlil
edilmesini sever” demiş
106
, İbn ‘Abbâs ise, “Şiir Arab’ın dîvânıdır, Allâh’ın
103 Corci Zeydan, a.g.e., II, 13; Özbalıkçı, a.g.e, 17.
104“İ’rap” kavramının daha önce geçen, “kelime sonlarının cümledeki kullanımına göre gösterdiği
hareke veya harf değişikliği” anlamından başka, “Hak bildiği delili pervasızca ortaya koymak,
açıkça yorumlamak” anlamı da vardır. Bkz. Muĥammed b. Ebįbekr b. ‘Abdilķādir er-Rāzī,
Muħtāru’š-šıĥāĥ, Tahk. Maĥmūd Ħāŧır, Beyrut 1995, I, 177.
105 el-Buhârî, el-Cāmiu’s-Sahįh, I, 46; Muĥammed b. Aĥmed b. Ebįbekr el-Ķurŧubī, el-Cāmi‘u li
aĥkāmi’l-Ķur’ān, Tahk. Aĥmed ‘Abdul‘alįm, el-Berdūnį, Dāru’ş-Şa‘b, II. Basım, Kahire 1954,
I, 23; Mustafa Sâdık er-Râfi‘î,“İ‘cāzu’l-Kur’ān”, Tahk.: Mahmûd Sa‘îd el-‘Uryân, VIII.
Basım, Mısır 1965, 75.
106 el-Ķurŧubī, a.g.e, I, 23; el-Enbārī, a.g.e., 16.
Dr. Bilâl Temiz
337
onların diliyle indirdiği Kur’an’dan bir yer kendilerine kapalı gelirse dîvanlarına
mürâcaat ederler, açıklamasını orada araştırırlar.”107 diyerek yol göstermiştir.
Bütün bunlar müslümanları, Kur’ân’ın lâfız ve mânasını birlikte öğrenmeye
teşvik ediyordu. Bu bakımdan ilk filologlar Arapça’yı incelemeye koyulmadan
önce, kâidelerini tesbit edip ilginç kelimelerinin anlamlarını topladılar. Özellikle
edebî dile en yakın lehçeler hakkındaki malzeme Kur’ân’ın okunması konulu
eserlerde bulunmaktadır. VI. ve VII. asırlardaki lehçeler hakkında eski müelliflerin
müşahedelerini umumiyetle az bilinen ve kullanılan kelime ve tabirlere Ġarįbu’lKur’ān (Kur’ân’ın ilginç kelimeleri) adlı eserlerde raslıyoruz. Onların basit
denilebilecek bu çalışmaları, Arapça’ya ilgi duyan herkesin hayranlığını
celbetmektedir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm, Arap nesir hayatının ilk ve ebedî şaheseri
olup, stil ve üslupça taklîdi mümkün değildir.
Daha sonraki devirde Kur’ân-ı Kerîm’in tilâvetinde ortaya çıkan hatalara ve
hemen düzelmek için gösterilen îtinalara şunlar örnek verilebilir :
a) Hz. Ömer zamanında bir bedevî Kur’an tilâvet etmeyi öğrenmek için şehre
gelir ve bir adamdan öğrenmeye başlar. Hocasının, Tevbe sûresinin dokuzuncu
,bedevî duyan okuduğunu şeklinde ” إنَّ االلهَ بَرِيءٌ مِنَ الْمُشْرِكِینَ وَ رَسُولِـھِ (وَ رَسُولَھُ)” âyetini
şaşkınlık içinde, “Madem ki Allah, Resûlü’nden uzaklaştı. Ben de Peygamber’den
uzağım!” der. Hz. ‘Omer bu haber kulağına ulaşınca, bedevîyi yanına çağırtıp ona
bu okuyuşun hatalı olduğunu izah ettikten sonra şöyle bir emir verir: “Kur’ân’ı
108 ”لاَ یُقْرِئِ الْقُرْآنَ إلاَّ عَالِمٌ بِاللُّغَةِ .okutsun olan âlim dilde sadece
b) Bedevî bir Arap birine Kur’ân okumayı öğreten bir adama rastlar; yukarıda
geçen hatalı okuyuşu öğrettiğini görünce, “Yemin ederim, Allah elçisi
Muhammed’e bunu böyle indirmemiştir.” der. Öğreten kişi, bedevînin yakasına
yapışır, Halîfe Hz. Ömer’in hakemliğine başvururlar. Hz. Ömer nasıl okuttuğunu
107 Bedruddįn Muĥammed b. ‘Abdillah ez-Zerkeşī, el-Burhān fį ‘ulūmi’l-Ķur’ān, Tahk.: Mustafā
‘Abdülkādir ‘Atā, Dāru’l-fikir, Beyrut 1988, I, 369; es-Süyūŧī, el-İtķān, I, 19; Çelebi, elKuŧrub..., 20; Özbalıkçı, a.g.e., 16.
108 el-Enbārī, a.g.e., 38-39; Muĥammed b. Aĥmed el-Kurŧubī, el-Cāmi‘u li ahkāmi’l-Ķur’ān,
Tahk. Aĥmed ‘Abdül‘alįm el-Berdūnį, II. Basım, Dāruşşa‘b, Kāhire 1372/1952, I, 24.
İlk Filolojik Çalışmalar Döneminde Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça’ya Kazandırdıkları
338
sorunca, “ِـھِولُسَرَ و “...hatasını tekrarlar. O da, “Vallâhi Allah Muhammed’e böyle
109.der.” olacak ...” وَ رَسُولُـھِ” doğrusu, indirmemiştir
c) Bir başka bedevî Arap asıllı bir imamın namazda şöyle okuduğunu işitir:
müşrik, erkekler müslüman Siz, “Anlamı” (وَلاَ تَنْكِحُوا (تُنْكِحُوا) الْمُشْرِكِینَ حَتَّى یُؤْمِنُوا..”110
erkeklerle iman edinceye kadar evlenmeyin (?!..)” Bunun üzerine bedevî Arap,
“Fesübhānallah! Bu, İslâmiyetten önce büyük bir suçtu. Nasıl olur da hâlâ devam
eder?!” der. Bu okuyuşun bir lahn (hata) olduğu ve doğrusunun “...واُحِكْنُتَ لاَو:
evlendirmeyin.” biçiminde olduğu kendisine söylenince “Allah kahretsin! Bundan
sonra onu imam seçmeyin.” diye çıkışır.
111
D. Kur’an Metninin Analizi ve Yorumu Açısından :
Kur’ân-ı Kerîm’in, gerek ifade biçimi, gerekse yer verdiği kelimeleri ile
muhataplarının düşünce ufuklarını açtığı ve zorladığı bir gerçektir. İbn Cinnį bu
konuda şu örneği verir : “Allâh Teâlâ’nın, ‘Gökler de sağ elinde dürülmüştür :
‘...یدُ االلهِ فَوْقَ أَیْدِھَمْ.. :üstündedir elinin onların eli ın’Allâh ‘112’,وَالسَّموَاتُ مَطْرِیَّاتٌ بِیَمِینِھِ..
113vb. ifadeler ve ‘Allah Âdem’i Kendi sûretinde yarattı.’ hadîsini anlarken Allâh’ı
(hâşâ) bir beden gibi düşünmüşler, hatta bu câhillerin bazıları, ‘Baldır açılacağı
(zor işler için paçaların sıvanacağı) ve secdeye da'vet edilecekleri gün (secde)
verilen yer âyetinde 114 ’یَوْمَ یُكْشَفُ عَنْ سَاقٍ وَیُدْعَوْنَ إلَى السُّجُودِ فَلاَ یَسْتَطِیعُونَ : edemezler
baldırın, Rabb’lerinin baldırı olduğunda hiç şüphe etmemişlerdir. Sathî fikir ve
iz’an yoksunluğundan Allâh’a sığınırız, bu kişilerin bu şerefli dil ile bir yakınlık
veya ilgileri olsaydı, bu tür sıkıntılara düşmezler, dili bilmeleri saadet içinde
kendilerini korurdu.”115
109 el-Enbārī, a.g.e., 37; el-Kurŧubī, a.g.e., I, 24.
110 el-Bakara, 2/221. Meâli: “Müşrik erkeklere, -onlar îman edinceye kadar- (imanlı hanımları)
nikahlamayın.”
111 Çelebi, Kuŧrub..., 7.
112 ez-Zümer, 39/67.
113 el-Fetĥ, 48/10.
114 el-Ķalem, 68/42.
115 İbn Cinnî, el-Hasâis, III, 246.
Dr. Bilâl Temiz
339
Kur’ân’ı yorumlamanın üstünlüğü ve öğretmeye teşvik, hatalı okuyuşun
çirkinliği vb. konularda Hz. Peygamber (s.a.v.) ashâbı ve tâbiînden şu ifadeler
nakledilir :116
Ebû Hüreyre’den nakledilir ki: “Hz. Peygamber (s.a.v.) Kur’ân’ı i‘râb ediniz,
dikkat çekici kelimelerini araştırınız.” buyurur.
Nâfi‘ ve İbn Ömer’den, Rasûlullah (s.a.v) buyurur ki; “Kim Kur’an’ı tahlil
etmeden okursa, indirildiği haliyle her harfe on sevap yazan bir melek, bir kısmını
çözümlerse her harfe yirmi sevap yazan iki melek, tamamını analiz ederse her
harfe kırk sevap yazan dört melek vekil tayin edilir.”
Abdurrahman b. Zeyd’den, “Ebû Bekir ve Ömer (r.a.), ‘Kur’an yorumlarının
bazıları bize harflerinin ezberlenmesinden daha hoş gelir.’ derlerdi.”
Abullah b. Mes‘ûd, “Kur’ân’a ayrı bir değer veriniz, onu seslerin en güzelleri
ile okuyunuz ve tahlil ediniz; çünkü Arapçadır ve Allah onun yorumlanmasını
sever.” der. Eş-Şa‘bî de Hz. Ömer’in ‘Kim Kur’ân’ı okur ve yorumunu da yaparsa
Allah katında ona yüz şehit sevabı verilir.’ dediğini anlatır.
Son İlâhî Kelâm’a beşerî dil olarak Arapça seçilmiş, buna karşılık Arapça’nın
ilk filolojik hareketlerini, Kur’ân’ın doğru okunup öğretilmesine gösterilen titizlik
başlatmıştır. Ayrıca Kur’an Arapça’yı şu açılardan müsbet mânada etkilemiştir :
1) Öncelikle Arapça’yı tek lehçe etrafında toplayarak onun birliğini
perçinlemiştir. Câhiliye Devrinde çeşitli panayırlarda görülen harâretli dil
tartışmaları, meşhur şâir en-Nabiġatu’ź-źubyānįnin hakemliğinde ve ‘Ukāź
Çarşısında yapılan şiir yarışmaları Arapça’da dil birliğini sağlamaya çalışmış fakat
başarılı olamamış haraketlerdi. Kur’ân-ı Kerîm bunu tam mânasıyla sağlayarak her
şeyde olduğu gibi dilde de birlik ve beraberliği kurmuştur.
2) Kur’ân bir çok dillerde görülen bozulma ve yıpranmaya karşı Arapça’yı
korumuş, bir çok kelimeyi mâna bakımından geliştirmiş, çok sayıda yepyeni
116 Celālüddįn ‘Abdurraĥmān es-Süyūŧī, el-İtķān fį ‘ulūmi’l-Kur’ān, Tahk.: Mustafā Dįbü’l-Buġā,
Dāru’bni Keŝįr, II. Basım, Dimeşķ 1993, II, 1194.
İlk Filolojik Çalışmalar Döneminde Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça’ya Kazandırdıkları
340
kelimeler de kazandırmıştır. Çünkü Kur’an’ın kelimelerle ifade ettiği anlamlar;
ağaçlar kalem, denizler mürekkep olsa ve bir o kadar daha getirilseydi, Rabb’in
Kur’an’daki sözleri tükenmeden yine tükenirdi.117 Meselâ şu kelimeler İslâm’da,
Câhiliye Devrindekinden bambaşka mânâlar kazanmıştır :
Kelime : Câhiliye Anlamı :
gizleme Örtüp : الْكُفْرُ
gece gizleyen Örterek : الْكَافِرُ
Dua : الصَّلاَةُ
ُودُالسُّج : Başı öne eğmek
ve yol gizli Toprakta : الْمُنَافِقُ
 yuva açan köstebek
İslâmî Anlamı :
Îmansızlık, inkâr.
Dîne inanmayan kişi
Duâ ve namaz
Allâh’a secde etmek.
İnanmış görünen iki yüzlü kimse
3) Önceleri Arap Yarımadası’na münhasır kalan Arapça, Kur’ân’ın
nüzûlünden sonra her yöne, müslümanların gidebildiği her yere yayılmaya başladı.
Zira her müslüman Kur’an ile yakından ilgileniyor, dolayısıyla Arapça dünyanın
her yerinde kendini göstermiş ve yerleşmiş oluyordu.
4) Hemen her ülkede halkın konuştuğu avâm Arapçası birbirinden epeyce
farklı hale gelmesine rağmen, Kur’an-ı Kerîm sâyesinde müşterek ve fasîh bir
edebiyat dili değişip bozulmadan varlığını sürdürmektedir.
5) Kur’ân-ı Kerîm Arapça’yı resmî dil haline getirmiş, fesâhat ve belâğat
konusunda ona örnek, kaynak ve delil kabul edilmiştir. Böylece birçok gelişmiş
dilin zamanla gerileyip bozulmasının Arapça’nın da başına gelmesi önlenmiş oldu.
Kur’an-ı Kerîm’in Allah tarafından kıyâmete kadar korunacağı garantisi118
sâyesinde Arapça da varlığını sürdürecek demektir.
117 Bkz. el-Kehf, 29/103.
118 Bkz. el-Hıcr, 15/9. Meâli : “Kur’ân’ı Biz inirdik Biz. Onu koruyacak olan da yine Biziz.”
Dr. Bilâl Temiz
341
SONUÇ
Ortaçağda Arapça’nın ilk filologlarının dînî düşünce ve duygularından,
kısacası Kur’ân’a inançlarından aldıkları bitmek bilmeyen enerjiyle çalışma ve
tartışma gayretleri her milleti imrendirecek üstün sonuçlar vermiştir.119
Derli toplu bir lügata ilk olarak, İslâm Âlemi’nde el-Halîl b. Ahmed’in
Kitâbü’l-‘Ayn’ı ile rastlıyoruz.
Hâlîfe Hz. Ali zamanında Ebu’l-Esved ile başlayan filolojik çalışmalar,
Emevîler Devri’nde gelişmiş ve Abbâsîler zamanında en harâretli devrini
yaşamıştır. İlk Abbâsî Halîfeleri bile bizzat Nahiv ve Lügat âlimleriyle sohbete
zaman ayırıyorlardı. O halde Arap Dili’ne dâir bilgileri hayli çoğalmış, konuşma
hatalarıyla mücâdele ve araştırma daha da artmıştı. Dilin bu gelişmeleri Halîfe elMe’mûn zamanında ve aynı minval üzere Selçuklular Devrinde de sürdürülen
çalışmalar sonucunda çok şöhretli filologlar adamları yetişti. Demek ki, Arap Dili
çok şerefli ve zengin bir mâzîye sahiptir. Ancak elimizde çocukluk ve gençlik
çağlarına dâir pek az bilgi vardır.
İlâhî Kelâm’a son beşerî dil olarak seçilen Arapça’nın ilk filolojik
hareketlerini, Kur’ân’ın doğru okunup öğretilmesine gösterilen titizlik başlatmış ve
onu şu açılardan müsbet mânada etkilemiştir:
Kur’an en başta Arapça’nın yazıya geçirilmesini sağlamış, tek lehçe etrafında
toplayarak birliğini kurup perçinlemiş, resmî dil haline getirmiş, fesâhat ve belâğat
konusunda ona örnek, kaynak ve delil kabul edilmiştir. Apaçık (mübîn) dili
sâyesinde müşterek ve fasîh bir edebiyat dili, değişip bozulmadan varlığını
sürdürmektedir.
Kur’ân bir çok Arapça kelimeyi mâna bakımından geliştirmiş, ayrıca kelime
dağarcığına çok sayıda yeni kelimeler kazandırmıştır.
Arapça, Kur’ân sayesinde onun götürülebildiği her yere yayılıp yerleşmiş ve
bunu hâlâ sürdürmektedir. Öyleyse Kur’ân-ı Kerîm Arapça’nın varlık sebebi ve
119 Tahir Nejat Gencan, Dilbilgisi, Ankara 1966, 5.
İlk Filolojik Çalışmalar Döneminde Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça’ya Kazandırdıkları
342
kıyâmete kadar sapasağlam bir şekilde hayatını sürdürmesini garanti edecek
yegane desteğidir.
BİBLİYOGRAFYA
el-Ālūsī, Ebu’l-Fažl Maĥmūd (ö. 1270/11854), Rūĥu’l-Me‘ānį fį tefsįri’lĶur’āni’l-‘ažįm ve’s-seb‘i’l-mešānį, Dāru iĥyāi türāŝi’l-‘arabį, Beyrut bty.
‘Aŧŧār, Aĥmed Abdulġafûr, Muķaddumetu’ś-Śıĥâĥ, II. Basım, Beyrut 1979.
el-Buhârî, Ebū ‘Abdillah Muhammed b. İsmāîl el-Cu‘fî (ö.256/870), el-Cāmiu’sSahįh, İstanbul 1981.
el-Cevherī, İsmā‘įl b. Hammâd (ö. 390/1000) es-Sıhâh (Tâcu’l-Luġa ve Śıĥaĥu’l-
‘Arabiyye), Tahk.: Ahmed Abdulġafûr ‘Aŧŧār, Dâru’l-‘Ilim li’l-Melāyįn, II.
Basım, Beyrut 1979.
Çağatay, Neşet, İslâm Öncesi Arap Tarihi ve Câhiliyye Çağı, Ankara Üniv.
İlâhiyat Fak. Yayınları, Ankara 1982.
Çakır, Mehmet, Sįbeveyh, Öğretim Yöntemi ve Bazı Koyduğu Kurallar, İzmir
1994.
Çelebi, Muharrem, “Arapça’da Ezdâd Meselesi”, D.E.Ü İlâhiyât Fakültesi Dergisi
IV, İzmir 1988.
-----, “Muhtasar Nahiv Kitaplarına Bir Bakış”, D.E.Ü. İlâhiyat Fakültesi Dergisi
V, İzmir 1989.
-----, Kuŧrub (Hayatı, Eserleri ve Kitab al-Azmina), Basılmamış Doçentlik Tezi,
Erzurum 1981.
Çetin, Nihat, “Arabistan”, Küçük Türk-İslâm Ansiklopedisi, I. Basım, İstanbul
1978.
Çetin, Nihad M., “Arap”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul
1991.
Ebū ‘Oŝmān ‘Amr b. Bahr (ö. 255/869), el-Beyān ve’t-tebyįn, Tahk.: el-Muĥāmį
Fevzį ‘Aŧvį, Beyrut 1968.
Dr. Bilâl Temiz
343
Elmalılı Hamdi Yazır (ö. 1361/1942), Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul bty.
Emīn, Aĥmed, Żuĥa’l-İslām, Beyrut bty.
el-Enbārī, Ebû Bekr Muhammed b. el-Kâsım b. Beşşâr en-Nahvî (ö.328/ 940),
Īżāĥu’l-vaķf ve’l-ibtidā’ fį kitābi’llāhi ‘azze ve celle, tahk.: Muĥyiddîn
‘Abdurraĥmān Ramażān, Mecme‘ul-Luġa el-‘Arabiyye, Dimeşk 1971.
Ergin, Muharrem, Türk Dil Bilgisi, II. Basım, İstanbul 1962.
Fazlur Rahman,(ö. 1408/1988, Ana Konularıyla Kur’an, Terc. Alpaslan Açıkgenç,
Fecr Yay. Ankara 1987.
Gencan, Tahir Nejat, Dilbilgisi, Ankara 1966.
Hamîdullah, Muhammed, “Kitâbet San’atı”, Terc.Yusuf Ziya Kavakçı, İslâm
Medeniyeti Mecmuası, İstanbul bty.
İbn Cinnī, Ebu’l-Feth ‘Uŝmân (ö. 392/1002), el-Haśāiś, tahk. : Muhammed ‘Ali
en-Neccār, ‘Ālemu’l-Kütüb, Beyrut 1952.
İbnu’l-Enbārī, Ebu’l-Berakāt Kemāluddįn ‘Abdurraĥmān (ö. 577/1181), Nuzhetu’lelibbā’ fį tabaķāti’l-üdebā’, tahk. Muĥammed Ebu’l-Fażl İbrāhįm, Daru’nnehża, Kahire bty.
İbn Fāris, Aĥmed (ö. 395/1005) eś-Śāĥıbį fį fıķhi’l-lüġa, tahk. : Aĥmed Saķar, ‘Īsā
Bābį el-Ĥalebį ve Şurakāhu, Kâhire 1977.
İbnu’n-Nedīm, Ebu’l-Ferec, Muĥammed b. İsĥāķ (ö.384/994), el-Fihrist,
Mektebetu Ĥayyāt, Beyrut bty.
el-İsbehānī, Ebu’l-Ferec (ö. 356/967),el-Eġānį, tahk.: Semįr Cābir, Dārü’l-Fikr, II.
Basım, I-XXIV, Beyrut bty.
el-Ķālī, Ebū ‘Alį İsmā‘įl b. el-Ķāsim, el-Baġdādį (ö. 376/986), el-Emālį, Dārulkütübi’l-‘Ilmiyye, Beyrut bty.
el-Ķıfŧī, el-Vezįr Cemāluddįn Ebu’l-Ĥasen ‘Alį b. Yūsuf (ö.724/1324), İnbāhu’rruvāt ‘alā enbāhi’n-nuĥāt, tahk.: Muĥammed Ebu’l-Fażl İbrāhim, Dāru’lkütübi’l-mısriyye, Kahire 1950.
İlk Filolojik Çalışmalar Döneminde Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça’ya Kazandırdıkları
344
el-Ķurŧubī, Muĥammed b. Aĥmed b. Ebįbekr (ö. 671/1272-73), el-Cāmi‘u li
aĥkāmi’l-Ķur’ān, Tahk. Aĥmed ‘Abdul‘alįm, el-Berdūnį, Dāru’ş-şa‘b, II.
Basım, Kahire 1373/1954.
Küçükkalay, Hüseyin, Kur’an Dili Arapça, Denizkuşları Matbaası Konya 1969.
el-Meĥallī, Celāluddîn (ö. 864/1460) – es-Suyūŧī, Celāluddîn (ö. 911/ 1505)
Tefsįru’l-Celāleyn, Salah Bilici Kitabevi, İstanbul bty.
Müslim b. Ĥaccāc el-Ķuraşį en-Nįsābūrį (ö. 261/824), Šaĥįĥu Müslim, Tahk.: M.
Fuād ‘Abdülbāķį, Mısır 1955.
Özbalıkçı, Mehmet Reşit, Arap Gramerinde Kur’ān ve Hadisle İstişhād, İzmir
2001.
Pakalın, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, Devlet
Kitapları, II. Basım, İstanbul 1971.
er-Rāfi‘ī, Muśŧafā Śādıķ, “Tārįħu’l-edebi’l-‘arabį”, Dāru’l-kütübi’l-‘arabį
yayınlarından, Beyrut 1974.
er-Rāzī, Muĥammed b. Ebįbekr b. ‘Abdilķādir (ö. 721/1321), Muħtāru’š-šıĥāĥ,
Tahk. Maĥmūd Ħāŧır, Beyrut 1995.
es-Sīrāfī, Ebū Saįd Ĥasen b. ‘Abdillah (ö. 368h) Aħbāru’n-Naĥviyyįne’l-Basriyyįn,
neşr. F. Krenkow, Paris 1936.
es-Süyûŧī, Celāluddįn ‘Abdurraĥmān b. Ebį Bekr (ö. 911/1505), el-İķtirāh fį ‘ılmi
uśūli’n-naĥv, tahk.: Aĥmed Śubĥį Furat, İstanbul Üniv. Yayınları, İstanbul
1975.
-----, el-Müzhir fį ‘Ulūmi’l-Luġati ve Envā‘ıhā, Tahk.: Fuād ‘Alį Manśūr, Dāru’lKütübi’l-‘İlmiyye, I. Baskı, Beyrut 1988.
-----, Sebebu vaż‘ı ‘ılmi’l-‘arabiyye, tahk.: Mervān el-‘Aŧıyye, I. Basım, Dāru’lHicra, Dimeşķ 1988.
-----, el-İtķān fį ‘ulūmi’l-Kur’ān, Tahk.: Mustafā Dįbü’l-Buġā, Dāru’bni Keŝįr, II.
Basım, Dimeşķ 1993.
Şemsettin Sâmî, Ķāmūs-ı Türkį (Türkçe Temel Sözlük), I. Basım, İstanbul 1985.
Dr. Bilâl Temiz
345
et-Tirmiźī, Muĥammed b. ‘Īsā es-Sülemį (ö. 279/892), Sünenu’t-tirmiźį, Tahk.:
Aĥmed Muĥammed Şākir ve diğerleri, Dāru iĥyāi’t-Türāši’l-‘arabį, Beyrut
bty.
Yākūt el-Ĥamevī (ö. 626/1229), Mu‘cemu’l-buldān, Beyrut 1957.
ez-Zerķānī, Muĥammed (ö. 1367/1948), Menāhilu’l-‘irfān fį ‘ulūmi’l-Ķur’ān,
Tahk.: Mektebu’l-buhūŝ ve’d-dirāsāt, I. Basım, Dāru’l-fikr, Beyrut 1996.
ez-Zerkeşī, Bedruddįn Muĥammed b. ‘Abdillah (ö. 794/1392), el-Burhān fį
‘ulūmi’l-Ķur’ān, Tahk.: Mustafā ‘Abdülkādir ‘Atā, Dāru’l-fikir, Beyrut 1988.
Zeydān, Corci, Tārįĥu ādābi’l-luġati’l-‘arabiyye”, III. Basım, Matbaatü’l-Hilâl.
İlk Filolojik Çalışmalar Döneminde Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça’ya Kazandırdıkları
34

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...