02 Ekim 2018

Talmud'da Yahudilere Neler Emrediliyor?

Talmud'da Yahudilere Neler Emrediliyor?

Talmud'da Yahudilere neler emrediliyor?
Önce Talmud nedir onu açıklayalım. Talmud, Yahudi medeni kanunu, tören kuralları ve efsanelerini kapsayan dini metinlerdir.

Talmud, İbranice olan "lamad" (öğrenmek) kökünden gelir. Mişna ve Gemara bölümlerinden müteşekkildir. Talmud'un iki versiyonu vardır: 3. ila 5. yüzyıla ait olduğu kabul edilen ancak daha eski dokümanları da içeren Babil Talmud'u ve daha eski olan Filistin ve Yeruşalayim (Kudüs) Talmudu. (1)


Daha açıklayıcı olması açısından Talmud, Tevrat'ın bir nevi tefsiridir. Yani Tevrat'ta geçen emirleri daha detaylı ve daha ayrıntılı bir şekilde, hahamların dilinden ve beyninden çıkan düşüncelerle, muharref Tevrat'ın emirlerini de birleştirilerek ortaya çıkarılan hükümlerin yazılı olduğu bir kitaptır. Talmud'un çeşitleri vardır.

1-) Eğer bir haham sana sağ elin için; bu sol elindir derse ona bütün kalbinle iman etmeğe mecbursun.

2-) Senin görüş ve inanışına taban tabana zıt olsa da hahamların sözlerinin gökten indiğine inanacaksın.

3-) Bir insan Talmud doktrinlerine harfiyen riayet etmezse artık katiyen mesut olamaz.

4-) Talmud'a karşı saygısızlık, Tevrat'a hürmetsizlik demektir.

5-) Yahudi maksat ve gayeleri uğruna işlenen bütün günahlar gizli olmak şartıyla mübahtır.

6-) Goyimlere (Yahudi olmayanlara) karşı daima riyakâr bir güler yüz gösteriniz ve fakat onların sulh yapılmaz birer düşman olduklarını asla unutmayınız.

7-) Yalnız Yahudi olanlara insan gözüyle bakılır. Yahudilerden gayrısı sadece birer hayvan, hatifi birer domuzdur.

8 -) Yahudi olmayanlara hayvan muamelesi yapılır.

9-) Allah; dünyanın bütün servetini yalnız Yahudilere tahsis etmiştir. Bütün dünya serveti onlarındır.

10-) Bir şey çalmayınız, hırsızlık etmeyiniz hakkındaki emir sadece Yahudilere karşıdır. Goyimlerin mal ve canları helaldir. (*)

11-) Yahudi olmayan bir insandan çalınan her şey meşrudur. (*)

12-) Eğer Yahudi olmayan bir insan zarurete düşerse ona vereceğiniz paraya o şekilde faiz koymalısınız ki o adam bunun altından kalkamasın ve bütün malını satmaya mecbur olsun. Yahudinin bütün bunlardan istifade etmesini ve kendinden başkasını ezmeyi bilmesi şarttır.

13-) Yahudi olmayan bir insanın kanını dökmek, Allaha karşı bir kurban vermektir.

14-) İsrael'in (İsrail'in) kızı olmayan her kadın bir hayvandır. Yahudi olmayan bir kadınla gayrimeşru münasebet Yahudi için günah sayılmaz.

15-) Yahudi şeriatı erkeklere zinayı haram kılmıştır. Fakat bu yalnız Yahudi kadınlarını siyanet(korumak) içindir. Yahudi olmayanların ırzı, namusu helaldir.

16-) Hahamlar bütün bu sırları herkesten saklarlar. Onu yalnız İsrail milletine ifşa ederler.

17-) Bir yeminle, dimağ nasıl tehdit edilebilir. Bu esrarı, İsrael'in Allah'ına dahi söyleyemiyeceğim. Fakat onu İsrael halkına söyleyeceğim.

18-) Bütün bunlar goyimlere hissettirilmeden yapılmalıdır. Aksi takdirde yemin hükümsüz kalır ve Allah'ın isminin kirlenmemesi için men edilir.

19-) Sizi goyimlerden birini öldürmek suçu ile itham ederlerse, bunu yeminle açıkça inkâr edebilirsiniz. Çünkü öldürülen bir hayvandır. 

20-) Büyük barış gününde bütün günahlar geri alınır yeminler hükümsüz kalır.(Yom Kipur) yani Yahudilerin sene başında Yahudi olmayanlara karşı cinayetler affedilmiş sayılır... Ve tekrarlanmasına müsaade edilir.

21-) Her kim hahamlara hürmetsizlik eder ve Yahudi olmayan bir mahkeme huzurunda dindaşları aleyhine şehadette bulunursa derhal lanete uğrar..

Not: " Anlaşılıyor ki Yahudilerin insan kanı akıtmak hususundaki ihtirasları bu maddeden doğmaktadır. (İğneli Fıçı) namlı eserimizde, tarihte Yahudilerin nasıl ve vahşiyane bir şekilde insan öldürdükleri vesikalarıyla birlikte dercedilmiştir."

"Alfred Lemede" ismindeki muharririn "İsrael'in Cinayeti" isimli eserinde bu husus açıkça ortaya dökülmüştür. Bu kitapta birçok izahat mevcut olup korkunç ve barbarca cinayetler ve esrar dolu katiller vazıh surette zikredilmekte ve 20 Mart 1911 tarihinde Kiev şehrinde on üç yaşında bir Hristiyan çocuğunu iğneli fıçıda nasıl öldürdüklerini münakaşa ve itiraz götürmeyecek şekilde izah edilmektedir. Bu izahat arasında iğneli fıçıda can veren on üç yaşındaki çocuğa verilen derin ıstırap ve reva görülen işkenceler vardır. 

Paris’te Fransızca olarak neşredilen; "Bütün devirler boyunca Yahudilerde kanın esrarı" (Le mysere du sang ehez les juif de tous les temps) adlı eserde bu cinayetlerin Allah'a kurban vermek hususunda irtikâp edildiği olanca İlmî tahlilleriyle yazılıdır. 

Bu mevzuda mühim bir Yahudi şahsiyeti olan Bernard Lazare’e: "Yahudilere atfedilen bu korkunç cinayetlerin hali hazırda da yapılıp yapılmadığı hususunda sorulan suale" şu cevap alınmıştır:

-Bu mümkündür!.. (2)


Dipnotlar



* Yıldızla işaretlenen bu iki madde, Yahudilerin Eflâtun’u addedilen (Meymun) Maimonides'in ortaya ileri sürdüğü maddelerdir.


Kaynaklar:




2-) Cevat Rifat Atilhan, Gizli Devlet ve Fesat Programı, Aykurt Neşriyat, 4.Baskı, İstanbul 1968, Sf. 24-28

Analitik Felsefe (Analytic Philosophy)



Analitik Felsefe (Analytic Philosophy)

Analitik felsefe; 20. yüzyılın geleneksel felsefî bakış açılarını reddederek kurulan [1] ve 2. Dünya Savaşı'ndan sonra İngiltere'de ve Amerika'yla kimi İskandinav ülkelerinde yaygınlaşan ve felsefenin asıl uğraş alanının dil ve dildeki kavramları çözümlemek olduğunu, bu yolla “kafa karışıklığı” yaratan geleneksel felsefe sorunlarının çözülebileceğini savunan felsefe akımı.[2] Analitik felsefe, pozitivizmin 20. yüzyıl da çağdaş bir görünüm almış şeklidir. Neopozitivizm (yeni olguculuk) ya da mantıkçı pozitivizm olarak da bilinen bu anlayışa göre, felsefenin asıl uğraş alanı dildir.[3] Analitik felsefe dışında "Analiz", "Lingüistik Analiz", "Mantıkçı Analiz", "Felsefi Analiz", "Sıradan Dil Felsefesi", "Cambridge Analiz Okulu" ve "Oxford Felsefesi" gibi adlarla anılır. Analitik felsefe, İngilizce konuşan ve Kuzey İskandinav ülkelerindeki yaygın bir felsefî anlayıştır. Kıta felsefesiyse, daha çok ana dili İngilizce olmayan ülkelerdeki felsefî akımdır.[1]

Analitik felsefe terimi, 20. yüzyılın başından itibaren, özellikle Anglo-Sakson coğrafyada, değişik adlar altında olup tümü dilin analizine dayanan felsefi araştırmaları belirtmek için yaygın olarak kullanılmıştır. Analitik felsefe söz konusu olduğunda. daha ilk bakışta şaşırtıcı olan şey, amaçların, ilgi alanlarının ve yöntemlerin çeşitliliğidir. Bununla birlikte akımların. teorilerin ve uygulamaların çeşitliliği içinde bütün bu araştırmalar, analitik felsefe toplu adlandırmasını haklı gösteren bir esin ortaklığının tanıklığını yapmaktadır. Söz konusu olan, her durumda felsefî problemleri dil açısından ele almak ve bu problemlere dil analizi yaparak bir çözüm aramaktır...

Analitik felsefenin temel hareket noktası, felsefenin tek konusunun dil olduğu anlayışıdır. 20. yüzyıl başlarında gelişen mantıksal olguculuktan felsefenin kendisinin bilgi üretmediği görüşünü ve felsefe tarihinde yapıt vermiş düşünürlerin aslında dilin yarattığı sorunlarla uğraşmış oldukları görüşünü devralan analitik felsefe, felsefenin dilsel yapıları çözümlemekte aslî uğraşını bulabileceğini savundu.

Analitik felsefe, Russel ve mantıksal olgucuların anlayışların temelinde yatan, mantık aracılığıyla bir mükemmel biçimsel dil kurmayı amaçlar. Fakat bu amacından uzak kalarak gündelik dile yönelmiştir. Buna göre sağduyunun kaynağı olan ve “sıradan” insanların konuştukları dil, zaten tam ve yetkindir. Felsefeye düşen, dilin bu gündelik kullanımının dışına çıkması sonucu beliren sahte sorunları gidermektir. [2]

Bu yaklaşıma göre felsefe; varlık, değer ve Tanrı üstüne, doğruluğu test edilemeyen öğretiler öne sürmemelidir. Felsefenin görevi, dildeki kavramları çözümlemektir. Bu felsefe anlayışına göre bilime dayanan bilgi doğru bilgidir..Bir bilginin doğru olup olmadığını anlamak için de bilginin analizi gerekir.Bu amaçla bilimin kullandığı önermelerin kuruluşu ve yapısı incelenir.Bu dil analizidir.[3]

Akımın kurucusu ve en büyük temsilcisi, Avusturyalı filozof Ludwig Wittgenstein'dir. 1945-1960 yılları arasında gelişen analitik felsefe bir ölçüde İngiliz düşünürleri Bertrand Russel ve G.E. Moore'nin 1900'lerden başlayarak geliştirdikleri gerçekçilik ve çokçuluk düşüncesinden türemiş olan 1930'ların mantıksal olguculuğunun devamıdır.[2] Analitik felsefenin kurucuları arasında Cambridge filozofları G.E.Moore ve Bertrand Russell olmakla birlikte her 2 filozof da Alman filozofu ve matematikçi Gottlob Frege ve analitik filozofun öncülerinden olan ve Alman ve Avusturya asıllı Ludwig Wittgenstein, Rudolf Carnap, Kurt Gödel, Karl Popper, Hans Reichenbach, Herbert Feigl, Otto Neurath ve Carl Hempel gibi isimlerden etkilenmişlerdir. İngiltere'de Russell ve Moore'u C. D. Broad, L. Stebbing, Gilbert Ryle, A. J. Ayer, R. B. Braithwaite, Paul Grice, John Wisdom, R. M. Hare, J. L. Austin, P. F. Strawson, William Kneale, G. E. M. Anscombe ve Peter Geach, Amerika'daysa Max Black, Ernest Nagel, C. L. Stevenson, Norman Malcolm, W. 5. Quine, Wilfrid Sellars ve Nelson Goodman Avustralya'da A. N. Prior, John Passmore ve J. J. C. Smart takip etmişlerdir.

Analitik felsefe, Hegel kökenli "Mutlak Gerçeklik" kavramı ve idealist sentezine karşı bir reaksiyonu temsil eder. İdealist felsefedeki gerçeğin görünüşlerden büsbütün bağımsız olduğu ve felsefenin de bu bağımsız alanla ilgilendiği kabul edilmekteydi. Analitik felsefede ise, felsefenin işlevinin duyularımızdan bağımsız olduğu varsayılan ya da inanılan alanla ilgili spekülasyon yapmak değil bilgi dediğimiz şeyin hangi anlamda bir bilgi olduğunu lingüistik araştırmalarla analiz etmek ve felsefeden entelektüel kargaşa ya da yanlış anlama gelen ve hatta yanlış sorulan soruları ayıklamak olduğunu kabul edilmektedir.[1]

Analitik felsefeye göre felsefede ortaya çıkan sorunlardan birisi bulanık (açık-seçik olmayan)mantıksal çıkarımlar; diğeri değişik anlamları olan sözcüklerin birbirine karıştırılmasıdır.Bu yüzden derden kaynaklanan sorunları çözmek için de; bulanık mantıksal çıkarımlar yerine açık-seçik mantıksal çıkarımlar oluşturmak ve tek anlamlı sözcüklerden oluşan yapay bir dil sistemini kurmak gerekir. Bu akımın başlıca temsilcileri; Ludwig Witgenstein, Moritz Schlick, Rudolf Carnap ve Hans Reichenbach'tır.

L. Wittgenstein: Witgenstein, dili kullanmanın ve dili anlamanın, insanları sıradan şeylerden ayıran en önemli özellik olduğunu belirtir. Witgenstein'e göre dil dünyayı resmetmek suretiyle dünyayı temsil eder.Bu yüzden önermeler, olguların betimlemeleri ve olguların resimleridir.Öte yandan önermeler düşüncelerin dile gelmeleridir.

Witgenstein, daha sonra bu dil anlayışını değiştirerek başka bir dil görüşü geliştirmiştir.Bu yeni dil anlayışıyla dile doğal bir insan fenomeni, toplumsal bir fenomen (birden fazla insanın benimsediği kuralların varlığıyla işleyebilen bir fenomen) olarak yaklaşmıştır. Witgenstein'e göre felsefe, sayılıp dökülecek bir öğreti bütünü değil; bir faaliyettir. Filozofa düşen, felsefik kuramlar geliştirmek değil; dilin nasıl kullanıldığını göstermektir. Analitik felsefe, dil analizi eleştirisi yoluyla felsefi problemleri doğrularken onları “anlamsız” ve “anlamlı” olarak bir ayırıma tutar.

Metafiziğin konusuna giren problemler, anlamsız ve sözde problemlerdir. Tek tek bilimlerin çözebileceği problemler de ilgili bilim dallarını ilgilendirir. Bu durumda felsefeye sadece mantık ve bilgi kuramı kalır. Böylece felsefe araştırmaları sınırlandırılmış olur. Felsefede mantıksal dil çözümlemeleriyle doğrulanabilen önermeler anlamlı olarak kabul edilir. Böylece felsefenin konusu gerçek ya da düşünsel nesneler olmaktan çıkar, bilimsel önermelere ve kavramlara indirgenmiş olur.[3]

Analitik felsefe, yöntem anlayışı bakımından 2 tutumu kendi içinde barındırır: Bunlardan birincisi, biçimsel mantığa yönelik "Viyana Çevresi"nin anlayışını paylaşan dar anlamda çözümleyici felsefedir. Rudotf Carnap, Nelson Goodman, Willard van Orman Quine, A.Pap gibi filozoloflar, bu anlayışı savunurlar. 2.si "Oxford Okulu"ndan kaynaklanan, özellikle de Ludwig Wittgenstein'den etkiler taşıyan "dilbilimsel çözümleme" felsefesi. J. Wisdom, John Langshavv Austin, Gilberl Ryle, bu ununum temsilcileridir.

Çağdaş analitik felsefe, diyalektiğe olduğu kadar maddeciliğe de karşıdır. Bunun yanında tümeller konusunun tartışılmasında Platonculuğa (mesela A.Pap gibi) olduğu kadar nominalizme (mesela Goodman, Quine) de eğilim gösterirler. Ayrıca bilimle dünya görüşü arasında kesin bir ayrımı öngörürler. Analitik felsefeye göre, felsefî sorunlar ya karmaşık ya da bulanık mantıksal çıkarımlar dolayısıyla, ya da değişik anlamlarla o anlamları belirten kelimelerin birbirlerine karıştırılması nedeniyle meydana çıkmaktadırlar. Bu türden sorunlardan kurtulmak için; 

a) Anlamlı çıkarımların ideal mantıksal modellerinin kurulması ve b) Dilbilimsel analizle mümkün olur.

Ne var ki analitik felsefe, kavram ile kelimeyi özdeşleştirmek ve yapay bir dil anlayışına bağlanmak sureliyle önemli bir yanlışlığa düşer. Yine "gündelik dil"kavramları da belirsizlikten kurtulamamaktadır.Gerçekten de bazıları, "analitik"in mutlak felsefî öngörüsüzlüğe ya da öngereksizliğe dayanması şartının istenilemeyeceğini kabul etmek durumunda kalmışlardır. Bu bakımdan, temelde metafiziği reddetmelerine rağmen, -ister istemez-ona belli bir varlık hakkının tanınması gerektiğini itiraf etmek zorunda kalmışlardır. Sözgelimi G. Ryle Psişeyle ilgili sözcüklerin analizinde davranışçı bir tutuma ulaşırken, felsefeyle uğraşmayı öznenin ruhsal bir rahatsızlığının belirtisi şeklinde gören J. Wisdom, dilbilimsel analizi Freud'un psikanatiziyle uzlaştırmaya yönelmiştir. Öte yandan analitik felsefenin felsefi dünya görüşüne ait sorunları düşünce alanından uzaklaştırma çabaları başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

Amerika'daki "genel semantik", dilbilimsel analiz felsefesine sıkı bir şekilde bağlıdır. Genel semantikçiler, dil çözümlemesini her şeyden önce toplumsal olayların açıklama aracı olarak değerlendirirler. Bunun gibi toplumsal çatışmaların da, kendi nedenlerinin günlük dildeki kimi yetersizliklerden, kelimelerin birçok anlamlara gelmelerinden ve bunun doğurduğu "yanlış anlamalar"dan kaynaklandığını ileri sürerler. Fakat toplumsal çalışmaların bu denli bilimdışı bir nedenle açıklanması kabul edilir bir şey değildir.

Ne var ki, analitik felsefenin temsilcilerinin modern mantığı geniş ölçüde kullanmaları mantık ve matematik araştırmalarının önem kazanmasına neden olmuştur. Onlara göre felsefî bir gerçeklik bilgisi olmadığına göre, felsefe araştırmaları mantık, bilgi ya da bilim teorisi ve temel araştırmalarla sınırlanmalıdır. Yani felsefe, "bilimlerin sultanı" olma iddiası yerine, bilimsel bilginin "hizmetçisi", yardımcısı olarak görmelidir kendini. Felsefe araştırmalarının konusu ise, reel ya da ideal nesneler ya da olaylar değil; bilimsel olan önermeler ve kavramlardır. Bu yüzden de mantık ve bilgi teorisi sorunları yanında mantıksal dil analizlerini de temel olarak alanlar görülmüştür. Mantıksal doğruluklar, "her olabilir evrende" gizli olan, doğru önermeleri oluştururlar. Dilsel çalışmalar alanında ağırlık günlük dilin çözümlenmesine verildiği gibi (Wittgcnstein ve taraftarları gibi), bazen de günlük dil mantıksal yetersizliği dolayısıyla bir yana bırakılıp onun yerine yapma bir dil sistemi, yani kesin kurallara göre kurulmuş bir yapma dil sistemi konmaya çalışılır (Carnap'ta olduğu gibi).

Aslında bu tutumun temelinde Frege'nin yolunda giderek günlük dilin temciden yetersiz olduğu, onun için mantığınınki gibi dillere başvurmak gerektiği düşüncesi etkin olmuştur. Fakat Wittgenstein'ın "Traaaius"ta ifâde ettiği ilk dönem felsefesini eleştirmesi ve Pltilosophical Invesiigations'ta bütünüyle farklı bir tutuma yönelmesinden sonra sorun değişime uğramıştır. Bu arada Austin ile Ryle'nin öncülük ettikleri "günlük dil felsefesi", 2. Wittgenstein'in tutumunu sürdürmeye yönelmiş, dolayısıyla günlük dilin kılı 40 yaran bir analizinin felsefi değerine dikkat çekilmiştir.[4]

Terimin Kullanılışı

Doktrin olarak Analitik felsefeyle çoğunlukla mantıkçı pozitivizm ve mantıkçı atomculuk ve daha az yakın anlamla sıradan dil felsefesi ve yukarıda sayılanların kimi bileşkeleri kastedilmektedir. Bu 3 akımın Analitik felsefe başlığı altında ele alınmasının nedeni her üçünün de felsefenin ana işlevini analizde görmelerinden ileri gelmektedir. Analizle kastedilen dilin kullanılışı ve işleviyle ilgili analizdir ve geçmişte felsefi problem alanı içinde görülen bu problemlerin bir kısmı bu analiz sonucunda felsefe alanının dışına çıkarılır. Terim 1950'lere kadar bu manada kullanılmış; ancak bu tarihlerde önde gelen analitik filozoflar belirli araştırma alanlarıyla ilgilenmeye başlayınca çağdaş analitik filozoflardan ancak birkaçı yukarıda adı geçen okullara bağlı kalmaya devam etmiştir. Modern analitik felsefeyi mantıkçı pozitivizm'le eşitlemek ya da mantıkçı pozitivizme benzer görmek yaygın yapılan bir hatadır.

Bir metot olarak Analitik felsefe günümüz felsefesinde yaygın bir metotik yaklaşım olarak benimsenmektedir. Analitik felsefenin varsayım ve kanıtlara ağırlık veren yaklaşımı, belirsizlikten kaçınması ve ayrıntılara verdiği dikkat gibi net yaklaşımları günümüz felsefesinde de benimsenmektedir. Günümüz felsefesinde popüler "hayatın anlamı"na yönelik arayışlar önemli ölçüde azalmıştır.

Analitik felsefe geleneği 20. yüzyılın başlarında Gottlob Frege, Bertrand Russell, G. E. Moore ve Ludwig Wittgenstein başlamıştır. Bu filozofların çalışmalarıyla analiz ve mantıksal çabayla felsefi alanlar netleştirilmeye çalışılmıştır.

Linguistik felsefe dil felsefesine, dil felsefesi de metafiziğe yol açmış ve felsefenin çeşitli alt dalları ortaya çıkmıştır. 1960'ların ortalarından 20. yüzyılın ötesine geçildiği bu aşamada post-linguistik analitik felsefe belirli felsefi görüşler ya da ilgilerle tanımlanmak yerine eklektizm ya da plüralizm'le nitelendirilmeye başlanmıştır.[1]

Animizm (Animism, Canlıcılık)



Animizm (Animism, Canlıcılık)

Animiz, psikolojik olaylarda olduğu gibi hayatla ilgili olayları da düşünen bir rûhun yönettiğine inanan sistem (Stahl doktrini)'dir. Stahl'ın animizmi, hem mekanizme hem de vitalizme karşıdır; mekanizm, hayat olaylarını yalnız fizik-kimya olgularından ibâret sayar; vitalizm ise hayat olaylarını yarı maddî-yarı mânevî olan, hem fizik-kimya olaylarından hem de düşünen ruhtan ayrı bir hayat ilkesiyle açıklar. Şuur ve bitkisel hayat gibi 2 ayrı ilkeyi varsayan vitalistlerin çifte dinamizminin (düodinamizm) aksine animistler hem hayatla ilgili olayları hem de psikolojik olayları tek bir sebebe, düşünen ya da “akıllı”bir ruha bağlarlar. (Canlıcılık) insan öldükten sonra vücudu 18 gr. Hafifler. Bu 18 gramın rûh olduğu düşünülüyor. [1]

Animizm'e göre doğada sadece insanların değil; bütün varlıkların (hayvanlar, bitkiler vs.) bir canı ve rûhu vardır. Şamanlarda da bu düşünce hâkimdir. Hıristiyanlık öncesi Avrupa'da bu görüş, çok güçlüydü (hayvanlar, ağaç kültleri vb.) Aziz Francis'e göre karşı çıkan kimi Katolikler, onu Animist olmakla suçladılar. Fakat sonuç olarak Kilise, bunu reddedip Fransiskenler'i onayladı.[2]

Animizm, tabiata ait olan her şeyde, şuurlu bir yaşayış bulunduğunu ileri süren doktrindir. Örneğin, ilkçağlarda Yahudilerin gök gürültüsünü "Yahova'nın sesi" olarak adlandırmaları, Animist bir yaklaşımdır.

Animizme göre rûhlar, öbür dünyada da bu dünyanın benzeri bir hayat sürdüğünden, ölünün öbür dünyada fakir düşerek başkalarına muhtaç kalmamasını temin etmek lazımdır. O halde, ölen kimsenin eşyalarını, zengin ve güçlü ise, esir ve hizmetkarlarını da, ölüyle beraber göndermelidir. İlkeller, eşyaları da insanlar gibi canlı saydıklarından bunların ölmelerini temin etmek üzere mezara gömer, yakar ya da kırarlar. Böylece ölü, öteki dünyaya birlikte götürdüğü eşyalar sayesinde rahatını temin eder.

Animizm'e göre kişinin vücûdunun bir parçası da, onun ruhûndan bir parça taşır. Kişinin gölgesi, sudaki aksi, tasvîri de onun rûhunun bir parçasını taşır; çünkü "tasvirle gerçek aynıdır." Tek tanrılı dinlerin, özellikle [Yahudilik ve ] İslamiyet'in heykel / figür / sûret / resim yapılmasını yasaklaması, bu eski inancı ortadan kaldırmaya yönelik bir harekettir (ya da bu inancın bir sonucudur); 

Tevrat

“Kendine yukarıda gökyüzünde, aşağıda yeryüzünde ya da yeraltındaki sularda yaşayan herhangi bir canlıya benzer put yapmayacaksın.”
Tevrat, Mısır'dan Çıkış 20:4.

“Benim yanım sıra başka ilâhlar yapmayacaksınız, altın ya da gümüş ilahlar dökmeyeceksiniz.” Tevrat, Mısır'dan Çıkış 20:23.

“Dökme putlar yapmayacaksınız.” Tevrat, Mısır'dan Çıkış 34:17.

Kurân-ı Kerîm


“İsrailoğullarını denizden geçirdik. Derken, kendilerine ait putlara tapan bir kavme rastladılar. İsrailoğulları, "Ey Mûsâ! Onların kendilerine ait tanrıları (putları) olduğu gibi sen de bize ait bir tanrı yapsana" dediler. Mûsa şöyle dedi: "Şüphesiz siz cahillik eden bir kavimsiniz."” Kurân-ı Kerîm, Araf, 138.


“İbrahim şöyle dedi: "Yonttuğunuz putlara mı tapıyorsunuz?" ” Kurân-ı Kerîm, Saffat, 95.

Animizm'e göre insan tarafından kullanılan eşyalar da yine onun rûhuyla özdeştir. Ölümden sonra bunlar yakılarak ya da fakirlere verilerek ruhun tekrar gelerek yaşayanları rahatsız etmesi önlenir. Ölü, gömülürken şahsi eşyası -Özellikle kendi yapmış olduklarıyla daimi bir şekilde temas halinde bulundukları- beraberce mezara konur, yakılır, kırılır ve çok nâdir olarak suya atılır ya da yüksek bir yere asılır. ölü, yaşayanları büyük bir kıskançlıkla gözlemektedir. Eğer kendisine ait bir eşyanın başkası tarafından kullanıldığını görürse, derhal eşyasını kullananları öldürür. Bu yüzden ölünün diriler üstünde herhangi bir etki yaratmaması ve dirilerin de ölüler üstünde benzer bir sonuç meydana getirmemesi için ölen kişinin temas etmiş olduğu eşyayla asla temas edilmez. bunun için de bunlar türlü şekillerde yok edilirler.

Animizme göre ölü, kutsaldır. Bu yüzden, onun karşısında kutsal olmayan her türlü işi, çalışmayı durdurmak gerekir. (Bugün Anadolu'da cenaze haberi alındığında her türlü iş güç bırakılır.) Ölüm hâlinde kimi hareketler yapmak, ağlamak, sızlamak, kadınların saçlarını kesmesi, bedenlerine toprak sürmesi, bazen çok uzun süre konuşmayarak yas tutması gereklidir.

Ölüm olayı sonucunda ölünün karısı, yakınları ve eşyası pislenir. bu nedenle, bu gibi eşya ve canlılar tabudur. onlarla her ne olursa olsun temas etmemek lazımdır. Çünkü bu eşya ve canlılardaki pislik derhal temas edene geçmektedir. Dul kadınlar, kocalarının ruhlarına majik bağlarla bağlı olduklarından kimseyle evlenmelerine olanak yoktur. Her şeyden önce bu bağın koparılması lazımdır. Bu yüzden de; dul kadınlar, kendilerini kimi işlemlere tabi tutarlar. Çeşitli milletlerde görülen bugünkü matem elbiselerinin esasını, kocasının ruhunu aldatmak üzere boyalar sürünmek, deri ve kumaş parçaları örtünmek suretiyle kadınlar tarafından yapılan pratikler teşkil etmiştir.[3]

Animizmde, ruhlar insanlar arasına karışarak ya onlara şans verir ya da delirtir ve hasta eder. Bu yüzden ölü ruhlarını yatıştırmak için onlara adaklar adamak, kurbanlar kesmek, ölmüş atalarının mezarlarına sunularda bulunmak gerekir. Rûhlar da insanlar gibi yaşamak için yemek yemek zorundadırlar. Onların dünyası, bizim dünyamızın tam tersidir. Bizim kışımız, onların yazı; bizim gecemiz, onların gündüzüdür. Bu yüzden rûhlar, bizim gecemizde ortaya çıkarlar. Geceleri mezarlık kenarlarından geçilmemesi yönündeki halk inancı da buradan kaynaklanmaktadır.[4]

İnsan, teolojik hale fetişizm'le başlamış, buna iyi ve kötü rûhları sokmuştur. Sonra çoktanrıcılığa geçmiş, daha az; fakat daha güçlü rûhları işin içine katmıştır. Ardından bu tanrıları tek bir tanrıda birleştirerek tektanrıcılığa geçmiştir.

İlkel insana göre rûh, bedene ya da bedenin belli parçalarına bağlıdır. Can, insanın dışına çıkabilir fakat bu halde bile bedeni yönetir. Can (dış can) çalınabilir, yenebilir, geri getirilebilir, bazen yamanabilir, onarılabilir ya da yerine başkası konabilir.

Kişilik üstülük, sadece bedende değil onun attığı salgılar, saç, tırnak, sperm, idrar gibi bütün atıklarında da bulunur. Onun için bu atıkların kötü niyetli bir başkasının eline geçmemesi için herkes bunları saklar. Hatta bazen buna ayak izi bile eklenir. Kişinin gölgesi, sudaki aksi ve resmi, kişiliğine dahil nesnelerdir. Bu yüzden de hemen tüm ilkel toplumlarda insanlar, resimlerinin yapılmasına karşı çıkarlar. Hatta insanın ismi bile bu listeye dâhil olabilir. Bazen giysi de kişiliğe ait sayılır.

Hayatın özü olan can, bedeni terk edince, insan ölür. Bununla beraber ruhun bedende kaldığına ve yaşayanlardan öç alabileceğine inanıldığından, cesede büyük saygı ve özen gösterilir. Ölüler, bu âlemin tam tersi bir âlemde yaşamaktadırlar. Buradaki her şeyin tersi, ölüler âleminde geçerlidir.

Ölülerin öbür âlemde yaşadığına inanılır. Bu düşünce, hemen hemen evrenseldir. Yine bunun gibi evrensel olan bir başka düşünceyse ölülerin de öldüğüdür. Onlar için geçerli bir sonsuz hayat yoktur.

Animizmin başlangıcı, ruhun öldükten sonra var olduğu düşüncesidir. Böylece ruh, insanların etrafında dolaşan, onlara müdahale eden doğaüstü bir hal alır. O zaman bu ruha adaklar adamak, dualar etmek, kurbanlar kesmek eylemleri başlar ki bunlar dinin temel öğelerindendir. Zamanla sadece insanın değil, hayvanların ve bitkilerin de rûhları olduğuna, bunların da insanları iyi-kötü yolda etkilediğine inanılarak, bunlara da tapılmaya başlanmıştır. Böylece, önce atalarının ruhlarına tapan insanlar, daha sonra doğaya tapmaya başlamışlardır. Her nesnede ruh olduğuna inanılmasıyla, insanlarda canlı-cansız ayrımı kalkar.

Bu dinin mistik yanını Levy-Bruhl şöyle anlatıyor: "İlkel zihniyetin ortak tezahürlerinde nesneler, varlıklar, olaylar, bizim için anlaşılmaz bir şekilde hem kendileri, hem kendilerinden başka şey olabilirler. Yine aynı anlaşılmaz şekilde birtakım kuvvetler, meziyetler, mistik hareketler neşreder ya da alırlar ki bunlar oldukları yerde kalmaya devam etmekle beraber, kendilerini yine de bulundukları yerin dışında hissettirirler."

Maddi âlemin dışında, manâ âlemi düşüncesini geliştirmişlerdir ki mistik yan budur. Bu insanların ibadetlerinin amacı; manâyla temasa hazırlıksız oldukları zaman, kendilerini ondan korumak ya da hazır oldukları zaman manânın daha fazlasını benliklerinde tutmaktır.

Rahip, manâya tamamen sahip olan kişidir ve bunu istediği gibi kullanabilir. Tapınaksa manânın büyük miktarda toplandığı yerdir.

Mistik kuvvetler, doğada da vardır ve insan bunlara hakim olabilir: Birtakım sözler söyleyip, danslar edip, değişik karışımlar oluşturarak ya da kimi ufak heykelcikler yaparak. işte büyü buradan doğmuştur.

Salomon Reinachia göre büyü, Animizm'in tekniği ve stratejisidir. kimi nesnelerde büyülü bir kuvvet vardır; felaketi kovar ve mutluluk getirirler. Büyünün iyi tarafı (rahipler yapar) ve kötü tarafı vardır (büyücüler yapar).

Bu inanışa göre, resmin, heykelin, dansın, müziğin, bütün güzel sanatların ana kaynağı doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak Animizmidir. [5]

Çocuklukta Animizm Devresi

Animizm için eğitim ve psikoloji sözlükleri, "çocuğun çevresindeki eşyaları canlı saydığı dönemdir." diye söz ederler. Zihnî inkişâfın başlamasıyla, animizm dönemi de başlamış demektir.

Animizm dönemindeki çocuk, etrafındaki varlıklara; güneşe, suya, evlere hatta çakıl taşlarına bile hiç fark gözetmeden canlı ve şuurlu varlıklar gözüyle bakar. Çevresindeki varlıkları canlı ya da cansız olarak ayıramadığı için oyuncaklarıyla konuşur, bebeklerine isimler takar, odadaki ya da bahçedeki her şeyi kendi isteğine göre birer şahıs olarak tahayyül eder; bazen de başını çarptığı masayı, "pis masa!" diyerek tekmeler.

"5 yaşındaki kız çocuğu çemberini çevirirken birden durur ve annesine şöyle der: `Sanıyorum bu çember canlı; çünkü nereye istersem oraya gidiyor!' 2 yaşındaki bir çocuk ise, parmaklarını güneşe doğru tuttuktan sonra, kırmızı renkte gördüğü parmakları için, `Güneş parmaklarımı kanatıyor!' demiştir. Bir başka oğlan çocûğu da yağmurlu bir günde, garajdaki otomobili, `Yağmur yağdığı için garajda uyuyor' diye düşünür."

Yukarıdaki ifâdeler, çocuk animizminin bilinen örnekleridir. 3 yaşındaki bir kız çocuğu, "Evler, niçin yürümüyor?" diye rahatlıkla sorabilir; çünkü ona göre ev, kendisini barındıran canlı bir varlıktır.

Araştırmalara göre çocuklar, bir suçun kötü bir tesâdüften doğan bir olayla cezalandırılmış olduğuna inanmaktadır. Örneğin köprü, altından kaçmakta olan bir hırsızın üstüne çöker. Çocuklara göre bu inanç, orada kendiliğinden var olan adaletin tezahürüdür. Piaget, buna çocuğun animizmi gözüyle bakmaktadır.

Jacquin'e göre, egosantrizmin, animizmle aşağı yukarı aynı zamanda görünen bir başka sonucu da Artifisializm'dir. Buna göre çocuk, her varlığa bir sanat eseri olarak yapılmış gözüyle bakmaktadır. Ona göre, ırmakların yatağını kazan, güneşi ileri doğru iten, rüzgârı estiren çok büyük bir insandır.

Piaget ise Artifisializm'i, " Doğanın bir insan tarafından yapıldığını ya da insan tekniğine benzer yolla kendi kendini meydana getirdiğini düşünmek" şeklinde anlamaktadır. Piaget'nin anlatımıyla, Bovet'nin bir eserinden konuyla ilgili ifadeleri aynen aktarıyoruz.

"Çocuğun kendine vergi birçok fikirleri vardı. Yeryüzünün düz, güneşin de ateşten bir top olduğunu zannediyordu. İlk olarak birçok güneşin var olduğunu, her gün bunlardan bir tanesinin doğduğunu düşünüyor, nasıl doğup battıklarını anlayamıyordu. Bir akşam tesadüfen çocukların iple bağlı yağlanmış ve ateşlenmiş yumakları havaya atıp çektiklerini gördü. Yine aklına güneş geldi; güneşin de aynı şekilde havaya atılıp çekildiğini düşündü. Fakat hangi kuvvet yapıyordu bu işi? Büyük, kuvvetli bir adamın San-Fransisko'yu çevreleyen tepelerin arkasında gizlendiğini farz etti. Güneş bu adamın oyuncağı idi; adam her sabah onu göklere fırlatıp akşamları çekmekten hoşlanıyordu."

Piaget, bundan sonraki ifadelerinde, çocuğun gökte büyük ve kuvvetli bir adam olarak tasavvur ettiği varlığı, sonradan Tanrı olarak kabul ettiğini belirtmektedir. Aynı şekilde Jacquin, çocuğun içinde yaşadığı çevre, onun zihnine çok güçlü bir Allah fikrini yerleştirmese bile çocuk, bu Artifisialist düşüncesiyle her şeyin bir yaratıcısı ve yöneticisi olduğunun farkına varacağını ifade etmektedir.[6]

İlgili Yayınlar
  • Gailyn Van Rheenen, "Communicating Christ’in Animistic Contexts", 1996.
  • Giza Rsheim, (RÓheim, GÉza), "Animism, Magic, and the Divine King", 2005-books.google.com
  • Lorraine 5. Aragon, "Fields of the Lord: animism, Christian minorities, and state development’in Indonesia", 2000.
  • Margaret Mead, "An Investigation of the Thought of Primitive Children, with Special Reference to Animism", Journal of the Anthropological Institute of Great Britain!, 1932-jstor.org
  • Merry Bullock, "EJ330296-Animism’in Childhood Thinking: A New Look at an Old Question", Developmental Psychology, v21 n2 p217-25 Mar 1985-eric.ed.gov.
  • Michael M. Ames, "Magical-animism and Buddhism: a structural analysis of the Sinhalese religious system", The Journal of Asian Studies, 1964-jstor.org
  • Nurit Bird-David, "Animism Revisited: Personhood, Environment, and Relational Epistemology", EV de Castro, A Hornborg, T!-Current Anthropology, 1999-jstor.org
  • Orhan Hançerlioğlu, "Düşünce Tarihi", Remzi Kitabevi, İstanbul, 1970-itu.edu.tr
  • Özgür Velioğlu, "Şamanizm, Gök-Tanrı, Animizm, Naturizm, Totemizm, İslâmiyet İnançları Açısından İnançların Türk Sinemasına Yansıması", Es Yayınları.
  • R. R. Marett, "Pre-animistic Religion", Folklore, 1900.
  • S.W. Klingensmith, "Child Animism: What the Child Means by 'Alive' ", Child Development, 1953.
  • William McDougall, "Body and Mind-a History and a Defense of Animism", 2007.

Doğa Felsefesi (Natural Philosophy)




Doğa Felsefesi (Natural Philosophy)

Tarihi bir çerçeve içinde, öncelikle Antikçağ'da ya da Hellenik dönemde, M.Ö. 6. ve 5. yüzyılların salt doğayı konu alan felsefesi, sonra da Yunan ve Hıristiyan Avrupa'da genel fizikötesi sistemlerin doğaya ilişkin açıklamadan meydana gelen dalları.[1] Doğa felsefesi, felsefe tarihinde ilkçağ Yunan felsefesinin başlangıcında merkezi tema olarak doğanın ele alındığı felsefe yönelimidir. Daha sonra çeşitli biçimlerde sürmüş, yeni nitelikler kazanmış ve yeniden değerlendirilmiştir.[2]

Batı düşüncesinde karşılaşılan en eski teorik çabaların "doğa felsefesi"ne ilişkin çabalar olduğu söylenebileceği gibi, hatta, doğa felsefesi, Batı felsefesinin en eski "disiplin"i olarak da gösterilebilir. Fakat hemen şunu da belirtmek gerekir ki, doğa felsefesine ait problemler, bugünün felsefesinin de güncel problemleridir. Öbür yandan bir doğa (felsefesinden de söz etmek yanıltıcı olabilir; çünkü bu ad altında birbirinden oldukça farklı uğraşlar toplanmıştır. Bu yüzden de, genel olarak "doğa felsefesi" deyince "doğa" üzerine bir "felsefe" anlaşılacağından, önce "doğa" sözcüğünün anlamlarına kısaca bakmak gerekir.[3]

İlk insan topluluklarının doğaya bakış açılarından başlarsak, onlar tam anlamıyla doğanın bir parçasıydı. Acıkınca yemek ararlar, tehlikeyle karşılaşınca kaçarlar yani yaşamlarını ve ırklarını devam ettirme güdüleriyle yaşarlardı. Bilgi düzeyleri yetersiz olduğundan doğaya etki edemedikleri gibi doğrudan doğanın etkisi altındaydılar. Dolayısıyla doğanın kurallarına uyarak doğal bir hayat yaşadılar. Fakat zaman içerisinde insanın doğayla olan bütünlüğü ortadan kalkmaya başladı. Peki neden insan doğadan koptu? Çünkü insan biyolojik evrim sonucunda kendine dışarıdan bakabileceği, duygulardan uzak, mantık kurallarına bağlı bir beyine sahip oldu. Bu beyin ona kendini savunmasında ve barınmasında etkinleşme şansını verdi. İnsanoğlu kapasitesinin farkına vardı ve bilgi düzeyinin arttırmasıyla organik toplumlarda bir değişim süreci başladı. Avcılıkla insan doğa karşısında etkili olabildiğini gördü. Ayrıca şehirlerin ortaya çıkısı toplumsal yapı'nın kökünden sarsılmasına neden oldu. Var olan kadın-erkek eşitliğinin erkek lehine değişmesini sağladı. Evde de ekonomide de toplumsal işbölümü geleneksel eşitlikçi özelliğini kaybetti ve hiyerarşik bir şekil kazanmaya başladı. Bu durum yalnızca toplumsal alanda etkili olmakla kalmadı; aynı zamanda insan doğa ayrımının daha da belirginleşmesine neden oldu.

İlk çağlarda özellikle Yunanlı filozoflar doğa üstünde yoğun bir şekilde düşünmeye başladılar. Doğayı ve insanin doğa içerisindeki yerini kavramaya çalıştılar. Karmaşayı, düzensizliği ve vahşi yaban hayatîni temsil eden doğaya karşı, düzenliliğe, birliğe, uyuma ve sürekliliğe sahip "polisler", ilkçağ Yunan toplumlarında insanların yaşadığı korunaklı, güvenli ve korunması gereken şehir devletleriydi. Yani insan mücadele içinde olduğu doğadan ayrı ve kopuktu. Feodalizm’in hakim olduğu Ortaçağ'da insanin doğayı algılayışında pek bir değişiklik olmadı. şehir devletleri imparatorluklara, sahip olduğu tebaasını ve doğayı daha sistemli ve verimli sömüren dev büyüklükteki devletlere, dönüştü. Fakat aydınlanma dönemi doğa yi algılayış açısından bir dönemeçti. Çünkü "mekanist görüsü" geliştirdi.

Aydınlanmayla somut var olana yöneldi insanoğlu. Doğada keşfettiği fiziksel yasaları var oluşun tamamına yaymayı denedi. 19. Yüzyılda teknolojide sağladığı olağanüstü ilerlemelerle doğa karşısında artık çok daha etken bir öğeydi. Bir yandan doğayı çok iyi işleyen bir makine olarak algılarken, diğer yandan bu makinenin çarklarını istediği gibi döndürebilecek bir güce erişmişti. Artık doğa karşısındaki güçsüzlüğü yüzünden üretip, sonra da kaçıp sığındığı akıl dışı, büyüye ait, soyut açıklamalara ihtiyacı kalmıyordu.

Rönesanslı büyük bir ivmeyle başlayan bilimsel ve teknolojik gelişmeyi hayata uygulamak için; zamanın egemen, soyut baskı araçlarına (dinler, bos inanlar, soyluluk mitleri, doğaüstü güçler) karşı savaşmak gerekiyordu. Yasam kalitesini görece bir biçimde yükselten yeniler, eskilerin yerini alırken, etkili olan soyut dünya, materyalist bir mantık yürütme, somut gözlem sonucu külliyen lav ediliyor, bu yeniler yüzyıllardan beri duran ve geriye giden ilerlemenin yol açtığı bilgi açlığı sonucu var olan haklı-haksız, soyut-somut her şeyin yerini alıp, gidilecek, var olan tek yol olarak sunuluyordu.

Newton elmanın yere düşme nedenini buluyordu fakat sorularını sorgulama yöntemiyle (somut, deney-gözlem) siniyordu. Bunu da "Nasıl?" sorusunu sorarak yapıyordu. artık "Neden?" sorusuna gerek kalmamıştı. Nasılsa "Nasıl" sorusu cevaplanıyordu. Bu soru-cevap zinciri, her şeyi çözebilirdi. Dünyadaki var oluş, salt elmanın yere düşüşündeki fiziksel gerçeklikle, "Nasıl" sorusuna cevap verilerek çözülebilirdi.

Bacon, "Bilgi kuvvettir, bilgiye dayalı sanatlar (teknoloji) insana en yararlı sanatlardır." deyip, insanoğlunun estetik zevk almak için yaptığı sanatı faydasız bulup, teknolojiye yönlendiriyordu. İnsan bu açtığı yeni yolda yürümeliydi, hatta koşmalıydı. Yüzyılların dayattığı cehalet ve güçsüzlük tahakkümü sona ermeliydi, erecekti de. Fakat elde etmenin yolunu bulduğu bilgi ve ona dayalı sanatlar -teknoloji- onun kontrolünden ve araç olma sıfatından çıkıp, insanoğlunu yönetmeye, onun amacı olmaya ve ona doğal var oluşunun dışında gücünün yettiği kadar yapay bir dünya kurmaya çalışacaktı. Tabii ki akli sayesinde elde ettiği bilgilere dayanan ve hayatîni kolaylaştıran teknolojisi olmalıydı; fakat bunu var oluşunun gerektirdiği, açıkça gösterdiği "doğayla bütün, doğanın parçası olma" halinden uzaklaşmamalıydı. Ulaştığı bilgi seviyesini, bu ilerlemesini borçlu olduğu aklıyla olumlu, üretici, doğaya yani kendine zarar vermeyen bir teknolojiye dönüştürebilirdi.

Descartes, doğayı "Hakim ve sahip olunacak" bir şey olarak tanımlıyordu. Evet insan artık doğaya; aslında parçası olduğu ve/veya olmak zorunda olduğu bütüne bencil, faydacı eğilimleriyle yaklaşmalıydı. Çünkü artık gücü vardı. Fakat ona o gücü veren doğa, ondan neden daha güçlü olmasın?!

Zamanın yeni gelişen vahşi-kapitalist ekonomileri ve çökmeye yaklaşan imparatorlukları bu yeni sanattan yıkıcı bir rekabet içinde yararlandılar. Yeni sömürgeler buldular, insani feodal düzenden çıkarıp, çalışan ve kâr üreten fabrikaların çarkları yaptılar. İnsanoğlu doğal var oluşundan apayrı bir dünya içinde, hayatta ve üstün olmak için hakim, sahip, kullanıcı olacağı nesneler aradı. Bunun iç’in doğayı yasama alanını fütursuzca, açlıkla, inanılmaz bir dengesizlik içinde deliliğe varan panik haliyle sömürüp, kendine yani doğaya yabancılaştı. Sayısal, somut, mekanik hesaplar, olgular ve olaylar dünyasına sömüreceği "doğa" bitene kadar kapandı.

Bu gidiş için egemen soyut anlayış ile yapılan mücadelede ilerleme fikri nin, her alana uygulanacağına dair düşünce de etkin bir şekilde ileri sürüldü. Comte'nin entelektüel gelişmeye ilişkin "üç hal kanunu", Hegel'in "Tin'in kendi bilincine varis sürecinin geçirdiği aşamalar kuramı", Marks'ın "üretim biçimlerinin ilkel-komünal toplumdan komünizme doğru gelişmesi" görüsü; Concordet'in "insan zekası onun ilerlemesine" ilişkin geliştirdiği tarihsel sema, ilerleme fikrini n değişik kompozisyonlarıdır. Böylece her alanda rasyonalite kullanılıp, her şey bu yeniye adapte edilebilirdi. (Weber'e göre rasyonalite: Her şeyin hesaplanabil ir hale getirilmesi, verimlilik-iki nokta üstündeki en kısa hattın kullanımı-, d imistifikasyon-akıldışı, büyüye ait her şeyin reddedilmesi-)

İlerleme görüsünün en iyimser temsilcisi Concordet, her alanda bilimsel ilerlemenin kullanılabileceğini vurgular. Bilgilenen insan, sürekli ilerlemenin getireceği sorunları, yine ilerlemenin kazandıracağı rasyonel, bilimsel bilgi gücüyle kavuşturacaktı. Artan nüfus sorununu çözebilirdi. Bilimsel ilerlemeyle ahlâkî ilerlemeyi sağlayabilir ve doğruların yapılacağı mutlu dünyaya ulaşabilirdi. Doğanın bir sınırı vardı; fakat elindeki yeni, sihirli güç ile insan bu sınırlı dünyayı verimli kullanabilirdi. Sinir ona göre 1800'lü yıllara çok uzaktı.

Mekanist mantıktan yola çıkarsak, bir amacın, ereğin olmadığı Nasıl sorusunun değil, Neden sorusunun önem kazandığı, bütün somut olmayanın lav edildiği kaskatı bir dünyaya çıkarız. Bu estetik kaygıdan apayrı, yok ettiği soyut temellere dayanan etiğin yerine bir şey koymayan bilimsel mekanist görüş, insanin çıkarlarına, isteklerine olumlu-olumsuz ayrımı yapmadan destek, güç veriyor.

İnsanı ya da var oluşu rûh ve madde diye ayırıp insan-doğa uçurumunu açarak, bütünselliği bozup, karşıtlıklar ve çıkar ilişkileri koyan mekanist insan b ir canavar değil, aydınlanmanın ışığından körlesen bir bilgiye susamıştır.

Mekanist görüsün doğaya yaklaşımı günümüzde çevre felaketleri olarak nitelendirilen sonuçlara-sorunlara yol açtı. Çevre sorunlarının artması insanların bir yerlerde yanlış yaptığını göstermekteydi. Bu yanlışların tespit edilmesi ve doğru çözümlerin üretilmesi gerekiyordu. Böylece mekanist görüşe alternatif olan ekolojik görüş ortaya çıktı. Bu görüşü savunanlara göre, çevre sorunlarının köklü çözümü için, insanları doğayla yanlış ilişki kurmaya sevk eden doğaya ilişkin kavramları, fikirleri, duyguları, yaşantıları, kültürel değerleri ve yasam tarzlarını derinliğine ele alıp incele meleri, eleştirmeleri ve onlara alternatifler geliştirmeleri gerekiyordu. Ekolojik görüş, büyük varlık zinciri, romantizm, mistisizm ve animizm gibi görüş ve geleneklere; biyoloji ve ekoloji gibi bilimlere; Darwin'in evrim kuramı ve Malthusçuluk gibi görüşlere dayanır. Simdi bu görüşleri tek tek inceleyelim.

Varlık zinciri anlayışı Platon'a kadar dayanır ve evrenin organik kurulusu zincir hakkında bilgi verir. Bu görüşe göre yasam her birinin bütün için hayatî önem taşıdığı fakat kendi içinde hiyerarşik bir dizilime sahip olan halkalardan oluşur. Canlı ya da cansız herhangi bir halkanın yok olması, zincirin kopmasına neden olacaktır. Pope, şiirinde bu düşünceyi oldukça güzel ifade etmiştir.

"Doğanın zincirinden hangi halkayı koparırsanız, 10. olsun, 11. olsun fark etmez, kırılıverir zincir. Aşamalı sistemler, şaşkınlık veren o bütün e uyarak, hep birbirleri gibi yuvarlanıp giderlerken en küçük bir karışıklık koca bir sistemi yıkmakla kalmaz, bütünü de yıkar. Yer dengesini yitirir fırlar yörüngesinden; gezegenler, güneşler yasasız koşarlar gökyüzünde, yönetici melekler göklerinden uğrarlar; varlık varlık üstüne, dünya dünya üstüne yığılır."

Fakat dinozorların yok olmasına rağmen zincirin kırılmaması ikilem yaratmış ve buradan doğanın olanaklarının kendini zaman içinde gerçekleştirdiği fikrine, yani evrim kuramına varılmasına neden olmuştur. Ekolojik görüş varlık zinciri fikriyle birçok noktada uyuşmasına rağmen hiyerarşi fikrini reddeder. Bu kesişme noktalarını söyle özetleyebiliriz: (Ekolojinin temel ilkelerinden olan ekolojik çeşitlilik fikri, varlık zincirindeki çeşitlilik ve farklılığın değerli olduğu görüsüyle örtüşür. (Zincirdeki her halka sürekliliğin sağlanabilmesi için karşılıklı olarak birbirine bağlıdır. E.G. açısından da doğanın her parçası çok önemlidir. (orman kadar bataklık) (Zincirde bütünlüğü sağlayan evrensel ruh ekolojik görüşte enerji olarak karşılığını bulur. (İçkin güç artan ekosistemleri oluşturur.) (Zincir fikrinde ekosistem anlayışında olduğu gibi bütün hem organik hem inorganik varlıkları içerir. (Ekolojik görüş dikey hiyerarşiye dayanan, av-avcı ilişkisini içeren besin zinciri yerine yatay olan besin ağı kavramını kullanır. Yine de hiyerarşi fikrini içerdiği için varlık zinciri düşüncesiyle uyuşur.. Ekolojik görüsün dayandığı bir başka temel romantizmdir.

Romantizme gelince romantikler mekanist görüsün hem evren hem insan betimlemesini reddeder. Romantiklerden Carlyle'ye göre 18. yüzyılın özelliği şüphecilik ve manevi felçtir ve söyle bir yorum yapar: Bu ilahi Evren, birtakım motorlar, frenler, balanslar ve daha kim bilir nelerle hareket eden ölü bir buhar makinesi olmuştur. Kendi icat ettiği boğa tarafından yutularak onun karnında ölen Phalaris durumuna düşmüştür insan. Aydınlanma filozofları tarafından yüceltilen akil, romantiklere göre yapay ve empoze edilmiş ayırımlara götürür insani. Onlara göre gerçeğe ulaşmak için akil yerine sezgilerimize, insan ürünü şeylere değil doğaya bakarak edilgen bir şekilde ondan etkilenmeye açık olmak gerekir. Bilim ve sanatın kısır yaprakları kapatılıp seyreden ve alici bir yürekle doğaya yönelinmelidir.

Ekolojinin dayandığı geleneklerden bir diğeri olan mistik gelenekler insan merkezci değil varlık merkezcidir. İnsan diğer varlıkların efendisi değil onların arasında bir varlıktır.

Ekolojik görüsün bilimsel kökenlerinden biri olan Malthusçuluk, mekanist görüsün tersine doğanın sinirli olduğu, belli bir taşıma kapasitesi olduğu düşüncesini savunur. Bu da ekolojinin temel kavramlarından biridir.

Darwin de evrim kuramında ekosistemdeki canlıların karşılıklı bağımlılığına ve besin ağına dikkati çekmiş ve ekolojide önemli yer tutan taşıma kapasitesi kavramını kullanmıştır. Doğada iyilikle kötülüğün bir arada bulunduğunu, canlılar arasındaki savaşın ve açlıktan ölümlerin de güzellikler için var olması gerektiğini belirtmiştir.

Simdi de ekolojik görüşün temeli olan ekoloji bilimine ve ilkelerine bir göz atalım. Ekoloji, organizmaları çevreyle ilişkileri içinde inceleyen bilimdir ve belli başlı ilkelere dayanır. Ekolojik görüş, bu ilkeleri genellikle doğru olarak kabul eder ve pek tartışmaz. Ekolojinin başlıca ilkeleri şunlardır:

1. Doğanın bütünlüğü ilkesi: Doğada her şey, birbirine bağlıdır. Çevreye yapılan her şeyin başka yer ve zamanlarda yan etkileri olacaktır. Bu etkilerin tümünü önceden görmek pratik olarak olanaksızdır.

2. Doğanın sınırlılığı ilkesi: Çevre ve yenilenemez kaynaklar sinirlidir. Kaynakların tükenmesini önlemek için, kullanılan kaynaklar yeniden kullanılmalıdır. Ay rica çevrenin atıkları, kirliliği tolere etme kapasitesi de sinirlidir. Bu sinir birçok yerde asılmıştır. Bunun kimi sonuçları önceden bilinebilir, bazıları bilinemez. Bu etkiler çevrede önemli değişikliklere yol açtığından ve organizmalar var olan şartlara göre evrildiginden, çevrede yasayan canlılar için kötü sonuçlar ortaya çıkar.

3. Doğanın özdenetimi ilkesi: Ekosistem, kendi isleyişini düzenler; öğelerini dengede tutar; popülasyon denetimi yapar

4. Artan nüfus çevre sorunlarını sadece ağırlaştırabilir ilkesi: Sabit bir nüfusun yaşam standardında bir artış, sinirli kaynakların kullanılmasında; çevrenin tahribinde, pislikle dolmasında bir artış demektir.

5. Doğanın çeşitliliği ilkesi ya da çeşitlilikte keramet vardır ilkesi: Karmaşık ekosistemler, yalın ekosistemlerden daha istikrarlıdır.

6. Doğaya karşı elde edilen her basarinin bir bedeli vardır ya da bedelsiz yarar olmaz ilkesi.

7. Doğanın geri tepmesi ilkesi: doğaya karşı kazanılan zafer bir süre sonra yenilgiye dönüşür. doğa öç alır.

8. En uzun çözümü doğa bulmuştur ilkesi: Ekosistemin dengeli durumu doğal evrim sonucunda bulunan en uygun çözümdür. İnsan müdahalesinin yarar sağlama olasılığı riskinden küçüktür. Geniş kapsamlı sonuçları olan insan eylemleri geri gelmeyecek kayıplara yol açar.

9. Doğayla birlikte gitme ilkesi: Örneğin, tarım zararlılarını böcek ilacı kullanarak değil (çünkü zararsız canlıları da öldürüyorlar) zararlıları kendi doğa l düşmanları yoluyla öldürmek, toprağın azotunu kimyasal gübre kullanarak değil, baklagiller ekerek arttırmak gibi doğanın işleyişine uygun yöntemler geliştirme k gerekir.

Bu kısımdaysa ekolojik görüsün temel felsefi sorunlara bakisini çeşitli başlıklar altında inceleyeceğiz.

İlerleme eleştirisi ve teknoloji karşıtlığı aydınlanmayla ortaya çıkan sonsuz ilerleme fikri doğanın ilerlemeye bir sinir koymadığını varsayıyordu. Fakat bugün doğal türlerin ortadan kalkması fosil yakıtların bitmek üzere olması, kirlenmenin hızlı yayılması, ekolojik döngülerin bozulması, biyolojik çeşitliliği azaltan mono kültürün ve kimyasal böcek öldürücülerin yaygınlaşması tarihsel ilerlemenin bir sınırla karsılaştığını göstermektedir. Dolayısıyla eko-filozoflar sonsuz ilerlemeye karşıdırlar ve teknoloji ye kurtarıcı bir misyon yükleyen Bacon ve Descartes'in ya da aydınlanmacıların izinden değil, teknolojiyi bir kötülük olarak gören Rousseau'nun ve romantiklerin izinden giderler. Bu filozofların bir kısmı çevre için zararsız, insani baskı altına almayan yumuşak yada küçük ölçekli teknolojiyi önerirken; diğerleri her tür teknolojiyi reddederek mağara yaşamına dönmeyi önerirler. Büyük ölçekli teknolojiyle küçük ölçekli teknoloji arasında ayrım yaparlar. Küçük ölçekli teknoloji, el altındaki doğal enerjilerle (örneğin rüzgar gücü, insan gücü, su gücü ile) ve materyallerle (ağaç, tas, mermer, yün vs ile) çalışır. Sofistike, kuramsal bilgiye değil, daha çok sezgisel bilgiye dayanır. İnsanı etken kılar. Zanaatçı, ürüne kendi kişiliğini de katabilir. Üreticinin ürüne yabancılaşması söz konusu değildir. doğanın düzenine müdahale yoktur, sadece olagelen doğal süreçlerden yararlanılır. Büyük ölçekli teknolojiyse, doğada hazır bulunmayan soyut enerjileri ve yapay materyalleri kullanır. Bilisel kuramsal bilgiye dayanır. Bu tür teknoloji'nin ideali, gittikçe daha mükemmel ve birbirine benzeyen çok sayıda nesne üretmektir. amacı, etkililik, güç ve kârdır. Üretim süreci son derece küçük parçalara ayrılmıştır ve her bir isçi ürünün sadece çok küçük bir parçasını üretir. Bu tür teknoloji doğal süreçleri altüst edebilecek sonuçlara yol açabilir. Büyük ölçekli teknolojiye yöneltilen eleştiriler, hümanist ve çevresel olmak üzere 2 gruba ayrılır. Hümanist açıdan yöneltilen eleştiriler daha çok teknolojinin giderek insanin ellerini ve beynini gereksiz hale getirmesi, insani edilgenleştirmesi, üretim sürecinde inisiyatiften yoksun bir dişli haline getirmesi, kendini gerçekleştirmesine ve yaratıcı güçlerini kullanmasına olanak vermemesi ve insanın çalışmadan aldığı zevki azaltması üstünde odaklanır. Ekolojik açıdan ise, büyük ölçekli teknoloji doğada yabancı bir cisim gibidir. doğal süreçlere insan düzenini empoze eder, insanin doğa üstündeki egemenliğini arttırır ve bu başlı başına kötü bir şeydir.[4]

Doğa felsefesiyle doğabilim arasındaki ayrım, hiç de kendiliğinden anlaşılır bir ayırım değildir ve bu ayırım hiçbir zaman açık olmamıştır. Avrupa düşünce tarihine bakıldığında, bu 2 kavrama yüklenen anlamların yüzyıllar boyu özdeş kaldıkları kolayca saptanabilir. Bu 2 bilgi alanı arasında 17. yüzyıldan önce bir ayırım söz konusu olmamış ve hatta ondan sonra özellikle İngilizce konuşulan ülkelerde her 2 terimin anlamları yine özdeş kalmıştır. O zamanlar bir doğa felsefecisi profesör, doğal olarak bir fizikçiydi ve fizikçi olarak o, önce ahlâk felsefecisi profesörden, sonra da felsefe profesöründen ayrılmıştır.

İşte bu sıralarda Avrupa kıtasında bir ayırıma başvuruldu ve biri spekülatif ve belirsiz, öbürüyse sağın ve olgulara dayalı 2 disiplinden söz edilmeye başlandı. Kimi bilim insanları bağımsız bir doğa felsefesinde meydana gelen bu ayrılmada, bilgi açısından mutsuz bir parçalanma görürler. Kendi düşünce yolları içinde sıkı bir empirik sağınlık peşinde koşan öbürleri açısından ise, bu savı (felsefi) bir otoriteye dayanarak doğrulamayı denemek, sağın bilimden sapmak demektir. Bu yoruma göre, doğa felsefesi matematikselleşemeyen, itkelerden yoksun ve karanlık bir bilim, yalnızca Ortaçağ insanının kabul ettiği anlamda bir bilimdir. Kuşkusuz böyle bir yorum yanılgı içerir.

Doğabilimiyle doğa felsefesi arasındaki ayırım, tarihsel bir rastlantı sonucu ortaya çıkmış bir ayırım da değildir. Bu ayrımın nedeni, daha çok doğabiliminin modern konumundan dolayıdır. Galileo ve Newton 'dan önce fizik, tanrının inayetine ya da insanın derinliğine düşünmesine ya da rastlantıya bağlı olarak bulgulanan ve bulanık ta-sarımlar ya da çok genel kategori sistemleri içinde biraraya toplanan olguların derme çatma bir kompleksiydi. Bilimsel doğruluk öylesine sıradan olabilirdi ki, örneğin Nicolaus Cusanus'un sözcükleriyle “her parçasından bütünün fışkırdığı' bir şeydi (ex omnibus paıtibus relucet lotum). En sağın bulgu bile bir kozmoloji içermekteydi. Bir bilimsel olgudan genel bir yasaya geçme, bu olgu ne kadar büyük önem taşırsa taşısın, disiplinsizce ve rastlantısaldı. Bilimsel olgular üzerine yapılan mantıksal tartışmalar, etik ve dinsel problemler. üzerine yapılan tartışmalarla aynı stile sahipti ve s12si felsefeye ait konular sayıldıklarından, bilim de onların bir parçası sayılıyordu.

Fakat Galileo ve Newton'la birlikte bilime yeni bir öğe girmiş oldu: Yöntem. Böylece olgular, şimdi yalnızca bir buluş konusu değil, aynı zamanda, bir kanıtlama konusu oluyorlardı, Yani mantıksal düşünceler ve matematiksel dedüksiyonlar (tümdengelim), dikkatli gözlem ve deneylere bağlanıyor ve mantık, empirik bilimin içine sokulmuş oluyordu. Bu yenilik, modern bilimin doğuşunda kozmolojik spekülasyonların keyfiliğine bir son vermek konusunda çok etkili bir aracı temsil eden Bacon'un indüksiyon (tümevarım) kurallarına başvurulmuş olmakla da sınırlı değildi.Galileo ve Newton'un yöntemleri, hatta, Bacon'un indüksiyon kurallarından oldukça uzaklaşarak, deney ve gözleme, kanıtlanamaz türden tasarımlardan kalkarak doğrulanabilir olgulara, geçmek için başvuruyordu, 

O ana kadar bir olgular katalogu halinde spekülasyonlara karışmış olan bilim, bu kez, dikkatle gözlemlenen olguların örgün bir bütünü olarak, gözlemlenmiş fenomenlerin rasyonel şekilde açıklanmasını sağlayan yöntemlerce desteklenmiş oluyordu. Fakat hemen aynı zamanda, oldukça önemli yeni bir problemler dizisi ortaya çıkmış oldu.

Bu yöntemler nedir ve onlar neden dolayı başarıyla kullanılabiliyorlar ?

Kant, bu problemin farkındaydı ve Galileo döneminden önce tümüyle anlamsız sayılan şu sorunun üstüne gitti: Salt mantıksal ve matematiksel düşünmeyi doğa hakkında neye dayanarak kullanabiliyoruz ?

Gerçekten de modern fiziğin başlangıçlarında, bilimsel olguları örgün bir bütün içinde ele almayı sağlayan yöntemlerin kesinlikle olguların kendilerinden bağımsız oldukları anlaşılmıştır. İşte bu durumun farkında olmak ve onun üzerine ciddiyetle eğilmek ve nedenini sormak, doğa felsefecisi olmak demektir. Günümüzün fizikçisi, yapmış olduğu gözlemleri biraraya toplar ve bu gözlemler hakkında, önceden öğrenmiş olduğu ve pek ender olarak sorguladığı bir düşünme tarzı içinde sonuç çıkarır.

O, kanıtlamalarında başvurduğu ilkeleri, kendisinden önce ortaya konmuş, yeterli ve verimli bir birikim düzlemi olarak kabul eder. O, kendi bilim alanında öylesine gelişmeler gerçekleştirebilir ki, kullandığı yöntemlerin açık-seçikliğinden kuşkuya düşmeyi düşünmez Gerçi o, kullandığı yöntemlere uymayan ve o ana kadar güvenilir saydığı bu yöntemlerin denetlenmesini gerektirecek ilkesel güçlüklerle karşılaşabilir. İşte, bu açıdan soruna bakan bir bilim insanı, doğa felsefecisi olmaya başlamış demektir. O, dahice bir sezişle, böyle bir durumda kullandığı yöntemlerin kimi öğelerini değiştirebilir ve önüne dikilen güçlükleri giderebilir de. Hatta bu sayede ünlü bir bilim insanı da olabilir ve giderek yöntemlerinde yapmış olduğu değişikliği bile unutabilir.

Doğa felsefecisiyse, işte tam da bu türlü değişiklikleri gündeme getiren, bilimsel yöntemleri betimleyip çözümleyen bir uyarıcıdır. Bu uyarıcı, bu yöntemlerle öteki insansal etkinlikler arasındaki bağlılıklara da işaret eder ve bunlar hakkında kimi yargılara varır, bilimsel süreci çözümler ve bu süreci yalın kavramlara indirgemeyi dener. Bilimsel bilginin bizzat güvenilir bilgiyi temsil ettiği kabul edilirse, doğa felsefecisi, öyleyse bilgi sürecinin önemli bir bölümüyle uğraşıyor demektir. Bu yüzden de de, doğa felsefecisinin bilgisel amacı, sağın anlamıyla doğabilimsel bilgi amacından ayrılır ve doğa felsefesi bilgi kuramının (epistemoloji) önemli bir parçası olur.

Bilgi kuramı, zaman zaman, felsefenin bir başka bölümüyle, yani ontoloji ya da varlık kuramı denen bölümüyle karşıtlık içindedir. Ontoloji, bilimin yöntemlerinden bağımsız olarak bilinebilecek kesin ilkeler olduğunu, bu ilkelerden yola çıkıldığında varlığın sınırlarına priori olarak belirlenebileceğini kabul eder..

Ontolojik literatür, çoğunlukla, bir sezgi formu, aracısız bir özgörü (vizyon, Wesenschau) ve sağlıklı insan anlığına dayanır ve oluş ile zorunluluk arasındaki kutuplaşmanın önemi üstünde durur Ontoloji, deneye dayanmayan inançlarla ilgili olduğundan, çoğu kez, doğrulanmaları olanaksız metafiziksel spekülasyonlarla çalışır ya da hatta tümüyle spekülasyona dönüşür. Gerçekliği betimlediğini savunmasına rağmen, ontoloji, zaman zaman bilime belli bir düşmanlık güder ve bilimi temel varlık ilkelerini zedelemekle suçlar. Bu türlü düşmanca bir tavır, özellikle, bilimin yeni, bilinmeyen bir yönelim içinde olduğu sıralarda yoğunlaşır. Çünkü böyle bir yönelim sırasında bilim de kaçınılmaz olarak sezgi ve sağlıklı insan anlığının yönlendiriciliğine muhtaçtır. Fakat bilimde böyle bir yönelimin dayandığı zemin, yine de geçmişteki deneylerdir.

Böyle bir yönelimin ürünü olarak görelilik kuramına karşı (on yıl öncesine göre bugünlerde giderek azaldığı sevinilerek görülen) itirazlar, zaman aralığıyla uzunluk ölçüsünün (zamanla uzunluğun) gözlem şartlarında birbirlerine bağlı olduklarını yadsıyan ontolojik bir ön-kabule dayanıyordu. Kuantum kuramı, gerçekten de, alışılagelmiş bir kaç “varlık prensibi”ni zedelemişti. Bu kuram, ortadan kaldırılamaz ve kaçınılmaz olan bir belirlenemezlikten söz ediyordu. Ontolojinin kimi bağnaz yandaşlarınca bu kuram bu yüzden yadsınmıştır. Ne var ki, ontologlar, alışılagelmiş olanı zorunlu olana dönüştürme hatasını işlemektedirler ve bu nedenle de, onların zorunlu saydıkları şey, alışılmamış her şeyi mantık-dışı ve anlamsız kılan kendi alışkanlıklarıdır. Bilimin gösterdiği gelişme, onların haksızlığını kanıtlamıştır. Bilim bize, sağlam bilginin kökenini deneyde aramamız gerektiğini öğretir.

Bilimin otoritesiyle uğraşan felsefe dalı, onun yöntemlerini olduğu kadar, olgu dediği şeyi de çözümler. Doğa felsefesi denen bu felsefe dalı, bizim burada konumladığımız tarzdan bir başka tarz içinde de konumlanabilir. Örneğin Yeni Kantçı bir terminoloji kullanarak, doğa felsefesinin ana konumunu şöyle betimlemek de olanaklıdır: Doğa verili (gegeben) değildir; veri kılınmıştır (aufgegeben). Gerçekten de bu konuma dayalı bir doğa felsefesi tipi tüm problemleri kapsayıcı bir niteliktedir ve doğa felsefesiyle bilimin doğa karşısındaki tutumlarını iyi bir şekilde belirtir.[5]


Varlık Sorunu
Mekanik dünya görüsünde evren yapılıp tamamlanmış, belirli bir yapı kazanmış ve yasalara göre isleyen, kendi içine kapalı bir makine olarak betimlenirken, ekolojik görüşte doğa, evrilen bir süreç olarak görülür. doğa bir süreç olarak görüldüğünde onun yönünü, ereğini, dolayısıyla, olayların niçinini sormak anlamlı hale gelir. Ekolojik görüş bu bağlamda doğaya erek, zeka ve niyet atfeder. Evrenin oluşumun, canlıların (bu arada insanin) ortaya çıkışının atomların rastlantısal düzenlemesi sonucu değil, belli bir amaç ve plana bağlı olarak olduğunu iddia eder. doğanın büyüklüğü, karmaşıklığı, görkemi ona kutsallık atfedilmesini sağlar. doğa, yaratıcıyı kendi içinde taşıdığından doğa- doğaüstü, Tanrı-doğa, kutsal-kutsal olmayan ayrımları ortadan kalkar, aynı gerçekliğin 2 yüzü yada değişik tezahürleri haline gelirler (mistisizm).


Ekolojik görüş açısından doğa içinde sadece değişmelerin olduğu evrilen bir süreç değil aynı zamanda belirli bir anda istikrarı ve yapısı olan bir süreç tir. Bu görüşe göre öğeler geri planda kalır, bağlantılar ön plana çıkar. Tek te k nesneler atomcu görüşte olduğu gibi ayrık, kapalı bilimler olarak değil, birbirine bağlı, birbirinin devamı ya da uzantısı olarak görülürler. Ayrıca dünya sadece üstünde canlılar bulunan cansız bir varlık değil, kendisi de canlı bir süper organizmadır. Dünya, üstündeki canlıları, canlılar da onu etkileyerek evrilirler. doğa makine modeline göre değil, organizma modeline göre algılanır. Dolayısıyla doğa insana yabancı ve ilgisiz bir güç olmaktan çıkar, romantizmin doğası gibi, konuşan, bilen, ihtiyaçları olan, acı çeken, paylasan, ifade eden, büyüyen, öç alan bir güç haline gelir.[4]

Doğa Felsefesinin Doğuşu

Ontoloji, “var olan”ı bir bütün olarak inceler; fakat “var olan” şeylerin çeşitli varlık alanlarına ayrıldığı da bir fenomendir. İşte bu varlık alanlarından birisi, doğal varlık alanıdır. Doğal varlık alanı terimi, dilimize “doğa” olarak yerleşmiştir. Doğa terimi de genellikle canlı doğa ve cansız doğa varlık alanlarını içine alır. Doğayı fizik, kimya, jeoloji, mineraloji vb. gibi bilimlerle biyoloji adı altında toplanan çeşitli bilim dalları incelemektedir. Fakat doğanın bir varlık alanı olarak nasıl bir yapıya sahip olduğunu, canlı ve cansız varlık alanları arsında, nasıl bir bağ bulunduğunu, doğada geçerlikte olan determinasyon tipleri ve ilkelerinin ne olduğunu hiçbir bilim araştırmamaktadır. Bütün bu ve bunlara benzer problemler yine özel bir felsefe disiplininin inceleme alanıdır. İşte biz bu felsefe disiplinine “doğa felsefesi” yada “doğa varlık felsefesi” adını veriyoruz. Yeni ontoloji gibi, doğa felsefesi de bugünkü aslamıyla zamanımızda ortaya çıkan bir felsefe disiplinidir. Daha önceleri bu problem alanı da ya kurgusal fizikötesi bir problem olarak ele alınıyordu; yada 19. yüzyılla yüzyılımızın başlarında olduğu gibi, doğa bilimlerinin bir yöntem bilimi, başka bir deyişle doğa bilimlerinin bir felsefesi olarak inceleniyordu. Böylece doğa denilen varlık alanının felsefesi yerine, bu varlık alanıyla uğraşan bilimlerin felsefesi geçiyordu. Oysa bir bilimin yada bir bilim grubunun felsefesi değil, ancak bu bilimin daha bilimlerin incelediği varlık alanının bir felsefesi, “doğa felsefesi” adını almaya hak kazanır; yoksa bu felsefe bir yöntem bilim olmaktan ileri gidemez. Gerçi doğa felsefesine, daha doğrusu doğa hakkında ortaya atılan felsefe görüşlerine, her filozofun felsefesinde rastlanır. Fakat doğa felsefesi adı altında yazılan ilk felsefe kitabı, filozof Schelling tarafından yazılmıştır. Fakat bu yapıt yalnız adı bakımından bir doğa felsefesidir, içi bakımından kurgusaldır.[6]

İnsan ve Doğa

Ekoloji insani doğaya karşıt değil, doğanın içinde ve onun bir parçası olarak görür. Eko-felsefenin basta gelen çabalarından biri, insani fiziksel-kim yasal süreçlere indirgemeden insan doğa karşıtlığını ortadan kaldırmak, insani ol an özelliklere doğada bir yer açmak ve insani bir makine olarak değil, insan ol arak doğanın bir parçası yapmaktır. O ekosistemdeki enerji akışında bir devre, besin zincirinde bir halka, yasam ağında bir düğümdür.[4]

Doğa Felsefesinin Ana Problemi

Var olanların nedenin ne olduğunun araştırılması ve bu yönelimle doğanın düşüncenin temel meselesi olarak düşünülmeye başlanması doğa felsefesinin çerçevesini oluşturmuştur. Din ve mitolojinin dışına çıkarak var olanların ve nedenlerinin araştırılmasını başlatan Thales olmuştur.

Thales bu anlamda felsefenin babası sayılmakta ve onunla başlayan felsefi düşünce de doğa felsefesi ya da varlık felsefesi olarak değerlendirilmektedir. Thales'i Anaximandros, Anaximenes gibi isimler izlemiştir. Farklı şekillerde içerilendirmiş olmakla birlikte, doğa filozofları, genel bir yaklaşım biçimini benimsemişlerdir; bu yaklaşım biçimi de, doğayı incelediklerinde karşılarına çıkan çokluk ve onun temelinde olduğunu ve ondan kaynaklandığını düşündükleri temel kaynak (arkhe) düşüncesinden kaynaklanmıştır. Doğa felsefesinin bu anlamda temel prensibi, dış dünyadaki varlıkların kendisinden doğup geldiği ilk maddenin bulunması ya da belirlenmesidir.

Thales için ana madde su 'dur; belirli bir maddedir. Anaksimandros, bunu sonsuz olanla değiştirir, çünkü su nitelik ve nicelik bakımından sınırlıdır; her şeyin kedisinden çıkıp geldiği kaynak sonsuz olmalıdır ona göre. Bu belirsiz ve soyut varlık ilkesini apeiron olarak belirtir. Onun öğrencisi olan Anaksimenes'te, arkhe'nin birlik ve sonsuzluk niteliğine sahip olması gerektiğini öne sürer; ancak buradan itibaren hocasında ayrılarak daha çok Thales'e yakın bir düşünce geliştirir. O da Thales gibi ana maddeyi belirli bir madde olarak değerlendirir; ona göre arkhe hava'dır. Hava hem somut belirli bir varlıktır, hem de soyut sınırlanamaz bir varlıktır. Hayatın ve ruhun temel maddesidir hava.

Böylece belirli tarzda bir maddecilik anlayışı da belirginleşmeye başlar. Daha sonra bu giderek soyut düşüncelere doğru evrilecektir.

Pisagorcularda örneğin ana madde ya da varlığın temeli sayı olarak belirtilecektir. Elea Okulu'nda Bir Olan diye adlandırılan tek ve değişmez ilke öne çıkacaktır. Empedokles bu 2 yöndeki gelişmeleri birleştirmeye çalışan bir ana ilke arayışında olmuştur. O temel öğelerden ya da elementlerden bahseder ve ona göre bunlar hava, toprak, su ve ateş olarak belirtilirler. Bu 4 element evrenin yapısının unsurlarıdır.Onların birleşmeleri ya da dağılmalarından diğer her şey meydana gelir. Anaksagoras düzenleyici bir ilke düşüncesini de işin içine katarak oluşun temel ilkesini nous olarak belirtir.[2]

Modern Doğa Felsefesi

Orta Çağ'ın sonundan itibaren Rönesans'la birlikte hem felsefe alanında yeni bir canlanma meydana gelmeye başlamış, hem de bilimler de önemli gelişmeler kaydedilmiştir. Bu dönemde doğa bilimleriyle doğa felsefesini birbirinden ayırmak olanaklı görünmemektedir. Kopernikus ile birlikte yeni bir dünya ve evren kavrayışı ortaya çıkmış, bunun devamında doğa felsefesi yerini giderek doğa bilimleri denilen alana bırakmaya başlamıştır. Böylece doğa ve evrene ilişkin felsefi yaklaşımların, soyut arkhe arayışının yerini somut bilgiler, gözlem ve deney merkezli açıklamalar almaya yönelir. Bu süreçte özellikle ortaçağdaki doğa felsefesi anlayışıyla bir hesaplaşmaya girildiği ve doğa bilimlerinin bu hesaplaşmanın sonucunda geliştiği söylenebilir. Her alanda olduğu gibi bilimin gelişmesi, özelliklede bu gelişmenin felsefenin içinden gelerek meydana gelmesi, felsefeyle bilim arasındaki ayrımın nasıl konulacağı sorununu gündeme getirmiş, doğa felsefesiyle doğa bilimleri arasındaki ayrım konusunda bu özellikle belirgin bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Francis Bacon, Kepler, Laplace gibi bilgin düşünürler bu sürecin önemli isimleri olmuşlardır. Doğa felsefesi bu süreçte bir tür felsefi materyalizm biçimine de bürünmüştür.[2]

Doğa Felsefesi ve Doğa Bilimi

Doğa felsefesi ve doğa bilimi 17. yüzyıla gelinceye kadar birbirinden ayrılan alanlar değildir; hatta bu alanlar arasında açık ayrımlar yapma konusunda süre giden sorunlar söz konusudur. Çoğu zaman ve çoğu yerde doğa felsefecisi aynı zamanda fizik ya da diğer doğal bilim alanlarıyla da ilgilenen hatta onlar üstünde otoriteye sahip olan bir kişiydi. 17. yüzyıldan itibaren felsefe ve bilim alanları birbirinden ayrışmaya ve bilimler kendi alanlarında daha da özerkleşmeye başlamasıyla doğa felsefesiyle doğa bilimlerinin ayrışması sorunu da gündeme geldi. Bu bir anlamda 2 farklı bilgi türü arasında yapılması beklenen bir ayrımdı; ancak yine de bu ayrım her zaman açık seçik değildir. Modern doğa biliminin aldığı biçim ve geldiği bilgi düzeyi, belirli bir tarihsel dönemde bu ayrımı koşullandırmıştır. Özellikle Galileo ve Newton ile bu gelişmenin ortaya çıktığı saptanabilir; belirli bir yöntemle bir anlamda bilim empirikleşiyor, gözlem ve deney önemli bir nitelikle öne çıkıyordu. Felsefeyse spekülatif bir görünüme bürünüyordu bu gelişmeler karşısında. Bu eksende giderek bir ayrışma meydana gelmiş olsa da felsefe düzeyinde doğa bilimiyle doğa felsefesini ayrıştırmanın açık ve kesin bir şekilde görünebildiğini söylemek zordur.[2]

Kaynaklar

[1] ansiklopedi.turkcebilgi.com/Doğa_Felsefesi
[2] tr.wikipedia.org/wiki/Doğa_felsefesi
[3] felsefeekibi.com/site/default.asp?PG=1180
[4] doga.metu.edu.tr/felsefe.html
[5] Henry Margenau, "Doğa Felsefesi", çev. Doğan Özlem, felsefeekibi.com/site/default.asp?PG=1186
[6] frmtr.com/felsefe-sosyoloji-psikoloji/734551-doga-felsefesi.html
[7] library.usyd.edu.au/libraries/rare/modernity/natphil.html
[8] plato.stanford.edu/entries/aristotle-natphil/

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...