31 Ocak 2015

SECDE SURESİ FİZİLALİL KURAN TEFSİRİ




FİZİLALİL KURAN TEFSİRİ
SECDE SURESİ

 1- Elif Lam Mim.
2- Şüphe yok ki, Kitab'ın indirilişi, alemlerin Rabb'i tarafındandır.
3- Yoksa "onu peygamber uydurdu mu " diyorlar? Hayır, O senden önce bir peygamber gönderilmemiş olan kavmi uyarması için sana Rabb'inden gelen bir gerçektir. Umulur ki, doğru yolu bulurlar. "Elif Lam Mim"
Kur'an-ı Kerim'le muhatab olan Araplar bu harfleri biliyorlardı. Bu ve benzeri harflerden anlamlı kelimeler oluşturmayı da beceriyorlardı. Aynı şekilde kendi sözleri ile Kur'an-ı Kerim arasındaki korkunç farkı da kavrıyorlardı. Sözden anlayan, kelimeler aracılığı ile anlam ve fikirleri ifade etmenin incelikleri ile uğraşanlar bu farkı hemen görürler. Kur'an ayetlerinde gizli bir güç bulunduğunu, her zaman varlığını hissettiren eşsiz bir cevher bulunduğunu, bunların kalp ve duygular üzerinde büyük bir etkiye ve otoriteye sahip olduğunu fark ederler. Yüzyıllardan beri insanların kullana geldikleri dillerdeki bilinen harfler için böyle bir etkileyicilik söz konusu değildir. Bu, tartışma götürmez apaçık bir gerçektir. Onu dinleyen biri daha önce bunların Kur'an-ı Kerim'den ayetler olduğunu bilmese de hemen bu sözlerin farklılığını kavrar, onları diğer sözlerden ayırır ve onlar karşısında heyecanlanır. Değişik insan toplulukları arasında yaşanan birçok olaylar bu gerçeği pekiştirmektedir.
Kur'an-ı Kerim ile bu tür harflerden oluşan insan sözleri arasındaki fark diğer eşyalardaki Allah'ın sanatı ile insan sanatı arasındaki fark gibidir. Allah'ın sanatı açık ve belirgindir. En ufak bir eşyada bile insan sanatı onun düzeyine erişemez. Örneğin, bir tek çiçekteki olağanüstü renk dağılımı yüzyıllardan beri gelmiş-geçmiş en usta ressamları bile dehşete düşüren, çaresiz bırakan bir mucizedir. Kur'an-ı Kerim'de somutlaşan Allah'ın sanatı ile bu tür harflerden oluşan insan sözlerindeki beşeri sanat arasındaki ilişki de tıpkı bunun gibidir.
"Elif Lam Mim."
Şüphe yok ki, Kitab'ın indirilişi, Alemlerin Rabb'i tarafındandır. Kitab'ın Alemlerin Rabb'i tarafından indirilmesi, şüphe götürmeyen kesin bir meseledir. Ayet-i Kerim'e bu konudaki kuşkuları giderme işinde acele ediyor ve cümlenin öznesi ve yüklemi arasında bu ifadeye yer veriyor. Çünkü meselenin özü 've ayette gözetilen hedef nokta budur. Bu hususa hazırlık oluşturmaları için surenin başında yer verilen birbirinden kopuk harfler Kur'an'ın Allah tarafından indirildiğinden kuşku duyanları tartışma götürmez pratik bir gerçekle yüzyüze getiriyor. Çünkü bu Kitap kendilerinin de kullandığı bu tür harflerden meydana gelmiştir. Kitab'ın ifade tarzı ise, pratik deneyimlerin ve herkesin kabul ettiği söz sanatı ölçülerinin karşısında olağanüstülüğü kuşku götürmeyen bu mucizevi ifade tarzıdır.
Kur'an-ı Kerim'in her ayeti ve her suresi Kur'an'da gizli bulunan olağanüstü ve şaşırtıcı gizli unsurun özelliklerini taşır. Kitab'ın özüne yerleştirilmiş bulunan gizli gücü yansıtır. İnsan kalbi tamamen açık olduğu, duygular bütünüyle berraklaştığı, üstün bir kavrayışa, yüksek bir algılama ve olumlu tepki gösterme özelliğine sahip olduğu zaman, insanın bedenini derin bir ürperme alır, titrer, sarsılır ve bu Kur'an karşısında kendinden geçer. İnsanın kültürü ve içindeki canlı-cansız varlıklarla birlikte evrene ilişkin bilgisi arttıkça bu etkilenme daha da belirginleşir. Hiç kuşkusuz, bu sırf anlaşılmaz vicdani bir etkilenmenin neden olduğu ilk sarsıntı değildir. Tam tersine, bu durum Kur'an'ın insan kalbine dolaysız hitap ettiği her seferinde gerçekleşir. Aynı şekilde deneyimli bir kalbe, kültürlü bir akla, bilgi ve birikim dolu bir zihne hitab etmesi durumunda da bu derin sarsıntı ve etkilenme meydana gelir. İlmin, kültürün ve birikimin düzeyi yükseldikçe Kur'an ayetlerinin anlamlarının, işaretlerinin ve mesajlarının boyutları da aynı oranda artar. Ancak fıtratın sağlam olması, doğal çizgisinden sapmamış olması, beşeri arzu ve ihtiraslara yenik düşmemiş olması şarttır.(Daha geniş bilgi için Furkan suresi 2. ayetin tefsirine bakabilirsiniz) Çünkü sağlam bir fıtrat bu Kur'an'ın insan sanatı olmadığını, kuşku götürmez bir şekilde alemlerin Rabb'i tarafından indirildiğini kesinlikle kabul eder.
"Yoksa onu peygamber uydurdu mu? diyorlar"
Nitekim inatçılıkları yüzünden böyle söylüyorlardı. Ama surenin akışı böyle bir sözün söylenmiş olduğunu bilmezlikten gelerek: "Yoksa `onu peygamber uydurdu mu? diyorlar" şeklinde yadırgayıcı bir ifade kullanıyor... Böylece, böylesine asılsız bir söylentiyi ağza almanın yersizliğini vurgulamış oluyor. Çünkü bir yandan Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- aralarında geçen hayatı, öte yandan bu Kitab'ın özelliği bu haksız suçlamayı temelden reddediyor, şüpheye yer bırakmıyor!
"Hayır O senden önce bir peygamber gönderilmemiş olan kavmi uyarması için sana Rabb'inden gelen bir gerçektir."
Gerçektir... İçeriği doğrudur. Fıtrattaki ezeli gerçeğe uygundur, evrenin yapısının dayanağı olan değişmez gerçekle ahenk oluşturur. Bu gerçek evrenin oluşumunun temel dayanağıdır. Evrenin hareket tarzındaki ahenkte, düzenin belli bir sistem içerisinde değişmeden işlemesinde, büyük-küçük her olayda ve her harekette kendini göstermesinde, yapısında yer alan parçaların çatışmamasında ya da dağılmamasında, bu parçaların birbiriyle kaynaşıp uyuşmasında hep bu gerçeğin damgası vardır.
Evet, Kur'an gerçektir... Çünkü Kur'an bu büyük varlık alemine egemen olan evrensel yasalar sisteminin eksiksiz ve doğru bir tercümesidir. Bu Kitap adeta, varlık aleminde yürürlükte olan, doğal ve pratik yasaların sözlü ve manevi bir görüntüsüdür.
Bu Kitap gerçektir. Çünkü kendisinin öngördüğü hayat sistemini seçen insanlarla, içinde yaşadıkları evreni ve evrenin genel yasalarını birbirine bağlar. Bu insanlarla evrendeki güçler arasında barış; çevrelerindeki büyük evrende yer alan her şeyle dostluk içinde yaşayıp giderler..
Bu Kur'an gerçektir... Çünkü mesajı ulaşır ulaşmaz insan fıtratı hiçbir zorluk çıkarmadan, inat etmeden, son derece rahat ve kolay bir şekilde kendisine olumlu karşılık verir. Çünkü Kur'an, fıtratın özünde motiflenmiş ezeli ve köklü gerçekle hemen kaynaşır.
Gerçektir... Çünkü insanlık hayatı için kapsamlı bir sistem belirlerken ayrılığa düşmez, kendi kendisi ile çelişmez. Bu sistemi çizerken insanlığın sahip olduğu bütün güçleri ve enerjileri, insanlığın bütün isteklerini ve ihtiyaçlarını, ruhlara bulaşan, kalpleri dejenere eden hastalık, zaaf, eksiklik veya musibetler gibi insanların karşı karşıya kaldığı bütün gelişmeleri göz önünde bulundurur.
Evet, gerçektir Kur'an... Dünya ve ahirette hiç kimseye haksızlık etmez. Kişinin sahip bulunduğu hiçbir güce, hiçbir enerjiye zulmetmez. Kalpte yer eden hiçbir düşünceye ya da hayat içindeki hiçbir yönelişe zulmetmez. Varlık alemindeki sarsılmaz büyük gerçekle uyuştukları sürece hepsine varolma ve hareket etme hakkını tanır.
"Hayır, O senden önce bir peygamber gönderilmemiş olan kavmi uyarması için sana Rabb'inden gelen bir gerçektir. Umulur ki, doğru yolu bulurlar." Çünkü Kur'an senin tarafından uydurulmuş bir Kitap değildir. Rabb'inin katından indirilmiştir. Önceki ayette de, ifade edildiği gibi O alemlerin "senin Rabb'in" anlamındaki tamlama ise onurlandırma amacına yöneliktir. Kur'anı kendiliğinden uydurmakla suçlanan Hz. Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun onurlandırmak, onunla Rabbi ki, aynı zamanda alemlerin de Rabb'idir arasındaki ilişkiye yakınlık havası vermek, bu asılsız ve ağır suçlamaya cevap vermek amacına yöneliktir. Aynı zamanda onurlandırma anlamının yanı sıra, lütfedici kaynağın güvenirliği, alıcının sağlamlığı, mesajı aktarma ve açıkça duyurma emanetini yerine getirdiği gibi anlamları da içermekte, ilişkinin sağlamlığını vurgulamayı da hedeflemektedir.
"O senden önce bir peygamber gönderilmemiş olan kavmi uyarması için sana Rabb'inden gelen bir gerçektir. Umulur ki, doğru yolu bulurlar."
Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- peygamber olarak gönderildiği Arap toplumuna bundan önce bir peygamber gönderilmiş değildi. Tarih, Araplar'ın ilk atası İsmail peygamberle -selâm üzerine olsun- Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- arasında Arap toplumuna gönderilmiş herhangi bir peygamberden söz etmiyor. Yüce Allah Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- bu hak içerikli Kitabı göndermiş ki, onun aracılığı ile Arapları uyarsın. ( Ve tüm insanları) "Umulur ki, doğru yolu bulurlar."
Çünkü fıtratlara ve kalplere hitab eden gerçeği içermesi bakımından bu Kitap aracılığı ile doğru yolu bulmaları beklenir.
YÜCE SIFATLARIN SAHİBİ
İşte yüce Allah'ın, kendilerine bu Kitap indirdiği ve peygamberine bu Kitap aracılığı ile uyarmasını istediği bu Arap toplumu, yüce Allah'a bir takım düzmece ilahlar ortak koşuyordu. Bu yüzden burada onların bu konudaki ilahlığı bütünüyle O'na özgü kıldıkları yüce Allah'ın bazı sıfatları açıklanıyor. Araplar bu noktada bu yüce sıfatla nitelendirilmeyi hakkeden yüce "Allah" ile bu tür bir nitelendirilmeyi hakketmeyen ve Alemlerin Rabb'i olan Allah'ın yüce makamına yakıştırılmaları doğru olmayan düzmece ilahları birbirinden ayırmıyorlardı!

4- Gökleri-yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yaratan, sonra arşa hükmeden (istiva eden) Allah'tır. O'ndan başka bir dostunuz ve şefaatcınız yoktur. Düşünüp öğüt almıyor musunuz?
5-Allah, gökten yere kadar olan bütün işleri düzenleyip yönetir. Sonra işler, sizin hesabınızla bin yıl kadar tutan bir gün içinde O'na çıkar.
6- O görüleni de görülmeyeni de bilendir üstün ve merhametli olandır.
7- O Allah ki, her şeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı.
8- Sonra onun soyunu nutfeden, hakir bir suyun özünden çoğalttı.
9- Sonra ona biçim verdi, ona kendi ruhundan üfledi ve sizin için kulaklar, gözler ve gönüller yarattı. Ne kadar az şükrediyorsunuz?
İşte yüce Allah... Ve işte O'nun ilahlığının eserleri ve kanıtlar... İşle gözlemlenebilen evrenin sayfalarında ve insanın sınırlı kavrama yeteneğini aşan gizli gayb aleminin kapsamında insanların bildiği şekliyle ve yüce Allah'ın hak içerikli apaçık Kitabında öğrettiği gibi insanın yaratılışında ve gelişmesinde kendini gösteren ilahlığın nitelikleri...
"Gökleri-yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yaratan, sonra Arş'a hükmeden (istiva eden) Allah'tır."
Gökler, yeryüzü ve her ikisi arasında yer alıp da hakkında çok az şey bildiğimiz, buna karşın çok şeyden de habersiz olduğumuz bu dehşet verici varlıklar... Bu, uzadıkça uzayan, göz alabildiğine geniş, uçsuz bucaksız, insanı ürküten bir büyüklüğe sahip varlıklar alemi. İnsanın; titiz ve güzel sanatı, ahenkli ve duyarlı düzeni karşısında adeta büyülendiği, dehşete kapıldığı, hayran kaldığı görkemli evren... Göz kamaştırıcı bir uyum, çekici bir güzelliğe sahip yaratıklar... Hiçbir gözün, hiçbir duygunun, hiçbir kalbin kusur bulamadığı, ne kadar uzun böyle irdelese de hiçbir düşünürün bütünüyle kavrayamadığı, tekrarın ve alışkanlığın çekiciliğinden, hiçbir şey kaybettiremediği ve her zaman tazeliğini koruyan, gerçek güzelliğe sahip varlık bütünü. Renkleri, cinsleri, hacim ve şekilleri, özellik ve görünümleri, yetenek ve görevleri birbirinden farklı, ama hepsi de tekbir yasaya boyun eğen, hareketlerinde aynı ahenge sahip olan, tekbir kaynağa yönelik olan, sadece o kaynaktan direktif ve komut alan, itaat ve teslimiyetle O'na yönelen şu çeşit çeşit varlıklar... Evet bütün bunları Allah yaratmıştır.
Allah... Gökleri, yeri ve her ikisi arasında yer alan canlı-cansız bütün varlıkları yaratan O'dur. Bu büyük niteliği hakkeden O'dur.
"Gökleri-yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yaratan, sonra Arş'a hükmeden (istiva eden) Allah'dır."
Söz konusu olan kesinlikle bizim bildiğimiz dünyadaki günler değildir. Çünkü günler, dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesinden kaynaklanan zaman birimleridir. Bu bir kerelik dönüş sonucunda şu küçük, önemsiz ve uçsuz bucaksız evrenin uzay boşluğunda yüzen ufacık bir noktada, yeryüzünde gece ve gündüzden oluşan bir gün meydana gelir. Kuşkusuz bu zaman ölçüsü dünya ve güneşin varolmasından sonra meydana gelmiştir. Bu ölçü şu küçücük ve basit yeryüzünün bir parçası sayılan biz insanlar için geçerlidir.
Fakat Kur'an-ı Kerim'de söz konusu edilen bu altı günün gerçek mahiyetine gelince bunlara ilişkin kesin bilgi Allah'ın katındadır. Bunları açıklamamız, sürelerini belirlememiz mümkün değildir. Çünkü bunlar, Allah'ın günleridir. Onlar hakkında da yüce Allah şöyle buyurmaktadır!
"Ve Rabb'inin katındaki her gün, sizin saydıklarınızdan bir yıl gibidir." (Hacc Suresi, 47)
Söz konusu altı günü gökler, yer ve her ikisinin arasındaki varlıkların bugünkü duruma gelene kadar geçirdikleri altı evre veya yaratılış ve oluşum sırasındaki altı aşama ya da aralarındaki mesafeyi Allah'dan başka hiç kimsenin bilemediği altı zaman dilimi olabilir. Her ne olursa bunlar, insanların alışageldikleri yeryüzündeki günlerden farklı şeylerdir. Şu halde bunları kesin şekilde tanımlanması mümkün olmayan, Allah'a özgü gaybın kapsamındaki nitelikleriyle kabul edelim. Zaten ifadenin amacı yaratılışta yüce Allah'ın hikmeti ve bilgisi doğrultusunda gözetilen plan ve ön tasarımını vurgulamaktır. Bu olağanüstü varlık alemi için tasarlanan zaman, aşama ve evrelerde yüce Allah'ın yarattığı tüm varlıklara yönelik lütfunu, iyiliğini gündeme getirmektir.
"Sonra Arş'a hükmeden"
Arş'a çıkmak tüm yaratıklardan üstün olmayı, onlara egemen olmayı sembolize eden bir ifadedir. Arş'ın kendisine gelince, ona ilişkin herhangi bir şey söylemek mümkün değildir. Ve adını söylemekle yetinmekten başka seçenek yoktur. Ayetin orjinalinde geçen "istiva" kelimesi için de aynı şeyler geçerlidir. Öyle anlaşılıyor ki, bununla üstünlük kastedilmiştir. Ayrıca burada kullanılan "sonra" kelimesinin zaman sıralamasını ifade etmesi de kesinlikle mümkün değildir. Yüce Allah'ın, bir durumda, bir konumda olması sonra bir başka duruma ve konuma geçmesi mümkün değildir. Bu sadece manevi sıralamayı, ifade etmek için kullanılan bir sözcüktür. Çünkü bu ayette ifadesini bulan üstünlük, tüm varlıkların üzerinde, onları aşan bir derecededir.
Bu sonsuz üstünlüğün gölgesinde, insanların kalpleri kendilerini ilgilendiren bir gerçekle karşı karşıya getiriliyor!
"Sizin O'ndan başka bir dostunuz ve şefaatçiniz yoktur"
Nerede ve kim vardır? Yüce Allah Arş'a, göklere, yeryüzüne ve aralarındaki varlıklara egemen iken gökleri, yeri ve ikisinin arasındaki canlı-cansız tüm varlıkların yaratıcısı O iken, O'nun dışında edinilecek dost ve yardımcı nerededir? O'nun otoritesinden sıyrılıp aracılık yapacak kimdir?
"Düşünüp öğüt almıyor musunuz?"
Bu gerçeği düşünmek kalbi yüce Allah'ın ilahlığını kabul etmeye, başkasına değil, sadece O'na yönelmeye zorlar. Yaratma ve yaratıklardan üstün olma, dünya ve ahirette her şeyi dileyip yaratmanın yanı sıra, göklerde, yeryüzünde ve ikisinin arasında O'nun dileyip yönlendirdiği her şey kıyamet günü O'nun katına yükselecektir. Bu uzun günde her şey dönüp O'nun yanında toplanacaktır.
"Allah, gökten yere kadar olan bütün işleri düzenleyip yönetir. Sonra işler, sizin hesabınızla bin yıl kadar tutan bir gün içinde O'na çıkar."
Ayet-i Kerime yüce Allah'ın bütün gelişmeleri yaratıp yürütmesinin alanını görülebilecek şekilde geniş ve kapsamlı olarak çiziyor. "Gökten yere kadar." Amaç insan duygusunun kaldırabileceği, boyutlarını düşünebileceği, sonuçta etkilenip ürpereceği bir atmosfere sokmaktır. Yoksa yüce Allah'ın yaratma ve yönlendirmesinin alanı gökten yere kadar olan mesafeden daha geniş ve daha kapsamlıdır. Ama bu geniş alan karşısında durup düşünmek, açıklanan boyutların rakamlarını bile bilmediği bu korkunç mesafeyi kapsayan ilahi yaratma ve yönlendirmeyi gözlemlemek insan duygusu ve düşüncesi için yeterlidir.
Sonra bütün takdir ve sonuçları ile, akibetleri ile, neticeleri ile yükseliyorlar. Yüce Allah hareketlerin, sözlerin, eşya ve canlıların akıbetlerini sergilemek için dilediği günde bunları yüce katına yükseltiyor.
"Sizin hesabınızla bin yıl kadar tutan bir günde"
Çünkü bunların hiçbiri başıboş bırakılmadığı gibi boşuna da yaratılmamıştır. Bütün bunlar belirlenmiş bir süreye kadar yüce Allah'ın emri ile yönlendirilmektedirler. Sonra yükseltilirler. Çünkü her şey, her iş, her eylem ve her sonuç yüce Allah'ın yüce makamının altındadırlar. Bu yüzden günü gelince O'nun katına yükseltilirler ya da dilediği zaman kendiliğinden yükselirler.
"O görüleni de görülmeyeni de bilendir, üstün ve merhametli olandır." O'dur... Gökleri ve yeri yaratan... O'dur Arş'a çıkan, gökten yere kadar her şeyi yaratıp yöneten. "O görüleni de görülmeyeni de bilendir." O'dur gizli ve aşikâr olanı bilen. Yaratan, yarattığına egemen olan, iradesi dahilinde onları yönlendiren O'dur. Ve O "üstün ve merhametli olandır." Güçlüdür O. Dilerse gücü yeter. Her şeye yaratıklara merhamet eder.
YARATILIŞA İŞLENEN GÜZELLİK MOTİFİ
"O Allah ki, her şeyin yaratılışını güzel yaptı."
Allah'ım. Bu kesinlikle, fıtratın, gözün, kalbin ve aklın gördüğü bir gerçektir. Bu gerçek, varlıkların şekillerinde ve görevlerinde, birbirlerinden ayrılan özelliklerinde ve birbirleriyle oluşturdukları ahenkte, biçimlerinde, durumlarında, davranış ve hareketlerinde, kısacası az veya çok güzellik niteliği her şeyde somutlaşmaktadır.
Allah bütün eksikliklerden uzaktır, O yücedir. İşte her şeyde kendini gösteren O'nun sanatı. İşte O'nun elinin eserleri, bütün yaratıklarda açıkça gözlemlenebilir. İşte O'nun yarattığı bütün varlıklar. Hepsinde bir güzellik, bir uyumluluk gözlenmektedir. Hiçbirinde hacim, şekil, yapısal özellik ve görev bakımından ne bir aşırılık, ne de bir kusur var. Her biri normal ve yeterli bir güzelliğe sahiptir. Bu sınırı aşmaları ya da daha düşük düzeyde kalmaları söz konusu değildir. Ne ifrat ne tefrit... Her şey bir ölçüye göre yaratılmıştır. Hiçbiri ince ve titiz ahengin sınırını geçmez. Bu ahenge uymayacak kadar eksik de olmaz. Kendileri için belirlenen süreyi öne alamadıkları gibi, geciktiremezler de. Bu süreyi uzatamazlar, kısaltamazlar. Küçücük atomdan, en büyük cisme kadar... Basit bir hücreden en karmaşık varlıklara kadar... Hepsinde bir güzellik, bir sağlamlık göze çarpar. Varlıkların davranışları, tavırları, hareketleri ve neden oldukları olaylar da öyle. Hepsini de Allah yaratır. Bütün bunlar Allah'ın şaşmaz düzenlemesi ile birlikte, varlıkların ezelden ebede kadar ki, hareketleri için belirlenen evrensel strateji uyarınca yerine ve zamanına göre son derece ince bir planla belirlenmişlerdir.
Her şey her yaratık, varlık senaryosunda kendisi için belirlenen rolü oynamak için özenle hazırlanmış, burada en güzel şekilde oynaması için gerekli olan tüm yetenekler ve özelliklerle donatılmıştır. Şu sürünen kurtçuk, ayakları var, kılçıkları var. Sürgünlerle, yeteneklerle ve güçle donatılmıştır. Bu sayede en güzel şekilde yolunu çizebiliyor. Şu balık, şu kuş, şu sürüngen, şu hayvan, sonra şu insan... Şu aynı yörüngede dolaşan gezegen... Şu yerinden ayrılmayan yıldız. Şu galaksiler ve şu alemler... Şu kesintisiz olarak süren ve hareketleri belirlenmiş olağanüstü ahenge sahip, en ince noktasına kadar düzenlenmiş dönüşler ve hareketler. Her şey, her şey. Gözün uzanabildiği her yerde özenli ve titiz bir sanata, harika bir yapıya sahip her şey... Evet, her şeyde ilahi sanatın güzelliği ve titizliği son derece belirgindir.
Açık bir göz, taze bir duygu ve basiretli bir kalp top yekün bu varlık alemindeki güzelliği, cazibeyi görür. Bu güzellik ve cazibeyi, varlık bütününün her bir parçasında her bir zerresinde gözlemler. Göz, kalp ya da zihin ile yüce Allah'ın yaratıklarını etraflıca düşünmek, insana güzellik ve alımlılığı, ahenk ve mükemmelliği içeren mesajlardan oluşmuş büyük bir hazine bahşeder. Her yandan en tatlı meyveler tarafından bir mutluluk çemberine alınır. İnsanoğlu bu güzel, bu harika ve göz alıcı ilahi şenlikte yaşarken, kalbini mutluluk ve coşkunluk duyguları kuşatır. Bu gezegendeki yolculuğu esnasında gördüğü, işittiği ve algıladığı her şeyde beliren ilahi sanatın güzellik ve titizliğinin kanıtlarını düşünür. Bu fani alemdeki görüntülerin ötesinde asıl ilahi sanatın güzelliğinden kaynaklanan kalıcı güzelliğe bağlanır.
İnsan kalbi geleneğin uyuşukluğundan, alışkanlığın neden olduğu bıkkınlıktan uyanmadıkça, çevresindeki evrenden yükselen melodilere kulak vermedikçe, mesajlarını düşünmedikçe, Allah'ın harikalar yaratan elinden çıktığı şekliyle varlıkların cevherini ortaya koyacak Allah'ın nuru ile bakmadıkça, gözü ya da duygusu bir olağanüstülük sezdiği zaman hemen Allah'ı anmadıkça, sanat ile sanatkâr arasındaki bağı sezmedikçe, bu sırada her şeyin ötesinde Allah'ın güzelliğini ve ululuğunu görerek hissettiği ve gördüğü şeylerdeki güzelliklere ilişkin bilinci artmadıkça şu yeryüzündeki yolculuğu esnasında kendisine bahşedilen nimetleri kavrayamaz.
Kuşkusuz varlık alemi güzeldir. Ve bu güzellik hiçbir zaman tükenmez. İnsanoğlu şu varlık aleminin yaratıcısının iradesi doğrultusunda, istediği sürece hiçbir sınırlandırma ile karşılaşmadan bu güzellikleri algılamada ve onlardan yararlanmada çok üstün bir düzeye ulaşabilir.
Varlık aleminde güzellik unsurunun ön plana çıkması, özellikle göz önünde bulundurulmuştur. Çünkü sanattaki titizlik, her şeyde kendini gösteren görevi eksiksiz yerine getirme özelliğini güzellik sınırına vardırır. Her yaratık ve her varlıktaki yaratılışın eşsizliği son derece güzel bir şekilde belirgindir. Bak... Şu arıya. Şu çiçeğe. Şu geceye. Şu sabaha. Şu gölgeye. Şu buluta. Varlık aleminde yankılanan şu musikiye. Hiçbir eksikliği, hiçbir çarpıklığı bulunmayan şu ahenge bak.
Hiç kuşkusuz, bu mükemmel estetiğe ve olağanüstü yapıya sahip varlık aleminde çıkılan bu değerli yolculukta Kur'an-ı Kerim'i düşünelim ve ondan faydalanalım diye dikkatimizi bu güzelliğe çekiyor ve bu amaçla şöyle diyor: "Ki, her şeyin yaratılışını güzel yaptı." Böylece şu büyük varlık alemindeki güzel ve alımlı noktaları araştırıp ortaya çıkarması için insan kalbini uyarıp, bu yönde teşvik ediyor.
"Ki, her şeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı." Yüce Allah'ın insanı çamurdan yaratmaya başlaması, O'nun yaratmadaki güzelliğinin bir belirtisidir. Bu ifadeden çamurun başlangıç olduğunu ve bunun yaratılışın ilk aşaması olduğunu anlamak mümkündür. Ancak çamur aşamasından sonra gelen aşamaların sayısı, süre ve zamanlarına ilişkin bir açıklama yer almıyor. Dolayısıyla bu alanda yapılacak bir araştırma için kapı her zaman açıktır. Özellikle bu ayet "İnsan, süzme çamurdan yaratılmıştır" (Mü'minun Suresi, 1-2) anlamındaki ayete eklendiği zaman, insanın çamurdan yaratılışına ve bu yaratılış aşamasına işaret edildiği anlamını çıkarmak mümkündür. Bu çamur, yüce Allah'ın insanın içine hayat üflenmesinden önceki aşama olabilir. Hiç kuşkusuz bu, hiç kimsenin çözemediği bir sırdır. İçeriği nedir, nasıl meydana gelmiştir, kimse bilmiyor. Bu canlı hücreden insan meydana gelmiştir. Ama Kur'an-ı Kerim bunun nasıl gerçekleştiğini, ne kadar sürede ve kaç aşamada tamamlandığını belirtmiyor. Bu aşamaların incelenmesi meselesi doğru ve sağlıklı bir araştırmaya bırakılmıştır. Bu araştırmanın, Kur'an-ı Kerim'in insanın ilk yaratılışının çamurdan başladığına ilişkin kesin hükmü ile çelişen bir yönü yoktur. Burası Kur'an-ı Kerim'in içerdiği kesin gerçeğe dayanmakla, sağlıklı bir araştırmanın ortaya çıkardığı gerçekleri kabul etmenin arasındaki güvenli bölgedir.
Yeri gelmişken şunu da söyleyelim ki, türlerin bir dizi evrimle tek hücreden insana doğru birtakım evreler geçirdiğini, bu oluşum sırasında ardarda birtakım varoluş ve gelişme halkalarının olduğunu böylece insanın aslını maymundan üstün, ama insandan aşağı bir hayvana indirgeyen Darwin'in evrim teorisi, bu noktada yanlış bir teori olarak beliriyor. Darwin teorisinin başladığı sıralarda bilinmeyen genlerin soy taşıyıcıları-ortaya çıkarılması, türden türe evrimleşme teorisini çürütmüştür. Çünkü her türün hücresinde yer alan genler vardır. Bunlar o türün özelliklerini belirleyip korurlar. Bunlar bir canlının, doğduğu türün çerçevesinde gelişme göstermesini, kesinlikle türünün dışına çıkmamasını, yeni bir tür olarak evrimleşmemesini zorunlu kılarlar. Örneğin; kedinin asli kedidir ve asırlar boyunca hep kedi kalacaktır. Köpek de öyle. At, maymun ve insan için de geçerlidir bu zorunluluk. Soya çekim teorilerine göre en fazla olabilecek şey bir türün başka bir türe geçiş yapmadan kendi türünün sınırları içinde gelişmesidir. Bu ise, bazı aldanmış insanların hiçbir zaman çürütülemeyecek bilimsel bir gerçek olduğunu sandıkları Darwin teorisinin, önemli bir kısmını geçersiz kılmaktadır.
Şimdi tekrar `Kur'an'ın gölgesine' dönüyoruz.
"Sonra onun soyunu nutfeden, hakir bir suyun özünden çoğalttı."
Ceninin gelişmesinin ilk aşaması olan bir damla sudan... Basit bir damla sudan başlayan hayat zinciri içinde, ceninin gelişmesi şu şekilde gerçekleşir: Bir damla sudan kan pıhtısına, oradan bir çiğnem ete, oradan ceninin gelişmesinin tamamlanış noktası olan kemiğe... Bu bayağı suyun, bir damlacığını olağanüstü ve komplike bir yapıya sahip insan haline gelene kadar geçtiği evrelerin özelliklerine bakıldığında, ortada dehşet verici bir varoluş süreci görülecektir. Hiç kuşkusuz bu oluşumun ilk evresi ile son evresi arasında son derece uzak ve akıl almaz mesafe vardır.
İşte Kur'an-ı Kerim bu uzun yolculuğu tasvir eden tek bir ayet ile bize korkunç mesafeleri anlatmaktadır:
"Sonra ona biçim verdi, ona kendi ruhundan üfledi ve sizin için kulaklar, gözler ve gönüller yarattı. Ne kadar az şükrediyorsunuz?"
Aman Allah'ım!.. Ne büyük bir yolculuk... Ne korkunç mesafeler... İnsanların farkında olmadıkları ne müthiş mucizeler!
O basit ve küçücük hücre nerede, en sonunda dönüştüğü insan denen varlık nerede? Hiç kuşkusuz bu mucizeyi gerçekleştiren, yüce Allah'ın kudret sahibi elidir. Gelişmesinde, oluşumunda, basit yapısından bu birleşik, komplike ve akıl almaz yapıya dönüşmesinde, küçücük ve güçsüz noktada yol gösteren O'dur.
Tek hücrede baş gösteren bu bölünme ve çoğalma... Sonra farklı özelliklere ve görevlere sahip değişik hücre gruplarındaki çeşitlilik... Her bir grubun, kendine özgü görevi bulunan özel bir organ oluşturmaya ilişkin rollerini yerine getirmek üzere çoğalmaları... Özel bir türden belli hücrelerin oluşturdukları bu organ, rolü itibariyle kendilerine özgü görevleri ve özellikleri bulunan bölmeler içeriyor. Bu bölmeler de tek bir organın içinde yer alan en öz hücrelerce oluşturulurlar. Bu çeşitlilikle birlikte bu bölünme ve çoğalma yalnız başına varolan ilk hücrede nasıl gerçekleşmiştir? Bu ilk hücreden meydana gelen ve her birinin kendine özgü nitelikleri bulunan tüm hücre gruplarında daha sonra ortaya çıkan bunca özellik nerede gizlenmişti? Sonra insan genini diğer genlerden ayıran özellikler nerede saklıydı? Ayrıca teker teker her bir insanın genini diğer insanların genlerinden ayıran özellikler nerede gizliydi? Sonra ceninin hayatı boyunca ortaya çıkan özel yetenekleri, belli görevleri, karakteristik özellikleri ve belirgin nitelikleri nerede korunmuştu?
Eğer bu olay, fiilen meydana gelmeseydi ve her an yaşanmasaydı, böylesine dehşet verici, akıl almaz bir mucizenin olabileceğini kim tasavvur edebilirdi?
Bu insana şekil veren Allah'ın elidir. Bu bedende Allah'ın ruhundan bir soluk vardır. İşte her an tekrarlanan, ama insanların farkında olmadıkları bu akıl almaz mucizenin yorumu budur. Bu organik yapıdan kulak, göz ve insanı diğer hayvansal organizmalardan ayıran en belirgin özellikler olan kavrama yeteneğini meydana getiren Allah'ın ruhundan bir soluktur! "Sizin için kulaklar, gözler ve gönüller yarattı." Bunun dışındaki bütün yorumlar, insan aklının büyük bir şaşkınlıkla karşıladığı bu olağanüstü mucizeyi açıklamaktan uzaktırlar. Başka türlü bunun içinden çıkmak mümkün değildir.
Allah'ın lütfunun uzantısı olan bunca iyiliğe rağmen... Basit bir sudan, onurlu ve yüce bir insan meydana getiren, küçük ve zayıf hücreye çoğalma, gelişme, dönüşme, genelleşip özelleşme yeteneklerini bahşeden, ayrıca insanı insan yapan bütün üstün özellikleri, yetenekleri ve görevleri içine yerleştiren ilahi lütufa rağmen... Evet bunca iyiliğe rağmen insanlar çok az şükrediyorlar!
"Ne kadar az şükrediyorsunuz."

10- Puta tapanlar: "Biz yerde toprağa karışıp yok olduktan sonra yeniden mi yaratılacağız?" derler. Doğrusu onlar Rabb'ine kavuşmayı inkâr edenlerdir.
11- De ki; "Sizin üzerinize vekil edilen ölüm meleği, canınızı alacak, sonra Rabb'inize döndürüleceksiniz.
İnsanın ilk varoluşunun her an yenilenmesine, gözlerin ve kulakların algılayabileceği şekilde meydana gelmesine rağmen, sürekli tekrarlandığı halde, olağanüstülüğünden hiçbir şey yitirmeyen bu varoluşun evrelerini, gözler önüne seren bu sahnenin ışığında... Evet -onlar ölüp gömüldükten, bedenleri çürüyüp toprağa karıştıktan, zerreleri dağılıp tamamen kaybolduktan sonra yüce Allah'ın kendilerini yeniden yaratacağına akıl erdiremiyorlardı. Oysa ilk yaratılışa göre bunda garipsenecek ne vardır? Nitekim yüce Allah insanın yaratılışına çamurdan, yani bedenlerinin içinde çürüyüp zerrelerine karışacağını söyledikleri bu yerden yaratmıştır. Şu halde ahirette gerçekleşecek yaratılış ilk yaratılışın benzeridir. Bu da garipsenecek yeni bir şey değildir. "Evet onlar Rabb'lerine kavuşmayı inkâr edenlerdir"... İşte bu tür laflar etmelerinin nedeni budur. Çünkü Allah'ın huzuruna çıkmayı inkâr etmeleri, bir defa meydana gelmiş ve her an benzeri meydana gelen apaçık bir olaydan kuşku duymalarına, karşı çıkmalarına neden olmuştur.
Bu yüzden onların itirazlarına, ölecekleri ve Allah'ın huzuruna dönecekleri belirtilerek karşılık veriliyor. Bu konu da kendilerinin ilk yaratılışlarında somutlaşan canlı kanıtla yetiniliyor ve başka da bir şey eklenmiyor.
AHİRETTEN BİR SAHNE
Müşriklerin itiraz ettikleri dirilişten ve kuşku duydukları Allah'ın huzurunda toplanmadan söz edilmişken surenin akışı onları bir kıyamet sahnesi ile karşı karşıya getiriyor. Son derece canlı ve elle dokunulabilecek kadar somut bir sahnedir bu. Şu anda göz önünde yaşanıyormuş gibi hareketli ve etkileyici mesajlar ile karşılıklı söz düellolarını içeren bir sahne!

12- Suçluları Rabb'lerinin huzurunda utançtan başlarını öne eğmiş olarak "Rabb'imiz! Gördük, dinledik, artık bizi dünyaya geri gönder de iyi iş yapalım; artık kesin olarak inandık" derken bir görsen.
13- Dileseydik herkese hidayeti verirdik. Fakat benden "mutlaka cehennemi, insanlardan ve cinlerden bir kısmıyla tamamen dolduracağım " sözü çıkmıştır.
14- Bugüne kavuşmayı unutmanızın cezasını şimdi tadın bakalım! Doğrusu biz de sizi unuttuk. Yaptıklarınıza karşılık ebedi azabı tadın.
Bu, aşağılanmanın, suçu itiraf etmenin, daha önce inkâr ettikleri gerçeği kabul etmenin, kuşkulandıkları gerçeği açıkça duyurmanın, birinci hayatta kaçırdıkları yeryüzünü ıslah etme görevini yerine getirmek için yeniden dünyaya dönme isteğinin dile getirildiği bir sahnedir. Bu sahnede onlar, dünyadayken ahirette karşılaşacaklarını inkâr ettikleri "Rab'lerinin huzurunda" utançlarından başlarını öne eğmiş bir haldedirler. Ne var ki, bütün bunlar fırsatın kaçmasından sonra, suçu itiraf etmenin, gerçeği açıkça ifade etmenin hiçbir işe yaramadığı bir sırada gerçekleşiyor.
Surenin akışı onların küçük düşürücü, aşağılayıcı isteklerine cevap vermeden önce, meseleye bütünüyle egemen olan, bundan önce de insanların hayatlarına ve akıbetlerine hükmeden gerçeği açıklıyor.
"Dileseydik herkese hidayeti verirdik. Fakat benden `mutlaka cehennemi, insanlardan ve cinlerden bir kısmıyla tamamen dolduracağım' sözü çıkmıştır."
Şayet yüce Allah dileseydi, bütün insanlar için tek bir yol belirlerdi ve o da doğru yol olurdu. Nitekim yüce Allah fıtratlarında gizli bulunan içgüdü, ilham ile yollarını bulan yaratıklar için tek bir yol belirlemiştir. Böcekler, kuşkular ve hayvanlar hayatları boyunca tek bir yol izlerler. Melekler gibi bazı yaratıklar da itaatten başka bir şey bilmezler. Ne var ki, yüce Allah'ın iradesi, insan denen bu yaratığın özel bir tabiata sahip olmasını, hem doğru yolu hem de sapıklığı seçebilme yeteneğine sahip olmasını, isterse hidayeti seçmesini, isterse ona yanaşmamasını dilemiştir. Yüce Allah varlık bütününün projesine yerleştirdiği amaç ve bir hikmet doğrultusunda fıtrata bahşettiği bu özel tabiat sayesinde, insanın evrende üstlendiği rolü yerine getirmesini öngörmüştür. Bu yüzden yüce Allah, cehennemi sapıklığı seçen ve cehenneme götüren yolu izleyen cin ve insanlarla doldurmayı, değişmez bir hüküm olarak belirlediği kaderde yazmıştır.
Şu suçlular. Başları önlerine eğilmiş durumda Rabb'lerinin huzuruna çıkartılan bu kâfirler. Evet bunlar azabı hakeden kimselerdir. Bu yüzden onlara şöyle denilmektedir.
"Bugüne kavuşmayı unutmanızın cezasını şimdi tadın bakalım."
İçinde bulunduğunuz şu günü unuttuğunuz için... Çünkü biz bu anda, ahiret gününde gerçekleşen bir sahnedeyiz... Bugünle karşılaşmayı unuttuğunuz için tadın azabı. Tadın "Doğrusu biz de sizi unuttuk." Aslında yüce Allah hiç kimseyi unutmaz. Ama onlar gözden çıkarılmış, ihmal edilmiş, unutulmuş kimselerin muamelelerini görürler. Bu muamele ile aşağılandıkları, ihmal edildikleri, gözden çıkarıldıkları vurgulanmak isteniyor.
"Yaptıklarınıza karşılık ebedi azabı tadın."
Böylece bu sahnenin üzerine perde iniyor. Çünkü sahnede söylenmesi gereken her şeyi söyledi. Ve suçlular onur kırıcı akıbetleriyle başbaşa bırakıldılar. Kur'an okuyan biri bu ayetleri bitirirken, onları orada azap içinde bıraktığını hisseder, Onları terk ederken adeta gözlerinin önünde canlanırlar. Bu da Kur'an-ı Kerim'in kalplere yönelik mesajlar içeren sahneleri canlı bir şekilde tasvir edişinin özelliklerinden biridir.
İMAN VE AYDINLIK SAHNESİ
Bu sahnenin perdesi iniyor ve bambaşka bir ortamda, bambaşka bir atmosferde geçen; ruhları dinlendiren, kalpleri heyecanlandıran bambaşka bir koku yayan değişik bir sahne açılıyor. Mü'minlerin sahnesi... Bu sahnede onlar Allah'ın huzurunda içten ürperiyorlar, büyük bir iç huzuru ile ibadet ediyorlar. Kalpleri Allah korkusu ile titreyerek, O'nun lütfunu umarak Rabb'lerine dua ediyorlar. Hiç kuşkusuz Rabb'leri onlar için hayal edemeyecekleri nimetler hazırlamıştır.

15- Bizim ayetlerimize inanan kimselere, ayetlerimiz hatırlatıldığı zaman hemen secdeye kapanırlar. Rabb'lerini överek tesbih ederler, büyüklük taslamazlar.
16- Gece teheccüd namazı kılmak için yanlarını yataklardan ayırıp kalkarlar, korkarak ve ümit ederek Rabb'lerine dua ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıktan hayır için harcarlar.
17- Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için nice sevindirici ve göz kamaştırıcı nimetlerin saklı olduğunu hiç kimse bilmez.
Bu latif, berrak, duyarlı, takvadan ve Allah'ın korkusundan titreyen, üstünlük kompleksine kapılmadan, büyüklük taslamadan boyun eğerek Rabb'ine yönelen, umutla O'nun bağışını bekleyen mü'min ruhların aydınlık bir tablosudur. İşte Allah'ın ayetlerine inanan, canlı bir duygu ile, uyanık bir kalp ile, aydınlık bir vicdan ile bu ayetleri algılayan böyle ruhlardır.
Böylelerine Allah'ın ayetleri hatırlatıldığı zaman "secdeye kapanırlar." Ayetlerin içerdiği anlamdan etkilenerek ve yüce Allah'a yönelik bir saygı belirtisi olarak, O'nun yüceliği önünde bilinçli olarak secdeye kapanırlar. Secde ancak alınların toprağa bulaşması ile anlatılabilen bir duyarlılığın ifadesidir. Bedenin secdeye varması ile birlikte "Rabb'lerini överek tesbih ederler, büyüklük taslamazlar." Büyük ve yüce Allah'ın kudretinin bilincinde olan, samimi olarak O'na boyun eğen, gönülden ürperen, Allah'dan bağışlama dileyerek tövbe eden mü'minin, Allah'ın ayetleri aracılığıyla sunduğu mesaja vereceği karşılık budur.
Sonra,yalnız bir bölümle hem bedensel durumlarını, hem de kalbi duygularını tasvir eden sahne yer alıyor. Bu da, bedenlerin ve kalplerin hareketlerini adeta somutlaştıran şaşırtıcı bir ifade ile gerçekleştiriliyor.
Gece teheccüd namazı kılmak için yanlarını yataklardan ayırıp kalkarlar, korkarak ve ümit ederek Rabb'lerine dua ederler."
Onların geceleyin namaz kılmalarını değişik bir üslupla ifade ediyor! "Gece teheccüd namazı kılmak için yanlarını yataklardan ayırıp kalkarlar." Bu tablo ile geceleyin üzerinde uyudukları yataklar, vücutları dinlenmeye, rahata, uykunun doyumsuz lezzetine davet eder bir şekilde tasvir ediliyor. Çekici ve rahat yatakların çağrılarına karşı koymak için büyük bir çaba sarf ediyor olsalar bile, yumuşak, rahat ve sıcak yataklardan daha önemli uğraşıları vardır. Rabb'leri ile meşguldürler. Onun huzurunda durmakla, derin bir ürperti ile, korku ve ümit karışımı bir beklenti ile Rabb'lerine yönelerek anlamlı bir uğraşı içindedirler. Hem Allah'ın azabından korkarlar, hem de rahmetini umarlar. Kızgınlığından korkar, hoşnutluğunu ümit ederler. Ona karşı gelmekten çekinirler, O'nun buyruklarına uymayı arzu ederler. Kur'an'ın ifade tarzı, vicdanlarda yer eden bu titrek ve içiçe duyguları bir tek fırça darbesi ile adeta elle tutulacak şekilde somutlaştırarak çiziyor. "Korkarak ve ümit ederek Rabb'lerine dua ederler." Onlar bu pürüzsüz samimiyetin, gönülden kıldıkları namazların, sıcak duaların yanı sıra, Allah'a ve O'nun zekat vermeye ilişkin emrine uyarak müslüman topluma karşı olan yükümlülüklerini de yerine getirirler. "Kendilerine verdiğimiz rızıktan hayır için harcarlar."
Bu parlak, aydınlık, duyarlı ve sıcak tabloya, mü'minlerin ödüllerinin sergilendiği son derece üstün, özel ve eşsiz bir tablo eşlik ediyor. Bu ödülde özel gözetimin, kişisel onurlandırmanın, ilahi bağışın, bu ruhlara yönelik Rabbani ikramın izleri belirginleşmektedir!
"Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için nice sevindirici ve göz kamaştırıcı nimetlerin saklı olduğunu hiç kimse bilmez."
Yüce Allah'ın mü'min topluma yönelik bağışını, gözleri kamaştıran sayısız nimetleri ve olağanüstü bağışları katında saklı tuttuğunu belirten hayret verici bir ifade. Katında biriktirdiği bu nimetleri O'ndan başka kimse bilmez. Kıyamet günü Allah'ın huzurunda bu ödüller, sahiplerine gösterilmediği sürece hep O'nun katında saklı tutulacaktır. Hiç kuşkusuz bu, yüce Allah'ın huzurunda gerçekleşen sevimli ve onurlandırıcı buluşmanın son derece aydınlık bir tablosudur.
Allah'ın lütfuna bakın! Bu Allah'ın kullarına verdiği ne büyük bağıştır. Yüce Allah onları lütfuyla nasıl da çepeçevre kuşatıyor! Kimdir bunlar? Amelleri, ibadetleri, itaatleri ve niyetleri ne olacak ki, yüce Allah bizzat gözeterek, koruyarak, sevgiyle ve özenle onlar için ödül hazırlamayı üstleniyor. Tüm bunlar, kullarına sonsuz iyiliklerde bulunan Kerim Allah'ın lütfundan başka ne olabilir ki?
İKİ ZIT KUTUP ARASINDA KARŞILAŞTIRMA
Aşağılık ve rezil suçların yeraldığı sahne ile mü'minlerin nimetlerle dolu onurlandırıcı sahneleri önünde değerlendirme amacı ile adilce karşılık verme ilkesi vurgulanıyor. Bu ilke uyarınca dünya ve ahirette kötülerle iyiler birbirinden ayrı değerlendirilir. Son derece hassas bir adalet temeline dayalı olarak ceza ya da ödül, yapılan işler doğrultusunda belirlenir:

18- Hiç inanan kimse yoldan çıkan kimse gibi olur mu? Elbette bunlar bir olmaz.
19- İnanıp yararlı iş işleyenlere gelince, yaptıklarına karşılık varacakları cennet konakları vardır.
20- Yoldan çıkanların barınacakları yer de ateştir. Ne zaman oradan çıkmak isterlerse, yine oraya geri çevrilirler ve onlara "yalanlamakta olduğunuz ateşin azabını tadın " denir.
21- Belki dönüp yola gelirler diye onlara büyük azapdan önce mutlaka daha yakın azabı da tattıracağız.
22- Kendisine Rabb'inin ayetleri hatırlatıldıktan sonra onlardan yüz çevirenden daha zalim kim vardır? Muhakkak ki biz, suçlulardan öç alıcıyız.
Mü'minlerle fasıkların karakterleri, düşünce ve davranışları bir değildir. Bu yüzden dünya ve ahirette görecekleri karşılık da bir olmaz. Mü'minler bozulmamış ve Allah'ın yarattığı şekliyle temel özelliğini koruyan fıtratları ile Allah'a yönelirler, O'nun gerçek hayat sistemine göre hareket ederler. Fasıklar ise, gerçekten sapmış, yollarını yitirmiş ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaran kimselerdir. Allah'ın hayat sistemine temel yasası ile uyuşan ve insanı amacına ulaştıran doğru yola uymazlar. Şu halde ahirette mü'minlerle fasıkların yollarının farklı olmasının ve her birinin kendi yaptıklarına, elleri ile biriktirdiklerine uygun bir karşılık görmesinin şaşılacak bir yönü yoktur.
"İnanıp yararlı iş işleyenlere gelince, onlar için cennet konakları vardır." Bu cennetler onlar için barınak ve sığınaktır. "Yaptıkları amellere" karşılık olarak bu cennetlere konar, orada sürekli kalırlar.
"Yoldan çıkanların barınacakları yer de ateştir." Oraya girer ve sığınırlar. Bu ne kötü bir sığınaktır. Ki oradan kaçmak daha hayırlı olsun! "Ne zaman oradan çıkmak isterlerse yine oraya geri çevrilirler." Bu sahnede kaçmaya yeltenmek, ardından tekrar ateşe atılma hareketleri gözleniyor. "Yararlanmakta olduğunuz ateşin azabını tadın" denir. Böylece ateşe atılıp azap edilmenin yanında yeriliyor ve kınanıyorlar.
İşte fasıkların ahiretteki sonları. Bunun yanında onlar, o güne kadar kendi hallerine bırakılmıyor. Çünkü yüce Allah ahiretteki azaptan önce onları bu dünyadaki azapla da tehdit ediyor.
Ancak fasıkların dünyada görecekleri bu yakın azabın arka planında Allah'ın rahmetinin gölgesi sarkıyor. Çünkü, davranışları ile azap görmeyi hakketmedikçe, azabı zorunlu kılan eylemleri ısrarla sergilemedikçe yüce Allah kullarına azap etmeyi istemez. Bu yüzden yüce Allah onları bu dünyada azap görmekle tehdit ederken, bunun gerisindeki amacı şu şekilde açıklıyor: "Belki dönüp yola gelirler." Fıtratları uyanır, az önceki sahnede gördüğümüz fasıkların acı akibetine uğramayı gerektiren bir davranış sergilemiş olsalar bile azabın verdiği acı onları doğruya yöneltir belki. Ancak kendilerine Allah'ın ayetleri anlatılır, onlar da yüz çevirirlerse, en yakın azabı tatmalarına rağmen tutumlarından vazgeçmezlerse, ibret almazlarsa, o zaman onlar zalimdirler: "Kendisine Rabb'inin ayetleri hatırlatıldıktan sonra onlardan yüz çevirenden daha zalim kim vardır? Muhakkak ki biz, suçlulardan öç alıcıyız." Şu halde onlar dünya ve ahirette kendilerinden intikam alınması gereken kimselerdir. "Muhakkak ki, biz suçlulardan öç alıcıyız." Ne korkunç tehdit! İradesini zorla gerçekleştiren caydırıcı güce sahip yüce Allah, şu zavallı ve güçsüz kulları korkunç bir intikamla tehdit ediyor!"
Suçlularla iyilerin varacağı yerleri, mü'minlerle fasıkların sonları, her iki grubun kıyamet günündeki durumlarını -ki fasıklar, suçlular bu konuda kuşku içindeydiler- tasvir eden sahneleri teker teker ele alan bu gezinti son buluyor. Ardından surenin akışı Hz. Musa ile, onun kavmi ile ve peygamberliği ile ilgili, yeni bir gezinti başlatıyor. Fazla derine inmeyen yüzeysel bir gezintidir bu. Yüce Allah'ın İsrailoğulları için kılavuz kıldığı Musa'nın, indirilen Kur'an'ı, Peygamber efendimizin ve kendisine Tevrat indirilen Musa peygamberin aynı temel noktada ve aynı değişmez inanç sisteminde buluştuklarına işaret ediliyor. Bunun yanı sıra Musa'nın kavmi arasında kesin inanca sahip olan ve zorluklara karşı sabredenlerin, toplumun önderleri olarak seçildiklerine değiniliyor. Bununla o zamanki müslümanlara sabretmeleri ve sarsılmaz bir inanca sahip olmaları mesajı veriliyor. Böylece yeryüzünde önder olmanın, kalıcı egemenliğe sahip bulunmanın ön koşulu açıklanıyor.

23- Andolsun biz Musa'ya kitabı verdik. Ey Muhammed! Sakın sen ona kavuşacağından şüphe etme. Ona İsrailoğullarını yol gösterici yaptık.
24- Sabrettikleri ve ayetlerimize kesinlikle inandıkları zaman, onların içinden, buyruğumuzla doğru yola götüren önderler yaptık.
"Ey Muhammed! Sakın sen ona kavuşacağından şüphe etme." Ara cümleciğinin yorumu, Hz. Peygamberin getirdiği gerçek üzerinde kararlı olması bu gerçeğin Hz. Musa'nın da kendi kitabında getirdiği değişmez gerçeğin aynısı olduğunu, her iki peygamberin ve her iki kitabın aynı gerçek etrafında birleştikleri şeklindedir. Bu yorum, bana göre bazı müfessirlerin, bunun Hz. Peygamberin İsra ve Mirac gecesinde Hz. Musa ile buluşmasına yönelik bir işaret olduğu şeklindeki açıklamadan daha doğrudur. Çünkü değişmeyen bir gerçek ve aynı inanç sistemi etrafında birleşmek, ancak söz konusu edilmeye değerdir. Peygamber efendimize, karşılaştığı yalanlama ve karalama hareketleri karşısında; müslümanlara, yüzyüze geldikleri baskı ve işkenceler karşısında kararlı olma mesajını veren bir konu içinde, bu açıklama daha gerçekçi olur. Ayrıca bu açıklama bundan sonra gelen ayetin anlamı ile de uyuşmaktadır. "Sabrettikleri ve ayetlerimize kesinlikle inandıkları zaman, onların içinden, buyruğumuzla doğru yola götüren önderler yaptık." Burada amaç o sıralarda Mekke'deki müslüman azınlığa, İsrailoğulları arasındaki seçkinler gibi sabretmeleri, tıpkı onlar gibi Allah'ın ayetlerine kesin şekilde iman etmeleri, böylece onlar İsrailoğullarına yol gösterici önderler oldukları gibi, kendilerinin de müslüman kitleye önderler olmaları mesajını vermek, bunun yanı sıra önderlik ve kılavuzluğun yolunun sabır ve kesin inanç olduğunu vurgulamaktır.
Bundan sonra İsrailoğulları'nın arasında görüş ayrılıklarının baş göstermesi meselesine gelince, bunun çözümü Allah'a kalmıştır:

25-Şüphesiz Rabb'in kıyamet günü, ayrılığa düştükleri konularda onların aralarında hükmedecektir.
Bu anlatımdan sonra surenin akışı Allah'ın ayetlerini yalanlayanları, geçmiş milletlerin yok edildikleri harap olmuş yerlerde bir gezintiye çıkarıyor.

26- Bugün yurtlarında dolaştıkları nice kuşakları daha önce helâk etmiş olmamız, halâ onları yola getirmedi mi? Şüphesiz bunda ibretler vardır. Halâ dinlemeyecekler mi?
Geçmiş milletlerin yerle bir olmuş yurtları yüce Allah'ın mesajını yalanlayanlara ilişkin yasasının somut bir ifadesidir. Allah'ın yasası ise her zaman geçerlidir. Kesinlikle değişmez ve hiçbir suçluyu kayırmaz. İnsanlık, ortaya çıkışı ve yok olup gidişi, zayıflığı ve güçlülüğü bakımından değişmez yasalara boyun eğmektedir. İşte Kur'an-ı Kerim bu yasaların değişmezliğine ve sürekli yürürlükte olduklarına dikkat çekiyor. Kur'an-ı Kerim asırların geride bıraktıklarını, geçmiş milletlerin eserlerini; harap olmuş izlerini, geçmişte yok edilen beldelerde yaşayan insanların ürkütücü kalıntılarını bir ibret sahnesi, kalplere yönelik bir uyarı, duyarlılığı artırıcı bir etken, Allah'ın azabının baskınından, zorbaları suçüstü yakalamasından korkutma amaçlı bir mesaj olarak kullanır. Ayrıca bunları yüce Allah'ın belirlediği yasaların, evrensel düzenin değişmezliğinin bir kanıtı olarak gözler önüne serer. Böylece insanların kavrayışlarının, ölçme ve değerlendirme kriterlerinin düzeyini yükseltir. Artık hiçbir nesil ya da kuşak insan hayatına egemen olan ve yüzyıllar boyu sürekli yürürlükte olan evrensel ve değişmez hayat düzenini unutarak herhangi bir zaman veya mekânın dar sınırları içinde kalmaz, Ne yazık ki, birçokları aynı akıbetle yüzyüze gelmedikçe bu gerçeği hep unuturlar!
Kuşku yok ki, geçmiş milletlerin harap ve ıssız yurtları, duyabilen bir-kalbe, uyanık bir duyguya yönelik çok etkili ve ürpertici bir mesajı vardır. İnsanı derinden sarsan, vicdanını ürperten, kalpleri titreten bir dili vardır bu yerlerin. İlk önce bu ayetlerle muhatap olan Araplar Ad ve Semudoğulları'nın yaşamış oldukları bölgelerde dolaşıyor; Lût kavminin yaşadığı kentlerden geriye kalan kalıntıları görüyorlardı. Kur'an-ı Kerim, geçmiş yüzyılların izleri gözlerinin önünde olmasına rağmen, Allah'ın ayetlerini yalanladıkları için cezalandırılan toplumların harap olmuş yurtları karşılarında duruyor olmasına rağmen, buralara uğrayıp aralarında dolaşmalarına rağmen, kalplerinin heyecanlanmamasının, duygularının ürperip sarsılmamasını, Allah'dan korkmaya ve benzeri bir akıbete uğramaktan sakınmaya ilişkin duyarlılıklarının artmamış olmasını, bu sayede doğru yolu görmemiş olmalarını, kendilerini yüce Allah'ın suçüstü yakalayıp yerle bir etmeye ilişkin vaadinden kurtaracak olumlu bir tutuma yöneltmemiş olmalarını tuhaf karşılıyor.
"Şüphesiz bunda ibretler vardır. Halâ dinlemeyecekler mi?"
İçinde dolaştıkları bu harap yurtlarda yaşamış geçmiş milletlere ilişkin kıssaları, uyarıldıkları azap başlarına gelmeden, hoşlanmadıkları akıbete uğramadan önce bu uyarıyı dinlemezler mi?
Vicdanlarına musibet ve yerle bir olma haberleri ile dokunulduktan sonra, bunların duygularında oluşturduğu dehşet ve korku havasından, kalplerde meydana getirdiği sarsıntı ve ürpertiden sonra surenin akışı ölülerde kıpırdayan hayat fırçasıyla dokunuyor. Bu amaçla onları, içinde hayat unsurunun kıpırdadığı toprakta bir gezintiye çıkarıyor. Bundan önce de canlı fakat ölüm ve felâkete uğramış bir yerde dolaştırıyor.

27- Kuru yerlere suyu gönderip, onunla hayvanlarının ve kendilerinin yedikleri ekinleri çıkardığımızı görmezler mi? Görmüyorlar mı?
Şu çorak ve verimsiz toprak... Yüce Allah'ın oraya diriltici suyu gönderdiğini, birdenbire hayat fışkıran ekinler yeşerdiğini görüyorlar. Az önceki ölü toprakta yeşeren bu ekinleri hem hayvanları hem de kendileri yerler. Kupkuru bir toprağa yağmurun yağması ve birdenbire yeşermesi sahnesi:... Evet bu sahne kalbin kapanmış gözeneklerini açar. Böylece gelişen hayatı coşkuyla, hayranlıkla karşılamasını, hayatın tadını ve tazeliğini duymasını, sevgi, yakınlık ve coşku gibi duygularla bu güzel ve alımlı hayatı bahşedeni hissetmesini sağlar. Aynı zamanda varlık aleminin safhalarına hayat ve güzelliği yayan, harikalar yaratan kudreti, sanatkâr eli görmesini de sağlar.
İşte Kur'an-ı Kerim insan kalbini musibet ve yok oluş alanlarında dolaştırdıktan sonra hayat ve gelişme alanlarında bu şekilde dolaştırıyor. Amaç her iki alanda dolaştırarak bilincini arttırmak, duygularını alışkanlığın donukluğundan, geleneğin uyuşukluğundan uyandırmaktır. Onunla varlık sahneleri, hayatın sırları, olaylardan çıkan ibret dersleri ve tarihin kaydettiği somut kanıtlar arasındaki engelleri ortadan kaldırmaktır.
FETİH GÜNÜ VE İNANMAYANLAR
Bu uzun gezintiden sonra surenin son bölümü yer alıyor.' Burada kâfirlerin tehdit edildikleri azabın bir an önce gelmesini istemeleri, uyarı ve sakındırmanın doğruluğundan kuşku duymaları anlatılıyor. Bu amaçla bir an önce gelmesini istedikleri azabın gerçekleştiğini gözler önüne seren korkunç ve caydırıcı bir sahne sunuluyor. Ama inanmanın kendilerine bir yarar sağlamadığı ve kaçırdıkları şeyleri yeniden düzeltmek için kendilerine sürenin tanınmayacağı bir günde. Sure onlardan yüz çevirmesine, onları kaçınılmaz akıbetleriyle başbaşa bırakmasına ilişkin Peygamber efendimize yönelik bir direktifle sona eriyor.

28- "Doğru söylüyorsanız bu fetih ne zaman?" diyorlar.
29- De ki; "Fetih günü gelince inkâr edenlere, o zaman inanmaları fayda vermez ve kendilerine mühlet de verilmez. "
30- Sen onlardan yüz çevir ve bekle, zaten onlar da beklemektedirler.
Ayetin orijinalinde geçen "fetih" iki grup arasındaki görüş ve inanç ayrılığını bir çözüme bağlama, yüce Allah'ın azabı bir süre erteleme hususunda önceden tasarladığı hikmetten habersiz olarak yakın bir zamanda gerçekleşmemesine aldandıkları tehdidin, gerçekleşmesi anlamındadır. Yüce Allah'ın bir hikmete göre belirlediği bu süre onların istediği ile ertelenmez, öne alınmaz. Ayrıca onlar bu azabı başlarından savamazlar ve kesinlikle ondan kurtulamazlar.
"De ki; Fetih günü gelince inkâr edenlere, o zaman inanmaları fayda vermez ve kendilerine mühlet de verilmez."
Bugünün, yüce Allah'ın kâfirliklerini sürdürürlerken onları suçüstü yakaladığı, bundan sonra kendilerine mühlet tanımadığı ve bundan sonra inanmalarının fayda vermediği dünya hayatındaki bir gün olması ile mühlet isteyip de isteklerinin yerine getirilmediği ahiretteki gün olması fark etmez.
Bu cevap eklemleri birbirinden koparacak kadar etkiliyor, kalpleri tiril-tiril titretiyor... Bunun ardından surenin son mesajı geliyor.
"Sen onlardan yüz çevir ve bekle, zaten onlar da beklemektedirler." Bu ifadenin geri planında peygamberin onların işinden elini çekmesinden, onları kaçınılmaz akibetleri ile başbaşa bırakmasından sonra beklemenin akibetine ilişkin gizli bir tehdit vardır.
Bu gezintilerden, işaretlerden, sahne ve etkenlerden, insan kalbini her yönden saran, tüm yolları kapatan çeşitli mesajlardan sonra bu sure işte bu derin etkili mesajla sona eriyor.

SECDE SURESİNİN SONU

LOKMAN SURESİ FİZİLALİL KURAN TEFSİRİ




FİZİLALİL KURAN TEFSİRİ 
LOKMAN SURESİ

1- Elif, lam, mim.
2- Bunlar, hikmetli Kitab'ın ayetleridir.
3- Bunlar güzel davrananlara yol gösterici ve rahmettir.
4- İşte onlar ki, namaz kılarlar, zekât verirler, ahirete de kesin olarak inanırlar.
5- İşte onlar Rabb'lerinin göstermiş olduğu doğru bir yol üzeredirler ve kurtuluşa erenlerdir.
Açılışın "Elif, lam, mim"den oluşan kopuk harflerle olması ve bunların "Bunlar, hikmetli Kitab'ın ayetleridir" olarak tanıtılması -harflerle başlayan surelerde ki, gibi- Kitab'ın ayetlerinin bu harflerin türünden oluştuğuna dikkat çekmek içindir. Kitab'ın hikmetle nitelendirilmesinin seçilmesi ise; hikmet konusunun bu surede yinelenir olmasıdır. Dolayısıyla da, Kitab'ın Kur'an-ı Kerim'in yöntemine uygun atmosferi içindeki niteliklerinden bu niteliğin seçilmesi uygun düşmektedir. Yine Kitab'ın hikmetle nitelendirilmesi ona canlılık ve iradelilik kimliği vermektedir. Sanki o, söz ve yöneliminde hikmetlilikle nitelenen, söylediğini kasıtlı söyleyen ve hedeflediğini isteyen canlı bir varlıktır. Doğrusu o, gerçeği açısından da öyledir. O ruh, hayat ve hareket içerir. O özgün üstün kimlik sahibidir. O yabancılığı hemen aradan kaldırır. O'nun, onunla yaşayan, gölgesinde canlanan, ona içtenlikle özlem duyup canlı ile canlı, dostla dost arasındaki etkileşim gibi bir etkileşim duyanların algıladığı bir arkadaşlığı vardır!..
Bu hikmetli kitap veya ayetleri "bunlar güzel davrananlara yol gösterici ve rahmettir." İşte sürekli ve özgün özelliği. Güzel davrananlara yol gösterici ve rahmet olması. Onları uyanların sapıtmadığı yola ileten bir rehber ve hidayetin kalbe döktüğü, kuşkudan kurtulma, gönül rahatlığı, kararlığa kavuşma ve ulaştırdığı kazanım, hayır ve kurtuluş ile namaz ve onunla (Kur'an'la) doğru yolu bulan kalpler, bu kalplerle içinde yaşadıkları evrenin kanunları, doğru yolda olan kalplerle bozulmamış fıtratın tanıdıkları değerler, durumları ve olayları bağlantılaması açısından da rahmettir...
İyilik edenler: "İşte onlar ki, namaz kılarlar, zekât verirler, ahirete de kesin olarak inanırlar." Namazın hikmeti, bilinç ve davranışlara etkisi, gerekleri yerine getirilerek zamanında ve eksiksizce kılınmasıyla gerçekleşir. Rabb'le kalp arasındaki o güçlü bağın oluşması ve Allah'a yakınlık duygusunun olgunlaşmasını sağlayan da aynı etken olup kalpleri namaza bağlayan tatlılık da ancak o zaman algılanmaktadır... Zekâtın verilmesi, nefsin yapısal cimriliğine üstünlük kurması ve toplumsal hayat için insanların birbirlerine karşı sorumlu ve yardımlaşır olmalarına dayanan bir sistem oluşturulmasını sağlamaktadır. O sistemde zenginler ve yoksullar güven, iç rahatlığı, lüks yaşantı ve yoksulluğun dejenere etmediği kalplerin sevecenliğini bulurlar. İnsan kalbinin uyanıklığı, Allah'ın katındakini ön plana alması, toprağın çelmelerine üstünlük sağlaması, dünya hayatının çıkarının üstüne yükselmesi, gizli açık, büyük-küçük her şeyde Allah'ın kontrolünü hissetmesidir. Peygamberimize sorulduğunda "Allah'a O'nu görür gibi kulluk etmendir. Sen O'nu görmüyor olsan da, O seni görmektedir." (Buhari) Bu sözlerle tanımlanan "ihsan" düzeyine ulaşılması ise ahirete kesin iman ile sağlanmaktadır.
Kitab'ın yol gösterici ve rahmet olduğu kişiler, işte bu iyilik edenlerdir. Çünkü onlar kalplerindeki açılım ve duyarlık sayesinde, bu Kitap'la birliktelikte rahatlık, gönül huzuru buluyor, yapısındaki yol göstericilik ve ışığa ulaşıyor, hikmetli hedeflerini kavrıyor, gönülleri, aralarındaki pürüzleri temizleyerek onunla paralellik, uyum, yönelim birliği içinde olduklarını ve yolun aydınlık olduğunu algılıyor. Bu Kur'an kalplere, içerdikleri duyarlılık, açılım Ve O'ndan geleni sevgi,istek ve saygı ile Karşılamalarına göre bir şey vermektedir. O dost kalplere şefkat gösteren, titreyerek özlemle O'na yönelen duygulara karşılık veren canlı bir varlıktır.
Namazı kılan, zekât veren ve ahirete kesin inananlar... "İşte onlar Rabb'lerinin göstermiş olduğu doğru bir yol üzeredirler ve kurtuluşa erenlerdir." Kime hidayet edilmişse kuşkusuz o kurtulmuştur. Artık o aydınlıkta yürümektedir, amaca ulaşacak, dünyada ve ahirette sapıklığın cezasından kurtulacaktır. Bu gezegen üzerindeki yolculuğunda içi rahattır. Adımları, gezegenlerin dönmeleriyle, varlığın kanunlarıyla uyum içindedir. Dolayısıyla varlıktaki her oluşumla; karşılıklı anlayış, birbirlerinden eminlik ve yakınlık duymaktadır.
İNSANLARDAN GERÇEĞE KARŞI SAĞIR OLANLAR
Bunlar, Kitap ve ayetleriyle doğru yolu bulan, iyilik eden, namaz kılan, zekât veren, ahirete kesin inanan, dünya ve ahirette kurtuluşa erenler... Bunlar bir grup... Karşılarında da başka bir grup var:

6- İnsanlardan öyleleri var ki, herhangi bir bilgiye dayanmadan insanları Allah'ın yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için gerçeği boş sözlerle değişirler. İşte alçaltıcı azap bunlar içindir.
7- Ayetlerimiz o sapık kimseye okunduğu zaman sanki onları hiç işitmemiş, sanki kulaklarında ağırlık varmış gibi büyüklenerek sırt çevirir. İşte onu can yakıcı azapla müjdele!
Ayetteki "Gerçeği boş sözlere değişirler" tanımlamasıyla kalbi eğlenceye yönelten, vakti yiyip hayır getirmeyen ve yeryüzünde hayır ve adaletle onun kalkındırılması için görevlendirilen insanın islâmın yapısı, sınırları ve araçlarını belirleyip yol çizdiği görevine yakışır bir ürün vermeyen, her tür söz kastedilmektedir. Nas, her zaman ve her yerde bulunan insanlardan herhangi bir örnek için geneldir. Kimi rivayetler, ayetin ilk islâm toplumunda cereyan eden belirli bir olayı tasvir ettiğine işaret etmekteler. Nadir b. Haris: Farslar'ın malları, kahramanları ve savaşlarını içeren kitaplarını alıyor, Resulullah'dan Kur'an dinlemeye gidenlerin yoluna oturarak, onları bu masalları dinlemeye çekmeğe ve onlarla Kur'an-ı Kerim'in kıssalarını dinleme ihtiyaçlarını duymamalarını sağlamaya çalışıyordu. Fakat, ayet bu özel olaydan daha kapsamlıdır. Şayet rivayet doğru ise, o da nasın kapsamında kalır. O, insanlardan her çağda varolan nitelikleri açık bir grubu tasvir etmektedir. Nitekim ilk davet dönemi olan bu ayetlerin indiği Mekke dönemi ortamında da bu tür insanlar bulunuyorlardı.
"İnsanlardan öyleleri var ki, gerçeği boş sözlerle değişirler." Onu, malı, zamanı, hayatı karşılığında satın alır. Bu yüksek ücretleri ucuz bir eğlence için öder. Geri gelmez döndürülmez sınırlı ömrünü onda tüketir. Bu geçici eğlencelikleri "Herhangi bir bilgiye dayanmadan insanları Allah'ın yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için" satın alır. O artık bilgi yolları kapatılmış bir cahil olup, girişimlerinde bilgiye dayanmamakta, hikmetten yararlanmamaktadır. O kötü niyetli ve kötü amaçlıdır. Allah'ın yolundan saptırma arzusu içindedir. Hayatın tükettiği bu geçici eğlenceliklerle kendisini ve başkalarını doğru yoldan saptırmaktadır. O Allah'ın yolunu eğlence edinen ve Allah'ın hayat ve insanlar için çizdiği programı alaya alan bir edepsizdir. Burada Kur'an bu gruba, hallerinin tasvirini tamamlamadan önce düşecekleri rüsvalıkla tehdit ederek yaklaşıyor. "İşte alçaltıcı azap bunlar içindir." Burada azabın küçük düşürücülükle nitelenmesi, edepsizlik ve Allah'ın yaşama düsturu ile dengeli yolunu alaya almaya, karşılık vermeye yöneliktir.
Sonra bu grubun "Ayetlerimizi o sapık kimseye okunduğu zaman sanki onları hiç işitmemiş, sanki kulaklarında ağırlık varmış gibi büyüklenerek sırt çevirir." İçinde haktan yüz çeviren, onu küçümseyerek böbürlenen kişinin görünüşünü çizen, bir hareket gözlemlenen sahne. Burada ona, bu görüşünü aşağılamaya çağıran onun durumuna uygun düşen aşağılayıcı bir eleştiri yöneltiliyor. Sanki kulaklarında ağırlık var." Sanki onu Allah'ın saygın ayetlerini dinlemekten alıkoyan kulaklarındaki bu ağır işitme kusurudur. Yoksa işitebilen bir insan onları işitmeyip, böyle çirkin biçimde neden onlardan yüz çevirsin. Bu aşağılayıcı tanıtımı somut bir küçümseme ile tamamlıyor: "Onu can yakıcı azapla müjdele." Burada müjdeleme alaycı müstekbirlerin davranışına uygun düşen küçümsemeden başka bir şey değildir.
MÜ'MİNLERİN MÜKAFATI
Haktan yüz çeviren, büyüklenen kâfirlerin görecekleri karşılığa ilişkin geçen konunun ilintisi dolayısıyla, surenin başında geçen, görevlerini yerine getiren mü'minlerin görecekleri karşılıktan söz açarak, başlangıçta kısaca değindiği kurtuluşlarının nasıl olacağına biraz açıklık getiriyor:

8- İnanıp yararlı iyi işler yapanlar için nimeti bol cennetler vardır.
9- Orada ebedi olarak kalacaklardır. Bu, Allah'ın gerçek vaadidir. O güçlüdür, hakimdir.
Kur'an'da nerede ahirette görülecek karşılık hatırlatılsa, onun öncesinde imanla birlikte salih amel hatırlatılır. Bu inanç sisteminin yapısı, imanın gizli, işlevsiz, durgun, soyut bir gerçek olarak kalpte varlığını sürdürmemesini gerektirir. O canlı, aktif, hareketli bir gerçek olup; neredeyse eylem, hareket ve davranışla kendisini ispatlamak ve iç dünyada olanı haber veren, açık olgu dünyasında etkinliklerle yapısını ortaya koymak için harekete geçinceye kadar kalpte yer edinemez, oluşumunu tamamlayamaz.
İnanıp salih amelle imanlarını ispatlayanlara ``İnanıp yararlı iyi işler yapanlar için nimeti bol cennetler vardır." Allah'ın hak vaadinin gerçekleşmesi olarak bu cennetler ve bu sonsuz yaşayış onların olacak. "Bu Allah'ın gerçek vaadidir." Görüldüğü gibi, yaratanın kullarına lütfu; onların eksikliklerden biri olan, O'na değil kendilerine iyiliklerine karşılık olarak onlara ihsanı kendisine gerekli kılma ölçüsüne ulaşmaktadır. Onların iyiliği yaratana değil, kendilerinedir. Çünkü O'nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur."O güçlüdür, hakimdir." O vaadini gerçekleştirmeye kadirdir. O yaratma, vadetme ve hedeflediğini gerçekleştirme konusunda yaptığına tam egemendir. Allah'ın kudretinin ve hikmetinin alameti ve surenin akışı içinde geçen meselelerin delili, kimsenin ne kendisinin ne Allah'dan başka birinin yarattığını iddia etmediği bu görkemli büyük evrendir. O görünüşü uyumlu, sistemi duyarlı, görkemli ve büyük olduğundan, insanın benliğini yakalayıp aklına üstünlük sağlayarak insan yapısının karşısına göz alıcı biçimde dikildiğinden, insan yapısı ondan kaçamamakta veya yüz çevirememekte, eşsiz yaratıcının birliği ve açık gerçeği çiğneyerek O'na başka ortaklar koşanın sapıklığını kabul etmekten başka bir şey yapamamaktadır:

10- Allah, gökleri gördüğünüz gibi direksiz yarattı. Sizi sarsmasın diye yere sabit dağlar yerleştirdi ve orada her çeşit canlıyı yaydı. Gökten su indirip orada her güzel çifti bitirdik.
11- İşte bunlar Allah'ın yarattıklarıdır. O'ndan başkası ne yarattı? Doğrusu o zalimler, açık bir sapıklık içindedirler.
Gökler, bilimsel veya herhangi bir araştırma yapılmaksızın, yüksek geniş görkemli dış görünüşüyle bakış ve hisle yüzyüzedir. Sözü edilen göklerden kanıt ister, ne olduğunu kesin olarak kimsenin bilmediği, gözün gördüğü bu kubbenin, insan için taşıdığı anlam değişmez. Gökler bu veya diğeri olsun, onda insanların gece-gündüz görebildikleri her yerde, direğe dayanmaksızın asılı duran görkemli büyük yaratıklar mevcuttur. İnsanlar gezegenleri üzerinde, onlardan ne ölçüde uzak kalırlarsa kalsınlar; onların baş döndüren büyüklüklerinin gerçeği kavranılmadan sadece çıplak gözle irdelenmeleri bile tek başına insan yapısının sarsılmasına, sonu, sınırı olmayan görkemli büyüklük, bu yaratıkları bu denli uyum içinde tutan ilginç sistem, gözü bakmaya, kalbi düşünmeye cezbedip, onların da bakmak ve düşünmekten usanıp yorulmadıkları ve duyguyu bürüyüp onun da neredeyse, uzayıp giden bu uzun düşünüşten geri dönmediği, kusursuz güzellik önünde titremesine yeterlidir. Çıplak göze irdeleme bu sonucu doğurduğuna göre; insan, bu görkemli uzayda ışık saçarak yüzen noktaların her birinin kütlelerin yerin kütlesinden kat kat büyük olduğunu anladığında durum nasıl olur?
"Allah gökleri gördüğünüz gibi direksiz yarattı."
Anlatım insan kalbini, bu kısa değininin çağrıştırımı dolayısıyla uzay içlerindeki bu görkemli geziden, oraya tutunması için dünyaya çeviriyor. Yalnız devasa evrenin kütlesi içinde, bir toz taneciği olma ölçüsüne ulaşamayan zerreye, küçük dünyaya değil, bir kişinin ömrünü bu küçük gezegen üzerinde sürekli bir yolculukta geçirmiş de olsa, kısa ömründe her yerini dolaşamayacağı, insanın geniş gördüğü dünyaya! Kalbi dünyaya, açık uyanık bir duyumla onu yeniden gözden geçirmesi ve bu ilginç dünyanın görünümlerine olan alışkanlık ve yinelenme bıkkınlığını üzerinden atması için dönderiyor.
"Sizi sarsmasın diye yere sabit dağlar yerleştirdi."
Jeoloji bilginleri, dağlar; yerkürenin içinin soğuması sonucu oradaki gazların donması ve hacimlerinin eksilmesinden kaynaklanan yerkabuğu çıkıntılarıdır derler. Gazların donup hacimlerinin azalmasına bağlı olarak yerkabuğu büzülerek kıvrımlanmaktadır. Gazlar soğuyup orada burada hacimleri küçüldüğünde içteki büzülmelere uygun olarak kabukta girintiler çıkıntılar oluşmaktadır diyorlar. Bu teorinin doğru veya yanlış olması fark etmez. İşte Allah'ın Kitab'ı, dağların varlığının yerin dengesini koruduğunu, bu nedenle yerin sarsılıp sallanmadığını belirtiyor. Bilginlerin teorileri mantıki görünüyor. Gazların büzülmesi ve yerkabuğunun oradan buradan kasılması durumunda, böyle dağlar oluşması yerin dengesini koruyacak, bir yanda dağların çıkıntı oluşturması yerkabuğunun diğer yanındaki çöküntüyü dengeleyecektir. Her durumda üstün olan Allah'ın sözüdür. Doğru söyleyen Allah'dır.
"Orada her çeşit canlıyı yaydı."
Bütün varlığın ilginçliklerinden biri de budur. Yeryüzünde hayatın varlığı, günümüze kadar kimsenin ne kavradığını ne de açıkladığını iddia etmediği bir sırdır. Küçük basit tek hücrede özelliklerinin ortaya çıkışı döneminde de hayat sırdır. Hayatın basit başlangıç döneminde durum bu ise; çeşitlenip kompleksleşen ve cinsleri, türleri, familyaları ve sınıflarının sayısı insanın bildiği sınırı aşan çokluğa ulaşan hayatın sırrının büyüklüğü ne ölçüdedir? Bununla birlikte insanların çoğu; cismi, yüzlerce ilginç kimyevi değişik fabrikası, koruma ve dağıtım için yüzlerce depo gönderme ve karşılama için yüzlerce telsiz istasyonu ve sırrını her şeyi bilen ve haber alandan başkasının bilmediği yüzlerce karmaşık görev yürüten merkez içeren insana ek olarak karmaşık canlılar da bir yana bırakılarak, canlı hücrelerden bir tek hücre ve duyarlı sistematik ilginç işleyişi ile karşılaştırıldığında; görünüşü basit, kendisi küçük ve yetersiz olarak karşımıza çıkan insan yapısı bir aygıt önünde kendilerinden geçerek şaşkınlık içinde durup onunla ilgilenirken; hayatın sergilediği ilginçliklerin yanından sanki hiç ilgi çekmez önemsiz şeylerin yanından geçer gibi kapalı gözler, kör kalplerle geçip gitmektedirler! ..
"Gökten su indirip orada her güzel çifti bitirdik."
Suyun gökten indirilmesi de, farkında olmadan yaşadığımız ilginçliklerden biridir. Nehir yataklarında akan, göllere dolan, gözelerden kaynayan su... İşte bunların hepsi; göklerle yerin düzeni ve aralarındaki bağlantılar, boyutlar, yapı ve biçim bağlantılı duyarlı bir sisteme göre gökten inmektedir... Suyun inişinin ardından yerde bitkilerin bitmesi de; canlılık, çeşitlenme ve küçük bir otsu veya büyük bir ağaç da kendisini yinelemek üzere, küçük bir çekirdekte gizlenen kalıtımı gibi sonu gelmez ilginçlikleri içeren başka bir ilginçliktir. Bir tek otsu bitkinin, bir tek çiçeğindeki renklerin dağılımının araştırılması, açık kalbi, hayatın ve bu hayatın yaratıcısına imanın derinliklerine götürecektir.
Kur'an'ın metni, Allah'ın bitkileri çift yarattığını belirtiyor. "Her güzel çifti" bu bilimin araştırmayla çok yakınlarda ulaştığı bir gerçektir. Her bitkinin, ya aynı çiçekte ya aynı bitkide, ayrı çiçeklerde veya aynı cinsten iki ayrı bitkide, eril ve dişil hücreleri vardır. İnsan ve hayvanlarda olduğu gibi, eşeysel hücrelerin döllenmesi olmadan hiçbir bitki üremez.
Bu noktada eşeyselliğin güzel (saygın) olarak nitelendirilmesi, onun "Allah'ın yarattıklarıdır" olmasına yaraşır olması, "İşte bunlar, Allah'ın yarattıklarıdır" değinişiyle ön plana çıkarması; O'ndan başkası ne yarattı? biçiminde onunla, karşıdakilere ve tutarsız iddialarına meydan okuması ve bu meydan okumanın en uygun zamanda "Doğrusu o zalimler, açık bir sapıklık içindedirler" ayıplaması, anlatıma büyük bir güç kazandırmaktadır. Bu güçlü vurgunun yapıldığı noktaya gelindiğinde, suredeki ilk gezi bu derin etki bırakan sonla bitiyor.
Bundan sonra ikinci gezi başlıyor. Onu hikâye ve dolaysız yönlendirme üslubuyla sunuyor. Yalnız Allah'a şükretme ve O'nun ortaktan beri görülmesi meselesi ile ahiret, amel ve amelin karşılığı meselelerini öykü diliyle işliyor.

12- Andolsun ki, biz Lokman'a hikmet verdik. "Allah'a şükret" dedik, kim şükrederse kendisi için şükreder. Kim nankörlük ederse bilsin ki, Allah zengindir, övülmeye lâyık olandır.
13- Lokman oğluna öğüt vererek; "Ey oğulcuğum! Allah'a ortak koşma, çünkü ortak koşmak, büyük bir zulümdür. "
Kur'an'ın tevhid ve ahiret meselelerini diliyle sunmak için seçtiği Lokman'ın kimliğine ilişkin bilgiler çeşitlidir. Kimileri O'nun peygamber, kimileriyse salih bir kul olduğunu söylemiş olup, çoğunluk ikinci görüşü benimsemiştir. O'nun İsrailoğulları'nın yargıçlarından olduğu söylendiği gibi, Habeşistanlı veya Sudanlı bir köle olduğu da söylenmiştir. Lokman söylenenlerin hangisi olursa olsun, Kur'an ona içeriği Allah'a şükür olan hikmeti verdiğini belirtiyor. "Andolsun ki, biz Lokman'a hikmet verdik. Allah'a şükret dedik." Bu, sözü ve kıssası sunulan bu seçilmiş hikmet sahibi kişi örnek alınmak suretiyle dolaylı olarak Allah'a şükre Kur'ani bir yönlendirmedir. Bu dolaylı yönlendirmenin yanında başka bir yönlendirme yer alıyor. Allah'a şükür, şükredenin biriktirdiği erzak olup, ona yarar sağlamaktadır. Allah'ın ona ihtiyacı yoktur, yaratıklardan hiçbiri O'nu yüceltmese de O kendi özü gereği yücedir.
"Kim şükrederse kendisi için şükreder. Kim nankörlük ederse bilsin ki Allah zengindir, övülmeye lâyık olandır." Öyle ise, ahmağın ahmağı, hikmetin gereğini yerine getirmeyen ve kendisi için böyle bir erzak biriktirmeyendir. Sonra hikmet sahibi Lokman'dan oğluna öğüt görünümünde tevhid meselesi geliyor.
"Lokman oğluna öğüt vererek; "Ey oğulcuğum! Allah'a ortak koşma, çünkü ortak koşmak, büyük bir zulümdür."
Kuşkusuz bu içtenlikle verilen bir öğüttür. Çünkü baba çocuğuna iyilikten başka bir şey dilemez ve baba çocuğuna karşı ancak yol gösterir bir tavırda olabilir. İşte hikmet sahibi Lokman çocuğuna Allah'a ortak koşmamasını söylüyor ve sözünü Allah'a ortak koşmanın büyük zulüm olduğu ile nedenlendiriyor. Metinde Allah'a ortak koşmanın büyük bir zulüm olduğu gerçeği iki kere vurgulanıyor. Biri: Allah'a ortak koşmayı yasaklayan emrin öne alınıp, dayandığı nedenin ondan ayrılması. Diğeri: Allah'a ortak koşmanın zulüm olduğunun "inne" ve "lam" edatlarıyla pekiştirilmesi. İşte Muhammed'in kavmine sunup, onların ne olduğu konusunda O'nunla çekişmeye girdikleri, O'nun onu sunmasının ardındaki amacı konusunda serzenişte bulundukları ve sunuşun arkasında egemenliğin onlardan alınıp onlara üstünlük kurma amacının olacağından korktukları gerçek budur!.. Hikmet sahibi Lokman'ın oğluna açıklayıp emrettiği ve her türlü art niyetten uzak, içtenliğinden kuşku duyulmaz, babanın oğluna öğüdü olan söz nedir? Dikkat edilsin o, Allah'ın insanlardan hikmet verdiklerinin tümünün diliyle akıp gelen, salt hayırdan başka bir şey gözetilmeyen ezeli gerçektir... Ayette gözetilen psikolojik etkenler bunlardır.
AİLE VE İNANÇ İLİŞKİSİ
Babanın oğluna öğüdünün iniltisi dolayısıyla ayet, zarif bir anlatım içinde; ana-baba ve çocuklar arasındaki ilişkiyi gündeme getiriyor ve bu ilişkiyi ince duygu dolu ilham verici bir görünümle sunuyor. Bununla birlikte inanç bağı bu güçlü bağdan önceliklidir:

14- Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Anası onu zayıflık üstüne zayıflık çekerek karnında taşımıştır. Onun sütten kesilmesi de iki yıl içinde olur. Bana ve ana-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş Allah'adır.
15- Eğer onlar seni körü-körüne bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme; dünya işlerinde onlarla iyi geçin, Allah'a yönelen kimsenin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz banadır. O zaman size yaptıklarınızı haber vereceğim.
Çocuğa, ana-babasına ilişkin tavsiyeler, Kur'an-ı Kerim ve Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- öğütlerinde yinelenmektedir. Ana-babaya, çocuklarına ilişkin tavsiyeler ise pek az görülür. Onun da çoğunluğu özel şartlarda, özel bir durum olan çocukların diri diri toprağa gömülmesi olayına ilişkindir. Bunun nedeni, salt insan yapısının çocuğun korunup kollanmasını üstlenmiş olmasıdır. Fıtrat, insan varlığının, Allah'ın dilediği yönde sürekliliğinin sağlanması için doğmakta olan kuşağı gözetip koruyacak biçimde kurulmuştur. Ana-baba çocuklarına cisimleri, psikolojik varlıkları, ömürleri ve sahip oldukları tüm değerli varlıklarını usanç belirtisi ve serzeniş göstermeksizin cömertçe verirler. Verdiklerinin bilincine bile varmazlar. Dahası, sanki alan onlarmış gibi, sevinç, coşku, gayretle verirler! .. Fıtrat, ana-babanın çocuklar konusunda uyarılmaları işinde tek başına yeterlidir. Çocuk ise; o, ömrü ruhu ve psikolojik güçlerini gelecek hayata hazırlanan kuşak için kurban verdikten sonra artık dünyaya sırtını dönmüş olarak hayatın sonlarını yaşayan kuşakla ilgilenmesi için yinelenen uyarılara ihtiyaç duyar. Çocuk, tüm ömrünü adamış da olsa, ana babasının ortaya koydukları özverinin bir kısmını bile karşılayacak olanaktan yoksundur. İşte durumu ortaya koyan tasvir: "Anası onu zayıflık üstüne zayıflık çekerek karnında taşımıştır. Onun sütten kesilmesi de iki yıl içinde olur." Büyük özverinin ana çatısını çiziyor... Durumun doğasının gereği anne yükün büyük payını yüklenmekte ve onu, daha toleranslı, daha şefkatli ve daha derin ve etkin duygusallık içinde yerine getirmektedir... Hafız Ebu Bekr Bezzar Müsnedinde -taşıma zinciri de vererek- babası kanalıyla Bureyd'ten şu hadisi vermiş: Bir kişi, tavafta annesini kucağına alarak ona tavaf ettiriyordu. Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- "Hakkını ödedim mi" diye sordu. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Hayır, tek bir nefes verimindekini bile değil" dedi. İşte böyle bir nefes verimindekini bile değil... Hamileliği veya doğum anındaki, zira o onu güçsüzlükler içinde taşırdı.
Bu duygulandırıcı sahne aracılığıyla ilk nimet verene, ardından da ikinci nimet veren ana-babaya şükrana yönlendirerek görevleri sisteme koyuyor. Buna göre; önce Allah'a şükür geliyor, onu ana-babaya teşekkür izliyor... "Bana ve ana-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur." Bu gerçeği edilmiş şükrün yarar sağlayacağı ahiret gerçeği ile bağlıyor. "Dönüş Allah'adır."
Fakat, tüm bu duygululuk ve yüceliğine rağmen çocukla ana-baba arasındaki bağ, inanç bağından sonra gelir. İşte insanın ana babası ile olan ilişkisine ilişkin buyruğun geri kalan bölümü "Eğer onlar seni körü körüne bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme." İşte bu noktaya ulaşıldığında itaat etme görevi düşüyor, inanç bağı tüm bağların üstüne çıkıyor. Ana-baba, Allah'a ortak koşma, uluhiyetini inkâr etmekle onu yoldan çıkarmak için; ikna yolu ile olsun, fiili üstünlük kurma ile olsun, ne ölçüde çaba ve gayret gösterirlerse göstersinler, o sözüne uyulmada öncelikli hak sahibince onların sözüne uymamakla emrolunmuştur.
Fakat, inançta ters düşme ve buyruk inançla çeliştiği durumda buyruğa uymama emri; ana-babanın, onlara iyi muamelede bulunma ve güzel birliktelik konusundaki hakkını düşürmez: "Dünya işlerinde onlarla iyi geçin." O yeryüzünde kısa bir yolculuk olup, temel gerçeği etkilemez: "Allah'a yönelen kimsenin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz Bana'dır." Sınırlı dünya yolculuğunun ardından "O zaman size yaptıklarınızı haber vereceğim." Herkese şükür, nankörlük, şirk, tevhid türünden yaptığının karşılığı verilecektir orada.
Yirminci cüzde, Ankebut suresini açıklarken belirttiğimiz gibi, bu Ankebut ve Ahkaf'taki benzer ayetlerin Sa'd b. Ebi Vakkas ve annesi hakkında indiği rivayet edilmiştir. Sa'd b. Malik'e ilişkin indikleri de söylenmiş olup, bu yöndeki haberi Taberani taşıma zinciriyle birlikte `Kitab el İşra'da Davud b. Ebi Hind'e duyurarak vermiştir. Ayetlerin Sa'd b. Ebi Vakkas hakkında indiği biçimdeki bilgiyi Müslim'den öğreniyoruz. Tercih edilen de bu hadistir. Ayetlerin delaleti ise, tüm benzer durumları kapsar, aynı zamanda görev ve yükümlülükleri sistemleştirdiği gibi bağlılıkları da sistemleştirir. İşte onların (ayetlerin) delaletleri gereği, Allah'la olan bağlantıdır öncelikli olan bağlantı ve Allah'ın hakkına ilişkin yükümlülüğün yerine getirilmesidir öncelikli görev. Kur'an-ı Kerim bu kuralı bildirmekte, mü'minin vicdanında kuşku ve kapalılığa yer bırakmayan açık ve kesin biçimde yer etmesi için bir ilinti dolayısıyla onu çeşitli görünümler içinde gözler önüne getirerek vurgulamaktadır.
Lokman'ın oğluna nasihatının akışı içinde yer alan bu uzunca konu değiştiriminin ardından, ahiret ve orada yaşanacak duyarlı yargılanım ve adil karşılık görme meselelerini işleyen öğütteki ikinci bölüm geliyor. Fakat bu gerçek, soyut bir anlatımla değil, insanın vicdanını titreten etkin bir görünüm içinde, geniş evrensel sahnede sunuluyor. Evrensel sahnedeki o görünümü izleyen insan, adım adım Allah'ın ürperti veren duyarlı ve kapsamlı bilgisinin farkına varıyor

16- Lokman: "Oğulcuğum! Yaptığın iyi veya kötü iş, bir hardal tanesi ağırlığınca olsa ve bu bir kayanın içinde, göklerde veya yerde bulunsa, yine de Allah onu karşına getirir. Doğrusu Allah lâtiftir, haberdardır.
17- Oğulcuğum namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçmeye çalış ve başına gelene sabret. Çünkü bunlar yapılması gereken işlerdir.
Allah'ın bilgisinin duyarlılığı ve kapsamı, kudreti ve ahiretteki yargılamanın duyarlılığı ile oradaki değerlendirimin adilliğinin soyut olarak tanımlanması, bu somut tanımlamanın ulaştığı etkinliğe ulaşamamaktadır. Kur'an'ın derin vurgulu, görevini yumuşakça yerine getiren erişilmez yönteminin üstünlüğü işte budur. "Bir hardal tanesi" küçük önemsiz ve ne ağırlığı var, ne de değeri: "Bir kayanın içinde" sert bir yığın içinde, ne görünür ne ulaşılır: "Göklerde" büyük yıldızların, yüzen bir nokta veya şaşkın bir zerre olarak göründükleri, şu geniş ürperti veren yapıda veya taşı toprağı arasında kaybolmuş görünmez durumda "veya yerde bulunsa, yine de Allah onu karşına getirir." Bilgisi ona ulaşır, kudreti onu başıboş bırakmaz... "Doğrusu Allah lâtiftir, haberdardır."
İnceliklere ulaşan konuyu dolaylı olarak veren, sahneye uygun bir değerlendirme.
İnsan hayali, Allah'ın bilgisinin rahatça izlediği bu hardal tanesini o geniş derin gizlenme yerlerinde, kalbi huşu içinde, erişilmezlerin gizliliklerini haber alan lâtif Allah'a dönünceye kadar kavuşturmayı sürdürüyor. Sonuçta bu inanç yöntemi sayesinde Kur'an'ın kalbe yerleşmesini istediği gerçek yerine yerleşiyor.
Konu Lokman'ın oğluna öğüt verirken söylediklerinin aktarımında ilerlerken, bir de bakıyoruz ortaksız Allah'a iman yaşanacağı konusunda aklın kuşku duymadığı ahirete kesin inanç ve hardal tanesi ağırlığında da olsa hiçbir şeyi gözden kaçırılmadan hesaplanıp verilecek ahiretteki karşılığın adilliğine güvenin insanın iç dünyasında yer etmesinin ardından, ara ara inancın gerektirdiği adımları da atmaktadır... Bir sonraki adım ise; namazla Allah'a yönelme, Allah'a çağırmak için insanlara yönelme ve davetin geçireceği, karşılaşılması kaçınılmaz olan sorumluluk ve zorluklara sabırdır!
"Oğulcuğum namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçmeye çalış ve başına gelene sabret. Çünkü bunlar yapılması gereken işlerdir."
Akidenin çizilmiş yolu işte budur... Allah'ın bir bilinmesi, gözetiminin hissedilmesi, O'nun katındakinin istenmesi, adaletine güvenme, cezasından korkma ve ardından insanları davete, durumlarının düzeltilmesine ve iyiliği emredip, kötülükten alıkoymaya geçiş. Tüm bunlardan önce kötülükle savaş için özgün azıkla azıklanma. Allah'a kulluk ve namazla O'na yönelme azığıyla. Ardından, nefislerin eğilip bükülmesi (kaypaklığı) kalplerin yoldan çıkışı ve yüz çevirmesi ellerin, dillerin kötülükle uzanması ve gerektiğinde mal ve canla denenme türünden Allah a çağıranın karşılaşacağı durumlara karşı direnme..." "Çünkü bunlar yapılması gereken işlerdir." Ayette yer alan "azm el-umur" yapılması kararlaştırıldıktan sonra, kendileri konusunda tereddüde götürecek yolların kapatıldığı işler anlamınadır.
Bu noktada Lokman Kur'an'ın verdiği vasiyetinde, Allah'a davet edenin edebine geçiyor. Hayra çağırma; insanlara üstünlük taslamayı ve hayra yönlendirme adına onlara tepeden bakmayı geçerli kılmaz. Hayra çağırmada durum bu olunca, hayra çağırmadan onlara üstünlük taslama, tepeden bakma, doğal olarak daha çirkin olacaktır:

18- İnsanları küçümseyip yüz çevirme yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Allah, kendini beğenmiş övünen kimseyi sevmez.
19- Yürüyüşünde tabii ol (ölçülü hareket et) sesini de kıs. Çünkü seslerin en çirkini eşeklerin sesidir.
Ayetin orijinalindeki sözcüğü "El-Sa'r" develere isabet edip boyunlarını bir yana eğrilten bir hastalık. Kur'an yöntemi, "şar"ka benzeyen büyüklenme, sapıklık ve böbürlenerek dudak bükme davranışından kaçındırmak için bu deyimi kullanıyor.
Kur'an'ın "marahan" deyimi ile dile getirdiği yürüme biçimi, başkalarına önem vermeden kasıla kasıla böbürlenerek yürümedir. O Allah ve insanlarca kötü görülen bir davranıştır. Esasen hasta psikolojinin dışa yansıması olup, böbürlenerek yürüme biçiminde kendini gösterir. "Allah kendini beğenmiş övünen kimseyi sevmez."
Böbürlenerek yürümenin yasaklanması ile birlikte, aşırı tavırlardan arındırılmış doğal yürüyüşün açıklanması da geliyor: "Yürüyüşünde tabii ol." Burada `doğru ol'la aşırılık göstermeme ve böbürlenme, sağa sola ağız ayırma ve sallanmayla enerji kaybına yol açmama kastedilmektedir, yürüyüşe doğru olmak da aynı anlama gelir. Çünkü bir hedefe yönelen doğal yürüyüş, oyalanma, böbürlenme içermez, rahat tavırlarla sadece doğrultusunda ilerler.
Alçak sesle konuşma; terbiye, kendine güven, sözün doğruluğu ve gücü konusunda iç rahatlığını yansıtır. Terbiyesiz veya sözü ve kendi değerinden kuşkuda olandan başkası kabalık etmez, bağırıp çağırmaz. Evet!.. Sadece onlar hiddet, kabalık ve bağırtı ile bu kuşkularını gizlemeye çalışırlar.
Kur'an yöntemi, anlatımı şu ifade ile sürdürerek bu davranışın çirkinliğini vurgulamaktadır: "Çünkü seslerin en çirkini eşeklerin sesidir." Görüldüğü gibi, tiksindiricilik ve çirkinlikle birlikte, insanı alaya almaya çağıran gülünç bir sahne çiziyor. Ayetteki, düşünceyi uyandıran ifade aracılığıyla kafasında bu gülünç sahneyi canlandırabilen duygu sahibi birinin sonra kalkıp, bu eşeklerin sesine özenmesi düşünülemez...
İkinci gezi, birinci meseleyi sunuşdaki bu çeşitlenme ve yöntemdeki yenilenmeyle işledikten sonra işte böyle sona eriyor...
Üçüncü gezi, yeni bir tertiple başlıyor. İnsanların; çıkarları, hayatları, geçimlilikleri, Allah'ın onlara verip onlardan yararlandıkları halde, nimetlendirici yücelik bahşeden ve bağışlayıcı Allah konusunda çekişmeye girmekten sıkılmadıkları gizli-açık nimetleriyle bağlantılı olarak evrensel kanıtın sunuşu ile başlıyor. Ardından birinci ve ikinci gezilerde çözümlediği birinci meselenin pekiştirilmesi yönünde bu yeni tertip çerçevesinde ilerliyor.

20- Allah, göklerde ve yerde bulunanları emrinize açık ve gizli olarak nimetlerini bol bol verdiğini görmediniz mi? Yine de insanlardan bazıları ne bilgisi ne yol göstereni ne de aydınlatıcı bir Kitab'ı olmadan Allah hakkında tartışır.
21- Onlara; "Allah'ın indirdiğine uyun!" dense; "Hayır biz babalarımızın üzerinde bulduğumuz yola uyarız" derler. Şeytan babalarınızı alevli ateşin azabına çağırmış olsa da mı?
Kur'an'da çeşitli yöntemlerle yinelenen bu tablo her karesinde yeni olarak görünür. Çünkü bu evren, kalbin ona her bakışı ve sırları ile tükenmez ilginçliklerini her düşünüşünde algıda sürekli yinelenmektedir. İnsan sınırlı ömründe o ilginçlikleri araştırıp tüketemez. O her bakışta yeni bir renk yeni bir vurgu ile görünür.
Sözün akışı tabloyu burada yeryüzündeki insanın ihtiyaçları ile bu evrenin yapısı arasındaki uyumluluk açısından sunuyor. Bu uyumluluğun ne kendiliğinden, ne de rastlantı sonucu olmasının imkânsızlığı ve bu görkemli evrenin yapısı ile bu küçük gezegen üzerindeki insanın ihtiyaçlarını uyumlu kılan planlayıcı iradeye teslimden kaçış olmadığı, dolayısıyla muhatabı söz edemez kılan bir kanıt oluşturduğuna parmak basılıyor.
Dünya tümüyle evren çatısında küçük bir noktacık oluşturmaya bile yetersiz. İnsansa, bu dünya içinde, boyutları ve içerdiği güçler canlı-cansız yaratıklara oranı, hacmi, ağırlığı, maddi gücü açısından çevresindekilerin yanında kaale alınmaz, zayıf küçük bir yaratıktır. Fakat, Allah'ın insana ihsanı, ondaki ruhundan koyduğu soluğu ve onu yaratıkların çoğundan saygın kılması, işte sadece bu ihsanlar; evrenin düzeninde bu yaratığın bir ağırlığı olması, değerlendirmeye alınması ve Allah'ın ona bu evrenin güçleri, enerjileri, potansiyelleri ve hayırlarından birçoğunu kullanabileceği güçleri uyarlamasını gerektirmiştir. Ayette, Allah'ın yer ve göktekileri insanın hizmetine sunmasından daha genel içerikli olan açık-gizli nimetlerinin sayımında değinilen hizmete verme işte budur. İşin Allah'ın ihsanına dayandığı apaçık ortadadır. Baştan insanın varolması Allah'ın bir nimet ve bağışıdır, onu güçler, yetenekler, bağışlarla donatması Allah'dan nimet ve bağıştır. Peygamberlerini göndermesi, kitaplarını indirmesi en büyük bağış ve en üstün nimettir. Tüm bunlardan önce onun Allah'ın ruhu ile bağlantılanması Allah'dan bir nimet ve bağıştır;. alıp verdiği her nefesi ve her kalp atışı, gözünün aldığı her sahne, kulağının duyduğu her ses, içinde gezinen her hatıra, aklının işlediği her düşünce bunların hepsi insanın Allah'ın bağışı olmadan ulaşamayacağı birer nimettirler.
Gerçekten Allah göklerde olanları, insan denen bu canlının hizmetine sunmuştur. İşte, güneşin ayın ışığı, yıldızların yol göstericiliği, yağmur, hava ve onda gezinen kuşlardan yararlanmayı onun erişebileceği çerçeveye koymuştur. Yerde bulunan varlıkları da onun hizmetine vermiştir. Yerdeki durum daha açık, gözlemlenmesi ve kontrolü daha kolaydır. Onu bu geniş mülkte temsilci ve yerin içerdiği hazineleri elde edebilir kılmıştır. O hazinelerin kimi gizli, kimi açıktır, kimini insan biliyor, kimini etkilerinin dışında özünü kavrayamıyor, anlamadan yararlandığı güçlerin sırları gibi onlardan kimini de hiç bilmiyor. Kuşkusuz insan gece ve gündüzün her anında Allah'ın ne ölçüde kavranılmaz türleri sayılıp bitirilemez nimeti ile kuşatılmış durumdadır. Tüm bunlara karşın insanların bir kısmı ne şükrediyor ne Allah'ı anıyor, ne çevresindeki olayları düşünüyor ve ne de karşılıksız iyilikte bulunan, nimet verene kesin inanıyorlar.
"Yine de insanlardan bazıları ne bilgisi, ne yol göstereni, ne de aydınlatıcı bir kitabı olmadan Allah hakkında tartışır." Evrenin yapısının oluşturduğu bu kanıtın söz götürmezliği ve mükemmel nimet karşısında bu çekişme, garip çirkin, Allah'ın varlığını inkâr ise, insan fıtratının nefretini çeken, vicdanı titreten bir iğrençlik olarak beliriyor. Allah'ın hakikati ve bu hakikatin yaratıklarla ilişkisi konusunda çekişmeye girişen grup da; çevresindeki tüm varlığın çağrısına uymayan, bu ölçüsüz nimeti veren konusunda çekişmeye girmekten sıkılmayan nankör ve fıtratı bozulmuş olarak beliriyor. Bu çekişmede bilgiye dayanmamaları, yardımı ile yol bulacakları bir rehberden yoksun olmaları ve kendilerine meseleyi aydınlatacak ve kanıt sunacak bir kitaba dayanmamaları da tutumlarının olumsuzluğunu artırıyor.
"Onlara; `Allah'ın indirdiğine uyun!' dense, `Hayır biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' derler." İşte tek dayanakları ve tuhaf kanıtları bu! Ne düşünceye ne de bilgiye dayanmayan donmuş taşlaşmış taklit. İslâmın onları kurtarmak ve düşünce için akıllarını özgür bırakmak istediği fakat buna karşılık taklit. Kur'an onların düşünce yapılarına uyanıklık, hareketlilik ve ışık şırınga ediyor, onlarsa geçmişin sapıklık zincirinden boşanmayı kötümseyerek zincirlere sımsıkı yapışıyorlar.
İslâm iç dünyada özgürlük, bilinçte hareket, ışığa açılma ve taklit, donukluk zincirinden arınmış hayat için yeni bir programdır. Buna karşın bu grup onu kötümsüyor, ruhları onun hidayetinden alıkoyuyor, bilgi, yol gösterici, aydınlatıcı kitaba dayanmadan Allah konusunda çekişmeye giriyor.
Bu noktada Kur'an onları alaya almakta ve dolaylı olarak bu güvensiz tutumun nereye varacağına işaret etmektedir:
"Şeytan babalarınızı alevli ateşin azabına çağırmış olsa da mı?"
Bu tutum, alevli azaba götürmek için şeytanın önerdiğinden başka şey değildir. Onlar, kendilerini bu sonuca götürecek olsa da, aynı tutumu sürdürmeye kararlı mıdırlar? Psikolojiyi derinden etkileyen bu eşsiz evrensel kanıtın ardından uyarıcı ve etkin bir dokunuş.
Bilgiye dayanmayan, yolunu bir rehber aracılığı ile bulmayan ve aydınlatıcı bir kitaptan yararlanmayan buna karşılık kusur aramaya dayanan çekişmenin ilintisi dolayısıyla, evrensel kanıt ve eksiksiz nimet karşısında, gereken tutuma işaret ediyor:

22- Kim güzel davranarak kendini Allah'a teslim ederse, o en sağlam kulba yapışmıştır. Sonunda bütün işler Allah'a döner.
Sözü edilen, iyi amel ve davranış içinde Allah'a mutlak teslimiyettir. Tam anlamı ile teslimiyet. Allah'ın kaderinin hak olduğu konusunda iç rahatlığı içinde olma. Allah'ın rahmetine güven duyarak, gözetileceği inancıyla sevinerek, sevinç ve esenlik veren gönül hoşluğuyla Allah'ın buyrukları ve direktiflerine esnemeksizin icabet... Bu tutumların hepsi kişinin yüzünü Allah'a teslim ettiğini belirtir. Yüz ise insanın en saygın organıdır. "Kim güzel davranarak kendini Allah'a teslim ederse, o en sağlam kulba yapışmıştır." Sevinçli veya sıkıntılı durumlarda tutunan yüzüstü bırakmayan, fırtınalar, dalgalar arasında karanlık gecede zorlu korkulu yolda tutunanın yolunu kaybetmediği kopmayan güçsüzleşmeyen kulp!
O sağlam kulp; Allah'a teslim olmuş mü'minlerle Rabb'leri arasındaki kararlı sağlam sarsılmaz bağlantı olup Allah'ın takdiri ile gelen karşısında yaşanan iç rahatlığıdır. O iç rahatlığı ki, olayları göğüslemede nefsin dizginliğini ve kararlılığını korur; sevinç anında şımarmayıp sevinci hazmetmesini, sıkıntı anında küçülmemesini, beklenmedik anlarda ve iman yolundaki zorluklarla oraya buraya serpilmiş engeller karşısında sarsılmamasını sağlar.
Kuşkusuz yolculuk uzun, meşakkatli ve tehlikelerle doludur. Onda varlıklılığın tehlikesi, yoksulluk ve sıkıntıya düşmenin tehlikesinden daha az, sevinçliliğin tehlikesi de sıkıntılılığın tehlikesinden daha önemsiz değildir. Güçsüzleşmez dayanak ve kopmaz kulba olan ihtiyaç sürekli ve önemli bir ihtiyaçtır. Güçlü kulp, islâmın Allah'a bağlayan kulbu olup ona ihsan ve teslimiyetle tutunulur: "Sonunda bütün işler Allah'a döner." Dönüş ve varış O'nadır. Dolayısıyla doğru olan, insanın başlangıçtan itibaren özünü Allah'a teslim etmesi, güven, hidayet, ışık içeren, O'na giden bir yol tutmasıdır...
23- Kim de inkâr ederse onun inkârı seni üzmesin; onların dönüşü bizedir. O zaman yaptıklarını kendilerine haber veririz. Allah kalplerde olanı şüphesiz bilir.
24- Onlara biraz geçim sağlar, sonra ağır bir azaba sürükleriz.
Özünü Allah'a teslim edip iyilik işleyenin akibeti, o nankörlük eden ve hayatın zevklerinin aldattığının akibeti de bu. Onun dünyada ulaşabileceği son nokta, Resulullah ve mü'minlerin gözünde önemsizlik sınırını aşmayacaktır. "Kim de inkâr ederse onun inkârı seni üzmesin." Onun durumunun senin üzülmeni, gamlanmanı gerektirecek kadar önemi yoktur. Diğer konularda da onun ulaşabileceği durumunu önemsizleştirmenin ötesine geçmez. O ettiğiyle yakalanmış, Allah'ın kabzası içindedir. Kurtulası değildir. Allah onun ettiğini ve göğsünde gizlediği niyetlerini bilmektedir: "Onların dönüşü bizedir. O zaman yaptıklarını kendilerine haber veririz. Allah kalplerde olanı şüphesiz bilir. Onlara biraz geçim sağlar." Ardından gelen cezalandırma korkunçtur. O, cezaya itilmiş, korunacak güçten de yoksundur: "Sonra ağır bir azaba sürükleriz." Azabın kabalıkla nitelenmesi onu devleştiriyor, zorla sürme deyimi de, kâfirin savunamazlık veya mazeret gösteremezlik içinde karşılaşmaya çalıştığı korkunç azabın etkinliğini ortaya koymaktadır. Bu duruma düşen nerede, özünü Allah'a teslim edip en sağlam kulba tutunan ve sonunda iç rahatlığı, dingin psikolojik içinde Rabb'ine varacak olan nerede.
MÜŞRİKLERE YİNE SOR
Ardından onları, varlıkla karşı karşıya geldiğinde varlık ve aynı ölçüde varlığın fıtratında saklı gerçeği itiraftan kaçış bulamayan yapılarının mantığı önünde durduruyor. Fakat onlar fıtratının gösterdiği yoldan sapıyor, onun dengeli sağlam mantığını görmezlikten geliyorlar.

25- Andolsun ki onlara; "Gökleri ve yeri kim yarattı " diye sorsan "Allah" derler. Hamd Allah'a mahsustur. Hayr onların çoğu bilmiyor.
26- Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Şüphesiz Allah müstağnidir, övülmeye lâyık olandır.
İnsan yapısına danışır, vicdanını dinlerse, bu konuşan açık gerçeği inkâr edemez. İşte gökler ve yer, konumları, hacimleri, hareketleri, boyutları, özellikleri ve nitelikleri kurulmuş olarak varlıklarını sürdürüyorlar. Öyle bir kurgu ki, onda düzen görüldüğü gibi amaç da görülmektedir. Onlar bu durumlarından önce, kimsenin yarattığını iddia etmediği ve kimsenin de Allah'ın dışında başka bir yaratıcının onların yaratılmasında ortaklık ettiğini iddia etmediği yaratıklar olup kendi kendilerine varolmaları da mümkün değildir. Yine düzenleme ve düzenleyici olmadan, düzene girmesi ve varlığını sürdürmesi de mümkün değildir. Onların kendi kendilerine veya başıboş ya da rastlantı sonucu varoldukları görüşü ise, insan fıtratının kökünden inkâr ettiğinin yanında bir de üzerinde konuşmaya değer değildir.
Allah'ı bir tanıma inancı karşısında, Allah'ın ortak koşma inancıyla dikilenler ve Resulullah'ın çağrısına sert çekişmeyle karşılık verenler; göklerin, yerin varlığı ve salt bakmaktan öte bir şey gerektirmeyen varlıklarını sürdürmelerinde temsil edilen, varlığın oluşturduğu kanıtla karşı karşıya geldiğinde, fıtratlarının mantığını alt etmeye güç yetirememektedirler!
Diğer yandan sorulduğunda ikilemiyor, cevapları "Allah" oluyordu. Bunun için Allah, Resulünü onları Allah'ı övme konusundaki kusurları ile ayıplamaya yöneltiyor. "Hamd Allah'a mahsustur de." Fıtratta hakkın belirgin oluşundan ötürü `hamd Allah'a mahsustur.' Varlığın oluşturduğu kanıt önünde kaçınılamayan itiraftan ötürü `hamd Allah'a özgüdür' her ne göz önüne alınırsa `hamdın Allah'a özgü olduğu' görülür. Sonra tartışma noktalanıyor, başka bir kusurlarına parmak basarak kusurları belirtmeyi sürdürüyor. "Hayır onların çoğu bilmiyor" Bilmedikleri için Allah konusunda çekişmeye giriyor, fıtratın mantığını ve bu varlığın ulu yaratıcısına delaletini görmezlikten geliyorlar.
Onların fıtratlarının göklerin ve yerin yaratıcısının Allah olduğunu itiraflarının ilintisi dolayısıyla; göklerde ve yerde insanın yararına sunulan, sunulmayan her şeyin mutlak anlamda sahibinin Allah olduğu belirtiliyor. Buna rağmen O'nun yerde ve göklerde olanlara ihtiyacı olmayıp insanlar O'na övgü ile yönelmeseler de O kendi varlığının mahiyeti açısından övülmüştür. "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Şüphesiz Allah müstağnidir, övülmeye lâyık olandır."
Gezi, bu noktada Allah'ın tükenmez zenginliği, sınırsız bilgisi, sürekli yenilenen yaratma gücü ve dilediğinin ne olabileceği konusunda sınır düşünülmez kayıtsız dilemesine işaret eden evrensel bir sahne ile sona eriyor.

27- Yeryüzünde bulunan ağaçlar kalem olsa, denizlerde mürekkep olsa ve yedi deniz daha eklense, yine Allah'ın sözleri yazmakla tükenmez. Doğrusu Allah güçlüdür, hakimdir.
28- Ey insanlar! Sizin yaratılmanız ve tekrar dirilmeniz tek bir kişinin yaratılması ve tekrar diriltilmesi gibidir. Şüphesiz Allah, işitendir. görendir.
Bu, Allah'ın sınırsız dilemesinin tekrarlanması, anlamını insanların tasavvurlarına yaklaştırmak için, onların bilgileri ve sınırlı gözlemlerinden çıkarılmış bir tablodur. Çünkü neredeyse, onların beşeri tasavvurları bu somutlaştırma ve örnekleme olmaksızın Allah'ın sınırsız dilemesinin anlamını kavrayamayacak durumdadır.
İnsanlar bilgilerini, yazma, sözlerini not etme ve emirlerini imzalama işini, ağaçlardan edindikleri kalemlerle gerçekleştirirler. Yazma işinde mürekkep de kullanırlar ki, kullandıkları mürekkep bir hokka dolusu veya bir şişe dolusunu geçmez. Burada insanlar için canlandırılan örnekte ise yeryüzündeki tüm ağaçlar kaleme, denizler mürekkebe dönüşüyor, dahası denizler yedi kat artırılıyor ve yazıcılar oturup Allah'ın yenilenir bilgisine delalet eden ve dilemesine açıklık getiren kelimelerini yazmaya koyuluyorlar... Peki sonuç ne oluyor? Kalemler, mürekkepler, ağaçlar ve denizler tükenirken Allah'ın kelimeleri tükenmiyor, onların sonu gelmiyor... Durum sınırlı ile sınırsızın karşı karşıya gelmesi durumudur. Ne ölçüde çok olursa olsun sınırlı tükenecek, sınırsız bir şey eksilmeden sınırsız olarak kalacaktır... Allah'ın kelimeleri, bilgisi sınırsız, iradesi engellenmez ve dilemesi kayıtsız olarak yerine gelir olmasının mantıksal gereği olarak tükenmezdirler.
Verilen örneğin sağladığı değerlendirme sonucu; ağaçlar denizler ortadan kalkıyor, canlılar cansızlar bir köşeye çekiliyor, biçimler durumları gözden kayboluyor ve insan güçlü, düzenleyen, yön veren, yaptığına tam egemen, değişik dönüşüm göstermeyen, gözden uzak olmayan ebedi yaratıcının gücü ve yüceliği önünde baş eğerek duruyor. "Doğrusu Allah güçlüdür, hakimdir."
Bu baş eğmiş görünüm önünde, bu görünümden, yaratma ve ölümden sonra dirilmenin kolaylığına ilişkin bir kanıt edinerek gezideki son vurguyu indiriyor. "Ey insanlar! Sizin yaratılmanız ve tekrar dirilmeniz tek bir kişinin yaratılması ve tekrar diriltilmesi gibidir. Şüphesiz Allah, işitendir, görendir."` Dilemenin salt yaratılacak nesneye yönelimi ile yaratmayı gerçekleştiren irade açısından bir veya birden fazla nesnenin yaratılması aynıdır. O ferdin yaratılmasında sınırlı bir emek harcamadığı gibi, her ferdin yaratılmasında emek yinelemez de. Ona göre bir tek kişinin yaratılması ile milyonların yaratılması ve bir ferdin diriltilmesi ile milyonların diriltilmesi birdir. Yaratma işi bir `kelime' dilemedir, sadece "Bir şey dilediği zaman O'nun buyruğu sadece o şeye ol' demektir, hemen olur." (Yasin Suresi 82)
Yaratma ve ölümden sonra dirilme işinde, bîlgi ve güç birlikte rol aldıkları gibi, onların ötesinde duyarlı programlama ve kontrol da söz konusudur. "Şüphesiz Allah, işitendir, görendir."
Burada önceki üç gezinin işlediği meseleyi işleyen sonuncu gezi başlıyor. Gezi hemen, Allah'ın `hak' O'nun dışında yalvarılanların `batıl' olduğu, kulluğun yalnız Allah'a özgü kılınması gerektiği ve babanın oğul, oğlun babadan bir şey savamayacağı ahiret günü meselesini gündeme alıyor. Onlara çeşitli etkenler ekleyerek geniş evrensel alanda sunuyor...

29- Görmedin mi Allah, geceyi gündüzün içine; gündüzü gecenin içine sokuyor. Güneş ve ayı emrine boyun eğdirmiştir. Her biri belirli bir süreye kadar hareket eder. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
30- Bu, Allah'ın hak olmasından ve O'ndan başka taptıklarının batıl olmasındandır. Doğrusu Allah yücedir, büyüktür.
Böyledir, çünkü Allah haktır, O'ndan başka yalvardıkları batıldır. Gerçekten yüce ve büyük olan yalnız Allah'dır.
Gecenin gündüze gündüzün geceye girişi ve onların mevsimlerin değişimi ile uzanıp kısalmalarının oluşturduğu görünüm, gerçekten ilginç bir görünümdür. Fakat uzun birliktelik ve yinelenmeden ötürü insanların çoğu bu olguya karşı duyarlılığını yitirdiğinden, duyarlı bir düzenle yinelenen, bir kere olsun sarsılmayan, işlevinden geri kalmayan bu ilginçliği algılamıyorlar. Yorulmayan, hedefinden şaşmayan, işlevinde gevşeklik göstermeyen bu dönüşün dengesini de asla kaybetmemektedir... Bu sistemin oluşması ve korunmasını sağlayabilecek sadece Allah'dır. Bu gerçeğin kavranması, yorulmayan, hedefinden şaşmayan, işlevinde gevşeklik göstermeyen bu dönüşümün gözlenmesinden öte bir şey gerektirmemektedir.
Bu dönüşümün, güneş, ay ve hareketleriyle olan bağlantısı açıktır. Güneş ve ay baş eğdirilmesi geceden, gündüz ve bunların uzayıp kısalmalarının ilginçliğinden daha etkin bir ilginçlik sergiler. Her şeye gücü yetiren, işinde mahir olandan başkası bu baş eğdirmeye güç yetiremez. O aynı zamanda güneş ve ayın yolculuklarının ne kadar olacağını da bilmekte ve belirlemektedir. Gecenin gündüze ve gündüzün geceye sokulmalarının ve güneşle aya baş eğdirmenin gerçeği -ki bunlar açık iki evrensel gerçektirler- ile birlikte onların benzeri bir gerçek daha yer alıyor ayette: "Allah yaptıklarınızdan haberdardır." Varlığa ilişkin gerçekler yanında, duyularla ulaşamayacak gerçeklerden olan bu gerçeği işte böyle açıklığa kavuşuyor. Varlığa ilişkin gerçeklerin benzeri ve onlarla güçlü biçimde bağlantılı bir gerçek.
Bu üç gerçeğin ardından, tüm gerçeklerin dayandığı en büyük gerçeği gündeme getiriyor. Tüm gerçeklerin dayandığı ilk gerçek. Bu gezinin işlediği ve ne olduğuna açıklık getirmek için şu kanıtı verdiği gerçek.
"Bu, Allah'ın hak olmasından ve O'ndan başka taptıklarının batıl olmasındandır. Doğrusu Allah yücedir, büyüktür."
Bu; duyarlı, uyumlu, sürekli değişmez bir evrensel düzen. Bu düzen, Allah'ın hak, O'nun dışında çağırdıklarının batıl olduğundan ötürü yaşıyor. Her gerçeğin dayandığı ve bu varlığın üzerinde oturduğu, bu en büyük gerçek yaşıyor, öyle ise, gerçek olan Allah'ın varolduğudur. O olumsuzluklardan uzak olup, bu evreni O yaratmakta, O korumakta, O programlamakta ve evren için dilediği biçimde uyum, denge, bütünlük ve sürekliliği o sağlamaktadır.
"Bu Allah'ın hak olmasından ve O'ndan başka taptıklarının batıl olmasındandır." O'nun dışında her şey dönüşür-değişir, O'nun dışında her şey azalır çoğalır, O'nun dışında her şey güçlülük, zayıflık, gelişme, çöküntü, ilerleme, gerileme gösterir. Varken yok olurlar. Değişmez, başkalaşmaz, dönüşmez, zail olmaz, ebedi, sürekli olan -olumsuzluklardan beri olan- yalnız O'dur...
Sonra, Allah'ın "Bu Allah'ın hak olmasından ve O'ndan başka taptıklarının batıl olmasındandır" sözünden insanda özellikli bir etki kalıyor... O'nu sözler dile getiremiyor, sahip olduğum beşeri anlatım O'na güç yetiremiyor. O'nu kalp özümlüyor, vicdan şifreli bir yolla alıyor, insan yapısı tümüyle algılıyor, fakat dil yetersiz kalıyor! .. Şu cümlede de aynı durumla karşılaşıyoruz: "Doğrusu Allah yücedir, büyüktür." Yani O'nun dışında ne `yüce' var ne de `büyük'... Görüyorsun, ilginç Kur'anî anlatım önünde, yapının tümüyle sarsılmasına açıklık getiren bir şey söyleyebiliyor muyum? Bu gibi yüce gerçeklere ilişkin her insanî anlatımın onları eksilttiğini onlara bir şey eklemediğini ve yalnız Kur'anî anlatımın -olduğu gibi- eşsiz ilham veren anlatım olduğunu algılıyorum!..
Ayetlerin akışı konuyu, bu evrensel sahneyi ve ardından gelen o vicdani değiniyi, insanlığın tanışık olduğu başka bir sahne ile sürdürüyor. Allah'ın vergisi sayesinde denizde yüzen gemilerin oluşturduğu sahne. Bu sahnede insanları, gurur ve güçten yoksun olarak denizin korkutuculuğu ve tehlikeleriyle yüzyüze geldikleri andaki fıtratlarının mantığı ile karşı karşıya getiriyor:

31- Allah size, bir kısım delillerini göstersin diye, Allah'ın izniyle gemilerin denizde akıp gittiğini görmediniz mi?Şüphesiz bunda çok sabreden çok şükreden herkes için ibretler vardır.
32- Dağlar gibi dalgalar insanları kuşattığı zaman dini yalnız Allah'a has kılarak O'na yalvarırlar. Allah onları karaya çıkarıp kurtardığı zaman, içlerinden bir kısmı Allah'a olan gevşeme gösterirler. Zaten bizim ayetlerimizi nankör gaddarlardan başkası inkâr etmez.
Gemiler denizde Allah'ın deniz, gemi, rüzgâr, yer ve göğe koyduğu yasalar uyarınca yürürler. Gemileri, denizde batmadan veya dikilip kalmadan yürür kılan, bu yaratıkların bu özellikleriyle yaratılmalarıdır. Eğer bu özellikler herhangi bir yönde değişecek olsa, gemiler denizde yüzmez. Suyun veya geminin yapıldığı maddenin yoğunluğunun değişmesi, deniz yüzeyine hava basıncı oranının değişmesi, hava ve su akıntılarının değişmesi suyun su kalma sınırı ve hava ile su akıntıların uygun sınırlarını aşacak ölçüde ısının değişmesi gibi... Eğer bu oranlardan hangi yönde olursa olsun bir teki değişecek, gemiler suda yürümez. Tüm bu elverişli şartların varolduğu durumda da, fırtınada dalgalar arasında, Allah'dan başka tutunacakları bir şeyin olmadığı yerde, gemilerin koruyucusu, gözeteni yine Allah'dır. Dolayısıyla onlar her durumda Allah'ın nimeti olan maddeleri yük olarak taşıyorlar, aynı zamanda. Kur'an'ın ifadesi bu anlamların her ikisini de kapsıyor: Onlar görüşe sunulmuşlardır. Onları görmek isteyen görüyor. Onların ne kapalılık ne de gizliliği yoktur. "Şüphesiz bunda çok sabreden çok şükreden herkes için ibretler vardır." Zorluk anında sabreden, sevinçli anlarda şükreden. Sabırla sevinç insanı nöbetleşe elden ele alan iki. psikolojik durumdurlar.
Fakat insanlar ne sabrediyor ne de şükrediyor, yalnız sıkıntı dokunduğunda Allah'a yalvarıyor, Allah onları sıkıntıdan kurtardığında ise çok azı dışındakiler şükretmiyor:
"Dağlar gibi dalgalar insanları kuşattığı zaman, dini yalnız Allah'a has kılarak O'na yalvarırlar."
Bu gibi tehlikeler karşısında -ki onları gölgeler gibi dalgalar sarmış, korkunç denizde gemi şaşkın bir tüye dönüşmüştür- nefisler, sıkıntıdan uzak anlarda kendilerine fıtratlarının gerçeğini gizleyen ve bu fıtratlarla yaratıcı arasındaki bağı koparan aldatıcı güç yetirebilme kuruntusundan soyutlanırlar. Bu engeller ortadan kalkıp fıtrat tüm örtülerden sıyrıldığında Rabb'ine yönelir, dini O'na özgü kılar, O'nun yanında her türlü ortağı reddeder ve her türlü yabancıyı dışlar. İşte bu durumda, insanlar dini kendisine özgü kılarak Allah'a yalvarırlar.
"Allah onları karaya çıkarıp kurtardığı zaman içlerinden bir kısmı Allah'a olan azgınlıklarında gevşeme gösterirler."
Emniyet ve rahatlık onu tümüyle unutkanlık ve umursamazlığa götürmez. Şükür ve zikir konusunda Allah'ın hakkını tam olarak ödemese de şükrederek Allah'ı anarak yaşar. Zaten Allah'a şükreden ve O'nu ananın görevi yerine getirme konusunda ulaşabileceğinin en fazlası, orta bir düzeyde olmasıdır, yoksa görevin tam olarak yerine getirilmesi insanın güç yetireceği şey değildir.
Onlardan kimileri, salı tehlikenin geçici ve rahatlığa kavuşmayla Allah'ın ayetlerini inkâra dönerler: "Zaten bizim ayetlerimizi nankör gaddarlardan başkası inkâr etmez."
"Hattar" gaddarlıkta aşırı giden "kafur" aşırı nankör anlamındadır. Allah'ın koyduğu insan yapısının açık mantığı ve bu oluşa ilişkin sahneleri gördükten sonra, Allah'ın ayetlerini görmezlikten gelenlerin nitelendirilmesinde etkili kiplerin kullanılması yerindedir.
Nefisleri, güçlülük, bilgililik yanılgısından kurtarıp, sarılı oldukları engellerden arındırarak fıtratı mantığıyla yüzyüze getiren denizin korkutuculuğu ve tehlikeliliğinin ilintisi dolayısıyla onların yanında denizin korkutuculuğunun küçük önemsiz kaldığı en büyük korkutucu durumu hatırlatıyor. Soy ve akrabalık bağlarını koparan çocukla baba arasına giren her ferdin her türlü yardım ve dayanaktan yoksun, tüm akrabalık bağlantılarından soyutlanmış olarak tek başına kaldığı günün korkutuculuğunu:

33- Ey insanlar, Rabb'inizden korkun ve babanın, çocuğuna yaptığından ceza görmeyeceği, çocuğun da babasının yaptığından ceza görmeyeceği bir günden çekinin. Allah'ın vaadi gerçektir. Dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah'ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.
Burada dile getirilen, kalp ve duygulardaki etkinliği ile ölçülen psikolojik dehşet oluşturan bir durum. Öyle ki, akrabalık ve kan bağlarını koparıyor, baba ile oğul, oğulla baba arasındaki soy ve rahim ilişkilerini geçersizleştiriyor. Herkes kendi derdine düştüğünden, kimse kimseden bir şey savamıyor. Kimseye de ameli ve kazandığının dışında hiçbir şey yarar sağlamıyor. Bunların tümü insanların alışık oldukları benzeri görülmeyen bir korkudan başka bir şey değildir. Burada Allah korkusuna davet, icabet edilen yerinde geliyor. Bu her tarafı saran korkulu durumun etkinliği içinde sunulan ahiret meselesine kalpler eğilecektir.
"Allah'ın vaadi gerçektir." Gecikmez, yanlış çıkmaz. Bu zor durumla karşılaşmaktan kaçış yoktur. Babanın oğula ve oğulun babaya yararı dokunmayacak duyarlı yargı ve adil karşılıktan da kaçış yoktur.
"Dünya hayatı sizi aldatmasın." İçerdiği geçimlilik, eğlendirici ve kendine bağlayıcı uğraşlarla sizi aldatmasın. O sınırlı bir süre içinde denenme ve ahirette görülecek karşılığı kazanma yeridir.
"Şeytan, Allah'ın affına güvendirerek sizi kandırmasın." Kendine bağlayıcı geçimlik, Allah'ı unutturan uğraşı veya kalplere vesvese veren şeytan sizi aldatmasın. Şeytanlar çoktur. Malla gururlanmak bir şeytandır, bilgi ile gururlanmak bir şeytandır, uzun ömürle gururlanmak bir şeytandır, güçle gururlanmak bir şeytandır, buyruk sahipliği ile gururlanmak bir şeytandır, arzunun dürtüsü bir şeytandır, şehvetin taşkınlığı bir şeytandır. Tüm aldatıcılardan koruyan Allah korkusu ve ahiret düşüncesidir.
Surenin dördüncü gezinin sonunda, bu korku saçan sahnenin ışığında suredeki son vurgu, güçlü, derin ve korku veren bir görünümle gelerek, Allah'ın kapsamlı bilgisi ve gayb sırlarına ulaşması engellenmiş insanın yetersizliğini tasvir ediyor. Surenin tüm bölümlerinde işlediği meseleyi pekiştiriyor ve bunları ilgi çekici Kur'ani tasvir tablolarından bir tabloda ortaya koyuyor.

34- Kıyamet vakti hakkındaki bilgi ancak Allah'ın katındadır. Yağmuru yağdırır, rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez ve hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Her şeyi bilen ve her şeyden haberi olan yalnız Allah'dır.
Allah insanların sürekli uyanıklık, beklenti ve hazırlık çabası içinde olmaları için kıyametin zamanını, kendisinden başkasının bilmediği gayblerden kılmıştır. Dolayısıyla insanlar onun ne zaman geleceğini bilmiyorlar. Belki de onlara, herhangi bir anda azık edinmek ve kıyamet hazırlığı için zaman kalmaksızın ansızın gelecektir.
Yağmuru istediği ölçüde ve hikmeti uyarınca Allah indirir. İnsanlar deneyim ve aletlerle bazen inişinin yakın olduğunu bilebilirler. Fakat onlar, onun kaynaklandığı nedenleri yaratmaya güç yetiremezler. Bu ayet yağmuru, indirenin Allah olduğunu vurguluyor. Çünkü yağmuru oluşturan, düzenleyen evrensel nedenlerin yaratıcısı yüce Allah'dır. Buna göre yağmur konusunda Allah'ın tekelinde olan, metinden anlaşıldığı gibi yaratmaya güç yetirebilme tekelidir. Yağmurun iniş zamanının bilgisini Allah'ın yalnız kendisinin bildiği sırlardan sayanlar yanılmışlardır. Aslında her iş ve her durumda bilgi yegâne Allah'ın bilgisidir. Yalnız O, artıp eksilmeyen sürekli kapsamlı eksiksiz doğru bilgidir.
"Rahimlerde olanı O bilir." Kıyamet konusunda olduğu gibi, bu konuda da bilme Allah'ın tekelindedir, rahimlerde olanı her açıdan kesin olarak yalnız O biliyor. Her an, her aşamada rahimlerde olanın durumu nedir? Baştan rahimlerin kendilerinin eksiklik fazlalık durumları, döl, hacim ve gövdeye kavuşmadan dölün durumu, yumurta ve spermanın birleşmelerinin ilk anında kimsenin henüz bir şey öğrenmeye yol bulamadığı zaman, erkeklik dişilik açısından dölün türünün ne olduğu, çocuğun kime çekeceği, özellikleri, durumları ve yetenekleri... Bunların tümü Allah'ın bilgisine özgüdür.
"Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez..." Hayır şer, yarar-zarar, kolaylık-zorluk, sağlık-hastalık, Allah'ın emirlerini yerine getirme veya onlara ters düşme açılarından ne kazanacaktır? Kimse bilmez. Görüldüğü gibi kazanma teriminin kapsamı, ticari kazanç anlamıyla sınırlı olmayıp, ondan daha genel bir anlam içeriyor. O kişinin yarın karşılaşabileceği her şeyi kapsıyor. O kapalı ve bilinmezdir. Üzerinde örtüler vardır. İnsan nefsi gayb karanlığı önünde durur, örtüler arkasından bir şey görecek gücü yoktur.
Aynı şekilde; "Hiç kimse nerede öleceğini bilmez..." Bu, gözlerin kulakların nüfuz edemediği kalın örtüler arkasında kalan bir durumdur.
İnsan nefsi bu örtüler önünde çaresiz baş eğerek durur. Onlar önünde sınırlı bilgisinin hakikatini ve açıkça ortaya çıkmış olan güçsüzlüğünü kavrar, üzerinden bilgililik gururu dökülür. Uzun gayb örtüsü önünde, insanlara bilgiden çok az şey verildiğini, örtüler arkasında insanların bilmediği çok şey olduğunu ve tüm başka şeyleri yapmış olsalar bile, bu örtüler önünde yarın ne olacağını, dahası hemen bir sonraki anda ne olacağını bilmeden dikilip kalmak zorunda olduklarını anlar. İşte bu noktada, insan nefsi büyüklenmeyi bırakarak Allah'a boyun eğer.
Kur'ani anlatım, insan kalbinde derin etkiler bırakan bu etkenleri insana ürperti veren ölçüde geniş bir alanda sunuyor...
Yaşanan an, beklenen gelecek, uzak gaybı kapsamak üzere her mekân; uzak erimli kıyamet, kaynağı uzak yağmur, gözlere gizli rahimler, zaman yönünden yakın olmasına karşın bilinmezlik içinde kaybolan yarınki kazanç ve tahminlerin derinine dalıp gittikleri ölüm ve defin yeri arasındaki hayalin sıçrayışları ve kalpte hareketlenen düşünceler açısından geniş bir alan.
Kuşkusuz o boyutları ve çevreleri geniş bir alandır. Fakat geniş tasvirsel değiniler, onun alanını taradıktan sonra, çevrelerini yoklamaya başlıyor ve sonunda bu çevreler hepsi bilinmeyen gayb noktasında bir noktada düğümleniyorlar ve biz küçük kapalı bir deliğin önünde dikilip kalıyoruz. Eğer orada iğne deliği kadar bir delik açılsa, arkasında yakınla uzak bir olacak, uzağı yakından ayıramayacağız. Fakat o insanın yüzüne kapalı kalacak. Çünkü o insanın güç yetirebileceğinin üstünde ve insanın bilgisinin ötesindedir. Allah'a özgü olarak kalacak, O'nun izni ile ve bir ölçü dahilinde olmanın dışında onu kimse bilmeyecek. "Kuşkusuz Allah bilen haber alandır..." O'nun dışındakiler ne bilir ne de haber alır anlamına.
Sure boyutları, derinlikleri, ufukları ve amaçları geniş kapsamlı insanı ürperten bir gezide olduğu gibi işte böyle sona eriyor. Kalp geniş kapsamlı bu uzun geziden; çok dolaştığı, çok şey yüklendiği ve bu alemler, sahneler ve canlı türleri konusunda uzun uzun düşünceye daldığından dolayı sendeleyerek dönüyor. Bütün bunların yanında süre otuzdört ayetlik kısa bir süredir.
İşte otuzdört ayeti geçmeyen surenin içerdikleri. Kalplerin yaratıcısı ve bu Kur'an'ı kalplerdeki hastalıklara şifa, mü'minlere yol gösterici ve rahmet olarak indiren Allah ne kadar yücedir.

LOKMAN SURESİNİN SONU

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...