10 Şubat 2012

KARA YAĞMUR



KARA YAĞMUR
Çıldırmak üzereyim.
Çıldırmaktan korkmuyorum.
Belki hepten çılgınım.
Çıldırmaktan korkmuyorum.
Korkmuyorum, korkmuyorum ki mahkumu olduğum bu azabı akılcı gözle seyretmek mecburiyetinde kalmayayım. içinde bulunduğum, vasata abes gelebilecek nizamı akılcı gözle seyredip acı çekmemi benden kim isteyebilir? Acıdan başka nasibim ne? Neden geceler boyu, neden günler, haftalar, aylar, yıllar ve evet evet asırlar boyu, bu gri ürpertinin hem içinde hem de dışında yaşıyorum? Sabrını sonuna kadar zorlama. Bırak kendi halime beni. Neden duvarlar hem bende ve hem bende değil? Neden ben onların hem içinde ve hem de dışındayım? Neden hem bu günde ve hem de dündeyim? Gerçekten hem de dünde miyim? Neden seni işte şu ilk görüşte tanıyor ve neden hem de kimliğini araştırıyorum? Neden benim kimliğim seninkini bulmama bağlı? Buraya nereden düştüm? Yerim burası mı? Burada mı olmam gerek? Bugünki kimliğim ne? Ya daha evveli? Ya daha evveli ve daha daha daha evveli? Ya sen?
Bana ancak o yardım edebilir, içimden güller havalanıyor, içimden kuşlar havalanıyor. Bütün kainatı kucaklayabilecek ve kendimi bir yere oturtabilecek güçteyim. Bütün varlığımla ona gidebilirim. Gözleri şehrin üstünden geçen yağmur bulutları kadar gri iken, yağmur bulutları kadar ıslak geçerken ömrümden, gözleri kentin kalabalığında yalnızlığıma, asırlara sinmiş yalnızlığıma bir anda dür diyecekken. Nasıl mümkün olur çıldırmak? Bütün varlığımı asırlardır yayıldığı, dağıldığı yerden toplayabilecek güçteyim. Bütün varlığımı dağıldığı zamandan ve mekandan toplayarak bir araya getirebilecek ve nihayet bütünlük duygusuna ulaşabilecek kaabiliyetteyim. Ve bu her şeyin sonu, mutlak huzurun çağrısı olmaz mı? ‘Varlığın emeli kendini tasvir ve teyid’ değil mi? Nerede olduğunu görebilen insandan daha bahtiyar kim var? Söyle bana, kim var?
İçimden güler havalanıyor, ilk bakışta onlardan farkın yok. Şimdi garip bir müzeye dönüştürülmüş sarayımızda, sen dünyanın kim bilir hangi köşelerinden gelmiş şu sarı saçlı mavi gözlü yabancı ve hoyrat kalabalığın arasında. Ben senin arkanda. Temmuz güneşi ne kadar acımasız. Hiçbir gölgeye yer yok. Bu yabancı kalabalığa benziyorsun ama biliyorum, sen ‘o’sun. ilk bakışta ona benzemesen de, böyle bir firuze salkımıyken gözlerin sen ‘o’sun. Bir defa gözlerime baksan, gözlerimiz karşılaşsa bir defa, bir defa gözlerinim içindeki macerayı tüylerin ürpermeden seyredebilsen. Anlayacaksın. Tanıyacaksın. Hem kendini, hem beni. Bütün macerayı toptan kucaklayarak bana bütün ülkeni açacaksın. Sen benim kim bilir kaç asır hep başkaları tarafından kuşatılmış ve nihayet zorla düşürülmüş kale’m değil misin?
Kimselere anlatamadım. Korkum, anlaşılmamak filan değildi. Çılgın zannedilmek de değildi endişem. Rakibi araya sokmaktan hangi aşık hazzeder? Anlamayacaklara en güzel hikayeyi ne diye anlata idim? Bunun için şahs-ı nadana kitab-asa açılmadım, esrarıma kimseler vakıf olmadı. Kimsenin taşıyacak gücü olmadığını kestirmek güç değildi. Bir tek kişi vardı dökülüp saçılabileceğim. O da sendin. Sen işte. Sensin işte. İlk bakışta benzemesen de, sırtında kadife üç eteğin, basında mor yaşmağın, zümrütlerin olmasa da. Saçlarını berber başı düzeltmemiş olsa da. Amber kokularıyla ovulmamış olsa da tenin. Itırlarla yıkanmamış, yedi gümüş leğenden geçirilmemiş olsa da giysilerin. Her şeyin buharlaşabileceği kadar sıcak şu günde, bizim maceramıza, bizim tiyatromuza, bizim hikayemize, ne kadar yabancı şu kalabalığın arasında. Senin dahi farketmediğin kuytu ve serin gölgeliklerde herkesten fazla sen ‘o’sun. Bir tek sana anlatabilirim ve dahası bir tek sen anlayabilirsin. Beni bana bir tek sen iade edebilirsin. Lütfet güzelim.
Söylesem acaba bana inanacak mı? Söylesem acaba kim bilir kaç gece işte şu önünde durduğu dehlizin sonundaki gölgelerin kucağında, sabahlara kadar tek kelime etmeksizin ülfet eylediğimizi. Kaç gece mey içerken camıma aksinin düştüğünü. Kaç gece belki o bile bilmeksizin ruhuna sahip olduğumu. Hayır inanmaz. inanmaz ve korkarım o yağmur yemiş gözlerinin grisini. gözlerime dikerek sorar ve yine kaçar. Belki sormaz bile. Ona desem ki, sen bilmiyorsun sevgilim, sen bilmiyorsun ama biz seninle ‘bir eski zaman aynasının derinliğinde öpüştük’. Biz, biz artık iflah olmayız. Çünkü bizi bir yerlerde unuttular. Şimdi de işte bir yerlerden toplanılmayı bekliyoruz. Biz seninle kaç gece şu taşlıkları adımladık. Hangi zamanlardan kalmayız? Birlikte olduk mu? Beraberce kala kaldığınız o zamanda ve mekanda bana iğrenmeden, kim bilir hangi talihin sana bağladığı şu çirkin ve noksan bedenime bir an ürpermeden bakabildin mi? Beni hem sevdin hem de kaçtın ve korktun değil mi? Bunun için zaten gerideki hikaye bu kadar karışık, tavırlar böylesine belirsiz.
Çirkinim ben. Hiç güzel değilim. Tenim kapkara. Uzak ve sıcak ülkelerin kum fırtınaları kadar; yağlı ve isli kandillerin, üzerine, ölüm ürpertileriyle sarı ve titrek yandığı, aydınlatmaya çalıştığı, dipsiz kuyulara benzer taşlıklar kadar; her biri gördüğü kan ve ölüm ve aşk kokan acımasız maceraların ardından bir defa daha sağır ve dilsiz kendi üzerine kapanan cellat duvarlar kadar; kirli ve karayım. Sen karşımda hala dünyalar güzeli. Teşbihe ne şükür. Güller kadar, ahular kadar güzel. Serv-i hıramanım, vücüd ikliminin, gönül mülkünün sultanı, derdimin dermanı efendimsin sen.
Seni ilk gördüğüm günü bilir misin? Kaç asır evvel. Varlığının en büyük eksiği ile ben, utancı ile ben, tamlık, mükemmellik duygusunun teşnesi ben, koparılıp getirildiği kara gecelerin gökleri kadar kapkara ben. Ve sen yine şimdiki gibi. Mahmur uykuların içinden çiğdemli sabahlara bir ruh gibi, bir rüya gibi süzüldün. Seninle karşılaştığım, senin bana emanet edildiğin o ilk anda, ulaştığım bütünlük duygusu. Tastamam, bütün, eksiksiz bir ruh. Ama sadece senin yanında Sadece senin acılarını, göz yaşlarını, hatta mahremiyetini paylaştığım, ikliminde bulunduğum anlarda. Bu duyguyu koruyabilmek için hep sen lazımdın. Sen, beni, bilmem benim tahayyülünden dahi ürperdiğim manada, hiç gördün mü? Sanmam. Sanmam ama bana baktın ya. Benimle ülfet ettin ya. Benimle sabahları yakaladın ya. Bana derdini, bana onu, bana aşkını anlattın ya. Beni ben olarak gördün ya. Hiçbir şey tahayyül etmiyorum. Gördüğüm bana yetiyor. Bazan oymalı endam aynalarının derinliğinde ruhlarımız sarılıyor. Bazan ince su sızıntılarının yıkadığı taşlıklarda ağlıyorsun. Bazan sen kaçıyorsun da ben asırlarca arkandan geliyorum. Bu karmaşa, bu buğu varlığınım bütünlüğünü engelleyemeyecek kadar ufak bir ayrıntı. Önemli olan senin var olduğunu bilmem ve bütünlük duygusuna ulaşabilmem. Dağılmış, yayılmış olduğum yerlerden ve zamanlardan kendimi toplayabilecek gücü idrak edebilmem. Bazan en yakınında, en kuytuluğunda, bazan uzağında, istiğnada. Ama daima zamanı ve mekanı belli, işte şimdi de sen lazımsın. Bir defacık gözlerimin içine baksan ve bakışlarınla, seni tanıdım, desen. Yirmi bilmem kaçıncı asrın sonlarında, basit bir resmî daire memurunu, koca kentin kalabalığında boğulmak üzere olan bir yazıcı müsveddesini kendi kendisine iade etsen. Bir defacık gözlerinle gözlerimin içine bakman ve hiç konuşmaksızın, bakışlarınla, seni tanıdım, sen ‘o’sun, ben de ‘o’yum, demen lazım.
Her yandan ocakların, çeşmelerin, perdelerin aralarından bir ney sesi yükseliyor. Çalan, söyleyen yok. Varlığı ürpertilerime yönelik bir ney sesi. Belki padişahınız efendimiz, cennet-mekan Selim-i salis ney üflüyordur. Belki biraz evvel, katlinden biraz evvel o müthiş beyti söylemiştir; Kendi elimle kesip yare verdiğim. kalem/Fetva-i hun-i na-hakkım yazdı ibtida demiştir. Belki Alemdar, Arz odasının önüne boylu boyunca uzatılmış, şimdi yerinde kırmızı bir porfir taş, sağ şakağı çenesine kadar yarılmış, kanlar içindeki mübarek cesedlerini görerek, hıçkıra hıçkıra Orta avludaki dokuzuncu servinin dibine çöküvermiştir. Bu kan deryasının ortasında sen neredeydin? Şimdi neredesin? Halime acı ve bir nigah et ne olur ey gonce-delıen. Bir nigah et ki bu acımasız masal bir defa da bütünlüğünü gözlerinden toplasın.
* * *
Şimdi artık ne anılar var ve ne de göz yaşları.
Şimdi artık anılar da yok göz yaşları da. Demek ki sen hiç yoktun ve hiç de var olmadın.
Ben hikayemde bu kısmı görmemiştim. Ben hikayenin bu kısmını daha evvel seyretmemiştim. Bu bölüm bana ne kadar yabancı. Anılar da yok göz yaşları da. Hiç yaşanmamış anıları yaratarak arkasından sürüklenen de ben değilim. Oysa fazla değil, bir kaç saniye evveline; gözlerini gözlerime dikerek öyle boş, öyle umarsız, öyle yabancı ve öyle acımasız bakmazdan evvel sen, yeter artık, demezden evvel sen, zannediyordum ki her şey yerli yerinde. Bu kısmı daha evvel görmemiştim. Demek ki sen yoksun. Demek ki sen hiç var olmadın. Bunu neden şimdi farkediyorum? Tersinden mi yakalıyorum bütün tekamülatı? Bu defa mesele kendi varlığını filan değil, senin varlığın. Tamamını vehmettiğim senin varlığın. Demek ki sen yoksun. Hatta hatta, evet, sen galiba hiç var olmadın. Ne garip ve anlamak ne kadar zor.
Oysa bir kaç saniye evveline kadar zannediyordum ki, bütün o karanlık ve rutubetli koridorların sonunda sen varsın. Zannediyordum ki bir yerlerde esmer tenli kalfalar seni ortalarına alıyorlar, tenini misk ü amber kokularıyla ovuyorlar, saçlarını fil dişi taraklarla tarıyorlar, seni gümüş musluklu mermer hamamların mor sularında yıkıyorlar. Teninin her zerresini muhteşem gecelere hazırlıyorlar. Vehim filan değildi. Buna inanıyordum. Dahası görüyor ve duyuyordum. Kalfalar, zannediyordum, saçının her telinde yaraşmanın büyüsünü yaratıyorlar. Yolların, hümayun gecelere açılıyor ama ruhun kapanıyor. Ve ben zannediyordum ki bir başka köşede, bir başka kırık ney sesi senin için ağlıyor. Ben sana ağlıyorum. O sana ağlıyor. Sen ona ve bana ağlıyorsun. Fakat neticede hep var olan güzel bir şey için ağlıyoruz. Gözlerin gözlerime böyle umarsız ve böyle soğuk ve böyle yabancı açılmazdan evvel bütün bunların var olduğunu zannediyordum.
Bütün bu duvarlar canlıydılar. Hep bana bir şeyler anlattılar. Şu tezgahın üzerinde günde üç öğün yemeğiniz yer alırdı. Şuradaki çinili ocakta sizi ısıtan ateş kilitliydi. Şurada şarkılar söylüyor, şurada özlüyor, şurada bir kuş olup sılaya uçmayı diliyor, şurada kıskanıyor ve şurada ağlıyordunuz. Şurada Sadullah Ağa, Mihriban’ı seviyordu. Kimdim ben? Belki Sadullah’ın sesindeki hicran yarası, boynundaki ilmik. Kim bilir belki de elindeki ney ile kendisini müdafaaya çalışan bir Selim. Belki anahtar deliklerine kadar kurşun dökülerek hücreye dönüştürülen dairesinde, daire ne, odasında, sabahlara kadar feryad ederek harem halkım bîzar eden bir ibrahim. Belki onun katli için hücreye dalan dilsiz ve sağırlardan biri de bendim. Ne ise, ama bir bütündüm. Çünkü senin var olduğunu zannediyordum. Belki bir havuzun mermerine çarparak güzelim sağ şakağı yaralanan da bendim. Artık bilmiyorum, artık ayıramıyorum. Fakat bütün bu duvarlar vardılar, benimdiler ve benimle konuştular. Bana çok şeyler anlattılar. Zamanlara mekanlara ve kişiliklere yayıldım.
Şimdi artık bütün bunlar yok, biliyorum. Belki de hiç var olmadılar. Biz seninle birbirimizi çılgın bir ateş ve kan deryasının ortasında görmedik. Kendimizce sevmedik. Aşkı, acıyı, sadakati, ahde vefayı ve vefasızlığı hiç tatmadık. Şu gözlerin, şu kocaman ve boş gözler, bütün bunları bir anda hem de hiçbir gayret sarfetmeksizin nasıl da haykırdı? O gözlerde istiğna var, yalan bile değil. Yeter, diyen gözlerin, bırak arkamızı, diyen gözlerin. Ben ki senin ardından asırlarca gelmedim mi? Seninle şu eyvanın önünde ruhlarımız kendince sevgilerle defalarca kucaklaşmadı mı? Bütün bunların var olduğuna nasıl da inanmıştım. Oysa demek yoktular. Bir zamanlar dahi yokmuştular.
Akşam inmeye döndü. Ilık bir rüzgar, ince bir yağmur. Temmuz sıcağı hafifledi. Uzaklardan bekçilerin düdükleri. Müzenin, evet şimdi müze, boşaltılması gerek. Islanmaya hakkım kalmadı. Kendimi ortaya koymak için sebebim de kalmadı. Şimdi eve, o tahta karyolaya dönecek ve ilk iş olarak bütün o asırlık hikayeleri yakacağım. Bir gün gelir de bir daha kendimi ortaya koyma arzusunu duyarsam eğer, ortaya koyacak hiçbir şeyim kalmamış olduğunu farketmem için bu. Seni bütün zavallılığın, çıplaklığın ve yalnızlığınla farkettim. Yetmeli, doğru, istesem de gelemem artık. Çünkü sende beni bana iade edecek, beni bir araya getirecek kaabiliyet yok. Sen o değilsin ve hiç var olmadın.
Hayret, demek bir yerlerde akşamlar kurşunî renkli kubbelere inmiyor artık. Bir yerlerde buz grisi akşamlara ramazan rüyaları sinmiyor. Hepsi yüzünü Bab-ı Hümayun’a dönmüş ifrit yuvası Yeniçeriler mahşerî bir uğultuyla dalgalanmıyorlar. Palaları parıldamıyor. Murad-ı salis, Sepetçi köşküne inmiyor, bîmarım ey ecel bu gece bekle şarkısını hanende ve sazendelerden istemiyor. Donanmanın selam toplarından, köşkün camları kırılmıyor ve Hünkar, gözleri dolarak ölümün nefesini ense kökünde hissetmiyor. Filhakika bir kaç gün sonra ölmüyor. Bütün bunlar, bütün bunlara benzer bir sürü hayat, topyekün ve yekpare yaşanmıyor. Bütün bunlara takılıp, aralarında kaybolmuyorum. Ne feci kader, güne kalmış tek ve son örnek. Hepsinin sorumluluğunu ben üstlenmiyorum, hepsinin hesabım ben tutmuyorum. Aralarında boğulmuyorum. Aralarında gözlerim, kulaklarım ve dillerim tutulmuyor. Çıldırmak üzere olan artık ben değilim. Zavallı odamdan dışarı fırlayarak, geceler boyu bağırmak, geceler boyu haykırmak, camlan bu defa ben aşağı almak istemiyorum. Sepetçi köşkünün yıkıntıları benim omuzlarımda değil. Denizlere, yüzmesini bilmediğim denizlere dalmak istemiyorum artık.
Keşke istiğna olsaydı. Keşke rakîbi araya soksaydın, alışıktım. Vefasızlığından yakınsaydım. Sana bir bütün geçmişi hatırlatmaya çalışsaydım. O zaman, hiç olmazsa, varlık tehlikeye düşmezdi. Hanım sultanın karşısında birlikte diz çökseydik keşke. Hangi kafeslerden, hangi kapıların arkalarından verildiği belli olmayan meş’um emirler gelseydi üzerimize. Bütün teşrifatı birlikte alt üst etseydik. Birlikte ürperseydik. Bu zamansız, bu mekânsız, bu karmakarışık, bu saçma sapan hikayeyi, bu bir türlü mana toplayamayan romanı birlikte tekrarlasaydık.
Yağmur başladı hiç olmamış sevgilim.
Görüyor musun bir yerlerden bilmem ama bu hikayenin sonu gelmeli artık. Yağmur başladı.
Bütün o taşlar, taşlıklar, duvarlar, kuleler, kubbeler, dolaplar, hamamlar ve hücreler, aydınlığım içimin yangınından ve ezikliğinden alarak yağlı bir kara ile tutuşmuş kandiller, yağmurun altında sırılsıklam. Hepsi bir zamanlar üzerlerinde katledilmiş ruhları ve bedenleri, hepsi üzerlerinde bir zamanlar gezinmiş güvercin ayakları ve onlara tapınanları, hepsi bütün iliklerine kadar sıçramış aşk, kan ve göz yaşlarım kustular. Hepsi sağ şakağından yaralı, hepsinin boynundan kan damlıyor. Hepsi dilsiz, kör ve sağır. Hepsinin ipi cellat elinde. Söylemek istediğim onca söz, anlatmak istediğim onca şey, toplamak ve birleştirmek istediğim bir bütün varlık artık içime sığmıyor. Onu artık taşımak imkansıza dönüştü. Bütün o kubbeler, o kuleler, o dehliz ve dolaplar, o hamam ve taşlar ve taşlıklar yağmur altında yaralı. Bana fısıldayacakları ne kaldı? Kimdiler ve neredeydiler? Nerelerde unutulmuştuk? Nerelerden toplayamadılar bizi? Yağmur yaralı. Güller vuruldu. Bu hikayenin artık sonu gelmeli hiç olmamış sevgilim.
Nun Masalları, Dergah Yayınları, Mayıs 1997, s. 120-128

DÜNYAYI AĞLATAN AŞK ŞARKISI

KENDİ KENDİNE SORULAR


KENDİ KENDİNE SORULAR
Belki en büyük savaşları kendi içimizde yaşıyoruz, arzularımız
korkularımızla çarpışıyor, özlemlerimiz kuşkularımızla vuruşuyor,
hayallerimiz acı tecrübelerimizin bize kurduğu pusulara düşüyor,
mutluluğa doğru coşkulu bir koşu tutturma isteği en olmadık anda
kaçıp gidecek huzurun ihanetinden endişeleniyor.
Özgürlüğe kendimizi bir boşluğa bırakır gibi bırakma dürtüsü, bizim
özgürlüğümüzün bir başkasının esaretine yol açacağının tedirginliğiyle
kuşatılmışken biz özgür olabilir miyiz sorusu büyüyor içimizde. Geçmişe
olan borcumuz geleceği yaratma gücümüzü zayıflatıyor. Alışkanlıklarımız
heyecanlarımızla boğuşuyor. Kendi kendimizle savaşıp, cevaplarını
bilmediğimiz sorularla allak bullak oluyoruz. Bizim isteklerimiz
başkasına acı verecekse, isteklerimizden vaz mı geçmeliyiz, vazgeçmenin
bize çektireceği acı, sevdiğimiz birinin çekeceği acıdan daha mı az
yaralar bizi?

Sevdiklerimize olan borcumuz ne, peki kendimize olan borcumuz?

Bu hayatı nasıl yaşamalıyız?

Huzuru mu aramalıyız heyecanı mı?

Yaptıklarımızdan pişman mı oluyoruz yoksa yapmadıklarımızdan mı,
gelecekte hangisi takılır aklımıza?

Bizim mutluluğumuzun yolu bir başkasının mutsuzluğundan geçiyorsa,
değiştirmeli miyiz yolumuzu?

İnsan en büyüksavaşı kendi içinde veriyor. Birbiriyle çelişen
duygularımızla hırpalanıyoruz, kimsenin görmediği bir savaş alanı
gibi içimiz, kendi ölülerimizle doluyor, duygularımızdanhangisi galip
gelirse gelsin, patlayan duygularımızla birilerinin vurulacağını
biliyoruz artık. İsteklerimizi, coşkularımızı, özlemlerimizi
evcilleştirmeli miyiz, kendi kendimizin avcısı olup kafeslere mı
kapatmalıyız ruhumuzu?

Bilinmeyenin bizde yarattığı o çıldırtıcı merakın peşinden mi
koşmalıyız yoksa bilinmeyenden saklı olana duyduğumuz korkuyla
geri mi durmalıyız.
Ne yapmalıyız, bu hayatı nasıl yaşamalıyız?

Kendimizden başka bir dostumuzun, kendimizden başka bir ordumuzun
olmadığı bir savaşta bölünen ruhumuzun hangi tarafının zaferi
için uğraşmalıyız. Hangi tarafı tutarsak tutalım neticede yine de
bir tarafımıza ihanet etmiş olmayacak mıyız, ihanetsiz yaratılamayacak
bir geleceğin yükünü taşıyabilecek kadar güçlü müyüz?

Kaçsak, gidecek yerimiz yok, kendi kendimize tutsağız, savaşsak
vuracağımız başkalarıyla birlikte yine kendimiz olacağız.
Ayaklanmış duygularımızın birbiriyle vuruştuğu bir savaş yaşıyoruz.
Geçmişten geleceğe ancak savaşla geçebiliyor ruhumuz, geçmişi olanın
geleceği savaşsız yaratılmıyor. Hem mutlu hem huzurlu, hem coşkulu hem
korkusuz, hem arzulu hem kuşkusuz olamaz mıyız,geleceği başkalarının
hayatlarına dokunmadan, onlarda acınacak yaralarla yaralanmadan
yaratamaz mıyız?

Nedir bu savaşın ardındaki sır, hangi buyu bizi bizimle vuruşturuyor,
hangi korkunç kader geçmişimizi geleceğimizle çarpıştırıyor?

Huzur bütün duygularımızı barış içinde tutmaksa eğer, hiç mi huzurlu
olamayacağız, bir huzursuzluğa mı mahkumuz?

En korkunç savaşı kendi içimizde yaşarken, ne yapmalıyız?

Kim akıl verebilir bize? Kim bize yol gösterebilir?

Savaşa savaşa, her savaşta bir parçamızı öldürerek mi yürüyeceğiz hayatın içinde?

Her mutluluk bir acıdan mı süzülecek?

Pusularla, ihanetlerle, saldırılarla, geri çekilmelerle, mütarekelerle,
kaçışlarla, esaretlerle dolu bir savaşı yalnız başımıza yaşıyoruz, kim
galip gelirse gelsin bir tarafımız hep yeniliyor.
Yenilmeden galip gelemiyoruz.
Her zafer bir yenilginin izini bırakıyor derinimizde.
Zaferlerimiz kadar da yenilgilerimiz oluyor.
Kendi kendimizle savaşarak yürüyoruz.
Ve savaş, biz bittiğimizde bitiyor ancak

DOLUNAY


DOLUNAY
Çoook çok eskiden, yesil bir vadinin içinde bir Irmak kıyısında kurulu bir köy varmis, taa dünyanin öbür ucunda. Çok eski dedik ya, o zamanlar gündüzleri pek güneşli geçermis, yağmur yağmadıkça; geceleri hep yıldızlı olurmus, bulutlar olmadıkça. Köy sakinleri tarımla uğraşırlarmış, hayvanlar havlarlarmış, uçsuz, bucaksız arazilerinden, sularını, kaynağı çok uzakta olan köylerinin içinden geçen,ırmaktan alırlarmış.Köyde herkes birbirini sever,sayarmış. Köyde bir tek kişinin kalbinde, öyle büyük bir sevgi varmış ki, bütün köyünküne bedelmis; Dolun'un Intera'ya olan aşkıymış bu. Kız, Dolun'u bilirmiş de tanımazmış yakından. Dolun dayanamamış; birgün gitmis kızın yanına,sormuş ?Intera'ya onunla evlenip evlenmeyeceğini. Intera demiş ki, Dolun'a: "Evlenirim evlenmeye ama benim isteyenim çoktur, her gelen kişiden aynı şeyi ister benim babam. Ancak babamın bu isteğini yerine getiren benimle evlenir. "Dolun şaşırmış."Sensin benim kalbimin sahibi" diyerek başlamış sözüne "Senin dileğin benim için bir emirdir, söyle isteğini hemen yapayım" demiş aşkına.Intera demis ki; "Bir çiçek vardır; yaprakları gümüşten tomurcukları elmastan, onu ister babam, benle evlenmek isteyenden". Dolun, "Bekle beni" demiş Intera'ya,"hemen gidip getireyim o çiçeği ama nerededir yeri ? "Intera parmağıyla göstermiş akan ırmağı; "işte bu ırmağın kaynağındadır der babam,kırk gün yürümek gerekirmiş oraya varmak için ama bir giden bir daha gelmedi şimdiye dek çünkü oralar büyülüymüş derler, giden geri gelmezmiş çünkü, buralardan çok daha güzelmiş oralar. Dolun; "Senden daha güzel ne olabilir ki,bu dünyada" demiş Intera'ya "Döneceğim, o çiçekle,döneceğim çünkü seviyorum seni, çünkü sensiz anlamı olmaz benim için o güzelliğin". Dolun çıkmış yola sonra. Kırk gün yürümüş ırmağın yanından. Hep ne kadar sevdiğini düşünmüs Intera'yı yol boyunca.Aklındaki Intera'ymış, tek amacı ise; o çiçek.Kırkıncı gün kalkmış Dolun sabah erkenden ,yüzünü yıkamış ırmakta anlamış çok yaklaştığını kaynağına ırmağın suyunun serinliğinden. Devam etmiş yoluna sonra.Biraz sonra varmış kaynağa, bütün yesilliklerle çevrili bir göl varmış kaynakta, gölün ortasında bir adacık, adacığın üstünde de o çiçek duruyormuş. Anlamış Intera'nın anlattığı çiçek olduğunu, güzelliğinden. Yüzmeye baslamış adaya doğru hemen. Adaya çıkınca karşısında bir adam belirmiş Dolun'un.Adam Dolun'a; "Her gülün bir dikeni,koruyucusu olduğu gibi, bende bu çiçegin koruyucusuyum, eğer almaya geldiysen; ben Salut, izin vermem buna" demiş. Dolun şaşkın ve de kararlı bir tonla "Ben o çiçeği alacağım sonra aşkıma kavuşacağım" demiş. "Hiç bir sey beni kararımdan çeviremez". "O zaman beni biraz dinleyeceksin" demiş Salut... "Sana neden koparmaman gerektigini anlatacagım,eğer halâ ikna olmazsan o zaman izin veririm almana". Dolun ikna olmuş ve çökmüş yoncaların üstüne, başlamış dinlemeye... "Eğer bir şeyi çok fazla istersen ve engelin yoksa önünde; onu alirsin. Hayatda böyledir, insan engelleri aşarsa yaşamına devam edebilir.
Bu çiçek de sadece yaşam için birşeyler yapacaksan engelleri kaldırır önünden çünkü, onun da bir görevi var. Bu çiçek, sadece 28 gecede bir açar yapraklarını ve döker parlayan tohumlarını göle, bu sayede buradaki sular yükselir ve ırmaktan taşar gider zamanla. Bu ırmak sayesinde yaşar bu doğadaki yeşillikler, insanlar, hayvanlar." demiş Salut. Dolun baslamış düşünmeye, eğer çiçeği koparırsa kavusacaktir sevdigine ama kuruyacaktır ırmakları bunun yanında. Sonunda çiçeğin başına çöker kalır Dolun. Gümüş yapraklarında kendini görür Dolun, çiçeğin. Yanında Intera vardır ama niye mutsuzdur ikiside. Aslında kalbindeki tek endişeyi görür Dolun. Zaman geçtikçe Dolun'un düsünceleri yoğunlaşır kafasında. Mutsuzluğunu düşünür, çiçeksiz, Intera'siz bir yaşam düşünür. Koparamaz çiçeği günlerce Dolun, artık yaşamaktan zevk almaz şekilde sadece aşkını düşünerek beklemeye başlar olacakları. Bir gece çiçek tohumlarını bırakırken göle bir tomurcuk da Dolun'un sertleşmis kalbinin üstüne düşmüş, aniden Dolun kalbindeki aşkının büyüklüğü kadar kocaman bir taşa dönmüş, taş o kadar büyükmüs ki, dünyaya sığmamış, gökyüzüne yükselmiş ve Dünya ile dönmeye baslamış. Böylece Ay olmuş Dolun'un kalbi Dünya'ya O günden sonra sadece 28 gecede bir göstermis Dolun kalbinin tüm yüzünü, aşkının bütün parıltısını diğerlerine; sadece o gecelerde aydınlatmış Dünya'yı aynı çiçek gibi...

AFFET BABACIĞIM



AFFET BABACIĞIM


Evliliğinden beri evinde kalan babası yüzünden eşiyle sürekli tartışıyordu.
 Eşi babasını istemiyor ve onun evde bir fazlalık olduğunu düşünüyordu.
Tartışmalar bazen inanılmaz boyutlara ulaşıyordu.
Yine böyle bir tartışma anında eşi bütün bağları kopardı ve

"Ya ben giderim, yada baban bu evde kalmayacak" diyerek rest çekti.
Eşini kaybetmeyi göze alamazdı.
Babası yüzünden çıkan tartışmalar dışında mutlu bir yuvası sevdiği ve kendini seven bir eşi ve birde çocukları vardı.
 Eşi için çok mücadele etmişti evliliği sırasında.
 Ailesini ikna etmek için çok uğraşmış ve çok sorunlarla karşılaşmıştı.
Hala ona ölürcesine seviyordu.
Çaresizlik içinde ne yapacağını düşündü ve kendince bir çözüm yolu buldu.
 Yıllar önce avcılık merakı yüzünden kendisi için yaptırdığı kulübe tipi dağ evine götürecekti babasını.
Haftada bir uğrayacak ve ihtiyacı neyse karşılayacak, böylelikle eşiyle de bu tür sorunlar yaşamayacaktı.
 Babasına lazım olacak bütün malzemeleri hazırladıktan sonra yatalak babasını yatağından kaldırdı ve kucakladığı gibi arabaya attı.

Oğlu Can "Baba bende seninle gelmek istiyorum" diye ısrar edince onu da arabaya aldı ve birlikte yola koyuldular.
Karakışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk vardı.
Kar ve tipi yüzünden yolu zor seçiyorlardı.
Minik can sürekli babasına "Baba nereye gidiyoruz ?" diye soruyor ama cevap alamıyordu.
Öte yandan nereye götürüldüğünü anlayan yaşlı adamsa gizli gizli gözyaşı döküyor oğlu ve torununa belli etmemeye çalışıyordu.
Saatler süren zorlu yolculuktan sonra dağ evine ulaştılar.
Epeydir buraya gelmemişti.
Baraka tipindeki dağ evi artık çürümeye yüz tutmuş, tavan akıyordu.
 Barakanın bir köşesini temizledi hazırladı ve arabadan yüklendiği yatağı oraya itina ile serdi.
Sonra diğer malzemeleri taşıdı en sonda babasını sırtlayarak yatağa yerleştirdi.
 Tipi adeta barakanın içinde hissediliyordu.
Barakanın içinde fırtına vardı adeta.
Çaresizlik içinde babasını izledi.
Daha şimdiden üşümeye başlamıştı.
Yarın yine gelir bir yorgan ve birkaç battaniye getiririm diye düşündü.
Öyle üzgündü ki Dünya başına göçüyor gibiydi.
O bu duygular içindeyken babası yüreğine bıçak saplanmış gibiydi.
 Yıllarca emek verdiği oğlu tarafından bir barakaya terk ediliyordu.
Gururu incinmişti içi yanıyordu ama belli etmemeye çalışıyordu.
 Minik Can ise olanlara hiçbir anlam veremiyordu.
Anlamsızca ama dedesinden ayrılacak olmanın vermiş olduğu üzüntüyle sadece seyrediyordu. Artık gitme zamanıydı.
 Babasının yatağına eğildi yanaklarını ve ellerini defalarca öptü.
Beni affet der gibi sarıldı, kokladı.
Artık ikisi de kendine hakim olamıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Buna mecburum der gibi baktı babasının yüzüne ve Can'ın elini tutup hızla barakayı terketti.
Arabaya bindiler.
Can yola çıktıklarında ağlamaya başladı neden dedemi o soğuk yerde bıraktın diye. Verecek hiçbir cevap bulamıyordu, annen böyle istiyor diyemiyordu.
Can
"Baba sen yaşlandığında bende seni buraya mı getireceğim" diye sorunca Dünyası başına yıkıldı.
O sorunun yöneltilmesiyle birlikte deliler gibi geri çevirdi arabayı.
Barakaya ulaştığında "Beni affet baba" diyerek babasının boynuna sarıldı.
 Baba oğul sıkı sıkı sarılmış ve çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı.
Oğlu "Baba beni affet, sana bu muameleyi yaptığım için beni affet" diye hatasını belli ediyordu..
Babası oğlunun bu sözlerine en anlamlı cevabı veriyordu...
 "Geri geleceğini biliyordum yavrum.
 Ben babamı dağ başına atmadım ki, sen beni atasın.
Beni bu dağda bırakamayacağını biliyordum

Sevgileri yarınlara bıraktınız."


"Sevgileri yarınlara bıraktınız."

der Behçet Necatigil şiirinde.



"Kalbinizi dolduran duygular kalbinizde kaldı."


Yaşamak ve sevmek için hep bilinmeyen bir zamanı bekleriz. Önce diploma
almalıyızdır. Sonra iş, güç sahibi olmalıyızdır. Sonra ev, araba ve tüm
eşyaları almalıyızdır. Sonra çocukları evlendirmek ve günlük hırslara boğulan
hayatlarımızı papatyalar gibi koparıp vazoda yaşatmaya çalışırız.


Yaprakları solmuş ve suyu pis kokan o vazo, yaşamın gizli saklı
hainliklerine yataklık eder. Artık birbirimize dokunmadan, ellemeden yemekle
yatak odası arasında geçer gider en değerli zaman, hayatımız. Biz hiç
ölmeyecekmiş gibi sonsuzluk duygusu içinde gaflet uykularında kana bulanırız.


Kan çiçekleri derleriz düşlerimizde, ölümlü hayatlarla örülü
hayatlarımızın ölmüş sevdalarına ağıtlar yakarız düetlerimizde sessizce. Onları
hep daha iyi bir zaman ve başka günlere bırakırız, yaşanacak ne varsa. Gizli
bahçemizde açan çiçekleri tek tek yolup dökülen saçlarımızın yanına koyarız.


Telaşla koşarken eve yetişip yemek yapmak için ya da iş toplantılarının
tekdüze vurgusuna ayak uydururken verilecek taksitlerden daha önemli olmaz hiç
sevgiyle dokunmak birine.


Dokunmak, yaşamın en kutsal büyüsü kızıl akşam üstlerden koşarak gelen ve
avucumuza yanar bir top gibi düşen.


Dokunmak birine içten ve sevinerek bir çocuk gibi varolduğuna şükrederek.


Dokunmak, insanın insanla zenginleşen biricik yaratık olduğunun en güzel


kanıtı. Oysa dokunmadan geçip gideriz en yakınlarımızda salınan yaşamın
kıyısından, lağım akan kanallarda boğuluruz küçücük hırslarla bir gün bize hiç
lazım olmayacak.


Vakit olmaz yaşamak için.
Vakit kalmaz yaşamak için beni unutma çiçeklerinden taçlar yapmaya aşkın başına.
Öpüp koklamadan bir tenin yumuşaklığını, incir çekirdeğini doldurmaz
kavgalarda tükenir nefesler.


Kutsal nefeslerimizi en çirkin sözcüklere harcarız da düşünmeden, sevda
sözcüklerine yer kalmaz koskoca mekanlarda.


Dünyayı dar ederiz de herkeslere nedense yalnız gecelerde gözyaşlarımız
bizi affetmez.


Kavgalarda ve ağız dalaşlarında tüketiriz sevgilerimizi de aşklara hiç
ümit vaad edilmez çorak topraklarda.


Devedikenleri bile kururken bahçelerimizde baharın gelip geçtiğini
görmeden kapanır gönül gözü.


Gönül gözü kapalı olanın yiyeceği taş duvarlardır ev niyetine ve altın
bilezikleridir sarılacak sevdalar yerine.


Denizler uzak düşlerin maviliklerine saklanır da bir çocuk gibi, hiç selam
etmez bize bilinmeyenin gizli sırlarından.


Geniş zamanlar umarız bir gün sevgimizi söylemek için.


Hiçbir gün gelmeyecek o günün hatırına harcarız hovardaca bir ömrü.


Kanat çırpan aşklar bir kuş misali salınırken etrafımızda ya elimizde
sıkıp öldürürüz onları ya da kaçırırız uzak ülkelere geri dönülmeyen.


Aşk dokunmak ve sözden üretilen bir misk-u amberdir ki kokusu cihanı tutan.


Sözlerden kolyeler takıp ak gerdanlara dokunuşun sarı güllerini dermek
yaşamın hecelerini yanyana dizer.


Yüreğinin surları yalçın kayalarla desteklenmiş insan nasıl ulaşsın sözcüklere?


Bir kelebek misali yorulur kanatçıkları düşer yarı yolda boz toprak üstüne söz.
Gecelere düğümlenmiş tutkuların yaşama ipek bir yorgan gibi serildiği
günlerin özlemi fırtınalara yataklık eder ancak.
Bırak!
Ruhun öldüğü anlaşılsın.
Bırak!
Zaman sana hizmet etsin bıkıp usanmadan.
Savaşın acımasız rüzgarına emanet yaşamlar, emanet yaşamlar kadar hain,
sevgisiz ilişkilerin saldırısına uğrayan insan, karanlık yandaşlarına
çevirirken yüzünü, unutur gider yaşamın kutsallığına türkü yakan dilleri.
Kader değildir sevgisiz yaşamak.
Ölüler yüzerken etrafımızda nehirden su içmek zor gelebilir insana ama
yine de kutsaldır Ganj.
Zeytin yaprağının gümüş bakışında açılır kapılar aşka.
İçimize ılık zeytinyağı gibi akar sevdalar ve Akdeniz'in ruhu çırpınır
beyaz köpükleriyle yüreğimizde. Eğer zaman varsa yaşanacak.


"her akşam seninle yeşil bir zeytin tanesi
bir parça mavi deniz alır beni
seni düşündükçe gül dikiyorum ellerimin değdiği yere."
Aşk dokunmaktır gül yaprağı tene,
söz ise yarin attığı bir güldür taş niyetine.

SEVGİLERİ YARINLARA BIRAKTINIZ

Yasemin…
Söyledikçe güzelleşen bir isim.
Söyledikçe bir sızı. 95 Yılbaşından bir gün önce The Marmara Oteli’nin altındaki Marmara Cafe’ye konan bombayla yaşamın dışına itilen kızın adı bu.



O aşağılık bombanın biçtiği bir güzellik.
Yasemin.
Kimse farkında değil. Kimsenin umurunda değil ama orada yokedilen bizim aydın gençliğimizdi.
Bizim o güzelim yıllarımızdı havaya uçurulan.
 Bu ülke daha keyifli, daha hoşgörülü, daha medeni olsun diye harcadığımız yıllardı.
 Dünyada,
 “Bir Onurlu Türkiye” diye saçlarımızda tutuşturduğumuz tutkulardı berhava edilen.


O parça tesirli bombanın eritip yokettiği “söylenmemiş” sözlerdi.


Kimsenin umurunda olmayan sözler…

Onun için de Yasemin gidince eksilen biz değiliz yalnızca.


 Eksilen bu ülkedir.


Bu kısır ve kadir bilmez ülke.


Zavallılaşan aslında sizlersiniz.


Uyuyun orada. Kibirli ve ahmak!


Peki Yasemin’i tanıyor musunuz siz?


Elbette hayır. Ne gazeteler tanıyor: Yazarımıza bomba!
(Böyle yazdılar gerçekten)
ne Milliyet gazetesi: Yazar Café’ye bomba! (Yani entelleri öldürdüler)
 ne de o cenin beyinli TV habercileri: (Zavallı kız!) tanıyor.


İyi ki Ayşe Arman var. Ayşe şöyle yazdı: “Onu tanımıyorsunuz.
Yasemin dergilerde yazı yazmadı, televizyon kanallarında boy göstermedi, manken ya da sunu değildi.
İnsancıldı. İnsandı, sevgi insanıydı.
Zavallı yaşamadı, zavallı da ölmedi. Bunu bilin yeter!”


Yasemin sıradan bir güzellikti…
Yani yaldızlanmamış, gerçek bir güzellik. In-out listesiyle alakası olmayan bir gerçek. Aydınlık bir hayat.
Baba Hikmet Cebenoyan anlatsın. Yine “sadece” biz dinleyelim. Çünkü “iktidarlılar” nasılsa dinlemeyecekler. Olsun. Biz yeteriz. Biz kim miyiz? İste! Adımız Yasemin ya…
“Doğaya aşıktı. Cebinde iğdeler, keçiboynuzları. Bir de bitmez insan sevgisi…”


Çekingen,Tutuk, Saygılı

 O gün, doğumgününden bir son sonraydı. Hediyesini vermek için arkadaşı çağırmıştı onu oraya. Rehberler Derneği’nde buluşalım demişti Yasemin, ama arkadaşı üsteleyince…
(Hep böyle rastlantılar değil midir, bir felaketin ardından konuşulan?)
“Ben onun yarısı kadar iyi olamadım.”
Kardeş, Cüneyt Cebenoyan, Express dergisinde müzik ve sinema yazarı, böyle söylüyor. Baba, Massey Ferguson’un Genel Müdür Yardımcısı, o da geç kalmanın acısında: “Ona layık olan yaşamı veremedik. Zaman bulamadık. Ömür uzun zannediyorduk. Ondan özür diliyorum. Onun seviyesinde değildim. Son günlerde canım babacığım diye üstüme titriyordu, bana çok düşmüştü. Bir gün önce, doğumgününde Divan’a gidip dans etmiştik. Sabah bana “Babacığım , geceki davet için çok çok teşekkür ederim, ellerinden öperim” dedi. Sarıldı öptü beni. Son konuşmamız oldu bu.”
Cüneyt “en sevdiği mekan Marmara Café’ydi” diyor. “Genişliğini, ferahlığını severdi.” (Bombayı koyanlar ne düşünüyordu orası için acaba?) “Bir de giyimine önem verirdi. Abartısız ve doğal. Mesleğine saygılıydı. Özen gösterirdi. Bir keresinde sular kesikti. Duş yapamadığı için işe gitmesi. Bunu da işyerine telefon edip söyledi. Yöneticiler acaba transfer filan mı olur demişler. İnanamamışlar. Her işe, tura çıkışında heyecanlanırdı. Hayata önem verirdi.”


Çirkindi Dar Vakitlerde Bir Sevgiyi Söylemek

 Hayata önem vererek, onu “dokuyarak” yaşayan Yasemin 29 Aralık 1957’de (Yay!) Ankara’da doğdu. İstanbul’da büyüdü. Önce Şişli, sonra Cihangir’de yaşadı. (İstanbulluluk!)
Boğaz’a, Topkapı sarayı’na, camilere, ağaçlara, Tophane’ye inin masal yokuşunda, orta şekerli kahveye, şiir kitaplarına, kedilere, yani İstanbul’a bakan o evde yaşadı. (Cihangir. Uzay Apartmanı. İstanbul.)
‘Kızım burayı çok severdi. Kahve pişirir, sigarasını yakar, oturur, denize bakardı. Mahalledeki herkesi tanırdı. Herkesle selamlaşırdı. Nusretiye Cami İmamı da, kapıcımız da, ki adını Güllü Bacı takmıştı, herkesle dosttu. Sokak kedilerinin, köpeklerinin adı vardı. Onlara her gün törenle yiyecek verilirdi.”
Yasemin’in resmi belgelerde mesleği profesyonel turist rehberi diye geçiyordu. Saint Benoit, Marmara Fransız Dili ve Edebiyatı, öğretim üyeliği, İstanbul Üniversitesi Arkeoloji, Latince, Afrodisyas ve Efes’te kazılar, Anadolu medeniyetlerine derinden bir aşk, pedagoji, New York ve Colombia Üniversitelerinde İngilizce, en son profesyonel rehberlik.
“Amerika’ya geldiğinde orada öyle bir enternasyonal grup edindi ki. Etiyopyalısından, Japon’una kadar bir çok dostu vardı. Gelip bana onları anlatırdı. İşçiler ya da burjuvalar onun için hiç farketmiyordu. En büyük özelliği de oydu Yasemin’in. Çok iyi dinlerdi. Dinler ve özünü kavrardı. Ve kavradıklarını anlatırdı. Önemserdi insanları…”




Bir Bakış Bile Yeterken Anlatmaya Her Şeyi


Bunları anlatan ağabey, Sinan Cebenoyan. Baltimore Üniversitesi’nde profesör. Anneleri Tuncay Hanım ise, nezaketin durusu, bir Osmanlı Hanımı. İçinde patlayan gözyası sağanaklarını göstermemeye çabalayan bir anne: “Bu memleketi tanıtmak, sevdirmek, onurunu yükseltmek bizim görevimiz anneciğim diyordu. Biz gençler yapacağız. 37 yıllık ömrünü eğitimle geçirdi. Cumartesi, Pazar günlerini, karda-kışta, Murat Belge’nin İstanbul Gezileri’nde geçirdi. Bu bilgilerini rehberliğinde kullanırdı. Turistleri alır eve getirirdi. Onları ağırlardı. Hepsiyle arkadaş olurdu. Dünyanın her yerinden teşekkür mektupları gelirdi…”
Mektuplar. Yüzlerce mektup. Dünyanın her yerinden yüzlerce. Diyarbakır’dan, Yunanistan’dan. İşte Monaco’dan bir örnek: “Sevgili yasemin. İyi dileklerimi yolluyorum. Bütün nezaketin ve güzel ülkeni bize tanıtmandaki çaban için binlerce teşekkür.”
Bir tür Türkiyeli Pollyanna mıydı Yasemin? Sanki aramızda telepatik bir varmış gibi. “Asla” diyor Cüneyt, “asla!”
“O bir Pollyanna değildi. Onun iyiliği ile bu dünyanın kötülüğü arasında her zaman çelişki vardı. O bunu biliyordu. Ama bunalımlı bir aydın değildi. Her zaman gülebilir, kahkahasını atabilirdi. Tepkilerini de sürdürerek bir iç barış kurmuştu kendine. Protesto ederdi. Fikrini mutlaka söylerdi.”
Baba Hikmet Cebenoyan, sesinde parçalanan “di’li geçmiş”lerin jiletlerini yutarak atıyor bu noktada. Kan kırmızı konuşuyor;
“Demokrattı. Herkese özgürlük. Herkes özgür olmalı. Herkese hoşgörüyle bakmalı. Anlayışla ele almalı. Şiddetin, sertliğin karşısındaydı. Televizyon haberlerinde kanlı olarları geçin, eziyet görmek istemiyorum diyordu. Kandan nefret ediyordu. Barış içinde problemleri halletmek lazım derdi. Kesinlikle bir bağnazlığı olmadı. İster sağdan, ister soldan, isterse devletten, tüm teröre karşıydı. Baskıya karşıydı. Onun kafasındaki Türkiye Kürdü, Rumu, Ermenisi, hepsine saygı gösterilen bir Türkiye’ydi. Farklı dinlerin, dillerin bu memleket için bir hazine olduğunu düşünürdü. Hiçbir ırkın bir başka ırkı küçümseme hakkını kabullenmedi…”
Yasemin’in hayatındaki mahremiyete daldıkça büyüyor o. Bizim oluyor. Bizim yıldızımız.
Tantanasız ve gerçek bir yıldız. Abartılmış, seviyesizliğin göremeyeceği bir “uzaklık”ta parlayan bir yıldız.


Siz Böyle Olsun İstemezdinizHer ne ve de neyse…
O evden, ampirik minarelerden denize ezan sesleriyle akan o evden, kalkıp uçuyor içimdeki delikanlı. Uçup Yasemin’le teğet geçen hayatlarımıza bakıyor:
Onat Kutlar'ın İFSAK'ta hocalık yaptığı o sinema kursu, BİLSAK’ta bazı sıcak seminerler, anasonlu sokaklar ve ille de İstiklal Caddesi…
O kız…
Gece mavisi kız…
Esmerliğine mahçup hınzırlıklar saklayan kadın… Yasemin… Adını bile şimdi öğreniyorum. Nasıl da geç her şey için…


Yahut Vakit Olmadı!“Beraber olduğumuz yemeklerde. Hani masada memleket kurtaranlar olur ya hep. Büyük laflar falan. İşte o anlarda göz göze gelirdik onunla. Çıtı çıkmadan ve usulca alay ederdi o ortamla.”
Kendinle dalga geçmenin keyfine varmışlardandı Yasemin. Oğuz Atay’ı sevdi. Onun “Tutunamayanlar” romanındaki Disconnectus Erectus’la özdeşleştirdi kendini. Ürkek, duyarlı, kendini pazarlamayı beceremeyen, aslında bunu da pek istemeyen bir tutunamayanla…
Mesela Hikmet Çetin’i sevdi. Deli deli bakıyor diye!
Tinerci çocuklara giysi topladı. Adı konmadık yemekler uydurdu. Lezzetli oldu hepsi ama…
Çocukluğunda kardeşi ve Orhan Veli’nin –Cem’le C-kare-Y adında bir müzik grubu kurdu. Mitolojiyi, siyah, beyaz ve kırmızıyı, Gilbert Becaud’yu, Sezen Aksu’yu, Yıldız Tilbe’yi, chanson’ları, mantıyı, salaş balıkçı meyhanelereni ve Türk kahvesini çok sevdi. Hala yatağının başucunda yarım kalmış bir kahvesi var. Bardakta dudak izi…


Dudağında Behçet Necatigil


Sevgileri yarınlara bıraktınız 
Çekingen, tutuk, saygılı. 
Bütün yakınlarınız 
Sizi yanlış tanıdı. 

Bitmeyen işler yüzünden 
(Siz böyle olsun istemezdiniz) 
Bir bakış bile yeterken anlatmaya herşeyi 
Kalbinizi dolduran duygular 
Kalbinizde kaldı 
Siz geniş zamanlar umuyordunuz 
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek. 
Yılların telaşlarda bu kadar çabuk 
Geçeceği aklınıza gelmezdi. 

Gizli bahçenizde 
Açan çiçekler vardı, 
Gecelerde ve yalnız. 
Vermeye az buldunuz 
Yahut vakit olmadı 

Hayattan ona kalanlar geçiniyordu o. Yüreğinde atan “çok eski bir gravürden” kalandı belki de bu!
Kim bilebilir?
Uzun yıllar önce, büyüyünce “lodosçu” olacağım demişti. Oldu…
Denizi eleyen o insanlar gibi..
Eleklerinde denizden onlara kalanlarla geçinenler gibi. Bir “lodosçu!!
Eleğine “mağrur” incelikler takıldı. Onlarla yaşadı…
Ta ki. Bir gün payına Bir “Bomba” çıkana dek…

MUTLULUĞUN SIRRI




MUTLULUĞUN SIRRI
Günün birinde bir tüccar oğlunu ,
mutluluğun sırlarını öğrenmesi için ,o zamanın en bilge alimine gönderir.
Tam kırk günlük bir yürüyüşten sonra, çölleri aşarak ,
 bir tepenin başında duran yaşlı alimin Sarayına varır.

Genç adam bir tapınakla karşılaşacağını sanmıştı
r ama o vardığı yer kalabalıkların girip çıktığı ,
küçükbir orkestranın melodiler çaldığı,
yörenin en zengin sofralarıyla donatılmış masalar vardır.

Alim herkesle teker teker ilgilenip konuşmaktadır,
iki saatlik bir bekleyişten sonra sıra genç adama gelir.

Alim,
gencin anlattıklarını dikkatlice dinledikten sonra mutluluğun sırrını açıklamasına zamanının olmadığını söyler

 ve bu esnada sarayı gezmesini ve iki saat sonra tekrar gelmesini söyler.

Ama der:
-"Senden bir ricam var ,
 lütfen sana vereceğim bu kaşıktaki yağı da dökmeden etrafı
gezmeni istiyorum" der.

Genç adam tüm sarayı merdivenlerden inerek ve çıkarak
dolaşır ve iki saat sonra tekrar Alimin yanına gelir.

Alim:
 "Nasıl yemek odasındaki İran halısını, on sene zarfında yapılmış mükemmel
Parkı, kütüphanemdeki muhteşem perdeleri gördünmü " der.
 

Genç adam utanarak ,
 göremediğini , bütün dikkatini kaşığa ve yağı dökmemeye
verdiğini söyler.
Yaşlı Alim, ondan tekrar sarayını gezmesini ve bütün
güzelliklere dikkatlice bakmasını söyler.

Genç tekrar elinde kaşıkla , bu defa etrafa daha iyi bakarak sarayı gezer.

Alimin yanına geldiğinde , bütün gördüklerini bir bir anlatır.
Alim:
"Kaşıkdaki yağa ne oldu" der.
Genç adam kaşığa baktığında , bütün yağın döküldüğünü görür.

Alim:"Sana bir nasihat vermem gerekirse".
Alim:
"Mutluluğun sırrı, Dünyanın bütün güzelliklerine bakarken o kaşıktaki yağı
hiç unutmamakta ve dökmemekte gizlidir." der..

HERKES İÇİN MUTLULUK




HERKES İÇİN MUTLULUK
Jerry, çevresindekilerin çok sevdiği insanlardan biriydi. Keyfi her zaman yerindeydi. Her zaman söyleyecek olumlu bir şey bulurdu. Hatta bazen etrafındakileri çıldırtırdı bile. Bu adam, bu halde bile nasil iyimser olabiliyor? Birisi nasılolduğunu sorsa; “Bomba gibiyim” diye yanıt verirdi hep.. “Bomba gibiyim.”
Jerry bir doğal motivasyoncuydu... Yaninda çalışanlardan biri, o gün, kötü bir günündeyse,Jerry yanına koşar,duruma nasıl olumlu bakılacağını anlatırdı. Bu tarzı fena halde düşündürüyordu beni... Bir gün Jerry’yegittim. Anlayamıyorum dedim.. Nasıl olur da, her zaman, her koşulda bu kadar olumlu bir insan olabiliyorsun... Nasıl başarıyorsun bunu? Her sabah kalktığımda kendi kendime Jerry bugün ikiseçimin var: Havan ya iyi olacak, ya kötü.. derim. Havamın iyi olmasını seçerim. Kötü bir şey olduğunda gene ikiseçimim var:
Kurban olmak, ya da ders almak. Ben başıma gelen kötü şeylerden ders almayı seçerim.Birisi bana bir şeyden şikayete geldiğinde, gene iki seçimim var.. Şikayetini kabul etmek ya da ona hayatın olumlu yanlarını göstermek. Ben hayatın olumlu yanlarını seçerim. Yok yahu, diye protesto ettim.
Bu kadar kolay yani? Evet.. Kolay dedi Jerry.. Hayat seçimlerden ibarettir. Her durumda bir seçim vardir. Sen her durumda nasıl davranacağını seçersin. Sen insanların senin tavrından nasil etkileneceklerini seçersin. Sen havanın,tavrının iyi ya da kötü olmasını seçersin... Yani sen, hayatını nasıl yaşayacağını seçersin!.. Jerry’nin sözleri beni oldukça etkiledi. Onu, uzun yıllar görmedim. Ama, hayatımdaki talihsiz olaylara dövünmek yerine, seçim yapmayı tercih ettiğimde hep onu hatırladım. Yıllar sonra, Jerry’nin başına çok tatsız bir şey geldi. Soygun için gelen hırsızlar, paniğe kapılıp, Jerry’yi delik deşik etmişler... Ameliyatı 18 saat sürmüş, haftalarca yoğun bakımda kalmış. Taburcu edildiğinde, kurşunların bazıları hala vücudundaymış. Ben onu, olaydan altı ay sonra gördüm. Nasılsın? diye sorduğumda, Bomba gibiyim dedi Bomba gibi. Olay sırasında neler hissettin Jerry dedim. Yerde yatarken, iki seçimim var diye düşündüm.. Ya yaşamayı seçecektim, ya ölümü.. Ben yaşamayı seçtim. Korkmadın mı, şuurunu kaybetmedin mi !.. Ambülansla gelen sağlik görevlileri harika insanlardı. Bana hep iyileşeceksin merak etme dediler. Ama acil servisin koridorlarında sedyemi hızla sürerlerken, doktorların ve hemşirelerin yüzündeki ifadeyi görünce ilk defa korktum.Bu gözler bana; Bana adam ölmüş diyordu. Bir şeyler yapmazsam, biraz sonra ölü bir adam olacaktım gerçekten.. Ne yaptın? diye merakla sordum.. Kocaman bir hemşire yanıma yaklaştı ve bağırarak herhangi bir şeye alerjim olup olmadığını sordu.. Evet diye yanıt verdim.. Var.. Doktorlar ve hemşireler merakla sustular.. Derin bir nefes alarak kendimi toparladım ve bağırdım:
Benim kurşunlara alerjim var !.. Doktorlar ve hemşireler gülmeye başladılar. Tekrar bağırdım..Ben yaşamayı seçtim. Beni bir canlı gibi ameliyat edin.
Otopsi yapar gibi değil.. Jerry, sadece doktorların büyük ustalıkları sayesinde değil, kendi olumlu tavrının büyük katkısı ile yaşadı.
Yaşaması bana yeni ders oldu. Hergün, hayatımızı dolu dolu yaşamayı seçme şansımız ve hakkımız olduğunu ondan öğrendim.. Ve her şeyin kendi seçimimize bağlı olduğunu.. Bu yazıyı okudunuz.
Şimdi iki seçiminiz var:
1.Unutup gitmek.
2. Kesip saklamak,
Ben, ikincisini seçip bunu sizlerle paylaşmayi tercih ettim.

GÖL OLMAK




GÖL OLMAK
 
Hintli bir yaşlı usta,
çırağının sürekli herşeyden şikayet etmesinden bıkmıştı.
Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi.
Hayatındaki herşeyden mutsuz olan çırak döndüğünde,
yaşlı usta ona,
bir avuç tuzu,
bir bardak suya atıp içmesini söyledi.
Çırak,
 yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı.
"Tadı nasıl?"
diye soran yaşlı adama öfkeyle
 "acı"
diye cevap verdi.
Usta kıkırdayarak çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı.

 Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi.
Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu sordu:
"Tadı nasıl?"
"Ferahlatıcı"
 diye cevap verdi genç çırak.
"Tuzun tadını aldın mı?"
 diye sordu yaşlı adam,
"hayır" diye cevapladı çırağı.
Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve şöyle dedi:
"Yaşamdaki ıstıraplar tuz gibidir,
 ne azdır, ne de çok.
Istırabın miktarı hep aynıdır.
Ancak bu ıstırabın acılığı,
neyin içine konulduğuna bağlıdır.
Istırabın olduğunda yapman gereken tek şey, ıstırap veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak
 göl olmaya çalış."

ARKADAŞ İÇİN..


ARKADAŞ İÇİN..

Kötü karakterli bir genç varmiş.
Bir gün babası ona çivilerle dolu bir torba
vermiş. "Arkadaşların ile tartışıp kavga ettiğin
zaman her sefer bu tahtaperdeye bir çivi çak" demiş.

Genç, birinci (ilk) günde tahtaperdeye 37 çivi çakmiş.
 Sonraki haftalarda kendi kendini kontrol etmeye
çalışmış ve geçen her günde daha az çivi çakmış.

Nihayet
Bir gün gelmiş ki hiç çivi çakmamış.
Babası onu yeniden tahtaperdenin önüne götürmüş.
Gence "Bugünden başlayarak tartışmayıp kavga etmediğin
her gün için tahtaperdelerden bir çivi çıkart" demiş.

Günler geçmiş. Bir gün gelmişki her çivi çıkarılmış.
Babası ona "Aferin iyi davrandin ama bu tahta perdeye dikkatli bak.

Artık çok delik var.
Artik geçmişteki gibi güzel olmayacak" demiş.
 Arkadaşlarla tartişip
kavga edildiği zaman kötü kelimler söylenilir.
Her kötü kelime bir yara(delik) bırakır.
Arkadaşına bin defa kendisini affettiğini söyleyebilirsin ama bu delik aynen
kalacak (kapanmayacak).

Bir arkadaş ender bir müchever gibidir.
Seni güldürür yüreklendirir sen ihtiyac duyduğunda yardımcı olur seni dinler sana yureğini açar" demiş.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...