"Sevgileri yarınlara bıraktınız."
der Behçet Necatigil şiirinde.
"Kalbinizi dolduran duygular kalbinizde kaldı."
Yaşamak ve sevmek için hep bilinmeyen bir zamanı bekleriz. Önce diploma
almalıyızdır. Sonra iş, güç sahibi olmalıyızdır. Sonra ev, araba ve tüm
eşyaları almalıyızdır. Sonra çocukları evlendirmek ve günlük hırslara boğulan
hayatlarımızı papatyalar gibi koparıp vazoda yaşatmaya çalışırız.
Yaprakları solmuş ve suyu pis kokan o vazo, yaşamın gizli saklı
hainliklerine yataklık eder. Artık birbirimize dokunmadan, ellemeden yemekle
yatak odası arasında geçer gider en değerli zaman, hayatımız. Biz hiç
ölmeyecekmiş gibi sonsuzluk duygusu içinde gaflet uykularında kana bulanırız.
Kan çiçekleri derleriz düşlerimizde, ölümlü hayatlarla örülü
hayatlarımızın ölmüş sevdalarına ağıtlar yakarız düetlerimizde sessizce. Onları
hep daha iyi bir zaman ve başka günlere bırakırız, yaşanacak ne varsa. Gizli
bahçemizde açan çiçekleri tek tek yolup dökülen saçlarımızın yanına koyarız.
Telaşla koşarken eve yetişip yemek yapmak için ya da iş toplantılarının
tekdüze vurgusuna ayak uydururken verilecek taksitlerden daha önemli olmaz hiç
sevgiyle dokunmak birine.
Dokunmak, yaşamın en kutsal büyüsü kızıl akşam üstlerden koşarak gelen ve
avucumuza yanar bir top gibi düşen.
Dokunmak birine içten ve sevinerek bir çocuk gibi varolduğuna şükrederek.
Dokunmak, insanın insanla zenginleşen biricik yaratık olduğunun en güzel
kanıtı. Oysa dokunmadan geçip gideriz en yakınlarımızda salınan yaşamın
kıyısından, lağım akan kanallarda boğuluruz küçücük hırslarla bir gün bize hiç
lazım olmayacak.
Vakit olmaz yaşamak için.
Vakit kalmaz yaşamak için beni unutma çiçeklerinden taçlar yapmaya aşkın başına.
Öpüp koklamadan bir tenin yumuşaklığını, incir çekirdeğini doldurmaz
kavgalarda tükenir nefesler.
Kutsal nefeslerimizi en çirkin sözcüklere harcarız da düşünmeden, sevda
sözcüklerine yer kalmaz koskoca mekanlarda.
Dünyayı dar ederiz de herkeslere nedense yalnız gecelerde gözyaşlarımız
bizi affetmez.
Kavgalarda ve ağız dalaşlarında tüketiriz sevgilerimizi de aşklara hiç
ümit vaad edilmez çorak topraklarda.
Devedikenleri bile kururken bahçelerimizde baharın gelip geçtiğini
görmeden kapanır gönül gözü.
Gönül gözü kapalı olanın yiyeceği taş duvarlardır ev niyetine ve altın
bilezikleridir sarılacak sevdalar yerine.
Denizler uzak düşlerin maviliklerine saklanır da bir çocuk gibi, hiç selam
etmez bize bilinmeyenin gizli sırlarından.
Geniş zamanlar umarız bir gün sevgimizi söylemek için.
Hiçbir gün gelmeyecek o günün hatırına harcarız hovardaca bir ömrü.
Kanat çırpan aşklar bir kuş misali salınırken etrafımızda ya elimizde
sıkıp öldürürüz onları ya da kaçırırız uzak ülkelere geri dönülmeyen.
Aşk dokunmak ve sözden üretilen bir misk-u amberdir ki kokusu cihanı tutan.
Sözlerden kolyeler takıp ak gerdanlara dokunuşun sarı güllerini dermek
yaşamın hecelerini yanyana dizer.
Yüreğinin surları yalçın kayalarla desteklenmiş insan nasıl ulaşsın sözcüklere?
Bir kelebek misali yorulur kanatçıkları düşer yarı yolda boz toprak üstüne söz.
Gecelere düğümlenmiş tutkuların yaşama ipek bir yorgan gibi serildiği
günlerin özlemi fırtınalara yataklık eder ancak.
Bırak!
Ruhun öldüğü anlaşılsın.
Bırak!
Zaman sana hizmet etsin bıkıp usanmadan.
Savaşın acımasız rüzgarına emanet yaşamlar, emanet yaşamlar kadar hain,
sevgisiz ilişkilerin saldırısına uğrayan insan, karanlık yandaşlarına
çevirirken yüzünü, unutur gider yaşamın kutsallığına türkü yakan dilleri.
Kader değildir sevgisiz yaşamak.
Ölüler yüzerken etrafımızda nehirden su içmek zor gelebilir insana ama
yine de kutsaldır Ganj.
Zeytin yaprağının gümüş bakışında açılır kapılar aşka.
İçimize ılık zeytinyağı gibi akar sevdalar ve Akdeniz'in ruhu çırpınır
beyaz köpükleriyle yüreğimizde. Eğer zaman varsa yaşanacak.
"her akşam seninle yeşil bir zeytin tanesi
bir parça mavi deniz alır beni
seni düşündükçe gül dikiyorum ellerimin değdiği yere."
Aşk dokunmaktır gül yaprağı tene,
söz ise yarin attığı bir güldür taş niyetine.
SEVGİLERİ YARINLARA BIRAKTINIZ
Yasemin…Söyledikçe güzelleşen bir isim.
Söyledikçe bir sızı. 95 Yılbaşından bir gün önce The Marmara Oteli’nin altındaki Marmara Cafe’ye konan bombayla yaşamın dışına itilen kızın adı bu.
O aşağılık bombanın biçtiği bir güzellik.
Yasemin.
Kimse farkında değil. Kimsenin umurunda değil ama orada yokedilen bizim aydın gençliğimizdi.
Bizim o güzelim yıllarımızdı havaya uçurulan.
Bu ülke daha keyifli, daha hoşgörülü, daha medeni olsun diye harcadığımız yıllardı.
Dünyada,
“Bir Onurlu Türkiye” diye saçlarımızda tutuşturduğumuz tutkulardı berhava edilen.
O parça tesirli bombanın eritip yokettiği “söylenmemiş” sözlerdi.
Kimsenin umurunda olmayan sözler…
Onun için de Yasemin gidince eksilen biz değiliz yalnızca.
Eksilen bu ülkedir.
Bu kısır ve kadir bilmez ülke.
Zavallılaşan aslında sizlersiniz.
Uyuyun orada. Kibirli ve ahmak!
Peki Yasemin’i tanıyor musunuz siz?
Elbette hayır. Ne gazeteler tanıyor: Yazarımıza bomba!
(Böyle yazdılar gerçekten)
ne Milliyet gazetesi: Yazar Café’ye bomba! (Yani entelleri öldürdüler)
ne de o cenin beyinli TV habercileri: (Zavallı kız!) tanıyor.
İyi ki Ayşe Arman var. Ayşe şöyle yazdı: “Onu tanımıyorsunuz.
Yasemin dergilerde yazı yazmadı, televizyon kanallarında boy göstermedi, manken ya da sunu değildi.
İnsancıldı. İnsandı, sevgi insanıydı.
Zavallı yaşamadı, zavallı da ölmedi. Bunu bilin yeter!”
Yasemin sıradan bir güzellikti…
Yani yaldızlanmamış, gerçek bir güzellik. In-out listesiyle alakası olmayan bir gerçek. Aydınlık bir hayat.
Baba Hikmet Cebenoyan anlatsın. Yine “sadece” biz dinleyelim. Çünkü “iktidarlılar” nasılsa dinlemeyecekler. Olsun. Biz yeteriz. Biz kim miyiz? İste! Adımız Yasemin ya…
“Doğaya aşıktı. Cebinde iğdeler, keçiboynuzları. Bir de bitmez insan sevgisi…”
Çekingen,Tutuk, Saygılı
O gün, doğumgününden bir son sonraydı. Hediyesini vermek için arkadaşı çağırmıştı onu oraya. Rehberler Derneği’nde buluşalım demişti Yasemin, ama arkadaşı üsteleyince…
(Hep böyle rastlantılar değil midir, bir felaketin ardından konuşulan?)
“Ben onun yarısı kadar iyi olamadım.”
Kardeş, Cüneyt Cebenoyan, Express dergisinde müzik ve sinema yazarı, böyle söylüyor. Baba, Massey Ferguson’un Genel Müdür Yardımcısı, o da geç kalmanın acısında: “Ona layık olan yaşamı veremedik. Zaman bulamadık. Ömür uzun zannediyorduk. Ondan özür diliyorum. Onun seviyesinde değildim. Son günlerde canım babacığım diye üstüme titriyordu, bana çok düşmüştü. Bir gün önce, doğumgününde Divan’a gidip dans etmiştik. Sabah bana “Babacığım , geceki davet için çok çok teşekkür ederim, ellerinden öperim” dedi. Sarıldı öptü beni. Son konuşmamız oldu bu.”
Cüneyt “en sevdiği mekan Marmara Café’ydi” diyor. “Genişliğini, ferahlığını severdi.” (Bombayı koyanlar ne düşünüyordu orası için acaba?) “Bir de giyimine önem verirdi. Abartısız ve doğal. Mesleğine saygılıydı. Özen gösterirdi. Bir keresinde sular kesikti. Duş yapamadığı için işe gitmesi. Bunu da işyerine telefon edip söyledi. Yöneticiler acaba transfer filan mı olur demişler. İnanamamışlar. Her işe, tura çıkışında heyecanlanırdı. Hayata önem verirdi.”
Çirkindi Dar Vakitlerde Bir Sevgiyi Söylemek
Hayata önem vererek, onu “dokuyarak” yaşayan Yasemin 29 Aralık 1957’de (Yay!) Ankara’da doğdu. İstanbul’da büyüdü. Önce Şişli, sonra Cihangir’de yaşadı. (İstanbulluluk!)
Boğaz’a, Topkapı sarayı’na, camilere, ağaçlara, Tophane’ye inin masal yokuşunda, orta şekerli kahveye, şiir kitaplarına, kedilere, yani İstanbul’a bakan o evde yaşadı. (Cihangir. Uzay Apartmanı. İstanbul.)
‘Kızım burayı çok severdi. Kahve pişirir, sigarasını yakar, oturur, denize bakardı. Mahalledeki herkesi tanırdı. Herkesle selamlaşırdı. Nusretiye Cami İmamı da, kapıcımız da, ki adını Güllü Bacı takmıştı, herkesle dosttu. Sokak kedilerinin, köpeklerinin adı vardı. Onlara her gün törenle yiyecek verilirdi.”
Yasemin’in resmi belgelerde mesleği profesyonel turist rehberi diye geçiyordu. Saint Benoit, Marmara Fransız Dili ve Edebiyatı, öğretim üyeliği, İstanbul Üniversitesi Arkeoloji, Latince, Afrodisyas ve Efes’te kazılar, Anadolu medeniyetlerine derinden bir aşk, pedagoji, New York ve Colombia Üniversitelerinde İngilizce, en son profesyonel rehberlik.
“Amerika’ya geldiğinde orada öyle bir enternasyonal grup edindi ki. Etiyopyalısından, Japon’una kadar bir çok dostu vardı. Gelip bana onları anlatırdı. İşçiler ya da burjuvalar onun için hiç farketmiyordu. En büyük özelliği de oydu Yasemin’in. Çok iyi dinlerdi. Dinler ve özünü kavrardı. Ve kavradıklarını anlatırdı. Önemserdi insanları…”
Bir Bakış Bile Yeterken Anlatmaya Her Şeyi
Bunları anlatan ağabey, Sinan Cebenoyan. Baltimore Üniversitesi’nde profesör. Anneleri Tuncay Hanım ise, nezaketin durusu, bir Osmanlı Hanımı. İçinde patlayan gözyası sağanaklarını göstermemeye çabalayan bir anne: “Bu memleketi tanıtmak, sevdirmek, onurunu yükseltmek bizim görevimiz anneciğim diyordu. Biz gençler yapacağız. 37 yıllık ömrünü eğitimle geçirdi. Cumartesi, Pazar günlerini, karda-kışta, Murat Belge’nin İstanbul Gezileri’nde geçirdi. Bu bilgilerini rehberliğinde kullanırdı. Turistleri alır eve getirirdi. Onları ağırlardı. Hepsiyle arkadaş olurdu. Dünyanın her yerinden teşekkür mektupları gelirdi…”
Mektuplar. Yüzlerce mektup. Dünyanın her yerinden yüzlerce. Diyarbakır’dan, Yunanistan’dan. İşte Monaco’dan bir örnek: “Sevgili yasemin. İyi dileklerimi yolluyorum. Bütün nezaketin ve güzel ülkeni bize tanıtmandaki çaban için binlerce teşekkür.”
Bir tür Türkiyeli Pollyanna mıydı Yasemin? Sanki aramızda telepatik bir varmış gibi. “Asla” diyor Cüneyt, “asla!”
“O bir Pollyanna değildi. Onun iyiliği ile bu dünyanın kötülüğü arasında her zaman çelişki vardı. O bunu biliyordu. Ama bunalımlı bir aydın değildi. Her zaman gülebilir, kahkahasını atabilirdi. Tepkilerini de sürdürerek bir iç barış kurmuştu kendine. Protesto ederdi. Fikrini mutlaka söylerdi.”
Baba Hikmet Cebenoyan, sesinde parçalanan “di’li geçmiş”lerin jiletlerini yutarak atıyor bu noktada. Kan kırmızı konuşuyor;
“Demokrattı. Herkese özgürlük. Herkes özgür olmalı. Herkese hoşgörüyle bakmalı. Anlayışla ele almalı. Şiddetin, sertliğin karşısındaydı. Televizyon haberlerinde kanlı olarları geçin, eziyet görmek istemiyorum diyordu. Kandan nefret ediyordu. Barış içinde problemleri halletmek lazım derdi. Kesinlikle bir bağnazlığı olmadı. İster sağdan, ister soldan, isterse devletten, tüm teröre karşıydı. Baskıya karşıydı. Onun kafasındaki Türkiye Kürdü, Rumu, Ermenisi, hepsine saygı gösterilen bir Türkiye’ydi. Farklı dinlerin, dillerin bu memleket için bir hazine olduğunu düşünürdü. Hiçbir ırkın bir başka ırkı küçümseme hakkını kabullenmedi…”
Yasemin’in hayatındaki mahremiyete daldıkça büyüyor o. Bizim oluyor. Bizim yıldızımız.
Tantanasız ve gerçek bir yıldız. Abartılmış, seviyesizliğin göremeyeceği bir “uzaklık”ta parlayan bir yıldız.
Siz Böyle Olsun İstemezdinizHer ne ve de neyse…
O evden, ampirik minarelerden denize ezan sesleriyle akan o evden, kalkıp uçuyor içimdeki delikanlı. Uçup Yasemin’le teğet geçen hayatlarımıza bakıyor:
Onat Kutlar'ın İFSAK'ta hocalık yaptığı o sinema kursu, BİLSAK’ta bazı sıcak seminerler, anasonlu sokaklar ve ille de İstiklal Caddesi…
O kız…
Gece mavisi kız…
Esmerliğine mahçup hınzırlıklar saklayan kadın… Yasemin… Adını bile şimdi öğreniyorum. Nasıl da geç her şey için…
Yahut Vakit Olmadı!“Beraber olduğumuz yemeklerde. Hani masada memleket kurtaranlar olur ya hep. Büyük laflar falan. İşte o anlarda göz göze gelirdik onunla. Çıtı çıkmadan ve usulca alay ederdi o ortamla.”
Kendinle dalga geçmenin keyfine varmışlardandı Yasemin. Oğuz Atay’ı sevdi. Onun “Tutunamayanlar” romanındaki Disconnectus Erectus’la özdeşleştirdi kendini. Ürkek, duyarlı, kendini pazarlamayı beceremeyen, aslında bunu da pek istemeyen bir tutunamayanla…
Mesela Hikmet Çetin’i sevdi. Deli deli bakıyor diye!
Tinerci çocuklara giysi topladı. Adı konmadık yemekler uydurdu. Lezzetli oldu hepsi ama…
Çocukluğunda kardeşi ve Orhan Veli’nin –Cem’le C-kare-Y adında bir müzik grubu kurdu. Mitolojiyi, siyah, beyaz ve kırmızıyı, Gilbert Becaud’yu, Sezen Aksu’yu, Yıldız Tilbe’yi, chanson’ları, mantıyı, salaş balıkçı meyhanelereni ve Türk kahvesini çok sevdi. Hala yatağının başucunda yarım kalmış bir kahvesi var. Bardakta dudak izi…
Dudağında Behçet Necatigil
Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.
Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya herşeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı
Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telaşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.
Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vakit olmadı
Hayattan ona kalanlar geçiniyordu o. Yüreğinde atan “çok eski bir gravürden” kalandı belki de bu!
Kim bilebilir?
Uzun yıllar önce, büyüyünce “lodosçu” olacağım demişti. Oldu…
Denizi eleyen o insanlar gibi..
Eleklerinde denizden onlara kalanlarla geçinenler gibi. Bir “lodosçu!!
Eleğine “mağrur” incelikler takıldı. Onlarla yaşadı…
Ta ki. Bir gün payına Bir “Bomba” çıkana dek…