24 Mayıs 2018

ABD, Yeni Dünya, Yeni Kıble


1. BÖLÜM EVANJELİZM VE ORTADOĞU EKSENİ    EVANJELİZMİN KISA TARİHİ ile ilgili görsel sonucu
Tarih 1.000 yılları. Viking Leif Ericson Norveç Kralı’ndan aldığı Hristiyanlığı yayma görevi doğrultusunda Grönland’ın batı kısımlarını görmek için, yola çıktı. 
Gemisini Amerika kıtasını daha önce gören ve rapor eden Herjólfsson’dan satın almıştı. Bulduğu topraklar büyük olasılıkla Kanada’nın Newfoundland bölgesiydi. 

Ericson’ın Hudson Körfezi ya da Büyük Göller yolu ile Minnesota’ya kadar ulaştığı da iddia ediliyordu. Kuzey Amerika’ya ayak basan ilk Avrupalıydı. Amerika’yı Kristof Kolomb’dan beş asır önce Vikinglerin keşfettiği doğruydu… 1492’de Amerika’ya ayak basan Kristof Kolomb rastladığı bölgeyi Hindistan, yerlileri de Hintliler olarak nitelendirdi. Aslında haksız sayılmazdı. Yerlilerin ataları Asya’dan Buzul Çağı’nın yaşandığı M.Ö. 60.000-35.000 yılları arasında Bering Boğazı’nı geçerek Sibirya’dan Amerika’ya gelmişlerdi. 

 Kolomb‘un da asıl görevi Hristiyanlığı yaymak ve İspanya Krallığı’na yeni topraklar armağan etmek olmuştu. Amerika Kıtası’nın 1492’de keşfinden sonra Avrupa’dan göçler başladı. İspanyollar 1565’te Florida’ya yerleşti. İngilizler ilk devamlı yerleşimi 1607’de Virginia’da kurdu. Hollanda 1614’te Manhattan adasına geldi. 1664’te İngiltere burayı ele geçirdi. 18. yüzyılda Fransızlar İngiliz kolonilerini tehdit ediyordu. Hepsi yerli halkların aleyhine toprak sahibi oluyorlardı. İngilizler, İngiltere başta olmak üzere çeşitli ülkelerden göçmenler alıp buralara yerleştirerek koloniler kurdular. 18. yüzyıl ortalarında, bu kolonilerin sayısı 13’e yükseldi. 

Bazı yerliler Avrupalı beyaz adamlarla birlikte yaşarken, çoğu teslim olmayı reddetti ve Batı’ya göç etti. Sayıları milyonları bulan yerliler 1890’da sadece 250.000’e düşecekti. Doğudaki 13 koloni dışındaki topraklar İspanya, İngiltere, Fransa ve Rusya tarafından paylaşılıyordu. Osmanlı’da Gerileme Devri’nin başladığı dönemde, 1763’te Paris’te bir barış antlaşması imzalandı. İngiltere ve Prusya’ya karşı Fransa, Avusturya ve Rusya arasında, 1756-1763 yıllarında geçen Yedi Yıl Savaşları sömürge paylaşımı, ticaret hakları ve deniz egemenliği için yapılmış, İngiltere galip gelmişti. Avrupa’da sınırlar pek değişmedi, fakat İngiltere ilk defa bir dünya gücü olarak tanındı, Asya ve denizlerinde güç dengesi sağlayacak hale geldi. 

Hindistan İngiliz ekonomik sisteminin en önemli parçası oldu. Meksika’nın kuzeyindeki Amerika İngilizce konuşan dünyanın bir uzantısı haline geldi. Hindistan, Afrika ve Amerika’daki Kanada, Büyük Göller ve Mississippi Vadisinin üst kısmındaki Fransız toprakları, İngiltere’nin denetimine geçti. Fransa Krallığı büyük bir yenilgi almıştı, ancak 1789 Fransız İhtilali’ne kadar, 26 yıl, durumu idare edebildi. İngiltere de ekonomik olarak yıpranmıştı. Durumunu düzeltebilmek amacıyla, çay ve damga vergisinin kolonilerde de uygulanmasını istedi. Ancak 13 koloni, İngiltere parlamentosunda Amerikalı temsilcilerin olmadığını ileri sürerek, bu vergileri kabul etmedi. 

İngiltere, 1764-1773 arasında kolonilere kâğıt para, şeker, pul, damga, resim ve çeşitli mali yükler getirmeyi sürdürdü. 1774’te toplanan 1. Philadelphia Kongresi’nde, 13 İngiliz kolonisi ağır vergiler yükleyen İngiltere ile savaşa karar verdi. İngiltere, 1774-1776 arasında, vergilere ek olarak, zorlayıcı ve cezalandırıcı yasalar ve önlemler uygulayarak, savaşa hazırlanan kolonilere yanıt verdi. Amerikan Bağımsızlık Savaşı 1775’te başladı. Koloniler, milisler ve çiftçilerden oluşan 20.000 kişilik düzensiz bir ordu topladı. General Washington ordunun başına geçti. 

Fransız General Lafayette de, gönüllü gruplarla İngilizlere karşı çarpışıyordu. İngiliz Ordusu 42.000 kişilik eğitimli bir kuvvetten ve Alman kökenli 30.000 paralı askerden oluşuyordu. Ve önemli bir tarih… 4 Temmuz 1776. Fransız Devrimi’nden 13 yıl önce… 13 İngiliz kolonisi İkinci Philadelphia Kongresi’nde bağımsızlıklarını ilan etti ve İnsan Hakları Bildirisi kabul edildi: “İnsanların doğuştan, yaşama hakkı, hürriyet hakkı ve saadetini temin etme gibi başkasına devredilemez hakları vardır. Devletler, bu hakları sağlamak için kurulmuştur ve yönetenler her türlü iktidarı yönetilenlerin rızasından alırlar. 

Eğer herhangi bir hükümet şekli, bu gayelere aykırı hareket ederse, bu hükümeti değiştirip, yerine bir yenisini getirmek milletin hakkıdır.” ABD’nin kurulmasında yayınlanan bu açıklama daha ziyade John LOCKE’dan etkilenmişti. Mutlakiyet yönetimine açtığı sarsıntılar sonucunda İngiliz, Amerikan ve Fransız büyük devrimlerin temelleri oluşmuştu. Doğal hukuk doktrinini savunuyordu. İnsan doğası bencildi, herkes eşit ve özgürdü, hayatını, sağlığını, özgürlüğünü ve varlıklarını savunmaya hakkı vardı. Güçler ayrılığı esastı, devrim hem bir haktı hem de bir ödevdi. Yöneticinin otoritesi mutlak değildi. 

Karşılıklı güven ile toplumsal sözleşme oluşturulmalıydı. İnsanın özgürlüğü yasalarla, güven ve kayıt altına alınmalıydı. Kısacası, genç ABD tepesinde bir kral istemiyordu… Savaş devam etti ve 1777’de İngiliz ordusunun bir kısmı Saratoga’da yenilerek teslim oldu. Saratoga zaferi, Fransızları 1778’de savaşa girmeye teşvik etti. ABD ve Fransa arasında bir ittifak yapıldı. Kolonilere 1776’dan beri el altından para ve malzeme yardımı yapan Fransa, filolarını ve ordularını hazırladı ve Haziran 1778’de İngiltere’ye savaş ilan etti. Bu, savaş dinamiklerini değiştirdi ve İngilizler denizlerdeki egemenliğini kaybetmekle kalmayıp, Fransa’nın İngiltere’yi istila tehlikesiyle dahi karşılaştı. 1779’da İspanyollar, 1780’de Hollandalılar da savaşa girdi. 

1780’den sonra deniz savaşı İngilizlerle Amerikalıların Avrupalı müttefikleri arasında geçti. İspanya ve Hollanda, Britanya Adaları’nı büyük ölçüde denetime alarak İngiliz deniz gücünü açık denize çıkarmadı. 1781’de, Washington, Fransız birliklerinin desteğiyle, Yorktown Muharebesi’nde İngiliz General Cornwallis’i yenerek savaşın sonucunu belirledi. 3 Eylül 1783. Fransız Devrimi’nden altı yıl önce… Fransa, İspanya ve Hollanda’dan yardım alan kolonilere yenilen İngilizler barış istedi ve 8 yıl süren savaş sonunda Paris Versaille Antlaşması imzalandı. İngiltere, batıda Mississippi Irmağını da içine alan geniş sınırlarla, 13 sömürgenin oluşturduğu ABD’nin bağımsızlığını tanıdı. 

Kanada İngiltere’nin elinde kaldı, İspanya Doğu ve Batı Florida’yı, Fransa Antillerden bazı adaları ve Senegal’i aldı. Rönesans, reform, keşifler ve icatlar sonrası güçlenen Batı’nın, zayıflayan Doğu’ya egemen olmak için, liderlik kavgası ve sömürgelerin ele geçirilmesi için açgözlü bir paylaşım mücadelesi başlıyordu. ABD’nin ilk yüzölçümü 835.687 kilometrekare idi (Türkiye kadar), daha sonra, Fransa, İspanya, Rusya ve Meksika ile yapılan antlaşmalarla ve savaşlarla bugünkü 9.371.786 kilometrekareye kadar büyüyecekti. Sırada iç mücadeleler vardı… 

 Her koloninin ayrı bir devlet olmasını isteyen Cumhuriyetçilerle, her devletin içişlerinde serbest, fakat güçlü bir merkez etrafında birleşmesini isteyen Federalistler arasındaki çatışmalar 1787’de başladı ve 4 yıl sürdü. Kanlı çatışmalardan sonra Konfederasyon yeniden düzenlendi. Bağımsızlıklarını ilan eden eyaletler içişlerinde serbest olmak şartıyla bir araya gelerek Amerika Birleşik Devletleri’ni kurdu. 1800’lere kadar toparlanan ABD, topraklarını genişletmeye ve temizliğe başlıyordu. 1803’te Louisiana Bölgesi Fransa’dan 15 milyon $’a satın alınıyor ve topraklar iki katına çıkıyor. 1819’da İspanya Florida’yı ABD’ye terk ediyor. 

1820’de kuzeydeki Maine, özgür eyalet olarak birliğe katılıyor. Kölelik Missouri’de serbest bırakılıyor. 1821-1825 arasında, İspanya ve daha sonra Meksika’nın izniyle, Amerikan göçmenler Teksas’a yerleşiyor. ABD’nin 1823 Monroe Doktrini ile Avrupalıların Amerika kıtası topraklarını tekrar kolonileştirilmesi önleniyor. Meksika, 1830’da Amerikan göçmenlerin Teksas’a yerleşmelerini yasaklıyor. 1830-1840’larda, binlerce yıl önce Asya’dan gelen kızılderililerin yurtlarından doğuya doğru uzaklaştırılması siyaseti uygulanıyor… 1835’te başlayan Teksas Bağımsızlık Savaşı 1836’da Teksas’ın bağımsızlığını ilan etmesiyle sona eriyor. ABD’ye katılmayı resmen isteyen Teksas, 1836-1845 arasında, ABD’nin Pasifik’e genişlemesini istemeyen İngiltere baskısıyla bağımsız kalıyor. 

Meksika 1842’de Teksas’a saldırıyor, ancak İngiltere’nin müdahalesiyle ateşkes ilan ediliyor. Sonunda bağımsız cumhuriyet Teksas 1845’te 28’inci Eyalet olarak ABD’ye iltihak ediyor. Teksas üzerinde toprak iddiasını sürdürünce, 1846’da ABD Meksika’ya savaş ilan ediyor. 1847’deki Buena Vista zaferiyle yenilen Meksika, 1848 Antlaşması ile Rio Grande nehrinin kuzeyinde kalan bütün toprakları Amerika’ya terk ediyor… Kölelikle ilgili İç Savaş başlıyor… 1857’de Kongre’nin sömürgelerde köleliği serbest bırakmasını ve kölelerin vatandaş olmasını önleyen kararı ABD Yüksek Mahkemesince kabul edildi. Bir yıl sonra, Başkan Abraham Lincoln birlikten ayrılma tehdidinde bulunan köleci Güneylilere ve demokratlara ultimatom verdi. 

1860 yılına gelindiğinde, kuzeyde köleliğin reddedilmesine tepki olarak güneyde 11 konfederasyon eyaleti oluştu. Ertesi yıl, Güney Carolina ve arkasından altı Güney Federe Devleti’nin Birlikten ayrılıp silaha sarılmasıyla ABD İç Savaşı başladı. Başkan Abraham Lincoln 1863’te Konfederasyon eyaletlerindeki kölelere özgürlüklerini verdi. ABD İç Savaşı’nın sona erdiği 1865 önemli bir kilometre taşı. Köleliğe karşı olan kuzeyin zaferi 600.000 kişinin ölümüne yol açtı. ABD’nin Birinci Dünya Savaşında 116.000, ikinci Dünya Savaşında 405.000, Vietnam’da 58.000 kişinin kaybından fazlaydı. Aynı yıl, ABD’nin cumhuriyetçi Başkanı Lincoln suikast sonucu öldürüldü. Birliğini sağlayan ABD genişlemeye başlıyordu. 1867’de Alaska Rusya’dan 7,2 milyon $’a satın alındı. 

 Biraz da komplo teorisi (!) 1877 yılında, John D. Rockefeller, Cecil Rhodes, John P. Morgan, Mayer A. Rothschild ve Andrew Carnegie beşlisi ABD’de Yuvarlak Masa’yı oluşturdu. Bölgesel şekilde yönetim birimlerinin oluşturulması ve dünyanın tek elden yönetimi öngörülmekteydi. Öncelikle İngilizce konuşan dünya halkları birleştirilecek ve yönetim altına alınacaktı. 1898’de Hawaii kendini ABD’ye bağladı. Aynı yıl Porto Rico, Guam ve Filipinler için İspanya ile savaş başladı. yüzyıl başındayız. Geriye bakıyoruz. Vergiler ve yasal düzenlemelerde özyönetime razı olan 13 İngiliz kolonisi, İngilizlerle çatışmanın genel savaşa ve bağımsızlığa gideceğini düşünmemişti. Ama olaylar ve uluslararası rekabet yeni bir ulusun temellerini attı. Güçlerini, ekonomilerini, toplumlarını ve yaşamlarını yeniden düzenlediler. 

Yani, Amerikan Devrimi önce ekonomik, sonra siyasaldı. Devrim, özgür yaşamayı ve mülkiyet haklarını isteyen orta sınıf tarafından desteklendi. Daha bağımsızlık elde edilmeden, savaş sürerken, İnsan Hakları Bildirisi’ni yayınlayan bir anlayış egemendi… Ama sonra bir şeyler değişti… ABD’nin Anglo-Protestan kültür ve inancının bir ürünü olduğunu hatırlıyorum. Çabuk zengin olma, fırsatçılık, bakir ve zengin doğal kaynaklar, geliştirilen iyi bir ulaştırma sistemi, finans sihirbazlığı, sanayileşme, acımasız ve açgözlü bir rekabet öne çıktı. 

Tek amacın parasal başarı ve güç olduğu, “bırakınız yapsınlar” doktrini, Püritenist ve Evanjelist tarikatların öne çıktığı Protestan ahlakı ve eğitimi gibi unsurlar bir araya geldi. Aşırı bireysel, hırslı, dünyaya egemen olmaya soyunan, yönetimin seçilmiş üstün insanlara ait olmasına inanan, WASP (Beyaz, Anglo Sakson, Protestan) ağırlıklı bir yapı ortaya çıkıyordu. 

İngiltere I. Dünya Savaşı’ndan sonra gücünü yitirmeye başlayınca onun “Tek Dünya Devleti” kurma çabasını ABD devralmaya başladı. II. Dünya Savaşı’nda faşist Almanya ve Japonya’yı çökerttikten sonra Batı’nın liderliğini ilan etti. İçe dönük ABD artık dışa dönecekti. Hedefte Sovyetler Birliği vardı… Demokrat Başkan Truman (12 Nisan 1945-20 Ocak 1953) komünizmin yayılmasına karşı özgür insanların desteklenmesi için müdahale doktrinini kabul etmişti. 

1947 yılında SSCB’nin yayılmasını ve komünizmin önlenmesini öngören Marshall Planı ve Truman Doktrini ile Avrupa’yla beraber Türkiye ve Yunanistan’a ABD ekonomik yardımı başladı. 1950’lerde Yunanistan, Milliyetçi Çin ve Kore’ye müdahale bu anlamda yürütüldü. ABD küresel ve bölgesel örgütlenmelere de gitti. 1945’te Birleşmiş Milletler, 1949’da NATO, 1954’te Güney Doğu Asya’da SEATO, 1955’te Türkiye, İngiltere, Irak, İran ve Pakistan’ın dâhil olduğu Bağdat Paktı (Sonra CENTO) kuruldu. 

 Böylece 1945-1990 arasındaki Soğuk Savaş başladı. Sovyetler ve komünizm karşıtı isterik ve paranoyak bir ortam doğdu. Komünizme karşı din silahı kullanılacaktı. Türkiye’de CIA desteği ile 1951 yılında kurulan İlim Yayma Cemiyeti Soğuk Savaş’ın ülkeye ilk armağanı oldu. İslam’ın siyasi çıkarlara alet edilmesinin önü açıldı. Gerici, hilafetçi, Amerikan işbirlikçisi siyasetçiler, bürokratlar, akademisyenler yetiştirilmeye başlandı. İslamcılar yurtsever, Amerikan karşıtı, tam bağımsızlık taraftarı ise vatan haini olacaktı. Örgütlenme artıyordu. Komünizmle Mücadele Derneği’nin ilk şubesi 1956 tarihinde İstanbul’da kuruldu. Cumhuriyetçi Parti’den emekli general Dwight D. Eisenhower 20 Ocak 1953 yılında sekiz yıllık başkanlık dönemine başladı. 

 1956’da SSCB Macar İhtilali’ni bastırdı, uluslararası komünizm sarsılıyordu. Aynı yıl başlayan Arap-İsrail Savaşı Orta Doğu’da alarm sinyalleri verdi. Başkan Eisenhower doktrinine göre, ABD Ortadoğu’nun patronu olmaya başlayacaktı. Komünizmin etrafı çevrilecek ve daha fazla genişlemesine izin verilmeyecekti. Aynı tarihlerde, ABD Türkiye liderliğinde İslam Birliği kurulamayacağını anlamıştı. Orta Doğu’ya Sovyet ve Türkiye korkusu yaymaya başladı, ABD kötü adam değildi. ABD ekonomisi iyi gidiyordu. Güneyde baskı altında bulunan siyahlar kuzeydeki sanayi bölgelerine göçüyordu. Siyahların lideri Dr. Martin Luther King sosyal haklarda eşitlik isteyen hareketi başlatmıştı. 

1961’de göreve başlayan Demokrat Başkan Kennedy bu hareketi destekliyordu. Uzayın keşfi ile birlikte komünizm karşıtlığı da öne çıkıyordu. Amerikan yüzyılı yükseliyordu. Avrupa da toparlanmıştı, 1957’de Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET), 1960’ta 18 Avrupa ülkesi ile ABD ve Kanada’nın da üye oldukları Avrupa İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ile Avrupa Serbest Ticaret Birliği (EFTA) kuruldu. 1962 önemli bir kavşak oldu. ABD ve SSCB arasında Küba Krizi patlak verdi. Sovyet nükleer füzeleri ABD’nin çok yakınına gelmişti. Bunalım Soğuk Savaş’ın doruk noktasındaydı. Sonunda sorun çözüldü. Küba’dakilere karşılık, 

Türkiye’deki nükleer Jüpiter füzeleri söküldü. “Yumuşama” ve “görüşme” havası yaratıldı. Ama bazı sorunlar da peşinden geliyordu. NATO’nun Avrupalı ortakları böylesine büyük bir bunalımda, görüşlerinin alınmayacağını gördü. Nükleer kâbustan korunmak için klasik silahların önemi artmalıydı. ABD ile SSCB devlet başkanlarının gizli, çabuk ve doğrudan haberleşmeleri amacıyla doğrudan telefon hattı-hotline-kuruldu. O yıl, SSCB uzay yarışında da geri kalmadığını gösterdi, Mars’a ilk roketi fırlattı. 

 Başkan Kennedy 22 Kasım 1963’te bir suikast sonucu öldürüldü. Nedeni bu güne kadar anlaşılamadı. Bir iddiaya göre, suikasttan beş ay önce, Amerikan banknotlarındaki FEDERAL RESERVE NOTE yazısını sildirmek, borç para vererek devletten faiz toplama gücünü FRB’nin elinden almak istemişti. Amerikan Hazinesi, kasasındaki gümüş karşılığında basacağı banknotları piyasaya sürebilecek, FRB’ye faiz ödemek zorunda kalmayacaktı. Kennedy öldürüldükten beş ay sonra ABD FRB’den aldığı kâğıt dolarları piyasaya sürüp, FRB’ye faiz ödemeye devam etti. Suikast gerekçesi olarak, Vietnam Savaşı’nı sona erdirmeyi planlaması da söylenir. Suikastın bir Mossad ürünü olduğu da ileri sürülmektedir. Kennedy’nin yerine derhal yardımcısı Johnson geçti. 

1964’te BM Güvenlik Konseyi’nin Kıbrıs’a uluslararası kuvvet gönderme kararı sonrası, Başkan Johnson’un Başbakan İnönü’ye yazdığı Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesine karşı çıkan mektubu NATO’da ve Batı’da ciddi bir kriz yarattı. Ankara ile Moskova arasında yakınlaşma dönemi başladı. Ertesi yıl, ABD Demirel’den Türk- Kürt federasyonu istedi. Asker şiddetle karşı çıktı. 1945’te ABD uzmanları Türkiye’de yaptığı inceleme sonrasında, CIA tarafından 1948’de yazılan Kürt azınlık raporu buzdolabından çıkarıldı. Doğu Anadolu bir sömürgedir, TC’ne karşı kurtuluş savaşı vermelidir (!) 1930’larda İngilizlerin ve Almanların “Kemalist Cumhuriyet hem din düşmanı, hem Kürt düşmanı” teması ABD tarafından devralınmıştır. ABD, Soğuk Savaş nedeniyle dondurduğu Kürt ayrılıkçılığını ısıtır. 

Artık Sovyet tankları Doğu Anadolu’dan İskenderun Körfezi’ne inebilir. Kürtleri kışkırtabilir. Ama Sovyetler de İslam kartını oynar. Fransa da geri kalmaz, Ermeni sorununu ısıtır. 1965’te Başkan Johnson Vietnam Savaşı’nı başlattı. Eisenhower döneminde Fransızlar Vietnam’dan çekilince komünistler ve milliyetçiler arasında iç savaş çıkmıştı. ABD Birleşmiş Milletler’le beraber, ülkenin Kuzey ve Güney Vietnam olarak ikiye ayrılmasını sağlamıştı. Ama Vietkong komünist gerillalar Güney’e saldırınca ABD Güney Vietnam askerlerini eğitmek amacıyla bölgeye asker göndermişti. Kennedy döneminde asker sayısı 16 bini aşmış ancak sıcak çatışmaya girmemişlerdi. 

Başkan Johnson ve halefi Cumhuriyetçi Nixon döneminde silahlı mücadeleye girilmişti. 1966 yılı Batı’da önemli bir çatlamaya sahne oldu. De Gaulle, Fransa’nın NATO askeri kanadından çekildiğini açıkladı. ABD’nin örgütteki güçlü rolünü ve İngiltere ile özel ilişkisini protesto etti. Fransa ABD ve İngiltere ile eşit şekilde üçlü bir yapıya girecekti. Aldığı yanıtı yetersiz bulan de Gaulle, bağımsız bir savunma gücü kurmaya başladı. NATO-Varşova Paktı savaşının içine çekilmek yerine Doğu Bloku ile ayrı bir barış seçeneği istedi. Akdeniz’deki filosunu NATO komutasından aldı. Yabancılara ait nükleer silahların Fransa topraklarında konuşlandırılmasını yasakladı. 1970’e gelindiğinde Protestan misyoner örgütü “American Board” Türkiye’deki Dinlerarası Diyalog Nurcularıyla el eledir. “Işık Evleri” kurulur. 

Erbakan da Milli Nizam Partisi’ni kurar. Yeniden Osmanlılaşma başlar. İslam Dinarı, İslam ortak pazarı, Birleşik İslam Devleti gündemdedir. ABD’nin 1971 Çin hamlesi var sırada… Cumhuriyetçi Başkan Richard Nixon Çin’i Sovyetler’e karşı bir denge unsuru görüyordu. 1969’da göreve başlamasından itibaren Çin liderlerine görüşmek için diğer devletler aracılığıyla haberler gönderiyordu. Bu arada Ulusal güvenlik danışmanı Henry Kissinger 1971’de Çin’e gizli bir ziyaret yaptı. ABD-Çin ilişkileri yumuşama dönemine girmişti. Pakistan bu temaslarda belirleyici oldu. “Pingpong Diplomasisi”, Çin ile ABD’nin 20 yılı aşkın kapalı kapılarını açmasının başlangıcı oldu. Arnavutluk başta olmak üzere bazı ülkeler Çin’in Birleşmiş Milletlere üye olmasını önerdi. 

Çin ABD’nin desteğiyle ve üçte iki çoğunluk kararıyla Birleşmiş Milletler’e veto yetkisini haiz “daimi üye” olarak girdi. Çin Cumhuriyeti, Milliyetçi Çin veya Tayvan BM’den atıldı. Nixon Dönemi (20 Ocak 1969-9 Ağustos 1974) kritikti… Ekonomide olumsuz gelişmeler oluyordu. 1970’lerde çokuluslu şirketler dünya ekonomisini denetime almaya başlamıştı. 

“Tek Dünya Devleti” projesi gündemden düşmüyordu. Nixon sürekli açık veren bütçe ve ticaretin baskısı nedeniyle altın rezervlerinin erimeye başlamasını önlemek için doların altın standardına son verdi. 1972’de de başka önemli olaylar da gündemdeydi… Nixon Çin’i ve SSCB’yi ziyaret etti. Sovyet lideri Brejnev ile silahlanma kontrolü anlaşmasını imzaladı. Yumuşama (Détente) başladı, sonucunda balistik füzelere karşı savunma füzelerini ve nükleer füzeleri sınırlandırma, yani SALT I antlaşması imzalandı. 

Soğuk savaşta bir ilk yaşanıyordu. Nixon Kuzey Irak’taki Kürdistan Demokratik Partisi”ne de el atıyordu. 1972 yılında imzalanan Sovyet-Irak Dostluk Antlaşması’ndan sonra İran Şahı ABD Başkanı Nixon ile gizli görüşme yaptı; bu görüşmeden sonra CIA tarafından “Kürdistan Demokratik Partisi”ne üç yıl içinde 24 milyon dolar gönderildi. Barzani’nin Irak rejimine karşı ayaklandığı yıllarda, ABD-İsrail-İran üçlüsü bu ayaklanmayı destekliyordu. Barzani-ABD ilişkileri, Henry Kissinger eliyle yürütülüyordu. MOSSAD-Barzani ilişkileri de İsrail’in Tahran’daki askeri ataşesi MOSSAD Ajanı Yaakov Nimrodi aracılığı ile gerçekleşiyordu. Nimrodi Sovyet silahlarının Barzani’nin eline geçmesinde rol oynuyordu. 17 Haziran 1972 günü Nixon’ın kaderini belirledi. 

Beş hırsız Watergate iş merkezindeki rakip Demokratik Parti’nin merkezine girerken yakalandı. Seçimi az farkla kazanan Başkan Nixon’ın Cumhuriyetçi Parti’siyle bağlantılıydılar. Demokrat Parti’nin telefonlarını gizlice dinlemek üzere mikrofonlar yerleştirmeye çalışıyorlardı. Nixon hırsızlığın arkasında olan bütün siyasetçilerin ortaya çıkarılması için Adalet Bakanı Richardson’ı görevlendirdi. Richardson, Cox isimli savcıyı bu göreve atadı. Cox, Beyaz Saray’da başkanın bütün konuşma kayıtlarını istedi. Nixon reddetti ve Cox’un görevden alınmasını emretti. Adalet Bakanı Cox’u görevden almayı reddedince Nixon Richardson’ın işine son verdi. ABD Yüksek Mahkemesi Başkan Nixon’ı bant kayıtlarını savcılara teslim etmeye zorladı. Nixon bant kayıtlarını teslim etti ama halkın desteğini kaybetmişti ve Kongre’de Nixon’ı görevden almak üzere soruşturmalar başlamıştı. 

8 Ağustos 1974 tarihinde Nixon televizyonda yaptığı bir konuşmayla ertesi gün istifa edeceğini açıkladı. Yerine Başkan yardımcısı Gerald Ford (9 Ağustos 1974-20 Ocak 1977) başkan oldu. Böylece Nixon ABD tarihinde başkanlıktan istifa eden ilk ve tek başkan oldu. 1973’te David Rockefeller ve Zbigniew Brzezinski tarafından dünyanın tek elden yönetimi için Yuvarlak Masa teorisinin bir ayağını temsil eden Trilateral (Üçlü) Komisyonu kurulmuştu. Burada bir parantez açmalıyım. ABD tarafından planlanan ve dayatılan Yeni Dünya Düzeni’nde, makro düzeyde “Tek Dünya Devleti”, mikro düzeyde ”Site Devletler”e dayanan bir yapı esas alınmaktadır. 

İmparatorluk benzeri federal devletlerin oluşturacağı büyük bir dünya koalisyonunun adımları atılmaktadır. Ulusal yapıları parçalamaya yönelik mikro (etnik) milliyetçilik akımları desteklenmektedir. Yani ulus devletler tarihten silinmeye çalışılmaktadır. Yeni Dünya Düzeni, ulus devletlerin birleşmesi sonunda kurulacak ”Birleşik Devletler” ile ulus devletlerin parçalanması sonunda kurulacak ”Site Devletler” üzerine inşa edilecek ve dünya coğrafyası yeniden çizilecektir. Şema kabaca bellidir. Hristiyan Amerika ve Avrupa, Müslüman Orta Doğu, Konfüçyüsçü Asya Konfederasyonları. Sonra da sıra “Tek Dünya Dini”ne gelecektir… Bunu komplo teorisi olarak küçümseyenler de vardır. Olabilir. Sanırım küresel yağmacılar da böyle düşünüyor. Aslında soru şudur: “Dünya, gerçekten süper güç ABD tarafından yönetiliyor mu? Yoksa perde arkasında başkaları mı var?” Bana ikincisi daha akla yatkın görülüyor… 

Her taşın altında Yahudi parmağı aramak değil amacım. Ama şu bilgileri de görmezden gelemiyorum: Uluslar üstü ölçekte yapılanan ve Derin Dünya Devleti (DDD) denen üç örgüt var. ”Uluslararası Dış İlişkiler Komisyonu (CFR), Bilderberg Grup (BG) ve Trilateral, Üçlü Komisyon (TC)”. Bu üç örgüt, dünyanın en zengin Yahudi iş adamlarınca kurulan ve sadece Yahudi kökenli peygamber hanedanından geldiği iddia edilen üyelerin kurduğu Yuvarlak Masa (Round Table) örgütüne bağlı faaliyet göstermektedir. ABD ile dünya genelinde uygulanacak politikaları CFR; Avrupa’da uygulanacak politikaları Bilderberg; Asya’da uygulanacak politikaları Trilateral Komisyon belirlemektedir. Round Table ise DDD Karar Organıdır. DDD’nin Türkiye uzantıları da bellidir. Uluslararası sermaye ile işbirliği yapan sözde ulusal sermaye, Masonik ve Dini Gizli Örgütler, Kürt-İslam Örgütleri, Fethullah gibi sahte Ilımlı İslam önderleri ve İkinci Cumhuriyetçiler. DDD’nin has adamı Kissinger dışişleri bakanı olarak yoluna devam etti. 

1974’te Ulusal Güvenlik Konseyi ile bir taslak hazırladı: Ulusal Güvenlik Etütleri Muhtırası 200: Dünya Nüfus Artışının ABD’nin Denizaşırı Çıkarları Açısından Etkileri (NSSM 200). Soykırımın ABD hükümetinin resmi millî güvenlik politikası olması öneriliyordu. Sonraları, çok gizli mührü kaldırılan NSSM 200, dünya nüfusunun en çok 8 milyarda tutulmasını ve 2075’te beklenen 22 milyardan kaçınılmasını öneriyordu. Bu kadar nüfus artışının “savaşlar ve devrimlere” yol açacağını söyleyen NSSM 200, gıda kontrolünün hızlı nüfus artışını durdurmak için kullanımını öneriyor, modern ve yoğun tarım tekniklerinin başka bölgelerde yoğun nüfusu beslemesine rağmen “çok fazla sermaye yatırımı” gerektirdiğini iddia ediyordu. 

NSSM 200’ün diğer bir iddiası, azgelişmiş ülkelerdeki nüfus artışının, sanayileşmiş dünyanın ihtiyaç duyduğu enerji ve hammadde kaynaklarını tüketeceği idi. NSSM 200, 13 ülkeyi özel hedef seçti; bunların Çin dışındaki nüfus artışının % 47’sinden sorumlu olduğu varsayıldı: Hindistan, Bangladeş, Pakistan, Nijerya, Meksika, Endonezya, Brezilya, Filipinler, Tayland, Mısır, TÜRKİYE, Etiyopya ve Kolombiya. Cumhuriyetçi Parti’den Gerald Ford (9 Ağustos 1974-20 Ocak 1977) döneminde Doğu Bloku ile yumuşama siyaseti ve Kissinger’in dış politikası devam etti. Ama Türkiye ABD ilişkileri bozuldu. Haşhaş ekimi durdurulmadığı ve Kıbrıs Barış Harekâtı nedeniyle adadaki askerler geri çekilmediği için 1978 yılına kadar sürecek ABD silah ambargosu başladı. Aselsan ve Roketsan gibi Savunma Sanayi firmaları bu dönemde kuruldu. 1975′te Kıbrıs Türk Federe Devleti kuruldu.

 ABD ile Savunma İşbirliği Anlaşması yürürlükten kaldırıldı. Türkiye’deki bütün Amerikan üs ve tesisleri Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “kontrol ve gözetimi” altına alındı. ABD bu yaptırımlara dayanamayarak 1976′da üslerle ilgili yeni bir Savunma İşbirliği Anlaşması imzalamak zorunda kaldı. Bu anlaşmanın yürürlüğe girmesi ambargonun kaldırılması şartına bağlanmıştı. Başkan Ford Demokratların çoğunlukta olduğu Kongre ile mücadele etti. Artan petrol fiyatları ve ekonomik durgunlukla da baş etmesi gerekti. 1975′te başka önemli olaylar da vardı. ABD 58.000 zayiattan sonra Vietnam’ı terk ederek Savaş’a son verdi. Bu savaş, ABD’de savaş karşıtı kitlenin büyümesini sağlamıştı. ABD Vietnam’ı bölme düşüncesini gerçekleştiremedi; Kuzey ve Güney, Vietnam Sosyalist Cumhuriyeti adıyla birleşti. Komünizm buradaki savaşı kazanmıştı… 

 1975’te Siyonizm Birleşmiş Milletler’de ırkçı kabul edildi. 72 Komünist ve İslam ülkesi lehte, 35 liberal demokrasi aleyhte oy verdi. 32 ülke çekimser kaldı. Türkiye Siyonizm’in ırkçılık olduğuna ilişkin kararı destekledi. Bir yıl sonra, JINSA, Jewish Institute for National Security Affairs, Ulusal Güvenlik Konularında Çalışan Yahudi Enstitüsü, ABD Yahudi cemaati tarafından kuruldu. Savunma bakanlığı çevresiyle yakın bağlar tesis etti ve Richard Perle gibi yeni muhafazakâr-neocon düşünürlere ev sahipliği yapan bir merkez oldu. Pentagon ile Tel Aviv arasında önemli bir köprü görevi üstlendiği, İsrail’in ABD’deki dışişleri ve savunma mekanizması gibi çalıştığı söylenmektedir. Sıra Demokrat Parti’den Başkan Jimmy Carter (20 Ocak 1977-20 Ocak 1981) dönemine geldi… 

Beyaz Saray’ın Asya siyasetini düzenleyen Trilateral-Üçlü-Comission, diğer adıyla “Brzezinski Hükümeti” 1973’te kurulmuştu. ABD Ulusal Güvenlik Konseyi’nin başındaki Brzezinski, Carter döneminde ünlü Samuel Huntington’u bu komisyona aldı. Burada Huntington aşırı görüşlerini hafızalara yerleştirdi, ama Brzezinski bunları açıklayamadı. Huntington 2020 ve 2050 yıllarında neler olabileceğini öngörmeye çalışıyordu. İslam, dünyada ve ABD’de en büyük din haline gelecekti. 1940’lı yıllarda Batı’ya, ideolojilerin çöktüğünü ve insanlığın büyük dinler bünyesinde yeni reçeteler arayacağını öne süren İngiliz tarihçi Arnold Toynbee’nin, gündeme getirdiği konuyu ortaya çıkarmıştı. İslam sahneye yerleşiyordu. Teslim mi olacaklardı, yoksa sahneden gitmesi için bir şey mi yapacaklardı? Batı, Müslümanlığa yönelik yeni bir strateji belirlemeliydi. Huntington’a göre, Batı’nın temsil ettiği değerler dünyanın ortak malı değildi.

 Batı bu değerleri üretmede tek ve biricik olduğu gibi, bunlardan yararlanmada da tek hak sahibiydi. Bu değerlerden yararlanan ötekiler, faturasını ödemek zorundaydı. İslâm dünyası, Haçlı Batı’ya tüm servet ve kaynaklarını verse de bu olgu ve iddia değişmezdi. Batı ve “Ötekiler” vardı. Medeniyetler çatışacaktı, Büyük Satranç Tahtaları oyunda olacaktı… Amerikan toplumunu siyasi yönden etkileyen kilit yazarlar Zbigniew Brzezinski, Samuel Huntington, Francis Fukuyama, Paul Kennedy ve Henry Kissinger aşağı yukarı böyle düşüneceklerdi. Rüzgâr ekiyorlardı, fırtına biçeceklerdi… 1977′de SEATO (Güney Doğu Asya Anlaşma Örgütü) dağıtıldı. ABD Vietnam Savaşı’nda SEATO üyelerinden çok az yardım alabilmişti. Savaşın vahşeti dünyada olumsuz algılanıyordu. Örgüt çatlamıştı. Sessizce dağıtıldı. 

 Başkan Carter‘ın da çabalarıyla Türkiye’ye silah ambargosu 1978 yılında tamamen kaldırıldı. Bundan dört ay önce, komünistler Afganistan’da iktidarı darbeyle ele geçirmişti. Aynı günlerde Demirperde’den Roma’ya gelen Polonyalı Karol Wojtyla Papa seçildi. Muhalefetin karşısında tutunamayacağını anlayan Polonyalı komünistler koruyucuları Sovyetleri yardıma çağırdı, Papa İkinci Jean Paul, seçilmesinden 8 ay sonra memleketi Polonya’ya gitti ve on yıl sonra Doğu Bloku’nun ve SSCB’nin çökmesine neden olacak olaylar zincirini başlattı. Sovyetler Birliği’nin 1979’da Afganistan’ı işgali, Batı tarafından Varşova Paktı’nı yıkmak için fırsat olarak değerlendirilmişti. CIA ile İngiliz MI6 örgütleri Sovyetleri yaptığına pişman etmekle görevlendirildi. Rus askerlerine direnen yerel Afgan güçleri silâh ve mühimmatla desteklenirken, Polonya’daki Dayanışma Sendikası’nın bir siyasi güç haline gelmesi için gizli yardımlar başlatıldı. 

İşgalci gücün elindeki silâh ve mühimmat görüntüsü versin diye savunma sanayii uzmanlarının bile “Bu yüzde 100 Rus yapımı” diyecekleri ustalıkta çakma silâh ve mühimmat Mısır ve Çin’de üretilerek Afganlara iletildi. Bu arada, Polonya’da sisteme karşı düşünürlerin ‘Samizdat’ (yeraltı) eserlerini çoğaltmak için matbaa makinaları ve baskı malzemeleri gizli yollardan ülkeye sokuldu. Savaşın sonlarına doğru Sovyet askerleri yeni üretilen MI 24-D helikopterleriyle dağlarda üstünlük kurmaya başlayınca, ‘Rus yapımı’ görüntülü kaleşnikoflarla onlara karşı direnilemeyeceğini anlayan Amerikalılar, Mücahitlere ‘Stinger’ hava savunma füzeleri verecekti. Aynı tarihlerde Çin’de iktidar mücadelesini reformcu Deng Şiaoping kazandı. 1979’da Çin ile ABD arasında resmi diplomatik ilişkiler kuruldu. Karşılıklı hamleler geliyordu… 1979’da İran’da PEHLEVİ hanedanının sonunu getiren Humeyni ve mollaların İslami Devrimi sonrası İran CENTO yükümlüklerini reddetti, Pakistan ve Türkiye de çekildi, SEATO gibi CENTO da dağıldı, ama NATO devam ediyordu. 

Afganistan’dan sonra İran da ABD’yi üzüyordu. Ama bu aylarda Orta Doğu’da sevindirici bir gelişme oldu. Mısır ve İsrail arasında ABD başkanı Carter gözetiminde 12 gün süren gizli pazarlık sonuçlandı. Enver Sedat ve Menahem Begin arasında Camp David Antlaşması imzalandı. ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’in ”mekik diplomasisi” işe yaramıştı. İsrail Sina Yarımadası’ndan çekiliyor, İlk kez bir Arap ülkesi, Mısır İsrail’i resmen tanıyor ve ABD’ye yakınlaşıyordu. ABD, Mısır’a para desteği sağlayacaktı. Diğer Arap ülkeleri de SSCB’ye yakınlaşacaktı. Nixon ve Ford yönetimleri sırasında Ulusal Güvenlik Danışmanlığı ve Dışişleri Bakanlığı yapan ve Amerikan dış politikasını adeta tek başına yöneten Kissinger kimdi? Alman Yahudi’siydi ve buna son derece önem veriyordu. Dışişleri Bakanı olduğu sıralarda, İsrail’e verdiği çarpıcı destekle bunu ortaya koymuştu. 

Noam Chomsky, Kissinger’ı “Amerikan dış politikasını ‘Büyük İsrail’ hedefine endekslemiş kişi” olarak tanımlıyor. Dışişleri’ndeki görevi sona erdikten sonra önemli lobi ve think-tank’lerdeki etkisi bitmemişti. Kissinger Associates adlı lobi şirketi ile belirleyici bir rol oynamıştı. Amerika’daki Yahudi finans çevreleriyle dikkat çekici bir yakınlığı vardı. Amerika’daki Yahudi lobisinin en önemli isimlerinden biriydi. 1980’lere girerken ABD ve Batı’nın optik kablo, haberleşme uyduları, bilgisayarlarla internet kültürünü yaymayı hızlandırdığı Dünya İletişim Devrimi’nin başladığını görüyoruz. Batı’da muhafazakârlık da yeniden yükselişe geçiyordu. Ekonomi piyasanın “gizli eline” bırakılıyordu. Zenginlerin iktidarı doğaldı ve mükemmeldi, eşitsizlik gerekliydi. Sınıf mücadelesi siyasetin merkezinden kovuluyordu. Onun yerine dini temeldeki uygarlıklar çatışması ve etnik milliyetçilik geçiyordu. 

 1980 yılı Türkiye için özel bir yıldı. 12 Eylül darbesi ile Yeşil Kuşak’ta yer alan Türk İslam sentezi ve yeniden Osmanlılaştırma hareketleniyordu. Göstermelik ABD patentli Atatürkçülük başlatıldı. CIA’nın Türkiye şefi Paul Henze 12 Eylül darbesini Başkan Carter’a “bizim çocuklar başardı” diye haber vermişti. 1977 yılında Ankara’dan ayrılarak Beyaz Saray’da başkana danışmanlık yapmakla görevli Ulusal Güvenlik Konseyi’nde CIA temsilcisi olarak 1980 yılına kadar görev yapmıştı. Şöyle diyordu: Atatürk İlkeleri Yeni Dünya Düzeni ile ölmüştür. İran ve Arap parasıyla desteklenen dincilik Türkiye için ciddi bir tehlike değildir. Nurcular ilericidir. Nakşibendiler gerici değildir. Türkiye’nin Yeni Dünya Düzeni içindeki yeri ILIMLI İSLAM’dır. 

Kemalizm terk edilmelidir. 
CIA Ortadoğu şefi Graham Fuller de, 
Fethullah Gülen’e sahip çıkıyordu. 
Kemalizm’e son verilmeli, 
Osmanlı ile övünülmeliydi. 

Radikal İslam’ın Orta Doğu’yu ele geçirmesine engel olmak için devletler İslamcı yapılıyordu. İslamcılar Sovyet yanlısı olamaz, ama ABD karşıtı olabilirdi. Erbakan ve arkadaşları gibi… Yeni Dünya Düzeni içindeki Orta Doğu Birleşik Devletleri’nde Kürdistan da kurulacaktı. Ulus devletler Avrupa’da yaşanan şiddetten doğmuştu, ama kendileri de şiddet yayıyordu. Yavaş yavaş aşınıyordu, yok olmaya mahkûmdu. Çare federal devletler içinde özerk bölgeler oluşturmaktı. Cengiz Çandar’ın “Orta Doğu Çıkmazı” kitabı Siyonistlerin Osmanlıcılığını işliyordu. Hilafetçi Marksizm ve Türk İslam Sentezi gibiydi. Orta Doğu ülkeleri etnik ve dini yönden parçalanacaktı. Irak üçe, Lübnan beşe, Suriye dörde bölünecekti. Bu Siyonist plan 2003’te Irak’tan başlayarak ABD tarafından yürürlüğe konacaktı. Cumhuriyetçi Parti’den Ronald Reagan (20 Ocak 1981-20 Ocak 1989) dönemine bakıyorum. 

 Reagan yumuşamayı kabul etmiyordu. Sovyetler kötü bir imparatorluktu, güçlü bir askeri duruşla üzerine gidilmeliydi. 1983’te Stratejik Savunma Girişimi, yani Yıldız Savaşları projesini başlatarak dünya siyasetini etkilemeye başladı. Bu proje, SSCB’nin kıtalararası balistik füzelerini uzaydan kontrol edilen uydulardan gönderilen lazer ışınları ile Amerikan topraklarına ulaşmadan yok etmesi üzerine kuruluydu. 1980’lerde ekonomisi çökmeye başlayan SSCB’nin kaldıramayacağı kadar büyük bir yük getirdiğinden SSCB bu tasarıya bir karşılık veremeyecekti. İki süper gücün birbirini yok etme yeteneğine dayanan “dehşet dengesi” bozulacaktı. Ayrıca, bu girişim 1972 yılında imzalanan Anti-Balistik Füzeler (ABM) anlaşmasına da aykırı idi. SSCB’yi benzeri bir girişime zorlayarak SSCB’nin dağılmasını hızlandırmak amacını da taşıyordu. Reagan’ın Yıldız Savaşları projesine Gorbaçov yanıt verdi vermesine, ama farklı şekilde. Sovyet komünist sisteminin durduğunu ilan ederek… 

 O zamanlar NATO Savunma Koleji’ndeydim. Sovyetler Birliğinde halk ayaklanmalarını tartıştığımızı hatırlıyorum. Ben bunun olmayacağını savunuyordum. Sonraları anladım ki, Gorbaçov da o zamanlar bu olasılıktan korkuyormuş. Aslında, 1924-1953 arasındaki 30 yıllık zorba Stalin rejimi herşeyi mahvetmişti. Ondan sonra geçen ikinci 30 yıl ise yaraları sarmaya çalışmış, ancak hastalığı tedavi edememişti. Sovyetler’in gücü kalmamıştı. “Hasta Adam” dedikleri Osmanlı’nın durumuna düşmüşlerdi. Ülkenin içindeki yangını görmeyen, ama yurtdışında serüven peşinde koşan son Çar’a benziyorlardı. Gorbaçov “kral çıplak” diyordu, “Eğer glasnost ve perestroyka yoluna gidilmeyecek olursa, Sovyet rejimi ve Rusya ayakta kalamayacak” diye uyarıyordu. Kızılordu ve KGB bu atılımı destekledi. Sovyetlerin bu malî güçle ABD’yle rekabet edemeyeceğinin farkındaydılar. 

Birinci sınıf bir ordu, ikinci sınıf bir toplum ve üçüncü sınıf bir ekonomi nasıl yürüyecekti? KGB, “Köklü reformlar yapılmadığı takdirde Sovyetler trajik bir yenilgiye uğrayacak” diyordu. Toplumsal, siyasi ve ekonomik reformlar ile nükleer silahların kontrolü, bölgesel politikalar ve Üçüncü Dünya ülkeleriyle ilişkileri öne çıkararak harekete geçiyordu. ABD’de Irangate skandalı 1986’ya damgasını vurdu. ABD tüm dünyayı İran’a ambargoya çağırırken, “Lübnan’da rehin tutulan vatandaşlarına karşılık” diyerek İran’a silah satıyor, parayı da Nikaragua’daki anti-komünist Contra gerillalarına aktarıyordu. Ancak ABD İran’la doğrudan temas halinde değildi, arada İsrail adına David Kimsche vardı. 1987 sonunda ABD ve SSCB arasında Orta Menzili Nükleer Silahları Sınırlandırma Antlaşması (INF) imzalandı. İki ülkenin menzilli 500 ile 5.499 km arasında olan nükleer füzeleri yasaklanıyordu, Avrupa’da bunların tümü ortadan kaldırılacaktı. Nükleer ve stratejik silahların azaltılması ile ilgili ilk görüşme 1969′da yapılmıştı.

 SALT I Antlaşması, 1972′deydi. Savunma amaçlı füzeler sınırlandırılıyordu. Bu antlaşmadan sonra 1979′daki SALT II Antlaşması uzun menzilli nükleer silahların sınırlandırılmasını öngörüyordu. Ancak aynı yıl SSCB’nin Afganistan’ı işgale başlamasına bağlı olarak, ABD Kongresi onayını alınamadığı için sonuçsuz kalmıştı. 1988’de Irak Halepçe katliamı yaşandı. İran-Irak savaşı başladığında Reagan ABD desteğini iletmek üzere Donald Rumsfeld ve özel bir CIA ekibini Bağdat’a gönderdi. 

Ticaret Komitesi’nin izniyle Amerikan şirketleri Saddam Hüseyin’e şarbon ve böcek ilaçları göndermişti. Saddam bunları Halepçe’de kullandı, İran askerlerinin yanında, çoğu kadın ve çocuk, 6.357 Kürt öldürüldü. Kürtlerin ABD’den yediği ağır darbelerden biriydi. Aynı yıl SSCB için önemli değişiklikler getirdi. Sekiz yıllık savaştan sonra Afganistan’dan çekilmek zorunda kalan Komünist Parti, Gorbaçov’un Perestroyka politikasını onayladı Ekonomi çökme noktasına gelmiş, büyük zorluklarla karşılaşılmış, eşgüdüm sağlanamamıştı. İnsan hakları, temel hak ve özgürlükleri temel alan Glasnost politikasında da büyük zorluklarla karşılaşılmıştı. 

Glasnost ABD’nin tüm olanakları ile tetiklemesiyle kontrolden çıkmış ve patlama noktasına varmıştı. Ulusal güvenliği yok edecek bir aşamaya gelmişti. Cumhuriyetçi Başkan George Bush (20 Ocak 1989-20 Ocak 1993) dönemine geliyorum… Vergileri azaltma projesi ticaret ve bütçe açıklarına neden olmuştu. ABD tarihinde ilk kez borçlu ülke durumuna düşüyordu. Klasik ve nükleer askeri güç azaltılmaya başladı. 1989 tarihi bir dönüm noktasıydı. SSCB pes etmişti. 9 Kasım’da Berlin Duvarı yıkıldı, Soğuk Savaş’ın sonuna gelinmişti. Varşova Paktı’nın da sonuydu. Soğuk Savaş tarihine kısa bir bakış atabilirim… 1947-1974 kapitalizmin altın çağıydı. ABD, küresel istikrarı sağlamak, hegemonyasını dayatabilmek ve ekonomik gelişmeyi garantiye almak için NATO, BM ve AB’yi kurdu, Avrupa’ya ve Japonya’ya yardımlar yaptı. Sovyetlerin etrafını çevirdi. 1974-1989 arası kapitalizmin kârlılığı sona erdi. Soğuk savaşta yeni bir döneme girildi. 

Vietnam Savaşı ve OPEC krizi itibarını sarsınca ABD, çöküntüyü ve gerileyişi tersine çevirmeye çalıştı. 80’lerle birlikte Altın Çağ sona eriyordu. Refah devletinin, kapitalizm üzerinde oluşturduğu baskıya karşı yeni muhafazakârlık yükselişe geçiyordu. Bu mücadeleyi besleyen temel güç, iki silahlı kampın birbirleri karşısında duydukları korkuydu. İki taraf da bunu kendi amaçları için kullanıyordu. Soğuk Savaş desteklenebilir miydi? Caydırıcılığı istikrarsızdı ve nükleer eşitliğin sağlanması giderek daha masraflı oluyordu. Silahlanma yarışı yoluyla teknolojik avantaj peşinde koşan süper güçler arasındaki yoğun rekabet dönemini yumuşama dönemi izliyordu. Başlıca nükleer devletler egemenlikten vazgeçmişlerdi. Aslında Soğuk Savaş, SSCB ve ABD ekonomilerini yapısal krizlere sürükleyerek sona ermişti. Sovyetleri biliyorum. 1960’lardan itibaren, teknolojik-ekonomik olarak çok gerisinde olduğu, kapitalist sistemle baş edememişti. 

Kalkınamayan sosyalist ülkelere yardımlar devam etmişti. Ve özellikle Afganistan Savaşı’nın harcamaları çok ağırdı. Peki, galip geldiğini bildiğimiz ABD neden zayıflamıştı? Birincisi, finanse ettiği Avrupa ve Japonya’yla rekabet edemez hale gelmişti. İkincisi sosyal devlet ve savaş harcamaları açık verilerek finanse edilmişti. Ve üçüncüsü, dolar zayıflamıştı. Bir başka açıdan, ABD-Sovyet çekişmesi Avrupa’nın küresel İmparatorluğunun mirası için bir çatışmaydı. İşin gerçeği, Soğuk Savaş’ta Batılı ekonomik, askeri, siyasal ve toplumsal sistemler üstünlüğünü kanıtlamıştı. Özetle kapitalizm ya da liberal demokrasi galip gelmişti. Artık hiçbir sistem liberal demokrasiye karşı direnemeyecekti. Marksist Leninist ideolojinin ve sistemin işi bitmişti. “Tarihin sonundan” söz ediliyordu. Dünya muzaffer Batı’nın kalıbına uyacaktı… 1989’da Asya’da iki önemli gelişme oldu. İran dini lideri Humeyni öldü. Reformcular hareketlenmeye başlıyordu. Çin’de yaşanan sıkıntılar politik gelişmelere yansıyordu. 

Komünist Parti’nin ve Kızıl Muhafızların siyasi denetiminde azalma olmamasına ilk tepki Tiananmen Meydanı’nda toplanan üniversite öğrencilerinden geldi. Tanklar kullanıldı, yüzlerce insan öldü ve yaralandı. Yılsonunda ABD yozlaşmış lider General Ortega’yı devirmek üzere Panama’yı işgal etti. 1990’lara bakıyorum… Batı’da Yeni Muhafazakârlığın (Neo-Con) yükselişi dikkat çekiyordu. İktisadi bakımdan aşırı liberal bir program ile ideolojik olarak muhafazakâr, gerici anlayışın bir siyasi ifadesiydi. Yeni emperyalizmin ihtiyaçlarına bir yanıttı. Bush ekibinin en belirgin özelliği Yahudi köktenciliği ile yeni muhafazakâr geleneği birleştirmesiydi. Sovyet sisteminin dağılmasından sonra Batı ‘Sanayi Çağı’nı geride bırakmıştı ve ‘Bilgi Çağı’nda post modern topluma geçiyordu. 1990’lar bölgemizde nasıldı? Soğuk Savaş’ın sonunda Orta Asya Cumhuriyetleri’nde CIA destekli Fethullah Gülen’in okulları açılıyordu. Aytunç Altındal Osmanlı sekülarizmini ve hilafete dönüşü, Yeşil Kuşak ve Hilafetçi Marksizm’i işliyordu. 

Abdurrahman Dilipak” İnanç Federasyonu”, Mehmet Altan” II. Cumhuriyet”, Ali Bulaç “Medine vesikası ve çok hukukluluk” temalarını ele alıyordu. Müslümanların, Yahudilerin ve Müşriklerin katıldığı İlk İslam Devletinin Anayasası örnek olabilirdi. 1990 Türkiye’de seri cinayetlere tanık oluyordu. Türk Ceza Kanununun Türkiye’de din devleti kurulmasını suç sayan 163. maddesinin kaldırılmasına karşı çıkan Atatürkçü aydınlar öldürülüyordu: Prof. Dr. Muammer AKSOY, Çetin Emeç, Turan Dursun, Prof. Dr. Bahriye Üçok. Aynı yıl Irak Kuveyt’i 4 saatte işgal etti. Saddam Kuveyt’in bol petrol üretip fiyatları düşürmesini gerekçe gösterdi ve Kuveyt’i Irak’ın ili ilan etti. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın Türkiye’yi plansız, hazırlıksız ve donanımsız olarak Irak topraklarına, Irak Savaşı’na ABD önderliğindeki saflarda dahil etme kararını engellemenin tek yolunu istifa etmekte görmüştü Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necip Torumtay. İstifayı kabul eden Özal’ın arkasında ABD vardı. ABD ve müttefik güçlerin Birinci Körfez Savaşında yenilen Irak Kuveyt’ten çekilmeyi kabul etti, BM Güvenlik Konseyi müttefiklerin Irak’ta Kürtlere güvenlikli bölge kurmasına karar verdi. Avrupa’da da tarihi bir olay gerçekleşti. 

Doğu ve Batı Almanya birleşti. ABD, İngiltere, Fransa ve SSCB ile Doğu ve Batı Almanya arasında Berlin′de “4+2 Toplantısı” yapıldı. SSCB ilke olarak iki Almanya′nın birleşmesini kabul etti. Önemli bir hamle daha vardı. NATO ve Varşova Paktı ülkeleri Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Antlaşması’nı (AKKA) imzaladı. Atlas Okyanusu’ndan Ural Dağları’na kadar ülke grupları için belirlenen azamî silah miktarları herhangi bir bölgede istikrarsızlık yaratmayacak şekilde belirleniyordu. Demokrat Başkan Bill Clinton’un (20 Ocak 1993-20 Ocak 2001) sekiz yıllık iktidar döneminde, ABD tüm tarihinin en barışçı ve en parlak ekonomik dönemlerinden birini yaşadı. Roosevelt’ten bu yana ilk defa bir demokrat parti adayı ikinci kez başkan seçildi. Tarihin en düşük işsizlik, 30 yılın en az enflasyonu, halkın en fazla ev sahibi olduğu, suç oranının en fazla düştüğü ve insanların ekonomik olarak en güçlü olduğu dönemlerden birine imzasını attı. Uzun yıllardır ilk defa bütçe denklendi ve hatta bütçe fazlası yaşandı. 

1998’de Monica Lewinsky skandalı patlayınca Kongre’nin suçlaması Senato’da aklandı, ama Clinton’un itibarı sarsıldı. ABD’nin Gülen Cemaati’ne ilgisi bu yıllarda artıyor. 1997’de Gülen Cemaati’nin tüm medya yöneticileri ABD’ye gidiyor. Cemaat şakirtlerinin bolca bulunduğu Boston’daki Emerson College’de radyoculuk, televizyonculuk okuyorlar. Fethullah Gülen 1999’da sağlık sorunları nedeniyle ABD’ye gidiyor. Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi savcısı Nuh Mete Yüksel’in Gülen hakkında soruşturma açtığı haberleri duyuluyor. Ecevit Gülen’e, “Sağlığın için Amerika’ya git ” diyor. Sempatisi vardır. Cumhuriyetçi oğul George W. Bush’un (20 Ocak 2001-20 Ocak 2009) sekiz yıllık döneminde sıra… 

 Başkan Bush, göreve başlar başlamaz, 2001 Mart ayında, karbon dioksit ve sera etkisine neden olan diğer beş gazın salımını azaltmayı amaçlayan Kyoto protokolünü reddetti. Uygulama ABD ekonomisine ağır hasar verecekti. 11 Eylül 2001 tarihi ABD ve dünya yakın tarihinde önemli bir kilometre taşı… El-Kaide tarafından kaçırılan uçaklar ABD’de iki hedefe intihar saldırısı düzenledi. 19 hava korsanı dahil 2.996 kişi öldü, 10 milyar $ maddi hasar meydana geldi. Olay sonrasında ABD tarafından “Terörizmle Savaş” başlatıldı. Bir süre sonra, bin Ladin’in yaşadığı ve Taliban’ın koruması altında El-Kaide’nin etkin olarak faaliyet gösterdiği Afganistan’a karşı, birçok ülkenin de desteklediği savaşa girişildi. 1980’lerde Ruslarla savaşta kullanılan dağlardaki mağaralarda ele geçen Taliban ve El Kaide savaşçıları Küba’daki Guantanamo üssüne götürüldüler. 

 El Kaide’nin amacı neydi? ABD’nin zayıflığını gözler önüne serecek ve El Kaide’nin gücünü ortaya koyacaktı. Mısır, Suudi Arabistan, Pakistan ve Endonezya gibi İslam ülkelerini ve Sovyetler Birliği’nden kopan Müslüman ülkeler Azerbaycan, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan ve Kazakistan’ı yanına alacaktı. 11 Eylül saldırıları ile küresel işgali haklı kılan savaş çetesine karşı Amerika’daki bazı kurumlar ve guruplar yoğun bir mücadeleye başladı. CIA ve Dışişleri Bakanlığı içindeki belli bir grup Türkiye konularında, demokrasi ve insan hakları temelli bir politikayı dayatarak amaca ulaşmak istiyordu. Yani “daha az dövecek ama daha fazla sömürecekti. Diğer grup; Bush yönetimi ve amaca daha sert yöntemler ile gidilebileceğini iddia eden Muhafazakâr Musevi lobisi, ‘neocon’lardı. Irkçılık yanlısı, İslam düşmanı, ötekinin hakkını reddeden Pentagon merkezli guruptu. İki gurup ta oryantalist, yani emperyalist bir bakışa sahipti. 2001’deki İkiz Kuleler ve Pentagon saldırısı 1933’teki Reichstag, Alman parlamento binası, yangınını anımsatıyordu. 

Yangın Hitler’in önlenemeyen yükselişi için çok ustaca kullanılmış, Alman kapitalizminin faşizme dönüşmesinde dönüm noktası olmuştu. İkiz Kuleler ve Pentagon saldırısı da küresel bir işlev gördü: Bu olaydan sonra, küresel kapitalizm küresel faşizme dönüşecekti. Başkan Bush sertleşiyordu. Ulusal füze savunma kalkanı projesine engel olan Anti Balistik Füze (ABM) anlaşmasından çekileceğini bildirdi. Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, Rusya ve ABD’nin, ABM gibi caydırıcı nükleer anlaşmalara daha fazla ihtiyaç duymadığını söyledi. Kuzey Kore, İran, Irak gibi ülkelerden gelecek balistik füzelere karşı korunmasız kalacaklardı. 2002 Haziran’da ABD ABM anlaşmasını resmen sona erdirdi. Rusya da yanıt verdi. 1993’te imzalanan çok başlıklı füzelerle ilgili Start II anlaşmasını yok sayıyordu. 

Diğer yandan, Bush ve Vladimir V. Putin Mayıs’ta imzaladıkları anlaşmayla nükleer başlık sayılarını 1.750 ila 2.200 arasında sınırlamayı kabul etmişlerdi. Bu Start II anlaşmasının da altında bir rakamdı. İşin arka planında Rusların yeni çok başlıklı Topol-M füzeleri vardı. ABD savunmasını geçebilirdi ve daha ucuza geliyordu. Kasım 2002’de Birleşmiş Milletler’in 30 silah denetçisi, dört yıl aradan sonra Irak’taydı. Kitle imha silahlarını arayacaklardı. ABD’nin gazabında kurtulabilecekler miydi? Orta Doğu’da ve Orta Asya’da istikrarı sağlayabilecek tek küresel güç Amerika Birleşik Devletleri’ydi. Batı yarımkürede ABD’ye tehdit olabilecek her gücün ortadan kaldırılması gerekiyordu. Aynı günlerde Türkiye’de Erken Genel Seçimler yapıldı. İslam tarihinde ilk kez İslamcı bir parti serbest seçimleri kazandı AKP aslında bir ABD projesiydi. Tıpkı 28 Şubat gibi. 1996’da ABD Ankara Büyükelçisi Abromowitz Recep Tayyip Erdoğan’ı geleceğin başbakanı olarak hazırlamıştı. Türkiye’nin Yeni Dünya Düzeni içindeki yeri ILIMLI İSLAM’dı. Kemalizm terk edilmeliydi. 28 Şubat Fazilet Partisi’ni bölüp AKP’yi yaratacaktı. Kemal Derviş Türkiye’ye gönderilmişti, DSP, ANAP; MHP koalisyonundan azami fayda sağlandıktan, acı reçeteler hayata geçirilip, üst üste iki kriz yaratıldıktan sonra “en olmayacak zamanda” seçime gidilmişti. 

Hepsi “aynı projenin” ayakları idi. İrticaya karşı tavır alan ve bu nedenle 28 Şubatı destekleyenlerin yanı sıra, yeni ABD projesine hizmet edenler maskelerini çok sonraları atacaktı. ABD NATO’yu da harekete geçirdi. 11 Eylül saldırıları, tarihinde ilk kez Kuzey Atlantik Antlaşması’nın 5. maddesinin uygulanmasına neden oldu. Bir üyeye yapılan saldırı tüm üyelere yapılmış sayılmaktaydı. Teröristlerin veya kitle imha silahlarının dolaşımını engellenecekti, gemi trafiğinin güvenliği arttırılacaktı. NATO, 2003’te 42 ülkenin askerlerinden oluşan Afganistan’daki Uluslararası Güvenlik Destek Gücü’nün (ISAF) komutasını aldı. Tarihinde ilk kez Kuzey Atlantik bölgesi dışında bir görevin komutasını alıyordu. Aynı tarihlerde, Noam Chomsky Federal Orta Doğu’yu destekliyordu. Millet sistemi gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nun güzel yanları örnek alınabilirdi. AB’ye göre, Kemalizm Türkiye’nin önünü tıkıyordu. 

AKP liderlerinden Abdullah Gül “Türkiye Anadolu’ya hapsedilemez” diyordu. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice (Chevron Petrol Şirketi Yöneticisiydi, Şirket, en büyük tankerine onun adını vermişti) Washington Post gazetesindeki makalesinde; “Büyük Ortadoğu Projesi ile Türkiye dahil 22 ülkenin sınırlarını değiştireceğiz” dedi. 1 Mart 2003’te Türkiye-ABD ilişkileri ciddi anlamda sarsıldı. ABD’nin Irak’ı işgalinin öncesinde, tüm plan ve hazırlıklarını bu doğrultuda yapmışken, TBMM’nin Amerikan askerlerinin Türkiye topraklarından geçmesini öneren tezkereyi reddetmesiyle yaşandı. ABD tarafında büyük bir şok vardı. İkinci ABD-Irak Savaşı 20 Mart’ta başladı. Bu kez çok uluslu güç devredeydi. 38 ülkeden 300,000 asker harekâta katıldı. 

250.000 asker Amerikalıydı. “Korku ve Dehşet” operasyonunda Basra’ya çıkan birlikler 9 Nisan 2003’te Bağdat’a girdi. 20 Mayıs 2003’te Bush tüm dünyaya “Irak’ta savaşın resmen bittiğini ilan etti. Sıra Türkiye’ye ders vermeye gelmişti. ABD Milli Günü 4 Temmuz’da, Irak Süleymaniye’de Çuval Olayı ile Türkiye’nin kulağı çekilmeye başlıyordu. Türk Silahlı Kuvvetleri’ni bitirme amaçlı psikolojik operasyonda, 100 kişilik bir ABD Birliği Talabani Pesmergelerinin de katılımıyla Türk Özel Tim Bürosu’nu basarak, 3 subay ve 8 astsubayı gözaltına aldı, Bağdat’a götürdü. Başlarına Çuval geçirilen, tokatlanan ve hakarete uğrayan 11 asker 57 saat sonra serbest bırakıldı. CIA yönetiminde Irak’ta 300 milyon dolar harcanarak yapılan kitle imha silahları aramasında bir sonuç çıkmadı. İddialar gerçek değildi. Ama 2003 sonuna doğru iyi haber geldi, Saddam yakalanmıştı. 

Üç yıl sonra idam edildi. Federal Reserve güdümlü ABD’den Türkiye’ye ders devam ediyordu. Atatürk’ün mirasının büyük bölümü kaybedilmek riski altındaydı. Eski Osmanlı haşmetinden geri kalan bir şey yoktu. Türkiye kolayca ikinci sınıf ülkelerin arasında yer alabilirdi. Dar kafalıydı, paranoyaktı, marjinaldi, bu yüzden ABD ile dostluğu bitmişti. Avrupa’da sevilmeyen bir ülkeydi. Avrupa’nın yeniden hasta adamıydı. Türkiye 1950’den sonra “Ilımlı İslam’a geç, Osmanlı’ya dön, İslam ülkelerinin önderi ol, Birleşik Orta Doğu Federasyonu kur, Osmanlı millet düzenine geç, Osmanlı eyalet sistemine dön, Türk-Kürt Federasyonu’nu kur, Türk-Yunan Federasyonu’nu kur, İstanbul merkezli Yakın Doğu Federasyonu’nu gerçekleştir” nasihatlerini dikkate almamıştı. Kasım 2006’da, Neocon’ların önemli ismi Savunma Bakanı Donald Rumsfeld istifa etti. Yerine CIA Direktörü Robert Gates atandı. 2006 ara seçimleri kamuoyunda ABD’nin Irak siyasetinin referandumu olarak algılandı. Cumhuriyetçi Parti’nin bu seçimlerde ağır bir yenilgiye uğraması üzerine Rumsfeld günah keçisi olmuştu. 

 ABD Ankara Büyükelçisi Ross Wilson, 5 Mayıs 2007’de Amerika’ya bir kripto geçti: ‘Erdoğan ile Büyükanıt anlaştı; Ergenekon operasyonu başlayabilir.’ Altı ay sonra, ABD’deki buluşmada Erdoğan Bush’tan Ergenekon düğmesine basma işaretini aldı. Türk Ordusu’na saldırıda Emniyet içindeki Fethullahçı ekibe yardımcı olacak 35 üst düzey CIA-Pentagon yetkilisi Ankara’ya geldi, Kara Kuvvetleri Komutanlığı binasına çok yakın eski ABD Jusmmat binasında yerleşen Savunma İşbirliği Ofisi (ODC) ile irtibatlı çalışmaya başladı. Sonra Yıldız Bürosu’na taşındılar. Ekiplerin ortak çalışmaları sonuç verdi. 1 Temmuz 2008 ABD’nin Türkiye’ye darbelerinin somutlaştığı başka bir tarih oldu. 

Ergenekon soruşturması kapsamında emekli Orgeneraller, Hurşit TOLON ve Şener ERUYGUR, Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün ve Cumhuriyet Gazetesi Ankara temsilcisi Mustafa Balbay gözaltına alındı. Eylül 2008’de ABD büyük bir kriz yaşıyordu. ABD’nin en güçlü finans kuruluşlarından Lehman Brothers iflasını istedi. Yani batıyordu. 158 yıllık şirket yüz milyarlarca dolara hükmediyordu. Bank of America Merill Linch’i 50 milyar dolara satın aldı, batmaktan kurtardı. Bunlar, dünya ekonomilerine yön veren, gelişmekte olan ülkeleri ip üzerinde oynatan şirketlerdi. Bankalara el koymayı, iflasları ABD kaldıramayacak gibiydi. ABD, Avrupa ve G-7 ülkeleri merkez bankalarının çöküşü engellemek için aktardığı yüz milyarlarca dolar yetmeyecekti. Bütçe açığını kapatmak için yüz milyarlarca dolara, ekonomisini ayağa kaldırmak için trilyonlarca dolara ihtiyaç duyan, kaynak ve fonlar için savaşlar, işgaller planlayan bir ülke ne hallerdeydi. 

Ekonomisini dengede tutmak için yıllardır dünyadan çektiği devasa fonlar artık başka adreslere gidiyordu. Asya ve petrol bölgelerinden akan dolarlar yeterince gelmiyordu, ABD devasa dış borcunu karşılayabilecek miydi? Bush yönetiminin yanlış uygulamalarının ABD’ye maliyeti 3 trilyon dolar olmuştu. Emlak piyasasındaki krizin ardından gelen krizin ABD’ye ve dünyaya maliyeti de 8 trilyon dolar olmuştu. Çare bulundu. Kapitalizmin kurucusu ABD 12 trilyon $’lık dünya tarihinin en büyük devletleştirmesini yaptı. Mortgage, taksitli ev alma kampanyaları yapan iki banka battığı için devlet el koydu! Yıllarca dünyaya “Özelleştirin, devletin elinde bir şey kalmasın, devlet ayakkabıcılık yapmaz” dedi. Ona inananlar ellerinde ne varsa babalar gibi sattı… 4 Kasım 2008 ABD tarihinde ilk defa siyahi bir aday Demokrat Barack Obama (20 Ocak 2009- 20 Ocak 2017) 44’üncü başkan seçildi. 

 Cumhuriyetçiler cezalıydı… Bush görevi devrederken, ABD ekonomisi baştan iyi gitmesine rağmen, son yıllarda 80 yılın en kötü krizini yaşıyordu. Irak’taki terörle savaş yanlış istihbarata dayanmıştı. ABD’nin dünyadaki inandırıcılığı zedelenmişti. Amerikan kamuoyu seçimlerde cumhuriyetçileri cezalandırmıştı. Afganistan’da Osama bin Laden yakalanamamıştı. İyi haber, köktenci İslamcılıkla savaşta ABD topraklarında 11 Eylül’den sonra bir terör yaşanmamıştı. 1,4 trilyon dolarlık 2009 bütçe açığı ABD’nin son 60 yıldaki rekoru oldu. GSYİH’nın yüzde 11’i kadardı. Kamunun toplam borcu, 2008’de 5,8 trilyon dolardı. Dünyada değer değişim piyasasında 120 trilyon $ dolaşmaktaydı. ABD’nin gayri safi milli hâsılasının sekiz katı fazladan para pompalamıştı. % 70’i sanal paraydı. 2010’da ABD 2.000’den fazla, Rusya 3.000 kadar nükleer silaha sahipti. Stratejik nükleer savaş başlıklarını yüzde 25 ila 30 arasında azaltacak şekilde anlaştılar. 

 Irak’taki son muharip ABD tugayı sorumluluğu Irak güvenlik güçlerine terk ederek ülkeden ayrıldı, Irak askerini ve polisini eğitecek 6 Tavsiye ve Yardım Tugayı kaldı. Savaş bütçesinden kısmak için Irak ve Afganistan’dan çekilme gündeme geldi. Obama, seçim kampanyasında söz verdiği gibi Irak’tan belirtilen tarihte ABD askerlerini çekti. Ancak, ABD’ye her ay 6,7 milyar $’dan fazlasına mal olan Afganistan savaşına 40 bin asker daha gönderme planını onayladı. 2011’de Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da patlak veren Arap Baharları yaşandı. Tunus’ta diktatör Zeynel Abidin Bin Ali 23 yıl sonra devrildi. Mısır’da Mübarek istifa etti, yönetim orduya geçti. ABD önderliğindeki, İngiltere, Fransa, İtalya ve Kanada koalisyonu, Libya’ya havadan ve denizden büyük bir askeri operasyon başlattı. Muhalifler başkent Trablus’a girdi, Kaddafi öldürüldü, 42 yıllık dikta rejimi bitti. Sıra Suriye’deydi. ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı İsrail dostu Yahudi asıllı Jeffrey Feltman ile Bush ailesinin 25 yıllık dostu Suudi Arabistan Washington Büyükelçisi Bender Bin Sultan ortaklığında hazırlanan “Feltman-Bender Planı” devreye sokuldu ve iç savaş başlatıldı. 

Beşar Esad yönetimi Rusya ve İran’dan askeri ve parasal destek alırken, muhalifler Katar, Suudi Arabistan ve Türkiye’den militan ve silah desteği aldı. Ama tüm operasyonu perde arkasından yöneten ABD ve İsrail idi. Geri planda kalmayı tercih eden ABD, en uygun aday olarak İslamcı partilerde saygın olan Erdoğan’ı seçti. Erdoğan, aralarındaki dostluğa güvenerek Esad’ı 72 saatte ikna edebilecekti. Esad Erdoğan’a ABD’nin istediği reformlar konusunda söz verdi, ancak sözünü tutmadı. Erdoğan mahcup olup, öfkelendi. Türkiye katı tavır izlemeye başladı. Bir zamanlar Esad’ın en yakın müttefiki olan Erdoğan, şimdi en keskin düşmanıydı. 2011 sonunda ABD’nin net borcu 14 trilyon 785 milyar $‘a yükseldi. 2012 Haziran’da Türkiye’nin “Diyalog Ortağı Statüsü” için Şanghay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) başvurusu, ŞİÖ Devlet Bakanları Zirvesi’nde onaylandı. 

ABD Türk dış politikasından memnun olmadığını açıkladı. ABD “Büyük Kürdistan”ı kurmak için düğmeye basmıştı. Suriye’deki terörün başına Kürt kökenli biri getirildi. Suriye’nin Akdeniz’e kadar Türkiye ile sınırını oluşturan kuzey şeridinin, Kuzey Irak’taki Barzani devletine bağlanması planlanıyordu. Türkiye’deki “Yeni Anayasa”, PKK ile ana dilde eğitim ve silah bırakma pazarlıkları, başkanlık sistemi, eyalet modeli gibi tartışmalar, aslında ABD dayatması olan Öcalan’ın “demokratik özerklik” talebinin hayata geçirilmekte olduğunu gösteriyordu. 2013 sonunda Kılıçdaroğlu’nun Washington’da ağırlanmasından sonra ABD’nin Erdoğan’a alternatif arayışı başladı. Gülen Cemaati ABD izniyle Erdoğan’a meydan okuyacaktı. AKP’yle Cemaat arasındaki gayri resmi koalisyon resmen bitiyordu. 17 Aralık’ta AKP’ye “yolsuzluk ve rüşvet operasyonu” başladı. Neoconlar, İsrail ve Cemaat İran’la para transferinin durdurulmasını istedi. 

Obama’nın AKP ve Müslüman Kardeşler aracılığıyla Ortadoğu’da Şii eksenine karşı bir Sünni ekseni yaratma projesinin çökmesi ve Ruhani iktidarını fırsat bilerek Türkiye’nin İran’la yakınlaşmasını sindiremeyen Neoconlar ve İsrail sorumlu olarak Erdoğan-Davutoğlu-Fidan troykasını görüyordu. Obama’nın Erdoğan’la telefon görüşmesinde çekilip dünyaya servis edilen beyzbol sopalı fotoğrafı canlanıyordu. 2014’te, ABD Hazine Bakanlığı, Türkiye’nin aralarında bulunduğu bir dizi ülkedeki şirket ve kişileri, İran’a yaptırımları deldikleri gerekçesiyle kara listeye aldı. ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Ricciardone “Türkiye ile Suriye konusunda anlaşamadık. Türkiye, terör listesine aldığımız El Kaide ile uzantıları El Nusra ve Ahrar el Şam gruplarına destek verdi” dedi. 2015’te, Mısır’ın darbecileri “darbe mahkemesi” kurdular. 

Darbeyle indirdikleri Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’ye idam kararı çıkardılar. Arkalarında Suudi Arabistan vardı. ABD, Mısır’ın darbecilerini desteklemek için 1,3 milyar dolarlık yardımı serbest bıraktı. 2016 başında, ABD’nin İran’a uygulattığı ambargo resmen kalktı. ABD İran ile anlaştı. Washington’ın en güçlü lobi örgütlerinden İsrail yanlısı AIPAC, 47 ABD milletvekilinin desteğiyle Obama’ya gönderdikleri mektupta, “İran’a altın transferinde aktif olarak bulunan Halkbank’ın kara listeye alınmasını bekliyoruz” dediler. 15 TEMMUZ 2016 Gülen Cemaati’ne mensup askerler DARBE girişiminde bulundu. İran’ın dini lideri Hamaney, Türkiye’deki darbe girişiminin ABD tarafından yapıldığına dair güçlü şüphelerin olduğunu öne sürdü. ABD darbenin başarılı olup olmamasını pek önemsemedi. “Size karşı herşeyi yaparım,” mesajını verdi. Gelecek hamlesi ekonomik güç kullanarak olacaktı. ABD’nin son 16 yılına bakıyorum. 

Yani yirmi birinci yüzyılın ilk yarısının üçte birine… Sekiz yıllık cumhuriyetçi Bush yönetimi dünya ekonomisinde ve güvenliğinde sert gücünü kullanarak ABD hegemonyası kurmayı denedi ama başaramadı. Girişim Afganistan, Irak savaşlarındaki başarısızlıkların, ABD’den başlayan mali krizin etkisiyle çöktü. BOP, ılımlı İslam gibi kavramlara önem kazandırdı; siyasal İslamın yükselişini kolaylaştırdı. Sekiz yıllık demokrat Obama yönetimi ise, yumuşak gücünü kullanarak ülkesini ekonomik krizden çıkarmaya, küresel güç dengesinin kaymasını ve nüfuzunun azalmasını durdurmaya, saygınlığını kazanmaya ve eşitler arasında birinci durumundaki ülke kalabilmeye çalıştı. İmparatorluk refleksini terk etmeye, müttefiklere, liderlik, rıza alma politikalarına dönmeye başladı. Almanya ve Çin yükseldikçe, Rusya Batı’nın yayılma eğilimine direndikçe, ABD hegemonyasının geri getirilemeyeceği anlaşılıyor. Askeri yöntemlere geri dönme eğilimi artıyor. 

ABD ve Batı, daha saldırgan bir tutum almaya başlıyor. Emperyalizmin ılımlı İslam arayışı tükeniyor, siyasal İslam dalgası IŞİD, Boko Haram gibi canavarlıkları tetikliyor. Tek boyutlu bir ABD yok. Çok elemanlı bir kimya deneyi gibi. Askeri, kültürel ve teknolojik gücü hala iyi durumdadır, rakip tanımamaktadır. Fareed Zakaria’nın dediği gibi, “Medeniyetler Çatışması dönemine girmedik. Sadece Batı uygarlığının 16’ncı yüzyıldan bu yana sahip olduğu tarih yapma ve tarih yazma tekelini yitirmekte olduğu süreçten geçiyoruz. Batı’nın dışındaki öteki uygarlıklar yükseliyor. Doğu geri dönüyor… ABD Orta Doğu bataklığından en az zararla çıkmak istiyor. Rusların da devrede olduğu Suriye’de ve Irak’ta kontrolün sağlanması, petrolün kontrolü kadar önemli. Petrolün stratejik değeri azaldıkça, ABD’nin önceliği Orta Doğu’dan Pasifik ve Çin’e kayıyor. 

ABD’nin dikkatini Uzak Doğu’ya vermesi için güç toplaması lazım. ABD yol ayrımında. Dünyayı küreselleştirme ve BOP iddiasından vazgeçebilir. Ya da 15 trilyon $ borçla yoluna devam edip, İngiltere gibi zayıflayabilir. Sonunda kabuğuna çekilebilir. Siyasal olarak, ABD’nin dünya liderliği ve polisliği, ekonomik olarak uluslararası yağmacıların egemenliği, adalet olarak güçlünün haklılığı, kültürel olarak tekdüze tüketim ve Hollywood kültürünün yerleşmesi kaçınılmaz değil. Fransa-İngiltere-Almanya güç mücadelesi Avrupa’yı yıpratıp ABD’yi yaratmıştı. Şimdi sıra ABD’nin yıpranmasındadır. Artık emperyalizm denilince devletlerin yerini güçlü şirketler alıyor. Yeni Dünya Düzeni’ni bir anlamda Apple, Amazon, Facebook, Microsoft ve Google kuruyor. Ticaretin, serbest piyasanın kurallarını, küresel kültürü biçimlendiriyor. Savaşsız, kavgasız, gürültüsüz evlerimize ce ceplerimize kadar girdiler. Hepsi ABD şirketi ama Amerikan devleti bunları kontrol imkânına sahip değil. 

Bu beşlinin küresel gücünü kontrol etmek için başka ülkelerde tepkiler de başladı: Yeni antiemperyalizm nasıl olacak? Türkiye açısından bakarsak… İçerde paralel yapı, dışarda, 160 ülkede 2000’e ulaşan okul ABD’nin Truva atları idi. Hedef ülkelerdeki sermaye sahipleri, etkili bürokratlar ve politikacıların çocukları üzerinden bilgi toplamayı ve bu kişileri Yeni Dünya Düzeni’nin misyonerlerine dönüştürmeyi hedefliyordu. Okullar ılımlı İslam’ın misyoner okulları olacaktı, çevresinde yeni bir burjuva sınıfı oluşturulacaktı. Foyaları meydana çıktı. Türkiye’ye sopa gösterilmesini isteyenlerle, havuç verilmesini ön görenler şimdi ayrıştı. 

 Orta Doğu’da BOP taşeronluğu Gülen Cemaatine ve AKP’ye verilmişti. Son dört, beş yıldır AKP kontrolden çıktı. Erdoğan ABD ile ipleri kopma noktasında tutuyor. ABD 15 Temmuz darbe girişiminde çok geç ve yetersiz destek verdi. Fethullah Gülen ABD’de yaşamaya devam ediyor. ABD PKK ve YPG’yi destekliyor. Türkiye’de siyasal İslam’a sürekli destek veren ABD 60 yıldır İmam Hatipli İslamcıların çoğunun kıblesiydi. Şimdi kıble değişiyor. Asıl soru, Türkiye 200 yıldır pençesine düştüğü küresel sömürgecilerden kurtulabilecek mi?

ATATÜRKÜ İYİ ANLAMAK

ATA’MIZI DOĞRU ANLAMAK
http://www.harunyahya.org/kitap/dindar_ataturk/res/008.jpg
Atatürk, gerek etkileyici kişiliği, gerekse ahlaki meziyetleri ile tüm dünyanın kalbinde taht kurmuş, eşsiz bir liderdir. Çöküş arifesinde olan, enkaz haline gelmiş bir imparatorluğun, kölelik tehdidi ile karşı karşıya kaldığını sezinlemiş, milletimizi esaretten kurtarmak için büyük bir milli kurtuluş hareketi başlatmıştır.
Cumhuriyet tarihimiz süresince, kritik dönemler atlatan milletimiz, bir çok problemin üstesinden, yalnızca Atatürkçü düşünceye ve milliyetçi-muhafazakar kimliğe sahip çıkmakla gelinebileceğini artık kavramış durumdadır. Türkiye'nin 21. yüzyılda, büyük önderin hedef gösterdiği "muasır medeniyetler" arasında yer alması ve ülkemizin "lider ülke Türkiye" olması için Atatürk'ün açtığı bu yolda emin adımlarla ilerlenmesi gerekmektedir.
http://www.harunyahya.org/kitap/anlamak/res/5.jpg
Atatürk, bir konuşmasında "Çağdaş bir cumhuriyet kurmak demek, milletin insanca yaşamasını bilmesi, insanca yaşamanın neye bağlı olduğunu öğrenmesi demektir" (Muhit Mecmuası, sayı 32, Haziran 1931, s. 87-88) diyerek, Cumhuriyetin kurulması ve bekası için "insanca" yaşamanın önemine dikkat çekmiştir. Atatürk, Müslüman-Türk Milleti'nin insanlık onuruna yakışır şekilde yaşaması için bu sorumluğu kendi omuzlarında hissetmiş, ülkeyi sahiplenmiş, artık misyonunu tamamladığına inandığı bir imparatorluğun üzerine yeni temellere dayanan bir devlet kurmuştur.


Şüphesiz, Atatürk dünyada benzerine az rastlanan bir liderdir. Kendisi Türk Devleti'ni bizlere, özellikle de tüm kalbiyle güvendiği gençlere emanet etmiştir. Türk Milleti'nin bağrından, onun izini süren yüzlerce, hatta binlerce Atatürk çıkaracaktır. Nitekim Ulu Önder Atatürk de bu temennisini şu şekilde ifade etmiştir:

"İki Mustafa Kemal vardır. Biri ben, fani Mustafa Kemal; diğeri milletin içinde yaşattığı Mustafa Kemaller idealidir. Ben onu temsil ediyorum. Herhangi bir tehlike anında ben ortaya çıktımsa, beni bir Türk anası doğurmadı mı, Türk anaları daha nice Mustafa Kemaller doğurmayacaklar mı? Feyz milletindir, benim değildir." Emre Kongar, Devrim Tarihi ve Toplum Bilim Açısından Atatürk, Remzi kitapevi, 4.Basım, İstanbul, s.180-181 

Bizlerin yapması gereken ise Atatürk'ün ilkelerini daima ayakta tutmak, milletçe bu konuda bilinçlenmek ve onun gösterdiği güzel ahlakı örnek almaktır. Bunun için ise, öncelikle Atatürk'ün ahlakını yakından tanımakla başlamalıyız. 

Atatürk'ü iyi anlamak; sadece onun şahsına yönelik övücü konuşmalar yapmak, sözlü olarak takdir etmekle değil, kendisinin milletinden ne istediğini anlamak, fikir yapısını ve ilkelerini hayata geçirmek demektir. Nitekim Mustafa Kemal Atatürk, kendisini anlamanın, onun yolunda ilerlemenin nasıl mümkün olacağını yol olarak bizlere şu şekilde belirtmiştir: 

"Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız, bu kafidir (yeterlidir.)" Cemal Kutay, Ne Buldu, Ne Bıraktı, Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı, İzmir, Tarihsiz, s. 175 

Ancak bazı ideolojik çevreler tarafından, yarım yüzyılı aşkın bir süredir Türk halkına son derece çarpık bir mantık aşılanmaya çalışıldı. Buna göre, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Atatürk, dine karşı, materyalist düşünceyi savunan bir kişiydi. Dahası, dindar olmakla Atatürkçü olmak adeta zıt kavramlardı. 

Bu çarpık telkin günümüzde etkisini kaybetmiştir. Artık herkes bilmektedir ki bu, kendileri din karşıtı olup, bunu haksız yere Atatürk'e malederek, çarpık fikir ve düşüncelerini meşrulaştırmaya çalışan kişi ve çevrelerin başvurduğu klasik bir yöntemdir. Oysa, Atatürk'ün hayatı ve düşünceleri araştırılıp incelendiğinde, materyalist kesimlerin öne sürdükleri bu tür iddiaların bütünüyle gerçek dışı olduğu ortaya çıkar. 

Gerek Atatürk'ü yakından tanıyan kişilerin aktardıkları bilgiler, gerekse Atatürk'ün hayatını anlatan güvenilir kaynaklar incelendiğinde, Atatürk'ün materyalist, din karşıtı olmak bir yana, aksine sarsılmaz bir Allah inancına sahip, Kuran'ı Kerim'i kendisine rehber edinmiş samimi bir Müslüman olduğu görülecektir.

Atatürk'ün sağlam bir İslam inancına sahip olduğu, çeşitli vesilelerle yaptığı konuşmalarda da açıkça kendini göstermektedir. Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önderimiz'in yaptığı uygulamaları incelediğimizde de, bunların dinimizin özüne ve Kuran'ı Kerim'de tarif edilenlere uygun olduklarını görürüz.

Pek çok kereler hayatını tehlikelere atarak sürdürdüğü mücadelesi sonucunda milyonlarca Müslümanı düşmanın zulüm ve esaretinden kurtarması, camilerin kiliseye dönüştürülme girişimlerine engel olması, düşman ordularına karşı Müslümanların tek cephesini kurması, onlara sahip çıkması, Atatürk'ün dinine, milletine ve tarihine gönülden bağlı bir insan olduğunun en açık göstergelerindendir. 

Atatürk'ü dinden uzak ve materyalist bir kişi olarak göstermek isteyenler şunu iyi bilmelidirler ki, Atatürk hayatı boyunca, temelini materyalizmden alan komünizme karşı büyük bir mücadele vermiştir. Bu konuyla ilgili olarak da, 'Şurası unutulmamalıdır ki; Türk aleminin en büyük düşmanı komünistliktir. Her görüldüğü yerde ezilmelidir.'(Faruk Şükrü Yersel, Eskişehir Gazetesi, 1926) talimatını vermiştir. Ayrıca Atatürk, Türk Ulusu'nun güçlü milli ve dini duygularının, kültürel ve sosyal yapısının, komünizmin ülkemizde yerleşmesine izin vermeyeceğini bildirmiştir: 

Komünizm içtimai bir meseledir. Memleketimizin hali, memleketimizin içtimai şeraiti, dini ve milli ananelerinin kuvvetli, Rusya'daki komünizmin bizce tatbikine müsait olmadığı kanaatini teyit eder bir mahiyettedir. Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, c. III, 2. Baskı, s. 20
Bizlere yani Türk Ulusu'na düşen vazife ise Atamızı, onun ilkelerini, fikir ve düşüncelerini en doğru bilgilerle tanımak, halkımıza tanıtmak ve gelecek nesillere aktarmaktır.



1. BÖLÜM EVANJELİZM VE ORTADOĞU EKSENİ EVANJELİZMİN KISA TARİHİ

1. BÖLÜM EVANJELİZM VE ORTADOĞU EKSENİ 
 EVANJELİZMİN KISA TARİHİ 

Giriş


Güçlü Osmanlı idaresi altındayken bile üzerinde planların ve iç karışıklıkların eksik olmadığı Ortadoğu her zaman gözde bir coğrafya olmuştur. Aslında bu coğrafya doğru bir tanımla "doğu"dur. Onu Ortadoğu haline getiren ise deniz ticaret yollarıdır. Bu değerli denizler, Ortadoğu'yu bildiğimiz doğudan ayırmış ve paha biçilmez hale getirmiştir. Ortadoğu'nun petrolü, doğalgazı ve diğer zenginlikleri bu ticaret yolları ile Batı'ya ulaşmış, Batı'nın ticari malları ve silahları da yine bu limanlara uğramıştır. Değerli olan bu coğrafya üzerinde elbette ki kavga da çok olmuştur. Osmanlı'nın hakimiyeti bu kavgaları dizginlerken, kavgaları tetikleyen ise Osmanlı'nın yok oluşu olmuştur. Ortadoğu, Osmanlı hakimiyetinin sürdüğü zamanlarda bile Batılı güçler tarafından gizli anlaşmalarla paylaşılmış, üzerinde menfaat planları yapılmıştır. I. Dünya Savaşı sırasında, henüz savaş bitmeden itilaf devletleri kendi aralarında Ortadoğu'ya sınır çizecek ve sınırları hakimiyet altına alacak kadar ileri gidebilmişlerdir. Ortadoğu parçalanırken yeni oluşan ülkelerin sınırları cetvelle çizilmiş, cetvelle çizilen bu suni sınırlara tüm Ortadoğu halkı riayet etmek zorunda kalmıştır. 
O zamandan bu yana Ortadoğu gerçekte bir Batı hegemonyası altındadır. Batı, önceleri bu ülkeleri doğrudan yönetmek istemiş, bunun zorluklarıyla baş edemeyince diktatörler ve çeşitli aktörler kullanmıştır. Diktatörlüklerin bir kısmı halk ayaklanmalarıyla yıkılırken, bir kısmı çeşitli bahanelerle ABD ve koalisyon güçlerinin işgaline uğramış, milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlanan bu işgaller birer savaş bile sayılmamıştır. Batı hegemonyası nefreti beraberinde getirmiş, Batı'nın ilk başta Rusya'ya karşı desteklediği radikal güçler dallanıp budaklanmış ve bu defa Batı'ya karşı birer terör hareketi olarak bütün Ortadoğu'yu sarar hale gelmiştir. Şu anki manzaraya baktığımızda ise güzel Ortadoğu, bir kavga, nefret, öfke ve savaş alanı görünümündedir. Batı'ya kızan uluslar birbirine girmiş, birbiriyle ittifak edemeyen Müslümanlar birbirini katleder hale gelmiştir. 





1- ÖNCESİ 
2- SONRASI



İç savaş nedeniyle harabeye dönmüş olan Suriye sokakları.




İşin şaşırtıcı yönü ise, bu manzaranın çıkış noktasının yıllar önce tespit edilmiş bir planın parçası olmasıdır. Ortadoğu'da akan kan, tümüyle yanlış idare ve politikalardan kaynaklanan trajik bir sonuç değil, çoğunlukla özel olarak tasarlanmış ve halen işlemekte olan bir senaryonun parçasıdır. Ortadoğu'dan cenazelerin çıkması, insanların kindarlaşması, birbirlerinin şehirlerini yıkar hale gelmeleri bir kısım kişi ve çevreler tarafından zaten istenen ve beklenen bir sonuçtur. Ortadoğu üzerindeki planlar baştan itibaren bu esasa göre hazırlanmış ve uygulamaya geçirilmiştir. 
Bu planın en büyük hedeflerinden biri parçalanmış ülkelerdir. Günümüzde, Suriye ve Irak, bu plana bağlı kalınarak paramparça edilirken, hedefteki diğer ülkeler üzerinde de farklı planlar bilindik yöntemlerle uygulanmaktadır. Osmanlı yıkıldığından beri, daha net bir ifade ile Sevr'den beri, üzerinde yüz yıldır plan kurulan bu ülkelerden biri ve belki de en başlıcası Türkiye olmuştur. 
Bu kitap, Türkiye üzerindeki parçalama planlarının neden ve nasıl geliştiği, hangi yöntemlerle uygulandığı, PKK'nın neden bu senaryoda yer aldığı ve bunu bertaraf etmek için neler yapılması gerektiğini oldukça kapsamlı ve önemli belgelerle anlatmaktadır. Fakat önce, Ortadoğu üzerinde geliştirilen planların kaynağına gitmek gerekmektedir.

Hristiyan inancı, Katolik ve Ortodoks gibi çeşitli kiliselere bölündükten sonra, Hristiyanlığın içinde reformist bir hareket başladı. Bu hareket, Katolik mezhebinin endülijans (Orta Çağ Avrupası'nda bir tür günah çıkarma ve ölümden sonra cennete gitmek için Papa'nın sattığı af belgesi) ile para kazanmasını, ayin dilinin Latince olmasını ve Papa’nın yanılmazlığını eleştiriyordu. Almanya’da Martin Luther, Fransa ve İsviçre’de ise Johannes Calvin tarafından başlatılan bu yeni akım “Protestanlık” olarak tanındı. Protestanlığa göre tevbe, kişi ile Allah arasındaydı. 

Bu nedenle kiliseye para vermek gerekmiyor, Papa’nın üstün kabul edilmiş yanılmazlığı ortadan kalkıyordu. Bu akıma göre dinde asıl kaynak, Papa’nın fetvaları veya kilisenin yaptırımları değil, sadece Kutsal Kitaptı. Evanjelizm ise Protestanlığın bir koludur. Kelime anlamıyla “müjde” veya “iyi haber” anlamına gelen Evanjelizmde, İncil’de Hz. İsa (as)’ın havarileri olarak geçen Matthew, Mark, Luke ve John evanjelist/evanjelik olarak adlandırılırlar. Evanjelik terimini ilk kullanan ise, Martin Luther olmuştur.

 Luther, İncil’in Katolik kilisesi tarafından yanlış yorumlanmış ve tahrif edilmiş olduğunu görmüş ve bu nedenle Eski Ahit’e (Tevrat ve Zebur) daha fazla ağırlık vermiştir. İlerleyen dönemlerde Protestan mezhebi daha farklı fikir gruplarına ayrılmış fakat buna rağmen inanç esasları ve Eski Ahit’i de içine alan Kitab-ı Mukaddes konusunda merkez görüşten uzaklaşılmamıştır. 

Evanjelizmin, kilisenin din üzerindeki baskılarını kaldırarak Hristiyanların İncil’e ve aynı zamanda Tevrat’a dönmelerini esas alması oldukça önemli ve gerekli bir reformdur. 

Samimi bir inanç şekli olan Evanjelizm mezhebinin taraftarları, sevgi ve barış yanlısı özelliklerini daima ayakta tutmuş ve sonraki satırlarda daha detaylı inceleyeceğimiz gibi “tebliğ” esasını önemsediklerinden, insanların dindarlaşmalarına büyük katkı sağlamışlardır. 

Yine ilerleyen satırlarda inceleyeceğimiz gibi Evanjeliklerin ahir zaman ile ilgili beklenti içinde olmaları ve Hz. İsa (as)’ı tekrar karşılama heyecanları büyük bir sevginin ve dindarlığın göstergesidir. Bu yönde, Kuran’a uyan gerçek Müslümanlarla paylaştıkları pek çok ortak özellik vardır.


18. yüzyıla ait bir katedral ve o dönemin halkı. Ancak her dinde olduğu gibi Evanjelizm mezhebi içinde de söz konusu öğretileri farklı şekillerde yorumlayan, ahir zaman meselelerini olduğundan farklı anlayan, barış dini Hristiyanlığı ve barış elçisi Hz. İsa (as)’ı savaş ile özdeşleştirmeye çalışan çeşitli kesimler bulunmaktadır. 

Bu kişiler İncil’deki bazı pasajlardan yola çıkmakta ve savaş senaryoları için kendilerince güçlü deliller bulmaktadırlar. Bu bakımdan aslında kendilerince samimi bir yaklaşım içindedirler. İncil’i esas almakta, doğruyu yaptıklarına inanmakta fakat İncil’in derinliklerinde var olan bazı mecazi kavramları görememektedirler. 

Bu yorumlama hatasındaki ikinci sorun ise, İncil’den sonra “İncil ve Tevrat’ın doğrulayıcısı” olarak gönderilmiş olan Kuran’a başvurmakta zorlanmalarıdır. Oysa Hz. İsa (as)’ın gelişi Kuran’da da açık ayetlerle bildirilmiş ve tüm insanların iman ettiği bir barış ortamının müjdesi verilmiştir. Bu kitapta çıkış noktası, ahir zamanı kutsal kitaplardan farklı ve riskli şekilde yorumlayan söz konusu kesimin görüşleridir. 

Çünkü bu kişiler –çoğunlukla iyi niyetle ve belki de istemeden- ürkütücü bir senaryoya önayak olmaktadırlar. Ortadoğu’da ahir zaman senaryolarını hızlandırmaya çalışmakta, fakat kanlı bir Ortadoğu’nun altyapısını hazırlamaktadırlar. Bunun nasıl olduğu ise ilerleyen satırlarda açıklanmaktadır. 

EVANJELİZMİN YAYILIŞI VE AHİR ZAMAN 
 Protestanlık mezhebi ile ortaya çıkan ve 18. yüzyıla kadar Avrupa’da doğup buraya yerleşen bazı akımlar, sömürgecilik ile birlikte dünyanın çeşitli bölgelerine ulaşmıştır. Bu bölgelerden en önemlisi Amerika kıtasıdır. İngiltere’de Anglikan bir papaz olan John Nelson Darby’nin Amerika seyahatleri sonrasında Evanjelik düşüncenin hızla yaygınlaştığı bilinmektedir. Darby’nin takipçileri kendilerini dispensalist olarak da tanımlamışlardır.

 Bu inancı takip edenlerin en önemli özelliği, dünyanın son döneminde Mesih’in geri dönüşüne ve kıyametin gerçekleşeceğine inanmalarıdır Mesih’in dünyaya gelişi için oluşması gerektiğine inandıkları şartlar ise şunlardır: Kutsal Topraklar üzerinde bir Musevi devleti kurulması, Kudüs’ün başkent olması, Tüm insanlara İncil’in vaaz edilmesi, Museviler ve iman edenlerin (Hristiyanların) eziyet görmesi, Armageddon Savaşı, İnananların (Hristiyanların) göğe yükselmesi.


1898 yılındaki 2. Basel Siyonist Kongresi'nde Theodor Herzl konuşma yapıyor.  Bu maddelerden de anlaşılacağı şekilde Evanjelikler temelde Siyonist Hristiyanlardır. 

Mesih’in gelişinin gerçekleşmesi için mutlaka bir Musevi devletinin Kutsal Topraklarda kurulması gerekliliğine inanırlar. İşte bu nedenle de daima, Siyonist Musevilerle ittifak içinde olmuşlardır. Bunun önemli delillerinden biri tarihte gerçekleştirilmiş olan Siyonist kongrelerdir. 

Theodor Herzl’in 1897’de topladığı ve Musevilerin Kutsal topraklara gitmesini öngören 1. Siyonist Kongre’nin hemen arkasından yine Basel’de 2. Siyonist Kongre toplanmıştır. Söz konusu toplantı sonrası, Batı Şeria’da bir İsrail devleti oluşturulması kararı alınmış, buna itiraz eden bir Musevi’ye ise Uluslararası Hristiyan Elçiliği temsilcisi Van der Hoeven şu cevabı vermiştir: “İsraillilerin ne düşündüğü umurumuzda değil. 

Biz Tanrı’nın ne söylediğine bakarız ve Tanrı o toprakların Musevilere ait olduğunu söylüyor.” Aslında bu tepki, günümüzde devam etmekte olan Evanjelik Siyonizminin sınırlarını bilmek bakımından önem taşır. 

Çünkü görünüşte Musevileri ve Musevi topraklarını koruma görümünde ortaya çıkan bu hareket, gerçekte Musevilerin de katledileceği bir son için hazırlık yapmaktadır. Bu inanca göre, sadece Hristiyanlığı seçen 144 bin Musevi hayatta kalacak, fakat diğer Museviler, “tüm Müslümanlar”la birlikte katledilecektir. 

Bu konuyu birazdan inceleyeceğiz. İsrail devleti 1948’de kurulmuş, Kudüs 1967’de başkent ilan edilmiştir. Dolayısıyla Evanjeliklerin bekledikleri kehanetlerden biri gerçekleşmiştir. Ahir zamanın işareti olan bu alametler kendisini gösterdikçe, Evanjelikler de bu sonu hızlandırma gayreti içine girmişlerdir. Armageddon savaşı adına Ortadoğu’nun şekillendirilmesi hedefi işte bu yüzden bu yüzyılda hız kazanmıştır. 

EVANJELİZMİN ETKİ GÜCÜ 
Allah’a güzel ve iyi bir kul olabilme, tüm dinler ve mezheplerde olduğu gibi Hristiyan mezheplerinde de esastır. Evanjelizm de bu esas üzerine kurulmuştur. Evanjelizmi diğer Hristiyan mezheplerden ayıran en büyük özelliklerden biri ise, diğer mezheplerde pek de fazla öne çıkmayan “tebliğ”dir. 

Kendi dinlerinin gereklerini diğer insanlara anlatmak, yani aktif bir misyonerlik politikası bu mezhebin takipçilerinde görülmektedir. İşte bu nedenledir ki Evanjelizm özellikle Amerika’da gün geçtikçe daha fazla adı geçen ve geniş kitlelere yayılan bir mezhep halini almıştır. 
Bunu rakamlardan da anlayabilmek mümkündür.


İç savaş dönemi Amerika'sında Evanjelik kilisesine mensup olan kişilerin sayısı 4 milyon iken, bugün bu rakamın 70 milyona ulaştığı iddia edilmektedir. Amerika'da ve Hristiyanlığın yaygın olduğu diğer ülkelerde maneviyatın güçlenmesi bir sevinç vesilesidir. İç savaş dönemi Amerika’sında (1861-1865) Evanjelik kilise mensubu sayısı 4 milyonken, bugün bu rakamın 70 milyon olduğu iddia edilmektedir. 

2014 verilerine göre Amerikalıların %25.4’ü kendilerini Evanjelik olarak tanımlamaktadır. Her ne kadar ilk ortaya çıkış şekli Hristiyanlığa Katolik inancından farklı yorumlar getirmek olsa da, günümüz Evanjelizm anlayışı Katolik inancıyla ciddi bir çatışma halinde değildir. Şunu belirtmek gerekmektedir: Her ne kadar çeşitli farklı yorumlar nedeniyle kimi zaman özünden farklı anlamlara ve mezheplere bürünmüş olsa da Hristiyanlık inancının güçlenmesi, özellikle dinsizliğin yaygın olduğu bir dönemde Allah’a inancın gelişip yaygınlaşması bizim isteyeceğimiz bir şeydir. 

Hristiyanlar elbette daha fazla dindar olmalı, Kutsal Kitaplarına daha fazla sahip çıkmalı, Amerika’da ve Hristiyanlığın yaygın olduğu tüm diğer ülkelerde maneviyat daha fazla güçlenmelidir. Amerika da, diğer tüm ülkeler de, dindar oldukları müddetçe bereketlenmiş ve mutlu olmuşlardır. Dolayısıyla Müslümanlar arasında Müslümanlığın, Hristiyanlar arasında Hristiyanlığın, Museviler arasında da Museviliğin gelişip güçlenmesi her zaman isteyeceğimiz ve teşvik edeceğimiz bir güzelliktir. 

 Bunun yanı sıra, Evanjelik inancın Mesih beklentisi de bizim için güzel bir şeydir. Bilindiği gibi biz Müslümanlar da içinde bulunduğumuz son –Ahir– zamanda Hz. Mehdi (as)’ın zuhur edeceğini ve Hz. İsa (as)’ın yeniden yeryüzüne nüzul edeceğini biliyoruz. Dolayısıyla Hristiyanlarla bu konuda benzer görüş içinde olmak sevindiricidir ve Hristiyanlara sevgimizi ve desteğimizi artıracak, onlarla ittifakımızı güçlendirecek heyecan verici ortak bir noktadır. 


Özellikle dinsizliğin yaygın olduğu şu dönemde Müslümanlar da, Hristiyanlar da, Museviler de daha dindar olmalıdırlar. Söz konusu Evanjeliklerin Ortadoğu’da bir İsrail devleti beklentisi de yadırganacak bir tutum değildir. Kuran’a göre Musevilerin Kutsal Topraklarda yaşama hakkı vardır ve bu gerçek Tevrat’ta olduğu gibi Kuran’da da pek çok ayette geçen bir durumdur. 

Maide Suresi’nin 20 ve 21. ayetlerinde şöyle bildirilir: Hani, Musa kavmine (şöyle) demişti: "Ey kavmim, Allah'ın üzerinizdeki nimetini anın; içinizden peygamberler çıkardı, sizden yöneticiler kıldı ve alemlerden hiç kimseye vermediğini size verdi." 

"Ey kavmim" Allah'ın sizin için yazdığı (girmenizi emrettiği) kutsal yere girin ve gerisin geri arkanıza dönmeyin; yoksa kayba uğrayanlar olarak çevrilirsiniz." (Maide Suresi, 20-21) Dolayısıyla 5000 yıl sonra hala Kutsal Topraklar üzerinde Musevilerin varlığını görmek, biz Müslümanlar için Allah’ın vaadini görmek anlamını taşımaktadır, sevinç vesilesidir. 

O topraklarda, geçmişte olduğu gibi Musevilerin, Hristiyanların ve Müslümanların bir arada barış içinde yaşadığı bir dönemi görmek en büyük temennilerimizdendir. Burada üzerinde duracağımız ve eleştiri konusu olan kısım, bir kısım Evanjeliklerin, Ortadoğu’da bir savaş beklentisinin gereği olarak Ortadoğu’yu buna göre şekillendirme çabası, bir bakıma Mesih’in gelişini çabuklaştırma ihtirası, Kutsal Topraklar konusundaki inanç ve beklentilerinin tehlikeli boyutlara ulaşmış olmasıdır. 

 Öncelikle, Hz. Mehdi (as) ve Mesih’in geliş tarihi Allah’ın tespit ettiği kaderde belirlenmiş bir vakittir. Dolayısıyla hiç kimse, hiçbir şart, hiçbir alamet bu çıkışı vaktinden daha erken hale getirmeyecek, hızlandırmayacaktır. Kutsal topraklar üzerinde gerçekleşmesi beklenen Armageddon Savaşı ise gerçekte yaşanıp bitmiştir. 2003 Irak Savaşı, İncil’de Armageddon olarak belirtilen, hadislerde ve Tevrat’ta da tüm alametleriyle tarif edilen ahir zaman alameti olan büyük savaştır.

 (Bu konuyla ilgili ayrıntılar, Harun Yahya’nın Hristiyanlar Hz. İsa’yı Dinlesinler kitabının “Bazı Hristiyanların Armageddon Yanılgısı” bölümünden okunabilir.) 

 Dolayısıyla yakın gelecekte Evanjeliklerin beklediği şekilde kanlı bir savaş ortamı gerçekleşmeyecektir. Şunu da belirtmek gerekir ki, Evanjelikler tarafından tanımlanan Kutsal Topraklar kapsamı, Musevilerin inancından daha farklıdır ve daha geniş sınırlara ulaşmaktadır. 

Bunun bir neticesi olarak da Ortadoğu’yu bir savaş ortamına hazırlama düşüncesi ve bu yönde uygulamalar her açıdan büyük yanlışlıklar taşımaktadır. 

Planlanan en büyük yanlışlardan biri ise, Ortadoğu’nun belkemiğini oluşturan dört ana ülkenin parçalanarak bir Büyük Kürdistan kurulması hayalidir. 

Bu kitap, şu anki şartlar altında bu hayalin neden yanlış olduğunu ve böyle bir hayalin Ortadoğu’yu, Avrupa’yı ve ardından tüm dünyayı nasıl bir faciaya sürükleyeceğini anlatmaktadır. 
Yasin Yaylar, İsrail Amerika ve Evanjelizm, Altınpost yayıncılık, 2012, s. 16

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...