13 Aralık 2018

Maveraünnehir'e İslâm'ın Girişi / Yrd. Doç. Dr. Hasan Kurt

Maveraünnehir'e İslâm'ın Girişi ile ilgili görsel sonucu
Maveraünnehir'e İslâm'ın Girişi
Yrd. Doç. Dr. Hasan Kurt
Maveraünnehir, bireysel birtakım çabaların ötesinde Türklerin İslâm diniyle tanıştıkları ilk bölgedir. Maveraünnehir adı, Ceyhun (Amu Derya) nehrinin doğusundaki bölgeye Emevîler tarafından verilmiştir. Maveraünnehir bölgesi aynı zamanda Heytallar (Bilâdü'l-Heyâtile), Hebtal veya Heftal memleketi, daha genel ifadeyle Turan ve Türkistan gibi isimlerle de anılmıştır.1 Maveraünnehir bölgesi genellikle beş bölüme ayrılmıştır. Birincisi, onun merkez bölgesi olan Soğd'dur (Soğdiana). Buhârâ ve Semerkand'ı içine alan bu bölge, ülkenin en büyük tarım ve ticaret merkezlerindendir. İkincisi, Soğd'un batısında bulunan eski Hîve bölümüdür ki, Amu Derya ile Aral gölünün birleştiği delta bölgesini teşkil etmektedir. Üçüncüsü, Sagâniyân ve Huttal topraklarını kapsayan güney parçasıdır. Dördüncüsü Amu Derya'nın yukarısında yer alan Bedahşan ve Vâhân'dır. Beşincisi ise Fergana ve Şaş bölgelerinden oluşan kuzey bölgesidir.2

Maveraünnehir, milattan yüzyıllarca öncesinden itibaren bir Türk yurdu olarak karşımıza çıkmaktadır. Harezm bölgesinde kazılar yapmış olan Tolstov, Türklerin bölgeye M.Ö. 2500'lerde geldiği kanaatini taşımaktadır.3 Narşahî ise, Buhârâ'nın, dolayısıyla Maveraünnehir'in ilk sakinlerinin Türkistan halkı olduğunu nakletmektedir.4 Onun verdiği bu bilginin hangi devri kastettiğinin bilinebilmesi için Buhârâ'nın kuruluş döneminin tespiti gerekmektedir. 1970 yılından sonra Yahya Gulamov başkanlığında Buhârâ'da başlayan arkeolojik kazılar sonucunda şehrin arkeolojik yaşının 2300 yıldan az olmadığı kesinlik kazanmıştır.5 Bu tespit aynı zamanda Tolstov'u da teyit etmektedir. Ayrıca iki arkeolojik kazının birbirini desteklemesi, Narşahî'nin bu husustaki rivayetinin yabana atılacak nitelikte olmadığını ortaya koymaktadır. Fakat Türklerin Maveraünnehir'deki geçmişleri hakkında yazılı kaynaklarımızda bu denli eski dönemlere ilişkin bilgi bulunmamaktadır. Elimizdeki en eski bilgiler ancak milattan yedi yüzyıl öncesine kadar geri gidebilmektedir. Bu dönemden Maveraünnehir tarihiyle ilgili olarak buraya İslâm'ın girişine kadar ki zaman dilimi hakkında ana hatlarıyla bilgi vermek, bölgenin İslâmlaşmasının, Türkler açısından ne denli önem taşıdığını ortaya koyacaktır.

Bahsettiğimiz dönemde Maveraünnehir'de Yunanlılar'ın İskit veya Sit, İranlıların Saka, Çinlilerin Sai veya Sai-wang dedikleri Türk kavmi bulunmaktadır. Çin'deki Çu Hanedanı'nın yıkıldığı M.Ö. 770 yılına kadar,6 Taberi ve Firdevsî gibi tarihçilerce de Türk oldukları vurgulanan7 Sakaların ilk yurdu, Sir Derya'nın kuzey kenarından büyük steplere değin uzanmaktaydı.8 Bu Hanedan'ın yıkılmasıyla başlayan siyasi karışıklık sırasında, İssedonların (Yüeçiler ve Vusunlar) saldırısına uğrayan Sakalar'ın (İskit) Maveraünnehir'e göç ettiklerinin, Herodot ve Strabo gibi Batı kaynaklarınca da doğrulandığı belirtilmektedir.9 Sakalar zaman zaman başka ulusların egemenliği altına girmiştir. Milattan önce VI. yüzyıldan itibaren Sakalar, önce İran'da kurulmuş bulunan Ahamenid (Ahameniş) Devleti'nin,10 M.Ö. IV. yüzyılda Baktri Yunan (Selevkid ya da Selevkos) İmparatorluğu'nun,11 M.Ö. II. yüzyılın başlarında ise çok kısa bir süre İranlı Partların egemenliğine girmiştir.12
Maveraünnehir'de M.Ö. II. yüzyıl içinde yaşanan kavimler göçüyle birlikte siyasî dengeler yeniden değişmiş ve bölgeye yeniden Türk asıllı bir başka kavim olan Yüeçiler egemen olmuştur. Çin belgelerinde Yüeçilerin, Sai veya Sai-wang şeklinde nitelendirilen Sakaların akrabası olduğu kaydedilmektedir.13 Yüeçilerin Maveraünnehir'e gelişiyle birlikte Baktri Yunan İmparatorluğu döneminde yerleşmiş olan Yunan kolonileri ise bölgeden göç etmiştir.14 Sakalara gelince, onların bir bölümü Baktriya'ya (Toharistan) göç etmekle birlikte diğer bölümü yurtlarında kalmıştır. Böylece Saka nüfusunun en azından bir bölümü Maveraünnehir'in etnografik yapısı içinde yerini korumuştur.15

424 tarihinden sonra Maveraünnehir, Seyhun ötelerinden gelen Eftalitlerin hakimiyeti altına girmiştir. 16 Çin kaynaklarında Ye-da olarak nitelendirilen ve Gav-çığların bir boyu olan Eftalitler, 17 İslâmî kaynaklarda Heytallar şeklinde isimlendirilmektedir.18 Belâzurî, onların etnik durumları hakkında iki rivayet nakletmektedir. Bunlardan biri Eftalitlerin Fars, diğeri Türk olduğu yönündedir.19 Eftalitlerin Altay Dağları'ndan gelerek önce Doğu Türkistan bölgesine yerleştiği bilindiğine göre,20 onların Fars olmaları mümkün değildir. Akhunlar olarak da isimlendirilen bu kavmin, Frye 350'li yıllarda İran'ın doğusuna geldikleri nakledilen Hunların torunları olmasının kuvvetle muhtemel bulunduğunu belirtmektedir.21 Eberhard onların antropolojik yönden başlangıçta Türk veya Moğol olduğuna karar vermenin güç bulunduğunu, ancak daha sonraları gittikçe beliren özellikleri itibariyle Türklüklerine kesin şekilde hükmedilebileceğini belirtmektedir.22 Bu bağlamda Firdevsî de onların Türk olduğu yönünde rivayette bulunmaktadır.23

Eftalit Devleti, 563-567 yılları arasında ortadan kaldırılarak Eftalit ülkesi Göktürkler ile İranlılar arasında Ceyhun nehri sınır olmak üzere paylaşıldı.24 Çünkü Ceyhun nehri Türkler ile İranlılar arasındaki tarihi çok eskilere dayanan bir sınır niteliği taşımaktaydı. Nitekim Tahmasp oğlu Zav'ın idaresi altında Ceyhun'dan Turan, Çin ve Hotan'a kadar uzanan Türk toprakları hakkında şeklî bir antlaşma imzalanmıştı. Yine Türklerle (Turanlılar) İranlılar arasında başlayan bitmez tükenmez savaşlar sırasında bütün Türkler, Ceyhun nehrini geçip İranlıları bu nehrin gerisine atmıştı. Sâsânîler döneminde Behram Gor (421 -439), Türklerle aralarında sınır olmak üzere kireçlenmiş bir sınır taşı dikmişti. Bu taşı daha sonra Yezdicerd'in oğlu Perviz, Türklerle savaşa katıldığında bulmuştur. Henüz çözülen bu abideye göre ne Türklerin ne de İranlıların bu sınırı geçmelerine izin verilmemiştir. Aynı yerde aynı amaçla Perviz de bir kale inşa etmiştir. Bu nedenle Göktürklerle işbirliği yaparak Eftalitleri ortadan kaldıran Enûşirvan da, burada bir kale yapmıştır.25 Böylece Maveraünnehir, açıkça "Türk" adıyla anılan Göktürk Devleti tarafından yönetilmeye başlamıştır.

582 yılında ikiye ayrılan Göktürk Devleti'nin batı koluna ait olan Maveraünnehir'de, bu devletin 658 yılında Çin'e bağlanması sonucunda siyasî dengeler değişti.26 Batı Göktürk Devleti'nden önce 630 yılında Çin egemenliğine girmiş olan Doğu Göktürk Devleti, Kutluk Hakan'ın liderliğinde yeniden bağımsızlığını kazandı.27 Bu durum Çin'in Maveraünnehir'deki egemenliğini de zora soktu. Bu nedenle bölgedeki otorite boşluğunu bir Türk boyu olan ve Onokların Tulu koluna mensup bulunan Türgişler doldurmaya çalıştı. "Sarı" ve "Kara" diye ikiye ayrılan Türgişler arasında zaman zaman iktidar kavgaları yaşandı. 710 yılına kadar süren bu mücadele Türgişleri iyice zayıf düşürdü.28 716'da Doğu Göktürk Kağanı Kapgan'ın öldürülmesinden sonra Kara Türgiş Beyi Sulu (717-738) Batı Göktürkler üzerinde hakimiyet kurup kağan oldu.29 Yeni Türgiş kağanı Sulu, Talas'ın kuzeybatısında bulunan Balasagun'u başkent yaptı.30 O, gerek Çinlilere ve gerekse bu tarihlerde bölgeyi fethetmeye çalışan Araplara karşı zorlu mücadeleler verdi. Araplar, kendilerine zor anlar yaşatan Sulu'ya Ebû Müzâhim (boğa) lakabını verdi.31 Bununla birlikte Sulu çok sık gerçekleşen çatışmalar nedeniyle Maveraünnehir'de tam bir egemenlik kuramadı. Bu nedenle Maveraünnehir şehirleri kendi başına buyruk bir yapıda varlıklarını sürdürmekteydi.32
Maveraünnehir'de çok fazla ön plâna çıkmamış başka Türk topluluklarının da bulunduğu bilinmektedir. Parmaksızoğlu'nun da belirttiği gibi Peçenekler, Aslar, Alanlar ve Oğuzlar Maveraünnehir bölgesinin ilk sakinlerinden idi. Çünkü Orta Çağ Müslüman yazarlarının eserlerinde yer alan Arzu'l-Guziyye, Arzu'l-Becnakiye, Dîz-i Alanân ifadeleriyle Strabon ve Batlamyus'ta geçen yer adlarının büyük bir benzerlik göstermesi, bunun en açık belgesidir. Vâhân, Bedahşan, Fergana öteden beri Oğuzların; Şaş, Sagâniyân ve Harezm yöreleri ise As, Peçenek ve Alanlar'ın en eski yurtları arasında yer almıştır.33 Yine adları arabayla ticaret yapan zümre anlamına gelen Comuklar (Cömük/Çömük/Çumak) Buhârâ'yı imar eden ilk Türk kabilesi olarak görülmektedir.34 Ayrıca Göktürkler devrinden itibaren Buhârâ'da Türk boyları arasında Çiğil ve Kaylar da yer almıştır.35

Görüldüğü gibi Araplar, Ceyhun sınırlarına dayandıklarında Maveraünnehir'de Türklerle mücadele vermek durumunda kalmıştır. Bu nedenle Maveraünnehir'in İslâmlaşması aynı zamanda Türklerin İslâmlaşması anlamına gelmektedir. Bu İslâmlaşma süreci, hem Türk hem de dünya tarihinde yeni siyasî oluşumların bir başlangıç noktası niteliğini taşımaktadır.
1. Maveraünnehir'in İslâmlaşması Konusunda Atılan İlk Adımlar
İslâm'ın girmeye başladığı yıllarda Maveraünnehir'de birçok din bulunmaktaydı. Budizm, Mecûsîlik, Maniheizm ve Hristiyanlık bunlardandır. Çin belgelerinde ve İbn Nedîm'in el-Fihrist'inde Maveraünnehirlilerin Budist olduğu belirtilmektedir.36 Mecûsîliğin geçmişi ise, burada mîlattan yüzyıllar öncesine kadar gitmektedir.37 Müslümanların Maveraünnehir kapılarına dayandığı VII. yüzyılın sonlarına doğru bir çok yerde bu din hakim durumdaydı. Maveraünnehir Mecûsîliği, İran'dakinden farklı özellikler taşımaktaydı.38 Mecûsîlik ve Budizm arasında süren sürtüşmeden yararlanarak Hıristiyanlık dininin Nesturî Mezhebi de, III. ve IV. Yüz yıllardan sonra burada yaygınlık kazandı.39 İran ve Bizans baskınlarından kaçan Maniheistlerin Maveraünnehir'e sığınmasıyla Maniheizm, dördüncü bir din olarak burada temsil edilir duruma geldi. Bu dinler İslâm'ın bölgede yayılmasından sonra da eski etkinlikliklerini yitirmekle birlikte varlıklarını uzun süre sürdürdü.40
Maveraünnehir Türklerinin İslâm diniyle ilk tanışması ticarî ilişkiler yoluyla olmuştur. Ancak bu tanışma daha çok bireysel boyutta gerçekleşmiştir. İpek yolu üzerinde yer alan Maveraünnehir şehirlerinden İslâm dünyasıyla ilişki içinde bulunan tüccarlar, bu din hakkında ilk bilgi edinen kimselerdir. Örneğin Sem'ânî ve İbnü'l-Esîr adlı tarihçilerin kaydettiği41 Erzekyân adlı Buhârâlı, bu yolla Müslüman olan kimselerdendir. Onların kaydettiğine göre Erzekyân, ticaret yapmak amacıyla zaman zaman Müslüman şehirlerine gitmekteydi. Bu seferlerden birinde önce Çin'e, oradan deniz yoluyla Basra'ya ve Ali b. Ebî Talib'in yanına, muhtemelen Kûfe'ye gidip onun çağrısı üzerine İslâm'ı kabul etti. Erzekyân gibi İslâm'ı öğrenip kabul eden, başka Maveraünnehir şehirlerinde yaşayan tüccarların da bulunduğu kanaatindeyiz. Ancak elimizdeki kaynaklar bu yolla Müslüman olanlardan pek söz etmemektedirler. Çünkü Erzekyân hakkındaki bilgiyi de, tanınmış bir din bilgini olan ve 955'de vefat eden torunlarından Ebû Abdullah Muhammed b. Hasen'den bahseden ensab (şecere) kitaplarından öğrenmekteyiz.42 Müslüman olduğu halde, bu kitaplarda soyundan gelen birisi nedeniyle adı geçmeyen başka Maveraünnehirlilerin de bulunduğu kuvvetle muhtemeldir.

Maveraünnehir Türklerinin İslâm diniyle tanışmalarında askerî faaliyetler önemli rol oynamıştır. Araplar, fethettikleri yerin halkından zaman zaman milis ve muhafız kuvvetleri teşkil etmiştir. Bunların ilki, Ubeydullah b. Ziyad'ın 674 yılında çıktığı Buhârâ seferi dönüşünde Basra'ya götürdüğü Buhârâ'da oturan Maveraünnehirli askerlerdir.43 Bu askerlerin sayısını Taberî iki bin, Narşahî ise dört bin olarak rivayet etmektedir.44 Ubeydullah, iyi ok atan söz konusu Maveraünnehirli askerleri ordusu içinde istihdam etmiş ve onlara maaş bağlamıştır. Bunların bir bölümü Vâsıt şehri kurulunca Haccac tarafından bu şehre yerleştirilmiştir.45

Müslümanlarla bir arada bulunmalarını sağlayan bu fırsat, Maveraünnehirli askerlerin İslâm'ı öğrenmelerini kolaylaştırmıştır. Bu askerlerin Mecûsî veya Budist veyahut başka bir dine göre hayatlarını sürdürdükleri yönünde kaynaklarımızda herhangi bir bilgiye rastlanılmamaktadır. Şeşen'in de belirttiği gibi,46 bu durum onların İslâm dinini kabul ettikleri kanaatini kuvvetlendirmektedir. Ayrıca Maveraünnehirli bu askerlere güven duyularak ellerine silah verilip onların orduda aktif bir göreve getirilmiş olmaları bu kanaati kuvvetlendiren bir diğer husustur. Kimi rivayetlerde Ubeydullah; kendilerine güvence verip maaş bağlamayı kabul ettiği için, bu kimselerin gönüllü olarak Basra'ya geldikleri kaydedilmektedir.47

Diğer Müslüman askerler gibi özgür hareket edebildikleri anlaşılan Maveraünnehirli askerlerin, memleketleri ile bir şekilde ilişkilerinin devam ettiği kanaatindeyiz. Diyelim ki, bu insanlar Maveraünnehir'e hiç gitmemiş bile olsalar, yukarıda kaydettiğimiz Erzekyân hadisesinde görüldüğü gibi onların ticaret veya bir başka nedenle Basra ya da Vâsıt'a yolu düşen Maveraünnehirli Türkler ile görüştüklerini düşünmekteyiz. Bu sırada hemşehrilerinin, İslâm ve Müslümanlar hakkında bilgi edinmelerine yardımcı oldukları ve böylece Maveraünnehir'de İslâm'ın tanınmasına katkı sağladıkları inancındayız.
Maveraünnehirli Türklerin İslâm dini hakkında edindikleri bilgiler, ilk zamanlarda daha çok gözlem ve duyumlara dayanmaktaydı. Bu nedenle Maveraünnehir'i ekonomik yönden kızıl elma olarak gören bir takım Müslüman yöneticilerin İslâm'ın ilkeleriyle bağdaşmayan tavırları, Maveraünnehir Türkleri üzerinde olumlu bir imaj bırakmadı. Bu nedenle ilk dönemlerde Türklerin toplum olarak İslâm dinine sempati duymaları pek mümkün olmadı.

676 yılında Buhârâ üzerinden Semerkand'a sefer yapan Said b. Osman'ın tavır ve uygulamaları Türkler üzerinde olumsuz kanaatların oluşmasına yol açan ilk örneklerdendir. Said, sefer sırasında güvenliğini sağlamak gayesiyle Buhârâ'nın ileri gelenlerinden rehineler almıştı; ancak bu kimselere verdiği sözü yerine getirmemişti. Oysa sefer dönüşünde Buhârâ'yı terk ederken rehineleri salıvereceğini belirtmiş; ancak Merv, Nîsâbûr derken eşinin ölümü üzerine Buhârâ'nın yönetimini elinde bulunduran Buhâr-hudât Hatun'u ciddiyetten uzak sözlerle oyalayarak rehineleri Medine'ye kadar götürmüştü. Said bununla da yetinmemiş, hanedan ailesinden olan bu rehinelerin üzerindeki değerli elbiselere el koymuş, onları kaba saba elbiseler giydirip bağ ve bahçelerinde çalışmaya mecbur bırakmıştı. Böylelikle Said; hem kendinin, hem de rehinelerin hazin sonunu hazırlamış oldu.48

Sonuçta Maveraünnehir Türklerinin, gözlem ve duyumlarından hareketle İslâm'ı daha çok Araplara özgü bir inanç ve yaşam biçimi olarak algıladıkları anlaşılmaktadır. Hatta 728 yılında bile, Müslüman olmanın Türkler tarafından Arap olmak şeklinde algılandığı görülmektedir.49
2. İslâm'ın Tebliği Yolunda Atılan İlk Ciddi Adımlar
Maveraünnehir'in İslâmlaşmasında ilk ciddi adım Kuteybe b. Müslim'in Horasan valiliği döneminde (705-715) atıldı. Zira Kuteybe b. Müslim'in Buhârâ, Semerkand gibi Maveraünnehir şehirlerini fethi, siyasî ve askerî yönden olduğu kadar, dinî yönden de Maveraünnehir'in tarihinde yeni bir sayfanın açılmasını sağlamıştır.50 Çünkü Kuteybe b. Müslim, daha önceki Horasan valilerinden farklı olarak, Maveraünnehir'de siyasî hakimiyetin yerleşmesi için olduğu kadar, İslâm'ın yöre halkı tarafından öğrenilmesi ve yaşanması için de faaliyette bulunmuştur.

Kuteybe'nin İslâm adına yaptığı ilk girişim, halkın kafasındaki putları devirmek olmuştur. Bu nedenle o ilk önce, halkın olağanüstü güçlere sahip bulunduklarına ve kendilerine kötülük yapanı cezalandıracaklarına inandığı putlarını imha etmiştir. Böylece onlara, büyük saygı duydukları putlarının kendilerini bile korumaktan aciz kaldıklarını göstermiştir. Kuteybe bu konudaki uygulamasını ilk olarak, Beykend'in fethi esnasında ele geçirdiği altından yapılmış putları eritmek suretiyle gerçekleştirmiştir. Kuteybe, Zekeriya Kitapçı'nın Budist heykelleri olarak tanımladığı51 bu putları hiç tereddüt etmeksizin eritip ekonomik maksatla kullanılabilecek herhangi bir altın madde konumuna getirmiştir.52 Kuteybe; yine yerli halkın, iki kuşun gagalarında getirip ateşgedeye bıraktığına inandıkları güvercin yumurtası büyüklüğündeki iki lü'lü taşını bulunduğu yerden alıp Irak ve Horasan Genel Valisi Haccac'a göndermiştir.53 Kuteybe'nin ekonomik hesaplarla dahi olsa böyle bir davranışta bulunması; halka, kutsallığına inandıkları bu putların kendilerini bile koruyamadıkları gerçeğini bir kez daha göstermiştir.
Kuteybe, İslâm'ın kabulünün zorla olmayacağını görüp Maveraünnehir Türkleri ile dostça ilişkiler kurma yoluna gitmiştir. Bu nedenle Buhârâ'nın fethini tamamladığında ilk olarak uyum içinde çalışabileceği bir yerli prensi iş başına getirmek istedi. Buhâr-hudât Hatun'un oğlu Tuğşâde'yi hükümdar yaparak bu isteğini gerçekleştirdi. Zamanla Kuteybe ile aralarındaki samimiyet artan Tuğşâde, kısa bir süre sonra Müslüman olduğunu açıkladı. Hatta yeni doğan oğluna Kuteybe adını verdi. Çünkü Vali Kuteybe, Verdân-hudât başta olmak üzere bütün rakiplerini ortadan kaldırarak onu Buhârâ hükümdarı yaptı. Bu nedenle Tuğşâde, Kuteybe'ye karşı büyük bir minnet borcu duymaktaydı.54 Brockelmann, Tuğşâde'nin Müslüman olmasıyla Buhârâ'da İslâm dininin yerleştiğini savunmaktadır.55

Kuteybe'nin Maveraünnehir'in önde gelenleri arasında da, samimi ilişkiler kurup İslâm dinini kabul etmesini sağladığı kimseler vardı. Bunlardan biri olan Dihkan Hîne İslâm dinini kabul edince Ahmed adını aldı. Bu kişi Kuteybe'yi yakın adamlarıyla birlikte özel mülkü olan Kasr mahallesinde bulunan sarayında misafir etti. Daha sonra bu saray Buhârâ valilerinin konağı haline geldi.56 İçinde yaşadıkları toplumun bir nevi önderleri konumunda bulunan böyle şahsiyetlerin Müslüman olmasının, Maveraünnehirlilerin İslâm dinine biraz daha ılımlı bakmalarına yol açtığı muhakkaktır. Böylece Kuteybe, Maveraünnehirlilerin İslâm dinini daha yakından tanımalarına yardımcı oldu.

Kuteybe b. Müslim 709 yılında Buhârâ'yı fethedince yapılan antlaşma gereği Müslüman Araplar buraya yerleşti. Buhârâlıların evlerine, bağ ve bahçelerine ortak oldu.57 Bunlar arasında cihad maksadıyla Maveraünnehir'e gelmiş bulunan Müslüman din bilginleri de yer almaktaydı. Bu kişilerin İslâm'ı Maveraünnehir Türklerine açıklayabilmesi için, Kuteybe gerekli fiziksel ve sosyal ortamı hazırlamaya çalıştı; ayrıca ordusu içinde büyük bölümü Türklerden oluşan Maveraünnehir halkına da yer verdi.58 Böylece Türkler ile Müslüman Araplar arasında yakın ilişkilerin kurulmasını sağladı. Bu birliktelik hiç kuşkusuz iki tarafın birbirini tanımasında büyük rol oynadı. Bu ilişki zamanla evlilik bağlarıyla iyice pekiştirildi.59 Yine Kuteybe b. Müslim, ibadethane özelliğinin yanı sıra bir tebliğ ve kültür merkezi niteliği de taşıyan camileri yaptırdı. Kuteybe yapmış olduğu cami, namazgah ve mescidlerle İslâm'ın hakimiyetini fiziksel olarak Maveraünnehir'in bu şehrinde tescil etmiş oldu. Yani Buhârâ, yapısal olarak tam bir İslâm şehri kimliğine bürünmeye başladı. Sonuçta Kuteybe, Buhârâ'da olduğu gibi fethettiği diğer Maveraünnehir şehirlerinde de Türkleri psikolojik yönden bir İslâm şehrinin fertleri olmaya hazırladı. Bu durum, onların İslâm'ı kabul etmelerini kolaylaştırdı. Müslümanlarla iç içe yaşayan Türklerden İslâm dini hakkında bilgi edinmek isteyenler, yakın çevrelerinde bulunan mescide giderek bu arzularını yerine getirmeye başladılar. Kuteybe b. Müslim hatta cuma namazlarına gelen yerli halka para bile dağıttı.60 Bu yolla onları İslâm dinini öğrenmeye teşvik etti. Görüldüğü gibi Kuteybe, Türkleri gerek fizikî, gerekse psiko-sosyal çevre bakımından İslâm'ı kabule hazır hale getirdi.
Türklerin, yeni sosyal oluşumu hiçbir tepki göstermeden kolayca kabul ettiklerini söylemek zordur. Bir takım insanlar Müslümanlarla bir arada yaşamak konusunda çok sert tepki göstermiş ve yerini yurdunu terk etmiştir. Buhârâ'nın önde gelenlerinden Mecûsî Kuskusân ailesi (Âl-i Kuskusa) bunlardandır. Buhârâ'ya sonradan yerleşip burada ticaretle uğraşan ve Buhârâlılar arasında saygın bir konuma sahip bulunan bu aile, antlaşma gereği evlerinin, bağ ve bahçelerinin yarısını Araplarla paylaşmayı reddettiler. Sonuçta Araplara karşı bir tepki olarak bütün gayri menkullerini terkedip Araplar'dan uzak yeni bir Mecûsî mahallesi kurdular.61 Fakat bu arada terk ettikleri yerlerin tam bir müslüman bölgesi haline gelmesine yol açtılar. Böylece Arapların egemenliğinde bulunan Maveraünnehir topraklarında Müslüman nüfus artarken, Mecûsî nüfusu azalmış oldu. Onların bu davranışı, belki de Mecûsîliğe bu bölgede en büyük darbelerden birini vurmuştur.62

Kuteybe, yeni Müslüman olanları sıkıntıya sokmamak için namazda Arapça'ya göre daha yatkın oldukları Farsça Kur'an okuyabileceklerini belirtmiştir. Arapça öğrenmek onlara ağır gelebileceğinden cemaatle namaz kılarken, rüku sırasında arkadan birisi yüksek sesle "bekünîta-Nekînetî, secde sırasında ise "Nekûniyâ-nekûnî" derdi. Onlar da ne yapacaklarını anlardı.63 Bu sözcüklerin, kullanılış biçiminde "ruku yapın" ve "secde edin." anlamına geldikleri anlaşılmaktadır. Kuteybe'nin böyle bir izni kendi kafasına göre değil, Müslüman din bilginlerinin fetvalarına göre verdiği muhakkaktır. Nitekim İmam Ebû Hanîfe namaz kılarken tam olarak metninin karşılığı olmak şartiyle Kur'an'ın Farsça okunabileceğini belirtmektedir. Fars Müslümanların Selmân el-Fârisî'den namazda okumak için Fatiha sûresinin Farsça mealini yapmasını istemelerini Ebû Hanîfe buna delil olarak göstermektedir.64

Maveraünnehir'de İslâmlaşma süreci, Kuteybe b. Müslim'in öldürülmesinden sonra bir süre kesintiye uğradı. Çünkü Kuteybe'deki karizmatik yapı, ardından gelen valilerde yoktu. Vekî' b. Ebî Sûd çok kısa bir müddet vali olarak kalabildiği için bölge üzerinde ne siyasî ne de dinî yönden varlık gösterme imkanı bulamadı.65 Ondan sonra vali atanan Yezid b. Mühelleb'e gelince, onun da ilk icraatı, bölgenin İslâmlaşması için çaba harcamak yerine aralarında bulunan düşmanlıktan dolayı Kuteybe b. Müslim'in memurlarını tutuklayıp hapsetmek ve işkenceye tabi tutmak oldu.66 Yezid b. Mühelleb'in valiliği süresince İslâm adına herhangi bir faaliyet içine girdiğini göremiyoruz.

Maveraünnehir'de İslâm'ın yaygınlaşması konusunda ikinci büyük adım, Ömer b. Abdülaziz'in hilafeti döneminde atıldı. Onun iş başına gelişine kadar Maveraünnehir'de pek çok insan Müslüman olmuştu. Rivayete göre bunlardan yirmi bin kadarı İslâm ordusu içinde, yine bir o kadarı da sivil toplum içinde yer almaktaydı.67 Halife Ömer b. Abdülaziz, Türklerin Müslüman olmasını her türlü çıkardan önemli gördü. İslâm dinini öğrenip kabul etmeleri için her türlü imkanı onların önüne serdi. Müslümanların eşitliği prensibini tam olarak uygulamaya koydu. Oysa 700 tarihinden itibaren Müslüman olanlar, bir takım ekonomik endişelerden dolayı gayrimüslimler gibi cizye denilen vergiyi ödemek zorunda bırakılmıştı. Durumu öğrenen Ömer b. Abdülaziz derhal bu uygulamanın sona erdirilmesi için emir verdi.68 Çünkü o, sosyo-politik hayatın tüm yönlerini İslâm kardeşliği ilkesine göre düzene sokmakta kararlıydı. Türklerden Müslüman olanlar için kullanılan "mevali" isminin siyasi, sosyal, ekonomik ve dini alanda ayrım nedeni olmasına kesinlikle izin vermedi. Onları Arap Müslümanlarla yiyecek, giyecek ve diğer harcamalarda eşit haklara kavuşturdu.69 Halife Ömer b. Abdülaziz, Horasan Valisi Cerrah b. Abdullah'a gayri müslim halkı İslâm'a davet etmesini ve kabul ederlerse onlardan cizye vergisini kaldırmasını emretti.70 Ayrıca Ömer b. Abdülaziz diğer Müslümanlar gibi, mevaliye de maaş bağlayıp Horasan yolu üzerinde onlar için hanlar yaptırdı.71
Ömer b. Abdülaziz, mevali ile Arap Müslümanların eşit şartlara sahip olmalarını sağlayacak bütün hususları düzene koymaya çalıştı. Ömer b. Abdülaziz'in bu davranışı Müslümanlar arasında üstün ırk anlayışını törpüledi; Müslüman mevalinin gönlünü kazandı. Mevali nazarında Müslüman Araplar işgalci konumundan çıkmaya başladı; aralarında din kardeşliği duygusu gelişti. Mevaliyi sömürmek sevdasında olanları bir tarafa bırakacak olursak, iki taraf arasındaki buzlar erimeye yüz tuttu.

Ömer b. Abdülaziz sadece mevalinin haklarını iade etmekle kalmadı, bunun yanı sıra mutlu azınlığın hukuka ters düşen işlerini de engellemeye çalıştı. Çünkü kardeşlik her konuda adalet esası üzerine kurulu bir idarî yapılanmayı gerektirmekteydi. Bu kişiler, ellerinde İslâm bilginlerinin haracî arazi olarak tanımladığı emlaktan bulunduğu halde vergisini ödememekteydiler. Ömer b. Abdülaziz onları bu vergiyi ödemeye mecbur etti. O daha ileri giderek bu kişilerin devletin gelirlerini istedikleri gibi kullanmalarının önüne geçti.72 Bu durum Ömer b. Abdülaziz'in çevresindeki mutlu azınlığın hiç hoşuna gitmedi. O, mutlu azınlığın zaman zaman yaptığı eleştirilere, Rabb'ine isyan etmekten korktuğunu vurgulayarak karşı koydu.73

Ömer b. Abdülaziz'in eşitlik politikası Türklerin İslâm dini hakkındaki kanaatlerini olumlu yönde etkiledi. Onlar ekonomik endişelerle kendilerine ikinci sınıf muamelesi yapanların bu davranışlarının İslâm dininden kaynaklanmadığını gördü. Ömer b. Abdülaziz'in topraktan çok gönüllerin fethine ağırlık vermesi kısa zamanda meyvelerini verdi. Sonuç itibariyle Müslüman olanların sayısı kat kat artmaya başladı. Gelişmelerden rahatsızlık duyan bazı kimseler, İslâm'ı yeni kabul edenlerin samimi olmadığını ve cizyeden kurtulmak için böyle bir yola başvurduğunu öne sürdü. Hatta bunlar, Halife Ömer b. Abdülaziz'e yeni Müslümanların samimiyetini ölçmek için sünnet olmak şartının getirilmesini teklif etti. Halife onların bu teklifini "Allah, Hz. Muhammed (s.a.s.) i sünnetçi değil, davetçi olarak gönderdi." diyerek geri çevirdi.74 Hatta Müslüman olan Türklere gayrimüslim muamelesi yapmakta ısrarını sürdüren, fitne ve fesat çıkarma eğiliminde olduklarını söyleyerek onların hakkından ancak kılıç ve kırbacın geleceğini belirten valisi Cerrah b. Abdullah'ı görevden aldı. Onun yerine Abdurrahman b. Nuaym'ı atadı.75

Ömer b. Abdülaziz, yalnızca ekonomik refah seviyelerini yükseltmenin ve İslâm dininin adalet ilkesini uygulamanın Türklerin İslâm dinini kabul edip uygulaması için yeterli olmayacağı düşüncesindeydi. O, imanın bir kabullenme ve inanma işi olduğunu çok iyi bilmekteydi. Bu nedenle Horasan Valisi'nin şahsında orduda bulunan Müslüman din bilginlerini İslâm'ı tebliğ etmeye ve mescidlerde konuşmalar yapmaya davet etti.76 Ömer b. Abdülaziz, İslâm bilginlerine büyük değer verdi. "Mümkünse bilgin ol, değilse bilginleri sev, bunu da beceremiyorsan onlara kin tutma"77 diyerek bu husustaki düşüncesini ortaya koydu. Yine "İlim zengin için bir süs, yoksul için bir yardımdır.'Onunla yardım istenilir.' demiyorum, ama o kanaat etmeyi öğütler." demekteydi.78
Ömer b. Abdülaziz'in İslâm bilginlerine iltifatı yerini buldu ve onları daha büyük bir gayretle harekete geçirdi. Nitekim Kur'an bilimleri üzerinde uzmanlaşmış bulunan Dahhak b. Müzahim; Merv, Buhârâ ve Semerkand'ı dolaşıp bu şehirlerde Türklere Kur'an bilimlerini öğretti. Kaynakların İslâm'a bütün içtenliğiyle bağlı olduğunu belirttiği Dahhak, yaptıklarının karşılığı olarak Türklerden hiçbir ücret almadı.79 Bu sayede Dahhak'ın davranış ve tutumları Türklere örnek oldu ve onun Kur'an hakkında verdiği bilgiler içi boş bir sözden ibaret kalmadı. Dahhak gibi daha nice bilginin, gerek Ömer b. Abdülaziz'in teşvikiyle, gerek kendi istek ve arzusuyla İslâm'ın anlaşılması ve yaşanması için çaba harcadığında şüphe yoktur.

T. W. Arnold'un Ömer b. Abdülaziz dönemi rahiplerinden Şamlı St. John'ın dinî tartışmalarla ilgili eserinden naklettiği bilgiden de Müslüman bilginlerin Türklerin İslâm dinini öğrenmesi için toplantılar düzenlediği, fikrî ve dinî tartışmalar yaptığı anlaşılmaktadır. Arnold'un verdiği bilgiye göre, St. John bu eserini Müslümanlarla yapacakları fikrî ve dinî tartışmalara Hıristiyanları hazırlamak gayesiyle yazmıştır. Bu kitabı "Eğer Müslümanlar sorarlarsa..., Eğer müslümanlar şunu derlerse... onlara şöyle cevap veriniz..." tarzında soru cevap metoduyla kaleme almıştır.80

Bütün bunların yanı sıra halkın içinde bulunduğu şartlar da, halkın İslâm dinini kabul etmesini kolaylaştırmaktaydı. Zira Maveraünnehir'de önemli bir nüfusa sahip olan Mecûsîlerden sanat sahipleri mecburen ateşi, toprağı ve suyu kirletmekteydi. Bundan dolayı Mecûsî inançlarından kaynaklanan kanun nazarında hor ve hakir görülmekteydiler. O yüzden bu insanlar, mensuplarını kardeş ilan eden ve onlara değer veren İslâm dinini herhangi bir baskıya maruz kalmaksızın kabul ettiler.81
3. İslâmlaşma Sürecinin Kesintiye Uğraması
Ömer b. Abdülaziz'in üç yıldan bile daha kısa süren hilafet müddeti içinde Maveraünnehir'in İslâmlaşma sürecinde büyük mesafe alması, yukarıda belirttiğimiz gibi, bazı kimseleri endişelendirmişti. Bunlar Ömer b. Abdülaziz'in ölümünü bir fırsat bilip Türklere ikinci sınıf muamelesi yapmak maksadıyla önceden olduğu gibi yeniden atağa geçti. Açıkçası bu kimseler İslâm'ın yayılmasından çok, bölgeyi sömürmeyi amaç edinmişti. Bunlar devletlerinin kuvvetli kalabilmesini sadece hazinenin dolu olmasına bağlı görmekte ve gelir kaynaklarının meşru olup olmadığına pek aldırış etmemekteydi. Fakat Maveraünnehir'deki Emevî yönetiminin bölgeyi sömürme arzusu başarızlığa uğradı. Maveraünnehir'de Müslüman oldukları halde gayrimüslim muamelesine tabi tutularak çifte standart uygulanmaları nedeniyle Türkler ayaklandı. Sonuçta Türgişler, Semerkand yakınına kadar sokulup askerî faaliyetlerde bulunmaya başladı.82 Diğer taraftan Arap ordusu içinde de huzursuzluk başladı; Yemen, Mudar ve Rebia kabileleri arasında çatışmalar vuku buldu ve bunlardan Yemenli kuvvetler cezalandırıldı.83
724 yılında Türgişler, Arapları Seyhun ötesinden Ceyhun yönünde sürüp onları uzun süre savunmada kalmaya mecbur etti. Bu durum Maveraünnehir'de Araplardan artık kurtulma zamanının geldiği kanaatinin belirmesine ve halkın Türgişleri bir kurtarıcı gibi görmesine sebep oldu.84 Horasan Valisi Esed b. Abdullah, 108/726 yılında Huttal'da Su-lu Kağan'ın karşısına dikildi, ancak hiçbir başarı elde edemedi. Üç sene ardarda Türgişlerle çarpışmasına ve ağır zayiatlar verdirmesine rağmen kontrolündeki Maveraünnehir şehirlerine onların yürüyüşlerini durduramadı.85 Maveraünnehir, tümüyle Emevîlerin elinden çıkacak noktaya geldi. Emevî halifeleri bölge valilerini Türklerin ayaklanmasını bastırmakta başarısızlığa uğradıkları için sık sık değiştirmek zorunda kaldı. Ancak Emevîlerin tüm çabaları boşa çıktı.

728 yılında Eşres b. Abdullah, Türklerin yeniden güvenini kazanmak için onların büyük saygı duyduğu Ebu's-Sayda Salih b. Tarîf'i86 ve Rebî' b. İmran et-Temîmî'yi Maveraünnehir'e gönderdi.87 Bu arada Ebu's-Sayda'nın Maveraünnehir'e gitmesinin bir şartı olarak öne sürdüğü gayrimüslimlerin ödemek zorunda olduğu cizye vergisini Müslüman olanlardan kaldırmayı kabul etti.88 Ebu's-Sayda'nın Türkler arasındaki girişimleri olumlu sonuç verdi. Fakat Eşres bu insanların vergiden kurtulmak için Müslüman olduklarına hükmederek, daha önce Cerrah b. Abdullah'ın yapmak istediği gibi, Türklerin sünnet olma, farzları uygulama ve Kur'an'dan bazı sûreleri öğrenme gibi bir takım şartları yerine getirmelerini istedi. Fakat Türkler, daha ileri giderek bu şartları kabul ettiklerinin bir belirtisi olarak cami de inşa ettiler.89 Ne var ki Eşres, Türklerin bütün çabalarına rağmen vergi ödemekle yükümlü olanların Müslüman olsalar dahi, bunu ödemeye devam etmelerini isteyerek Ebu's-Sayda'ya verdiği sözü bir kenara attı.90 Eşres, söz konusu verginin Müslümanların kuvvetini artıracağını savundu.91 Eşres b. Abdullah'ın tutarsızlığına tepki gösteren Türkler, Eşres'e "kurbağa" lakabını taktı.92 Sir Derya bölgesinde karargah kurdular. Kaynaklarda, bu olaydan bahsedilirken "Maveraünnehir halkı küfre döndüler."93 ifadesi kullanılmaktadır. Bu arada Ebu's-Sayda ve arkadaşları Eşres'in komutanları tarafından Türklere yardımcı olduğu için tutuklandı.94

Çıkan çatışmalarda Türkler karşısında tutunamayan Eşres, Maveraünnehir'i kendi haline bırakıp Merv'e döndü. Onun bu davranışına canı sıkılan Halife Hişam b. Abdülmelik, Eşres'i görevden alıp yerine 729 yılında Cüneyd b. Abdurrahman'ı tayin etti.95 Fakat Cüneyd de Türkler karşısında kalıcı bir başarı gösteremedi. Bu arada İslâmî yapılanma noktasında açılan yaraların, Emevî iktidarının valileri tarafından iyileştirilmesi hayli zorlaştı. Yine de olan bitenin kendilerine neye mal olduğunun anlayamayan valiler, Arap-mevali ayrımına "dur" demenin gerektiğini fark edemedi.

Araplara karşı savaşmalarına rağmen Türkler, onların içinden İslâmî değerlere bağlı olan ve Allah'ın hoşnutluğunu her türlü çıkarın üstünde tutan Müslüman Araplara karşı, savaş ortamında bile sevgisini saygısını göstermiştir. Abdullah b. Havzân el-Cehdamî bunlardandır. 730 yılında gerçekleşen Şi'b olayında Müslümanlar, Türgiş desteğindeki yerli halk tarafından iyice sıkıştırılmıştı. Bu sırada karşı tarafın komutanı Abdullah b. Havzân'ı, tercümanı aracılığıyla kendilerine katılmaya davet etmiştir. Rivayete göre ona "Gel, aramıza katıl. Taptığımız putları terk edip sana tapalım." demiştir. Hiç şüphesiz Abdullah, bu teklifi bir Müslüman olarak üzerinde düşünmeye bile gerek duymadan geri çevirmiş ve "Ben zaten putları terk edip yalnızca Allah'a ibadet etmeniz için sizinle savaşıyorum." cevabını vermiştir. Abdullah bir süre sonra iki taraf arasında çıkan bir çatışmada şehit olmuştur.96 Bu olay Türklerin, samimi Müslümanlara karşı olan sevgi ve saygılarını savaş ortamında bile kaybetmediklerini açıkça göstermektedir.
735 yılında Horasan valiliğine getirilen Esed b. Abdullah'a Buhâr-hudât Tuğşâde, memleketinde ortaya çıkan bir kimsenin telkinleriyle birçok insanın İslâm'ı kabul eder göründüklerini, fakat gerçekte Müslüman olmadıklarını bildirdi. Şehirde terör estirmek ve cizyeden kurtulmak; böylece hükümeti zora sokmak hevesinde olduklarını öne sürdü. Narşahî'ye göre; gayrimüslim olduğu hâlde Müslüman görünen Buhâr-hudât Tuğşâde'nin sözlerini ciddiye alan Vali, Buhârâ Amili Şerîk b. Hureys'den bu kişileri tutuklayıp Buhâr-hudât'a teslim etmesini istedi. Mescidde toplanan dört yüz kadar yeni Müslüman, yüksek sesle şehadet getirdikleri halde, Tuğşâde tarafından boyunları vurulduktan sonra asıldı. Tuğşâde, yeni Müslüman olanlardan geride kalan kısmını Horasan Valisi'ne gönderdi.97 Esed'e gönderilen bu insanlar, herhangi bir zulüm ve işkenceyle karşılaşmaksızın Müslüman olarak hayatlarını devam ettirdi. Tuğşâde'nin ölümünden sonra ise yurtlarına döndü.98 Her ne kadar Merv'de bulunan Müslüman Türkler, hoşgörü ortamı içinde hayatlarını sürdürmüşlerse de, yurtlarından uzak kaldı. Bu arada kendileri gibi Müslüman olan pek çok kimse de acı feryatlar arasında öldürüldü.
4. İslâmlaşma Sürecinde Emevî Karşıtlarının Rolü
Maveraünnehir'deki Türklerden kimileri, bu kadar zulme ve Müslüman olmaları konusunda çıkarılan engellere rağmen İslâm dinini kabul etmişlerdir. Dolayısıyla onlar, birilerinin iddia ettiği gibi vergiden kurtulmak için bu işi yapmamışlardır. Çünkü yukarıda görüldüğü gibi vergiden kurtulma şansına da sahip olamamışlardır. Tam tersine Müslüman olmanın bedelini zaman zaman canlarını vererek ödemişlerdir. İşte bu noktada resmî kurumların uygulamasını doğru bulmayan ve İslâm'ı din olarak benimseyenler arasında ayrım yapılmasından rahatsızlık duyan bazı samimi Müslümanların devreye girdiğini görmekteyiz. Halkın İslâmlaşmasında, bunların önemli rol oynadığı anlaşılmaktadır. Çünkü bu Müslümanların, idarecilerin yaptıklarını İslâm dininin uygun görmediğini, Kur'an'ın bütün inananları kardeş ilan ettiğini ve onların arasında hiçbir ayrım yapılamayacağını Türklere anlattıkları ortaya çıkmaktadır.

Bu Arap Müslümanlar sadece Türklerin İslâmlaşması için değil, aynı zamanda yönetimin değişmesi için de çaba göstermişlerdir. Dolayısıyla Buhârâ ve Semerkand gibi şehirlerdeki Müslümanların kin ve nefreti İslâm dinine karşı olmaktan öte yönetime yönelmiştir. Bu kişiler daha ziyade Haşimî ve Abbasî taraftarları olarak ön plâna çıkmıştır.

729-747 yılları arasında Haşimoğulları adına gizlilik içinde davete başlayan Süleyman b. Kesîr el-Huzâî, el-Alâ b. Hureys, Malik b. Heysem, Mûsa b. Ka'b, Halid b. Heysem, Talha b. Züreyk, Nadr b. Sabîh ile Şerîk b. İsa Türklerin İslâm'ı kabulünde pay sahibi olan kimselerdendir.99 Her biri meslek sahibi olan davetçiler, ticaret ve hac bahanesiyle her tarafı dolaşmışlardır.100 Nitekim bu insanlar, Maveraünnehir'in birçok yerinde faaliyette bulunmuşlardır.101 Ancak Esed gibi bir takım valiler, sıkı takip sonucunda ele geçirebildiği yönetim karşıtlarını, caydırıcı olması için ellerini ayaklarını kesip asmıştır. O nedenle bu kişiler, davetlerini çok gizli yapmak durumunda kalmıştır.102
734-746 yılları arasında Emevî yönetimine karşı savaşan Haris b. Süreyc ve onun taraftarlarından Muhammed b. Fadl b. Atıyye (ö. 796) de Maveraünnehir bölgesinin İslâmlaşması için çaba harcayan kimselerdendir. Bunlardan Haris b. Süreyc, Kur'an ve sünnetin uygulanmasından başka hiçbir isteği olmadığını belirterek Emevîlerin 739 yılında atanan son Horasan Valisi Nasr b. Seyyar'ın Maveraünnehir'e kendisini yönetici atama isteğini ve bir defasında yüz bin, bir diğerinde ise üç yüz bin dinar teklifini geri çevirmiştir.103 Böyle bir liderin taraftarı olan ve Buhârâ'nın Şerefden köyüne yerleşip geçimini çiftçilik yaparak temin eden Muhammed b. Fadl, halkın İslâm dinini öğrenmesi için büyük gayret göstermiştir.104 Hatta İsa b. Musa Guncâr105 ve Ebû Hafsi'l-Kebîr106 gibi tanınmış Maveraünnehirli din bilginlerinin yetişmesine katkıda bulunmuştur.

Böylece Maveraünnehirliler, İslâm dini hakkında sadece resmî devlet yetkililerinden değil, aynı zamanda yönetim karşıtlarından da bilgi alma fırsatına erişmişlerdir. Bu nedenle neyin İslâm'a uygun olup, neyin olmadığını daha iyi görebilme imkanını elde etmişler ve yönetimdeki Müslümanların yaptıkları hataların İslâm dininden kaynaklanmadığını görmeye başlamışlardır.
5. İslâmlaşma Sürecine Devlet Yetkililerinin Yeniden Katkıda Bulunması
Horasan Valisi Nasr b. Seyyar, artık baskıyla bir yere varılamayacağını anlayıp, yukarıda sözünü ettiğimiz Haris b. Süreyc'in desteğini kazanma çabasının yanı sıra başka bir takım ıslah girişimlerinde daha bulunmayı gerekli gördü. Türklerle daha yakın ilişkiler kurabilmek için kızını Buhâr-hudât Tuğşâde ile nişanladı. Tuğşâde ise, Kârîk Aleviyyân denilen Yukarı Hunbûn arazisini ona bağışladı.107 Nasr, daha önce Kuteybe b. Müslim'in yaptığı gibi ordusu içinde Türklere de yer verdi.108

Maveraünnehirli Müslüman Türklerin, Müslüman Araplarla aynı cephede omuz omuza çarpışmalarının, aralarındaki düşmanca tutumun sıcak ilişkiye dönüşmesinde hiç şüphesiz büyük etkisi olmuştur. Yine Nasr, yıllarca Müslüman Türklerle aralarında sorun olan ganimetlerin paylaşımını adalet ve kardeşlik esası üzerine yeniden düzenlemiştir. Nasr'ın bu davranışı; Müslüman Türkleri ikinci sınıf Müslüman muamelesine tabi tutulmaktan kurtarmıştır. Ayrıca Arap ve Türk Müslümanlar arasında kurulan samimi ilişkilerin gelişmesine, dolayısıyla Türklerin İslâm dinini daha iyi öğrenip uygulamalarına yardımcı olmuştur.

Nasr'ın en önemli icraatı; her zaman Maveraünnehirli Türkleri zora sokan cizye ve haraç konusunda İslâmî prensipleri esas almasıdır. Bu sorunu çözmek için Mansur b. Ömer b. Ebi'l-Harkâ'yı görevlendirerek kendisinden haraç ve cizye vergisi alınan Türklerin ona başvurmasını istedi. Sonuçta bir hafta içinde otuz bin kadar Müslüman Türk'ün cizye ve haraç ödeme yükümlülüğü kaldırıldı.109 Böylelikle ırkçı politika terk edilmeye başlanmış ve Müslümanlar arasında eşitlik ve adalet ilkelerinin hakim kılınması için önemli bir adım atılmıştır.
6. Maveraünnehir'in İslâm Merkezi Olması
Abbasîlerin iktidara gelişinden (750) sonra, Maveraünnehir bir İslâm merkezi olma yoluna girdi. İlk dinî bilgilerin verildiği okullar olan küttaplar, evler ve mescitler Türklerin İslâm'ı öğrendiği yerler haline geldi. İslâmî ilimlerde kendini yetiştirmek isteyenler küttaptan sonra ev ve mescitlerde İslâm bilginleri tarafından verilen derslere katıldı. Bunun ardından ise istekli olanlar Mekke, Medine, Bağdat, Kûfe ve Basra gibi diğer ilim merkezlerine giderek bilgilerini artırdı. Bu sayede Maveraünnehir'de çok değerli İslâm bilginleri yetişti. Bu arada diğer İslâm şehirlerinden de Maveraünnehir'e bilginler geldi. Bunlardan bazıları burada yerleşti. Ubeyde b. Bilal et-Temîmî (ö.777)110 ve Ebû Hafs Mansur b. Nu'man er-Rib'î el-Yeşkurî Basra'yı terk edip Maveraünnehir'e yerleşen İslâm bilginlerindendir. 111 Bu dönemden itibaren kaynaklarda haklarında bilgi verilen, gerek Türk gerekse Arap olsun Maveraünnehir'de faaliyet gösteren İslâm bilginlerinin sayısının çok arttığı görülmektedir.112

İslâm dininin VIII. yüzyılın ikinci yarısında Maveraünnehir'de tam olarak yerleştiğinin bir göstergesi olarak İslâm dışı grupların bile davalarını halka kabul ettirebilmek için İslâmî öğretilerden yararlanma yoluna gitmeye başladığı görülmektedir. Bunlar, sahip oldukları inançları İslâm diniyle uzlaştırma ihtiyacı duymuştur. 160/776 yılından sonra Herat yakınında bulunan Fûşenc'te Halife Mehdî'nin askerleri karşısında başarı kazanamayan ve çareyi Buhârâ'ya kaçmakta bulan Yusuf b. İbrahim el-Berm bunlardandır.

Başlangıçta Haricî zihniyetine sahip olan Yusuf el-Berm, Maveraünnehir'de daha çok yarı Müslüman, yarı Mecûsî bir yapı arz eden Hurremdin taraftarı görüntüsü vermeye başladı. Frye, Yusuf el-Berm'in aşırı bir Haricî mi, yoksa uzlaşmacı bir gayrimüslim mi olduğu hakkında görüş belirtmenin güç olduğunu vurgulamaktadır. Ancak Maveraünnehir'de takındığı tavır onun daha çok uzlaşmacı bir gayrimüslim olduğu kanaatini kuvvetlendirmektedir. Yusuf el-Berm, Maveraünnehir'de bir yıl kadar faaliyet gösterdikten sonra Sistan'a gitmiştir.113

Halife Ebû Ca'fer Mansur zamanında (754-775) ortaya çıkan ve Maveraünnehir'de taraftarları olan Mukanna' da Yusuf el-Berm gibi, İslâm dininin temel prensiplerine kendi inanç sistemi içinde yer verdi. Kendisinin bütün alemin ilahı olduğunu; sırasıyla Hz. Adem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Muhammed ve Ebû Müslim kimliğine büründükten sonra Mukanna' olarak ortaya çıktığını iddia etmekteydi. Çevre vilayetlere gönderdiği mektuplarına şöyle başlıyordu: "Kendisinden başka ilah olmayan; Adem, Nuh, İbrahim, İsa, Musa, Muhammed ve Ebû Müslim'in ilahı olan Allah'a hamd ederim... Her kim bana uyarsa cennete, uymazsa cehenneme girer..."114 Ancak Mukanna' taraftarları Ebû Müslim'in Hz. Muhammed'den daha üstün olduğuna inanmaktaydılar.115 Görüldüğü gibi Mukanna', İslâmî değerlerle tenasüh inancının116 karışımı bir din ortaya atmıştır.

VIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Maveraünnehir şehirlerinin üstünlüğü üzerine hadisler bile nakledilmeye başlandı.117 Bu hadislerin doğru olup olmadığı bir yana, Maveraünnehir'in üstünlüğünün tespitinde ölçü olarak hadislerin kullanılır hale gelmesi dikkat çekicidir. Bu durum İslâmî değerlerin Maveraünnehir'de ne derece önem kazandığını açık seçik ortaya koymaktadır.
Maveraünnehir'e gelen ilk Müslümanlardan sayabileceğimiz tabiinden birçok insanın kabrinin bulunduğu Buhârâ'nın Nur köyünü ziyaret edenlerin, bir hac sevabı alacağı inancının halk arasında yaygın olması, Türklerin İslâm'ı ne denli içten kabullendiğini gösteren en tipik örneklernden birisidir. Buraya halk tarafından Buhârâ'nın nuru adı verilmekteydi.118 Bu köye "Nur" adının verilmesinin söz konusu Müslümanların burada mezarının bulunmasından kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Bu olay, Türklerin Müslüman Araplara artık işgalci gözüyle bakmayıp, onları birer din büyüğü ve kahraman olarak gördüklerini ortaya koymaktadır. Bu durum yerli halk ile Araplar arasında dinî ve kültürel birliğin sağlandığını göstermektedir.

VIII. yüzyılın sonlarına doğru Maveraünnehir şehirleri İslâmî bilimler alanında Bağdat, Basra, Kûfe ve Medine gibi şöhrete kavuşmuştur. Müslüman Türk din bilginleri İslâm'ı öğrenmekten ziyade, öğreten kişiler durumuna gelmişlerdir. Deyim yerindeyse Arap Müslümanlar, geçmişin Mecûsîlerinden, Budistlerinden İslâm dinini öğrenmeye başlamışlardır. İmam Buhârî'nin (ö.870) dedesi bir Mecûsî iken Yemân el-Cu'fî'nin girişimleriyle Müslüman olmuştu.119 İmam Buhârî, atalarının dini üzerine bir sünger çekmiş ve İslâmî ilimler sahasında tahsil yapmıştır. Bir sahabî misali İslâm'ı yaşamaya başlamıştır. Onun haram ve helal konusundaki titizliği kaynaklarımıza konu olmuştur.120 Aynı şekilde ed-Dârimî (ö.869), Müslim (ö.875) ve Tirmizî (ö.892) vb. büyük İslâm bilginleri de İmam Buhârî gibi Maveraünnehir'den yetişmiş ve İslâm'ın öğrenilmesi için büyük hizmetlerde bulunmuştur.



1 Yâkût, V, 45. Ebu'l-Fidâ, s. 483; Firdevsî, II, 46; Minorsky, 108 vd.
2 Strange, 476 vd.; Parmaksızoğlu, 333.
3 İzgi, 633 vd.
4 Bkz. Narşahî, 18-21.
5 Bkz. Muhammedcanov, 34 vdd., 41 vdd.; Barakaev, 13 vdd.
6 Haussig, 33.
7 Bkz. Taberî, I, 455 vd.; Firdevsî, I, 387; II, 6, 34.
8 Ögel, "Wu-sun'lar", 269.
9 Bkz. Haussig, 33 vdd.
10 Günaltay, 11 vdd.
11 Frye, Bukhara, 5; Ross, 354.
12 Müfit, 70.
13 Eberhard, 168.
14 Ögel, "Eski Orta Asya Kabileleri", 261; İzgi, 635.
15 Ögel, Hun İmparatorluğu, I, 479.
16 Günaltay, 13.
17 Eberhard, 105.
18 Yâkût, V, 45.
19 Belâzurî, 585.
20 İzgi, 636.
21 Frye, Persia, 38.
22 Eberhard, 170 vd.
23 Kowalski, 298.
24 "Ak-Hunlar", 333 vd.
25 Kowalski, 291.
26 Kafesoğlu, 171 vd.
27 Kayabalı-Arslanoğlu, 102.
28 Salman, 64.
29 Sümer, 61.
30 Kafesoğlu, 184.
31 Sümer, 11; Genç, 61.
32 Hasan, 2.
33 Parmaksızoğlu, 333.
34 Bunlar, Ukrayna dilinde Çumak şeklinde geçen bu kelime, arabayla ticaret yapan zümre olarak tanımlanmaktadır. Z. V. Togan, 50.
35 N. Togan, 37 vd., not: 20.
36 Chavannes, 345.
37 Şehristânî, I, 651 vd.
38 Bkz. Kurt, 224.
39 Wambery, 53.
40 Barthold, Four Studies, 14, 90.
41 Sem'ânî, I, 123; İbnü'l-Esîr, el-Lübâb, I, 41 vd., 47.
42 Sem'ânî, I, 123.; İbnü'l-Esîr, el-Lübâb, I, 41 vd., 47.
43 Taberî, V, 297; İbn Kesîr, VIII, 72.
44 Bkz. Taberî, V, 298; Narşahî, 62.
45 Belâzurî, 545; Yâkût, I, 355.
46 Şeşen, 6.
47 Belâzurî, 545; Yâkût, I, 355.
48 Bkz. İbn A'sem, II, 317; Narşahî, 62-65; Taberî, V, 306; Belâzurî, 597-600.
49 Taberî, VII, 55.
50 Nesefî, Buhârâlıların şehrin Kuteybe b. Müslim tarafından fethedilmesi sırasında Müslüman olduğunu vurgulayan bir rivayet nakletmektedir. Buna göre, Kuteybe b. Müslim'in şehri kuşattığını gören Buhârâ Dihkanı (Buhâr-hudât), ona Huştiyâr adlı Mecûsî din adamını göndermiştir. Buhâr-hudât, Kuteybe'ye bu din adamına İslâm'ın hak din olduğunu ispatlaması halinde halkıyla birlikte Müslüman olacağını, aksi takdirde kendisiyle savaşacağını bildirmiştir. Huştiyâr, Kuteybe'yi dinleyince İslâm'ın hak din olduğu kanaatine varmış ve Müslüman olmuştur. Bunu haber alan Buhâr-hudât, Müslümanların kontrolunda olmayan Türk şehirlerine kaçmış, ancak halkı Müslüman olmuştur. Bkz. Nesefî, 201 vd. Gerek Kuteybe b. Müslim ve gerekse daha sonraki valiler döneminde İslâm dininin kabulü hususunda ortaya çıkan sıkıntılar dikkate alındığında, bu rivayetin doğruluğu konusunda ihtiyatlı olmak gerektiği kanaatindeyiz.
51 Kitapçı, "Aşağı Türkistan'ın Diğer Şehirlerinde İslâmiyet", s. 54.
52 Bkz. Taberî, VI, 432; İbn Kesîr, IX, 80.
53 Bkz. İbn A'sem, IV, 163 vd.
54 Narşahî, 24.
55 Brockelmann, I, 166.
56 Narşahî, 80; Kitapçı, İlk Türk Hükümdarları, 104.
57 Narşahî, 50, 80.
58 Bkz. İbn A'sem, IV, 166 vdd.; Taberî, VI, 472-481, 483; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, Beyrut, 1965, IV, 571, 581.
59 Frye, Persia, 104.
60 Bkz. Narşahî, 32, 73 vd, 80 vd.
61 Narşahî, 50.
62 Kitapçı, "Buhârâ'da İslâmiyet'in Yayılışı ve Yerleşmesi", 52.
63 Narşahî, 74.
64 Serahsî, I, 37.
65 İbn A'sem, IV, 208.
66 İbn A'sem, IV, 210.
67 Taberî, VI, 559; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, V, 50 vd.
68 Arnold, 134.
69 İbn Sa'd, V, 375.
70 İbn Sa'd, V, 386.
71 Belâzurî, 622; İbn Sa'd, V, 345; Arnold, 134.
72 İbn Abdi'l-Hakem, 125.
73 İbn Sa'd, V, 381.
74 Taberî, VI, 559; İbnü'l-Esîr, V, 51.
75 Taberî, VI, 560.
76 Bkz. İbn Abdilhakem, 68.
77 İbn Abdilhakem, 113.
78 İbn Abdilhakem, 146.
79 İbn Hibban, 194; Sem'ânî, V, 657.
80 Arnold, 135.
81 Arnold, 296, 299 vdd.
82 Bkz. Taberî, VI, 608-614.
83 Taberî, VII, 30 vdd.
84 Kafesoğlu, 185.
85 Bkz. İbn A'sem, IV, 306.
86 İbn Haldun, bu ismi Salih b. Zarîf seklinde kaydetmektedir. Bkz. İbn Haldun, III, 87. Bunun
bir yazım hatası olduğu kanaatindeyiz.
87 Kitapçı, Türkler, 220 vd.
88 Taberî, VII, 54; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, V, 147; İbn Haldun, III, 87.
89 İbn Haldun, III, 87; Nuveyrî, XXI, 408.
90 Taberî, VII, 55.
91 İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, V, 147.
92 Taberî, VII, 52.
93 Taberî, VII, 56; Nuveyrî, XXI, 408 vd.
94 Taberî, VII, 56.
95 Taberî, VII, 67; İbn A'sem, IV, 307.
96 Bkz. Taberî, VII, 74.
97 Narşahî, 87.
98 Narşahî, 88; Kitapçı, İslâmiyet'in Yayılışı ve Türkler, 256 vdd.
99 Ya'kûbî, II, 319; Taberî, VII, 353, 363; Ahbâru'd-Devleti'l-Abbâsiyye, 278.
100 Vloten, 57; Abâdî, 22.
101 Dîneverî, 336.
102 Ya'kûbî, II, 319.
103 Taberî, VII, 309 vd., 331; Nuveyrî, XXI, 510, 524.
104 Sem'ânî, III, 416; Zehebî, Mîzânü'l-İ'tidâl, IV, 7; Hatîb el-Bağdâdî, III, 147-152.
105 İbn Ebî Hâtim, VIII, 56 vd.; Ukaylî, IV, 120 vd.; Zehebî, Mîzânü'l-İ'tidal, IV, 6.
106 İbn Ebi'l-Vefâ, II, 553.
107 Narşahî, 89.
108 Bkz. Nuveyrî, XXI, 428; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, V, 236; İbn Haldun, III, 97.
109 İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, V, 236.
110 İbn Mâkûlâ, VI, 51; Sandıkçı, 458.
111 Zehebî, Mîzânü'l-İ'tidal, IV, 188.
112 Kurt, 285-349.
113 Taberî, VIII, 124; Frye, Persia, 129 vd.
114 Narşahî, 95.
115 İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, VI, 39; Narşahî, 24; Balyaev, 233.
116 Taberî, VIII, 135.
117 Bkz. İbnü'l-Cevzî, II, 58-61.
118 Narşahî, 27.
119 Zehebî, Siyer, XII, 392.
120 Bkz. Zehebî, Siyer, XII, 392, 447
"Ak-Hunlar", (Yazarı belli değil), Türk Ansiklopedisi, I, 333 vd. Abâdî, Ahmed Muhtar, Fi't-Tarîhi'l-Abbâsî ve'l-Endelüsî, Beyrut, 1972. Ahbâru'd-Devleti'l-Abbâsiyye, (III. /IX. yüzyıla ait, yazarı bilinmiyor).
Arnold, T. W., İntişar-ı İslâm Tarihi, çev. Hasan Gündüzler, Ankara, 1971.
Balyaev, E. A., Arabs, Islams and the Arab Caliphate, Rusçadan çev. Adolphe Gourevitch, Jerusalem, 1969.
Barakaev, Haydarov, Buhârâ Tarihi (Eng Kadimgi Davrlardan Ulug Oktyabr Inkilabigaça), Taşkent, 1992.
Barthold Vasiliy Viladimir, Four Studies On The History Of Central Asia, çev. T. Minorsky, Leiden, 1962.
Barthold-Köprülü, İslâm Medeniyeti Tarihi, Ankara, 1984. Belâzurî, Futûhu'l-Buldân, çev. M. Fayda, Ank., 1987.
Brockelmann, Carl, Tarîhu'ş-Şuûbi'l-İslâmiyye, (I-V), çev. Nebih Emin Faris, Münir el-Baalbekî, Beyrut, 1948.
Chavannes, Edvard, Documents Sur Les Tou-Kiue (Turcs) Occidentaux, Paris, 1990. Dîneverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, thk. Abdülmün'im Amir, Kahire, 1960.
Eberhard, Wolfram, "Çin Kaynaklarına Göre Orta ve Garbî Asya Halklarının Medeniyeti", çev. Mecdut Mansuroglu, Türkiyat Mecmuası, 7-8, (1942), s. 125-189.
Ebu'l-Fidâ, Takvîmu'l-Buldân, tsh. M. Reinaud-M. Le Baron Mac Guckin de Slane, Paris, 1840.
Firdevsî, Şehname, (I-IV), çev. Necati Lugal, İst., 1945-55.
Frye, Richard Nelson, Bukhara The Medieval Achievement, Norman, 1965.
Frye, Richard Nelson, The Golden Age Of Persia, London, 1988.
Genç, Reşat, "Türgişler", Türk Ansiklopedisi, Ank., 1980, XXXII, 61 vdd.
Günaltay, M. Şemsettin, Müslümanlığın Çıktığı ve Yayıldığı Zamanlarda Orta Asiyanın Umumi Vaziyeti, Ank., trz.
Hasan, S. A., "The Expansion of Islam Into Central Asia and the Early Turco-Arab Contacts", I. C., XLIV, 1, (January, 1970), s. 1-8.
Hatîb el-Bağdâdî, Târîhi Bağdad ev Medîneti's-Selâm, (I-XIV), Beyrut, trz.
Haussig, Hans Wilhelm, İpek Yolu ve Orta Asya Kültür Tarihi, çev. Müjdat Kayayerli, Kayseri,
İbn A'sem, el-Futûh, (I-IV), Beyrut, 1987.
İbn Abdi'l-Hakem, Sîreti Ömer b. Abdilaziz alâ mâ Revâhu'l-İmam Malik b. Enes ve Ashâbuh, tsh. ve tlk. Ahmed Udeyd, Dimeşk, 1954.
İbn Ebî Hâtim, Kitâbu'l-Cerh ve't-Ta'dil, (I-IX), Beyrut, 1952.
İbn Ebi'l-Vefâ, el-Cevâhiru'l-Mudiyye Fî Tabakâti'l-Hanefiyye, (I-II), Haydarabat-Dekkan, trz.
İbn Haldun, el-İber, (I-VII), Beyrut, 1979.
İbn Hibban, Kitâbu Meşahîri Ulemâi'l-Emsâr, Mekke, trz.
İbn Kesîr, el-Bidaye ve'n-Nihaye, (I-XIV), Kahire, trz.
İbn Mâkûlâ, el-İkmal, (I -VII), thk. Abdurrahman b. Yahya el-Muallemî el-Yemenî, Haydarabat, 1962.
İbn Nedim, el-Fihrist, haz. Gustav Flügel, Beyrut, 1964.
İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-Kübrâ, (I-IX), Beyrut, trz.
İbnü'l-Cevzî, Kitâbu'l-Mevzuât, thk. Abdurrahman M. Osman, Medine, 1966.
İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, (I-XI11), Beyrut, 1965.
İbnü'l-Esîr, el-Lübâb Fî Tehzîbi'l-Ensâb, (I-III), Beyrut, 1980.
İzgi, Özkan, "Orta Asya'nın Türkleşmesi", İst. Ün. Ed. Fak. Tarih Ens. Der., S. 12 (1981-82), Prof. Dr. Tayyib Gökbilgin Hatıra Sayısı, 627-640.
Kafesoğlu, İbrahim, "Türkler", İslâm Ansiklopedisi, (M. E. B. ), İst., 1988, XXII-II, 167-251.
Kayabalı, İsmail-Cemender Arslanoğlu, "İslâmlıktan Önceki Devirlerde Türk Kültür ve Uygarlığı", Diyanet Gazetesi, (Ordu Özel Sayısı, 3) 1. 7. 1973, 102-105.
Kitapçı, Zekeriya, "Bugünkü Türk ve İslâm Şehri Buhârâ'da İslâmiyet'in Yayılışı ve Yerleşmesi", Milli Kültür, I, 3, (Mart 1977), s. 51-55.
Kitapçı, Zekeriya, "Kuteybe b. Müslim Devrinde Aşağı Türkistan'ın Diğer Şehirlerinde İslâmiyet", Türk Dünyası Araştırmaları, S. 29, (Nisan, 1984), s. 52-71.
Kitapçı, Zekeriya, Orta Asya'da İslâmiyet'in Yayılışı ve Türkler, Konya, 1994.
Kitapçı, Zekeriya, Türkistan'da Müslüman Olan İlk Türk Hükümdarları, İstanbul, 1988.
Kowalski, Tadeusz, "Şehnamede Türkler", çev. Harun Güngör, Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1, (Kayseri, 1983) s. 289-300.
Kurt, Hasan, Orta Asya'nın İslâmlaşma Süreci, Ankara, 1998.
Minorsky, V., "Turan", İslâm Ansiklopedisi, (M. E. B. ), İstanbul, 1980, XII-II, 107 vdd.
Muhammedcanov, Abdullah, Kadimgi Buhârâ, Taşkent, 1991.
Müfit, Arif, İran'ın Tarih ve Arkeolojisi (En Eski Zamanlardan Sasanilerin Sukutuna Kadar), İstanbul, trz.
Narşahî, Târîhu Buhârâ, thk. Emin Abdülmecid Bedevî, Nasrullah Mübeşşir et-Tırâzî, Mısır, trz. Nesefî, el-Kand Fî Zikri Ulemâi Semerkand, tkd. Nazar Muhammed el-Faryabî, Suudi Arabistan, 1991.
Nuveyrî, Nihâyetü'l-Ereb Fî Funûni'l-Edeb, thk. M. C. Abdu'l-Âl el-Hînî, Kahire, 1984.
Ögel, Bahaeddin, "Çin Kaynaklarına Göre Wu-sun'lar ve Siyasî Sınırları Hakkında Bazı Problemler", A.Ü.D.T.C.F.D. VI, 4, (Eylül-Ekim 1948), 269.
Ögel, Bahaeddin, "Eski Orta Asya Kabileleri Hakkında Araştırmalar", A.Ü.D.T.C.F.D., XV, 1-3, (Mart-Haziran-Eylül 1957), 261.
Ögel, Bahaeddin, Büyük Hun İmparatorluğu, Ank., 1981.
Parmaksızoğlu, İsmet, "Mâverâünnehr", T. A., Ank., 1980, XXIII, 333 vd.
Ross, Sir Edvard Denison, "Bukhara", Encyclopedia Britannica, London, 1953.
Salman, Hüseyin, "Sarı ve Kara Türgişler Meselesi", Türk Dünyası Araştırmaları, 61, (Ağustos 1989), 61-70.
Sandıkçı, Kemal, İlk Üç Asırda İslâm Coğrafyasında Hadis, Ankara, 1991.
Sem'ânî, el-Ensâb, tlk. Abdullah Ömer el-Barudî, Beyrut, 1988. Serahsî, Kitâbu'l-Mebsût, Beyrut, trz.
Strange, Guy Le, Buldânu'l-Hilâfeti'ş-Şarkiyye, İngilizceden çev. Beşir Francis ve Korkis Avvad, Beyrut, 1985.
Sümer, Faruk, Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri-Boy Teşkilatı-Destanları, Ank., 1935.
Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihal, thk. Muhammed b. Fethullah Bedran, Kahire, trz. 508
Şeşen, Ramazan, İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, (İbn Havkal, Sûretü'l-Arz adlı eserin kısmen çevirisi), Ankara, 1985.
Taberî, Târîhu'r-Rusül ve'l-Mulûk, (I-X), thk. M. E. İbrahim, Kahire, trz.
Togan, Nazmiye, "Peygamberin Zamanında Şarkî ve Garbî Türkistan'ı Ziyaret Eden Çinli Budist Rahibi Hüen-Çang'ın Bu Ülkelerin Siyasî ve Dinî Hayatlarına Ait Kayıtları", İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, IV, 1-2, (1964), 21-64.
Togan, Zeki Velidi, Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul, 1970.
Ukaylî, Kitâbu'd-Duafâi'l-Kebîr, thk. Abdü'l-Mutî' Emin Kal'acî, Beyrut, trz.
Vloten, Gerlof Van, Emevî Devrinde Arab Hakimiyeti, Şia ve Mesih Akideleri Üzerine Araştırmalar, çev. M. S. Hatiboğlu, Ankara, 1986.

Wambery, Arminius, Târîhu Buhârâ Münzü Akdemi'l-Usûr Hatte'l-Asri'l-Hâzır, çev. ve tlk. Dr. Ahmed Mahmud es-Sadatî, Kahire, 1965.
Ya'kûbî, Tarih, (I-II), Beyrut, trz.
Yâkût, Mu'cemü'l-Büldan, (I-V), Beyrut, 1979.
Zehebî, Mîzânü'l-İ'tidâl Fî Nakdi'r-Rical, (I-IV), thk. Ali Muhammed el-Becâvî, İsa el-Bâbî el-Halebî mtb. 1963.
Zehebî, Siyeri A'lâmi'n-Nübela, Beyrut, 1984.

TÜRKLER VE İSLAMİYET PROF.DR.OSMAN TURAN

TÜRKLER VE İSLAMİYET ile ilgili görsel sonucu
TÜRKLER VE İSLAMİYET PROF.DR.OSMAN TURAN 

 Yeni bir din veya medeniyetin kabulü, cemiyet içerisindeki inanış, düşünüş ve yaşayış gibi türlü bakımlardan husule getirdiği derin değişiklik ve inkişaflar dolayısıyla bir kavmin tarihinde en mühim bir hadise olmak vasfını daima muhafaza eder. 
Böyle bir inkılapla kavimlerin mevcudiyetlerini koruduğu veya yeni bir hızla ileri bir seviyeye eriştiği, yahut da bünyelerini sarstığı veya bir istihaleye maruz bıraktığı hakkında tarihi misaller göz önüne getirilecek olursa, böyle bir hâdisenin milletlerin mukadderatı bakımından ne kadar şümûllü bir mana taşıdığı kolaylıkla anlaşılır. 

Türkler, tarihleri boyunca, kısmen de olsa, değişik âmiller neticesinde birkaç defa din ve medeniyet değiştirmek veya daha mühim olarak, bazen aynı çağda birbirinden farklı din ve medeniyetler çerçevesinde yaşamakla, başka kavimlere nazaran çok farklı bir tarihi oluşa ve daha hususi bir içtimai bünyeye maliktirler. 

Bu keyfiyet, aşağıda işaret edeceğimiz, diğer daha bazı âmillerin iştirakiyle de, kültür tarihimizin, millî tarihin maddî azametine müvazi bir millî gelişme göstermesine engel olan ve onu kesinti ve sarsıntılara uğratan başlıca sebepleri teşkil eder. 

Bununla beraber Türklerin İslâm medeniyetine toptan girişleri, diğer din ve medeniyetlere intisaplarından farklı olarak, doğurduğu büyük bir müsbet neticeler itibarıyla, yalnız Türk ve İslâm tarihinin bir dönüm noktasını teşkil etmekle kalmaz, dünya tarihinin de en büyük hâdiselerinden biri sayılacak bir ehemmiyet taşır. 

Bu büyük hâdisenin cereyan ettiği şartlarla oluş tarzı ve bunun millî bünye üzerinde husule getirdiği müsbet veya menfi neticenin tetkikinden hasıl olacak ilmî kanaatlerini, girmekte olduğumuz Avrupa medeniyeti karşısında alacağımız vaziyeti tâyin ve yürütmekte olduğumuz yolu kontrol etmekte bize bazı tecrübi dersler vereceği, bazı hususlarda rehberlik edilebileceği dolayısıyla, ameli bir gayesi de olacağına dikkatimizi çekmemiz icabeder. 

Türkler ve İslâmiyet mevzuu altında temas edilmesi gereken meseleleri, Türklerin İslâm medeniyeti ve İslâm medeniyetinin Türkler üzerinde icra ettiği tesirler gibi iki esasa icra ederken bu keyfiyet bizi, zarurî olarak, Türklerin İslâm'dan önce inanış, düşünüş ve yaşayış bakımından nasıl bir kavim olduğu, İslâm olduktan sonra ne gibi değişiklik ve inkişaflara uğradığı, aynı veçhile Türklerin İslâmlaşmasından önce ve sonra İslâm âleminin nasıl bir vaziyette bulunduğu ve ne gibi bir istikamet aldığı hakkında umumî ve sentetik bir görüş sâhibi olmağa sevk eder. Böyle bir görüşe sahip olmaksızın Türklerin İslâm dünyasındaki mevkileri ile İslâmiyet'i ne suretle kabûl ettikleri, böylece İslâm tarihinin takip ettiği gelişme anlaşılamaz.
İslâm'dan Önceki Dini Durum

İslâmiyet, X. asırda, Türkler arasında umumî ve millî bir din haline gelmeden önce, Türk halkları din bakımından bir parçalanma manzarası gösterir. 
Moğolistan'dan Tuna boylarına kadar geniş bozkır sahası içerisinde yaşayan göçebeler millî, Şamanî, dini ve kültürü çerçevesinde bulunuyorlardı. Siyasî bakımdan ancak Hiung-nu ve Göktürkler idaresinde bir birlik teşkil eden bu geniş bölgeler halkı düşünüş ve yaşayış itibarıyla, daha Herodot'tan başlayarak, İslâmiyet'in yayılışına kadar kültür vahdetini muhafaza ediyordu. 

Fakat bu sahayı dünya ile bitiştiren Şarkî Türkistan, Mâverâünnehir, Hazarlar ülkesi gibi yerlerde yaşayan ve eskiden beri yerleşik bir hayat geçiren Türklerin çok eski zamandan beri yabancı din ve kültürlerin tesirine marûz kaldığı gözükmektedir. Husûsiyle Şarkî Türkistan ve Maveraünnehir'de Milâdın IV. ve VI. asırlarında Buda, Zerduşt, Mani ve Hıristiyan dinlerinin nüfuz etmiş ve yerleşmiş olduğuna dair çağdaş kaynaklarda hayli vesikalar mevcuttur.

İslâmiyet'in bu sahalara yayıldığı zamanlardır ki henüz millî Şamanî dinini muhafaza eden ve yerleşik hayata geçen Uygur, Hazar ve Bulgar adlarını taşıyan Türk halkları bu âlemin doğu ve batı uçlarında ilk defa olarak yabancı din ve kültürlere geçmeğe başlamışlardır. 

Dikkate şayandır, ki Cüveyni'nin, tarihî vak'ayı efsanevî bir tarzda nakleden rivayetine göre, Uygurlar arasında Manihaizm kamları yani Şamanî dinindeki Türk rahiplerini tamamıyla ortadan kaldırmak, yenmek suretiyle yerleştiği halde, İslâm coğrafyacılarının sarih ifadelerinden anlaşılacağı üzere, Şamanilik, Hazarlar arasında X. asra kadar Musevi, Hıristiyan ve İslâm dinlerine karşı dayanabilmiştir. 

Burada İslâmiyetin yayılmasıyla Şamaniliğin kaybolması arasında, aşağıda üzerine döneceğimiz üzere, diğer Şamanî sahalarda olduğu gibi, bir münasebet mevcuttur. 
Bu geniş sınır bölgeleriyle başka din ve kültürlere temas eden göçebelerin, yerleşik ırkdaşlarının yabancı dinleri kabûl etmiş olmalarına rağmen, uzun asırlar boyunca millî dinlerine, yani Şamanîliğe, bağlı kalmaları, onların yaşama şartları ve düşünüşleri ile yakından ilgilidir. Bu keyfiyet, İslâmlaşma oluşunu izah ederken üzerinde durulacak bir meseledir. Bunun için önce bu inanış ve yaşayışın umumî bir tavsifini yapmak zarureti vardır.

Şamanîliğin tarihî tekâmülünü takip etmek mümkün olmamakla beraber, bildiğimiz çağlara nazaran bu din, başlangıçta daha basit inanışlar ve bu inanışlar üzerine kurulmuş birtakım dinî merasimlerin heyeti mecmuası idi. 

Şu kadar var ki Heredot'un Massagetler'e ati hasvir ettiği itikatlara VI-X. asırlar arasında bu dinin inanışlarına dair elimizde bulunan çeşitli kaynaklardan gelmiş bilgilerin birbirine benzerliği bize Şamaniliğin milattan önce IV. asırdaki durumu hakkında bir fikir vermeğe ve onu o tarihe kadar çıkarmağa imkân vermektedir. 

Göktürk kitabeleri ve daha sonra türlü Türk kavimlerine ve Moğollara dair İslâm kaynaklarında verilen haberler İslâmiyet'in intişarı sıralarında Şamanî Türklerin bir tek Tanrı'ya inandıklarını ve buna binaen bu dinin, din tarihçilerinin ileri bir inanç merhalesi olarak kabul ettikleri, monoteist (vahdaniyetçi) bir seviyeye eriştiğini açık olarak göstermektedir. 

Bu cihet, Şamaniliğin monoteist olmayan komşu dinlerden, hiç olmazsa başlıca inanışlarda, müteessir olmadığını meydana koymak bakımından da ehemmiyetlidir. Gök, yer ve mahlukarın yaratıcısı olarak telâkki edilen bu Tanrı'nın bir hususiyeti varsa o da vahdaniyetçi olan Musa dinindeki Yahudilerin Yahova'sı gibi, Türkleri başka kavimlerden üstün tutmasıdır. 

Orhon Kitabeleri'ne göre bu Tanrı güçlük zamanlarda Türklerin imdadına yetişir, üzerlerinde semavî bir menşeden gelen bir kahraman tayin ederek onları yok olmaktan korur (Türk bodun yok bolmasun tiyin Türk Tanrı...) ve nihayet kendi necip kavmine dünyadaki kişileri idare etmek hakkını bağışlar. Bizim bugünkü bilgilerimize göre peygamberi, muayyen bir mukaddes kitabı ve galip bir ihtimalle de, tapınağı olmayan bu din kamları, yani rahipleri tarafından idare edilirdi. 

Mukaddes günlerde, ölüm, gömme ve bayram âyinlerini, her türlü dua merasimlerini idare eden, halkın müşküllerini hal eden, dertlere deva bulan bu KAM'ların
(Eski Türklerde kam nedir? KAM, Türk, Altay ve Moğol halk kültüründe büyücü din adamı, Şaman. "Gam" veya "Ham" olarak da söylenir. Topluluklarda doğaüstü güçlerle iletişime geçtiğine inanılan din adamı. ) 
Tanrı ile münasebetlerde bulunduklarına dair bir inanış mevcut idi. 

Bu inanış daha VI. asır Bizans kaynaklarında, İslâm eserleriyle son etnografik tetkiklerde de rastlamaktayız. Çingiz Han'ın pek büyük ehemmiyet verdiği Gökçe adlı kamanın Tanrıdan zafer müjdeleri getirdiğine ve bütün yeryüzü hükümdarlığını Tanrı'nın Çingiz Han'a verdiğine ve bütün Moğollar arasında onun daima Tanrı ile münasebette bulunduğuna dair kayıtlar, kamların mahuyet ve nüfuzlarını ifade etmek için kafidir. Göğün üst katındaki cennete giden iyi ruhların orada, Tanrı'nın nezdinde, dünyadaki yakınları için şefaatte bulunduklarına dair inanış, Türklerde ecdadı takdis etmek akidesiyle ilgilidir.

Ölenlerin ruhlarının bir kuş gibi oraya uçtuğuna (uça bardı) inanılır. Türkler İslâm olduktan sonra yeni dine ait birçok istilâhları Şamanî dinindekilerle karşıladıkları zaman, hiçbir güçlüğe uğmadan, Şamanî kültürü hazinesinden aldıkları uçmak kelimesini, pek isabetli bir şekilde, cennet istilâhı yerinde kullanmışlardır.

Türkler savaşçı bir kavim olmak hasebiyle, bu dinin bir akidesi olarak, öldürdükleri düşmanlardan dolayı Âhiret'te bir mücazat değil, bilakis ölen düşmanın ehemmiyet ve sayısına göre bir mükafat göreceklerine inanırlar ki, bu, Türk mezarları etrafına dikilen ve balbal adını taşıyan taş heykelerin menşe ve mahiyetini izah eder. 
Savaş icabı ve mukaddes sayılan bu inanış ve teammülü basit bir kan dökme hâdisesiyle karıştırmamalıdır. 

Katili cezalandırmayı bir âmme hakkı telâkki ederek ferde bırakmayıp devlete mal eden, en gergin düşmanlıklar zamanında bile elçiye zeval vermeyecek kadar milletlerarası bir hukukî tekâmüle erişen bir cemiyette, meselâ Göktürklerde, câri olan bir âdeti ancak İslâmiyetin cihad fikriyle mukayese ettiğimiz zaman anlayabiliriz.

Öte yandan Göktürk kitabelerinde Türk Kağanı kendi kavminin su gibi akan kanının bahsettiği halde, kazandığı zaferler dolayısıyla, hiçbir zaman Asurî hükümdarları gibi, öldürdüğü düşmanlardan ötürü bir gurur ve iftihar duyduğunu ihsas etmemiştir. Yerleşik Türkler, zamanla, yabancı dinlere geçtikleri halde, geleneğe daha bağlı kalan göçebeler, millî dinlerini muhafaza etmek ve yabancı dinlere karşı direnmekle varlıklarını koruyabileceklerine inanıyorlardı. 

Birinci Göktürk Devleti'nin yıkılışından sonra, kuvvetli Çin kültür tesirine karşı millî kültürü korumak ve millî duyguların gelişmesini göstermek bakımından başka milletlerin tarihinde örneğe rastlanmayan Orhon Kitabeleri'nde belirdiğini gördüğümüz millî tepki, göçebe kitlenin asırlarca Şamanizm'i nasıl muhafaza edebildiğini gösterir. Bu devre ait diğer bir misal, göçebelerin millî din ve kültüre bağlılıklarının sebeplerini anlayabilmek için çok daha dikkate şayandır. 

VIII. asırda Buda dini Yüksek-Asya'da yeniden yayılma imkânlarını bulduğu zaman herhangi bir tesirle, Göktürk Hükümdarı Bilge Kağan (ö. 734 M.) büyük veziri Tonyukuk'tan payitahtında bu din adına bir tapınak yapmak istediği zaman akıllı vezir ona, içtimaî ve coğrafî şartları pek iyi bilerek: ""Savaşçı ve hayvan kesmeği yasaklayan ve miskinlik telkin eden bir dini kabûlün Türkler için bir felâket olacağını""" söylemekle göçebe bir kavmin inanış ve düşünüşlerine hakkiyle tercüman olmuştu. 

Nitekim 762'de Uygur hakanının Mani dinini kabûlü münasebetiyle IX. asrın ilk yarısına ait Karabalgasun Kitabesi bu vaziyeti açıkça ifade etmiştir. 
Kitabe "Evvelce et yiyen kavim, şimdi pirinç yiyecek, evvelce adam öldürmesi şâyi olan memlekette bundan sonra hayır hüküm sürecek" demektedir. 

Bu esasları emreden Manihaizm'in bu bakımdan Uygurlar üzerinde tesir ettiği İslâm müellifleri de kaydetmiştir. Aynı asrın Arap mütefekkiri Cahiz evvelce Uygurların az olmamalarına rağmen Karluklara galip geldikleri halde Mani dininin kabûlünden sonra onlara yenilmelerini bu dinin esaslarından doğan bir netice olarak izah eder. 

Bununla beraber dinlerin, kavimleri kendi esaslarına uydurmak kadar kavimlerin dinleri kendi bünyelerine göre tadil ettiklerine dair mevcut içtimaîyat kaidesini unutmamalıdır. Filhakika Uygurlar bu dine girdikten sonra Çin'deki dindaşlarını himâye edecek bir kudret gösterebildikleri gibi Moğolistan'dan Şarkî-Türkistan'a göçtükleri zamanlarda, daha zayıf bir durumda bulunmalarına rağmen, Mes'udi ve İbn ün-Nedim'in ifadelerine göre, Maveraünnehir'de Müslüman Şâmânîler idaresinde bulunan dindaşlarına karşı yapılan tecavüzlere karışabilecek bir tavır da takınabiliyorlardı. 

Müslüman Karahanlılarla Budist Uygurlar arasında mücadeleler ve bunları aksettiren Divânü lûgat it-Türk'teki şiirler Manihaizm veya Budizm'in Uygurların askerî kabiliyetleri üzerinde pek fazla bir tesir yapmadığını açıkça gösterir. 
Hattâ Kâşgarlı Mahmud'un Uygurları en iyi ok kullanan bir kavim olarak vasıflandırması da dikkate şâyândır. 

Bu kayıtlar savaşçı bir kavmin uyuşturucu bir dini kendi bünyesine uydurmakta gösterdiği kabiliyete güzel bir misal teşkil eder. Nitekim Hazreti İsâ'nın getirdiği esaslara rağmen Hıristiyanlık da Avrupalıların savaşçı ruhları üzerinde hiçbir değişiklik yapmamıştır. Bununla beraber göçebelerin bu dinlere karşı aldıkları vaziyet, onların bahsettiğimiz mahiyet ve esaslarıyla ilgilidir.

YABANCI DİNLER
Türklerin Şamanilikten gayri bir dine girmeleri hadisesi ilk defa şüphesiz Şarki Türkistan ve Maveraünnehir'de vukubulmuştur. Bu sahalarda Zerduşt, Buda, Mani ve Nasturî Hıristiyanlığı gibi nedenlerden en çok tesir edeni herhalde Budizm olmuştur. Budizm'in Maveraünnehir'de yerleşmesi, burasının Zerduşt İran'dan ayrılmasına ve farslaşmasını önlemeğe sebep olduğundan Türk tarihi bakımından hususi bir ehemmiyet taşımasını mucip olduğu gibi, bu dinin İslâm medeniyeti üzerindeki tesirinin burada vuku bulması da bu sahanın tarihi rolünü arttırmaktadır. 

Gerçekten Budizm'in İslâm mezhep ve tasavvuf cereyanları üzerindeki tesiri ve ilk defa İslâm âleminde kurulan medreselerin (üniversite) Budist viharalarını (manastır) takliden kurulması Mâveraünnehir ile ilgilidir. O şekilde ki Buhara şehrinin adı bile Budist Viharalarından gelmektedir. İslâm medeniyetinde pek büyük mevkii olan Maveraünnehir'de cereyan eden medeni faaliyetlerin göçebelerin İslâmlaşması üzerinde nasıl büyük bir tesir icra ettiğine ileride temas edeceğiz.

İslâmiyet'in Mâverâünnehir'de, Buda, Mani, Zerduşt ve Hıristiyanlık bakiyelerini kaldırarak, yerleştiği bir zamandadır, ki doğuda Uygurlar Mani, Buda ve Hıristiyan dinlerine girmekle millî Şamanî dininden ayrılmakta idiler. 

Bir zamanlar Akdeniz sahillerinden Çin'e kadar cihanşumûl bir din olmak istidadını gösteren ve Yakın-Şark, Balkanlar ve Avrupa'da Pavlakileri, Bogomiller'i ve Albigeois hareketlerini doğuran Manihaizm (meşhur Hıristiyan ilâliyatçısı St. Augustin'in evvelce bu dine mensup olduğu malumdur). 

İslâmiyet ve Hıristiyanlık gibi iki büyük din karşısında dayanamayarak sönmek üzere iken Uygurlar sayesinde birdenbire yeni bir hayat kazandı. Öyle ki, son zamanlara kadar bu din hakkındaki bilgilerimizin kaynağı yalnız ona düşman olan Hıristiyan ve İslâm müelliflerinin eserlerine inhisar ederken, Uygurlar vasıtasıyla bizzat kendi eserlerini ile geçirmekle bu hususta daha sağlam malûmata sahip olduk.

Manihaizm, Uygurlar arasında, tarihin Türklerce mahsus olarak kaydettiği maruf dini müsamaha sayesinde, Şamanilik, Budizm ve Hıristiyanlıkla yanyana yaşayabilirdi. Uygurların bu dinler etrafında vücuda getirdikleri kültürün Türk-İslâm dünyası üzerindeki tesiri ancak Karahanlı ve Moğol Devletlerinin kurulmasıyla mümkün olmuştur. 

Fakat Müslüman Karahanlılar ile putperest telâkki edilen Uygurlar arasındaki düşmanlık bu tesiri çok tehdit ettiği halde devletlerinin medeni teşkilat ve müesselerini tamamen kabul ettikleri Uygur kültürü üzerinde kuran Moğollar sayesinde bu kültür, imparatorluklarının hâkim olduğu bütün ülkelere yayılmak imkânlarını bulmuştur. 

O şekilde ki Uygurca bu vasıta ile İslâmi Türk edebi dilinin inkişafında bir âmil olduğu gibi İlhaniler zamanından itibaren Fars dili üzerinde de tesirini gösterdi. Bundan dolayı Moğol İmparatorluğu'nun teşkilatını anlayabilmek için Uygur kültürünü bilmeye lûzum vardır veya Moğol devri kaynakları sayesinde daha müşkül bir durumda bulunduğumuz Uygur devrini öğrenmek mümkün olabilecektir. 

Bu metod, tarihi tekamülü ve zamanın şartlarını gözden uzak tutmamak şartıyla, Moğol devri kaynaklarının, kültür ve teşkilatını Uygurlara miras bırakan, Göktürkler hakkında da kullanabileceğini mümkün kılmaktadır. 
Halbuki İslâm dünyası dışında kalan göçebe Türkler üzerinde Uygurların bu nispette böyle bir tesirleri henüz tespit edilmemiştir.

Türk aleminin Şark uçlarında bulunan Uygurlar, böyle bir dini istihale geçirirken bu alemin Garp uçlarında bulunan ve Uygurlar gibi yerleşik hayata geçmiş olan Hazarlar da Hıristiyan, Yahudi ve İslâm dinlerine, İtil (Volga) Bulgarları İslamiyet'e, Tuna Bulgarları Ortadoksluğa girmeye başlamıştı. 
Hatta bir rivayete göre İslavların havvarisi sayılan ve İncil'i eski İslav (Bulgar) diline tercüme eden Cyrille ve Methode """Kiril ve Metodius MS 9. yüzyılda Selanik'te doğmuş olan Bizanslı Yunan kardeşler, Moravya ve Panonya'da Slavlar arasında Hristiyanlığın yayılmasını sağlayan misyonerler. Misyonerlik görevleri sayesinde Slav halklarının kültürel gelişmelerini etkilemiş ve “Slavların Önderleri” unvanına layık görülmüşlerdir""".onu Hazar Türkçesine de tercüme etmişlerdi. 

Bugün dinleri Musevi, dilleri Türkçe olan Karayimlerin menşei de bu Hazarlara bağlanmaktadır. Dikkate şayandır ki X. Asır arap kaynaklarının verdiği haberler, yabancı dinlerin yayılmasına rağmen devam eden Şamanî inanış ve adetleri Hazarlarla Göktürkler arasında bu bakımdan bir aynilik göstermekte ve iki devre ait bilgiler birbirini ikmal etmektedir.

Görülüyor ki Maveraünnehir Türkleri, Şamanilikten sonra adı geçen dinleri bırakıp İslâm dinine geçerken Türk dünyasının doğusunda Uygurlar, batısında Hazarlar ve Tuna Bulgarları da millî dinden başka dinlere giriyordu. 
Türklerin X. asırdan itibaren İslâmlığı umumî ve millî bir din haline getirdikleri zamana değin din bakımından bu kadar dağınık bir mazara arz etmelerinin başlıca sebepleri, Göktürklerden sonra bir daha bütün Türkleri bir siyasî birlik halinde birleştiren devletlerin kurulamamış olması; sahanın genişliği ve türlü din ve kültürlerle ayrı ayrı temaslarda bulunmaları ve nihayet Türklerin bütün dinlere karşı gösterdiği müsamaha ile izah edilebilir. 
Gökttürk Devleti'nin yıkılışından sonra Türk dünyasının şark ve garp uçlarında ancak Uygurlar ve Hazarlar küçük bir siyasî varlık olarak mevcudiyetlerini muhafaza edebilmişlerdir.

Moğolistan'dan Tuna boylarına kadar uzanan geniş bozkırlarda yaşayan göçebeler, Selçuk İmparatorluğu'nun kuruluşuna kadar, istikrarlı ve geniş bir siyasi birlik kuramamışlardır. Bu büyük göçebe kitlesi devam eden coğrafi ve içtimai şartlarla birlikte eski din ve kültür geleneklerine bağlılığı muhafaza etmişlerdir. 

Yukarıda andığımız dinlerin Türk tarihinin seyrinde büyük bir tesir göstermediklerini anlayabilmek için fazla araştırmaya değil, hattâ düşünmeğe bile lüzum yoktur. Bunun başlıca sebebinin şüphesiz bu dinlerin göçebe kitleleri arasında yayılmak imkanlarını bulamadığı meselesi üzerine dikkatimizi çekmemiz gerekiyor. 

Nitekim Türklerin İslâm tarihinde büyük bir âmil olmaları ve yeni bir devir açmaları da bu unsurun İslâmlaşmasının tabiî bir neticesi olarak tezahür eder. Türk tarihinin büyük hamlelerini yaratmak, büyük imparatorluklar kurmak gibi başlıca hâdiselerde sakin ve itaatli olan yerleşik halkın değil, hayat şartlarının icabı olarak, faal, savaşçı ve teşkilâtçı bir unsur olan göçebelerin rolü belirgin bir şekilde göze çarpar. 

Türk tarihinde devletleri kuran, idare ve orduları teşkil edenlerin esasını göçebelerin teşkil etmesi, çağdaş kaynaklarda Türklerin hep göçebe bir kavim olarak tasvir edilmesini gerektirmiş ve yerleşik Türkleri gözönüne getirmeksizin zamanımız müelliflerini de böyle bir kanaata sürüklemiştir.

Bununla beraber, göçebeliğin bugünkü mânasıyla geri ve iptidaî bir cemiyet olarak telâkki edilmemesi gerektiğini unutmamalıyız. Aksine, ilk defa atı kullanmayı bilerek zamanın en süratli vasıtalarını mâlik olan bu göçebeler, türlü kültür sahalarıyla temas ettiklerinden, dış âlemle mahdud münasebetlerde bulunan bazı yerleşik kavimlere nazaran daha ileri bir medeniyet seviyesinde idiler. 
Bu hayatın gerektiği teşkilatçılık ve devletçilik kabiliyetleri ve netice olarak âmme hukukunda gösterilen gelişme, göçebe Türk unsurun üstünlüğünü teşkil eder.

Kendilerine lâzım olan âletleri yapabilen ve bu münasebetle çok eski zamanlardan beri Altaylar'da demir işleriyle uğraşan, kısmen de ziraat yapan bu insanlar yazının keşfi olmasa bile onun kullanılmasını, mevsuk bilgilerimize göre, VI. asırdan beri biliyorlardı. Göktürk hükümdarının bütün Türk halkını Orhon yazılarını okumaya çağırması, biraz mübalâğalı gözükse de herhalde yazının oldukça yaygın olduğuna şüphe bırakmaz. 

Daha Sasaniler zamanında Oğuz-nâme'nin Türkçeden Farsçaya ve o vasıta ile de Arapçaya tercüme edildiğine dair Mısırlı Türk müellifi Aybeg'in ifadesi bu bakımdan ehemmiyetlidir. Kâşgarlı Mahmud'un Oğuzların devlet muhaberatında yazıyı kullandıklarına dair kaydı herhalde Oğuzların Göktürkler'den beri yazıyı devam ettirdiklerine bir delildir. Bundan başka, Kâşgarlı Mahmud'un göçebelerin dil hazinesinden bahsederken verdiği kültür kelimeleri de medeni hayatlarını anlamak için ehemmiyetlidir.

İslâmiyet'in Zuhuru
Bu göçebe unsurun ne gibi şartlar içinde ve nasıl Müslüman olduğunu izaha girişmeden önce Türklerin X. asra kadar İslâmlarla vuku bulan münasebetlerine temas etmek, bu mevzuu kavrayabilmek için zaruridir. Bu keyfiyet bizi Türklerin İslâm dünyasındaki tesirlerini X. asırdan önce ve sonra olmak üzere iki kısma ayırmaya sevk eder.

Orta çağlar tarihi İslâmlık ve Hıristiyanlık gibi iki cihanşumûl dinin zuhur ve inkişaflarıyla dünya tarihinde hususi bir mahiyet arz eder. Hıristiyanlık, politeist Roma, Yunan ve Yakın Şark'ın kargaşalık halinde bulunan akidelerini yıkarak kendi inanışları etrafında ruhi birlik ve sukûn yaratmaya çalışırken ikinci büyük bir din, İslâmiyet, onun bu birleştirme ameliyesini ikmâle muvaffak olmasından önce, âni ve mucizevi bir hamle ve daha cihanşumûl bir iddia ile ortaya atılıp yalnız bu dinin gelişmesine set çekmekle kalmadı; tutunduğu ve kendi çerçevesi içine soktuğu birtakım memleketlerde bile onun aleyhinde genişlemek ve yakılmak kudretini de göstermeğe muvaffak oldu. 

Dikkate şayandır ki İslâm medeniyetinin inhitat içinde bulunduğu son asırlarda bile Hıristiyan kavimlerinin üstünlüğüne ve misyonerlik teşkilatının faaliyetlerine rağmen Afrika ve Şarki Hint adalarında yayılma kudreti Hıristiyanlığıa değil İslâm dinine aittir. İslâm ideolojisinin verdiği büyük hamle Abbasilerin iktidar mevkiine gelmesine kadar fütuhatçı bir istikamet takip ederek İslâm dünyasına geniş ülkeler kazandıkdan sonra, bu yeni devlet ve tâbileri zamanında yalnız Arapların değil, bu dine giren, İranlı ve Türk gibi yeni unsurların da gayretleriyle, fikri ve medeni faaliyetlere yöneldi. 

Bu suretle İslâmiyet eski Yunan, Roma, Yakın Şark ve kısmen de Hint ve Çin'in kültür mahsullerini kendi potasında eriterek yeni bir sentez, yani İslâmi medeniyeti vücuda getirdi. Gariptir ki Hıristiyanlık, kurulduğu ve yayıldığı sahalar dolayısıyla, daha imtiyazlı bir durumda bulunmasına ve İslâmlığın aksine olarak zuhurundan beri ruhani ve cismani hakimeyiti birleştirmek imkanına malik olmamış bulunmasına rağmen Antik medeniyeti geliştirmeye değil yaşatmaya bile muvaffak olamamıştır. 

Bunda Hıristiyanlığın Yunan ve Roma medeniyeti mahsullerine düşman gözüyle bakmış olmasının büyük bir tesiri olmuştur. Bunun için en tipik bir misal olarak antik medeniyetin fikri mahsullerini toplayan İskenderiye kütüphanesinin yakılması, mühim âlimlerinin öldürülmesi ve VI. asırda Justinien'in eski Yunan tefekürünün son ananesini yaşatan Atina felsefe mektebini Hıristiyanlık için zararlı bir ocak telâkki edip kapatması zikredilebilir. 

Halbuki Abbasiler zamanında Müslümanlar eski Yunan'ın her türlü fikir mahsullerini serbest bir kafa ile münaşaka edilebiliyorlar; onlardan faydalanabiliyorlardı. İslâmiyet her türlü fikir ceryanlarına Hıristiyanlık'tan daha müsait davranmakla beraber, İslâm Orta çağının medeni inkişafını ve Hıristiyan Orta çağının da medeni sukutunu münhasıran her iki dinin birbirine zıt bir görüş tarzına atfetmek istemiyoruz. 

Esasen dinlerin mahiyetleri ne olursa olsun milletlerin ilerleme ve gerilemelerinde hiçbir zaman bunun başlıca amil olmadığını tarih açık misalleriyle göstermektedir. Fakat her ne şekilde olursa olsun şurası muhakkaktır ki eski zamanlar medeniyetini Yeni zamanlar medeniyetine, mutavassıt yeni bir medeniyet sentezile, nakletmek şerefi Hıristiyanlığa değil, İslâmlığa aittir. Bu, şimdiye kadar pek az anlaşılan veya hiç de layık olduğu ehemmiyet derecesinde üzerinde durulmayan ve Yeni zamanlar medeniyetinin başlangıcı olan, Renaissance ve Reforme hareketlerinin doğuşunda İslâm medeniyetinin Avrupalılara icra ettiği tesir sayesinde mümkün olabilmiştir. 

Eski zamanlar medeniyetini Yeni zamanlara birleştiren bu halkanın ehemmiyeti şüphesiz ki Avrupa medeniyetinin gelişmesini anlayabilmek için bizi yalnız klasik izah tarzına saplanmaktan kurtaracaktır. İslâm dinini cihanşûmul bir mahiyet almasında fütuhatçı ve fikri hamlelerden sonuncunun daha büyük bir ehemmiyet taşıdığı aşikardır. Bu cihet, Türklerin İslamlaşmasını neticelendiren amillerden biri olarak zikredilecektir.

Türkler ve İslâmlar
Arapların Türkleri daha Cahiliyye devrinde tanıdıklarına A'şa ve Nâbiga'nın eserleri göstermektedir. Esasen Göktürklerin Sâsânilerle münasebetleri ve Yakın-Şark işlerinde faal bir rol oynamaları gözönüne getirilirse bu tanımanın sebeplerinin de pek tabii olduğu anlaşılır. 
Bu münasebetlerdir ki Hz. Peygamber'in Türkler'den bahsetmesi mümkün olabilmiş ve bazı hadiselerin sıhhati bir terüddüde sebebiyet vermemiştir. Bununla beraber hadislerin doğruları Peygamber'in, uydurmaları da İslâm dünyasının Türklere karşı duygularını göstemek itibariyle, her iki cins de tarihi bir kıymet taşır. 

Buna rağmen Arapların Türklerle münasebetleri hakkında bu kayıtlar bir şey ifade etmez. Türkler Araplar arasındaki asıl münasebetler şüphesiz Emevîler zamanında başlar. Emevîler idaresindeki İslâm ordularının Maveraünnehir'e girmeleri Göktürk Devleti'nin Şarkta ikinci defa kurulduğu zamanlara rastlar. Fakat bu devlet önce kendini Garpte feodal bir vaziyette bulanan prenslerine tanıtmak, sonra da ilerlemekte olan Arap kuvvetleriyle çarpışmak ve nihayet ağırlık merkezini daima Moğolistan'da bulundurmak gibi mecburiyetlerle Arapların Semerkand, Baykend, Buhara şehirlerine girmelerine engel olamadı. 

İslâm kuvvetleri Kuteybe idaresinde Türkistan'a yerleştikten sonra Emevî Devleti'nin ezici ve gayru musavatçı bir tarzda devam eden siyaseti Türklerin İslâmiyet'e yanaşmamalarının en mühim sebebini teşkil eder. Bu hususta Müslümanların Buhara'da camiye silahla gitmelerinde bile, karşılaştıkları güçlüklere dair haberler güzel bir misal olarak zikredilebilir. 

Halkın İslamlara karşı ruhi bir durum ve hallerini belirtmek maksadıyla Semerkand Türk hükümdarının bu esnada Çin İmparatoruna yazdığı mektupta "Arap hâkimiyetinin 718'de zeval bulacağına" dair halk arasında mevcut olan bir itikat da, Türklerin Emevî idaresi zamanında İslâmiyete karşı tavırları, İslamlaştırmaktan uzak kalmaları sebepleri için, kayda değer.

İkinci Göktürk Devleti'nin yıkılışı sıralarında Türkler İranlılarla birlikte Emevî Devleti'ni yıkan ceryanlara karışarak, daha adil ve müsavatçı bir siyaset güden, Abbasi Devleti'ni kurmaya muvaffak olduktan sonra İslâmiyete karşı yakın bir ilgi duymağa başladılar. Bunun başka bir sebebi de Garpte bu ümit verici hadiseler vuku bulurken Şarkta Orta Asya'ya doğru ilerleyen Çin istilasının Türkler için tazyikkar bir mahiyet almasıdır. 

Budan dolayı müstakbel mukadderatları üzerinde büyük bir tesir yapan Talas Suyu Meydan Muhaberesi'nde (751) Türkler Abbasiler tarafını tutmakla yalnız muhaberenin neticesini değil tarihlerini istikametini de değiştirdiler. artık Türklerin yüzü İslâm dünyasına dönmüştü. 
Abbasi halifeleri, başlangıçta İranlılara ehemmiyet verdikleri halde, yavaş yavaş imparatorluğun müdafaasında daha kabiliyetli bir unsur olan Türkleri kullanmaya başladılar ki bununla müvazi olarak Maveraünnehir'de İslamlaşma faaliyeti genişlemeye başladı. 

Bu ülkenin İslamlaşması ve İslâm tarihi bakımından haiz olduğu ehemmiyet, İslâm medeniyetini inkişaf edebilmek için burada iyi bir zemin bulabilmesi ve bu medineyete mensup birçok büyük ilim ve fikir adamlarını yetiştirmiş olması, İslâm imparatorluğunu teşkil eden orduların esasını buradan sağlaması ve nihayet Türk kitlelerini yeni din ve medeniyete sokmak için bir mutavassıt rolünü ifa etmiş olması tarzında hülasa edilebilir. 

Bu da burada hüküm süren Sâmânî Devleti zamanında vuku bulmuştur. Bu devletin başında bulunan hanedan İranlı olmakla beraber halkın ekseriyeti ve gittikçe artan bir nisbette, ordu ve idare unsurlarının menşei dolayısıyla bir Türk devleti karakterini arz eder. Bunlar zamanında Maveraünnehir'de (Türkistan'da) ilmî, iktisadi ve ticari faaliyetlerin gösterdiği gelişme bu ülkenin, İslâm medeniyetinin beşiği mesabesinde bulunan Mezopotamya ile muvaffakiyetle rekabet edecek bir seviyeye erişmesine sebep oldu. 

O şekilde ki İslâm âleminde otoritesi tanınan birçok âlimlerin vatanı bu memleket olmuştur. Mâveraünnehir'in İslâm tarihindeki bu kadar büyük ehemmiyetine rağmen buradaki yekleşik Türklerin rolü hiçbir zaman göçebe kitlelerinin islamlaşması kadar büyük bir netice yaratmadığını meydana koyacağız.

İslâmiyet'in Orta Asya bozkırlarında yayılmasıyla Maveraünnehir'de ceryan eden ilmi ve ticari faaliyetler arasında sıkı bir ilişiklik mevcuttur. Bu memlekette bir taraftan büyük göçebe kitleleri, öte yandan Volga Bulgarları arasında vuku bulan ticari ve medeni münasebetler yavaş yavaş bu âleme İslâm medeniyetinin üstünlüğünü göstermiş ve ona karşı bir ilgi uyandırmıştı. Buradaki medreselerde yetişen ilim ve tasavvuf erbabı, dervişler bu ticâret kervanlarına karışarak göçebelere İslâmiyet'in esaslarını öğretiyorlardı. Bilhassa İslâmlığı dar şeriat kaideleri içinde değil, geniş ve yumuşak bir ruh ve mana ile anlayarak göçebelere telkin eden mutasavvıf Türk dervişleri bu İslamlaştırma faaliyetlerinde büyük bir rol oynadılar. 

Türklerin ata veya baba adını verdiği bu dervişlerin faaliyetleri neticesinde X. asırda Türkler artık İslâmiyete ısınmağa ve kitle halinde ona girmeğe başladılar. İbn Fadlan seyahatinin gösterdiği üzere 921'de Volga Bulgarları İslâm dinine girmişlerdi. Bu suretle Hıristiyan dinine giren Tuna Bulgarlarından bir asır sonra İdil Bulgarları da Şamaniliği terk ettiler. Bundan bir müddet sonra, 930'larda, Karahanlı Devleti'ni kuranlar da İslâm dinini kabul ettiler. 

Bu hadiseyi menkıbe şeklinde nakl eden Satuk Buğra Han Tezkeresi'nde, yukarıda temas ettiğimiz, medeni ve ticari tesislerin İslamlaşmadaki ehemmiyetini ve Samani Devleti'nin rolünü açıkça görmek mümkündür. İbn Fadlan Bağdat'tan Bulgar iline giderken yolda Oğuz Yabgularına uğramıştı, ki bu zamanda bunlar henüz Şamanî dininde bulunuyorlardı. 960 yılında 200.000 çadır halkının Müslüman olduğuna dair İbnül-Esîr'in verdiği haber bu Oğuzlara ait olmalıdır.

Karahanlıların İslâm dinini kabul etmesiyle ilk defa olarak Türk ülkelerine hâkim bir Türk-İslâm devleti meydana çıktı. Bu devletin yeni dini, ırkdaşlarına kabul ettirmek hususundaki faaliyetleri daha ziyade Budist Uygurlara karşı yapılan seferlerde göze çarpar. Bunlarla vuku bulan savaşların Müslüman Türkler üzerindeki tesirlerini ve Müslüman Türklerin putperest Türklere karşı duygularını anlamak için Kaşgarlı Mahmud'un kaydettiği halk şiirleri dikkate layıktır.
İslâmlığın Yayılma Sebepleri

Göçebe kitlelerin hiçbir baskı altında bulunmadan, toptan ve kendi istekleriyle Müslüman olmalarını iki esaslı amille izah etmek mümkündür. Bunlardan biri o zamanda İslâm medeniyetinin üstünlüğü ve câzipliğidir. Fakat medeniyet üstünlüğü din değiştirmek için kâfi bir sebep teşkil etse idi bugün bütün dünyanın veya hiç olmazsa dinî hislerin kuvvetle yaşadığı sahaların Hıristiyan olması gerekirdi. Halbuki, yukarıda temas ettiğimiz üzere tamamen aksi şartlara rağmen İslâmlık Hıristiyanlığa nazaran daha fazla yayılma kudretini elan muhafaza etmektedir. 

Bundan dolayı bütün yabancı dinlere karşı uzak kalarak Şamanî inanışlarını devam ettirmeğe muvaffak olan göçebe kitlelerinin süratli bir şekilde İslâm olmalarında müessir başka bir sebep aramak icab eder. Bu sebep, İslâmlıkla Şâmânîliğin birbirine yakın esaslara malik bulunması ve yeni dinin Türklerin inanç ve mizaçlarına uygun gelmesidir. Filhakika Türkler Müslüman olurken kendi Tanrılarıyla İslâmiyet'in Allah'ı arasında bir fark görmemişlerdir. Allahın zat ve sıfatları ile Tanrı'nın zat ve sıfatları arasında esaslı benzerlikler vardır.

Bundan dolayı Müslüman Türkler uzun zaman Allah adı yerine Tanrı adını kullanmakta hiçbir mahzur görmemişlerdir. Şâmâniliğin Muhammed'le mücadele edecek bir peygamberi olmadığından ve bu hususta mukeddaslarını incitecek bir vaziyet mevcut bulunmadığından Türkler Peygamberi kabul ederken bir şey kaybetmiş olmuyorlardı. 

Esasen doğruluğundan şüphe edilmeyen birtakım hadiselerde Hz. Peygamber Türklere karşı sempati göstermiştir, ki onlar arasında İslâmiyet'in yayılmasında bu hadiselerden faydalandığı ve bunların Türklerin temayüllerini okşadığı tahmin edilebilir. Bu sempatinin bir sebebi de herhalde Göktürklerin Müslümanlar için başlıca düşman sayılan Sâsânilere karşı kazandığı zaferler olmalıdır. 

Nitekim Müslümanlar siyasi bakımdan olduğu gibi Eh'li kitap olmak dolayısıyla Bizanslıları da ateşperest İranlılara tercih ediyorlardı. 
Bu, Kur'anda "Rumlar bizim memleketimize yakın bir yerde mağlup oldular; yakında galip geleceklerdir" ifadesiyle Rum suresinde tezahür eder ki hakikaten bu âyetin tebliğinden birkaç yıl sonra Heraklius Sasanilere galip gelmiştir. 

Eski ozan ve kamlarla İslâm evliyaları, mutasavvıf dervişleri mahiyet itibariyle birbirine yakın şahsiyetler idi. Esasen Müslüman Türk ata ve babalarının yaydığı İslâmiyet şeriatın dar kaidelerinden uzak, göçebelerin inanış ve mizaçlarına uygun bir uysallık şekli altında nüfuz ediyordu. 

Keramet sahibi olan ve kayıptan haber veren kamlar ile İslâm evliya ve mürşidleri birbiri yerine geçerken veya daha doğrusu birbirleriyle kaynaşırken husule gelen değişiklik pek duyulmuyordu. esaslardaki bu yakınlığın en kuvvetli bir tarafı şüphesiz İslâmiyetin emrettiği cihad mefkuresi ile Türklerin savaşçılık temayülleri arasında bir münasebetin mevcut bulunmasıdır. İslâmiyet Türklere cihadın faziletleri, Âhiret'te sağlayacağı mükâfatı bildirirken onlar bu yeni dinde kendi ideallerini de bulmuş oluyorlardı. 

Esasen Şâmânilikte öldürülen düşman nisbetinde öteki dünyada bir mükâfatın vâdedilmiş olması yeni dine girmek için teşvik edici bir âmil olmuştur. 
Bundan ötürü Türklerin kendi inanış ve ideallerine uygun gelen ve zamanın en üstün ve yaygın bir din ve medeniyetine neden ve nasıl toptan ve süratle girmiş oldukları, daha kolay anlaşılabilir. Halbuki yukarıda işaret ettiğimiz üzere göçebeler inanış ve yaşayışlarına aykırı olan Buda ve Mani gibi yabancı dinleri, halk olarak, kendilerine uygun bulmuyor ve tehlikeli sayıyorlardı.

Türklerin İslâmlaşması ve İslâm Dünyası

Türklerin İslâm medeniyetine girişleri ve bunun sebepleri hakkında bu umumî esasları belirttikten sonra bu büyük tarihî hâdisenin neticeleri üzerinde durabiliriz. Lâkin bu neticeleri anlayabilmek için X. asırla XI. asrın başlarında, yani Selçukluların İslâm dünyasını idarelerine almadan önce, İslâm âleminin umumî durumunu gözönüne getirmek zarureti vardır. Göçebe Türkler arasında İslâmlaşma faaliyeti cereyan ederken olgunluk devresine erişmiş bulunan İslâm medeniyeti, bugünkü Avrupa medeniyetinin geçirmekte olduğu buhranlara benzer bir buhran içinde meş'um bir âkibete doğru sürükleniyordu. 

Siyasî bakımdan birçok devletlere parçalanmış bulunan İslâm dünyası, fikir ve mezhep mücadeleleri ile de dayandığı esasları kemiriyordu. Bilhassa daha Abbasî halifeliğinin kuruluşundan beri varlıklarını duyuran ve zaman zaman İslâm dünyası ve medeniyeti için büyük tehlikeler teşkil eden ve bugün Avrupa medeniyetine karşı dogmatik ve müfrit akidelerle her türlü metod ve vasıtaları kullanarak saldıran komünist zümreler gibi aynı metod ve vasıtalara muharetle işleyen eski Zerdüş ve Mezdek taraftarlarının Batınî veya Gulât-i Şia (âşırı Şiî) adı altında İslâm medeniyetini baltalama hareketleri çok şiddetli ve tehlikeli bir mahiyet almıştı. 

İslâm âleminin sarsılmasından faydalanan İsmailî ve Karmatî fırkları İslâm dini ve hakimiyeti yerine İran'ın eski düalist ve komünist dinlerini koymaya çalışıyorlardı. Karmatiler bizzat Halifelik merkezine yakın sahaları, Suriye'yi ele geçirdikten sonra İslâmiyet'in mukaddes şehri Mekke'de Müslümanları heyecana düşüren hareketlerde bulundular.

Horasan tarafları da müfrid Şialar tarafından M. 920'de alt-üst ediliyordu. Gulat-i Şia fırkaları İslâmiyet'i yıkarak kendi gayelerini gerçekleştirecek hayalî bir Sahib-i Zaman'ın pek yakında çıkacağına inanıyorlar ve bunu bekliyorlardı. İslâm dünyasının siyasi ve fikri kargaşalığından faydalanan Bizans İmparatorluğu, Makedonya sülalesine mensup kuvvetli hükümdarlar idaresinde, artık müdafaa siyasetini bırakıp taarruza geçmiş bulunuyor ve ordularını halifelik merkezine doğru ilerletiyordu. Yalnız İslâmlığın karşısında duran bu büyük imparatorluk değil, İbn ün-Nedim ve Mes'udi'nin ifadelerine göre, Uygurlar da Manihaistleri himâye maksadıyla Samanileri tehdit eder bir vaziyet almışlardır; şimaldeki Hazarlar da bir Yahudi havrasının yıkılmasına karşı memleketlerindeki Müslümanları sıkıştırmaya başlamışlardı.

İslâm dünyası için içte ve dışta bu gibi korkunç hadiseler cereyan ederek Türkler arasında İslâmiyetin yayılmakta olduğuna dair gelen haberler yegâne teselli teşkil ediyor ve İslamların ümitlerini ve gözlerini Şarka doğru çeviriyordu. Gulâd-i Şia'dan olmayan ve İslâm medeniyetinin kurulmasında büyük hizmetler gören İranlılar da ırkdaşları tarafından güdülen bu yıkıcı hareketlere şüphesiz taraftar değillerdi. Fakat ne Arapların, ne de İranlıların bu tehlikeyi önleyecek kudret ve enerjileri kalmamıştı. 

Türkler hakkında gelen ilk ümit verici haberler dolayısıyladır ki Halife el-Muktedir, 921'de, İbn Fadlan idaresindeki meşhur elçilik heyetini, Oğuzlara uğramak suretiyle, Bulgarlara göndermişti. 
Bu haberler münasebetiyle X. asırda Bağdat'ta Şarktan gelecek fâtih Türklerin İslâmiyet'i kurtaracağına ve burada hüküm süren Şiî Büveyhoğullarının hâkimiyetine son vereceğine dair bir inanış yerleşmişti. İlk defa Kâşgarlı Mahmud tarafından kaydedilerek Türkler hakkında türlü kaynaklarda kullanılan ve sonraları da Moğol hükümdarları ve nihayet Timur tarafından benimsenerek gönderdikleri mektuplara dercolunan,
"Benim doğuda Türk adını verdiğim bir askerim vardır; hangi kavme gazab edersem anları o kavim üzerine saldırtırım" hadîs-i-kudsîsinin meydana çıkışı bu temayül ve inanışları göstermek ve İslâm dünyasının Türklere nasıl bir kurtarıcı göz ile baktıklarını meydana koymak bakımından dikkate şayandır.

Selçuk İstilâsının Ehemmiyeti
İşte İslâm dünyası böyle bir buhran ve âkibete doğru sürüklendiği zamanlardır ki göçebe kitlelerinin süratle İslâmlaşması ve İslâm ülkelerine göçmeleri vuku bulmuştur. İslâm medeniyetinin karşılaştığı buhranları yatıştırarak ve medeniyete yeni bir hız ve istikamet verip onun XVI. asra kadar dünyanın üstün bir medeniyeti olarak yaşayabilmesi bu göçebe Oğuzların İslâmlaşması ve bunun neticesi olarak da Büyük-Selçuklu İmparatorluğu'nun kurulması eseridir. 

Bu suretle İslâm âlemine giren bu taze ve enerjik unsur sayesinde İslâm idelojisi tekrar ilk zamanlardaki ruh ve hamlesini kazanarak dört asırlık bir ömürden sonra inhilâle yüz tutan bir medeniyet, bir âlem, daha asırlar boyunca yaşayacak ve ilerleyebilecek bir hayatiyet kazandı. Artık bundan sonraki İslâm medeniyeti yeni bir safhaya girmiş, İslâm tarihi de Selçukluların ve Osmanlıların bir eseri olarak zamanımıza kadar devam eden istikameti almıştır. 

Oğuzların Selçuk sultanları idaresinde kurdukları bu büyük imparatorluk İslâm âlemini siyasî ve içtimaî anarşiden kurtarmakla kalmadı; başlıca düşman olan Bizanslıları ezmek gibi İslâm idealini de gerçekleştirdi. Bu, Yakın Şark'ın ve hususiyle Anadolu'nun Türkleşmesi gibi neticeleri itibariyle daha büyük bir tarihi oluşa imkân verdi. Bu hâdisenin mahiyeti hiç de haiz olduğu ehemmiyet nispetinde kavranılmamıştı. 

Filhakika, Büyük Selçuk sultanları için Anadolu'da girişilen fetihler, İslâm'ın hamilleri olmaları sıfatıyla, onun en mühim dış düşmanını yenmek ve Orta-Asya'dan göçen kesif Türk kitlelerini yerleştirecek bir yer bulmak gayesini güdüyordu. 
Bundan dolayı başlangıçta Büyük Selçuk sultanları nazarında Anadolu bir uç beyliği, âsi bey ve boyların bir sürgün yatağı olarak telâkki ediliyordu. 
Halbuki tarih, istilânın en mühim neticesi olarak bu uç beyliğinin bir Türk vatanı haline gelmiş olduğunu göstermiş; burada hazırlanan kuvvetler Türk ve İslâm tarihinin en büyük hamlesi olarak cihanşumûl Osmanlı İmparatorluğu ve dünya nizâmının vücût bulmasını doğurmuştur. 
O şekilde ki, bu yeni vatan yalnız Türk milleti için değil bütün İslâm kavimleri bakımından da bir kale vazifesini görmüştür.

Selçuk istilâsından sonra Türkten başka kavimler için artık siyasî bir hayat kalmamıştır. Arap ve İranlı unsurlarını istilâya takaddüm eden zamanlarda tamamiyle enerjilerini kaybetmiş olmaları, tabiatıyla, bu hususta Selçuklular için herhangi bir mesuliyetin bahis mevzuu olmayacağını gösterir. O şekilde ki; bir kasırga gibi İslâm âlemini ve husûsiyle Türk ülkelerini sarsan ve uzun zaman da baskısı altında tutan Moğol istilâsı, maddî tesirlerini kaybettikten sonra bile siyasî kuvetler diğer unsurlara değil tamamiyle Türklere inhisar etmiştir. 

Bu keyfiyet Selçuk istilâsının tarihî ehemmiyetini ve sürekliliğini ve Türkten gayri unsurların zaaflarını göstermek için kâfi bir delildir. Nitekim Müslümanlar, fâtih Türkler sâyesinde kararlarda müdafaadan taarruza geçerek ilerledikleri zamanlarda, hiçbir zaman denizci bir devlet vaziyetine geçemeyen Selçuk İmparatorluğu idaresi dışında kalan ve Akdeniz'e hâkim bulunan İslâmlar bu denizde süratle gerileyerek hâkimiyeti Hıristiyan kavimlere terk ettiler.

Öyle ki denizde giden Haçlı kuvvetlerini durduracak ve onlarla karşılaşacak bir Müslüman donanması kalmamış gibi idi. Bundan başka, sebepleri ne olursa olsun, Selçuk İmparatorluğu'nun parçalanmasına rağmen İslâm dünyasını Haçlıların taarruzundan ve bu münasebetle diğer bir inhilâlden kurtaran tek unsuru da Türkler teşkil ediyordu. 

Öte yandan İslâm âlemine, Moğollar ve onlar idaresinde bulunarak saldıran, gayrimüslim Türklere karşı İslam medeniyetinin müdafaası da yine Müslüman Türkler sayesinde mümkün olabilmiştir. 
Memlûklerle İlhaniler arasında vuk ubulan'Ayn-i Câlût muharebesinden bahseden ve Moğolları Türk sayan İslâm müellifleri "Ne gariptir ki Türklere karşı İslâmiyet'i kurtaran yine aynı cinsten olan Türkler olmuştur" diyerek bu hakikati belirtmişlerdir.

Araplar daha Abbasî Devleti'nin kuruluşunu müteakip askeri kuvvet ve hamleleri kaybetmişlerdi. Onların zâfile başlayan İran'ın siyasî rolü ise Sasaniler devrinde olduğu gibi hiçbir zaman hayatiyet gösterememiştir. Kültür bakımından İslâm medeniyeti üzerinde büyük bir rolü olan İranlıların siyasî bakımından tesirleri Türklere ve Araplara nazaran yok denecek bir mahiyette, bazen da menfi bir şekilde belirmektedir. 

Bu iki kavmin Selçuk istilâsından sonra devam eden kültür faaliyetleri her bakımdan Türkler sâyesinde mümkün olabilmiştir. Daha Abbasî Halifesi Mu'tasım zamanından itibaren İslâm İmparatorluğunda Türk askeri kuvvetlerinin baş gösteren üstünlükleri dolayısıyla Türklerin Arapları tekrar çöle süreceğini ifade eden İbn Sa'd'ın Tabakat'ındaki hadîs de burada zikre şayandır.

İstilâ, İslâmiyet için daima yıkıcı vasfını muhafaza eden fikir ve hareketlerin ezilmesine ve İslâm âleminde Sünnilik'in muzaffer olmasına, İslâm dünyasında maddî kuvveti temsil eden Selçuk sultanlığı ve manevî kuvveti temsil eden Abbasi halifeliği olmak ve ikincisi birincisine bağlı olmak üzere iki kuvvetin meydana çıkmasına sebep oldu. Selçuk sultanları devletlerinin menfaati kadar inançları icabı olarak da Sünniliği İslâm dünyasına hakim kıldılar. 

Bu münasebetle, halifeliğin Moğollar tarafından kaldırılmasına kadar, maddî sultalarını korumak şartıyla, bazı halifelerin menfi hareketlerine rağmen, onların manevî nüfuzlarına saygı gösterdiler ve bütün Müslümanları İslâm ideolojisine bağlamayı ihmal etmediler. Bundan başka onlar İslâmiyet'i kemiren hastalıkların yalnız silâh kuvvetiyle tedavi olunamayacağını pek iyi kavradıklarından İslâm medeniyetini ilmî ve medenî müesseseleriyle ve Sünnîlik esasları üzerinde yeniden kurarak kendi hâkimiyetlerinin temellerini de sağlamlaştırdılar. 

Cami, medrese, zâviyelerin kurulması ve kökleşmesi için sarfedilen gayretlerle, kılıç tutan askeri kuvvetler yanında, zamanın, ihmali caiz olmayan ilim ve tasavvuf erbabından müteşekkil irfan ordusunu da müşterek gaye etrafında toplamışlardı. Bu suretle İslâm âleminde Abbasî devrinin parlaklığına rağmen hiçbir zaman kurulamayan maddî ve manevî huzuru temine muvaffak oldular. Nitekim yalnız Sünniliği değil kökten İslâmiyet'i yıkmaya çalışan hareketler bir daha büyük bir tehlike mahiyetini almak imkanını bulamadı. XVI. asırda Türk kabilelerine dayanarak kurulan ve Şiîliği İran'ın resmi mezhebi haline sokan safevî hareketini yıkıcı müfrit Şii hareketleriyle pek karıştırmamalıdır.

Selçuklular idaresinde Türklerin İslâm alemine yaptıkları hizmetler, zamanında pek iyi takdir edilmiş ve bunlara karşı duyulan minnet ve şükran duyguları devrin müellifleri vasıtasıyla bize kadar nakledilmiştir. Bu hususta çok karakteristik olan bir parça bize İslâm âleminin Selçuk hâkimiyetine karşı bakışını göstermek bakımından burada zikredilmeye lâyıktır. 

Râvendî Selçuk tarihi hakkında yazdığı Râhat us-Sudûr adlı eserinde der ki: """İmam-ı Âzam vedâ haccını yaparak Mekk'de Allah'a karşı niyazda bulunurken 'Ey Tanrım, benim içtihadım doğru ve mezhebim hak ise yardım et; çünkü ben senin için Muhammed'in şeriatini takrir ettim' demiş; hâtiften gelen bir ses ona 'Sen doğruyu söyledin, kılıç Türklerin elinde bulundukça senin mezhebine zeval yoktur' cevabını verir. 

Bunun nakl ve senetlerini kayıt eden Râvendi şöyle devam eder: "Tanrıya hamdolsun ki İslâm'ın arkası kuvvetli Hanefi mezhebi mensupları mesutturlar; Arap, Acem, Rûm ve Rus diyarlarında kılıç Türklerin elindedir. Selçuk sultanları Ebu hanife âlimlerini o kadar korumuşlardır ki onların sevgisi ihtiyar ve gençlerin kalbine bakidir". Halbuki Selçuk devrinde yetişmeyen el-Bîrûni ve Abdulkadir Bağdadî gibi mütefekkirler Karahanlılarla Bulgarların İslâm olmasını İslâmiyet'i yıkmaya çalışan İran'ın Gulât-i şîa hareketlerine karşı bir zafer telâkki etmişler ve bununla İslâm medeniyeti için bir tehlike kalmadığını sanmışlardı.
Türkler, bağlandıkları İslâm ideolojisi uğrunda, İslâmiyet'in yükselmesine çalışırlarken kendi temayül ve gayeleri olan cihân hâkimiyeti fikrini daha kuvvetli bir şekilde canlandırdılar. Onlar arasında bütün Orta zamanlar boyunca Tanrı tarafından dünya hâkimiyetine memur bir millet olduklarına dair bir inanış mevcuttur. Orhon kitabelerinde belirdiği üzere onlar, Tanrı'nın sevgili bir kavmi, ilâhi menşeden gelen Türk hakanlarının insanları idare için göndermiş bulunduğu akidesini İslâm dininde Peygamber'in "Türklerin, Tanrı'nın askeri" (Cund Allah) olduğu gibi hadîslerde bu inanış ve temayüllerini bulmakla ve bunun gerçekleşmesini mümkün kılan muvaffakiyetleri görmekle cihan hâkimiyeti mefkûrelerini kamçıladılar. İslâm müellifleri gibi kendilerini Türklük camiası içinde hisseden Moğollar da bu telâkkiyi benimseyerek cihan hâkimiyetinin kendilerine Tanrı tarafından verilmiş olduğunu İslâm hükümdarlarına ve papalara yazdıkları mektuplarda (İslâm hükümdarlarına buna müteallik hadîsleri), gururlu bir ifade ile bildirmeyi unutmamışlar ve bu münasebetle başka kavimlerin boyun eğmekten başka çareleri olmadığına samimiyetle inanarak bunda ısrardan çekinmemişlerdir. İslâm ideolojisinin Araplara verdiği büyük hamle bir asır sonra bütün hızını kaybettiği halde Türkler için on asır süren bir hayatiyet göstererek İslâmiyet'in şerefini yücelten parlak bir tarih yaratmaya imkan verdi. Bundan dolayı Türkler, başlangıçta, Arap ve Farsların bu yeni medeniyette kendilerine üstün olduklarına kani olmakla beraber onlara enerjilerini kaybetmiş; gevşemiş, ahlâkça bozulmuş, hilekâr bir unsur nazariyle bakmışlardır. Bu münasebetle yalnız bunları değil medeniyetin gevşetici tesirleri içinde yaşayan Türk zümrelerini de tezyifkâr manasıyla Tacik adı altında zikrediyorlardı. Gariptir ki aynı tesirlere maruz kalan göçebeler tam İslâmi bir cemiyetin unsurları olduktan sonra göçebe hayatını sürmeğe devam eden ırkdaşlarını, vaktiyle şeref iade eden "Türk" kelimesiyle fakat tezyifkar bir mânadâ adlanmışlardır. Halbuki bunlar dahi bu ismin geniş manasının şümulüne girdiklerini unutmuş değillerdi.
Türk Hâkimiyetinin Karakteri
Selçuklular ile başlayan Türk hegomonyasının en belirgin vasfı şüphesiz İslâm dünyasının geniş ve sıkı bir devletçilik esasları üzerinde teşkilâtlandırılmasıdır. Halbuki I. asrın Arap müteferriki Câhiz Türklerin meziyetleri hakkında yazdığı Fâil ül-Etrâk adlı risalede onların askerî kabiliyetlerini, zekâ ve karakterlerini öğerken sanatın Çinlilere, felsefenin Yunanlılara, teşkilât ve devlet idareciliğinin İranlılara mahsus bir hüner olduğunu söylemşiti. O bunda mâdu; çünkü Câhiz Türkleri ancak halifelik merkezindeki mevcudiyetiyle tanıyor ve onlar hakkında o münasebetle malûmat sahibi bulunuyordu. Esasen onun zamanında Türkler, Hazar ve Uygurlar istisna edilecek olursa, başlıca bir siyasî mevcudiyet de göstermiyorlardı. Binaenaleyh İslâm'dan önce kurulan Türk devletlerini bilmediği gibi iki asır sonra İslâm âlemi için yeni bir nizam kuracaklarını da keşfedemezdi. Gerçekten Selçukluların, Orta Çağ'ın şartları içinde kurduğu devletçilik, işletme tarzı ve doğurduğu sağlam neticeler itabariyle hayrete şayan bir mahiyet arz eder. Bundan dolayı Selçukluların İslâm âleminde yaptıkları inkılabın iç cephesi yeni bir içtimaî nizam yaratan devletçilik siyasetidir. Bu, menşeini eski Türk devlet telâkkisinden ve zamanın buna lüzum gösteren şartlarından alır. İlmî, içtimaî, iktisadî ve ticarî bütün işler ve müesseseler devlet tarafından ya idare, ya müdahale veya bir himayeye mevzu teşkil ediyordu. İlk defa ilim müesseseleri umumileştirildi ve amme meselesi haline geldi. Meselâ ilk medreselerin (üniversite) bir ilim ocağı halinde İslâm âleminde yayılması ve herkese açılması Selçuk Devleti'nin eseridir. Bunların, Sünnilik esasları üzerinde, yetiştirdiği insanlar yıkıcı cereyanlara karşı İslâm-Türk imparatorluğunun tabiî müdafileri idi. Medreselerin müdererrislerine ve talebelerine maaşlar bağlanmıştı. Zâviye ve imâreler de devletin verdiği istikamette ve murakabesi altında bulunuyor; bu suretle içtimaî yardım ve imar bakımından olduğu kadar, memleketin her tarafına yayılmış kültür yuvaları olmak itibariyle de umumî gayeye hizmet ediyorlardı. Bu müesseseler sultanlar, devlet adamları veya hususî şahısların vakıflarıyla geçiniyor ve vâkıfların şartlarına uymak mecburiyetinde bulunuyorlardı.
Buna rağmen devlet her sahada olduğu gibi buruda da bu müesseselerin başlarındaki adamları tayin ve işleyişlerini kontrol etmek suretiyle nüfuzunu icra ediyordu. Halbuki Selçuklulardan önce ilim ve kültür müesseseleri ne amme müesesesi telâkki edilmiş ve ne de bu kadar yaygın bir mahiyet almıştı. Binaenaleyh İslâmiyet Selçuk orduları ve devletin teşkilâtlandırdığı kültür müesseseleri ve bunların faaliyetleri sayesinde Gulât-i Şîa adı altında başgösteren fikir ve zümrelerin yıkıcı ve bozguncu hareketlerinden kurtulmuş oldu. Fakat bununla Selçukluların kurduğu yeni nizamın yalnız askeri ve fikri kuvvetlere dayandığını ve bunların kâfi geldiğini sanmak tabiatıyla bugünkü tarih anlayışına uygun gelmez. Nitekim Gulât-i Şîa hareketlerini de münhasıran dinî bir menşee bağlamak da doğru olmaz. Şüphesiz müfrit Şiî hareketlerinin başında bulunanlar zaman zaman asilzade ve dıhkan sınıfının ellerinde ezilen sefil, çıplak halktan ve serserilerden faydalanmasını iyi bilen insanlardı. Binaenaleyh Selçuklulardan önce bu türlü zümrelerin Bâtınî hareketlerine iştirakleri ve bu sahada bir talih aramaları pek tabii idi. Bu münasebetle Bâtınî reislerinin dinî ve siyasî gayeleri esas olmakla beraber hareketlere iştirak edenlerin sevk eden iktisadî âmilleri gözden uzak tutmak doğru değildir.

Selçukluların kurduğu nizamın sağlam esaslarından biri de şüphesiz içtimai tezatları kaldırmak veya teşekkülüne engel olmak idi. Devlet, feodal bir sistemde olduğu gibi, reayayı imtiyazlı sınıf veya şahıslara bırakmayıp bütün velayeti üzerine almıştır. Bu zamanda bir sınıftan bahsetmek icap ederse ancak halk ve sultan adına idare eden memurlar sınıfıdır. Fakat bu ikinci sınıfın yine devletçilik icabı hiçbir zaman bir sınıf halinde teşekkülüne mesade edilmemiştir. Topraksız köylüye toprak tevzii veya boş arazinin imar edilerek bunlar tarafından şenlendirilmesi devletin başlıca vazifelerinden biri olmuştur.

Bu eski Türk devletçiliğinin bir devamı olsa gerek: Göktürk kitabelerinde hakan kendisini aç halkı doyurmak, çıplak halkı giydirmek, nüfusu çoğaltmak gibi hususlarda idaresinde bulunanlara karşı bir velayetle mükellef saymaktadır. Hükümdarların, toy veya Hân-i yağma adı altında, halka sarayında yemek ve ziyafet vermesi herhalde menşei kadim devirlerin dini inanışlarına kadar çıkan bir teâmül olup sonraki çağlarda müşahede ettiğimiz bir devletçilik zihniyetiyle yakından ilgilidir.
Göktürk Hükümdarı Kapagan vaktiyle Çin'de yerleştirilmiş olan birkaç bin çadır halkını kendi topraklarına yerleştirince onları müstahsil vaziyete getirebilmek için Çin'den üç milyon kiloluk tohum, üç bin ziraat aleti celbetmesi hakkında Çin kaynaklarının verdiği kayıt, göçebe esasına dayanan bir devletin ziraat işleri ve tebaasiyle münasebetleri dolayısiyle olduğu gibi devletçilik bakımından da dikkate şayan bir vesikadır. Selçuk Devleti'nin toprak idaresinde tatbik ettiği yenilikler de herhalde, maziden gelen ve bugün vesikaların yokluğu dolayısiyle bizce aydınlatılması pek kolay olmayan, bir milli geleneğin amil olduğunu düşünmek yerinde olur. Şüphesiz bu hususta Selçuklulara hakim oldukları memleketlerin tabi bulunduğu içtimai şart ve zaruretlerin tesirini de ihmal etmemek icabeder. Herhalde Selçuklular Maveraünnehir'de, Horasan'da zengin arazi sahipleri ile topraksız, sefil halk yığınları arasında mevcut olan tezatları, içtimai ve iktisadi buhranları görmüşler; Bizans idaresinde bulunan Anadolu'nun toprak aristokrasisi elinde bir içtimai ahenksizlik, bir feodalleşmenin doğurduğu hareketleri öğrenmişlerdir. Bundan dolayı bu yeni fethedilen toprakları, öşri ve haraci olsun, şahıslar elinde hususi mülk halinde bırakmayıp tamamiyle miri topraklar haline getirmişler; yani toprak üzerinde bugünkü manada, bir mülkiyeti kabul etmemişlerdir. Bu suretle, mahdut menşelerden gelen bazı mülk topraklar müstesna, bütün memleket devlet tarafından halka kiralanmış ve bu sayede içtimai bünyede aristokratlaşma ve feodelleşme şeklinde belirecek tezatlara imkan vermemişlerdir. Selçuk devletçiliğinin en karakteristik bir örneğini teşkil eden toprak sisteminin Tanzimat'a kadar Osmanlı İmparatorluğu tarafından dahiyane devam ettirilebilmesi bunun ne kadar sağlam esaslara dayandığını anlayabilmek için bize bir fikir verebilir. Ticari ve iktisadi diğer sahalarda da takip edilen devletçilik siyaseti ve buna dair vak'aların zikri de, bu yazının umumi çerçevesine sığmaz. İslam dünyasını bu kadar geniş bir devletçilik siyasetiyle idare etmenin İslam dünyasını bu kadar geniş bir devletçilik siyasetiyle idare etmenin İslam medeniyetinin gelişmesindeki müsbet veya menfi neticeleri üzerinde herhangi bir hüküm vermek ancak bu hususta yapılacak geniş araştırmaların neticelerini beklemekle mümkün olacaktır. Bu, herhalde bugünkü devletçilik ve liberalizm cereyanları arasında vuku bulan münakaşalar gibi bu hususta da birtakım müsbet veya menfi görüşlere yer verebilir. Mesela denebilir ki Selçuk Devleti'nin Sünniliğe dayanan fikir vcereyanlarını himaye etmesi ve teşkilatlandırması fikir hürriyeti ve bundan ötürü de medeni ilerleme için bir engel teşkil etmemiş midir? Fakat, şurasını hatırlamak lazımdır ki Selçukluların Sünnilik siyasetleri ancak açıktan açığa İslam medeniyetini baltalamak, her türlü fikir hürriyetini boğarak ve kendilerinden olmayanları yok ederek hüküm sürmek gayesini güden ve vaktiyle Sasani İmparatorluğu'nu yıkan hareketleri doğuran Mezdekçiliğin yeni mümessillerine karşı alınmış bir tedbir olarak göre çarpar. Bu bakımdan bunu bugün Avrupa medeniyetini ve bu arada başlıca fikir hürriyetini yıkarak bütün dünyada tek bir görüşü hakim kılmak ve başka türlü düşünen insanlara hayat hakkı vermek istemeyen totaliter cereyanlara karşı demokrasinin aldığı müdafaa tedbirlerine benzetmek mümkündür.

Bu münasebetle Selçukluların bu siyasetine o zamana göre hürriyeti koruyucu gözüyle bakılabilir. Selçuk devrinde, Abbasi devrindeki serbest ve ileri fikirleri temsil eden Mutezile vesair kuvvetli ilim, felsefe cereyanlarına raslamamış olmamız bu siyasetin eseri olmayıp bu, çok daha evvel Eş'ariler ile başlayan ve Akliyecileri zayıflatarak Nakliyecileri kuvvetlendiren karşı bir cereyanın neticesidir. bundan dolayı Selçukluların Sünnilik siyasetleri akliyecileri değil hürriyete düşman olan ve İslamiyet ve Selçuk devleti için siyasi bir tehlike teşkil eden müfrit Şiileri hedef tutmuştur. Esasen Selçuk sultanları da, umumiyetle, eski Türk hakanları gibi din ve fikre karşı müsamaha gösteren geleneğe sadık kalmışlardır. Nitekim bazı Türkiye Selçuk sultanları bu bakımdan, yani dini ve fikri müsamaha dolayısiyle, birtakım ithamlara bile maruz kalmışlardır. Bunun açık bir delili de Rum, Ermeni gibi Hıristiyanların din ve mezhepleri hususunda Selçuklulardan gördükleri hürriyet ve himayedir ki bu keyfiyet bu devrin bu kavimlere mensup tarihçileri tarafından Türk sultanları hakkında yazılan methedici yazılarda göre çarpar. Hususiyle İslamiyet'in ilk zuhurunda Bizans'ın dini tazyiklerine karşı Mısır ve Suriye gibi memleketlerde yaşıyan Monofizitlerin İslam idaresini tercih etmelerine ve bu sahaları kolaylıkla Bizans'ın elinden çıkmasına sebep olan temayüller aynen Anadolu'da Süryaniler, Ermeniler ve diğer yerliler tarafından Selçuklular hakkında da görülmüş ve bu vaziyet istilayı kolaylaştırıcı amillerden ibir olmuştur. Nitekim aynı amil Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkanlar'a yayılmasında da kendini gösterir.
Millî Harsın İhmali
Bu umumi taslak Selçuklularla başlayan Türk hakimiyetinin İslam medeniyetini nasıl yenileştirdiğini ve bu taze unsur sayesinde daha uzun asırlar boyunca İslam aleminin ne kadar büyük bir hayatiyet kazandığını gösterir. İlk büyük Selçuk sultanları ve onların kollarını teşkil eden birtakım varisleri, bazı Atabegler, yalnız irade ve siyasetleri bakımından değil, ahlak ve İslam ideali dolayısıyla da halife Ebu Bekir ve Ömer'in vasıflarını andıran büyük şahsiyetler idiler.

İlk Türkiye Selçuk sultanları ve birkaç asır hiçbir zaaf göstermeyen dahi Osmanlı padişahları bu yeni unsurun haiz olduğu kudret ve hayatiyetin tam mümessilleridir. Bununla beraber burada Türk sultanlarının ve Türk kültürünü taşıyıcı olan yüksek tabakanın İslam ideolojisi uğrunda sarf ettikleri gayret ve fedakarlıkların Türk kültürü zararına olarak bazı tecellilerini de hatırlatmak ve bunu itiraf etmek icabeder. Onların İslam'dan önceki tarih ve geleneklerine karşı bir ilgisizlik şeklinde tezahür eden bu hareketleri İslamiyet'e aykırı ve putperestlik devrinin hatıralarını canlandırmak gibi bir endişenin neticesi olmalıdır.

Esasen bütün Türk-İslam devletlerinde İslam dininin koyduğu İslami beynelmielciliği Türklerin samimiyetle kabul ettikleri ve yeni dinin icabı saydıkları görülmektedir. Türklerin İslamiyet'i kabulleri hakkında ve onların lehinde olarak Fahreddin Mübarekşah'ın verdiği malumatın bir misal olarak zikri bu bakımdan ehemmiyetlidir. Ona göre: "Başka kavimlerin Müslüman iken de ana, baba ve yakınlariyle ilişkilerini kesmedikleri çok defa görüldüğü ve samimi bir Müslüman olmak için uzun bir zamana ihtiyaç hasıl olduğu halde Türkler Müslüman olduktan sonra Müslümanlığa öyle sarılırlar ki bir daha adlarını, yerlerini ve yakınlarını hatırlamazlar; hiçbir Türkün irtidat ettiği de görülmemiştir". Bu keyfiyet Arapların Hulafa-i Raşidin'in sonuna kadar Cahiliyye devri hatıralarını terk etmelerine benzer. Bununla beraber Peygamber zamanından uzaklaştıkça eski hatıraları canlardırma temayülü kuvvetlenmişti. O şekilde ki yalnız Araplar değil İranlılar ve Türkler bile çöllerde yaşayan kabileler arasına girerek dil, tarih, edebiyat ve etnoğrafya bakımından çok zengin bir malzeme topladılar ve araştırmalar yaptılar. Gerçi bunda Kur'an dilini öğrenmek gibi dini bir gaye mevcut idi. Fakat bunun asıl neticesi Cahiliyye devrini ve Arap harsının menşeini aydınlatmak ve yaşatmak olmuştur. Halbuki İranlılar da bir iki asırlık istiladan sonra milli dilleriyle ananelerini yeniden canlandırmağa çalıştılar. Bundan dolayı mesela milli ananeye daha sadık olan göçebe kitleri arasında vücut bulan Oğuz-name ve Dede Korkut Kitabı istisna edilecek olursa aydın Türklerden, Firdevsi gibi İran tarihi destanını ebedileştiren bir kimse değil, Oğuz Destanı'nı bize sadece nakleden bir Türk raviisi bile çıkmamıştır. Nitekim Mısırlı Türk tarihçisi Aybeg Oğuz-name'den bahsederken bunun birtakım parçalarını mahz-i küfr telakki ederek nakletmekten sakınmıştır. Vakıa Firdevsi de uzun zaman hakiki Müslüman muhitlerde putperest devrin ananelerini diriltmekle itham edilmişti. Bununla beraber bu telakki zamanla gevşeyerek Firdevsi'ye yalnız milliyetçi İranlılar arasında değil, Türkler arasında da büyük bir mevki verildi. İlk Selçuk sultanları ve aydın tabakanın devletin kuruluşundan önceki devirlere ait bir tarihi eser yazmayı veya yazdırmayı düşündüklerine ait bir kayıt henüz görülmemiştir; bilakis Tuğrul Bey'in doğuşuna dair Bundari tarafından zikredilen şifahi rivayet böyle bir eserin yazılmamış olduğunu gösteriyor. Sultan Sancar'ın yazdırdığı Mefahir ul-Etrak adlı eser kaybolduğu ve muhtevası malum bulunmadığı için bu hususta açık bir şey söylenemez. Halbuki küçük bir kitle halinde İslam memleketlerine gelen ve kültür yakınlığı ve üstünlüğü ve nihayet muhitlerindeki ekseriyet dolayısiyle kolaylıkla Türkleşen Moğallar eski tarihlerini Cami üt-Tevarih'i yazdırmak suretiyle istikbale nakletmeğe muvaffak oldular, ki Oğuz-name'nin İslam kaynaklarına geçişi de bu vasıta ile oldu.
İlk Osmanlıların milli tarih görüşüne sahip olmaları denebilir ki istisnai ve dikkate şayan bir hadisedir. İlk tarihçiler, Osmanlı tarihini Türkiye Selçukluları, Büyük Selçuklular, Karahanlılar devrelerini destani Oğuz Han'a çıkarmak suretiyle yazarlarken Türk tarihini bir bütün halinde mütalaa etmenin lüzumuna kani olmuşlardı. Onların ilk İslami Türk devleti Karahanlılardan önce doğrudan doğruya Oğuz Han'a çıkmaları daha evvelki Türk devletleri hakkında hiçbir bilgileri olmadığını gösterir ki, bu da Selçuklulardan veya diğer Türklerden böyle bir eser kalmaması dolayısiyle gayet tabiidir. Osmanlıları Selçuklulardan farklı olarak böyle bir milli tarih görüşüne sevkeden amillerden biri herhalde Osmanlı tarihini yazanların bizzat bu hanedan etrafındaki Türk müellifler olması idi. Bundan başka bu müelliflerin henüz canlılığını yaşatan Osmanlı aşiretinin ananelerine vakıf olmaları ve galip bir ihtimalle de Cami üt-Tevarih'ten istifade etmiş ve bizzat onun tesirinde kalmış bulunmaları bu hareketin sebeplerini teşkil etmelidir.

Selçuk sultanları ve münevver sınıfın Türk kültürüne karşı gösterdiği kayıtsızlığın en menfi neticesi Türk dili yalnız İran gibi Farsçanın kuvvetli bir edebiyat dili haline geldiği bir sahada değil, Anadolu gibi İslam medeniyetine yeni giren ve başlıca Türklerle meskun olan bir memlekette bile uzun zaman Farsçanın baskısı altında edebi ve resmi bir dil olmak imkanını bulamadı. Halbuki, Selçuk İmparatorluğu'nun kurulduğu zamanlarda, Karahanlıların idare ettiği yerlerde, Uygur kültürü tesiriyle, Türk dilinde mühim eserler vücuda getiriliyordu. Fakat bu sahaların çok sürmeden maruz kaldığı siyasi buhranlar gelişmekte olan Türk kültürü için bir darbe teşkil etti. Şartlar ne olursa olsun Selçuk Devleti'ni idare edenler arasında Türk kültürünün ehemmiyetini Kaşgarlı Mahmud gibi duyan ve anlayan alimler yetişse idi, milli dilin İslam dünyasındaki rolü pek ehemmiyetli olurdu.
Mahmud, türk dilinin öğrenilmesi ve yayılması için meşhur eserini yazarken bu maksadı terviç eden bir hadis de nakletmektedir. Hadis diyor ki; "Türk dilini öğreniniz; çünkü onların hakimiyetleri uzun sürecektir". Mahmud'a göre bu hadis doğru ise Türkçeyi öğrenmek vacibtir; eğer doğru değilse aklen öğrenilmesi gerektir; çünkü zamanımızın sultanları ve hakim kavmi Türklerdir. Mahmud'un, zamanında şartların müsaadesizliği yüzünden semeresiz kalan çalışmalarına karşı Timurlular devrinde daha iyi bir zemin bulan Ali Şir Nevai'nin gayretleri Türk dilinin ilerlemesinde büyük bir hamle yarattı. Buna karşı İran edebiyatı ve kültürü bakımından Selçuk devri Türklerin teşvik ve himayeleriyle parlak bir devir olarak tarihe geçmiştir. Selçuk devrinin Türk dili ve tarihi bakımından böyle bir manzara göstermesi şüphesiz sadece yüksek tabakanın kayıtsızlığı eseri değildir. Vakıa Türkler İslam medeniyetini tamamiyle benimsemiş bir millet olarak milli kültürün, İslam kültürü çevresinde gelişmesini dünya hakimiyeti temayülleri için lüzumlu görmemişlerdir. Onlar imparatorluklarını kurdukları sahalarda içtimai ve ilmi müesseseleriyle kurulmuş üstün bir medeniyete rasladılar. Yeni gelen unsurun buralardaki kültür düzenini kolaylıkla değiştirmesi imkansızdı. Zaten bu yeni unsurun esası ve bizzat imparatorluğu idare eden tabakanın menşei göçebe idi. Bu münasebetle ister istemez kurulu medeniyetin diline de, edebiyatına da uzak kalmazlardı. Bundan başka, bu devlet kurulurken ne doğrudan doğruya ne de dolayısiyle milli vasfile gelişen Uygur-Karahanlı kültürüne dayanmak imkanına da malik değildi. Hatta Selçuk Devleti'nin ağırlık merkezi Maveraünnehir olsa idi tarihi ve içtimai şartlar böyle bir şuura malik olmaksızın dahi ister istemez milli temelden beslenerek milli kültür daha kolay gelişme imkanlarına sahip olacaktı. Nitekim tamamiyle Uygur kültürünü benimseyen ve ancak Müslüman ülkelerde birkaç nesil sonra Müslüman olan Moğallar sayesindedir ki Uygurların medeni tesirleri geniş sahalara kadar yayılma ve İslam medeniyetiyle imtizaç etme imkanını bulabildi. Selçukluların İslam kültürü içerisine girerken milli kültüre karşı kayıtsız kalmalarının bir amili de şüphesiz İslam dinini kendi arzulariyle kabul etmeleri ve bizzat İslam dünyasına hakim bulunmaları idi. Bundan dolayı onların yeni din ve yeni medeniyete karşı bir aksülamel duymalarına sebep kalmamış idi. Esasen Türklerin İslam ideolojisini tamamiyle benimsemeleri de ancak bu sayede mümkün olabilmiştir.

Türkler cihanşümul hakimiyet ve kudretlerini muhafaza ettikleri asırlar boyunca milli üstünlüklerini müdrik bulunmakla beraber dar ve titiz bir milliyetçilik şuuruna sahip olmamalarını böyle bir siyasi kudret ve hakimiyete ftfetmek icabeder. Nitekim Orhon yazılarında beliren kuvvetli milliyetçilik hareketini de acı gelen Çin istilasiyle izah etmek mümkündür. Bunun gibi XIX. asırda Osmanlı İmparatorluğu'nda başlayan Türk milliyetçiliği cereyanında, Fransız İhtilali'nden ziyade iç ve dış tehlikeler karşısında zaafa uğrayan milli mevcudiyeti koruma ve kurtarma duygusunun tesirini aramak daha doğru olur. Bu ruhi amil gözönünde tutulmaksızın bu mesele tamamiyle kavranılamaz. Fakat bununla İslamiyet'in, bilhassa X. asırda, Türkler arasında süratle yayılmış olmasına rağmen bu İslamlaşmanın bazı iç mücadelelere ve buhranlara sebep olmadığını iddia etmiyoruz. Esasen bu içtimaiyat ilmi bakımdan da imkansızdır. Nitekim bu hususa dair bazı vesikalar da mevcuttur.
Millî Harstan Kalan Unsurlar
Bütün bu vak'a ve izahlara rağmen toptan Müslüman olan bir kavmin tamamiyle kendi harsından sıyrıldığını ve binaenaleyh İslam medeniyeti üzerinde bu bakımdan da bir tesirde bulunmadığını söylemek imkansızdır. Esasen bu sosyoloji kaidelerine aykırı bir iddia olur. Bu kavim, nasıl bir medeniyet seviyesinde olursa olsun, asırlardan beri devam eden yaşayış, düşünüş ve inanışlarını, şuurlu veya şuursuz, ister istemez ve birdenbire feda edemez. Selçuk sultanları ve idare sınıfı birçok eski Türk devlet telakki ve müesseselerini, İslami bir imparatorluk kurarken de muhafaza etmişlerdir. Başlangıçta eski Türk sistemine göre teşkilatlandırılan imparatorluk, zamanla İslami şekle uymak zorunda kalarak bir kısım hususiyetlerini kaybetti ise de bazı Türk müesseseleri imaratorluk çerçevesini aşarak İslam medeniyetinin de malı oldu. İslam akideleriyle açıktan açığa çarpışmayan adetler, merasimler, teşkilat ve devlet mansıb ve vazifeleri İslam dünyasının her tarafında kabul edildi.

Selçuklularla birlikte İslam medeniyetinde başlayan Türk kültür tesiri henüz ciddi bir tetkike tabi olmamış olmakla beraber bugün umumi olarak bildiklerimizi bile burada sıralamak bu yazının hudutlarını aşar. Yalnız Selçukluların eski Türklere ait idari, askeri ve içtimai teşkilatları, Atabeglik teşkilatını devam ettirmeleri ve inşa divanını tuğra divanı haline çevirmeleri onların en fazla ihmal ettikleri bir hususta dahi Türk tesirinin ehemmiyetini göstermek için kayda değer. Bu, Kaşgarlı Mahmud'un Oğuzlar arasında yazının mevcut olduğuna dair ifadesini teyit edeceği gibi, Oğuz yabguları idaresindeki siyasi teşekküllerin, büyük bir devlet haline gelmemiş olsa da, bir divan teşkilatına malik olduklarını meydana kor.

Yüksek tabaka İslam medeniyeti içerisinde daha fazla İran kültürü tesirine maruz kalıp onun inkişafında başlıca amil olurken, İslamiyet'i sathi bir şekilde kabul eden ve İslam kültür merkezlerinden uzak sahalarda yaşayan ve hususiyle göçebeliği devam ettiren Türkler, uzun zaman Şamani inanış ve düşüncelerini İslamiyetle uzlaştırmak suretiyle muhafaza etmişlerdir. Milli destanın bir parçası olan ve İslami bir cemiyet kadar şimani bir cemiyetin yaşayış ve inanışlarını aksettiren Dede Korkut Kitabı bu göçebeler arasında vücut bulmuş; Oğuz-name'nin Cami üt-Tevarih'e geçmesi bunlar arasında yaşayan rivayetlerin toplanması sayesinde mümkün olmuştur. Battal-Gazi destanı ile Dede Korkut kitabindaki kahramanlar aynı İslam ideolojisi uğrunda savaşan insanlar olmakla beraber, birbirlerinden farklı hususiyetler arzederler. Birinciler tamamiyle İslamlaşan şehirli ve yerleşik Türklerin, ikinciler sathi bir şekilde islamlaşan ve eski Türk hayat ve telakkilerini yaşatan göçebelerin eseridir. Dede Korkut'ta geçen kahramanlar İslamiyet uğrunda Trabzon Rumları ve Gürcülerle savaşan, şarap içen, kadınlı meclisler kuran insanlar olup İslam'ın gazilerinden ziyade Türklerin alpleridirler; Bu hikayetler bize Müslüman göçebelerin ne derece İslamlaştıklarını, yaşayış ve düşünüşlerinin eski Türk karakterini nasıl devam ettirdiğini gösterir. Bu münasebetle Türkler tarafından kurulan bazı tarikatlar üzerinde Türk tesirini bulabiliyor ve Şamani unsurlara raslayabiliyoruz. bundan dolayı İslamiyet'i birbirinden farklı bir şekilde anlayan ve kabul eden şehirli unsurlarla bu göçebeler arasında yaşayış bakımından olduğu gibi inanış bakımından da bazı tezatlar vücuda gelmiş ve bu, birtakım mücadelelere sebep olmuştur. Bununla beraber, şüphesiz, göçebeler de bu yaşayış ve inanışları dolayısiyle İslamiyet'e aykırı davrandıklarına dair bir kanaat hiçbir zaman mevcut olmamıştır. Fakat münevver kitlenin takip ettiği yol karşısında milli temele dayanan bu İslami Türk kültürü galebe çalmak imkanını bulamamış; bilakis beslenemediği ve zamanla eski Türk hayatından uzaklaştığı için gittikçe kuvvetini kaybetmiştir. Eğer İslami Türk kültürü bu esas üzerinde kurulsa ve yürüse idi, şüphesiz bugün çok daha ileri ve daha sağlam bir milli kültür temeline sahip olacak idik. Bundan dolayı Türklerin İslam alemine hakim olmaları Türk kültüründen ziyade Arap ve bilhassa Fars kültürünün inkişafına yardım etti. Arapçadan sonra İslam dünyasının ikinci kültür dili olan Farsça, Türk ilim ve edebiyat adamlarının da kültür dili haline geldi.
Garp Türkçesinin edebi bir dil haline gelmesi Selçukluların son zamanlarında başlar ve Beylikler devrinde gelişir. Bu da İslamiyet'i, tasavvuf ve tarikat mensuplarının fikirlerini halk arasında yaymak gayesiyle başlamıştır. Bu suretle yavaş yavaş halk dili üzerinde bir edebiyat dili kuruldu. Ekserisi göçebe ve aşiret aslından gelen ve Arap ve Fars dilinde yazılı eserlerden anlamayan Anadolu beylerinin bu cereyanı teşvik etmeleri, edebi Garp Türkçesinin inkişafında çok tesirli oldu. Türkiye'de gelişen yazı dilinin tamamiyle halk dili üzerinde kulupu Orta-Asya yazı dili geleneğiyle hiçbir ilgisi olmadığı hakkında en kuvvetli delil şüphesiz burada Arap harflerinin Türkçeye tatbik şeklidir. Filhakika, Orta-Asya'da Arap harfleri Türkçeye tatbik edildiği zaman, herhalde Uygurcanın tesiriyle, Arap harflerinden bazı sesli harfler yaratıldığı halde Garp Türkçesinin ilk metinlerinde bu sesli harfler kullanılmamış; sefer çok defa hareketle gösterilmeğe çalışılmıştır. Bu suretle kurulmağa başlayan yazı dili ve edebiyat cereyanı Anadolu beyliklerinden biri olan Osmanlı Devleti'nin yükselmesi nisbetinde gelişti. Bu sayede ilk defa bütün kültür faaliyetlerini kendi dilinde yapan ilk Müslüman Türk devleti Osmanlı İmparatorluğu olmuştur. Bundan dolayı Türklerin vücuda getirdiği en büyük siyasi teşekkül olan ve dünya tarihinde Roma ve Halifelik imparatorlukları ölçüsünde bir tarihi role sahip bulunan Osmanlı cihanşumul İmparatorluğu'nun, milli kültür tarihimiz bakımından da hususi bir ehemmiyeti vardır. Filhakika Osmanlı İmparatorluğu her bakımdan Selçuk Türkiyesi'nin bir inkişafından ve üç kıt'aya ve iç denizlere hakim olarak Türk ve İslam tarihinin en son ve cihan nizami (Nizam-i alem) halinde yükselişinden başka bir şey değildir. Anadolu Bizans idaresinde, Selçuk istilasına takaddüm eden asırlarda, türlü sebeplerin tesiriyle, medeniyet bakımından çok geride bulunuyordu. İslam-Bizans mücadeleleri ve bu esnada dünya ticaretinin aldığı istikamet Anadolu'nun medeni ve iktisadi durumu için tam bir darbe şeklinde belirdi. Şehirler yıkıldı ve küçüldü. Selçuk istilası da başlangıçta inhitatı ikmal etti. İstiladan sonra Anadolu İslam dünyasının geniş iktisadi ve medeni faaliyetleri içine girmekle ve bu ülkenin tarihinde yeni ve mesut bir devir açılmakla beraber bu memleketin medeni seviye itibariyle diğer İslam memleketleri vaziyetine gelebilmesi için bir asırdan fazla bir yerleşme ve çalışma zamanına ihtiyaç vardı. Haçlıların ve Bizans'ın taarruza geçmeleri ve iç mücadelelerde medeni faaliyetlerin inkişafına engel çıkarmakta büyük bir amil oldu. Zaten Türkler Anadolu'da mamur bir ülkeye konmak, hazır bir medeniyete varis olmak talihine mazhar olamadılar. Bu, Selçukluların Anadolu'da İslami bir medeniyet kurabilmeleri için fethi kadar güç bir durumla karşılaşmalarına sebep oldu. Bunun açık bir delili de İslamiyet'in ilk fethettiği Bizans ve Sasani Devleti idaresindeki memleketlerde Hıristiyan unsurlar İslamlar üzerinde bariz bir medeni tesir ve üstünlük gösterdikleri halde, Anadolu'da Hıristiyan unsurların böyle bir tesir ve üstünlüklerine dair bir misale rastlanmamış olmasıdır. Hatta bu devirde Hıristiyan kavimlerin, şüphesiz İslam medeniyetine nazaran pek geri olmakla beraber, medeni ve fikri faaliyetleri Türkiye'de değil, daha ziyade eski İslam hudutları içerisinde vuku bulmuştur. Bundan dolayı, mevkiine rağmen İslam hudutları içerisene girmiş olan bu yeni ülkede başlayan medeni faaliyet Bizans medeniyetiyle karışarak yeni bir sentez halini alamayıp İslam medeniyetinin bir istitalesi mahiyetini arz eder. Bu sebeple güç şartlar içinde Türkiye'de inkişaf etmeğe başlayan Selçuk medeniyetinin İslam dünyasından uzun zaman daha beslenmesi, onun kuvvetlenmesi için zaruri idi.
Filhakika bu beslenme devam etti ise de Moğol istilası bütün İslam dünyasayla birlikte Türkiye'yi de sarstı. Beyliklerin kurulduğu zamanda ise ne dahili inkişaf ne de İslam dünyasının vaziyeti sağlam bir zemin hazırlamağa kafi geldi. Bundan dolayı Osmanlı Türklerinin siyasi hamlesi ilim ve fikir bakımından beslenecek bir kaynak bulamadı; hukuki, siyasi, içtimai, idari en yüksek nizami çeşitli San'atlarda ve hususiyle mimaride imparatorluk azameti ile müvazi ihtişamlı eserler verdi ise de gittikçe kuvvetlenen Avrupa karşısında da bu zayıflık daha kuvvetle hissedildi. Nihayet Avrupa medeniyetinin ağır basan üstünlüğü İslam kavimlerini ve başta Türkleri artık yeni medeniyeti kabule icbar etti. Halbuki XVI. ve hatta XVII. asırlarda Türkiye'ye gelmiş olan Avrupalı seyyahlar, imparatorluğun azametini yaratan müesseselerin sağlamlığına, Türklerin ahlaki meziyetlerine, memleketin medeni ve içtimai tekamül ve teşkilatına karşı müttefikan hayranlıklarını ifade etmişlerdi. Esasen bu asırda Türkler her bakımdan Avrupalılara üstün olduklarına inanıyorlardı.
Bu mevzua dair yazdıklarımızı bir iki cümle ile hülasa edersek:

1. Türklerin İslam dünyasının mukadderatı üzerinde büyük bir amil olmaları göçebe unsurun İslamlaşmasının ve binaealeyh Selçuk istilasının bir neticesidir.

2. Bu İslamlaşma İslam medeniyetinin üstünlüğü ile İslam dini esaslarının Türklerin inanış ve mizaçlarına uygun gelmesi gibi iki başlıca amilin tesirinde vuku bulmuştur.

3. İslamiyet'i kurmak şerefi Araplara ait ise de onu yaşatmak ve Araplar nisbetinde yaymak şerefi Türklere aittir. Türkler olmasa idi İslamiyetin XI. asırdan sonra iç ve dış tehlikeler dolayısiyle, akıbeti meşkuk, Haçlı taarruzlariyle yıkılmağa mahkum olurdu.

4. Türkler, İslam medeniyetinin kuruluşunda Araplar ve İranlılarla birlikte çalıştılarsa da, türlü amillerin tesiriyle, bu medeniyet çerçevesi içerisinde Araplara ve İranlılara nazaran İslami Türk kültürü ihmale uğradı ve onlar nispetinde gelişemedi.

5. Türk tarihinin en mühim devresi İslam medeniyeti içerisinde yaratılmış ve Osmanlılar en son ve büyük azameti temsil etmiştir.

Bu tarihi görüş bizi haklı olarak bugün girdiğimiz veya, daha doğrusu, girmekte olduğumuz bize göre yeni bir sentez yapmak zorunda bulunduğumuz Avrupa medeniyeti karşısında meydana çıkan birtakım meseleler hakkında derin düşüncelere sevk eder. Gerçekten on asır önce olduğu gibi bugün de milli tarihin bir dönüm noktası üzerinde bulunuyoruz. Bu dönüşü ne kadar milli şuura ve ilmi esaslara sahip olarak idare edersek milletin mukadderatı o kadar teminat altına alınmış olacak; aksi takdirde o nispette milli bünyemiz sarsıntılara, tehlikelere maruz kalacaktır. Bugün daha fazla milli endişelerle hareket edersek ilmi esaslara dayanmamızı gerektiren en nazik nokta da İslam medeniyetine girmekten farklı olarak hakim ve büyük bir millet mevkiinde bulunmak gibi bir imtiyazla değil küçük ve tabi bir millet menzilesinde cihanşümul bir medeniyeti kabul etmek zorunda olmamızdır. Diğer bir fark da yeni medeniyete girerken din değiştirmenin bahis mevzuu olamıyacağıdır. Burada her iki medeniyete mensup cemiyetlerde, dinin Orta çağdaki kudret ve tesirini muhafaza edememiş olması ileri sürülebilirse de; onun içtimai mahiyeti dolayısiyle hayati ehemmiyetinin bir vakıa olarak mevcut olduğu ve ne şekil ve nisbette olursa olsun daima mevcut olacağı aşikardır. Birinci fark milli bünyemiz için ne kadar sarsıcı bir tesire sebep olursa ikincisi de, asrımızın hakim bir cereyanı olan milliyetçilikle birlikte, bu sarsıntıyı tadil edici bir role sahiptir. Bundan dolayı yeni medeniyet bize kendini ne kadar ezici bir kuvvetle kabul ettirirse ettirsin ve buna karşı biz ne kadar tabi bir durumda bulunursak bulunalım İslam dini ve medeniyetinin bin yıllık bir tarih potası içerisinde milli kaynaktan gelen unsurlarla yoğurduğu bir içtimai bünyenin, şuurlu veya şuursuz, birtakım müdafaa kuvvetlerine malik olarak, ister istemez, bünyesine uygun bir şekilde bir alış yapacak ve yeni medeniyeti milli, İslami ve Avrupai unsurların dozuna göre yeni bir hamur haline sokacaktır. Tarihin bu dönüş ve akışında içtimai amillerin ehemmiyeti ne olursa olsun milli şuur ve ilim sahipleri olan yüksek tabakanın bu hususta oynadığı ve oynayacağı rol çok büyük olacaktır. Aksi halde milli mukadderatımız için tedavisi imkansız hastalıklar doğurabilir. Bundan başka üzerinde durulması gereken bir mesele de İslam medeniyetine girerken bu medeniyetin içinde bulunduğu buhranın yeni medeniyete girerken onda da buna benzer bir mahiyette bir buhranın mevcut olmasıdır. Avrupa medeniyetinden faydalanmamız, Avrupalıların İslam medeniyetinden faydalanarak yeni medeniyeti vücuda getiren Renaissance ve reforme hareketlerine benzer bir mahiyette mi olacak; yoksa bugünkü medeniyetin bütün dünya milletlerini içerisine alması dolayısıyla müşterek medeniyeti yaratan ve içinde yaşayan Avrupa kavimlerini birbirinden ayıran farklara yakın bir farkla yeni bir içtimai ve milli bünye mi arz edecektir? 
Bu meseleler ve bugün görmemiz ve çekinmeden söylememiz gereken hars buhranımız giriş mahiyetinde olan bu makalenin bir devamı olarak başka bir yazımızda tetkik mevzuu olacaktır.3

1 Bu mevzuun şümül ve ehemmiyeti, makalemizin ancak en umumî esasları ve hususî görüşlerimizi belirtecek bir mahiyet almasını gerektirmiş ve bu münasebetle tafsilat ve tahlillere girişilmemiş; bibliyografya gösterilmemiş; bu hususlar bu mevzu için hazırlayacağımız bir esere bırakılmıştır. Bir konferansın metni olan bu makale Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi Dergisi'nde çıkmış (Ankara 1946, C. IV, Sayı 4) olup, mütevazi hüviyetine rağmen, Avrupalı meslekdaşlarım tarafından eserlerinde kullanılmıştır.

2 XII. asrın meşhur Süryanî tarihçisi Mihael de Türklerin dini ile İslamiyet arasındaki bu yakınlığın onların kolaylıkla Müslüman olmalarına sebep olduğunu yazarak bu görüşü ilk defa meydana koymuştur. Daha sonra tetkik ettiğimiz bu mühim kaynağa ait bu fikirler muahhar araştırmalarımızda kaydedilmiş ve işlenmiştir.

3 Türkiye'nin bugün karşılaştığı medeniyet dâvâsı Medeniyet tarihine göre ele alınması gerekirken, Türklerin İslâm dini ve medeniyetine girişlerine dair bir umumi görüş bu makale ile meydana konmuştur. Avrupa medeniyeti karşısında girişilen sathi taklitlerin zararlı ve hatta tehlikeli taraflarına dair yazdığımız çeşitli yazılara rağmen, bu makalenin giriş teşkil ettiği Medeniyet davamız henüz yazılmamıştır. Bunun Avrupa'nın İslâm medeniyetinden asırlarca yaptığı ilim, fikir ve teknik iktibaslar şeklinde olacağı tabiidir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...