06 Ocak 2019
ABD'nin Ortadoğu Planı, PKK ve FETÖ
ABD'nin Ortadoğu Planı, PKK ve FETÖ
Mithat AKAR
ABD’nin Küresel ve Bölgesel Egemenlik Planları ve 15 Temmuz Girişimi
ABD, FETÖ, PKK ve Ortadoğu Bir toplumsal olayı doğru şekilde değerlendirmenin ve o toplumsal olaydan doğru sonuçlar çıkarmanın temel koşullu, mevcut toplumsal olayı nesnel olarak değerlendirmek ve meydana gelen olayın öncesini doğru halkalarıyla, süreç içerisinde ve bütünsel olarak incelemektir. Tam tersi bir yöntem izlenirse; yani gerçekleşen eylem sadece o an içerisinde, geçmişinden kopuk, bütünden koparılmış bir parçadan değerlendirilirse ve sadece “AN”ın sınırları içerisinde olaya bakılırsa, nesnel koşullardan kopuk, öznel bir değerlendirme yapılmış olunur. Madde sürekli hareket halinde olduğu gibi, toplumsal süreç de hareket halinde yer bulur. Hareket halindeki eylemin, deyiş yerindeyse “fotoğrafını çekmek”, onu durağan olarak incelemek doğru sonuçlar çıkarmamızı engeller. Bu yüzden 15 Temmuz girişimini; önceki halkaları ile birlikte, zaman ve olay takibi yaparak incelemek, bütün olarak değerlendirmek, ulusal, bölgesel ve uluslararası halkalarıyla birlikte ele almak daha sağlıklı sonuçlara ulaşmamızı sağlayacaktır. Konu bütünlüğünü korumak için, özellikle 2000’li yılların başlarını inceleyerek, giriş yapalım. ABD’nin Ilımlı İslam Projesi ve Irak’ın İşgali
“Kemalizm ölmüştür”. “Türkiye artık, İslam’ın günlük yaşamdaki rolünü yeniden düşünmelidir”. Bu ifadeler CIA Ortadoğu Masası’nın eski şeflerinden Graham Fuller’e ait. 1996 yılında Cumhuriyet Gazetesi’nde Ufuk Güldemir’e verdiği röportajda Fuller, Türkiye’nin izlemesi gereken yol haritasını – yani Türkiye’deki siyasal iktidarın nasıl biçimlenmesi gerektiğini – bu ifadelerle ortaya koyuyor. 1991’den önce Rusya’yı çevrelemek üzere ABD tarafından radikal dinci grupların desteklenmesi projesi, yerini Ulus Devletleri tamamen ortadan kaldırmak için “Ilımlı İslam” projesine bırakıyordu. ABD ve Batı ile mesafeli olan İslamcı grupların yerine, Batı’ya uyumlu “Ilımlı İslam” hareketleri, Ortadoğu için bir iktidar “modeli” olabilirdi. Nitekim 2002 Kasım seçimleriyle iktidara gelen güç, ABD politikalarıyla uyumlu olması yönüyle önemli bir etki yaratacaktı. ABD’ye göre Türkiye’deki siyasal iktidar, Ortadoğu planları için önemli bir etki merkezi olacaktı. ABD’nin Irak’a Kuzeyden Cephe Açma Planı 2003 Irak’ın işgali sürecinde, ABD’nin Türk topraklarına yerleştirmeyi planladığı 80 bin askeriyle, Irak’a kuzeyden bir cephe açmasına yönelik oylanan tezkere TBMM’den geçmeyince, ABD, karşısında temel engel teşkil eden kuvveti yeniden işaret etti. ABD’nin bölgesel planlarının önündeki bu temel engel Türk Silahlı Kuvvetleri ve Türkiye’deki tam bağımsızlıkçı dinamiklerdi. Nitekim 4 Temmuz 2003 yılında peşmerge unsurlarıyla birlikte ABD askerlerinin, Süleymaniye’de bulunan Türk Özel Kuvvetleri’ne yönelik gerçekleştirdiği baskın, TBMM’den geçmeyen tezkerenin misillemesiydi. 80 bin ABD askerinin, Türkiye’nin önemli merkezlerine yerleştirilme planını onaylamadığı için, Türkiye cezalandırılıyordu. Aynı süreçte 1999’dan beri eylemlerini neredeyse sıfıra indiren bölücü terör örgütünün 2003 yılı itibariyle yeniden terör eylemlerine başlaması, ABD’nin Irak’ı işgalinden ayrı düşünülmemeli. ABD’nin PKK Kartı Bölge devletlerine rağmen Irak’ı işgal eden ABD, BOP’un temel “sosyal zemini” olan Kürt Kartı’nı sahada kullanmaya başladı. 2003 yılından sonra, Irak’ın kuzeyi, bölücü terör örgütü için daha güvenilir bir konuma getirildi. Fakat sadece Irak’ın kuzeyi değil; Türkiye’deki siyasi iktidarın başlattığı “Çözüm Süreci” , “Kürt Açılımı” gibi uygulamaları ile Türkiye’nin Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgesi de bölücü terör örgütü (BTÖ) için “güvenli bölge” haline getirilmişti. Politik iktidar, bu süreci tabi ki kendi ulusal dinamiklerimizden bağımsız dahası ulusal dinamiklerimize karşı bina ederken, bu projeyi kendi kararlarıyla hayata geçirmiyordu. Türkiye’de, Türk kimliğinin sorgulanmaya başladığı Çözüm Sürecini de, “Ilımlı İslam” projesini de tasarlayan aynı merkezdi. Amerikan Dışişleri Bakanlığı ve Birleşmiş Milletler örgütünde üst düzey yönetici olarak görev yapan, New York ve Columbia üniversitelerinde de öğretim üyesi olan Prof.Dr. David Phillips, 16 Ekim 2007 tarihinde “PKK’nın Silahsızlandırılması” başlığı altında bir rapor yayınlar. Bu raporun maddelerine birlikte göz atalım. Bakalım ABD’li uzman “PKK’nın Silahsızlandırılması” na dair nasıl bir proje
geliştirmiş?
1)PKK sorunu silahla çözülemez. PKK’nın barıştan yana bir tavır takınması durumunda, örgüt üyeleri için af ilan edilmelidir.
2) Türkiye PKK’ya karşı sınır ötesi operasyon yapmamalıdır. Çünkü böylesi operasyonlar, Türkiye’nin demokratik gelişimine zarar verir, ayrıca ülkedeki Kürtleri aşırılığa iter, bölgesel sorunları canlandırır.
3) Türkiye’nin PKK’ya karşı sınır ötesi operasyonu Türk-Amerikan ilişkilerine de zarar verir, ayrıca Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini tehlikeye atar.
4) PKK sorununun çözümü için ‘demokratikleşme’ süreci gereklidir.
5) Demokratikleşme süreci için ‘Sivil Anayasa’ teklifi önemli bir adımdır. Ayrıca, siyasi ve kültürel reformlar uygulanmalıdır.
6) Türk Ceza Kanunu’nun 301. Maddesi ve Terörle Mücadele Kanunu kaldırılmalıdır. David Phillips’in yayınladığı rapor, Türkiye’de politik iktidar için adeta yol haritası olur. 1998 – 1999 yıllarında “askeri” anlamda yenilgiye uğratılan BTÖ (Bölücü Terör Örgütü), “Çözüm Süreci” ile birlikte önce siyasal anlamda güç toplamış, sonrasında ise Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da alan hâkimiyetini neredeyse tamamen ele geçirmiştir. BTÖ unsurlarınca kurulan sözde mahkemeler, Habur sınır kapısından teröristlerin davul – zurnayla karşılanması, cezaevlerinden çıkarılan teröristlerin milletvekili olarak meclise sokulması aklımıza gelen ilk örnekler. Aynı yıllarda teröristler cezaevlerinden çıkarken, cezaevlerini dolduran başkaları vardı. Terörizme karşı mücadele eden, Cumhuriyet’in kurucu ilkelerine bağlı olan, NATO’ya ve ABD’ye mesafeli duran Türk Silahlı Kuvvetleri personeli “terör örgütü üyesi olmak” iddiasıyla cezaevlerini doldurmaya başladı. “Sayın Öcalan” demenin suç olmaktan çıktığı buna karşı TSK Genelkurmay Başkanı’nın “terör örgütü yöneticisi olmak” iddiasıyla tutuklandığı dönemin adı, “Ergenekon ve Balyoz Kumpasları” olarak tarihteki yerini aldı.
BTÖ (Bölücü terör örgütü) silahlı ve siyasi egemenlik alanını genişletirken, bu sürece orantılı olarak Türk Ordusu’nun etkinlik alanı da tasfiye ediliyor, TSK’nın genetik kodlarıyla oynanıyordu. Ergenekon / Balyoz Kumpasları ve FETÖ Planları
TSK’nın adeta tasfiye edilmesine dönük gerçekleşen Ergenekon ve Balyoz kumpaslarında görev alan kimi hâkim, savcı ve emniyet mensuplarının, 15 Temmuz’dan sonra FETÖ kapsamında yargılandıklarını artık, toplumun pek çok kesimi bilmektedir.
Fakat 15 Temmuz girişiminde “kilit konumlarda” görev alan FETÖ’cülerin; Ergenekon ve Balyoz kumpaslarından sonra ordudan tasfiye edilen komutanlardan boşalan yerlere yerleştirildiği, çoğu zaman gözden kaçmaktadır. Farklı bir ifadeyle, 15 Temmuz’un yolunu açan etmenlerden en önemlisi, TSK’ ya karşı başlatılan Ergenekon ve Balyoz tertipleridir. Bakınız bu konuda, FETÖ Dava dosyalarından birinde ne yazıyor: “Ergenekon davası FETÖ’ye yönelik hazırlanan birçok iddianamede de yer aldı. Bu iddianamelerde, Ergenekon davasının FETÖ tarafından özel amaçlarla hazırlanan bir dava olduğu vurgulandı, ‘kumpas’ değerlendirmelerinde bulunuldu.
FETÖ’nün 15 Temmuz darbe girişiminden hemen önce tamamlanan Cumhuriyet Savcısı Serdar Coşkun’un hazırladığı 73 sanıklı ‘Çatı davası’ iddianamesinde şu görüşlere yer verildi: ‘Ergenekon davası öncesi yaşanan bazı terör ve suikast olayları, cemaatin hazırladığı ve amacın tamamen devletin ele geçirilmesi olan ‘Ergenekon Komplosu’nun köşe taşları olmuştur. Ergenekon davasında karşı savunmalar çok önemlidir. Cemaat, suçlananların savunmasını engellediği gibi gerek devlet erkini gerekse de medyayı kullanarak suçlanan insanları adeta linç etmiştir. Bu insanlar savunmalarını hem yapamamışlar hem de maksatlı olarak savunmaları medyada yayımlatılmamıştır ya da çok sınırlı olarak yayınlanmıştır. Ergenekon davası aynı zamanda cemaat için geçmişteki pis işlerini içine attığı ve kendisi üzerindeki bütün kuşkuları yok etmek için kullandığı bir nevi çöp tenekesidir.’ “ Genelkurmay Başkanlığı iddianamesinde ise şu ifadeler yer veriliyor: “Örgütün Şemdinli, Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk, Devrimci Karargâh, Oda TV ve Şike davaları gibi birçok davayı, başta TSK olmak üzere farklı kamu kurum ve kuruluşlarındaki örgüt mensubu olmayan kamu görevlilerini tasfiye etmek amacıyla kullandığı anlaşılmıştır. FETÖ, uydurma ve sahte dijital delillerini meşrulaştırmak ve raporlar hazırlatmak için özellikle TÜBİTAK’a önem vermiştir. Kurum içerisindeki örgütlü yapı ülke gündemini işgal eden davalarda sahte raporlar düzenlemiştir. TÜBİTAK içinde bilirkişilik görevi örgüt mensubu aynı kişilere verilmiştir. Balyoz, Ergenekon, Askeri Casusluk, böcek soruşturmasındaki sahte raporlar bu şekilde hazırlanmıştır.” 2003 yılından itibaren toparlayacak olursak, olaylar arasında şöyle bir neden – sonuç ilişkisini tespit etmemiz mümkün: 2002 yılında, ABD ile uyumlu “Ilımlı İslam” projesi, Türkiye’de siyasal bir proje olarak uygulanmaya başladı. 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgal etmesi ile birlikte, ABD planları doğrultusunda BTÖ, terör eylemlerini artırdı. ABD, Türkiye’de tam anlamıyla hükmedemediği kurumlara, özellikle de bölgesel planlarına karşı mukavemet gösteren TSK personeline karşı, FETÖ eliyle planladığı Ergenekon ve Balyoz kumpaslarını devreye soktu. Ergenekon ve Balyoz sürecinde, tasfiye edilen komutanların yerini, kilit konumlara yerleştirilen FETÖ mensupları aldı. Kısaca özetlediğimiz ama her biri ayrı bir inceleme konusu olan bu süreç, bir hedefe dönük stratejinin halkaları olarak değerlendirilmeli. Bilindiği gibi, toplumsal olaylar bir bütündür ve neden / sonuç ilişkisi içerisine bir olayın sonucu bir sonraki olayın nedeni olur. 2003 – 2015 arasındaki yıllarda, sadece Türkiye’ye dönük değil; bölge devletlerine karşı da uluslararası merkezlerden operasyon yapılmaktadır. “Arap Baharı” adı altında Mısır, Tunus, Libya gibi ülkelerde dış destekli iç çatışma, iç çatışma üzerinden gerçekleştirilen işgaller gerçekleştirilirken; Türkiye de bölge devletleriyle, özellikle Suriye ve Rusya’ya karşı, ABD planları doğrultusunda kullanılıyordu. Suriye’ye karşı terör örgütlerinin “cephe gerisi” haline getirilen Türkiye, kendi topraklarında da kent merkezlerinde gerçekleşen patlamalarla ve sınır ötesinden atılan roketlerle saldırıya tabi tutulmaya başladı. Kurucu ilkelerin terk edilmesi, dahası tasfiye edilmesi, bir toplumu dış operasyonlara ve toplumsal kaosa uygun hale getirir.
2015 Temmuz’da Başlayan Sur Operasyonları
Türkiye; FETÖ eliyle gerçekleştirilen operasyonlarla, komşu devletlerle sürdürülen kötü ilişkilerle, BTÖ’nün terör eylemleriyle ve Suriye’deki dış destekli iç çatışmanın sonuçlarıyla karşı karşıya kaldığı bir dönemde, seçimlere gitti. Ancak 7 Haziran seçimlerinden beklenen sonucun ortaya çıkmaması ve hükümetin kurulamaması, mevcut yönetememe krizini daha da derinleştirdi. Bu krizden faydalanmak isteyen BTÖ’ nün Güneydoğu’da “Kürt illerinde” özerklik ilan etmesi, Suruç’ta iki polisimizin evlerinde şehit edilmesiyle birlikte TSK inisiyatifinde iç güvenlik operasyonları başlatıldı. Meskûn mahal çatışmalarıyla bir yıl aralıksız süren iç güvenlik operasyonları, “Çözüm Süreci” olarak adlandırılan ihanet sürecini fiili olarak bitirdi. Çözüm Sürecinin bitmesi ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin fiili olarak alan hâkimiyetini tekrar sağlaması demek, aynı anda ABD’nin BOP kapmasında Türkiye’deki temel aktörlerinden birini, yani BTÖ’ yü aktör olarak kullanmayacağı anlamına gelmektedir. Nitekim Sur, Cizre ve Şırnak’taki kent merkezlerinde iç güvenlik operasyonları devam ederken, ABD’li büyükelçilerin HDP’li belediyeleri ziyaret etmesi, TSK’ ya “şiddet kullanmama” çağrıları yapması, 24 Temmuz 2015’te başlatılan operasyonlardan ABD’nin ne kadar rahatsız olduğunu gösterir bir veridir.
Çözüm Süreci” ve “Ergenekon / Balyoz Tertipleri” arasında ne kadar doğrudan bir bağ varsa; 2015 Temmuz’undan başlatılan iç güvenlik operasyonlarıyla, Çözüm Süreci’nin bitirilmesi arasında da aynı doğrusal bağ var. Terörizmle mücadelede silahlı çözüm süreci devredeyken aynı anda “Kültürel haklar, dil hakkı, öz yönetim” gibi terörün dayanak noktalarını güçlendiren, onlara kimlik ve motivasyon sağlayan önermeler masada olmaz.
Siyasi iktidar, 2007’de ABD tarafından planlanan “Çözüm Süreci”ni, TSK’nın başlattığı operasyonlarla sonlandırmak zorunda kaldı. Daha farklı bir ifadeyle, siyasi iktidar, Türk Devletinin birikimine dayanan terörizmle mücadele anlayışına göre konum almak zorunda kaldı ve “Çözüm Süreci” politikası fiili anlamda sonlandırıldı. Burada görüldüğü gibi, uluslararası etmenden - ulusal gerçekliğe dayanan bir nesnellik bulunmaktadır. Siyasi iktidar, aktif olarak uyguladığı ve desteklediği süreçten, fiili gerçekliğin kendini dayatması sonucu çark etmek zorunda kalmıştır. Aynı şekilde 17 – 25 Aralık operasyonu olarak da bilinen, dönemin başbakanına yönelik emniyet merkezli operasyon da aynı siyasi iktidarın, FETÖ ile kurduğu organik bağı ortadan kaldırmasını hızlandırdı. Dış merkezli iki etmen ( Çözüm Süreci adı altında BTÖ’ nün etkinlik kazanması ve FETÖ’nün devlet kurumlarında örgütlenmesi ) Türkiye’nin fiili gerçeklerinin duvarına çarptı. Siyasi iktidar ise stratejik bir karar olarak değil ancak mevcut koşullara göre konum almak zorunda kalarak, kendi varlığını devam ettirebileceği sonucuna vardı.
15 Temmuz 2016 sürecine giderken, önceki durumu yinelemek pahasına, süreci ana hatlarıyla incelemekte fayda var:
- ABD’nin temel projelerinden biri olan, BTÖ eliyle Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da “Özerk Yönetimler” kurulması planı, 24 Temmuz 2015’te Diyarbakır, Şırnak, Hakkâri gibi illerde başlatılan operasyonlarla fiili olarak engellendi. Daha önce TSK’nın 289 operasyon talebinden sadece 6 tanesine yanıt veren valilik ve İç İşleri Bakanlığı, TSK’nın başlattığı operasyonları bu kez kabul etti. ABD’nin bölgesel aktörlerinden biri olan BTÖ, meskûn mahal çatışmalarında yenilgiye uğradı.
- “Ne istediniz de vermedik” denilen FETÖ, devlet olanaklarını kullanarak mevcut politik iktidarın da varlığını pasifize etmiş, dahası varlığını tehdit etmeye başlamıştır. Siyasi iktidarla, FETÖ arasındaki “yol ayrımı”, FETÖ eliyle gerçekleştirilen operasyonların da karaya oturmasını sağlamıştır. Ergenekon ve Balyoz tertipleri çökmüş, ABD’nin orduyu ele geçirme planı en azından yavaşlamıştır.
- Suriye ile savaştırılmak istenen TSK, bir türlü Suriye’ye ABD’nin istekleri doğrultusunda aktif olarak sürülememiştir. Rusya ile yaşanan büyük gerginliğe ve Esad’la gerçekleşen restleşmelere rağmen, ABD, Türkiye üzerinden bir türlü istediği nihai sonucu Suriye’de elde edemedi.
Bu nedenlerin toplamı ile birlikte FETÖ’ye karşı başlatılan operasyonlar örgütün ekonomik kaynaklarına el koyulması, eğitim kurumlarındaki örgütlenmelerin tasfiyesi, emniyet içerisindeki kurumsallaşmasının engellenmesi ve medya ağının çökertilmesi gibi önlemler; ABD ve ABD’ye tabi olan FETÖ’yü yeni bir operasyon halkasına itti: Psikolojik ve siyasi savaştan, silahlı saldırıya.
15 Temmuz: İç Savaş ve İşgal Girişimi
15 Temmuz’u değerlendirirken, olaya ve sürece salt iktidar yanlısı veya iktidar karşıtlığı ekseninde yaklaşırsak, yukarıda uzun uzun ifade ettiğim uluslararası, bölgesel ve ulusal dengeleri ve bu ilişkiler dengesine bağlı olan nesnelliği gözden kaçırmış oluruz.
İktidar partisi ekseninden durumu analiz etmeye çalışanlar, 15 Temmuz girişimini sadece “hükümeti değiştirmeye yönelik” bir cemaat ayaklanması olarak değerlendirir ve böylece bu girişimi “iktidar partisi savunması” zemininde daraltmış olurlar. Hedef alınanın Cumhuriyet, Türk ulusunun tamamı ve TSK olduğu manipüle edilir.
İktidar partisi karşıtlığında durumu analiz etmeye çalışanlar ise “muhalif” olmak namına küresel merkezlerden planlanan bu girişimi “tiyatro” olarak değerlendirmiş olur ki, bu bakış açısı da FETÖ’ yü küçümsemek hatta bir uluslararası casusluk örgütü olan FETÖ’ye yedeklenmek gibi tehlikeli bir sonuca yol açar. Sonuçta her iki yaklaşım da, FETÖ’nün arkasındaki asıl gücü, yani uluslararası emperyalizmi manipüle eden, olayı “iktidar ve muhalefet” çerçevesinde daraltan sığ bir yaklaşımdır.
15 Temmuz’a giden yol; ABD’nin TSK’yı hedef almasıyla başlayan, Çözüm Süreci ile devam eden, Ergenekon ve Balyoz Kumpasları ile vücut bulan bütünsel bir sürecin halkalarından takip edilmelidir. Bu açıdan değerlendirecek olursak; 15 Temmuz, Türk ulusunun bütününü hedef alan, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni içerden çökermeye çalışan, bir iç savaş üzerinden Türkiye’yi dış müdahaleye açık hale getirmek isteyen küresel merkezlerin bir operasyonudur. Darbe girişiminden ziyade, bir işgal girişimidir. Çünkü bir harekâtın darbe niteliği taşıması için, ordunun komuta kademesinin uyum içerisinde karar vermesi ve darbeye dayanak olacak bir güvenlik gerekçesi oluşması veya oluşturulması gerekir. Ancak 15 Temmuz; TSK’yı, emniyet teşkilatında FETÖ’ye teslim olmamış birimleri (örneğin PÖH’ü) ve nihayetinde Türk ulusunun tamamını hedef alan uluslararası bir operasyondur.
15 Temmuz’u ifade eden bir pramit çizecek olsak yukarıdan aşağıya şu tablo ile karşılaşırız.
- ABD ve BOP
– Irak’ın İşgali
- Arap Baharı ve ABD’nin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki açık / örtülü operasyonları
– Türkiye’de “Ilımlı İslam” Projesi, Çözüm Süreci, Ergenekon ve Balyoz Kumpasları…
- Bölücü Terör Örgütüne karşı başlatılan operasyonlar ve Çözüm sürecinin sona ermesi
- FETÖ ile iktidarın yol ayrımı
- Ergenekon ve Balyoz Tertiplerinin Çökmesi
- FETÖ’nün ekonomik, kurumsal, medya ayaklarının tasfiyesi
– 15 Temmuz iç savaş ve işgal girişimi ve bu girişimin püskürtülmesi…
Bu halkalardan kopuk olarak 15 Temmuz analiz edilmeye kalkılırsa, iktidar saldırıyı kendisine yönelik olmakla sınırlı tutar, muhalefet ise bu iç savaş ve işgal girişimini “tiyatro” olarak değerlendirip, kenara çekilir. Her iki durum da, emperyalizmin gerçekleştirmek istediği algı yönetimine hizmet eder. Çözüm Süreci (şimdilik) bitirildi ve 15 Temmuz girişimi püskürtüldü. Peki, tehlike sona erdi mi? Tehlike tabi ki sona ermedi. Türk Devleti, Cumhuriyet’in kurucu ilkelerini uygulayarak, kurucu ayarlarına dönmediği müddetçe de temel tehditlerin ortadan kalkacağını düşünmek; iyimserlikten ziyade gerçekleşecek yeni saldırılara karşı tedbirsizliğe, rehavete yol açacaktır. 15 Temmuz’da ABD, Türk milletinin ve ordusunun direnme noktalarını analiz etme imkânını buldu. Sandıkları gibi bir sivil iç çatışma gerçekleşmedi. Siyasi iktidara karşı çıkan çok geniş bir kitle olmasına rağmen, 15 Temmuz girişiminin arkasında, siyasi iktidara karşı olan halk yer almadı. Ergenekon ve Balyoz’da bedel ödeyenler, ön saflarda çarpıştı. ABD, iktidar karşıtlığını bir “toplumsal mühendislik” aracı olarak kullanıp, kendi projesine yedekleyemedi. Tüm bu nedenlerin toplamı olarak, 15 Temmuz girişimini bastıran esası itibariyle TSK içerisindeki vatansever / milliyetçi subaylar ve Türk milletinin kendisidir. Bu girişimin bastırılması, herhangi bir siyasi partinin kendine malzeme yapacağı kadar basit bir eylem değildir. Türkiye’yi siyasi partilerden ibaret görenlerin bu gerçeği anlamasını beklemiyoruz. Ancak nesnel gerçeklikle birlikte, Türk Devletinin ve milletinin genetik hafızasını doğru okuyan ve yaşayanların, 15 Temmuz’dan gereken sonuçları çıkarması bir zorunluluktur. Bir devletin kurucu ilkeleri ortadan kaldırılırsa; o ülkenin kurumları, ekonomisinin kilit noktaları, medyası ve istihbarat teşkilatları ele geçirilir. Bu durum ise o ülkeye yönelik dış müdahalelere açık bir zemin bırakır. Bu yüzden Türkiye, kuruluş ayarlarına geri dönmelidir. Mithat AKAR
Bu halkalardan kopuk olarak 15 Temmuz analiz edilmeye kalkılırsa, iktidar saldırıyı kendisine yönelik olmakla sınırlı tutar, muhalefet ise bu iç savaş ve işgal girişimini “tiyatro” olarak değerlendirip, kenara çekilir. Her iki durum da, emperyalizmin gerçekleştirmek istediği algı yönetimine hizmet eder. Çözüm Süreci (şimdilik) bitirildi ve 15 Temmuz girişimi püskürtüldü. Peki, tehlike sona erdi mi? Tehlike tabi ki sona ermedi. Türk Devleti, Cumhuriyet’in kurucu ilkelerini uygulayarak, kurucu ayarlarına dönmediği müddetçe de temel tehditlerin ortadan kalkacağını düşünmek; iyimserlikten ziyade gerçekleşecek yeni saldırılara karşı tedbirsizliğe, rehavete yol açacaktır. 15 Temmuz’da ABD, Türk milletinin ve ordusunun direnme noktalarını analiz etme imkânını buldu. Sandıkları gibi bir sivil iç çatışma gerçekleşmedi. Siyasi iktidara karşı çıkan çok geniş bir kitle olmasına rağmen, 15 Temmuz girişiminin arkasında, siyasi iktidara karşı olan halk yer almadı. Ergenekon ve Balyoz’da bedel ödeyenler, ön saflarda çarpıştı. ABD, iktidar karşıtlığını bir “toplumsal mühendislik” aracı olarak kullanıp, kendi projesine yedekleyemedi. Tüm bu nedenlerin toplamı olarak, 15 Temmuz girişimini bastıran esası itibariyle TSK içerisindeki vatansever / milliyetçi subaylar ve Türk milletinin kendisidir. Bu girişimin bastırılması, herhangi bir siyasi partinin kendine malzeme yapacağı kadar basit bir eylem değildir. Türkiye’yi siyasi partilerden ibaret görenlerin bu gerçeği anlamasını beklemiyoruz. Ancak nesnel gerçeklikle birlikte, Türk Devletinin ve milletinin genetik hafızasını doğru okuyan ve yaşayanların, 15 Temmuz’dan gereken sonuçları çıkarması bir zorunluluktur. Bir devletin kurucu ilkeleri ortadan kaldırılırsa; o ülkenin kurumları, ekonomisinin kilit noktaları, medyası ve istihbarat teşkilatları ele geçirilir. Bu durum ise o ülkeye yönelik dış müdahalelere açık bir zemin bırakır. Bu yüzden Türkiye, kuruluş ayarlarına geri dönmelidir. Mithat AKAR
ÖNCESİ SONRASIYLA """9 MART-12 MART SÜRECİ"""" EROL BİLBİLİK
ÖNCESİ SONRASIYLA "9 MART-12 MART SÜRECİ"
EROL BİLBİLİK
EROL BİLBİLİK İşgal Örgütleri CIA-NATO-AB
İşgal Örgütleri
CIA-NATO-AB
EROL BİLBİLİK İşgal Örgütleri CIA-NATO-AB
Grenville Byford (Çizmeli adam)
Grenville Byford (Çizmeli adam)
Byford, 1951 yılında Londra’da dünyaya geldi. Başarılı bir eğitimin ardından 1970’li yıllarda Londra’dan ABD’ye göç eden ve Massachussetts eyaletinin Boston kentine yerleşen Byford’un, İngiltere’de Oxford Üniversitesi’nden kimya dalında diploması bulunmaktadır.
Baston’da Harvard Bussiness School’da 1979 yılında yüksek lisansını tamamlamıştır. Uzun yıllar ABD’de elektronik endüstrisinde iş yapan Byford, arkadaş çevreleri tarafından ‘maceracı kimliği’ ile tanınıyor.
Byford 1980’li yılların bir bölümünü Boston’daki ‘Bain&Co’ adındaki şirkette, strateji danışmanlığı yaparak geçiriyor.
(Maddi sıkıntı içinde olan büyük şirketler Bain&Co.’ya başvuruyor, onlar da belli yöntemler ile şirketleri düzlüğe çıkarmaya çalışıyor. IMF’nin zordaki ülkelere uygulattığı programların benzerini onlar da şirketlere uyguluyor.)
Boston merkezli Bain&Co. şirketinin 1990’lı yıllarda İstanbul’da da ofisleri bulunuyordu.
Ancak 11 Eylül sonrası, şirket Türkiye bürolarını kapattı.
Türkiye faaliyetlerini ani bir kararla İtalya’ya taşıyarak Roma’dan yürütmeye başladı.
Byford, 1987-1989 yılları arasında işlerine ara vererek bir yelkenli ile tek başına dünyayı dolaştı.
Amerika’ya döndükten sonra Bain&Co’daki işlerinin yanı sıra, bir ortağı ile Boston kentinde bir birahane açtı.
Kısa sürede birahanelerin sayısını on dörde çıkarttı ve John Harvard’s Berw House adında birahaneler zincirini kurdu.
Bir anda Boston’un ‘Birahaneler Kralı’ olarak ün yaptı.
Byford bir taraftan barları işletiyor, diğer yandan da Türkiye ile yakından ilgileniyordu.
Türkçe öğrenmişti, sık sık Türkiye’ye geliyor ve Necmettin Erbakan liderliğindeki Refah Partisi ile yakın temasta bulunuyordu.
Byford’un birahaneler kralı olmasından başka bir özelliği de,
“EŞİNDEN DOLAYI” Davos toplantılarının müdavimlerinden biri olmasıydı.
Her Davos toplantısında vardı.
Türkiye’ye geliş-gidişlerinde, o sıralarda ABD’nin Ankara’daki büyükelçisi olan Marc Grossman ile de yakın dostluk kurmuştu.
Byford, Türkiye ziyaretlerinde Büyükelçi Grossman ile zaman zaman bir araya gelir ve Türkiye üzerine konuşurlardı.
Byford İstanbul’dayken Bain&Co’nun ofislerini kullanıyordu.
Türkiye ile yakından ilgileniyor ve Refah Partisi’nin önde gelenleri ile sıkı dostluklar kuruyordu.
2000 yılına kadar Boston’daki John Harvard’s Brew House adındaki birahaneleri işletmeye devam eden Byford, verdiği ani bir kararla barlardaki hisselerini ortağına devretti ve ortaklıktan ayrıldı.
Byford bu tarihten itibaren kendisini uluslararası ilişkiler alanındaki çalışmalara verdi. Uzmanlık alanı olarak seçtiği ülke de Türkiye’ydi.
Byford halen Harvard Üniversitesi’ne bağlı bir fakültede “Hazar Çalışmalar Programı” direktörü olarak görev yapmaktadır.
Üniversite broşüründe “Hazar Çalışmalar Programı’nı şöyle tanımlıyor: “Türkiye ile Avrasya dünyasında din ve devlet arasındaki ilişkiyi araştırır.”
Erdoğan’la ne zaman tanıştı?
Bu konuda çeşitli iddialar vardır.
Bazılarına göre Cüneyt Zapsu, Byford’la Genel Başkan Recep Tayyip Erdoğan’ı, AKP’nin Ağustos 2001 tarihinde Ankara’daki Genel Merkez binasının açılış kokteylinde tanıştırdı.
Üçlü Erdoğan’ın Genel Merkez’deki odasında uzun bir görüşme yaptı.
Bazı kaynaklara göre Erdoğan ile Byford’un tanışıklığı belediye başkanlığı döneminde başlıyor.
90’lı yıllarda Recep Tayyip Erdoğan’ın ABD ile ilk temaslarından biri Washington’un eski Ankara Büyükelçisi ve bir zamanlar Camegie Endowment adlı düşünce kuruluşunun başında bulunan Morton Abramowitz idi.
Daha sonra ABD’nin İstanbul Başkonsolosu Bayan Huggins de defalarca Erdoğan’ı Belediye Başkanı olarak ziyaret etmiş, hatta cezaevinde bile görüşmüştü.
Byford, Harvard Dergisi’ne verdiği röportajda, Erdoğan ile karşılaşmasını şöyle anlatıyor:
“Çok değişik bir insan. Müslüman vecibelerini yerine getiren, kendini demokrasi ve insan haklarına adamış çok önemli bir zat...”
Erdoğan’ın Türkiye’yi ‘modem’ bir ülke haline dönüştürmesi durumunda “Batı ile İslam dünyası arasındaki ilişkisi çok değişik olur” diyen Byford, şunu da ekliyor: “Bunu Erdoğan’ın yapabileceğine inancım çok yüksek...”
Çizmeli Adam Byford, başka dost meclislerinde sürekli Türkiye’yi öven konuşmalar yapıyor ve ‘bağımsız analist’ tanımı altında bazı gazete ve dergilere Türkiye yazıları yazıyor ve yayımlatıyordu.
Byford, Türkiye ile neden ilgilendiği şeklindeki soruları şöyle özetliyordu:
“Ben Türkiye’nin her zaman çok önemli bir ülke olduğuna inanırım. Washington’da Türkiye’yi gerçek anlamda tanıyan çok az insan vardır.
Ciddi bir şekilde Türkiye’yi Washington’da tanıyan yirmi kişiyi geçmez.
Çoğu da kendilerini Türkiye uzmanı olarak gösterirler ama Türkçe konuşmayı bile bilmezler.
Biliyor musunuz Washington’daki çoğu Türkiye uzmanı AKP seçimleri kazandığı vakit şaşırmıştı.”
Byford’a Çizmeli Adam denmesinin nedeni ise çok basit.
Hayatta en sevdiği şey çizme giymek.
İşte bu yüzden AKP’liler kendi aralarında yaptıkları şifreli konuşmalarda ondan hep ‘çizmeli’ diye bahsederlerdi.
Hatta bazıları ‘çizmeli’nin gerçek adını bile bilmiyordu.
Ama “Bugün Çizmeli geldi yine” ya da “Çizmeli durumdan memnunmuş” gibi konuşmalar sıkça duyuluyordu AKP koridorlarında.
Öyle ki aslen İngiliz olan ama ABD vatandaşlığına geçen Byford'un Beyaz Saray'daki resepsiyonlarda giydiği smokinin altında bile çizme vardır.
Çizmeli Byford’un bir başka özelliği daha var. O da iş çevrelerinin ünlü dergisi Forbes tarafından “Dünyanın en güçlü 91. kadım” seçilen eşi...
Çizmeli Adam’ın eşi Orit Gadiesh
Gadiesh, İsrail’in eski başbakanlarından Shimon Peres’in baldızı ve en yakın danışmanlarından biridir.
İsrail ordusunda bir generalin kızıdır.
Daha 17 yaşında iken İsrail Genelkurmay Başkanı’nın Askeri İstihbarat biriminde asistanlığını yapmıştır.
Yüksek öğrenimini,Tel Aviv’deki Hebrew University’de bitiren Gadiesh, bir dergiye verdiği röportajda hayatının ilk yıllarını şöyle anlatıyor:
“Ben İsrail’de doğdum ve orada büyüdüm. Babam Berlin’de doğmuş. Annem de Kiev’de. Onlar İkinci Dünya Savaşı’ndan dolayı İsrail’e gelmişler. Ben doğduğumda babam Ordu’daydı. Ben de herkes gibi Ordu’ya katıldım. Genelkurmay Başkanından hemen sonra gelen iki numara için çalışmaya başladım. Bulunulması gereken çok önemli bir yerdi. Çünkü bütün bilgiler oraya geliyordu ve oradan dağıtılıyor, koordine ediliyordu. Sorumluluk isteyen ve uzun saatler çalışması gereken bir işti. Orada insanlara saygı duyulması gerektiğini öğrendim. Ölüm kalım kararlan veren insanlar gördüm. Ve her zaman yüzde yüz bilgilere erişemeden verilen önemli kararlar da oluyordu.”
Bu sıralarda Byford ile İsrail’de tanışıp evleniyorlar ve Amerika’ya yerleşiyorlar.
İlk yıllarda İngilizcesi hiç yok denecek kadar az. Harvard Üniversitesi’nde yüksek lisans yapmak istiyor. Ancak Harvard’a giriş yapabilmesi için gerekli olan lisansüstü tezin ön raporu için İngilizcesi yeterli olmadığı için, İbranice yazıyor ve tercüme ediliyor.
Çok kısa süre içinde öğrendiği mükemmel İngilizce ve hararetli seri konuşma tarzı, okul arkadaşları arasında ona ‘Machine Gun Orit’
(Makinalı Tüfek Orit) lakabını takmalarına neden oluyor.
Gadiesh, 1980’lerin ilk yansında Harvard Bussiness School’dan mezun olup diplomasını alır almaz iş buluyor.
Gadiesh’in işe girdiği şirket, merkezi Boston’da olan Bain&Co.’dur.
...Davos toplantıları olarak bilinen Dünya Ekonomik Forumu’nun kurucu üyeler kurulunun önemli isimlerinden biri olur.
Bunu, Eisenhower Fellovvship Vakfı’nın Mütevelli Heyeti, Shimon Peres Barış Enstitüsü Yönetim Kurulu, Council on Foreign Relations(CFR) üyeliği takip eder.
Forbes dergisi 2002 ve 2003 yıllarında dünyanın en güçlü 90. ve 91. kadını olarak seçer.
Gadiesh bu arada 1996 yılından itibaren Bilderberg toplantılarının da vazgeçilmez isimleri arasında yer alır.
1997 ve 1998 yıllarında peşpeşe katıldığı iki Bilderberg toplantısı sırasında birçok kişiyle tanışır.
Bu isimlerden biri de, daha sonra Irak Savaşı’nın baş mimarlarından biri olan Paul Wolfowitz’dir.
Ama Shimon Peres ile akrabalık bağlarından dolayı Neo Con’ların Likud ve Ariel Şaron’cu kanadı tarafından hiç sevilmez.
Türkiye, Orit Gadiesh’in adını 2004 yılında tesadüfen bir gazete haberinden duydu.
Davos toplantısını izleyen Hürriyet gazetesi, Grenville Byford tarafından ayarlanan ve Recep Tayyip Erdoğan’ın onuruna verilen bir yemeği küçük bir haberle okuyucularına duyurdu. Öğle yemeğinde bir konuşma yapan Erdoğan, Türkiye ile ilgili son gelişmeleri aktarırken, yemeğe katılan dinleyiciler arasında Orit Gadiesh de bulunuyordu.
İşte 25 Ocak 2004 tarihinde Hürriyet gazetesinde çıkan haber: “Davos’a 24 saatlik bir ziyaret yapan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, BM Genel Sekreteri Kofı Annan ile Seehof Oteli’ndeki görüşmesinden sonra Goldman Sachsin onuruna verdiği öğle yemeğine katıldı. Erdoğan’ın yanı sıra Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan, Azizler Holding’den Cüneyt Zapsu ve Aziz Zapsu’nun da katıldığı öğle yemeğinin davetlilerinin ise Davos’un müdavim CEO’ları olduğu dikkat çekti. Ünilever, Boeing, Renault, Henkel, Bain&Co. gibi şirketlerin CEO’larının Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a yönelttikleri sorular en fazla geçtiğimiz aylarda İstanbul’u sarsan terör olayları, Irak’taki gelişmeler ve AB üyeliği konularında yoğunlaştı. Türk ekonomisiyle ilgili bilgi veren Başbakan Erdoğan’ın Cidde’de söylediği “İslam Ortak Pazan’nın mantığı yok” sözlerini burada tekrarlaması CEO’lara ilginç geldi. Golman Sachs’ın öğle yemeğindeki tek kadın olan Bain&Co’nun CEO’su Orit Gadiesh, Erdoğan’a bu görüşünü uluslar arası medyaya da tekrarlamasını önerdi. İstanbul’daki terör olaylarıyla ilgili bilgi alan CEO’lar, olaylara karışan teröristlerin kısa bir süre sonra yakalanmalarını da övdüler.”
Kaynakça
Kitap: Derin Dünya DEVLETİNİN ADAMLARI
Yazar: Erol Bilbilik
Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...
-
Online Yıldızname Burcu Hesaplama 1. Yol: Arapça Harflerle Ebced Yöntemi Öncelikle "cinsiyet"inizi seçin ve aşağıdaki ...
-
Harflerin Enerjileri A-Z Alfabedeki bütün harflerin enerjileri ve anlamları. İsminizde bulunan, isminizin başladığı harflere göre ka...
-
1 / 24 1 AMAL'İ MÜCERREB-1 2 Bilinmeyen Yönleriyle Satanizm - Bulent Kısa 307 say...