14 Aralık 2016

2012, Marduk ve Çağların Dönüşümü


2012, Marduk ve Çağların Dönüşümü, Hasan Sonsuz Çeliktaş
2012, Marduk ve Çağların Dönüşümü
 Hasan Sonsuz Çeliktaş

Hamdi Bey, o sabah hanımının elinden bol köpüklü kahvesini içerken her zaman olduğu gibi gazetesini okuyordu. Gazetesinin her köşesini severdi ve özellikle de köşe yazarlarını kelimesi kelimesine takip ederdi. Emekli bir öğretmendi Hamdi Bey ve her sabah yaptığı bu gazete & kahve ritüeli, onun en büyük keyfiydi. Fakat o gün gözü bir habere takılmıştı. Sakallı bir adamın resmi ve bir gezegen fotoğrafı vardı haberde ve 2012 tarihi ve bir gezegenin Dünya'ya yaklaşıp ortalığı birbirine katacak olması ile ilgili de bir şeylerden bahsediyordu. Haberi dikkatlice okudu ve hemen içeri seslendi: “Afitap Hanım, Afitap Hanım, 2012'de Dünya'ya Marduk diye bir gezegen yaklaşacakmış ve ortalığı birbirine katacakmış, gazetede yazıyor.” Afitap içerden yanıt verdi: “Daha sekiz sene varmış bey, niye endişeleniyorsun, yarın ola hayrola, hem gün doğmadan neler doğar, sen öğlen ne yemek istiyorsun onu söyle…”



Bizlerin, Burak Eldem'in “2012: Marduk'la Randevu” kitabına genel olarak verdiğimiz tepki bu oldu. Tabii ki kitabı alıp okuyanlar ve üzerine düşünenler de oldu, hatta işi abartıp dağa çıkıp Marduk'tan yırtma kolonileri oluşturanlar da, ayrıca yazara küfredip, onu en ağır dille eleştirenler de… Ama sonuç ne olursa olsun, hepimizin aklına bir 2012 senesi yerleşti. Peki nedir bu işin aslı ve daha da önemlisi bizleri nasıl etkileyecek bu tarih? Ayrıca Burak Eldem, nerden yumurtladı böyle bir şeyi de ortalığı ayağa kaldırdı. İşte bu yazımda da sizlere bunları anlatmaya çalışacağım.



Öncelikle 2012 tarihiyle ilgili yorumların başlangıcı Burak Eldem'in kitabından daha da öncelere dayanıyor. Şahsen ben bu tarihte bir şeyler olacağına dair ilk bilgileri 1998 civarında Kryon kitaplarında okumuştum ki spiritüel bilgilerle haşır neşir olup, bu kitapları okuyanlar da bu tarihi iyi bilirler. Fakat bu tarihin bilgisi çok daha eskilere, tâ Mayalar'a kadar uzanır. Maya takvimine göre 2012 senesi 4. güneşin ölümü ve 5. güneşin doğumunu anlatır ve bu da bir çağın bitip, yeni bir çağın başlaması anlamına gelir. Maya takvimine göre olan bu dönüşümün, bizim kullandığımız Gregoryen takvimine göre olan hesaplaması da 1950'lerde yapılmıştır. Yani anlayacağınız 2012 tarihi, öyle mantar gibi bitmemiş veya birilerinin uydurmasıyla ortaya çıkmamıştır. Binlerce yıla uzanan bir tarihçesi vardır. 

Bu noktada aklınıza şu soru takılmış olabilir: Bu Mayalar ne iş peki? Yani adamlar, madem öyle her şeyi bilen, takvimleriyle dünyayı sallayabilecek potansiyelde bir uygarlıktı, neden müzelik oldular da belgesel kanallarına düştüler. Benim Mayalar'a dair bildiğim en önemli şey, ruhani açıdan çok gelişmiş bir uygarlık olmaları ve hatta aniden ortadan kaybolmalarının arkasında da ruhsal gücün en yüksek seviyelerine ulaşmış olabilecekleri durumunun yatma ihtimali. Ne kadar doğrudur bilinmez ama mesela James Redfield'ın “Dokuz Kehanet”in de Mayalar'ın ruhsal titreşimlerinin çok yükselmesi sonucu, boyut değiştirdikleri bile iddia edilir. Neyse bunlar sadece iddialar, ama Mayalar hiç de öyle yabana atılacak bir uygarlık değil, ayrıca takvim ölçümleri ve astroloji konusunda da son derece gelişmişler. (Koca koca piramitleri boş yere dikmediler hani.)

Gelelim bu konuyu gündemimize taşıyan insana ve kitabına. Bir kere kişisel olarak yakından tanıdığım bir insan Burak Eldem ve tanıdığım en ayakları yere basan insandır. Hiç öyle uçarı kaçarı, desteksiz atması da yoktur. Çok da büyük bir tarih aşığıdır aynı zamanda ve zaten bu kitabın çıkışı da bu aşkına dayanıyor. Onla bir sohbetimizde bu kitabı neden yazdın diye sormuştum ve bana, tarihin yalnızca krallar, kahramanlar ve savaşların tarihi olmadığını; doğanın ve evrenin içindeki döngü ve süreçlerin de tarihin biçimlenmesinde pay sahibi olduğunu; eski uygarlıklardan kalan kayıtların çoğunda, uzak geçmişte yaşanan geniş çaplı zincirleme afetlere değinildiğini; belli bir dönemde doğada yoğunlaşan hareketlilik ve afetlerin, toplumların ekonomik dengelerini sarsıp, siyasi ve sosyal yapılarını derin biçimde etkilediğini ve radikal değişimlere yol açtığını anlattı. Mayaların sözünü ettiği dönüşüm aslında böyle bir şeydi ve aynı bilgi ve öngörülere Babil'de de, Mısır'da da, Hindistan'da da rastlamak mümkündü.

Bu konuşmadan sonra kitabı okuduğumda, ne demek istediğini anladım. Bir kere ilk başta Eldem'in kitabı bir “gezegen gelecek, sizi sevecek” kitabı değil. Alternatif bir tarih kitabı ve kitabın ilk 300 sayfasında gezegenin gelişine dair bir şey yok. Daha çok “alternatif uygarlık tarihi” olarak da değerlendirebiliriz ve benim gibi tarih hastaları için müthiş keyifli bir deneyim. Kitabın devamındaki bağlantıları okuduğunuzda da insan koca bir “haaaa…. (di ya!!!)” çekiyor ve bir anda yaşadığı iş-ev-okul vs.'den ibaret dünyasından bir adım geriye çekip, aslında nasıl büyük bir sistemin parçası olduğunu görüyor. (Fakat neyse ki bir süre sonra kısır döngüsüne dönüyor da rahatlıyor.) Dünya beş milyar yaşında bir gezegen ve bizim bildiğimiz tarih taş çatlasa 10.000 senesini kapsıyor bu tarihin. 

O süre içinde de neler olmuş neler ve bizlerde 2000'li yıllarda bunun parçalarıyız. Her ne kadar mevcut egomuz tüm galaksiyi kendi yaşadığımız mekanlarla sınırlı olarak algılatıyor ve her birimiz “Küçük Prens”teki gibi kendi gezegenlerimizde krallıklar kurmuş ve hükmedecek teba arıyorsak da, yaşam bizim dışımızda sürüp gidiyor ve biz inansak da inanmasak da Marduk'un gelişi de doğal döngünün bir süreci. 3661 senede bir bu taraflardan geçiyor bu gökcismi ve dünyadaki yaşamı da ciddi biçimde, derinden etkiliyor. Ha burada şunu söylemek lazım, diyelim böyle bir gezegen yok, diyelim 2012 tarihi de anlamsız bir tarih… Bu bize ne getirecek veya ne götürecek? Burak Eldem haksız çıkarsa (ki tanıdığım Burak Eldem, gelecek diyorsa gelir o gezegen) zil takıp oynaması mı lazım birilerinin?

İşte bu noktada çağların dönüşümü konusunu ele almamız gerekiyor ve bu, 2012 yılı tartışılırken pek de değinilmeyen konuları değerlendirmemizi gerektiriyor ki ne getirecek, ne götürecek anlaşılsın. İnsanlık, teknolojinin zirvesinde olduğunu düşünüp, ne büyük medeniyetler yarattık diye övünürken, aslında o medeniyetlerinin ne kadar eksik olduğunun farkında değil. Evet teknolojik olarak birçok ilerleme kaydedildi, ama bu teknolojilerin hammaddelerini elde etmek için nice kan ve gözyaşı döküldü, Dünya'nın doğal dengesi bozuldu, yeni hastalıklar peydahlandı. Bu teknolojiler dünyanın bütününe katkıda bulunmak için değil, daha fazla güç ve para kazanmak için kullanıldı ve insanlık maddeye kendini kaptırmışken, manayı; daha doğrusu kendi ruhunu unuttu. 

Manayı gözetmeden gerçekleşen maddi gelişim sakat olacaktı ve oldu da. İnsanlık olarak aslında feci bir batağa saplandık, bu batağa saplandığımızın farkında olup da bizleri uyarmaya çalışanlara da aldırmıyoruz. Bu arada yaşadığımız gezegenin sonunun yaklaştığına dair uyarılar her gün gazetelerimizde, ama gün geçtikçe küçülüyor bu haberlerin sütunları, çünkü artık kanıksanmaya başladı. Bu konuda bir şeyler yapabilecek güçte olanların hepsi de aslında problemlerin kaynağını oluşturuyor: mesela ABD dünyayı en çok kirleten ve kaynaklarını tüketen ülke ve bundan vazgeçmeyi istemiyor. Nasılsa elimde gücüm var, kaynağım tükenirse başka bir kaynağın üzerine çökerim, kimse de bir şey yapamaz düşüncesinde; yeter ki bilmem ne üniversitesinin gençleri bira içip “Yeah, yeah” naraları atıp demokrasilerinin(!) nimetlerinden faydalanmayı sürdürebilsinler. 

ABD'de durum böyle, diğerlerinde farklı mı? Kimsenin dünyanın bütününü, gelecek kuşaklara ne olacağını düşündüğü yok. Herkesin tek derdi, kendini kurtarmak aslında. Çünkü “ruh”un olmadığı yerde karanlık hakimdir ve insanlar karanlıktan korkarlar. Dünyadaki birçok insan derin bir karanlıkta yaşıyorlar ruhsal anlamda ve sürekli korkuyorlar. Bu karanlık dışarıda değil, kendi içlerinde… İhmal ettikleri tarafları, kendilerini müthiş korkutuyor ve aslında insanlar, “kendilerinden korkuyorlar” ve korktukları taraftan da kaçıp, kendilerini kurtarmaya çalışıyorlar. 
Bunun tam tersinde ise tamamen kendilerini maneviyata adamışlar var, ama onlar da maddi dünyayı ihmal ettikleri için o kısım karanlıkta kalıyor ve onlar da maddi dünyadan korkup, kendilerini maneviyata adıyorlar fena halde ve onların da dünyaya pek bir katkıları olmuyor. Anlayacağınız dünyamız fena halde dengesiz vaziyette. Herkes kendinden ve birbirinden korkuyor; maddeye dalan maneviyi, maneviye dalan maddeyi unutuyor. Durumun farkında olan kişi yok değil, ama sayıları o kadar az ki… Ama yine de ellerinden gelenleri “Bir insanın çabası bile çok şeyi değiştirebilir.” inancıyla yapmaya çalışıyorlar, fakat bu çabalar ne kadar yeterli geliyor tartışılır. Kısaca bütüne baktığınızda anlayacağınız insanlık olarak dibe vurduk vuracağız.[x1]

İşte insanlık olarak en dibe vuracağımız ve tekrar yükselişe geçmeye başlayacağımız tarih 2012. 2012 için “Çağların Dönüşümü” derken bahsedilen aynen bu. Yani o tarih, insanlık olarak p...muzun dipteki kuma vuracağı, ama sonrasında da her inişin çıkışı vardır prensibiyle tekrar yükselişe geçeceğimiz bir tarih. Tabii p...muzu sağlam vuracağımızı ve canımızın yanacağını da belirtmem lazım, çünkü bu düşüşe biz binlerce yıl önce, tâ Atlantis'in batışıyla başlamıştık ve “Altın Çağ”dan “Karanlık Çağ”a geçiş yapmıştık, şimdi de “Karanlık Çağ”dan “Altın Çağ”a doğru ilerleyeceğiz. 

Ne kadar bilimkurgu gibi geliyor öyle değil mi? Aslında bize bu kadar bilimkurgu gelmesinin nedeni, bizlerin hayatı ve yaşadığımız dünyayı algılayışımızın darlığından kaynaklanıyor. Her birimiz kendi gezegenlerimizin kralları olduk ve tüm galaksiyi kendi gezegenimizden ibaret sanıyoruz. Bir New Yorklu için tüm galaksi New York merkezli dönüyor, bir İstanbullu için de İstanbul merkezli. Hatta daha da basite indirgersek, tüm evren etrafımızda dönüyor gibi hissediyoruz çoğumuz. Yaşadığımız çevreden ötesi yok sanki. Hani kuyunun dibindeki kurbağalar hikayesi vardır ya. 

Kuyunun içinden tepeye bakıp kuyunun ağzından görünen yıldız sayısına göre evren hakkında yorum yapıyorlarmış. Birisi diyormuş ki “İşte tüm galaksiyi görüyorum ben, 15 yıldız”, diğeri farklı bir açıdaymış ve “Sen körsün Allah'ın kurbağası, 25 yıldız”, bir diğeri de “Siz hepiniz körsünüz, 45 yıldız”. Derken yağmur yağmış ve kuyunun suyu taşınca dışarı çıkmışlar, bakmışlar ki milyonlarca yıldız var. İşte bizleri de kuyunun dibinden çıkartıp, yaşadığımız hayata bambaşka gözlerle bakmamızı sağlayacak bir “yağmur” gerekiyor ki yukarı doğru yükselebilelim ve o milyonlarca yıldızı görebilelim. Bu noktada da Marduk devreye giriyor. 
 Peki, diyeceksiniz ki; “Eee kardeş, bu Marduk'un yaklaşması, bir sürü doğal afet ve felaketi de beraberinde getiriyor; hani neresi aydınlanma, neresi yükseliş bunun?”  Bizler maalesef bize düzgün düzgün anlatılan ve “Aman dikkat et, felakete doğru gidiyorsunuz!” şeklinde efendice yapılan uyarıları pek sallamayan organizmalarız. Binlerce yıldır, her türlüsünden binlerce insan bir taraflarını yırttı: “Yapmayın etmeyin, gezegeninizi, yaşamınızı mahvediyorsunuz; yanlış yoldasınız.” diye. Biz, o mesajları ne yaptık? Komedi filmlerine malzeme. “İçinize dönün, kendinizi bulun…” uyarıları aldık, kahkahalarla gülünen esprilerden ibaret. “Kendinizi sevin, kendinizi tanıyın…” sözleri de zaten artık hediyelik bardakların üzerindeki sloganlardan öte değiller. 

Bu durumda evrene de “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.” dizelerinin sahibi Ziya Paşa'yı onaylamak düşüyor. Tabii şu da var ki insanoğlunu bir araya getirmenin tek bir yolu var maalesef: Ortak bir tehdit. Ülkemizden düşünün mesela, içerde birbirini kırıp döken insanlar ne zaman kol kola bir araya geliyor? Dış bir tehdit belirdiğinde... Kurtuluş Savaşı'nı düşünün mesela, nasıl bir birlik oluşturmuştu bu ülkenin insanları ve nasıl bir sonuç elde edildi! Aynı durum dünya için de söz konusu, ne kadar birbirimizi yesek etsek de, ortak büyük bir tehdit karşısında, tüm kavga dövüşü bırakıp birbirimize kenetlenme potansiyelimiz var. 

Yaşadığımız büyük felaketlerden de görebiliriz bunu; Dünya'nın bir yerinde büyük bir felaket olduğunda, diğerleri kavgayı dövüşü bırakıp oraya yardım etmeye çalışmıyorlar mı? (Yunanistan'la aramızı düzeltenin depremler olduğunu hatırlayın.) Demek ki insanlık olarak bunu gerçekleştirebilecek potansiyelimiz var. Şimdi bu tehdidi gezegensel boyutta düşünün ve insanlığın nasıl bir araya gelebileceğini hayal edin!!! Hemen ardından şunu ekleyeyim yine Kurtuluş Savaşı'ndan bir örnekle: birbirine kenetlenmiş bir halk, savaşı kazandıktan sonra ne yaptı? Hazır kenetlenmişken, büyük bir liderin yönlendirmesiyle de yeni bir ülkünün peşinden koşmaya başladı: Ülkesini yeniden kurmak. Şimdi bunu gezegene uyarlarsak: Büyük bir tehdit karşısında birbirine kenetlenmiş bir insanlığı şu ülküye yönlendirmek mümkün müdür sizce? Dünya'yı yeniden kurmak. Soracaksınız hemen, Türkleri Atatürk yönlendirdi, peki dünyayı kim yönlendirecek? [2]


İnsanlık olarak hep başımızda bir yol gösteren olmasını istedik ve başımız sıkıştığında da dualarımız, “Bize bir kurtarıcı gönder, Rabbim” şeklinde oldu bugüne değin. Bu dualarımızın yanıtlarını da “Mesihlerin yollanması” olarak aldığımıza inandık. Tarihimizdeki Mesihlerin bir kısmı gerçekten değişimler yarattı ve hep hatırlandı, bir kısmı da birilerinin gazıyla kendini Mesih ilan etti, ama ya peşindekileri felakete sürükledi, ya da şamarı yiyip oturdu yerine. Fakat tüm bu Mesih maceralarımız insanlık olarak bizim ne kadar “armut piş, ağzıma düş”çü olduğumuzun da göstergesi aslında. 

Koyun sürüleri gibi, bir çobansız yapamıyoruz, illâ birisi gelecek ve bize “Şunu şunu şunu yapın.” diyecek, canımıza minnet! Geçen aile büyüklerimizden biriyle konuşuyordum kendi aklını kullanmak üzerine, bana açık açık dedi ki: “Ben öyle aklını kullanmak gibi şeyleri bilmem, birisi çıkacak bize sen şunu yap diyecek, biz de yapacağız!” Helal olsun dürüstlüğüne dedim içimden, darısı kendi aklını kullandığını sanıp, ben özgürüm naraları atıp da aslında bir çoban peşinde koşanlara diye de ekledim. Çünkü o, kendini olduğu gibi kabul etmişti, ha bu noktadan sonra isterse çok da kolaylıkla kendi aklını kullanmaya doğru koşar adımlarla gidebilirdi; ama kendinin neyi aradığını bildiğini sanıp, fareli köyün kavalcılarının peşine takılan niceleri var ki… Peki bu, neden böyle? İşte bu sorunun yanıtı, yaşanan tüm bu süreçlerin nedenini de ortaya koyuyor: Kendini tanımamak ve kendi değerini bilmemek…



Bu, bazılarımız üzerinde “ruhânî yalama” etkisi yarattığından ötürü hiçbir etki yaratmayan cümle, yaşanacak olanların da sırrını gizliyor aslında. İnsanoğlu bugüne kadar hep “koyun olma”yı deneyimledi bir bakıma. Koca bir gezegen dolusu insan, kendini yalnız, güçsüz, ötelenmiş ve değersiz hissetti ve hissetmeye de devam ediyor. Herkes birbirinden, ama aslında kendinden fena halde korkarak yaşıyor. Ne kadar komik değil mi, bir insana gidip “Allah belanı versin, sen rezil bir insansın!” dediğinizde onu hemen kabulleniyor içsel olarak ve bin bir türlü tepki verebiliyor, ama aynı insana “Sen ne kadar değerli, ne kadar güzel bir insansın…” dediğinizde değil tepki vermek, elini kolunu nereye koyacağını şaşırıyor. Olumluluğa, değer vermeye, güzelliğe… nasıl tepki vereceğimizin dilsel kodlaması bile çok eksik. 

“Teşekkür ederim.” ve buna eklenmiş birkaç kelimeden öte tepki yok, ama lanet okuma, küfretme, olumsuz tepkiler verme konusunda ansiklopedi dolduracak kadar argümanımız var. İşte artık insanlığın bu halinin toptan değişme zamanı geldi. –Her ne kadar kapitalist sistemin araçlarından birisi haline dönüşmeye başlamışsa da- Boşuna değil, onca rûhâniyet arayışı, ruhsal kitapların artışı, insanların kendi varoluşlarına dair yeni yanıtlar bulmaya çalışmaları. Tüm bunlar insanlığın yaklaşan yeni Altın Çağı'nın ilk adımları aslında… Bu noktada aklınıza şu soru gelebilir: Peki insanlığa bu yeni çağda rehberlik edecek kim ve madem 2012 yılı bu değişim sürecinin ekinoksu, bu dönemde neler yaşanacak?



Bir kere göklerden bir Mesih gelecek de bizleri kurtaracak diye bekleyenler, daha çok beklerler, çünkü bu dönem insanlığın koyun sürüleri olmaktan çıkıp, kendi kendilerinin çobanı olmayı öğrenecekleri bir dönem. Öyle çıksın birileri, bizi kurtarsın falan, kısaca yemezler artık! (Ha bu noktada şunu belirteyim ki gerçek bir Mesih öyle “Geldim, ey insanlık, kurtaracağım sizi!” durumunda olan bir kişi de değildir hani. Çünkü Mesihlik, bir bilinç hâlidir aslında, aydınlanmış-kendini tanımama bilgisizliğinin karanlığından kurtulmuş insanı anlatır. 

Bu hâli yaşayan bir insan da tüm insanların bu aydınlamayı yaşama potansiyelinin olduğunu bilir ve kendini diğerlerinden üstün görüp, “Gelin kurtarayım sizi…” havalarına girmez.) Nitekim bu dönemde, insanlar kendi kendilerinin Mesihleri olacaklar ve bir bütün olarak Mesih enerjisini yaşayıp, ruhsal tekamülün en önemli aşaması olan, kendini tanımayı ve kendi değerini bilmeyi deneyimleyecekler. Anlayacağınız insanlık için acayip zor bir dönem olacak bu, çünkü bir insan için bu dünyadaki en zor şey kendisiyle yüzleşmek aslında ve evren eninde sonunda,  yaptıracak bu yüzleştirmeyi tüm insanlığa ve bu yüzleşmeyi gerçekleştirebilenler de zaten yeni dünyanın kuruluşunda rol oynayacaklar. (Biraz fantastik mi oldu ne? Durun daha da fantastiği geliyor.) 


Bu kuruluş esnasında her ülkeden ve milletten çeşitli gruplar, topluluklar bir arada çalışacaklar ve şu anda tanıdığımız dünyadan çok farklı, -olumlu yöne doğru ilerlemiş- bambaşka bir dünya ortaya çıkacak. (Tabii ki bütün bunlar altı sene sonra, yani 2012'de lönk diye olmayacak. Onlarca, belki de yüz yıl boyunca yaşanacak değişimlerin sonucu ortaya çıkacak bu gelişimler, ama 2012'nin insanlık için “Ruhânî Ekinoks” olduğunun ve değişimin başlangıç noktası olacağının altını tekrar çizmek istiyorum.) Bu yeni dünya oluşum sürecinde -her ne kadar artık ulusal kimliklerin pek bir önemi kalmayacak ve “İnsan” kimliği ön plana çıkacak olsa da- dünyanın kilit diyebileceğimiz bir noktasında yaşayan bir grup insana da çok önemli bir rol düşecek ki bu insanlara, diğer dünya insanları “Türkler” adını veriyor…

“Türkler”in yeni dünyanın oluşumunda alacakları rolü bir sonraki yazıma bırakmak istiyorum izninizle, ama öncesinde aklınıza takılabilecek bir sorunun da yanıtını vermek istiyorum kendi düşüncelerime göre; diyeceksiniz ki; “Tamam, iyi diyorsun, hoş diyorsun da, şu anda dünyanın mevcut hali de belli hani, senin söylediğin değişiklikleri tetikleyecek, mevcut sistemi kökünden değiştirecek kadar güçlü bir etken ne olabilir ki be kardeş?”

Eh, bu sorunun yanıtı yolda ve onunla tanışmamıza da topu topu altı sene kaldı... 
Adı mı? Kimi Marduk diyor, kimi de Nibiru… [3]

Kaynaklar

[1] www.derki.com/sayi19/308-2012-marduk-ve-caglarin-donusumu.html

[2] ww.derki.com/sayi19/308-2012-marduk-ve-caglarin-donusumu.html?start=1

[3] www.derki.com/sayi19/308-2012-marduk-ve-caglarin-donusumu.html?start=2

Yılan Bilgeliği ve Pleiades



Yılan Bilgeliği ve Pleiades



Geçmişimizde ne kadar çok yılan hikâyesi vardır; mitolojide, destanlarda, tarihi eserlerde, hikâyelerde ve kutsal kitaplarda… Havva’yı baştan çıkarıp cennetten kovduran yılandır. Ama insanları iyileştirip şifalandıran Tıp Biliminin sembolü de yılandır.
Yılan bir sürü yerde karşımıza farklı isimlerle çıkar:
Naga, Nagual, Nacaal, Adder, Djedhi, Amarus, Levites, Ejderha, Ejder, Quetzlcoatl (Kukulkan), Şahmeran, Serpent, Snake, Typoon, Nahaş…
Mısır firavunları Kobrayı başlarında taşırdı. Tevrat’taki Nahaş kelimesi hem yılan, hem sırları bilen anlamına gelirdi. Sümer’de Tanrı Enki’nin sembolü yılandır. Tufanda Utnapiştim’i uyandırıp uyaran yılandır. Zeus ve Maia’nın oğlu ve habercisi Hermes, yılan dolalı bir asa ile düşmanını yenmiştir. Güney Amerika’daki kadim Meksika, Aztek, Toltek, Maya uygarlıklarının gökten gelen tanrıları yılandır. Eski Türk inanışlarında Ejderha; kutsal, göksel ve iyi bir varlıktır.
Kundalini; üç buçuk kez (yedinin yarısı) kıvrılıp uyuyan spiral bir yılan demektir. İnsanın içindeki ateşi göstermek üzere Kundalini kelimesi kullanılır. Bireysel uyanışın, aydınlanmanın ve bilgeliğe ulaşmanın sembolüdür. Mısır’da Roma’da resmedilen kanatlı yılan Kundalinidir. Uyuyan spiral bir yılan…
Bütün bu mitsel kalıtlara göre yılan; bugünkü kötü imajına inat, aslında yaşamın öz ateşi ve bilgelik sembolüdür. Işıktan dünyaya, yani maddeye inişin başlangıç noktasında bir yılan; çöreklenmiş ve kıvrılmış oturuyor sanki.
Etimolojik açıdan Evren sözcüğü ‘eviren’, ‘çeviren’ anlamına gelir. Eski Türkler ve Çinliler’de gök çarkının/çarklarının döndüğü kabul etmekte ve onlar gök kubbenin en alttaki çemberini bir çift gök ejderinin çevirdiğine inanmaktaydı. Ejder gök çarkını ve buna bağlı olarak da ‘yaşam çarkı’nı çevirmekteydi. Böylece Eski Türklerde ‘ejder’ de evren olarak adlandırılmıştır.
Eski Anadolu antik edebiyat el yazmacıları tarafından anlatılanlara göre, bir zamanlar Anadolu’da tanrısal bilgeleri doğuran kadın, yılan olarak görülüyordu. Ve oturduğu kentin adı Piytion’du. Pi sözcüğünün anlamı ‘baba’dır. Sözcüğün to eki ise ‘sen’ demektir. Pito yani senin baban, senin atan anlamındadır. Piyton kenti ise senin babanın, senin atanın oturduğu kent anlamındadır.
Mitolojide Tanrıça Gaia’nın da yılanları vardır. Kadın Tanrıçaların elindeki bu yılanları Zeus ele geçirmiştir. Apollon ve Zeus’la süreç, artık erkek egemen duruma geçiştir. En baştan beri Babil, Mısır, Girit, Anadolu’da da eski inançlar içerisinde kadın tanrıçalar yılanla bir tutulmuştur. Bilgelik ve bilicilikle yılan, ilişki halindedir.
Hindistan’da insiye bilgelere ve kâhinlere, ‘akıllı yılanlar’ anlamına gelen ‘Nagalar’ denirdi. Alnın tam ortasına sembolün konması, yılan gibi akıllı olmak için iç psişik melekelerin kullanılmasını ifade ederdi. Mister Okulu’nun sadece en yüksek inisiyelerine yılan başlığı takma izni veriliyordu. Başını kaldırmış yılan, aşağıdan yükselen kundalini, Yılan Ateşi’ni sembolize ederdi. Kundalinin yükselmesi ve üçüncü göz’ün açılmasıyla kişi büyük bilgeliğe ve spiritüel yaratıcı güce ulaşır; her şeyin sonsuzluğu bilinir olurdu.
Hint yazmalarında ve efsanelerinde Naga ırkı, yeraltında yaşayan ve yüzeyde insanlarla irtibata geçen bir yılansı ırktır. Bu yılanların kimilerinin insana dönüştüğü yazar. Hint yazmalarında bunlardan başka Sarpa denen bir başka yılansı ırktan daha söz edilir. Ayrıca Hint okyanusu civarında ve sonradan denizin dibine batmış bir ülkede var olduğu söylenen bir yılan  krallığının bahsi geçer.
Antik Kolombiya mitolojisinde de ilksel kadın olan Bachue; büyük bir yılana dönüşür ve bazen ‘ilahi yılan’ olarak adlandırılır.
Tevrat’ın içinde adı geçse de kendisi ortada olmayan kayıp kitaplarından Yaşer’in Kitabı’nda Masonik dinin kurucusu sayılan Nemrut’tan ve insanlığın yaratımında söz sahibi olan bir yılan-ırkından söz edildiği iddia edilir.
Aborjinlerde pek çok tanrı yılan isimleriyle tanımlanır. Ungud bazen dişi bazen erkek olan bir yılan tanrıdır. Wollunqua (yağmur ve bolluk) bir yılan tanrıdır.
Atina’nın ilk kralı olan efsanevi Cecrops yarı insan yarı yılan olarak bilinir. Yunan mitolojisindeki birçok Titan ve dev kanatlı insansılar şeklinde karşımıza çıkarlar. Tek farkları bacak yerine yılansı gövdelere sahip olmalarıdır; ejderha şeklindedirler. Örneğin Boreas, kuzeyin soğuk rüzgârını getiren ve yılan gövdesine sahip olan kanatlı bir Yunan tanrısıdır.
Afrika’daki bazı geleneklerde şamanların, derin ezoterik bilgi öğreten bir yılan-ırk olarak tanımladıkları Chitauri’lerden ders aldıklarına inanılmaktadır.
Güney Amerika Uygarlıklarında Yılan 
Afrika’daki bu inanç, Amerikan yerlilerinin dimethyltryptamine içeren ayahuasca uyuşturucusuyla yaptıkları çalışmaların içeriğine benzerdir. Bu bitkiyi kullanan yerli Amerikan şamanların çoğu, yılansı ve uzaylı benzeri varlıklarla iletişime geçtiklerine ve onlardan ders aldıklarına inanmaktadırlar.
Mixcouatl, Aztek Savaş ve avcılık tanrısıdır. Bulut yılanı anlamına gelir. Tezcatlipoca’nın aldığı isimlerden biridir. Toltek, Aztek, Maya tanrılarının birçoğu yılanla sembolize edilmiştir.
Mark Amaru Pinkham’a göre; Nagual kelimesi yılan demektir. (Bilgelik Yılanlarının Dönüşü adlı kitabın yazarıdır)
Toltek bilgeliği öğretilerine göre; ( Carlos Castaneda Kitapları) Nagual kelimesi, doğaüstü güçlere ve bilgeliğe sahip olan büyücü anlamında kullanılır. ( Nahuatl dilinde Nagual kelimesinin tıpkı Mason kelimesi gibi, İnşaatçı Ustalar anlamına gelmesi ilginç bir benzerliktir) Kendi dünyasal âlemimiz dışında başka dünyalarda yaşama yeteneğine ise, Nagual’a geçmek denir. Evrenden akan enerjiyi aktığı gibi görebilmek ve dünya dışı güç alanında yaşamak olarak tanımlanan Nagual olma durumu, insan biçiminden çıkıp farklı varlıklara dönüşebilme yeteneğidir. Yaqui kızılderilisi Don Juan Matus’a göre eski şaman kadim atalardan kalan bu öğretinin sırları, insanbilimci Carlos Castaneda tarafından bir kitap diziniyle anlatılmıştır. İlk kitap Don Juan Öğretileri, sanrılandırıcı bitkilerin kullanımıyla geçilen olağandışı zihin hallerini ayrıntılı olarak anlatır.
Toltek başkenti olarak kabul edilen Tula’daki en çarpıcı eserlerden biri, Atlant denilen dev taş heykellerdir. Bunlar alçak bir piramit platformunda duran, muhtemelen vaktiyle bir tapınağın çatısını taşımakta olan, yani sütun görevi gören heykellerdir. 4.6 metre yüksekliğinde, tüylü saç modeli olan ve mızrak taşıyan bu heykeller, eski Amerika uygarlıklarında genel bir ilah olan ve bu kentte bazen Toltek hükümdarlarıyla, bazen de sabahyıldızı özdeşleştirilen Quetzalcoatl’ı(tüylü yılan) temsil eder. Bu ad, Toltekler ve Aztekler’de ‘sakallı yılan’ anlamına gelir. Buradaki sütunlardan bazılarına, mimari örnek ve damgalara, Yucatan’daki Chichen Itza bölgesinde de rastlanır.
Azteklerin anası Coatlicue, Tula kenti yakınında Yılandağ (Coatepek) tepesinde bir tapınağı süpürürken gökten bir tüy topu düşmüş ve onu bağrında saklayınca Huitzilopochtli’ye hamile kalmıştır.
(Tula kenti için bir not: Astrolojik çembere göre 3 derece boğa burcu, Krittika denilen bizim Pleiades (Süreyya) diye tanıdığımız takımyıldıza karşılık gelmektedir ve akrep burcunun (Vishakha) 3 derecesi ise Sanskrit dilinde Tula diye adlandırılan bizlerin terazi burcunun kuzey ve güney ucu diye bildiğimiz noktaya denk gelmektedir.)
Tüylü yılan Quetzalcoatl birçok efsanede yer almış, hatta İspanyollar kıtayı işgale geldiklerinde Quetzalcoatl ile ilgili efsanelerden ötürü yerliler bu istilacıları saygı ile karşılamışlardı.
Çin Mitolojisinde Yılan 
Çin Mitolojisinde de ilginç göksel ve yılan hükümdarlar vardır. Amerikalı mitoloji uzmanı Joseph Campbell ‘Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’ adlı kitabında ‘Ulu Üçler’ diye adlandırılan ve M.Ö. yaklaşık 3000 – 2500 yılları arasında yaşadıkları söylenen üç imparatordan bahsetmektedir. Üçü de bazı olağanüstü özelliklere sahiptir. Fu Xi “Göksel İmparator” diye bilinmektedir. Rahme düşüş hikâyesi mucizevî nitelikler göstermektedir. 12 yıllık bir gebelik döneminden sonra doğmuştur. İnsan kolları ve öküz başı taşıyan bir yılan vücuduna sahiptir.
Fu Xi’den sonra insanları onun halefi ‘yersel imparator’ Shen Nong yönetmeye başlamış. Shen Nong boğa başlı, insan vücutluymuş. Mucizevî bir ejderin etkisiyle meydana gelmiş. Bundan utanan annesi, bebeği bir dağ kenarına bırakmış fakat vahşi hayvanların onu besleyip koruduğunu öğrenince eve götürmüş. Çin tıbbının temeli de bu imparatora dayanmaktadır. Shen Nong, yetmiş zehirli bitki ile panzehirlerini keşfetmiştir. Karnına bir cam dayayıp her bitkinin sindirilişini oradan izleyebiliyormuş!
Shen Nong’dan sonra Huang Di, yani ‘sarı imparator’ yönetime geçmiştir. ‘sarı imparator’ denmesinin nedeni şudur: Annesi Chao Tian eyaleti prensinin bir metresiymiş. Büyük Ayı takımyıldızı çevresinde göz alıcı altın bir ışığa rastlayınca gebe kalmış.
Huang Di’nin de olağanüstü özellikleri vardır. Yetmiş günlükken konuşmaya başlamış, on bir yaşında tahta çıkmış. Fakat en ayırt edici özelliği düş görme gücüymüş. Ona ” düşler imparatoru ” denmesi daha uygun olurdu! Huang Di, uykuda, en uzak bölgeleri ziyaret edebilir ve doğaüstü dünyadaki ölümsüzlerle konuşabilirmiş (Toltek bilgeliğindeki en önemli bilgilerden birisi de rüyaların başka dünyalara gitmek için kullanıldığıdır). Tahta çıktıktan sonra tam üç ay süren ve kalbini denetleme dersi aldığı bir düş görmüş. Bir üç ay daha süren bir düş gördükten sonra, insanlara ‘öğretme gücü’yle geri dönmüş. Onlara, doğanın güçlerini kalplerinde denetlemeyi öğretmiş.
Hermetik Bilgilerde Yılan ve Yedi Irk 
Hermetik bilgilere göre fiziksel âlem, süptil âlemin aynasıdır ve ruhlar bir zaman sonra büyük ışığa doğru çekilirler, onlara yol gösterilir. Evrende kozmik yasalar işlemektedir. Hermetizme göre eski insanların kökeni Dünya-dışı’dır. Hermetika adı verilen bilgilerin, eski Yunanca ve Latince yazılmış eldeki parçaları bütününe verilen ad; Zümrüt Tabletler’dir.
Hermes-Thot’un öğretisine ait kimi metinler – İskenderiye yangınından ve bağnazların ellerinden kurtulabilmiş bilgiler – bir miktar anlam kaybına uğrasa da, Kilise’nin tüm çabalarına rağmen Avrupa’da yayılmayı başarmıştır.
(Resimdeki Hermes önlüğü Mason önlüğüyle çok benzerdir!)
Hermes’in  (Hermes’in Toth ile aynı kişi olduğu söylenir) Zümrüt tabletlerinin bilgilerine göre; meditasyon ve duaya yönelen Hermes’e bir ejderha görünmüştür. Anlatılanlar şöyledir:
Bu suret kanatları gökyüzünü kaplayan, bedeninden her yöne ışıklar saçan Yüce Ejderha’ydı. Yüce Ejderha, Hermes’e adıyla seslendi ve ona Dünyanın Gizemi hakkında neden düşündüğünü sordu. Gördüğü şeyle dehşete kapılan  Hermes ejderhanın önünde kendini yere attı ve kim olduğunu açıklaması için ona yalvardı. Yüce Varlık, kendisinin Poimandres, Evrenin Aklı, Yaratıcı Zekâ, her şeyin Mutlak Hâkimi olduğunu bildirdi.
Bunun ardından Poimandres hemen şekil değiştirir. Durduğu yerde göz kamaştıran, nabız gibi atan bir Nur vardır. Bu Işık, bizatihi Yüce Ejderha’nın ruhani doğasıdır. Hermes görkemin ortasında ‘yükseltilir’ ve maddi evren onun bilincinden silinir. Hızla koyu bir karanlık çöker ve karanlık genişleyerek Işık’ı yutar. Her şey sarsılır. Etrafında suya benzer bir töz girdap halinde döner ve ondan dumana benzeyen bir buhar çıkar. Etraf dile gelmez iç çekişlerle ve acı haykırışlarla dolar, bu sesler sanki karanlık tarafından yutulan Işık’tan gelmektedir. Aklı Hermes’e ışık’ın spiritüel evrenin şekli olduğunu ve dönen karanlığın onu yutan maddi töz olduğunu söyler. 
Yine Hermetik bilgilere göre:  
Doğanın Semavi İnsan ile evliliğinden, hepsi iki cinsiyetli, hem erkek hem kadın olan ve iki ayağı üzerinde duran ve her biri Yedi Yöneticiden birinin doğasına sahip yedi insan doğurdu. Bunlar, yedi ırk, yedi tür ve yedi çarktır. Yedi insan bu şekilde yaratılmıştır. Toprak dişil element ve su eril elementtir; ateş ve esîrden ruhlarını aldılar ve Doğa insan türünde ve suretinde bedenler yarattı. Ve insan Yüce Ejderha’nın Hayat ve Işık’ını aldı. Ruhu Hayat’tan ve Aklı Işık’tan yapıldı. İçinde ölümsüzlük olan ama ölümlülükten de pay alan bütün bu birleşik yaratıklar, bir süre bu hal içinde devam etti. Kendilerinden kendilerini yarattılar, çünkü onlar hem dişi hem erkekti. Fakat dönemin sonunda Kaderin düğümü Tanrı tarafından çözüldü ve her şey serbestleşti. Ve Tanrı bunu söylediğinde Takdiri İlahi Yedi Yöneticinin yardımıyla cinsiyetleri bir araya getirdi, onları birbirine karıştırdı, kuşakları yarattı ve her şey kendi türüne göre çoğaldı. Bedeni severek bağlanma hatasına düşenler ölüme ait şeyleri hissederek ve onlardan acı duyarak karanlıkta dolaştı, fakat bedenin ruhun tabutundan başka bir şey olmadığını kavrayanlar ölümsüzlüğe yükseldi.” 
(Hermes’in Zümrüt Tabletlerinin, yani Toth’un Ölüler Kitabı’nın masonların elinde olduğu iddia ediliyor. 33 sayısı Masonlukta, üstatlığı temsil eder. Alcyone, Pleiades’teki en parlak yıldızdır ve böylece Alcyone 33 derecedir – mistik temel rakam. Master ikiye bölününce Ma / Ster olur ve anlamı Ana Yıldız (Mother Star) demektir. Böylece Alcyone Ana Yıldızın sayısıdır – 33 derece)
Bu kadar çok yılan sembolü ve tanrısının özellikle insanın yaratılışı ve bilgeliği ile ilgili mitlerde yer alması sadece tesadüf olabilir mi?
Medusa,  gözlerine bakanı taşa çevirdiğine inanılan yılan saçlı, keskin dişli, dişi canavardır. Perseus, Medusa’nın başını kestiğinde Poseidon’dan olan çocukları Pegasus ve Chrysaor dışarı fırlamıştır. Kandamlaları Libya çöllerinde birer yılana dönüşmüşlerdir. Daha sonraları bu yılanlardan biri Mopsus’u öldürmüştür.
Bütün yaratılış efsanelerinde ve kutsal kitaplarda göklerden inen yılan biçimli tanrıların üstün özellikleri vardır. Yılan tanrılar yeryüzündeki insanlara, bilginin yolunu, teknolojiyi, inşaatçılığı, alfabeyi, astronomiyi öğretmiş, hatta tufandan kurtarmıştır. Bu yılan tanrıların mitsel hikâyelerinin hemen hepsinde, gökten inen bir ışıkla gebe kalan dünyalı dişilerden bahseder.
Yılan Tanrılarla Pleiades Bağlantısı 
Bütün eski efsanelerdeki mitsel yılanlar, göklerle bağlantılıdır ve uzaydan gelip uygarlık kuran (Extra-terrestrial) varlıklardır. Atlantis’teki yıldızlararası yılanlardan bazılarının Pleiades’ten geldiği söylenir. Bu androjen (çift cinsiyetli) yılanlar, kutsanmış yedili diye bilinir (Yılan söz konusu olduğunda ilginç bir şekilde yedi sayısı gündemdedir).
Pleiades’lilerin insanoğlunun zihnine kıvılcım aşılamak için dünyaya yolculuk yapmış oldukları iddia edilir. Bu konuda özellikle Cherokee yerlilerin kayıtlarında bulunan söylemler anlamlıdır.
Pleiades görevlilerin yeryüzü üzerinde İnsan topluluğu ile eşleştikleri ve onların soyunun Atlantis’te devam ettiği söylenir. Benzer bir şekilde Yunanlı tarihçi Diodorus; Pleiadesli yedi kız kardeşten ikisi olan Celoene ve Alcyone’un, Atlantis kralı Poseidon ile çiftleştiği ve onların çocuklarının da Atlantis sakinleri olduklarını anlatmıştır.
Pleiades yıldız sistemi, Ülker, Süreyya, Pervin olarak da anılır. Bir açık yıldız kümesidir. Boğa takımyıldızında (Taurus) bulunur. Dünya’ya en yakın açık yıldız kümelerinden ve büyük ihtimalle de en ünlü ve çıplak göze en güzel gözükenlerdendir. Ülker’in görünen yıldızları Yedi Kızkardeşler olarak da bilinir. Güneş sistemimiz her 25.860 yılda bir Pleiades çevresinde bir tur dönmektedir.  Pleiades üzerinde yapılan astronomi çalışmalarına göre Güneş sistemimiz ve başka birtakım sistemler, Pleiades sisteminin bir parçasıdır.
Bu sistemin döngüsüne göre on binlerce yıl Galaktik gece denilen karanlık çağı yaşadığımız, 2000 yıl kadar da ışık çağını yaşayacağımız iddia ediliyor. Bazı bilim adamları tarafından kıyamet zamanı ya da Maya takvimindeki zamanın sonu diye tanımlanan döneme girmek üzere olduğumuz söylenmektedir (Bkz: Foton Kuşağı Etkisi). Foton kuşağı diye adlandırılan bu iddialara göre; bu süreç 2012 yılında başlayacak ve dünyamız büyük bir enerji kuşağının içine girecek ve uyanış çağı başlayacaktır. Bir önceki foton çağı döneminin Atlantis zamanına rastladığı iddia edilmektedir. Işık bölgesine geçiş sırasında tüm teknolojinin duracağı, buna karşın insanların özel yetenekler kazanacağı, DNA sarmalının değişerek, uyuyan hurda genlerin devreye gireceği iddia edilmektedir. (Bkz: Kader DNA’nın Neresinde).
Yıldız aktivasyonu, Güneş Sistemimizin Pleiades (Alcyone yıldızı), Sirius, Arcturus, Orion ve Andromeda ile aynı sıraya dizilmesi ile başlayacaktır. Bu kuşağa girildiğinde, şu anda bulunduğumuz 3. boyuttan 5. boyuta yükseleceğimiz iddia edilmektedir.
Bütün kültürler boyunca tarih şiir ve mitolojide kozmik objelerden en çok vurgulanan Pleiades:
Yedi Kızkardeşler, Krittika, Kimah, Güvercinlerin Sürüsü, Tavuklar, Bahar Bakireleri, Denizcinin Yıldızları ve Atlantisli Kızkardeşler gibi isimler; Pleiades’in görünür yedi yıldızlarının adlarıdır. Pleiades, Kuzey Amerika’daki Sibirya’daki ve Avustralya’daki insanlar tarafından Yedi Kızkardeşler olarak bilinir ve bu onların 40.000 yıl daha önceden anlatıldığı demektir.
M.Ö. 2357 yılı Çin yargılarında beliren astronomik edebiyatta adı ilk geçen yıldızlar arasında Pleiades görünmektedir. Alcyone, ilkbahar gündönümüne en yakın olmasıyla en parlak yıldızdır.
Yaklaşık 25.900 yıllık uzun dönem dönüşü için Pleiades Yüce Yılı, onları yılı başlatma konusuna kadar yükseltmiştir.
Giza Büyük Piramidinin yedi odasının bu yedi kız kardeşleri anımsattığını, 19.Yüzyılın sonlarında Profesör Charles Piazzi Smyth önermiştir. Büyük Piramidin bitirilme tarihi, kış gündönümünün gece ortasında Pleiades, Alcyone ile tam aynı çizgide bu piramidin boylamı üzerinde yayıldığı dönemdir.
Alcyone, Araplar tarafından Al Wasat, yani merkezi olan ve Babilliler tarafından ise Temennu, yani kuruluş taşı olarak adlandırılmaktaydı. Musevilerin kutsal şehri Sion- Zion ismi, sadece tesadüf müdür? Mezo-Amerikanın Mayaları, uygarlıklarının tohum yatağı ve ışığın kodlarını çocuğuna veren kozmik yıldız ana olduğu için Pleiadesi cranary (anlamı yüksek nitelikte tohum üreten bölge) diye adlandırmaktaydılar. 10 Merovenjler, ( Troyanın Kralı Priamın oğlu)  Prens Paris’ten sonra Parisi kurdular ve kente onun adını verdiler. İlyada’daki Elektra (Pleiades takımyıldızındaki 7 kız kardeşten biri) Troya soyunu kuran Dardanosun anasıydı (bir başka Pleiades bağlantısı).
Gizemli Yılan Bilgeliğinin kaynağı gerçekten Pleiades midir emin olmak çok zor. Bilim kabul etmeden söylenenler iddiadan ve düşlerden ibaret olacak. Pleiades yıldız sisteminin evrensel mirasın odağı olduğu konusunda efsaneler, mitler ve kutsal kaynaklardaki şifreli ifadelerin bu kadar benzer olması şaşırtıcıdır. Yılan sembolünün bilgelik ve aydınlanma ile ilişkisi, ustalığı ve İlahi bilgiyi bu kadar içermesi, yıldızlarla bağlantısı araştırmaya, düşünmeye gerçekten değer kanımca…

Ölümsüzlük İster misiniz?



Ölümsüzlük İster misiniz?

Sümer Kral listelerinde, Manethon’un Mısır hanedanlarına ilişkin kayıtlarında ya da Adem’den başlayan insan soyunun anlatıldığı Eski Ahit’in “Tekvin” kitabında sözü edilen, yüzlerce hatta binlerce yıl yaşamış “eski insanlar”a ilişkin hikayelerin, gerçeklik payı olabilir mi? 

Yüzyıllar boyunca bunlar fantezi ya da efsane kabul edildi ve hiç ciddiye alınmadı açıkçası ama o soru da hep varlığını korudu: Ölümsüzlük ya da bugünkünden çok daha uzun bir yaşam mümkün müdür? 

Seni Tılsımlar Korur‘un kahramanı Eser Büyükdere’nin farkında olmaksızın kalıtımsal biçimde sahip olduğu binlerce yıl öncesine ait o genetik miras, bugünün teknolojisiyle günümüz insanı üzerinde yapay olarak yaratılabilir mi? Eğer 

Cambridge Üniversitesi’nden Aubrey De Grey haklıysa, romanda Jason Redbridge’in “karanlık hedefi” olarak beliren “Horus Projesi” yakında bir kurgu ürünü olmanın ötesine geçecek gibi görünüyor. Binlerce yılın “Muhafızlar”ı şu an nerelerde neler yapıyor bilemem ama, haberlere bakılırsa bazı bilim adamları, bu sorunun yanıtına doğru hızla ilerliyor bugünlerde.
Yakın zamanda popüler bilim dergilerinde büyük yankı bulan haberler üzerine, NTV’deki “Pusula” programının başarılı yapımcısı Mithat Bereket İngiltere’ye dek giderek bu konuyu gündeme taşımış ve de Grey’in görüşlerini izleyicilerine aktarmıştı, anımsarsanız. Aradan yaklaşık iki ay geçti ve şimdi de Live Science‘ın haberiyle “ölümsüzlük mümkün mü?” sorusu yeniden ilgileri üzerinde topladı.
Aubrey de Grey’e göre, “nüfus kağıdındaki yaşı” kaç olursa olsun, bir insanın biyolojik yaşının ve buna bağlı olarak sağlık ve zindelik durumunun 20 ile 25 yaşları arasında tutulması mümkün. Dolayısıyla eski metinlerde ve kral listelerinde ya da 

Tekvin’de anlatılan uzun ömürlerin, hatta giderek “ölümsüzlük” noktasına yaklaşacak bir biyolojik konumun gerçekleştirilmesi hiç de sanıldığı gibi fantezi falan değil. Bütün iş, yaşlanmamıza ve sağlığımızın bozulmasına neden olan hücresel süreçlerin manipule edilmesi ve denetlenmesinde. 

Bu alanda uzun süredir çalışan de Grey, yaklaşık 25 yıl içinde araştırmaların nihai sonuçları verecek noktaya gelmesini umuyor ve ekliyor: “İşte o aşamadan itibaren, genetik müdahaleyle, 1000 yıl, hatta çok daha fazla yaşayabilen insan neslini yaratmak mümkün olacak.”
https://i0.wp.com/www.blogcdn.com/www.joystiq.com/media/2006/09/dna.gif
Bu tezlerin ve iddiaların ayrıntısına girmiyorum, orijinal kaynaklardan ve Batı basınındaki makalelerden, Aubrey de Grey’in çalışmaları ve tezleriyle ilgili tüm bilgileri bulabilirsiniz. Muhtemeldir ki, çok yakında bizim basınımızda da bunları tartışan yazılar ve röportajlar sıkça yayımlanacak. Ama benim gelmek istediğim nokta, başka.

Seni Tılsımlar Korur‘da, binlerce yıl öncesine ilişkin o gizemli kayıtlarda anlatılanlarla, modern bilimin izini sürdüğü hücresel süreçleri bir potada buluşturarak, “ölümsüzlük” faktörünü temel alan fantastik bir hikaye anlatmıştım sizlere. Ama oradaki belirleyici sorun, genetik biliminin vardığı noktalar ya da eski efsanelerde anlatılanların doğruluğundan çok, “ölümsüzlük” olgusunun içerdiği çok temel bir “politik” unsurdu: Kimin için ölümsüzlük? Bu muhteşem niteliğe sahip olma hakkı, binlerce yıl gerilere giden ciddi bir “iktidar mücadelesi”ni de getiriyordu gündeme. 

Neresinden bakarsanız bakın, “ölümsüzlük”, eğer bir biçimde gerçekleşebileceğini varsayarsak, yani Aubrey de Grey ve daha birçok bilim adamı, genetik uzmanı haklıysa, ister istemez “politik” ve “ekonomik” bir sorun olarak dikiliyor karşımıza: Kim karar verecek, bu “armağan”a kimin sahip olacağına? 

Bunun bedeli ne olacak? Herkes için ölümsüzlük, dünya nüfus ve kaynak dengelerinin iflası anlamına geleceğine göre, eğer böyle bir teknolojik “devrim”e gerçekten ulaşılırsa, bu bilgi ve teknoloji bütün kamuoyuna mal edilecek mi dersiniz?
Şu an gülümseyip, yalnızca fantezi olarak görerek geçebilirsiniz tabii bu konuyu. Ama su uyur, genetikçiler uyumaz. Birbirinden farklı yerlerde, farklı araştırmacılar ve uzmanlar, hızla yol alıyorlar ve görünüşe bakılırsa oldukça “kilit” aşamalara gelmiş durumdalar.
Yazar: Burak ELDEM

İnsanı Değiştirecek Genetik Keşif

İnsanı Değiştirecek Genetik Keşif


Bilim insanları insan anlayışını değiştirecek olan, insanlar arasındaki farklılıkları ortaya koyan genetik keşfi selamlıyor.
Bilim, insanların genetik yapısında dramatik çeşitlilikler keşfetti. Bu keşif, tedavi edilemez hastalıklara neyin sebep olduğunun temelinin tekrar değerlendirilmesine yol açabilir ve insanlığın daha büyük bir anlayışını sağlayabilir.
Araştırmalar Asya, Afrika veya Avrupalı atalara sahip olan 270 insanın genomunun ayrıntılı ve sofistike analizini kapsıyordu. İnsan gen havuzunun mümkün olduğu kadar geniş bir havuzunu dahil etmek önemliydi. Bireyler tarafından sahip olunan kopyaların sayısında 2,900 genin değişik olabileceğini buldular. Genler, genetik kod uzunluğunun bir milyon harfine kadar DNA’nın bölümlerinin çoklu kopyalarını kapsıyordu.

Her birimizin, daha önce inanılandan çok daha fazla genetik olarak farklı olduğumuzu keşfettiler. Sadece her genin iki kopyası –her ebeveynden bir tane– yerine birçok kez çoğalıp artan genlere sahibiz. Bu “çoklu kopya sayıları” insandan insana farklılık gösteriyor. Bu keşif, insanın fiziksel ve hatta zihinsel çeşitliliğini açıklayabilir.
300 yılın ötesinde yaşamak mümkün mü?
Bu keşfin pratik bir yararı en zor, tedavi edilmez hastalıkların bazılarının yeni anlayışına götürebilmesidir. İnsan genomu anlayışımıza karmaşıklığın ekstra bir katmanını ilave etmesine rağmen, keşif çocukluk hastalıklarından bunamaya kadar değişen durumların yeni içgörüsünü ve tıbbi tedavisine götürebilir. Örneğin, bilim insanları bu bilginin kanser gibi hastalıklar için yeni teşhis testlerine götürebileceğini öngörüyorlar. Bu gelişmeler ışığında insan ömrü çarpıcı bir şekilde uzayabilir. Ancak kesin bir şey söylemek şimdilik erken. Bu yeni keşifle bilim birçok yeni anlayış kazanacak.
Bilim insanları son yıllarda DNA’nın büyük parçalarını analiz etmenin daha karmaşık yöntemlerini geliştirdiler. “Bazı şekillerde, kullandığımız yöntemler ‘moleküler mikroskoplar’, bunlar kullanılan teknikleri dönüştürdüler.

İnsan Genom Projesi
İnsan genomunda 30,000 gen var, bunlar DNA kodunun yaklaşık 3 milyar “harfi”nden oluşuyor. Bilim insanları, bu çalışmaya katılan 270 insanda bu genlerin % 10’dan fazlasının şayisinin katlandığını buldular. Neden bazı genlerin kopyalandığını, bazılarının kopyalanmadığını bilmiyorlar. Afrika kökenli insanlarda birçok kez kopyalanan CCL3L1 olarak adlandırılan genin HIV’e direnç verdiği görünüyor. Kan proteini yapımına dahil olan başka bir gen Güneydoğu Asya’dan gelen insanlarda birçok kez kopyalanıyor ve sıtmaya karşı yardımcı olduğu görünüyor. Diğer araştırmalar bazı genlerin kopya sayısındaki varyasyonun Alzheimer ve Parkinson hastalığında kapsandığını gösterdi.
Bilim insanları üç büyük etnik gruptan insanlara baktı – Afrikalı, Asyalı ve Avrupalı. Her bir kişinin doğru etnik orijinini tayin etmek için yeterli radikal farklılıklar vardı. Bu, bir şüphelinin ırkı ile ilgili daha fazla bilgi öğrenmek isteyen adli tıp bilim insanlarına yardımcı olabilir.
İngiltere’nin Sanger Enstitüsü dahil 13 araştırma merkezinden bilim insanları katıldı. Araştırma; Nature, Nature Genetics ve Genome Research’te yayınlandı.



Bu keşif, insan genomunu (insanın genetik formülünü) inceleyen bilim insanlarını şaşırttı. Şimdiye kadar, insanlar arasındaki çeşitliliğin nedeninin, bireyin genom “harflerinin” sıralamasındaki farklar olduğuna inanılıyordu. Şimdi bu farklılıkların çoğunun, insan genomunu oluşturan bazı anahtar genlerin çoklu kopyalarına sahip olan insanlar ile açıklandığı görünüyor.
Şimdiye dek, insan genomunun veya “yaşam kitabının” herkes için geniş ölçüde aynı olduğu kabul ediliyordu. Bazı sözcüklerde birkaç telaffuz farkı haricinde. Bunun yerine, bulgular kitabın herhangi bir rakamı defalarca tekrarlayan bütün cümleleri, paragrafları, hatta tüm sayfaları içerdiğini öne sürüyor.
Bulgular, daha önce inanıldığı gibi, insanlığın %99,9’unun özdeş olması yerine, en azından birbirlerinden 10 kat daha farklı olduğu anlamına geliyor. Bu bazı insanların neden ciddi hastalıklara eğilimli olduğunu açıklayabilir.
Bugün yayınlanan araştırmalar her bir genden sadece iki kopyaya sahip olmak yerine –her bir ebeveynden birer tane– insanların birçok kopyalar taşıyabileceğini keşfetti. Kaç tane kopya taşınabileceği, insandan insana değişebilir.

Araştırmalar genlerin kopya sayılarındaki çeşitliliğin normal ve sağlıklı olduğunu ileri sürüyor. Ancak, bilim insanları ayrıca birçok hastalığın bazı anahtar genlerin kopyalarındaki anormal kayıp veya kazanım ile tetiklenebileceğine inanıyor.
Bulguların bir başka anlamı, en yakın canlı akrabalarımız olan şempanzeden, daha önce kabul edilenden çok daha farklı olduğumuzdur. % 99 benzer olmak yerine, daha olası olarak yaklaşık % 96 benzeriz.
İngiltere ve Amerika’daki 13 farklı araştırma merkezinden bilim insanları tarafından üç öncü bilimsel dergide aynı zamanda yayınlanan bulgular önde giden bilim insanları tarafından zemin sarsıcı olarak tanımlandı.

En büyük genetik keşif
Houston, Teksas’taki Baylor Tıp Koleji’nden tıp genetikleri üzerine dünyaca otorite olan Profesör James Lupski, “Bu araştırmanın insan genetikleri alanını ebediyen değiştireceğine inanıyorum” dedi. Profesör Lupski, bulguların, 19’uncu yüzyıl Mendel genetiklerinin “babası” olan Gregor Mendel ve 1953’te DNA çifte sarmalını keşfeden Jim Watson ve Francis Crick’ten bu yana inşa edilmiş olan insan genetiklerinin temel prensiplerinin yerini alacağını söyledi.

İnsan genomunun sıralamasındaki üç milyar harfi deşifre etmek bir zamanlar Ay’a gitmeye benzetilirdi. Bilim insanları şimdi genomun “ay manzarasının” umduklarından çok daha farklı olduğunu görüyorlar.
Cambridge Üniversitesi’ndeki Wellcome Trust Sanger Enstitüsü’nde proje liderlerinden biri olan Matthew Hurles, bulguların her birimizin DNA’mızın tüm bölümlerinin kazanımlarının ve kayıplarının eşsiz modellerine sahip olduğumuzu gösterdiğini söyledi.
Bilim insanları daha önce bazı bireylerde genlerin “kopya sayısı”nda belirlemişti, ancak şimdi keşfedilen varyasyonun ölçeği dramatik.



Bilim insanlarından açıklamalar:
Profesör Lupski:“Artık insan özelliklerinin, başlıca basit DNA değişimlerinden sonuçlandığı düşünülemez. Birçok Mendelian ve karmaşık özellikler, ayrıca ara sıra gözüken hastalıklar, genomun yapısal varyasyonundan kaynaklanabilir”
Houston, Teksas, Baylor Tıp Koleji

Dr. Matthew Hurles: “Bu sonuçların gerçek sürprizlerinden biri, DNA’mızın kopya sayısındaki değişimlerin sayısı idi. Bunun genomun en azından % 12’si olduğunu tahmin ediyoruz – bu daha önce asla gösterilmemişti. Araştırmacıların daha önce gördüğü kopya sayısı varyasyonu sadece buzdağının ucu idi, denizin altındaki kütle belirlenmemişti. Şimdi bireyler arasındaki genetik farklılıkların bu fenomeninin çok büyük katkısını anlıyoruz”
Cambridge Üniversitesi, Wellcome Trust Sanger Enstitüsü



Stephen Scherer: “Buna benzer büyük değişimlere sahipseniz, o zaman bunlar hastalığa dahil olmalı şeklinde düşünmeye alışığız. Ama hepimizin bu değişikliklere sahip olabileceğimizi gösteriyoruz”
Maryland, Chevy Chase, Howard Hughes Tıp Enstitüsü

Charles Lee: “Ancak, birçok hastalığın belli anahtar genlerin kopya sayısından etkilendiği görülüyor. Kopya sayısındaki değişikliklerden kaynaklanan hastalıkların birçok örnekleri ortaya çıkıyor. Yeni bir inceleme Parkinson hastalığı ve Alzheimer’i da kapsayan yalnızca sinir sisteminin 17 koşulunu listeliyor, bunlar bu tur kopya sayısı değişikliğinden kaynaklanabilir. Gerçekte, tıp araştırması bu haritadan çok fazla yararlanacaktır, genel hastalıklarda içerilen genleri teşhis etmenin yeni yollarını sağlayacaktır”
Boston, Massachusetts, Brigham and Women’s Hospital
Harvard Tıp Okulu

Mark Walport: “Bu önemli çalışma birçok hastalığın genetik nedenini belirlemeye yardımcı olacaktır”
Welcome Trust

Kaynak: Independent.co.uk Bilim ve Teknoloji Haberleri

Steve Connor (Bilim Editörü)

Çeviri: Saffet Güler

DNA ve Genler



DNA ve Genler
DNA’larımızın içinde ne zaman kanser olacağımızı, ne zaman hastalanacağımızı, ne zaman iyileşeceğimizi belirleyen gizli şalterler var! DNA’da  gizli temel bir komut sistemi olduğu ve işe yaramadığı sanılan hurda DNA’ların, asıl genleri programladığı ortaya çıktı.  
DNA ve Genler
Hücrelerimizde çok sayıda DNA taşırız. Genetik bilgi bir dil gibidir. Alfabemizdeki harfleri bir araya getirerek kelimeleri, sonra da kelimeleri birleştirerek cümleleri, sonra paragrafları ve kitapları yazarız. DNA’da:
• Alfabe sadece 4 harften ibarettir.
• Her harf baz veya nükleotid denilen kimyasal bir molekülü temsil eder.
• Kodon adı verilen genetik kelimeler bu harflerden oluşmuştur.
• Genetik dilde bütün kelimeler (kodonlar) sadece 3 harften oluşmuştur.
• Bu kelimeler bir araya gelerek genler adını verdiğimiz cümleleri oluştururlar.
• Bütün cümleler bir araya gelerek genetik bilginin tamamını içeren bir kitabı yani genomu meydana getirirler.
(DNA (Deoksiribonükleik asit); karbon, hidrojen, oksijen, azot, fosfat atomlarından oluşan ve hücrenin bütün hayati fonksiyonlarında rol alan dev bir moleküldür. DNA’yı oluşturan nükleotidler üç bölümden meydana gelmişlerdir. İnsan hücrelerinde bulunan DNA yaklaşık 3 milyar baz çiftinden oluşmuştur ve yaklaşık 1 metre uzunluğundadır.)

Hurda DNA Nedir?
Genler; “İnsanın tüm özelliklerini belirleyen bilgileri kodlayan zincirler” olarak tanımlanırlar.  Genlerimiz DNA’nın %10 luk bir kısmını oluşturur ve proteinleri kodlayarak fiziksel ve fonksiyonel özelliklerimizi belirler. Geriye kalan %90 lık DNA kısmına ise “kodlamayan DNA” denir. Kodlamayan DNA kendi içinde üç gruba ayrılmıştır.
1. Genler arasında sıkışmış durumda bulunan intronlar,
2. Aynı nükleotid dizisinin art arda sıralanmasıyla oluşmuş daha uzun zincirler meydana getiren tekrarlı (repetitive) DNA’lar,
3. Genlerdeki kompleks dizilimi andıracak şekilde sıralanmış sahte genler (pseudogene).
2000 yılı başlarına kadar %90′lık bu DNA grubuna; Junk DNA yani (çerçöp – hiçbir işe yaramayan anlamında) hurda DNA denmiştir.  Evrimcilerin tanımlamalarına göre evrimsel süreçten arta kalan gereksiz yığınlar olduğu iddia edilmiştir. 2001 yılından itibaren DNA’nın hurda denilen kısmına ait yapılan ilginç çalışmalar, “var olan hiçbir şeyin anlamsız olmayacağı” gerçeğini bir kez daha hatırlatmıştır insanoğluna.  İhtiyatlı davranıp “şimdilik neye yaradığını çözemedik” demek daha akıllıca ve bilimseldir. Son on yıllık süreçte epigenetik çalışmalar ile kodlamayan ve fiziksel bir fonksiyonu yok diye kenara atılan hurda DNA’ların  bizim şimdiye kadar bilmediğimiz farklı komutlar ve kodlar taşıdığı ortaya çıktı.

Hurda DNA’lar Asıl Genlerin Kodlayıcıları Mı?
İşe yaramaz dediğimiz çöp DNA’lar, kodlayan DNA’ları (yani genleri)kodluyormuş meğer! Yani hiyerarşik bir yönetim kadrosu gibi kademeli ve gizli bir komut sistemi var imiş DNA’larımızda…
• Hangi proteinin nerede, nasıl ve ne kadar, ne zaman kodlanacağını; ne zaman durdurulup ne zaman başlatılacağını;
• Hangi genin hangi genle ya da hangi proteinin hangi proteinle birleştirileceğini; nereden nereye götürüleceğini;
• Hangi hücre ve dokunun hangi organda ne kadar ve ne zaman yapılacağını;
• Büyüme ve gelişmenin nerede nasıl düzenleneceğini;
• Kök hücrelerin nerede hangi hücre, doku ve organlara dönüşeceğini;
• Hangi genin hangi koşullarda susturulup çalıştırılmayacağını ya da daha önce sessiz kalıp fonksiyon göstermeyen hangi genin hangi koşullarda yeniden çalışmaya başlatılacağını;
• Bir gen okunurken hangi bölümün okunup hangi bölümün okunmayacağını, ne zaman, nereden nereye atlanacağını;
• Hücrelerin hangi koşullarda çoğaltılacağını ya da öldürüleceğini;
• Ne zaman kanser geliştirileceğini, hücre çoğalma ve bölünmesini, kromozomların yapısını, belirleyen bir nevi şalter konumunda bekliyor hurda DNA’lar… O şalterleri neyin komutladığı ise bir üst programda yazılı ve asıl gizem bu üst programda saklı.

Kader Yönetilebilir mi?
Canlının biyolojik yaşamının neredeyse tümünün, hangi koşullarda ve zaman düzenleneceğini baştan sona belirleyen, sabit genlere dinamizm verip programlayan, velhasıl zamanı devreye sokan bu komutları okuyunca sizlerin aklına ne geliyor bilemem ama benim aklıma tek bir kavram geldi: Kader ve kaderin yönetimi…
Aslında kader kelimesi; belirlenmiş yörünge anlamına gelen bir kökten üremiştir ve göklerle ilgili bir manadan doğmuştur. Yani sistemli ve ölçülü bir dönüşü tekrarlamak anlamındadır. İnaçlarımıza göre, yörünge ilahi bir kudret tarafından çizilmiştir ve insanın kudreti o yörüngenin dışına çıkmaya muktedir değildir. Kader inancı toplumlarda yaşamsal ve bilimsel bir ataleti doğurmuştur yüzyıllarca. Oysa biraz düşününce aklımız bize sorgulatır:
“Kader yazılmış mıdır, ben birey olarak kaderimi nereye kadar belirlerim? Kader varsa ve bunu Allah çizdiyse, ben niye yaptıklarımdan sorumlu olup cennet ve cehennemle ödüllendirileceğim?”
Bilimsel insan, aklıyla sorgulamanın ve ölçmenin önüne geçemez, doğasına aykırıdır. Kadercilik ile bilimsellik arasındaki bu çelişki, bireyde ve toplumda çeşitli bunalımlar doğurmuştur çoğunlukla. Son yüzyılda yakalanan kuantum bilinciyle bu çelişki  azalmış görünse de kadercilik inancı aslında değişmemiştir hala.
Kaderimiz yazılı mı, yazılı ise kim niye yazdı noktasında; çöplük sanılan hurda DNA ile ilgili çalışmalara mercek koyup incelememiz gerekli; kadere farklı bakışla yeniden bakabilmek için…

DNA Yazılım Programı
Hurda DNA ilgili en ilginç çalışmalardan birisi Prof. Chang’a ait.
Hurda DNA’ların üzerinde çalışmak isteyen Chang, Wall Street türev güvenlikleri uzmanı genç bir teorik fizikçi olan Dr. Lipshutz’den yardım istedi.
Lipshutz insan Genom Projesinin çok büyük veri tabanını birleştirerek, kodlanmamış dizilerin Kolmogorov entropisini hesapladı ve bunu düzenli, aktif genlerin entropisi ile karşılaştırdı ve kodlanmış DNA’lar ile kodlanmamış DNA’ların etropisinin (düzensizliğin ölçüsü) şaşırtıcı şekilde aynı olduğunu gördü.
Her iki grupta da gürültü ve ses vardı ve bu seslerin içerdiği bilgileri çözmek için belki eski lisanları bilmeye ihtiyaç vardı. Mısır, İbrani, Sümer lisanları açısından elde ettiği bilgilerin çözümlenmesi mümkün olabilirdi ancak bu alandaki hiçbir uzman kendisine yardımcı olamadı.
Sonunda Chang bulduğu mesajları çözmek için kriptologlara başvurdu. Ermeni Cumhuriyetinden bir kriptolog Dr. Adnan Mussaelian sabırla çalışmaya devam etti. Sürekli olarak kodlanmamış dizilerin tek kısa bir DNA çizgisinden önce geldiğini fark eden Dr. Adnan, biyologların ALU (artithmetic logic unit) diye adlandırdığı en genel genin peşine düştü. Bilgisayar programcılığı eğitimi alan Dr. Adnan bu gene bilgisayar kodu muamelesi yaptı. 0-1 kodları yerine 0-1-2-3 (genetik kodun dört bazı) kodlarını kullandı.
Eylemsizliğe neden olan koddaki en genel sembolü, uyuyan bir kod yığını takip ediyordu. Dr. Adnan, bir kaynak kod yakaladı ve deşifre etmek için sembollerle kullanılan bir program kullandı.  Bulduğu semboller arasında en yaygın olan (/) sembolü, yani yorum sembolüydü.  İki taksim işareti arasındaki kodun asla uygulanmadığını gördü. Yani aslında taksim işaretleri arasındaki şey kod değil, kodun yorumu idi ve bir komutla önündeki kodu uyandırmaya hazır bekliyordu.
Bu olağanüstü bir keşifti, Adnan din eğilimliydi ve bunun tanrının işi olduğunu düşündü. Ama kodları iyice analiz ettikten sonra kullanılan bazı komutların dikkatsizce programlanmış olduğunu gördü. Sanki bu kodu dikkatsiz bir Mikrosoft programcısı hazırlamıştı ve bu dikkatsiz programcı, Adnan’ın mükemmel Allah’ı olamazdı.

Bu hatalı programlamayı test etmek için bilinen bir kanser geni ile yaptığı kontrolde, geni kodlayan hurda DNA’nın diziliminde olması gereken (/) sembolün olmadığını görünce, kanserin komut zincirindeki eksiklik yüzünden bir programlama hatası olduğuna emin oldu.
DNA Yazılım Programında Neden Hata Var?
Biraz bilgisayar programlama bilgisi gerektiren bu bilgilerin bizim dilimize tercümesi, “hurda DNA’nın, genleri kodlayarak yönlendirdiği, fakat bu kodlamalar arasında bu olağanüstü düzeni bozan komut hataları ve eksik semboller olduğu” dur.
Chang ve Dr. Adnan’ın yaptıkları açıklama en sade biçimiyle şöyledir:
“DNA’mızda gördüğümüz şey iki ayrı versiyondan oluşan bir programdır; Büyük Kod ve Temel Kod… Programımızı yazan her kimse “Büyük kodu” yazdı, uyguladı, bazı fonksiyonlarını beğenmedi, değiştirdi veya yenilerini ekledi, tekrar uyguladı. Büyük kodun tüm hatalarını silerek temel programı temizlemek yerine, bunları yorumlara dönüştürdü. Fakat o yorumlarda birkaç /* sembolünü unuttu; bu nedenle insanlarda kanser dediğimiz hücre kitlelerinin sıradışı büyümesi ve diğer hatalı fizyolojiler doğdu. Tüm hatalı (/) sembollerini çıkaracak ve temel kodu büyük kod ile tam bir program olarak çalıştıracak kapasitede olabilsek mükemmel insanı yaratabiliriz. Eğer canlı bir insanın kromozomlarına genler sokabilseydik, yenilikçi keşfimiz gelecekteki tüm kanser vakalarını anında tedavi etmek anlamına gelirdi. Teorik olarak, bunu laboratuarda yapabiliriz, ancak yaşayan bir özneye onarılmış DNA aşılamak ileride gerçekleşecektir.”

DNA’da Dünya Dışı Yazılım Mı Var?
Chang’in daha sonraki söyledikleri çok ilginç bir düşünceyi anlatıyor:
Bu program kesinlikle dünyada yazılmadı ve genler tek başına tekamülü açıklamak için yeterli değildir. Hurda DNA, temel kodumuzun gizli ve uyuyan güncellemesinden başka bir şey değildir.
Bir süredir bazı kozmik ışınların DNA’yı modifiye etme gücüne sahip olduğunu biliyoruz. Programcı tüm /*.*/ sembollerini uzaklaştırmak, kendisini büyük kod (hurda DNA) ile kaynaştırmak ve tüm DNA’mızı çalıştırmak için temel koda talimat veren bir enerjiyi evrenin herhangi bir yerinden bize doğru kullanabilir. Bu bizi ebediyen olumlu ya da olumsuz yöne doğru değiştirebilir. İçimizdeki yazılım ya kısa ve hastalıklı bir ömür veya uzun ve sağlıklı bir yaşama sahip süper zeki bir varlığın potansiyelini taşıyor. Temel Kod dikkatsiz programcılar tarafından mı yapıldı, ya da Büyük Kod istendiğinde uzaktan kontrol vasıtası ile iptal edilebilir mi?
Hurda DNA Neden Asıl Genlerin Dokuz Katı?
Kodlanmamış DNA, yani hurda DNA’nın genleri kodlayan ve komutlayan bir dizin olduğunu anlayıp bir de asıl genlerin tam dokuz katı olduğunu düşündüğümüzde hayal gücümüz inanılmaz noktalara varabilir.
Yüzde 90′lık bu protein grubunun bizim üzerimizde olumlu ya da olumsuz yönde değiştirebileceklerinin sınırını tahmin etmek zor. Sabit genlerin kendisinden dokuz kat fazla olan DNA’lar tarafından yönetiliyor olması; genlerin değişken komutlarla yeni versiyonlarının yaratılabileceğinin bir kanıtıdır. Bu yeni versiyonların yazılımında insan iradesinin ya da diğer faktörlerin etkisi ne kadardır?
Kısacası; “kader var mı, varsa hangi ölçüde var, ben kaderimi yönlendirebilir miyim, ya da kaderimi neler yönlendirebilir?”
Hurda DNA’yı yönlendiren ve harekete geçiren asıl komuta merkezinin ne ya da neler olabileceğini sorarsak cevaplar ne olabilir?
Prof. Chang “Dünya üzerindeki her yaşam, dünya dışı kuzenlerin genetik kodunu taşıyor olabilir. Ve tekamül, düşündüğümüz şey olmayabilir.”diyor.
Başımıza gelenlerin sadece anılarını saklamayız, bu anılar ile ilişkili olan duyguları da saklar ve geleceğe aktarırız. Miyobu olan bir gencin sorunu, büyükannesinin etrafındaki üzüntüleri görmek istemeyişi ile ilgili olabilir. Büyük annenin taşıdığı duygular, ilgili gende bir kusur veya zayıflık bırakmış ve torununa aktarılmış olabilir.

İnsan DNA’sı değiştirilebilir mi?
DNA’da, gen fonksiyonu ve gen statüsünün (kusurun ne olduğu) gerçek kayıtlarının, gen ile ilişkili olan anıların, duyguların, bedenin ve gelecek bedenin kayıtları, o gen tarafından belirlenen bedenin parçalarının şimdiki işlevlerini etkiler. Yani, bu modeller şimdiki bedenin nasıl davranacağını etki eder. Biz sadece bizim başımıza gelenlerin anılarını saklamayız, ayrıca bu anılar ile ilişkili olan duyguları da saklarız. Örneğin, miyobu olan bir gencin sorunu büyükannesinin etrafındaki üzüntüleri görmek istemeyişi ile ilgili olabilir.  Büyük annenin taşıdığı duygular bedeni ile o gende bir kusur veya zayıflık bırakmış ve torununa aktarılmış olabilir.
DNA iplikçiklerinin etrafında “morfogenetik alan” olarak adlandırılan garip bir bilgi alanı vardır. DNA hücresinin içinde ve DNA’nın bu yapısı içinde, en azından yedi nesil geriye giden genetik hafıza bulunur. Genetik inançlarımızı bu morfogenetik alan içinde buluruz. Böylece, üç kuşak önceki büyük annemiz veya babamız ile aynı inanca ve özelliklere sahip olmamız çok şaşırtıcı değildir.
DNA’yı kodlayan nedir?
Kodlanmamış DNA’yı neyin yönettiği sorusuna bilimle cevap vermeye çalıştığımızda birçok konu başlığına bakmamız gerekir.
İnsan vücudundaki  hurda DNA’ya  ait proteinlerle yapılan bir çalışmada, insan bedenindeki hücrelerde, bilim dünyasının şimdiye dek ancak birkaç yüz tanesini bildiği 3600 kontrol proteini tespit  edildi ve bunlar ‘moleküler şalter’ olarak isimlendirildi. Protein aktivitelerini kontrol eden bu şalterler, yaşlanma, hastalık başlangıcı ve tedavisinde adeta ‘on’-‘off’ düğmesi gibi görev yapıyor. Zamanında ve düzgün çalışmadıklarında hastalıklara yol açıyor. Bu çalışma; Danimarka Kopenhag Üniversitesi Novo Nordisk Protein Araştırmaları Merkezi ve Almanya Max Planck Biyokimya Enstitüsü’den bir grup araştırmacıya ait.
Bilim dünyasında büyük yankı uyandıran bu çalışma için ‘tedavi kavramına yeni bir bakış açısı getirdi’ deniyor. Araştırmacıların çok ileri ve hassas bir teknoloji kullanarak ortaya çıkardığı ve haritaladığı moleküler şalterler, genetik kodun okunabilmesinde ve bu koddan alınan bilgilerin oluşturduğu proteinleri modifiye ederek kullanışlı hale getirilmelerinde bir tür aç-kapa düğmesi ya da ‘şu bölümü oku’ işareti veren kitap ayracı görevi görüyor.
Çalışma komisyonunun başkanı  olan Prof. Mann; “Proteinler, hücre büyümesi, bölünmesi ve ölümü gibi tüm  önemli faaliyetleri gerçekleştiren birimlerdir. Moleküler şalterlerle aktivitelerini kontrol edebiliriz. Örneğin Cdc28 fonksiyonunu (insanda patojen olan maya mantarında bulunan önemli bir büyüme proteini) ilgili şalteri kaldırarak engellemeyi başardık” diyor.
Söz konusu şalterlerin çok çeşitli yollarla iş gördüklerini belirten Prof. Mann şöyle devam ediyor: “Mesela,  bu şalterler proteinlerin enzim aktivitelerini düşürüp arttırabilirler, hücredeki lokasyonlarını değiştirebilirler ya da diğer proteinlerle olan ilişkilerine etki edebilirler. Protein faaliyetlerini arttırıp azaltabilme  yetkisine sahip oldukları için proteini aktif hale getirebilirler ya da durdurabilirler. Eğer doğru zamanda, doğru yerden, gerekli esneklikte  açamazsa genetik kod okunamaz ve protein yapmak için doğru bir kalıp çıkartılamaz. Bu da kronik hastalıkların başlangıcı demektir. Tümör oluşumuna sebep olan ‘şalter’ indirildiğinde, hücreleri bölüp çoğaltan proteinler de çalışmalarını durduracaktır. Protein aktivitelerinin kusurlu bir şekilde düzenlenmesi yaşlılık ve hastalıkların gelişmesinde en önemli etkendir. Şalterler aracılığıyla kusurlu protein aktivitelerini düzenleyebiliriz. Hasarlanmış protein  düzenleyicilerini kontrol etmek demek kanserin tedavisini bulmak demektir. Biz şimdilik bir buçuk yıl süren çalışmamızda şalterlerin yerlerini belirledik. Bundan sonra bu şalterlerin görevlerini belirlemeye yönelik yapılacak çalışmalar çok önemli” diye sözlerini tamamlıyor.
İnsan beyninin kendini yeniden kurma yeteneği ve DNA aktivasyonu bizlere hayata ve değişen koşullara uyum şansını vermektedir.
Geçmiş yaşam anılarını (genetik hafızanın ötesinde), kolektif bilinçliliği kapsayan farklı bir hafıza vardır. Bu geçmiş seviyesi olarak adlandırılır. Çoğu insanın ırksal önyargısı bu seviyeden kaynaklanır. Çoğu insanın para kazanma ve parayı kabul etme yeteneğini bloke eden en önemli faktör, bu seviyede bulunan “yoksulluk yemini”dir. Bu durum geçmiş seviyesi ile ilişkisi olan “ruh parçalarının” enerjisidir. Ruh parçaları, sizin veya “ailenizin” başka bir yerde veya zamanda kalmış olan kendinizin parçalarıdır. Geçmiş seviyesinde çalışırken, ruh parçalarının yeniden kazanılması gerekir. Ruh parçaları şimdiki yaşamınızda birçok durumlarda arkada kalmış olabilir.
İnançlar ve programlar ruha kadar inebilir. Ruhsal seviyede bulunan bazı inançlar nefret ve kendine acımaktır. “içim ağlıyor ben değil” programına sahip olduğunuzu keşfettiğiniz zaman bunun ruhsal seviyede olduğunu anlamanız gerek. Ruhun sürekli olarak öğrendiği ve kendi var oluşunda yaşaması beklenen asıl amacına yönlendirildiği asıl gerçektir. Kendi asıl var oluş sebebimizi bulmak gerçek ruhumuza kavuşmamızı sağlar.

DNA Aktivasyonu
DNA aktivasyonu aynı zamanda manyetik alan dengelemesini de içerir. Geliştirilen tekniklerin bir arada kullanılması ve süper genlerin ortaya çıkarılması ile değişen koşullara kolaylıkla uyum sağlamak mümkündür. DNA aktivasyonu uyum yeteneğimize kuantum düzeyde etki ettiğinden sonuçları son derece hızlı ve kalıcı olmaktadır. Aktivasyonunun gündelik yaşamdaki tezahürü, zihninde, yaşamdan ne istediğinin resmini oluşturabilmek; sonra da bunu evrene gönderebilmektir. DNA aktivasyonu sayesinde, DNA iplikçiklerimiz değişerek yol alır ve daha yüksek bir benliğe ulaşırız. Düşündüklerimizin gerçekleştiğini görebiliriz.
Beynin çeşitli duygu durumlarında farklı dalga boylarında titreştiğini biliyoruz. Beynin Teta boyutu şifalanma ve değişim boyutudur ve teta bandında kalmayı başaran pek çok kişinin şifayı kendi kendine başarabildiği artık bilimsel olarak da ispat edilmiştir. Son yıllardaki pek çok örnek bilim tarafından incelenmiş ve kanıtlarıyla sunulmuştur.
Sonuç olarak pozitif duygular ve sevgi içinde olmayı başarabilen insan kendi DNA’sını değiştirebiliyor. Bunu yapabilmesinin sebebi tüm her şeyi kapsayan bir enerji ağının mevcut olmasıdır. Bizler kendi titreşimlerimizi etkileyebildiğimiz gibi bu yaratılış ağını da etkileyebiliyoruz. Karşılıklı bu titreşimlerin itme ya da çekme derecelerini henüz sayısal olarak isimlendirip ölçemiyorsak da, gelecek zamanlarda bilimin titreşim ve kuantum alanındaki çalışmaları arttıkça sorular cevaplarını bulacaktır.
Aslında, her birimiz Yaratan’ın bir parçayız… Hepimiz tekiz. Var olan her şey bu tekliğin bir parçası ve O’nun içindedir. Bu kimliğin duyguları, arzuları, niyetleri ve iradesi vardır. En önemlisi, bu kimliğin düşünceyi tezahür ettirme gücü vardır. Çünkü her birimiz, Tanrı, Allah, Yaratan, İlahi Güç gibi isimlerle andığımız bu kimliğin birer parçası, aynadaki birer yüzüyüz. İlahi Güç tezahür ettikçe, onun küçücük parçaları olarak bizlerin de tezahür kabiliyeti vardır.
Kendi Öz İnanç Sistemimiz’in içeriğini konumuza uygun tanımlamaya çalışılırsak karşılığı;  Hurda DNA’nın kimyasının açılımıdır. Öz inanç ile Hurda DNA bir formüldeki eşitlikteki gibi karşı karşıyadır ve Öz inanç üzerinde yapacağımız çalışma ve talepler, hurda DNA üzerinde kendi belirlediğimiz komutlar ile moleküler şalterleri çalıştırabilir ve iyileşme yaratabilir. Eşitliğin bir tarafındaki değişim diğer tarafı da değiştirir. Bu iyileşme ya da değişmenin ne kadar olacağı ise bizim gücümüze olduğu kadar diğer etkileyen faktörlere de bağlıdır. Çünkü eşitliğin bir tarafında öz inanç ile birlikte başka etkenler de yer almaktadır.
Şifa yaratmak için kullanılan aracılar nelerdir?
Kendi kendimizi değiştirme ve şifalanma kimi zaman bir aracı ile gerçekleşebilir. Klasik Tıbbın kabul edip uyguladığı tedavi yöntemleri arasında Hipnoz ve Akapunktur da bulunmaktadır.
Akapunktur, vücuttan geçtiği düşünülen enerji meridyenleri üzerinde pozitif etki yaratarak organlara ulaşır ve iyileşme sağlar. Vücuttaki tüm fonksiyonları yaratan organların ve diğer birimlerin bu enerji meridyenlerine bağlı olarak çalıştığı düşüncesi esastır akapunkturda. Akapunktur düşünsel değil de fiziksel bir olayla tedavi ettiği için (gümüş iğneler ile verilen uyarı) kısmi olarak konumuzun dışında kalsa da Hipnoz düşünsel ve ruhsal planda yardım ettiği için, bizim düşünce yoluyla tedavi alanımızın içindedir. Hipnozla yapılan uygulama da bizim inanç sistemimiz üzerinde değişiklik yaratmak amaçlıdır. Bilinçaltı, geçmiş ve ruhsal seviyede yapılacak pozitif yüklemeler DNA seviyelerimize de ulaşabildiği için muhtemelen tedaviyi başarabilmektedir.
Kendi kendimizi direkt ya da aracı yoluyla şifalandırma ve DNA boyutunda değişimi sağlama amaçlı çalışmaların örnekleri isim olarak çok fazladır. NLP, kuantum dokunuş, teta şifa, yeniden bağlanma, sonsuz şifa, reiki, yoga vb gibi sayısız isim alsa da temelde kökleri aynı noktaya bağlanmaktadır. Bu noktaya kadar yaptıklarımız, kendi gücümüzün varabileceği sınırların içindedir.
DNA’yı etkileyen dış faktörler
Bilimsel bakışla Hurda DNA’yı kodlayan faktörler üzerinde yol almaya devam ederken çevresel etkenlere geldiğimizde sayısız etkileyen ile karşılaşırız.
• Yakın çevre (aile- eş- çocuk-iş)
• Dünyasal çevre ( iklim olayları- tabiat- atmosfer)
• Teknik çevre ( insanın yarattığı teknolojinin dünya üzerindeki etkileri, elektrik ve manyetik alanlar, kimyasal etkiler)
• Güneş sistemimiz ( ayın ve bütün gezegenlerin çekim ve manyetik alanları)
• Kendi sistemimiz dışından(dünya dışı) bilmediğimiz gezegen ve galaksilerin etkileri ve kozmik olaylar.
Bu son maddenin ardından Prof. Chang’e ve onun iddialarına tekrar dönebiliriz. Dışarıda bilmediğimiz bir evren ve kuvvetler var, elimizle tutamasak da henüz ölçemesek de var olduğunu ne din, ne bilim inkar edemiyor. Chang, Dünya dışı yaşam iddiasını ortaya atan ilk kişi değil elbette ama programlama dili ile anlatılan ilk iddia olduğundan ve DNA’lar boyutunda bir fotoğraf ile karşımıza çıktığı için mikro boyutta tanımlanan bir savdır. Makro boyutta dünya dışı iddiaları uzun yıllardır biliyorduk zaten.
Bilimsel keşiflerin görünür anlamları olduğu kadar saklı anlamları vardır ve bütün keşifler asıl yolunu ve yorumunu keşfedildiği anda değil çok sonra alır ve sonradan kabul edilmek zorunda kalınan sıra dışı iddialar dünyanın tarihinde inanılmaz sayıda çoktur. Dünya dışı iddiası sadece yaşadığımız bu yılların ya da Chang’in değil, binlerce yıl öncesinin, yüzlerce bilim adamının ve dünya dışı varlıklarla teması olduğunu söyleyen binlerce insanın iddiasıdır.

Yıldız Çocuklar ve İndigolar Dünya Dışından mı?  
Dünya dışından insana benzeyen varlıkların insanın tekamülü için genetik materyal sağladığı ve kendilerinden bazılarının dünyadaki ailelerde “yıldız tohumları” olarak enkarne oldukları da bu sıra dışı iddialardandır.
Bu yıldız çocukların ruhları, insan dünyasında biçimsel olarak enkarne olduktan sonra insanın spiritüel ve tekamülsel gelişimini desteklemek amacındadır.
Yıldız çocuklar, tekamül,  genetik evrim kavramları ile karşılaştığımızda, ilk kez 1970’lerde dillenmeye başlanan sıra dışı İndigo kavramına da dönüp bakmamız gerekir. Spiritüel açıdan dünya dışı ruhlar taşıdıkları da iddia edilir ama fazla dile getirilmez. Aslında İndigoları anlatmak çok da kolay değildir, çünkü tek bir kalıba uymazlar. Genlerinin değişik ve DNA sarmallarının sayısının farklı olduğu iddia ediliyor. Özellikleri çok değişken konuları da içerdiği için henüz bilimsel tespitleri mümkün olmadı. Onların tanımının, sadece evrensel doğruların çerçevesinin içinde yer aldıklarını söyleyebiliriz.
Psişik yetenekleri, yüksek zekaları, dünyasal sorunlara olan duyarlılıkları, mor auraları, çevrelerinden onları ayıran tüm farklılıkları ile tıp dünyasını bile ikiye ayıran İndigo çocuklar fenomeni çok da suistimal edilmiş bir konu olmasına rağmen kolayca bir tarafa atılmamalıdır. İndigo olmayı bir üstünlük sayıp farklı amaçlar peşinde koşan ve çocuğunu zorla İndigo kavramının içine sokmaya çalışan anneler sayesinde hak ettiği gerçek araştırma boyutunu yakalayamamıştır.
İndigo çocuklar genetik seviyede farklı çocuklardır, zira farklı bağışıklıkları vardır. Gelecekten gelmiş gibidirler, hiç görmedikleri teknik aletleri bile kırk yıldır kullanır gibi kullanırlar. Sadece yüksek zeka kavramı onları açıklamaz, ruhları çok eski ve bilgedir, gelecek ve teknoloji ile ilgili kalıplaşmış düşünce sınırlarını aşan icat sayılabilecek fikirler ifade ederler.
Onları İndigo yapan sadece bu özellikleri değildir. Doğdukları ailenin, doğumlarının ve özellikle annelerinin farklı hikayeleri vardır. Asıl İndigolar kendilerini ben “İndigo”yum diye üstünlük taslayarak asla teşhir etmezler, tam tersine bu farklılaştırmadan kaçarlar, normal görünmeye çalışırlar.
Erdemli ve dürüsttürler, mücadelecidirler, kendilerini bilmelerinden itibaren çevrelerinde doğal lider konumuna gelirler. Kendi farklılıklarını kendi ruhlarında hisseder ve tam olarak kimseyle paylaşmazlar. Onları kesin saptayacak bilimsel bir test yöntemi yoktur. Aramızda kendilerini hissettirmeden dolaşırlar, amaçları da budur:
Kimseye fark ettirmeden görevlerini yapıp, tekamülü ileriye taşıma amaçlarını gerçekleştirmek ve sevgi tohumlarını dünyaya biraz daha fazla ekebilmek… 
Kim bilir belki de amaçları; programın yazılım hatalarını düzeltmeye çalışan sessiz küçük birer şalter olmak ve dünyanın kaderini O’nunla birlikte yeniden yazmaktır…

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...