01 Mayıs 2018

BİD'AT VE HURAFE NEDİR

Ä°lgili resim
BİD'AT VE HURAFE NEDİR
BİDAT➡Dinde yer almadığı halde daha sonradan kabul edilen inanış biçimidir. 
HURAFE➡Kur'an ve sünnet ile zıtlaşan. Akla ve mantığa uygun olmayan inanış ve ya inanışlardir.
Kelime olarak bidat, önce bulunmayan veya bir örneği önceleri görülmeyen ve yeni ortaya çıkan fiil, uygulama, kaide ve âdettir.
Dinî literatürde kullanılan bidat kelimesi ise bir terimdir ve sınırlı bir anlam taşımaktadır. Âlimler tarafından yapılan bidat tariflerinden bir kaçını şöyle sıralayabiliriz:
1. Hz. Peygamber’in dine ait söz, fiil ve takrirlerinden bize aktarılanlar sünnet, bunun zıddı da bidattır.(Şatıbî, 4/4).
2. Bidat öyle bir görüşün ileri sürülmesidir ki, o görüşü ortaya koyan ve o görüşle amel eden, şeriatın sahibine (Hz. Peygamber) ve dinin büyüklerine uymamış, dinin kesin esaslarına muhalefet etmiş olur(İsfahanî, 50).
3. Şeriat’ta kendisine delâlet edecek bir kaynak olmadan ortaya çıkarılan şeydir. Dinde bir kaynağı/dayanağı olana bidat denilmez, kelime anlamıyla bidat olsa bile (İbni Receb, 2/127).
4. Bidat, seleften aktarılmayan yeni söz/görüştür.
5. Bidat, sünnete muhâlif olan fiildir (İsfahanî, 43).
6. Resulullah Efendimizden ma’ruf olan bir şeyin hilafına muanede tarikiyle (inatlaşarak) olmayıp, belki bir nevi şüphe ile ihdas edilen (ortaya çıkarılan) bir şeye inanmaktır. İnat ile olursa, o vakit bidat değil küfür olur (Pakalın, 1/232).
7. Bidatın asıl manâsı, sonradan ortaya çıkan şey olmakla birlikte, daha sonra, din konusunda yeni ortaya çıkan eksiklik ve fazlalıklar için kullanıldı. Dolayısıyla dinî literatürde, kâmil manâda tamamlanan dinde, Hz. Peygamber’in sünnetine, şer’î hükümlere, ashap ve tabiûnun görüşlerine tamamen aykırı olan ve sonradan ortaya çıkarılan hâl ve işlere denir (Asım Efendi, Kamus).
8. Bidat, Hz. Peygamber’den alınan gerçeğin hilafına ortaya çıkarılan ve dinin bir parçası olarak telâkki edilen şeydir (Eş-Şekirî, 15).
9. Hz. Peygamber’in vefatından sonra ortaya çıkan fikir ve davranışlardan biri de ayet ve hadislerin emir veya nehiy şeklinde temas etmediği, sonradan ortaya çıkarılan ve iman veya ibadet olarak dine katılan fikir ve davranışlardır. İşte bidat bunlardır (Karaman, 2/159).
Tarifler, zahiren farklı da olsa, hemen hepsi de ortak gerçeğe işaret etmektedir.
Bidatin Çeşitleri:
Daha önce bidatin, biri sözlük anlamıyla, dolayısıyla her yeniyi kapsayan, diğeri de terim anlamıyla, yani efradını câmi ağyarını mani iki tarifinin yapıldığını belirtmiştik. Birinci tarifi yapanlar daha sonra bidati ikiye ayırarak, bir kısmına bidat-ı hasene diğer kısmına ise bidat-ı seyyie adını vermek zorunda kalmışlardır. Bunlara dinî ve dünyevî bidat adını verenler de vardır. Bu konuda ilim adamlarının izahlarından bir kısmını kaydetmek istiyoruz.
Bidat-ı Hasene, Bidat-ı Seyyie:
Bidatı hasene ve seyyie olarak ikiye ayıran alimlerin ilki, İmam Şafii’dir (204/819). Harmele ibn Yahya, İmam Şafii’den şunu nakleder: “Bidat iki kısımdır: Övülen (mahmûd) ve yerilen (mezmûm). Sünnet’e uygun olana övülen, sünnete muhâlif olana ise yerilen bidat denir.” Beyhakî, İmam Şafii’nin bu sözünü şöyle izah eder: “Yerilen (kötü/seyyie) bidatın dinde dayanacağı bir aslı yoktur. Şer’î ıstılahta buna mutlak bidat denir. Övülen (hasene/güzel) bidat ise Sünnet’e uygundur. Yani Sünnet’ten dayanacağı bir delil vardır. Bu şer’î manâsıyla değil, sözlük manâsıyla bidattır. İmam Şafii’den şöyle bir söz de nakledilmiştir: “Sonradan ortaya çıkan şeyler (muhdesat) iki çeşittir. Bir kısmı, Kitap, Sünnet, Eser veya İcma’dan birine muhâliftir ki, bu dalâlet olan bidattır. Hayır/iyilik olarak ortaya çıkarılan yenilikler ise, ihtilafsız bir şekilde iyidirler, tenkit edilemezler” (Askalânî, 17/10).
İmam Şafii’yi takip eden bir çok âlim de yaklaşık aynı taksimatı benimsemişlerdir. Bunlardan biri de meşhur Şafii alimi İz b. Abdiselam’dır (260/874). Ona göre bidat üç kısma ayrılır:
1. Şeriat’ın mendup veya vâcip olduğuna delâlet edip Asr-ı Saadet’te yapılmayanlara bidat-ı hasene;
2.Şeriat’ın haram veya mekruh olduğuna delâlet edip Asr-ı Saadet’te yapılmayanlara bid’ay-ı kabihe/seyyie;
3.Şeriat’ın mubah olduğuna delâlet edip Asr-ı Saadet’te yapılamayanlara ise mubah bidat denir(Abdüsselâm, 578).
İmam Gazalî (505/1111), bu konuda geniş bilgi vermemekle birlikte, İhya’da, masa veya benzeri bir şey üzerinde yemek yeme konusunu işlerken şöyle diyor: “Hz. Peygamber’den sonra ortaya çıkan şeylere bidat denir ama, her bidat kötü değildir. Kötü bidat, bir sünnete zıt olan, şer’î bir emri kaldıran ve illeti sabit olan şeydir. Oysa sebepler değiştiğinde, bazen yenilik yapmak (bidat) gereklidir” (Gazalî, 2/6).
Nihaye sahibi İbni Esir ise, konuyu şöyle açıklamaktadır: “Bidat, bidat-ı hüda ve bidat-i dalâl olmak üzere iki çeşittir. Allah ve Resûlü’nün emrettiğine muhâlif olan yenilik, tenkit ve reddedilir. Allah’ın emir ve Resûlü’nün yapılmasını teşvik ettiği genel kurallardan birinin kapsamına giren yenilikler ise övülür. Daha önce bir benzeri bulunmayan, bazı cömertlik çeşitleri gibi hususlar da övülen fiillerdir. Ancak bunlar, Şeriat’a muhâlif olmamalıdır. Çünkü Hz. Peygamber, Kim İslam içinde güzel bir çığır açar ve bu güzel çığır kendisinden sonra da tatbik edilip sürdürülürse, kendi sevaplarından hiç bir şey eksilmeksizin onu sürdürenlerin sevaplarının benzeri kendi lehine yazılır. Ve her kim de İslâm içinde kötü bir âdet çıkarır ve bu kötü âdet kendisinden sonra da sürdürülürse, kendi günahlarından hiç bir şey eksilmeksizin onu sürdürenlerin günahlarının benzeri de o kimse üzerine yazılır” buyurmuştur. (Müslim, “Zekât”, 69; Nesaî, “Zekât”, 64) Hz. Ömer’in teravih için söylediği “bu ne güzel bidat oldu” sözü de buna delâlet etmektedir. Yani övülen bidatlerdendir. Çünkü “bidat” dedikten sonra, “ne güzel” sözüyle bunu övmüştür (İbni Esîr, 1/107).(Tahanevî, 1/133).
Abdulhakk ed-Dehlevî de, “Hz. Peygamber’den sonra ortaya çıkıp sünnetinin genel prensiplerine ve esaslarına uyan bidata, hasene, uymayana ise seyyie denir.” şeklinde görüşünü açıklar
Bidatı kısımlara ayıranların tarifleri topluca değerlendirilirse, bidat-ı hasene, aslı dinde olup, faslı [ayrıntıları] formüle edilmeyen; bidat-ı seyyie ise, hem aslı hem de faslı dinde olmayan hususlar olduğu anlaşılır. Bu düşüncede olanlar, bidat-ı haseneye şu örnekleri verirler: Minare, ribat, medrese, han, vb. şeyler inşa etmek; her ilimde kitap yazmak, hadis toplamak ve bunları şerh etmek (Süyutî, 38).
Bidat bir Bütün müdür?
Bidatın hasenesinin, iyisinin, güzelinin olmayacağını; “Her bidat dalâlettir ..” hadisine dayanarak bidatın bir bütün olduğunu savunan âlimler de vardır. Mesela, Şatıbî (790/1388), Zerkeşî (794/1392), İbn Recep (795/1393), İbn Hacer el-Askalanî (852/1448), İbn Hacer el-Heytemî (974/1566), İmam Rabbanî (1563-1625), İmam Birgivî, (981/1573), Suyûtî, (911/1505), muasır alimlerden Muhammed Buhayt, Ali Mahfuz, Muhammed Abdusselam, Mevdudî, Ahmed Ferid, Muhammed b. el-Alevî, İzmirli İsmail Hakkı, Abdullah Draz bunlardandırlar.
Şatıbî, İz b.Abdisselam’ın bidatı ikiye ayıran fikirlerini verdikten sonra şöyle der: “Böyle bir taksimatı gerektirecek hiç bir şer’î delil bulunmamaktadır. Zaten kendi içinde çelişki vardır. Çünkü bidat, nass veya genel kaide cinsinden şer’î bir delili olmayan şeye denir. Eğer o işin vâcip, mendup veya mubah olduğuna delil olabilecek bir dayanak varsa, bidattan söz edilemez. O iş, ya emirler manzumesine dahildir ya da en azından yapılması serbest bırakılmıştır. Hem bidat olsun, hem de vâcip, mendup veya mubah olduğuna delil bulunsun; bu çelişkiden başka bir şey değildir. Haram veya mekruh sayılan bidatlara gelince, bunların haram veya mekruh olduklarına şer’î bir delil varsa onlar da bidat olmazlar; günah ve isyan hükmünü alırlar. Adam öldürme, zina, hırsızlık vs.. bidat değiller, birer günahtırlar” (İ’tisam, 1:191-192). Başka bir yerde de, “bidat çıkaranların bütünü, hasene, seyyie ayırımına sarılarak kendilerini savunurlar. Bu onların tek dayanağıdır” (a.g.e. 1:144) der. İmam Birgivî ise, görüşünü şöyle açıklar: “Bidat kelimesi genel bir kelime olduğu için, aslında red edilmeyen âdet [mubah] cinsi yenilikleri de kapsamına alır. Değilse, şer’î ıstılah olarak bidatın hasenesi yoktur. İbadet cinsinden, bid’ay-ı hasene denilen hususlar araştırılsa, hepsinin, işaret veya delâlet yoluyla Şari’ tarafından serbest bırakılan cinsten oldukları görülür. İbadetlerdeki bidat, sünen-i hüdanın karşıtıdır. Âdetlerdeki yenilikler ise, sünen-ı zaidenin karşıtıdır. İnançtaki bidatların karşıtı da Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ın inançlarıdır. İlk dönemlerde bu tür şeylerin konuşulmaması ya ihtiyaç olmadığından ya da başka mühim işlerle uğraşıldığı için vakit bulunmadığındandır” (Birgivî, 9-12). İbn Recep el-Hanbelî de (795/ 1393) aynı görüşü paylaşır (İbn Recep, 2:129). Buharî şarihi İbn Hacer el-Askalanî, (852/1448), “Aslında bidat, geçmişte (Asr-ı Saadet’te) örneği görülmeyip yeni ortaya çıkarılan şeydir. Terim olarak, Sünnet’in mukabili olana denir. Dolayısıyla bidat, mezmum yani seyyi’edir.” der (Askalânî, 17/9). Reşit Rıza da, İ’tisam’a yazdığı tahkikte, sözlük anlamıyla bidatın hasene-seyyie kısımlarına ayrılabileceğini ama terim anlamıyla bütün bidatların seyyie olduğunu söyler.
Temel hizmetlerinden biri Sünnet’i ihya ve bidatla mücadele olan İmam Rabbanî
de bidatın ikiye ayrılmasının uygun olmadığını şöyle açıklar: “Bazı kimseler bidatı, hasene ve seyyie şeklinde ikiye ayırarak, hasene, Hz. Peygamber ve Hulefa-i Raşidin zamanında olmayıp Sünnet’i kaldırmayan, seyyie ise Sünnet’i kaldıran her amel olduğunu söylemişlerdir. Ancak bu fakir, bidat olup da güzel, nûranî, iyi olan hiç bir şeye rastlamadı. Onda karanlık, bulanıklık ve yanlışlıktan başka bir şey yoktur.
Bir kimse, basiretinin zayıflığından ötürü, ilk zamanlar bidatta bir tazelik, tatlılık, hoşluk görse bile, bir süre sonra o bidatın pişmanlık ve hüsrandan başka bir şey olmadığını anlayacaktır. Hz. Peygamber, [dinde] yapılan her yeniliğin bidat, her bidatın da dalâlet olduğunu bildirmişlerdir. Öyle ise bidata hasene (iyi) demek mümkün değildir.
Diğer bir hadiste (İbni Hanbel, 4/105) belirtildiği gibi, her bidat mutlaka bir sünnete engel olmaktadır. Meselâ, bazı âlimler namaza kalben niyetlenmenin yanı sıra, niyeti dille de söylemenin bidat-ı hasene olduğunu söylerler. Hâlbuki bize, Hz. Peygamber, sahabe ve tabiinden, niyetin dille söylendiğine dair, ne sahih ne de zayıf hiç bir haber gelmemiştir. Onlar ayağa kalkınca, ihram (başlangıç) tekbiriyle hemen namaza girmişlerdir. Bu durumda dille söylemek bidat olur. Bazı âlimler buna bidat-ı hasene demişlerdir ama, fakire göre, bu bidat, sünnet bir yana farzı dahi kaldırmaktadır. Çünkü, insanların pek çoğu, sadece dille niyet getirmekle yetinecek, kalp, namazdan gafil olsa bile buna aldırış etmeyecektir. İşte o zaman, namazın farzlarından olan kalben niyet, bütünüyle terk edilmiş olacak ve namazın fesadına sebep olunacaktır. Diğer bidatları da buna kıyas edebilirsin (İ. Rabbani, 1/293).
Bu aktarılanlardan şöyle bir neticeye varıyoruz: Hz. Peygamber’in Biliniz ki, sözün hayırlısı Allah’ın kitabı, yolun hayırlısı da Muhammed’in yoludur. Ve işlerin en kötüsü dinde sonradan çıkarılan şeylerdir. Dinde sonradan çıkarılan her bidat bir sapıklıktır. Ve her sapıklık ateştedir” (Buharî, “İ’tisam”, 2; Müslim, “Cum’a”, 43) hadisi, ıstılahî anlamda her bidatın seyyie olduğunun yeterli ve en güzel delili olmalıdır. Buna mukabil, yukarıda kaydettiğimiz “Kim İslam içinde güzel bir çığır açarsa…” hadisi ileri sürülerek bidat, hasene ve seyyie şeklinde ikiye ayrılmak istenmiştir. Burada tartışma, kanaat-i acizanemce biraz lafzî olmaktadır. Yukarıda da arz edildiği gibi, dine, onun iman, ibadet ve temel muamelat, ukubat esaslarına ait ve zıt, Sünnet’e muhalif, bir itikat, ibadet, muamelat ve ukubat prensibi gibi dinden sayılan, ama dinde aslı olmayan her yenilik bidattır ve bunun asla iyisi olmaz. Buna mukabil, aslı dinde olan, tarikatlarda evrad ü ezkâr gibi, tesbih kullanma gibi uygulamalar ise bidatın içine girmemelidir. Eğer bunlar bidata dahil edilmezse, o zaman bidat da hasene-seyyie diye ayrılmaz. Şu kadar ki, mevlid gibi, dinde olmamakla beraber, dine muhalif de olmayan uygulamalar, dinden sayılmamak, dinî bir ibadet gibi algılanmamak kaydıyla, dine de hizmet eden bir yanı varsa, bu takdirde seyyie bidat sayılmamalıdır.
Bidatı izafî ve hakikî bidat adıyla ikiye ayıranlar da olmuştur. Bunlara göre hakikî bidat ilim adamlarının araştırmaları neticesinde Kitap, Sünnet, İcma veya diğer geçerli bir delile, ne umumi kaide olarak ne de detaylarda dayanan bidattır. Zaten bundan ötürü buna hakikî bidat denilmiştir. Çünkü tamamıyla dayanaksız, uydurma bir şeydir; her ne kadar bunu ortaya çıkaran, bir yerlere yamamaya çalışsa bile. İzafî bidat ise iki yönlüdür. Bir yönüyle şer’î bir delile dayandığı için bidat denilemiyor. Diğer yönden ise hakikî bidat gibi sonradan ortaya çıkmış ve dayanağı da net değildir. Bu özelliğinden ötürü izafî bidat, hakikî bidata düşmemek için kaçınılması gereken bir durumdur (Şatibî, İ’tisam, 1/277)
Nitekim şer’î ahkam açısından net olmayan durumlardan kaçınmak gerektiği şu hadiste dile getirilmiştir: “Helâl olan şeyler bellidir. Haram olanlar da bellidir. Fakat helâl ile haram arasında bir takım şüpheli şeyler vardır [ki, helâl veya haram olduklarını çok kimseler bilmezler.] Kim şüpheli şeylerden sakınırsa, şerefini, haysiyetini ve dinini kurtarır. Kim de şüpheli şeylere dalarsa, yasak bölge [beylik koru] etrafında koyunlarını otlatan çoban gibi, koruya dalıvermeğe yaklaşmış demektir. İyi biliniz ki, her hükümdarın ilan ettiği bir yasak bölgesi olduğu gibi, Allah’ın da yer yüzündeki koruluğu [yasak bölgesi], haram ettiği şeylerdir” (Buharî, “İman”, 39; Müslim, “Müsakat”, 107).
Yeni Ümit Dergisi

BAŞARILARI VE MÜSBET NETİCELERİ ALLAH’A VERMEDE HASSASİYETİMİZ NASIL OLMALIDIR?

BAŞARILARI VE MÜSBET NETİCELERİ ALLAH’A VERMEDE HASSASİYETİMİZ NASIL OLMALIDIR? ile ilgili görsel sonucu

BAŞARILARI VE MÜSBET NETİCELERİ ALLAH’A VERMEDE HASSASİYETİMİZ NASIL OLMALIDIR?


Her türlü muvaffakiyet ve müsbet netice Allah’a aittir.
 Hiçbir kul, gücü, bilgisi ve imkânları ne ölçüde olursa olsun, Allah muvaffakiyet vermezse, müsbet hiçbir şey yapamaz. İnsanın yapısı hayra değil, günaha ve tahribe yöneliktir. Müsbet netice ve muvaffakiyetlere gelince, bir defa, bunların tahsili için gerekli mekanizmayı kuran Allah’tır. İnsanın yaptığı, bu mekanizmada bir düğmeye dokunmaktan daha fazla değildir. Ona o imkân ve gücü bahşeden, dokunmasına müsaade eden, o dokunmaya sevk eden de Allah’tır. Eğer Allah izin vermemiş, onu öyle bir donanımla dünyaya getirmemiş, o işi yapmaya sevk etmemiş olsa idi, bir düğmeye dokunmak bile olsa, insanın elinden ne gelirdi? Üstad demiyor mu, insanın ekl ve şürb (yeme-içme) gibi en basit ve iradesine taallûk eden işlerde bile rolü binde bir bile değildir? O halde, hele, sanki Firavunca ve Nemrutça ben yarattım” dercesine, “ben yaptım, ben başardım; bu, bendeki güç ve ilimden dolayı böyle oldu; falan yerde konuştum, işte şu kadar insan müteessir oldu; şöyle yazdım, şu kadar insana tesir ettim” şeklinde hezeyanlar sarf etmek, hattâ bunları düşünmek, akıldan geçirmek, küstahlıktan başka ne manâya gelir? Hiçbir peygamber, “ben yaptım, ben başardım, ben hidayet ettim” dememiştir. “Ben,” firavunların ağzından çıkan sözdür. Şirkin en hafifi “nahnü”, yani “biz”dir; cemaat, millet, kavim, kabile enaniyetidir. Üstad, bu meseleleri, anlamaktan bile aciz olduğumuz Ene ve Zerre Risalesi’nde ne güzel ifade eder! O’nun dediği gibi, “ene”yi, hattâ “nahnü”yü de yırtıp, altındaki “Hüve”yi ortaya çıkarmak, “Hüve”yi göstermek gerekir.
Kanatlarını açtığı zaman bütün semayı kaplayan Hz. Cebrail (as) bile asla “ben” demez ve her şeyi Cenab-ı Allah’a verirken, bize ne oluyor da, “ben” deme küstahlığında bulunuyoruz!?
Bir kulluk deryasına yelken açtık ki, dalgalar amansız çıktı karşımıza, kenara varmaya koymuyor bizi. İstihdam eden Allah’a binlerce hamd ve senâ olsun; olsun da, nâil kılındığımız lütufların zerresini kendimizden bilmeyelim; bilmeyelim ki, O, lütuflarını sonuna kadar devam ettirsin. Bu lütufların bir tanesini, hattâ bir zerresini bile kendimizden bilsek, bilgimize, tedbirimize versek, O, vâridât-ı Sübhaniyesini keser ve “haydi yürüyün bakalım, yürüyebilirseniz,” der. Allah korusun, âhir ömrümüzde kendi kendimize bırakıldığımız için hizlana uğrarız. O’ndan diler ve dileniriz, bizi göz açıp kapayacak kadar bile olsa, Allah Rasûlü’nün o mübarek dualarından ayırmasın: “Ya Hayyu Ya Kayyûm, bi-rahmetike estağîs; eslah lî şe’nî küllehü, ve lâtekilnî ilâ nefsî tarfete ayn: … Göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa, bizi nefsimizle baş başa bırakma” Her şey O’ndan; ne veriyorsa, aczimize, fakrımıza, za’fımıza merhameten veriyor. Akıldan geçer, “en güzel talebeleri yetiştirdim, tedbirimle hiç birinin kılına dokundurmadım.. onları öyle bir sevk ve idare ettim ki..” mülâhazalarına dalar gider. Neden sonra, o hasta kalbine gelir de, mırıldanır, “Vakıa, bunları Allah yaptırdı ya!” Bir gün sana, “hay, Allah hayrını versin! O kadar becerikli idin, başarılı idin.. Allah dediğin O Zâtı şimdiye kadar bulman gerekmez miydi; hâlâ bir yabancı gibi, başı açık, yalın ayak hayallerinle şaşkınlık çöllerinde dolaşıp duruyorsun” demezler mi?.
Bu türden, eskiden de olsa söylenmiş sözleri hatırlayınca, bende depresyon yapıyor. “Bu zenginlik, bana ilmimden dolayı verildi” diyor, kim?: Karun. Böyle konuşanlar, böyle düşünenler, Karun’dur, Firavun’dur. Kendini yenememiş, benliğinin altında kalmış insanların sözlerine, davranışlarına biraz dikkatle nazar etseniz, hepsinde “ben” davulunun öttüğünü, “kendi kabiliyetim ve istidadımla, irademle, bilgimle, marifetimle.. tesiri nâkâbil olanlara tesir ediyorum, sözümü dinlettiriyorum” sözlerinin çınladığını görür veya duyarsınız. Çok dikkatli de konuşsalar, mutlaka bir yerlerinden sızar o mülâhaza…
Vasiyetim olsun, elinizden geldiğince çevrenizi kendi benliğinden, egosundan uzaklaştırmaya çalışın. Eğer bir gün, o ideal nesil, ütopyalarda resmedilen nesil isbat-ı vucud edecekse, o, bencilliği olmayan, “ben” davasından geçmiş, “ene”yi bırakıp, hattâ şirkin en hafifi olan “nahnu”yu da aşarak, “Hüve”de tevhidi yakalamış, “ene”yi yırtıp, “Hüve”yi göstermiş nesil olacaktır.
İnsan, bir başkasıyla rekabete girebilir, fakat Allah’a karşı rekabet hissi düpedüz saygısızlıktır. O bakımdan, her muvaffakiyet, her güzel iş, Allah’a verilmeli ve, “bunu O yaptı” denmelidir. Yememize, içmemize, hemcinsimize duyduğumuz alâkaya bakınca, hayvandan farklı bir yanımızın olduğunu görüyor muyuz? Hattâ, haram-helâl demeden, açlığımıza-tokluğumuza bakmadan, başkalarının haklarını da üzerimize geçirerek, öyle yiyip içiyor ve hayvanlar, hemcinslerine karşı üreme adına senede bir alâka duyarken, biz, tamamen nefsânî arzuların pençesinde doymak bilmez bir hırsla yaşıyoruz. Bu hâlimizle, hayvanların mertebesinde olduğumuz bile söylenebilir mi bilemiyorum. İki Nobel ödülü sahibi Alexis Carrel’in başında bulunduğu bir heyet, 20. Asır gençliğini bütün duygu, tavır ve davranışlarıyla inceleyip formüle ettiklerinde, karşılarına “serseri köpek” resmi çıkmıştı.. saldırgan, başıboş, istediği gibi yer, sonra yan gelip kulağı üzerine yatar.. işte böyle bir tip. Evet, çirkin bunlar ve böyle tasvirler bize yakışmaz ama, gel gör ki, nefis çok daha çirkin.. Estağfirullah, sümme estağfirullah.
Allah karşısında insanın kendisini zelil, hakir, hor görmesi lâzım. Evliyaullahtan bazıları var ki, münacatlarında şöyle derler: “Şu hâlimle, kalbimin şu durumu itibarıyla, iman, İslâm gibi hususiyetler müstesna, kâfirler benden çok iyidir; falan hayvan, filan hayvan benden iyidir.” Evet, insan bir yandan budur; diğer yandan da Allah’ın insanlığımıza terettüp eden bir kısım lûtufları, ihsanları var. Öyle ise, kimse, bu lûtuf ve ihsanlara sahip çıkmamalı. Mü’min, her halinde mütevazi olmalı, mahviyet ve hacalet içinde bulunmalı. Onun için, Kur’an-ı Kerim’de, “Ezilletin alâ’l-mü’minîn (Mü’minlere karşı tevazu kanatları ve yüzleri yerlerde)”, “eızzetin alâ’l-kâfirîn (kâfirlere karşı ise izzetli ve çetin” buyurulur. Hiç kimse, kendisini müzekkâ bilmemeli; böyle bilmek şöyle dursun, hadisteki ifadesiyle, kendini “racül-ü fâcir” bilmeli. Kimse, “ben müfsidim” demez; demez ama, bilmeyerek ifsad etmediği ne malûm? Acaba, vicdanında kendini ikna edecek şekilde, “hakikaten ben bir müfsid miyim?” diye bir mülâhazası bulunmalı değil mi?
Kendisine zerre kadar bile itimat eden insan, İlâhî teveccühleri kaybetmiş demektir. Kimse, nefsine güvenmemeli, âkıbet ve âhireti hususunda emniyette olduğunu sanmamalıdır. Bu manâda mutlak emniyet küfürse, onun en küçüğü de küfre yakınlıktır. Yani, nasıl yeis küfürse, bir insanın âkıbeti ve Âhireti hususunda ameline güvenmesi, Cennet’e gireceğinden emin olması da küfürdür. Böyle bir emniyetin en küçüğünün bulunması da, küfür istikametinde bir adım demektir.
Rabbi’ğfir ve’rham ve ente hayru’r-rahimîn.”

Devleti yıkan büyük bozgun



Devleti yıkan büyük bozgun

Devleti yıkan büyük bozgun


Padişah Sultan Vahidüddin’in:

“Paşam, size Suriye ordusunun kumandanlığını verdim. Bu cephenin hayati bir ehemmiyeti vardır. Arzu ediyorum ki, hemen oraya gidiniz ve Suriye’nin düşman eline geçmesine meydan ver-meyiniz. Size tevdi eylediğim bu vazifeyi büyük bir maharetle ifa edeceğinizden eminim” diyerek 7’nci Ordu Kumandanı yaptığı Mustafa Kemal Paşa, cepheye gelişinden birkaç gün sonra başlayan şiddetli muharebelere girdi. Mustafa Kemal Paşa’nın Birinci Ordu’ya ikinci kere tayiniydi bu. Daha önce kendisi istifa ederek ayrılmisti. Bu muharebeler çok önemliydi. Çünkü Rusya’da çıkan  Bolşevik ihtilali dolayısıyla Rus ordusu Kafkasya’da esaslı bir zülmeye uğramıştı. Şark cephesinde kazanılan başarıyla ordumuz Kafkasya’ya girmişti. Nihayet 18 Aralık 1917’de Erzincan’da Ruslarla mütareke imzalanmıştı.

‘Türkiye’ye asıl darbe güneyden indirilecekti. İngilizler Kudüs’ü zapt ederek (9 Aralık 1917) Suriye’ye dayanmışlardı, irak’ın büyük kısmı çoktan kaybedilmişti. General Allenby, kesin sonuçlu taarruz için 1918 Eylül’üne kadar hazırlanacaktı.
“Türkiye, bu harbi yalnız düşman kuvvetlerinin üstünlüğü ve harp gücünün yetersizliği yüzünden kaybetmiyordu. Kaybın ve fazla yıpranmanın asıl sebebi, harbin son derece fena idare edil-mesi ve üst üste büyük stratejik hatalar yapılması idi.”
İngiliz saldırısıyla başlayan muharebeyi Mustafa Kemal şöyle anlatıyor:
“Bu gece şiddetli bir muharebe ile geçti ve ordumun sol cenahı bozuldu, esir düştü. Buradan düşman süvarisi geçti, Liman von Sanders’in karargâhına kadar vasıl oldu. Ordumla sahralar ve ne-hirler geçerek Şam’a ricate mecbur oldum. Burada çekilen meşak-katin izahı uzun olur...”
“Lozan: Zafer mi, Hezimet mi?” adlı eserde, bu izah edilmeyen hadise şöyle açıklanıyor:
“Filistin cephesinde üç ordumuz vardı. 4’üncü, 7’nci ve 8’inci Ordulardan mürekkep olup ‘Yıldırım Ordular’ adını alan bu kuv-vetlerin cephe kumandanı, Liman von Sanders idi. 4’üncü Ordu Kumandanı Arapgirli Cevad Paşa, 7’nci Ordu Kumandanı ise M. Kemal Paşa idi. Cephe umumi karargâhı Nasıra’da bulunuyordu. 4’üncü Ordu’nun merkezi Salt, 7’nci Ordu’nun Nablus, 8’inci Or-dunun ise Hıl-u Kerem kasabalarıydı. 
31 Ağustos 1918’de bu cep-hede o kadar anî bir çöküş meydana geldi ve bu hâl o derece sü-ratli bir hezimete yol açtı ki, kilometrelerce geride bulunan ordu kumandanları bile canlarını güçlükle kurtarabildiler... Gerçekten devletimizi Mondros Mütarekenamesi’ni imzalamaya mecbur rakan bu hezimet esnasında 8’inci Ordu Kumandanı Cevdet karargâhından kalpağını bile alamadan atmış ve burada 3’üncü Kolordu Kumandanı İsmet Paşa’yı (İnönü) tellal bağırtarak aramaya mecbur kalmıştı. Bu hezimet, Birinci Ordu’nun sağ ve solundaki 4’üncü ve 8’inci Ordulara haber vermeden anî bir şekilde ricat etmesiyle ortaya çıkmıştı...
“Bu suretle merkezî durumdaki 7’nci Ordu’nun anî ve habersiz ricatiyle cephede açılan boşluktan saldıran İngilizler, sağ ve soldaki 8’inci ve 4’üncü Orduları arkadan kuşatarak 75 bin esir ve 375 adet top ele geçirmişlerdir.
“Bizzat M. Kemal Paşa bile ‘az daha esir olacaktı.’ Emir zabiti Yüzbaşı Bedri Bey, Şeria Nehri’nde tesadüfi bir geçit buldu. Büyük şef, hayatını bu suretle kurtarabildi. Altı yüz kilometrelik ricat hattı üzerinde düşman eline 75 bin esir ve 375 top geçmişti.
“Diğer kumandanlar gibi M. Kemal Paşa da, sekiz kişilik maiyetiyle resmî elbiselerini bile giymeden kendini Şam’a atmış, fakat burada da duramamıştır. Bakiye kuvvetlerin kumandasmı Cemal Paşa’ya terk ederek Rabak’a gelen M. Kemal Paşa, bu vakıayı gazetecilere şöyle anlatmıştır:
“O gece şunu anladım ki: Bütün kıtaat ve cephelerde kumandanlık kalmamıştı... Binaenaleyh mecnunane denecek bir emir verdim: Şam’da bıraktığımız kuvvetler İsmet Bey’in, Rabak civarındaki kuvvetler ise Ali Fuat Paşa’nın emrinde ve bu kuvvederin hepsi şimale doğru hareket etsinler!..
“Gazetecilere bir askerî emir gibi not ettirilmiş bulunan bu sözlerin manası açıktır: İstikamet kuzey, herkes başının çaresine baksın! Filhakika bu emrin hakiki mahiyetinin tefsir ettiğimiz gibi olduğunu M. Kemal Paşa da teyit ederek:
“-Bu hareket amelî idi. 7’nci Ordu’nun isminden ve bazı döküntülerinden başka bir şey kalmamıştı. Bu döküntüleri Suriye’nin kuzeyinde Halep’te toplamak ve orada yeni bir karar vermek gerekiyordu, demektedir.
“Gerçekten 600 kilometrelik mesafeyi, yani ancak 20-25 günde katedilecek bir yolu sürade aşıp Halep’e gelen M. Kemal Paşa, burada kendi ifadesine göre ‘ahalinin hücumuna uğramış ve so-kak muharebeleri yapmış!...' Kendisine ateş açıldığı bir arada yanında bulunan şoförüne işaretle yavaşlayan otomobiline atlamış, atlarken de Halep kumandanma emir vermiş:
“-Halep ve civarındaki kuvvetleri şimale çekip, orada harp edeceğiz!...
“Bu emir üzerine, Yıldırım Ordular Karargâhı Halep’ten Fatıma’ya naklolundu ve Yıldırım Ordular Kumandanlığına ‘Umum Cenup Orduları Kumandanı’ sıfatıyla M. Kemal Paşa cephe kumandanı tayin edildi. Fakat bu unvan da onun Halep civarında yeni bir müdafaa hattı teşkil ederek düşmanı durdurmamaya çalışmasını temin edemedi. Karargâhını 200 kilometre daha geride olan Adana’ya çekti.”
Bu son derece süratli bozgun, Mondros Mütarekesi imzalanarak durdurulmasaydı, herhâlde düşman orduları bütün Anadolu’yu çiğneyerek İstanbul’a dayanacaktı... Alman yazar Bishcaff, “Ankara” adlı eserinde bu durumu şöyle açıklar:
“(,..)30 Ekim 1918’de imparatorluğun yıkılması manasına gelen Mondros Mütarekesi imzalanmasa idi, Halep’in üzerine sirayet etmiş olan bozgun İstanbul’un kapılarına kadar devam edecekti...”
Bütün Suriye’nin kaybı, bir aydan az zamana sığdırılmıştı. “Facianın son perdesi Suriye’de oynanıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgisi, buradaki muharebelerle ve bozgunla resmî ifadesini bulacaktı.” (age., s. 21.)
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nm Viyana bozgunundan daha feci bir mağlubiyet ve hezimetti bu... Çünkü Kara Mustafa Paşa’nın hezimeti, yeni bir fetih yolunda ve sınırlarımızın gerisinde cereyan etmişti; sonunda da istiklalimizi tehlikeye atmamıştı. Bu bozgun öyle değildi: Nasıl başlayıp geliştiğini bir de hezimeti bizzat yaşayan bir asker olarak rahmetli Cevad Rifat Atilhan’dan dinleyelim:
19 Eylül 1918 sabahı, büyük ve kahraman bir ordunun birden-bire çöküş tarihidir. Öyle bir çöküş ki, tarihimizde benzeri yoktur... Dört uzun yıl her türlü zorluğa göğüs geren ve “Of!” demeden bütün meşakkatlere vatan ve Allah aşkı için mukavemet eden bir ordu, muhtelif hıyanetlerin neticesi olarak seller gibi gerilere doğru akmaya başladı... Tel Nermin ve Salt üzerinden Amman istikametine doğru bu sel akıp gidiyor ve önüne geçilemıyordu.
Yorgun asker, morali bozulmuş birlikler bir müddet için “Süveylah” isimli bir Çeçen köyünde durdu. Memen o aralık, ordunun otomobil bölüğü kumandanı Konyalı Hattatzade Mustafa Bey, askere bir hitabede bulundu:
“Arkadaşlar, bu gidiş nereye? Böyle darmadağın çekiliş bizim topyekûn mahvolmamıza sebep olur! Allah kıyamet gününde bizden bunun hesabını sorar. Allah ve Resulü’ne inananlar, Allah yolunda senelerce mücadele edenler, kendilerine cennet-i ilada hazırlanmış olan mevkileri feda etmemelidirler...”
Bu sesleniş tesirini gösterdi. Amman’a vardığımız zaman ar» dunun başmüfettişi Yafalı Abdülkadir Muzaffer Hazretleri, kıtalara gayet müessir, gayet dokunaklı hitabelerde bulundu ve bir miktar daha saflar düzelmiş olarak ricat devam etti.
“Demek oluyor ki, en ümitsiz ve müşkül durumlarda sarılacağımız ve güveneceğimiz tek kuvvet, Azimüşşan olan Cenab-ı Hak ve O’nun lütf-u keremi ve yardımından başka bir şey değildir...
“Bu akışı kim, nerede ve nasıl durduracaktı? Öyle ki, düşman lüvarileri peşimizi bırakmadığı hâlde, bize yetişemiyor. Zaman aman şurada burada duraklamalar ve düzelmeler oldu ise, o da tabur imamları ile alay müftüleri ve din adamlarının müessir telkinleriyle olmuştur.
“Feci bir mağlubiyetti bu... Dünya siyonizmi, farmasonluğu» yerli hainler ve İttihat ve Terakki’nin kötü idaresi, milleti felakete sürükledi...”
Son Bozgun,Vehbi Vakkasoğlu,syf;44-48 [5]

TÜRKLÜK KAVRAMI


Ä°lgili resim

Türklük Kavramı Üzerine Bernard Lewis’in de belirttiği gibi, “Türk” kavramı, İslamiyet’le öylesine eş anlamlıydı ki; bilhassa Osmanlı dönemindeki Müslüman ahali “Türk” diye adlandırıldığı gibi, bir gayrimüslimin Müslümanlığı kabul etmesi de “Türk oldu” diye ifade edilirdi. 

 Bu durum, dünya Müslümanları içinde özellikle "sine-i selase" (üç kucak) denilen üç dilden (Arapça, Farsça vç Türkçe) biri olan Türkçenin ortak dil olarak kullanıldığı alandaki Müslüman ahali için daha fazla geçerliydi. 

 ‘Türk’ ve “Müslüman” terimlerinin, genellikle Araplar ile Fars- lar dışındaki Müslümanlar için kullanıldığına ilk defa şahit olduğumuz eserlerden biri, Âşıkpaşazade’nin yazdığı “Tevârih-i Âl-i Osman" yani “Osmanlı Hanedanı Tarihi” diye adlandırılan tarih kitabıdır. 

 Bekriye tarikatına mensup olduğu için kendisini “Derviş Ah- med Âşıkî” (1393-1481) diye tanıtan bu zat, Sultan İkinci Murat ve Fatih Sultan Mehmet dönemlerinde yaşamıştır. Bahsettiğimiz eserinde Osmanlı hanedanını Oğuz Han’a dayandırmış, devletin sosyal yapısını ise aynı anlamda olmak üzere bazen “Türk” bazen de “Müslüman” kelimeleriyle ifade etmiştir. 

 Mesela Orhan Gazi’nin Bursa Tekfuruna Mihal Bey’i gönderip şehri teslim etmesini istediğinde, Tekfur’un “Türkler bizi incitmesin.” şeklinde talepte bulunduğunu söylemekte ve sonucu da “Elhâsılı Tekfur hisardan çıkınca kapılar kalabalık oldu. Her taraftan Müslümanlar girmeye başladılar.” sözleriyle anlatmaktadır. 

 Prof. Dr. Şerif Turan; Osmanlı tarihçilerinden Aşıkpaşazade, Yazıcıoğlu ve Neşrî’nin Osmanoğullannı Oğuz Han’a bağladıklarını, daha sonraki tarihçilerden İbn Kemal’in ise Osmanlı devlet ve askerinden “”Türk devleti, Türk askeri” diye bahsettiğini ve bunun da kavmiyete değil, bu topraklar üzerinde tarihî bir gelişmenin mahsulu olan ‘Türk Milleti’ mefhumuna işaret ettiğini söylemektedir. 

 ABD’nin Visconsin Üniversitesinde kürsü sahibi olan dünyaca Ünlü Türk Tarihçisi Prof. Dr. Kemal Karpat da 2009 yılı Mayıs ayında Türkiye’ye geldiğinde Kanal 24 isimli televizyon kanalındaki bir programda aynı doğrultuda açıklamalar yapmıştır. 

 Karpat’ın söz konusu açıklaması ‘Türk demek Osmanlı ve Müslüman demekti, etnik bir anlam taşımıyordu’’ Fransız tarihçi Emest Renan aynı doğrultuda olarak, Türklerin milletleri dine göre anladıklarını söylemiştir Kemal Kirişçi ve Gareth M. Winrow da müşterek çalışmalarında aynı hususiyeti belirtmişlerdir ki, bu çalışmada verilen izahat, kitabımızda “Kürtçülük” başlığı altında nakledilecektir. 

 Tamamen din temelli olan bu millet anlayışından dolayıdır ki, Büyük Selçuklu Devletinin kurulmasından, Osmanlı’da sözde Türkçü İttihat ve Terakki’nin iktidarına kadar geçen sürede Müslümanların kavmî kimlikleri bir ayrılık olarak görülmemiştir Değişik kavimlere mensup olan şahıslar, tıpkı Hazreti Peygamber (s.a.v.) zamanındaki 

Bilal-i Habeşî ve Selman-ı Farisî örneklerinde olduğu gibi, Osmanlı'da da kavmi kimlikleriyle anılmışlardır. Mesela Orhan Gazi tarafından 1331 yılında İznik’te kurulan ilk Osmanlı medresesinin birinci müderrisi (profesör) ve mütevellisi (vakıf yöneticisi) Davud-ı Kayseri’dir. 

Onun vefatından sonra yerine gelense Taceddin-i Kürdî’dir. Napolyon’a karşı Mısırdaki Akka Kalesi’ni savunan Ahmed Paşa da “Cezzar” lakabını almadan önce kavmi- ne atıfla “Boşnak Ahmed Paşa” diye anılıyordu. Osmanlı’da Abaza (Abhaz), Arnavut, Çerkez (Adige), Gürcü gibi kendi kavim adlarıyla anılan çok sayıda devlet ve ilim adamı da olmuştur. 

 Bu durum, sosyal yapımızdaki Müslüman kavimlerden her birinin devleti benimsemesini ve hep birlikte ‘tek millet’ halinde yaşamasını sağlıyordu. Avnıpalı kavimlerden olup Osmanlı tarihinde çok önemli bir yer tutan Boşnakları, Sırp ve Hırvatlardan ayıran en önemli özellik, Müslüman olmalarıdır. 

 Bu farklılıkları ile Boşnaklar, kendilerini asırlarca “Turçin” (Türk) diye adlandırmışlardır. Avrupalılar da onları Türk diye kabullenmiştir. Günümüzün yazarlarından Ahmet Selim de Rumelili olan babasının, şu sözlerini nakleder; "... Rumeli’de her Müslüman’a Türk diyorlardı. İhtida edene ‘Türk oldu’ diyorlardı... Etnik’le metnik’le hiç işim olmaz benim.. ” 

Mehmet Akifin 
 Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz: 
 Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz! 
Kapkaranlıkken bütün âfakı insaniyetin, 
Nûr olup fışkırmışız tâ sinesinden zulmetin; 
Bir taraftan dînimiz, ahlâkımız, irfanımız; 
 Bir taraftan seyfe makrun adlimiz, ihsânımız; 
 Yükselip akvâmı almış fevç fevç âguşuna; 
 Hepsi dalmış vahdetin âheng-i cûşâcûşuna.. .”

 Akif'in, bizim milletimizi anlatırken dinle irtibatlan-dırması ve değişik kavimlerin bir avuçta toplanıp vahdeti bulmasıyla izah etmesi; bir gerçeğin dikkate şayan tespitidir, Bu durumun tasavvufi kavramlarla tam izahı, “kesretten vahdete” (çoklukta birlik) ulaşmaktır. 

 Milletimizin böyle bir terkip ile teşekkülü de, bütün Türkçü-Kürtçü gibi ayrılıkçı teorilere ve tahriklere rağmen bütünlüğünü koruyabilmesi de; halkımızın mensubu olduğu İslam dini ve o dinin bu dünya hayatında kurdurttuğu İslam Medeniyeti sayesindedir Peki, bir tek millet halinde tutan o İslam Medeniyeti’ni halkımızın idrakinden silmeye çalışanlar kimler oldu? 

Bu sorunun cevabını, yine dünyaca meşhur iki tarihçimizin anlattıklarında bulacağız. Bu tarihçilerimiz, Prof. Dr. Halil İnalcık ve Prof. Dr. İlber Ortaylı’dır. Halil İnalcık» Türkçülüğün Osmanlıcılık karşısında doğup, laikleşme paralelinde geliştiğini belirmektedir. İnalcık, bugünkü İslam Ülkelerinde "millî irade" ve “Batılılaşma" gibi anlayışların ilk örneklerinin de Osmanlı'nın son zamanlarındaki Tanzimatçılarla İttihat ve Terakkici sivil-asker bürokratlar olduğunu söylemektedir. 

 İlber Ortaylı da Osmanlı'daki millet anlayışının dinî esaslı olmakla, Han'daki millet (nation) anlayışından tamamen farklı olduğunu belirtmekte; hatta bu farklılığın büyüklüğünü belirtirken, “tercüme bile edilemez" açıklamasını yapmaktadır. Ortaylı, çok önemli bir farklılık olarak İslam millet anlayışında, “gayrimüslim cemaatlerle yan yana yaşama pratiği" olduğundan da bahsetmektedir. 

 “İslam’da Din, Medeniyet ve Millet İlişkileri” başlığı altında anlatıldığı gibi bu pratik, Hz. Muhammed (s.a.v) tarafından kurulan ilk İslam devletinden beri -bazı dönemlerde ihmal edilmiş de olsa- mevcuttur. Görüldüğü gibi, İslam medeniyetinde hayalî bir “homojen illet”ten bahsedilmemektedir. 

Mimarı İslamiyet olan ve asırlarca ¡yaşamış olan gerçek bir milletten bahsedilmektedir. Türkiye’de o Beraberlikten bugüne kalan kavimleri de aynı İslâmî harç bir arada atmaktadır. Bu birliği koruyabilmek için gereken, Batı’nın batıl etnisitesine dayanan kavmiyetçiliklerden uzaklaşmak ve bu birliğin cevherini, yani İslam’ı idrak etmektir. 

 Kısacası maharet; “tek tiplilik hayalleri’’kurmak değil, “kesrette vahdet” (çoklukta birlik) bulmanın sırrına ermektir. ….Bugün kendilerini “ulusalcı” diye tanıtanlar, İslamiyet’i laikliğin alternatifi bir siyasî rejim diye algıladıkları için, dinden bahsedilmesinden bile rahatsız olmaktadırlar. 

 Kendilerini “milliyetçi” diye tanıtanlar ise, milletimizi diğer Müslümanlardan ayırmak için, milletimizin iman ettiği “Allah indinde tek din” ve cihanşümul olan İslamı, özel bir muhtevaya büründürerek “Türk Müslümanlığı” diye adlandırmak istemektedirler. 

 Bu milliyetçi/ulusalcı akım mensuplarının, medeniyet hakkındaki tercihleri de "Muasır (çağdaş) Medeniyet” adı altında “Garp (Batı) Medeniyetindir. İşte, “Batı’da Din, Medeniyet ve Milliyet İlişkisi” başlığı altında görüldüğü gibi şimdi o medeniyet, kendisini “Hıristiyan Medeniyeti” yahut “Protestan Medeniyeti” diye ilan etmektedir. Hüseyin Dayı, Milliyetçiliğin Dinle Kavgası

TÜRK MASAL KAHRAMANLARI Türk milletine özgü özellikleri yansıtırlar



TÜRK MASAL KAHRAMANLARI
Türk milletine özgü özellikleri yansıtırlar

Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi



Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi

Türk Milli Kültürü



Türk Milli Kültürü

Kuran'da Mubhem Ayetler

TÜRK’ÜN SAVAŞLARI: Türklerin İslam Dünyasındaki Liderliği ve Savaşları




TÜRK’ÜN SAVAŞLARI
Türklerin İslam Dünyasındaki Liderliği ve Savaşları

ASİL MİLLET TÜRKLER



ASİL MİLLET TÜRKLER

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...