14 Eylül 2018

İslam Ezoterizmi

İslam Ezoterizmi

YAZAR:EFE ELMAS
Sınır Ötesi Yayınları’ndan çıkan ve Türkiye’de çok satanlar listesine oturanKuantum Gizli Öğretisi ve En-el Hak Gizli Öğretisi-Hallac-ı Mansur isimli kitaplarıyla tanıdığımız Kevser Yeşiltaş Yalçın, şimdi de Nilüfer Dinç ile birlikte kaleme aldığı Bâtıni Mevlana isimli kitabıyla İslam Ezoterizmi’nin en önemli isimlerini mercek altına alıyor.
Bâtıni Mevlana kitabı adeta bizi Hz. Mevlana’nın derin bilgeliğine götürüyor ve bilgeliğin enerjisi ruhumuza doluyor. 2009′dan beri İndigo Dergisi yazarı olan Kevser Hanım’ın ruhundan akan bilgiler, Mevlana’yı anlamımızı sağlayacak gizli anahtarları bize veriyor.
Röportaj: Efe Elmas
Efe Elmas: Kevser Hanım öncelikle bu güzel kitap için sizleri kutluyorum. Kitabın ve Mevlana’nın enerjisi sizin aracılığınızla bizi alıp götürüyor. Ama bir okuyucu kitabı eline aldığında ilk olarak şunu merak ediyor; Birçok Mevlana ile ilgili kitap var. Bu kitabın sizce diğer Mevlana ile ilgili kitaplardan farkı nedir?
Kevser Yeşiltaş Yalçın: Merhabalar Efe Bey. Öncelikle Bâtıni Mevlana kitabı ile ilgili röportajınızdan dolayı sizlere kendim ve diğer yazar arkadaşım Nilüfer Dinç adına teşekkür ediyorum.
Mevlana Celaleddin-i Rumi, İslam Ezoterizmi’nin en önemli isimlerinden biridir. Ancak onun Bâtıni yönü geniş kitlelerce hiçbir zaman anlaşılamamıştır. Onun Bâtıni yönünü anlayabilmek için günümüze kadar gelen eserlerinin üstündeki örtünün kaldırılması şarttır. Aksi takdirde o büyük Bâtıni öğretinin sırlarına nüfuz edilemez. Sözlerinin üstü örtülü olduğunu bizzat kendisi de şöyle açıklamıştır. “Halka bundan fazla söylemeye imkân yok… Akılların alacağı kadar aşağı mertebeden söylemekteyim.” Müritlerine de yine aynı öğütte bulunmuştur:
Madem ki duyuyor düşünüyor, seziyorsun… Büyük hakikati bulmak için gönlünü ve idrakini yoracaksın… Duyduklarını ve bulduklarını söyleyeceksin… Sen söylemezsen, ruhunun vasıl olduğu sırları, şiirlere, sazlara, sema’lara söyleteceksin… Bütün bunları dahi söylenemeyecek ölçüde büyük sırlara erdiğin zaman ise… İşte o zaman susacaksın! 
Bâtıni Mevlana kitabında, biz daha çok üstü örtülü kelimeler üzerinde durmaya çalıştık. Gerçekten ne anlatmak istediğini ezoterik bilgiler ışığında ele alarak, daha üst seviyeden yani dünyasal etkilerin daha minimuma inip, dünyasal yorumların daha ötesinde, Bâtıni manaların üzerinde durup yorumlamayı hedefledik. Ve ortaya Mevlana’nın Bâtıni yönünü ele alan bir araştırma kitabı çıkmıştır.
Daha önce Enel Hakk kitabınız ile Hallac-ı Mansur’a değinmiştiniz. Yakın bir zamanda başka bir dervişin Bâtıni yönünü ele almayı düşünüyor musunuz?
Hallac el Mansur, Ene’l Hakk Gizli Öğretisi kitabı, farklı bir tarzda yazıldı. Çünkü O’na ait fazla bir kaynak maalesef yoktu. Daha doğrusu kendi yazdığı eserleri imha edildiği için günümüze gelen ”Tavasin” kitabının orijinalinden İngilizceye çevrilmiş nüshalarından faydalandım. Anlaşılması çok zor, anlaşılsa dahi üzerinde yorum yapılabilmesi hatta bunu sözcüklerle aktarılabilmesi en zor sufiler’dendir.
Şu an henüz hazırladığım bitme aşamasında olan ve yakında çıkacak olan kitap, “Bâtıni Daisi” olan Hünkâr Hacı Bektaş Veli ismi ile tanınmış sufi’ye aittir. Hacı Bektaş Velinin Bâtıni yönünü anlatan bir kitap olacaktır. Özellikle anlaşılması çok güç olan Makalat kitabının Bâtıni yönünü ele almayı hedeflemiştir. Kitapta ayrıca, kerametleri ve hayatı da anlatılmıştır.
Bâtıni Daisi kitabınızı merakla bekliyoruz. Kitabınızda merak ettiğim diğer bir nokta, kitap içinde Tasavvufi eğitimler bölümünde aralara, bu eğitimleri çok güzel aktaran öyküler serpiştirilmiş. Bu öyküleri siz mi yazdınız?
Evet güzel bir soru yönelttiniz teşekkür ederim. Biz kitabı hazırlarken, içinde öykülerinde yer alması ve kitabın daha anlaşılır olabileceği teklifini getirmiştim. Hikâyeleri yazıp gönderdim beğenildi ve kitapta yer aldı. Gerçeğe uygun olmasına özellikle dikkat etmeye çalıştım.

‟Aşk hiçbir zaman teklik değildir: ancak iki ile tecelli eder”

Öyküleriniz sayesinde kesinlikle o bölümleri idrak etmek ve içselleştirmek kolaylaşıyor. İçimi titreten hikâyelerdi. Bir de kitapta özellikle Mevlana ve Şems’in birbirine ayna oluşu ve ilahi aşkı buluşlarını çok güzel anlatmışsınız. Birçok sufiye göre sizce Mevlana’nın tesirlerini Dünya’ya bunca yayılmasının sebebi Şems ile buluşması mıdır?
Divan Kebir anlatımlarında Şems bir sevgili, bir güneş, ilahi bir Nur idi. Şems, Mevlâna’nın gönlünde, zahiri olan Hak idi ve Hakk’ın bir yansıması idi. Bir âlim iken, Şems ile aşkı doyasıya akıtan bir Pir hâline dönüştü, başkalaştı. Çünkü AŞK hiçbir zaman teklik değildir. İlahi Aşk ancak iki ile tecelli eder.
Şems gelir Mevlâna’nın yüreği aydınlanır, kör olur maddeye bakan gözleri de, mana gözleri ile görür her zerreyi, her zerredeki Aşkın görkemli muhteşemliğini. Söylenecek tüm sözlerin tükendiği zamanda doğar Şems güneşi Mevlâna yüreğine, bir ateş gibi düşer, açığa çıkar, Aşk zerreleri ve dağılır dünyamıza. Her bilgi, Şems değerine, gerçek değerine ulaşır. Âlim iken bir Aşk insanı olur Mevlâna. Tüm benliği, ilahi benlik içinde yok olur, erir gider. Tüm insanlar bir olur gönül gözünde. O göz ile çağrı yapar tüm insanlığa. Beden kadehini İlahi Aşk’ın nuru ile doldurur, akıtır besler dünya maddesini ve insan zihinlerini. Yeni tohumlar yeşerir tüm bedenlerin titreşimlerinde. Her bir hücre aşk ile doğar. Ancak insan öylesine nefsaniyet ile doldurmuştur ki beden kadehini, yer bulamaz Aşk, açığa çıkamaz. Mevlâna tüm eserlerinde nefsaniyetini yenmenin Aşk ile dolu olmanın ancak kurtuluşa ve uyanışa götüreceğini de önemle vurgulamıştır ve biz de kitabımızda buna açıkça yer vermeye çalıştık.
Peki diğer dervişlerde mesela Bektaşi Veli’de ya da Hallac-ı Mansur’da Allah aşkını uyandıran bir “şems” var mıdır? Yoksa onlar kendi kendilerinin “şemsi” mi olmuşlardır?
Bâtıni Mevlana kitabında, bir bölümü bu konuya ayırdık. Karşıtlar Kavramı: İkinin İkincisi adı altında. Çünkü Hz. Mevlana’nın da önemle üzerinde durduğu bir konu olmuş bu konu. Şems’ten önce ve Şems’ten sonra Mevlana’nın akışlarında büyük bir değişim olduğu eserlerinde göze çarpmaktadır.
Senin gözün ve dilin, benim gözüm ve dilim oldu. Aramızda artık ikilik kalmadı.  (Divan-ı Kebir: c. III, 1610)
Aşk ile aşık candan birdirler. Aynı canı taşırlar. Sakın sen onları iki sanma, ayrı sanma!  (Divân-ı Kebir c. I, 375)
Hiç kimse aşkın tek başına sahibi olamaz. Biri tennuru ateşlemeye, diğeri harlı kalmasına neden olandır. Çiftler, eşler, ikilik kavramları bizim kâinatımızın tecellisidir. Biri olmadan diğeri olamaz. Ancak kâinatta da iki varlıktan söz edilemez. Bunun için iki olan, tekliğin bütünlüğü ve yansımasıdır. İki olarak görünen, Birliğin görünür hâle gelmesinden başka bir şey değildir. Çünkü dünyasal gözlerimiz ancak İkiyi görür, Biri göremez. İki görünür olandır. Çünkü iki, karşıtlıdır, özünde karşıtı taşır. Birbirini dengeler. Bu dengeleme sonucunda algılarımızda şekil olarak görünür.
O aşkı akıtmaya bense doldurmaya geldim. O aşk-ı çeşme, bense kadehi. (KA’yıb)
Eşitlik ve denklik bu karşıtlardadır. Her şeyin bir karşıtı vardır. Karşıtsız hiçbir şey var olamaz. Yaratımın özünde karşıt mevcuttur. Öz varsa Cevher de vardır. Biri kaynaktır diğeri dengeleyen, gelişen, tekâmül eden ve aktarandır. Her ikisi arasında, algılarımızın çok ötesinde bir alışveriş mevcuttur. Bu alışverişten her ikisi de yararlanır. Ve tüm kainat, görünen görünmeyen her şey bundan beslenir.
Bu yüzden etrafta Şemsler vardır. Ancak Şems gibi olanlarda Hakk’ı gören Mevlânalar yok denecek kadar azdır. Dünya meşgaleleri, gözlerimizin ve kulaklarımızın perdeleri buna müsaade edecek diye bir şey söz konusu değildir. Uyanış her daim olabilir. Sadece algıladığımız evrenin gerçek olmadığını anladığımız vakit gerçekleşecektir.
Hallac-ı el Mansur, ”İnsan, zahiri bedenini fark ettiği an ölümsüzleşir, her daim diri olur.” demiştir. Ene’l Hak Gizli Öğretisi kitabında bunun açıklamasını uzun olarak yaptık. O zahiri bedeni fark etmesi için bir Şems’e ihtiyacı vardır, bu da karşıt ve ikili yani dualite kavramını ortaya çıkarır. Yansımalarla ancak kendi zahiri bedenini fark edebilirsin. Yoksa zahiri yani görünen beden içinde olduğunu fark edecek bir akıl ve vicdan birliğini yansımalardan alabilirsin. Herkes birbirinin aynasıdır sözü buradan gelmektedir.
Elbette sorunuzda bahsettiğiniz Sufiler de kendilerini yetiştiren hocalarından etkilenmişler ve düşünce tarzlarını devam ettirmişler ya da kendi ruhlarından gelen kaynaktan da beslenmişlerdir. Yine de Hz. Mevlana ve Şems diyalogları gibi belirgin bir isim kaynaklarda belirtilmemiştir. Hacı Bektaş Veli ile ilgili araştırmalarım devam ediyor. Tüm bilgileri yeni hazırlanan kitapta, elimden geldiğince aktarmaya çalışacağım.
Ayrıca sormadan geçemeyeceğim sizlerde kitabı ele alırken AŞK ile yazmışsınız. Bu akışı nasıl yakalıyorsunuz? Nilüfer Hanımla ortak bakış açısıyla kitabı ortaya çıkarmışsınız, bu da güzel bir uyum gerektirir sanırım.
Ene’l Hak Gizli Öğretisi ve Bâtıni Mevlana kitapları ile ilgili çok fazla e-posta, mesaj ve telefon alıyorum. Yorumlar ve aktarımlar daha çok “Aşk ile yazılmış” ifadesinde birleşiyor. Elbette okuyucunun yorumu ve ifadeleri çok önemli. Okuyan ve bunu hisseden herkese tek tek gönülden teşekkürlerimi sunarım.
O akışı yakalamak ifadesinin açılımını sözcüklerle tarif etmek imkansız hatta kelimelere dökülse fazla bir mana ifade etmeyecektir. Çünkü kelimelerin yetersiz kaldığı bir açıklama olacaktır. Yine Hz. Mevlana’nın dediği gibi, Aşk içinde olmak ya da Aşk akışını yakalamak için şu sözü en uygun mana içerecektir.
Aşk ilahi bir aynadır.  (Divân-ı Kebir c. IV, 1196)
Nilüfer Dinç hanımefendi ile müthiş bir uyum içinde olduğumuzu düşünüyorum. Çünkü bâtıni bir sufinin öğretisini ele almak, ne anlatmaya çalıştığını bâtıni yönünü yorumlayıp anlayışa uygun hale getirmek, çok büyük bir sorumluluk istiyor. Kaldı ki, tasavvuf edebiyatı, en zor anlaşılan olmuştur bugüne kadar. Bizim yapmaya çalıştığımız, uyum içerisinde, zor olarak nitelendirilenin, en uygun anlayışla yorumlayarak, fakat aslına da sadık kalarak bir kitap hazırlamaktı.
Kitabın “Akıl ve Bilgi” bölümünde bilginin gönle aksedilmesi, gönülde nurlandırılması gerektiğinden bahsetmiş Mevlana. Peki, bilgimizi gönülle nasıl nurlandırabiliriz?
Akıl rehberdir. Vicdan yani gönül de rehberdir. Akıl süzgecinden geçtiği kadar vicdan süzgecinden de geçen bilgi ancak idrak edilir. Sadece akıl ve sadece vicdan değil, her ikisinin de rehberliği çok önemli. Nefs burada bertaraf ediliyor. Nefs sadece bedensel ihtiyaçlar oranında “ölçülü” kalmalıdır. Oysa günümüz insanlığı tamamen “nefsaniyet” boyutunda hareket etmekte.
Akıl ve vicdan birliği, Tanrısal boyuta en yakın boyuttur. (Tanrı kelimesi Tengri kelimesinden gelmekte ve öz Türkçedir. Hristiyanlıkla bir bağlantı içermez.) İnsan prototipinin en önemli özelliğidir. Yaratımında, kendisine verilen ruh ve kudrettir.  Âlemlerin rabbine ulaşan tek yol vicdan yani gönüldür. Çünkü ayette der ki “yakınım”kudretle yoğurur, ruhundan üfler, aşağıların aşağısına atar. “Akrebu”dur, şah damarından yakındır. Sonra yine döndürür aslına. Kendinden kendine olan bu seyirde her daim diri ve uyanık, hatırlayan, açanlardan olalım diye. Ve Yaratıcı ile Kul arasına hiçbir şey girmez. İşte bu yüzden gönül, Âlemlerin yaratıcısına açılan bir yoldur. Akıl zaten en başta verilendir. Burnundan üflenen, bizim amacımız, işte o vicdan ışığını yakabilmek. Nasıl yakılır? Ancak akıl ile.
Akıl bir melekedir. En önemli cevherdir. En büyük hazinedir. Bizden üst boyutta olan tüm ilahi varlıklar da, insanın bu özelliğine kavuşması için vazifelilerdir. Yardımda bulunurlar. Aklın anahtarı ve gönül ışığını yakabilmeleri için. Her an her saniye yanımızdalar ve yardımlar.
Anahtar nedir?
Kapı var mıdır?
Kapı vardır. Ancak kapı önünde beklediğimiz değildir. Zaten kendimizizdir. Kapı da biz anahtar da biz… Kapı açılır ancak içten içe genişler. İçten dışa değil. Nokta büyümez ancak içsel olarak genişler ve kâinatı kapsar. Oysa zerre kadar nokta olarak zahirde yani görünende kalır. Oysa batında kâinat kadar geniştir. Tasavvuftur yani içsellik. İçe yolculuk.
İçe yolculukta en önemli rehber ‘AKIL”dır.  Çünkü zaten ona sahibiz. Kullanmak ya da kullanmamak insanın elinde. Ama sahiptir.
Akıl melekesi rehberliğinde, içsel yolculukta edinilen tüm deneyimler “vicdan” yani gönül yolunu açar ve oradan tüm ilahi varlıklara ulaşır. Gönül ışığını yakanlar sıddk olanlardır. Çünkü kuranda “sadıklarla beraber olun” der. Sadık olun demez. Sadık olunmaz, sadıklarla beraber olunur. Sadık olunmaz çünkü nefsaniyet vardır. Ancak kontrollü ve ölçülü olmak zaten sadıklardan olma yolunda ilk adımlardır. Her görünenin görünmeyeni vardır. Biz şekille meşgulüz. Çanağın dışını yıkar dururuz. Oysa içi cerahatle dolu olan çanağın dışını binlerce kere yıkasan ne olur ki. İçe nüfuz etmeyen arındırılmayan hep “aynı” kalır. Değişmez.
İçi dışı bir etmezsen “İnsan” olamazsın. “Hayvansal dürtülerle” hareket eden bir canlı olunur.
Herkes bir bedene sahiptir ve kendini İlahlaştırıp Tanrılaştırmaktadır. Biz Tanrılaşmayı bırakıp önce “İNSAN” olma yani erdemli insan vasfını elde edebilmek için gelişmeli ve uyanmalıyız.
Bunun için de bilgi ile Aklımızı ve Vicdanımızı birleştirerek “Sevgi” ile, “Can”a, “Ruha” ulaşalım. İnsan Sevgi gerçekliğini tamamlaması gerekir ki ruha sahip olabilsin.
Kader dönüm noktalarından ve buradan yayılan enerjilerin kaderimizin seyir ettiğinden bahsetmişsiniz. Burada ki yayılan enerjiyi değiştirmemiş mümkün mü? Yoksa bu enerjiye boyun mu eğmeliyiz?
Doğum ve ölüm, tüm dünya insanlarının değişmeyen ortak kaderidir. Toplumsal olarak ortak paydası olan bir kelimedir kader. Herkesin anlayabileceği bir anlam içeriyor olması nedeniyle, kader kelimesi kullandık kitapta. Yoksa, kader, hayat plânı, doğmadan önce belirlenmiş hayat plânı, seçimlerin ortak alanı da diyebiliriz.
Tahayyül bile edemeyeceğimiz, geniş bir perspektifte yapılan seçimler, kapalı şuurla algılanması en zor nedenleri oluşturur. Ruhsal boyutta yapılan seçim, dünyasal boyutta kader olarak yorumlanır. Oysaki seçen de yaşayan da bizizdir. Açık şuurla yapılan seçimler, dünyada kapalı şuurla sanki ilahi bir Yaradanın istekleri doğrultusunda seçimleri yaşamak olarak algılanır.
Kaderin ağlarını, ancak Aşk makası ile kesip, Sevgi kanatları ile aşabiliriz.  (KA’yıb)
Geleceğin kader dönüm noktalarının basıncı vardır, grizu patlaması gibi. Biriken enerjinin basıncıdır bu. O basıncı boşaltmanın birkaç yolu var, eskiler başımın gözümün sadakası diye eski eşyalarını hibe ederlerdi. Yine birtakım talihsiz olayları üst üste yaşadıklarında “bir uğursuzluk var, hayırlara vesile olsun” diyerek sadaka verirler, zekat verirler, birkaç çocuk sevindirirlerdi. Gelecek dönüm noktalarının basıncını boşaltmanın bir yolu da insanlara iyilik yapmaktır.
Bu dönüm noktalarının yarattığı basınç bize hisler, rüyalar, sezgiler ya da ufak uyarılar tarzında gelir. Her insan, inancına göre farklı algılamalar yaşar. Uyarılar yapılır dedik, evrenin bizimle konuşma dili olaylardır. Yaşadığımız olayları takip etmek, bizi uyanıklığa götürecek adımlardan sadece biridir.
Yine KA’yıb’dan bir söz paylaştınız. Bunu kitapta da bolca görüyoruz. Nedir bu “Ka’yıb”, kimdir?
Evet, KA’yıb kelime manası ile ilgili çok fazla paylaşımım oldu. Yeri geldikçe yazdığım kitaplara, bölümler arasına fazlasıyla yerleştirilmiştir. KA’yıb, benim kendi hislerim ve esinlenmelerim sonucunda ortaya çıkmaktadır. Ve bu paylaşımları bu kelime adı altında topladım. Manasını açıklamak gerekirse şöyledir:
Her birimiz çok önemli kayıplarız ve yalnızız, bu dünyada olduğu kadar bu evrende de yalnızız, çünkü yalnız olmayı seçiyoruz. Yön duygumuzu kaybetmişiz, ne yaptığımızın farkında değiliz. Karanlıkta el yordamıyla arayışlarımız kısır döngü içerisinde ve yavaş ilerlemekte. Karanlıktan ışığa açılacak yolu, dişimizle ve tırnağımızla bulmaya çalışıyoruz. Kayıbız çünkü ışığa giden yolda, yalnız olmayı seçtik. Etrafımızda yüzlerce insan varken bile bizler tek tek yalnız ve Kayıb varlıklarız.
Bütünlüğün içinde önemsiz bir insanız ama değerliyiz. Hayal edilemeyecek kadar geniş, büyük ve sonsuz evrende önemsiz bir dünya gezegeniyiz ama değerliyiz. Bütünün değerli bir parçasıyız. Ne kadar küçük, ne kadar önemsiz de olsa değerliyiz. Çok büyük bir bedenin bir hücresi, bir atomuyuz ama değerliyiz. Bir tanesinin eksikliği tüm bütünlüğü alt üst edecek kadar önemli ve değerli olan parçalarız.
Birliğin gücünü hissetmediğimiz sürece, KA’yıb olarak kalacağız. Belki de milyarlarca yıldan beri dünya üzerinde oluşması beklenen enerji alanı birlik enerji alanıydı. Birlik ve bütünlüğün enerji alanının yaratılması. Bu bir anahtardır ve evrende yalnız olmadığımız, KA’yıb olmadığımız gerçeğini bize gösterecek kapının açılması için gerekli anahtar budur. Bu anahtarı birlik ve bütünlük içerisinde oluşturabilir ve kapıyı açabiliriz. Bu da bir son değil, hatta ve hatta büyük bir başlangıcın basamaklarından olacaktır.
Kitapta özellikle Saba melikesi bölümü dikkatimi çekti. Burada İblis ve caydırıcı güçlerin çemberin dışında olduğundan ve çemberin yedili sisteminden bahsetmişsiniz. Burada da bir yedi görüyoruz. Bu çemberin yedili sistemi hangi katmanlardan oluşuyor ve çemberden bahsedebilir misiniz?
Çok teşekkür ederim soru için. Çünkü Saba Melikesi, Hz. Süleyman ve Hüdhüd Kuşu bölümünü uzun zaman önce yazmayı çok istedim. Hz. Mevlana’nın eserlerinde fazlasıyla yer almaktaydı. Ancak kitaba uygunluğu düşünüldü editör tarafından. Daha sonra konulmasına karar verdik.
Konik tarzda yedili sistemin en üstünde bulunan Âlemlerin Rabbi’nin yansıması olan, en alt bölümde bulunan çemberin çeperinde bulunur. Yedili sistemin en dış çeperidir. Piramidin tabanıdır. Hz. Süleyman ise, Âlemlerin Rabbi ile, gönül vasıtası ile irtibat kurabilen ve en dış çeperde bulunan Sebe Melikesi’ni çeperin içine yani çemberin içine dâhil edebilmiştir. Çünkü İblis ve caydırıcı güçler, bu çemberin çeperinin dışında bulunmaktadır. Sebe Melikesi de burada yer alıyordu. Çeperin içine çekildiğinde Yedili sisteme dâhil olmuştur. Bu yüzden özellikle Sebe Suresi’nde bahsedilmekte, Sebe Melikesi olarak adlandırılmaktadır. Mevlâna’nın bâtını yönünü ele alırsak, o ancak kendi cinsinden olanlardan Hz. Süleyman’dan üstüne basa basa bahsetmiştir.
Mevlana’nın eserlerinde anlatmaya çalıştığı nokta buydu. Kendi cinsinden olan Sebe, kendi cinsinden olmayanlara karışmıştı ve ancak arınarak yine kendi cinsinin yanına dönecekti. Bâtıni anlayışla yorumlanırsa “‘Her şey aslına döner” ancak arınarak.

‟Tüm kudret damarlımızdaki akan kanda”

Mansur şarabı isimli bölümde Divan-ı Kebirde geçen şu cümle bana tanıdık geldi; “Tüm kudret damarlımızdaki akan kanda…” Atatürk’ün de bu cümleyi kullandığını biliyoruz. Nedir bu damarlarımızdaki akan kanda bulunan kudretin sırrı?
Sevgi’nin dokunuşu vardır Yoktan-Varlıklarda. Varlıkların dokunuşu da, Yarattığı âlemlerde ve onun oğullarında. Oğulun sırrı babasının yaratılmasında. Oğulun sırrı babasının sırrında. Aşkla yaratılan babanın, oğlu aşkı arar, kadehi dolacak sanır da, kadehin kendi bedeni, Mansur şarabın da Babasının verdiği kan olduğunu bilemez. Tüm kudret damarlarımızdaki akan kanda. Çünkü, ilk yaratımda sevgi ile yoğrulmuştur Varlık alemi. İşte tüm kudret bahsedilen “asil” kandadır. Çünkü asalet, “sevgi ile yoğrulan” yaratımdadır.
Mansur mana itibari ile, ölmeden henüz yaşarken Tanrıya ulaşan, Tanrılaşan manasındadır. Gönülde yol bulup yaklaşabildiği kadar yakınlaşan ve ayakları yerde iken, başı ile âlemleri an zamanda dolaşan ve özündeki tüm bilgileri anda hatırlayan ve döndüğünde ise tüm kainat bilgisini tek bir cümleye sıkıştırılmış ve mana ile her anlayış düzeyine hitap eden kelamları sarf edenlerdir. Hak’kın görünür kâinattaki elçileri, eli, ayağı, ayn bakışındaki gözü olanlardır. Aktaranlardır. İlahi alışverişin kilidi ve anahtarı olanlardır. Hak’tan aldığını insana, insandan aldığını Hak’ka aktaranlardır. Onlar sadık olanlardır, onlar Aşk yolunda olan, Aşka ulaşan ve Aşkın sahibi olanlardır.
İleride yazmayı planladığınız veya şu an yazmayı düşündüğünüz bir eser var mı?
Şu an yazdığım Hacı Bektaş Veli’nin Bâtıni Yönü adlı kitaptır. Bitme aşamasındadır, sanırım çok yakında piyasaya çıkacaktır.

‟Can olmasa, kâinat bir cesettir”

Yeni kitabınızı merakla bekliyoruz. Bektaşiliğin sırları gerçekten de çok az konuşuldu ve aktarıldı. Son olarak eklemek istedikleriniz var mı?
Son olarak, sizin vasıtanızla aktarmak istediğim, eminim diğer yazar arkadaşım Nilüfer Dinç hanımefendinin de dileği budur, bir paragraf mesaj olacak. Bâtıni Mevlana kitabının sonuç bölümünde bir paragraf var. Onu buradan iletmek istedim:
Hz. Mevlana, bâtıni bir sufiydi ve tüm eserlerinde, sözlerinde insanın değerini olabildiğince aktarmış ve “İnsan şekli, arştan da üstündür, düşünceye de sığmaz” demiştir Mesnevi’sinde. (c. VI, 1005) Can olmasa, kâinat bir cesettir, can ise her zerrededir. Her zerre can taşır. Liyakati olan kendi hücrelerinden o canı açığa çıkarır. Yok sayan, caydırıcı etkilerle, dünya çarkında dönüp durur da, ta ki hatırlayana kadar. Yüzünü maddeye dönen maddeye âşıktır, yüzünü Rabb’e dönen ilahi Aşkla dopdolu olur ve nereye baksa Rabb’in yüzünü görür her zerrede ve tüm yansımalarda kendini bulur.
Yine son olarak KA’yıb’tan bir alıntı ile bitirelim cümlemizi:
İnsan, öyle yüce bir yaratılmışlıktır ki, bu bedenimize, yaşadıklarımıza ve diğerleri diye ayırarak, hayıflanamayacak ve kıyaslanamayacak kadar tahayyül ötesidir.  (KA’yıb)
Çok teşekkür ederim, çok güzel sorular hazırlamışsınız. İndigo Dergisi’nde emeği geçen herkese ve tüm okuyanlara saygılarımı sunarım. Başarılarınız daim olsun.
Biz teşekkür ederiz bilgileriniz için. Her kelimeniz manevi âlemden akan ilhamla dolu adeta. Paylaşımlarınız ve bu güzel aydınlatıcı eserleriniz için ruhunuza sağlık.
 

Kevser Yeşiltaş Yalçın’ın kitapları
• Bâtıni Mevlana  (Sınır Ötesi Yayınları, 2011)
• En-el Hak Gizli Öğretisi: Hallac-ı Mansur (Sınır Ötesi Yayınları, 2011)
• Kuantum Gizli Öğretisi (Sınır Ötesi Yayınları, 2010)
Sınır Ötesi Yayınları'ndan çıkan ve Türkiye’de çok satanlar listesine oturanKuantum Gizli Öğretisi ve En-el Hak Gizli Öğretisi-Hallac-ı Mansur isimli kitaplarıyla tanıdığımız Kevser Yeşiltaş Yalçın, şimdi de Nilüfer Dinç ile birlikte kaleme aldığı Bâtıni Mevlana isimli kitabıyla İslam Ezoterizmi’nin en önemli isimlerini mercek altına alıyor.
Bâtıni Mevlana kitabı adeta bizi Hz. Mevlana’nın derin bilgeliğine götürüyor ve bilgeliğin enerjisi ruhumuza doluyor. 2009'dan beri İndigo Dergisi yazarı olan Kevser Hanım’ın ruhundan akan bilgiler, Mevlana’yı anlamımızı sağlayacak gizli anahtarları bize veriyor.
Röportaj  Kevser Yeşiltaş Yalçın

Efe Elmas: Kevser Hanım öncelikle bu güzel kitap için sizleri kutluyorum. Kitabın ve Mevlana’nın enerjisi sizin aracılığınızla bizi alıp götürüyor. Ama bir okuyucu kitabı eline aldığında ilk olarak şunu merak ediyor; Birçok Mevlana ile ilgili kitap var. Bu kitabın sizce diğer Mevlana ile ilgili kitaplardan farkı nedir?
Kevser Yeşiltaş Yalçın: Merhabalar Efe Bey. Öncelikle Bâtıni Mevlana kitabı ile ilgili röportajınızdan dolayı sizlere kendim ve diğer yazar arkadaşım Nilüfer Dinç adına teşekkür ediyorum.
Mevlana Celaleddin-i Rumi, İslam Ezoterizmi’nin en önemli isimlerinden biridir. Ancak onun Bâtıni yönü geniş kitlelerce hiçbir zaman anlaşılamamıştır. Onun Bâtıni yönünü anlayabilmek için günümüze kadar gelen eserlerinin üstündeki örtünün kaldırılması şarttır. Aksi takdirde o büyük Bâtıni öğretinin sırlarına nüfuz edilemez. Sözlerinin üstü örtülü olduğunu bizzat kendisi de şöyle açıklamıştır. “Halka bundan fazla söylemeye imkân yok… Akılların alacağı kadar aşağı mertebeden söylemekteyim.” Müritlerine de yine aynı öğütte bulunmuştur:
  Madem ki duyuyor düşünüyor, seziyorsun… Büyük hakikati bulmak için gönlünü ve idrakini yoracaksın… Duyduklarını ve bulduklarını söyleyeceksin… Sen söylemezsen, ruhunun vasıl olduğu sırları, şiirlere, sazlara, sema’lara söyleteceksin… Bütün bunları dahi söylenemeyecek ölçüde büyük sırlara erdiğin zaman ise… İşte o zaman susacaksın! 
Bâtıni Mevlana kitabında, biz daha çok üstü örtülü kelimeler üzerinde durmaya çalıştık. Gerçekten ne anlatmak istediğini ezoterik bilgiler ışığında ele alarak, daha üst seviyeden yani dünyasal etkilerin daha minimuma inip, dünyasal yorumların daha ötesinde, Bâtıni manaların üzerinde durup yorumlamayı hedefledik. Ve ortaya Mevlana'nın Bâtıni yönünü ele alan bir araştırma kitabı çıkmıştır.
Daha önce Enel Hakk kitabınız ile Hallac-ı Mansur'a değinmiştiniz. Yakın bir zamanda başka bir dervişin Bâtıni yönünü ele almayı düşünüyor musunuz?
Hallac el Mansur, Ene'l Hakk Gizli Öğretisi kitabı, farklı bir tarzda yazıldı. Çünkü O'na ait fazla bir kaynak maalesef yoktu. Daha doğrusu kendi yazdığı eserleri imha edildiği için günümüze gelen "Tavasin" kitabının orijinalinden İngilizceye çevrilmiş nüshalarından faydalandım. Anlaşılması çok zor, anlaşılsa dahi üzerinde yorum yapılabilmesi hatta bunu sözcüklerle aktarılabilmesi en zor sufiler'dendir.
Şu an henüz hazırladığım bitme aşamasında olan ve yakında çıkacak olan kitap, "Bâtıni Daisi" olan Hünkâr Hacı Bektaş Veli ismi ile tanınmış sufi'ye aittir. Hacı Bektaş Velinin Bâtıni yönünü anlatan bir kitap olacaktır. Özellikle anlaşılması çok güç olan Makalat kitabının Bâtıni yönünü ele almayı hedeflemiştir. Kitapta ayrıca, kerametleri ve hayatı da anlatılmıştır.
Bâtıni Daisi kitabınızı merakla bekliyoruz. Kitabınızda merak ettiğim diğer bir nokta, kitap içinde Tasavvufi eğitimler bölümünde aralara, bu eğitimleri çok güzel aktaran öyküler serpiştirilmiş. Bu öyküleri siz mi yazdınız?
Evet güzel bir soru yönelttiniz teşekkür ederim. Biz kitabı hazırlarken, içinde öykülerinde yer alması ve kitabın daha anlaşılır olabileceği teklifini getirmiştim. Hikâyeleri yazıp gönderdim beğenildi ve kitapta yer aldı. Gerçeğe uygun olmasına özellikle dikkat etmeye çalıştım.
Aşk hiçbir zaman teklik değildirancak iki ile tecelli eder
Öyküleriniz sayesinde kesinlikle o bölümleri idrak etmek ve içselleştirmek kolaylaşıyor. İçimi titreten hikâyelerdi. Bir de kitapta özellikle Mevlana ve Şems’in birbirine ayna oluşu ve ilahi aşkı buluşlarını çok güzel anlatmışsınız. Birçok sufiye göre sizce Mevlana’nın tesirlerini Dünya’ya bunca yayılmasının sebebi Şems ile buluşması mıdır?
Divan Kebir anlatımlarında Şems bir sevgili, bir güneş, ilahi bir Nur idi. Şems, Mevlâna'nın gönlünde, zahiri olan Hak idi ve Hakk’ın bir yansıması idi. Bir âlim iken, Şems ile aşkı doyasıya akıtan bir Pir hâline dönüştü, başkalaştı. Çünkü AŞK hiçbir zaman teklik değildir. İlahi Aşk ancak iki ile tecelli eder.
Şems gelir Mevlâna'nın yüreği aydınlanır, kör olur maddeye bakan gözleri de, mana gözleri ile görür her zerreyi, her zerredeki Aşkın görkemli muhteşemliğini. Söylenecek tüm sözlerin tükendiği zamanda doğar Şems güneşi Mevlâna yüreğine, bir ateş gibi düşer, açığa çıkar, Aşk zerreleri ve dağılır dünyamıza. Her bilgi, Şems değerine, gerçek değerine ulaşır. Âlim iken bir Aşk insanı olur Mevlâna. Tüm benliği, ilahi benlik içinde yok olur, erir gider. Tüm insanlar bir olur gönül gözünde. O göz ile çağrı yapar tüm insanlığa. Beden kadehini İlahi Aşk'ın nuru ile doldurur, akıtır besler dünya maddesini ve insan zihinlerini. Yeni tohumlar yeşerir tüm bedenlerin titreşimlerinde. Her bir hücre aşk ile doğar. Ancak insan öylesine nefsaniyet ile doldurmuştur ki beden kadehini, yer bulamaz Aşk, açığa çıkamaz. Mevlâna tüm eserlerinde nefsaniyetini yenmenin Aşk ile dolu olmanın ancak kurtuluşa ve uyanışa götüreceğini de önemle vurgulamıştır ve biz de kitabımızda buna açıkça yer vermeye çalıştık.
Peki diğer dervişlerde mesela Bektaşi Veli’de ya da Hallac-ı Mansur’da Allah aşkını uyandıran bir “şems” var mıdır? Yoksa onlar kendi kendilerinin “şemsi” mi olmuşlardır?
Bâtıni Mevlana kitabında, bir bölümü bu konuya ayırdık. Karşıtlar Kavramı: İkinin İkincisi adı altında. Çünkü Hz. Mevlana'nın da önemle üzerinde durduğu bir konu olmuş bu konu. Şems'ten önce ve Şems'ten sonra Mevlana'nın akışlarında büyük bir değişim olduğu eserlerinde göze çarpmaktadır.
  Senin gözün ve dilin, benim gözüm ve dilim oldu. Aramızda artık ikilik kalmadı.  (Divan-ı Kebirc. III, 1610)

Aşk ile aşık candan birdirler. Aynı canı taşırlar. Sakın sen onları iki sanma, ayrı sanma!  (Divân-ı Kebir c. I, 375)
Hiç kimse aşkın tek başına sahibi olamaz. Biri tennuru ateşlemeye, diğeri harlı kalmasına neden olandır. Çiftler, eşler, ikilik kavramları bizim kâinatımızın tecellisidir. Biri olmadan diğeri olamaz. Ancak kâinatta da iki varlıktan söz edilemez. Bunun için iki olan, tekliğin bütünlüğü ve yansımasıdır. İki olarak görünen, Birliğin görünür hâle gelmesinden başka bir şey değildir. Çünkü dünyasal gözlerimiz ancak İkiyi görür, Biri göremez. İki görünür olandır. Çünkü iki, karşıtlıdır, özünde karşıtı taşır. Birbirini dengeler. Bu dengeleme sonucunda algılarımızda şekil olarak görünür.
O aşkı akıtmaya bense doldurmaya geldim. O aşk-ı çeşme, bense kadehi. (KA'yıb)
Eşitlik ve denklik bu karşıtlardadır. Her şeyin bir karşıtı vardır. Karşıtsız hiçbir şey var olamaz. Yaratımın özünde karşıt mevcuttur. Öz varsa Cevher de vardır. Biri kaynaktır diğeri dengeleyen, gelişen, tekâmül eden ve aktarandır. Her ikisi arasında, algılarımızın çok ötesinde bir alışveriş mevcuttur. Bu alışverişten her ikisi de yararlanır. Ve tüm kainat, görünen görünmeyen her şey bundan beslenir.
Bu yüzden etrafta Şemsler vardır. Ancak Şems gibi olanlarda Hakk’ı gören Mevlânalar yok denecek kadar azdır. Dünya meşgaleleri, gözlerimizin ve kulaklarımızın perdeleri buna müsaade edecek diye bir şey söz konusu değildir. Uyanış her daim olabilir. Sadece algıladığımız evrenin gerçek olmadığını anladığımız vakit gerçekleşecektir.
Hallac-ı el Mansur, "İnsan, zahiri bedenini fark ettiği an ölümsüzleşir, her daim diri olur." demiştir. Ene'l Hak Gizli Öğretisi kitabında bunun açıklamasını uzun olarak yaptık. O zahiri bedeni fark etmesi için bir Şems'e ihtiyacı vardır, bu da karşıt ve ikili yani dualite kavramını ortaya çıkarır. Yansımalarla ancak kendi zahiri bedenini fark edebilirsin. Yoksa zahiri yani görünen beden içinde olduğunu fark edecek bir akıl ve vicdan birliğini yansımalardan alabilirsin. Herkes birbirinin aynasıdır sözü buradan gelmektedir.
Elbette sorunuzda bahsettiğiniz Sufiler de kendilerini yetiştiren hocalarından etkilenmişler ve düşünce tarzlarını devam ettirmişler ya da kendi ruhlarından gelen kaynaktan da beslenmişlerdir. Yine de Hz. Mevlana ve Şems diyalogları gibi belirgin bir isim kaynaklarda belirtilmemiştir. Hacı Bektaş Veli ile ilgili araştırmalarım devam ediyor. Tüm bilgileri yeni hazırlanan kitapta, elimden geldiğince aktarmaya çalışacağım.
Ayrıca sormadan geçemeyeceğim sizlerde kitabı ele alırken AŞK ile yazmışsınız. Bu akışı nasıl yakalıyorsunuz? Nilüfer Hanımla ortak bakış açısıyla kitabı ortaya çıkarmışsınız, bu da güzel bir uyum gerektirir sanırım.
Ene'l Hak Gizli Öğretisi ve Bâtıni Mevlana kitapları ile ilgili çok fazla e-posta, mesaj ve telefon alıyorum. Yorumlar ve aktarımlar daha çok "Aşk ile yazılmış" ifadesinde birleşiyor. Elbette okuyucunun yorumu ve ifadeleri çok önemli. Okuyan ve bunu hisseden herkese tek tek gönülden teşekkürlerimi sunarım.
O akışı yakalamak ifadesinin açılımını sözcüklerle tarif etmek imkansız hatta kelimelere dökülse fazla bir mana ifade etmeyecektir. Çünkü kelimelerin yetersiz kaldığı bir açıklama olacaktır. Yine Hz. Mevlana'nın dediği gibi, Aşk içinde olmak ya da Aşk akışını yakalamak için şu sözü en uygun mana içerecektir.
  Aşk ilahi bir aynadır.  (Divân-ı Kebir c. IV, 1196)
Nilüfer Dinç hanımefendi ile müthiş bir uyum içinde olduğumuzu düşünüyorum. Çünkü bâtıni bir sufinin öğretisini ele almak, ne anlatmaya çalıştığını bâtıni yönünü yorumlayıp anlayışa uygun hale getirmek, çok büyük bir sorumluluk istiyor. Kaldı ki, tasavvuf edebiyatı, en zor anlaşılan olmuştur bugüne kadar. Bizim yapmaya çalıştığımız, uyum içerisinde, zor olarak nitelendirilenin, en uygun anlayışla yorumlayarak, fakat aslına da sadık kalarak bir kitap hazırlamaktı.
Kitabın “Akıl ve Bilgi” bölümünde bilginin gönle aksedilmesi, gönülde nurlandırılması gerektiğinden bahsetmiş Mevlana. Peki, bilgimizi gönülle nasıl nurlandırabiliriz?
Akıl rehberdir. Vicdan yani gönül de rehberdir. Akıl süzgecinden geçtiği kadar vicdan süzgecinden de geçen bilgi ancak idrak edilir. Sadece akıl ve sadece vicdan değil, her ikisinin de rehberliği çok önemli. Nefs burada bertaraf ediliyor. Nefs sadece bedensel ihtiyaçlar oranında "ölçülü" kalmalıdır. Oysa günümüz insanlığı tamamen "nefsaniyet" boyutunda hareket etmekte.
Akıl ve vicdan birliği, Tanrısal boyuta en yakın boyuttur. (Tanrı kelimesi Tengri kelimesinden gelmekte ve öz Türkçedir. Hristiyanlıkla bir bağlantı içermez.) İnsan prototipinin en önemli özelliğidir. Yaratımında, kendisine verilen ruh ve kudrettir.  Âlemlerin rabbine ulaşan tek yol vicdan yani gönüldür. Çünkü ayette der ki "yakınım"kudretle yoğurur, ruhundan üfler, aşağıların aşağısına atar. "Akrebu"dur, şah damarından yakındır. Sonra yine döndürür aslına. Kendinden kendine olan bu seyirde her daim diri ve uyanık, hatırlayan, açanlardan olalım diye. Ve Yaratıcı ile Kul arasına hiçbir şey girmez. İşte bu yüzden gönül, Âlemlerin yaratıcısına açılan bir yoldur. Akıl zaten en başta verilendir. Burnundan üflenen, bizim amacımız, işte o vicdan ışığını yakabilmek. Nasıl yakılır? Ancak akıl ile.
Akıl bir melekedir. En önemli cevherdir. En büyük hazinedir. Bizden üst boyutta olan tüm ilahi varlıklar da, insanın bu özelliğine kavuşması için vazifelilerdir. Yardımda bulunurlar. Aklın anahtarı ve gönül ışığını yakabilmeleri için. Her an her saniye yanımızdalar ve yardımlar.
Anahtar nedir?
Kapı var mıdır?
Kapı vardır. Ancak kapı önünde beklediğimiz değildir. Zaten kendimizizdir. Kapı da biz anahtar da biz… Kapı açılır ancak içten içe genişler. İçten dışa değil. Nokta büyümez ancak içsel olarak genişler ve kâinatı kapsar. Oysa zerre kadar nokta olarak zahirde yani görünende kalır. Oysa batında kâinat kadar geniştir. Tasavvuftur yani içsellik. İçe yolculuk.
İçe yolculukta en önemli rehber 'AKIL"dır.  Çünkü zaten ona sahibiz. Kullanmak ya da kullanmamak insanın elinde. Ama sahiptir.
Akıl melekesi rehberliğinde, içsel yolculukta edinilen tüm deneyimler "vicdan" yani gönül yolunu açar ve oradan tüm ilahi varlıklara ulaşır. Gönül ışığını yakanlar sıddk olanlardır. Çünkü kuranda "sadıklarla beraber olun" der. Sadık olun demez. Sadık olunmaz, sadıklarla beraber olunur. Sadık olunmaz çünkü nefsaniyet vardır. Ancak kontrollü ve ölçülü olmak zaten sadıklardan olma yolunda ilk adımlardır. Her görünenin görünmeyeni vardır. Biz şekille meşgulüz. Çanağın dışını yıkar dururuz. Oysa içi cerahatle dolu olan çanağın dışını binlerce kere yıkasan ne olur ki. İçe nüfuz etmeyen arındırılmayan hep "aynı" kalır. Değişmez.
İçi dışı bir etmezsen "İnsan" olamazsın. "Hayvansal dürtülerle" hareket eden bir canlı olunur.
Herkes bir bedene sahiptir ve kendini İlahlaştırıp Tanrılaştırmaktadır. Biz Tanrılaşmayı bırakıp önce "İNSAN" olma yani erdemli insan vasfını elde edebilmek için gelişmeli ve uyanmalıyız.
Bunun için de bilgi ile Aklımızı ve Vicdanımızı birleştirerek "Sevgi" ile, "Can"a, "Ruha" ulaşalım. İnsan Sevgi gerçekliğini tamamlaması gerekir ki ruha sahip olabilsin.
Kader dönüm noktalarından ve buradan yayılan enerjilerin kaderimizin seyir ettiğinden bahsetmişsiniz. Burada ki yayılan enerjiyi değiştirmemiş mümkün mü? Yoksa bu enerjiye boyun mu eğmeliyiz?
Doğum ve ölüm, tüm dünya insanlarının değişmeyen ortak kaderidir. Toplumsal olarak ortak paydası olan bir kelimedir kader. Herkesin anlayabileceği bir anlam içeriyor olması nedeniyle, kader kelimesi kullandık kitapta. Yoksa, kader, hayat plânı, doğmadan önce belirlenmiş hayat plânı, seçimlerin ortak alanı da diyebiliriz.
Tahayyül bile edemeyeceğimiz, geniş bir perspektifte yapılan seçimler, kapalı şuurla algılanması en zor nedenleri oluşturur. Ruhsal boyutta yapılan seçim, dünyasal boyutta kader olarak yorumlanır. Oysaki seçen de yaşayan da bizizdir. Açık şuurla yapılan seçimler, dünyada kapalı şuurla sanki ilahi bir Yaradanın istekleri doğrultusunda seçimleri yaşamak olarak algılanır.
  Kaderin ağlarını, ancak Aşk makası ile kesip, Sevgi kanatları ile aşabiliriz.  (KA’yıb)
Geleceğin kader dönüm noktalarının basıncı vardır, grizu patlaması gibi. Biriken enerjinin basıncıdır bu. O basıncı boşaltmanın birkaç yolu var, eskiler başımın gözümün sadakası diye eski eşyalarını hibe ederlerdi. Yine birtakım talihsiz olayları üst üste yaşadıklarında “bir uğursuzluk var, hayırlara vesile olsun” diyerek sadaka verirler, zekat verirler, birkaç çocuk sevindirirlerdi. Gelecek dönüm noktalarının basıncını boşaltmanın bir yolu da insanlara iyilik yapmaktır.
Bu dönüm noktalarının yarattığı basınç bize hisler, rüyalar, sezgiler ya da ufak uyarılar tarzında gelir. Her insan, inancına göre farklı algılamalar yaşar. Uyarılar yapılır dedik, evrenin bizimle konuşma dili olaylardır. Yaşadığımız olayları takip etmek, bizi uyanıklığa götürecek adımlardan sadece biridir.
Yine KA'yıb’dan bir söz paylaştınız. Bunu kitapta da bolca görüyoruz. Nedir bu “Ka'yıb”, kimdir?
Evet, KA'yıb kelime manası ile ilgili çok fazla paylaşımım oldu. Yeri geldikçe yazdığım kitaplara, bölümler arasına fazlasıyla yerleştirilmiştir. KA'yıb, benim kendi hislerim ve esinlenmelerim sonucunda ortaya çıkmaktadır. Ve bu paylaşımları bu kelime adı altında topladım. Manasını açıklamak gerekirse şöyledir:
Her birimiz çok önemli kayıplarız ve yalnızız, bu dünyada olduğu kadar bu evrende de yalnızız, çünkü yalnız olmayı seçiyoruz. Yön duygumuzu kaybetmişiz, ne yaptığımızın farkında değiliz. Karanlıkta el yordamıyla arayışlarımız kısır döngü içerisinde ve yavaş ilerlemekte. Karanlıktan ışığa açılacak yolu, dişimizle ve tırnağımızla bulmaya çalışıyoruz. Kayıbız çünkü ışığa giden yolda, yalnız olmayı seçtik. Etrafımızda yüzlerce insan varken bile bizler tek tek yalnız ve Kayıb varlıklarız.
Bütünlüğün içinde önemsiz bir insanız ama değerliyiz. Hayal edilemeyecek kadar geniş, büyük ve sonsuz evrende önemsiz bir dünya gezegeniyiz ama değerliyiz. Bütünün değerli bir parçasıyız. Ne kadar küçük, ne kadar önemsiz de olsa değerliyiz. Çok büyük bir bedenin bir hücresi, bir atomuyuz ama değerliyiz. Bir tanesinin eksikliği tüm bütünlüğü alt üst edecek kadar önemli ve değerli olan parçalarız.
Birliğin gücünü hissetmediğimiz sürece, KA’yıb olarak kalacağız. Belki de milyarlarca yıldan beri dünya üzerinde oluşması beklenen enerji alanı birlik enerji alanıydı. Birlik ve bütünlüğün enerji alanının yaratılması. Bu bir anahtardır ve evrende yalnız olmadığımız, KA’yıb olmadığımız gerçeğini bize gösterecek kapının açılması için gerekli anahtar budur. Bu anahtarı birlik ve bütünlük içerisinde oluşturabilir ve kapıyı açabiliriz. Bu da bir son değil, hatta ve hatta büyük bir başlangıcın basamaklarından olacaktır.
Kitapta özellikle Saba melikesi bölümü dikkatimi çekti. Burada İblis ve caydırıcı güçlerin çemberin dışında olduğundan ve çemberin yedili sisteminden bahsetmişsiniz. Burada da bir yedi görüyoruz. Bu çemberin yedili sistemi hangi katmanlardan oluşuyor ve çemberden bahsedebilir misiniz?
Çok teşekkür ederim soru için. Çünkü Saba Melikesi, Hz. Süleyman ve Hüdhüd Kuşu bölümünü uzun zaman önce yazmayı çok istedim. Hz. Mevlana'nın eserlerinde fazlasıyla yer almaktaydı. Ancak kitaba uygunluğu düşünüldü editör tarafından. Daha sonra konulmasına karar verdik.
Konik tarzda yedili sistemin en üstünde bulunan Âlemlerin Rabbi’nin yansıması olan, en alt bölümde bulunan çemberin çeperinde bulunur. Yedili sistemin en dış çeperidir. Piramidin tabanıdır. Hz. Süleyman ise, Âlemlerin Rabbi ile, gönül vasıtası ile irtibat kurabilen ve en dış çeperde bulunan Sebe Melikesi’ni çeperin içine yani çemberin içine dâhil edebilmiştir. Çünkü İblis ve caydırıcı güçler, bu çemberin çeperinin dışında bulunmaktadır. Sebe Melikesi de burada yer alıyordu. Çeperin içine çekildiğinde Yedili sisteme dâhil olmuştur. Bu yüzden özellikle Sebe Suresi’nde bahsedilmekte, Sebe Melikesi olarak adlandırılmaktadır. Mevlâna'nın bâtını yönünü ele alırsak, o ancak kendi cinsinden olanlardan Hz. Süleyman’dan üstüne basa basa bahsetmiştir.
Mevlana'nın eserlerinde anlatmaya çalıştığı nokta buydu. Kendi cinsinden olan Sebe, kendi cinsinden olmayanlara karışmıştı ve ancak arınarak yine kendi cinsinin yanına dönecekti. Bâtıni anlayışla yorumlanırsa "'Her şey aslına döner" ancak arınarak.
Tüm kudret damarlımızdaki akan kanda
Mansur şarabı isimli bölümde Divan-ı Kebirde geçen şu cümle bana tanıdık geldi; “Tüm kudret damarlımızdaki akan kanda…” Atatürk’ün de bu cümleyi kullandığını biliyoruz. Nedir bu damarlarımızdaki akan kanda bulunan kudretin sırrı?
Sevgi’nin dokunuşu vardır Yoktan-Varlıklarda. Varlıkların dokunuşu da, Yarattığı âlemlerde ve onun oğullarında. Oğulun sırrı babasının yaratılmasında. Oğulun sırrı babasının sırrında. Aşkla yaratılan babanın, oğlu aşkı arar, kadehi dolacak sanır da, kadehin kendi bedeni, Mansur şarabın da Babasının verdiği kan olduğunu bilemez. Tüm kudret damarlarımızdaki akan kanda. Çünkü, ilk yaratımda sevgi ile yoğrulmuştur Varlık alemi. İşte tüm kudret bahsedilen "asil" kandadır. Çünkü asalet, "sevgi ile yoğrulan" yaratımdadır.
Mansur mana itibari ile, ölmeden henüz yaşarken Tanrıya ulaşan, Tanrılaşan manasındadır. Gönülde yol bulup yaklaşabildiği kadar yakınlaşan ve ayakları yerde iken, başı ile âlemleri an zamanda dolaşan ve özündeki tüm bilgileri anda hatırlayan ve döndüğünde ise tüm kainat bilgisini tek bir cümleye sıkıştırılmış ve mana ile her anlayış düzeyine hitap eden kelamları sarf edenlerdir. Hak'kın görünür kâinattaki elçileri, eli, ayağı, ayn bakışındaki gözü olanlardır. Aktaranlardır. İlahi alışverişin kilidi ve anahtarı olanlardır. Hak'tan aldığını insana, insandan aldığını Hak'ka aktaranlardır. Onlar sadık olanlardır, onlar Aşk yolunda olan, Aşka ulaşan ve Aşkın sahibi olanlardır.
İleride yazmayı planladığınız veya şu an yazmayı düşündüğünüz bir eser var mı?
Şu an yazdığım Hacı Bektaş Veli'nin Bâtıni Yönü adlı kitaptır. Bitme aşamasındadır, sanırım çok yakında piyasaya çıkacaktır.
Can olmasa, kâinat bir cesettir
Yeni kitabınızı merakla bekliyoruz. Bektaşiliğin sırları gerçekten de çok az konuşuldu ve aktarıldı. Son olarak eklemek istedikleriniz var mı?
Son olarak, sizin vasıtanızla aktarmak istediğim, eminim diğer yazar arkadaşım Nilüfer Dinç hanımefendinin de dileği budur, bir paragraf mesaj olacak. Bâtıni Mevlana kitabının sonuç bölümünde bir paragraf var. Onu buradan iletmek istedim:
Hz. Mevlana, bâtıni bir sufiydi ve tüm eserlerinde, sözlerinde insanın değerini olabildiğince aktarmış ve "İnsan şekli, arştan da üstündür, düşünceye de sığmaz" demiştir Mesnevi'sinde. (c. VI, 1005) Can olmasa, kâinat bir cesettir, can ise her zerrededir. Her zerre can taşır. Liyakati olan kendi hücrelerinden o canı açığa çıkarır. Yok sayan, caydırıcı etkilerle, dünya çarkında dönüp durur da, ta ki hatırlayana kadar. Yüzünü maddeye dönen maddeye âşıktır, yüzünü Rabb’e dönen ilahi Aşkla dopdolu olur ve nereye baksa Rabb’in yüzünü görür her zerrede ve tüm yansımalarda kendini bulur.
Yine son olarak KA'yıb'tan bir alıntı ile bitirelim cümlemizi:
  İnsan, öyle yüce bir yaratılmışlıktır ki, bu bedenimize, yaşadıklarımıza ve diğerleri diye ayırarak, hayıflanamayacak ve kıyaslanamayacak kadar tahayyül ötesidir.  (KA'yıb)
Çok teşekkür ederim, çok güzel sorular hazırlamışsınız. İndigo Dergisi'nde emeği geçen herkese ve tüm okuyanlara saygılarımı sunarım. Başarılarınız daim olsun.
Biz teşekkür ederiz bilgileriniz için. Her kelimeniz manevi âlemden akan ilhamla dolu adeta. Paylaşımlarınız ve bu güzel aydınlatıcı eserleriniz için ruhunuza sağlık.

CUMHURİYET YALANLARI




CUMHURİYET YALANLARI

İkinci Dünya Savaşı: Reich

İkinci Dünya Savaşı: Reich

Almanlar, iki dünya savaşında da tüm dünyaya tek başına kafa tutan bir ulus. Dolayısıyla dünya savaşları tarihini daha iyi yorumlamak amacıyla bu milletin tarihine biraz göz attığımızda Avrupa ve dünya siyasetinde söz sahibi oldukları üç büyük monarşinin varlığından haberdar oluruz; Birinci Reich, İkinci Reich ve Üçüncü Reich. Bu sebeple İkinci Dünya Savaşı’yla alakalı yazılarımıza başlamadan önce Birinci ve İkinci Reich’ın ve bu iki devletin tarihleriyle ilgisi olan diğer Alman devletleri ve birlikleri olan Avusturya İmparatorluğu’nun, Prusya Krallığı’nın, kurulan konfederasyonların ve Weimar Cumhuriyeti’nin tarihine dair kısa bir özet geçme gereksinimi hissettik.
Birinci Reich, Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu ya da başka bir deyişle Alman Halkının Kutsal İmparatorluğu, 962 yılından 1806’ya kadar Orta Avrupa’da 844 yıl boyunca hüküm sürmüş ilk Alman monarşisidir. Alman Krallığı temelinde gözükse de aslında Alman devlet ve devletçikleri bütünüdür. Yani kısaca özetlemek gerekirse ülke toprakları tek bir hanedanın malı değil, beş tane hanedanın ortak mülküydü; Habsburg Hanedanı, Hohenzollern Hanedanı, Wettin Hanedanı, Wittelsbach Hanedanı ve Oldenburg Hanedanı. Kutsal Roma-Cermen İmparatoru ise sadece Habsburg Hanedanı’na mensup taht varisleri arasından seçiliyordu.
Birinci Reich’ın kurulma hikâyesi Birinci Otto’nun (Büyük) Saksonya Dükü, Alman Kralı ve İtalya Kralı ünvanlarına sahip olduktan sonra 2 Ocak 962’de imparatorluk tacı takarak Kutsal Roma-Cermen İmparatoru olmasıyla başlar. Devlet, Kutsal Roma İmparatoru Birinci Şarlman zamanında en parlak dönemini yaşar. Yıkılış hikâyesi ise 18 Mayıs 1804’te Napolêon Bonaparte’ın Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu’nun Avrupa’daki geleneksel monarşik üstünlüğüne son verip kendini Fransa İmparatoru ilan etmesiyle birlikte son Kutsal Roma-Cermen İmparatoru İkinci Franz’ın 6 Ağustos 1806 tarihinde siyasî prensiplere uygun bir biçimde sanından vazgeçip imparatorluğu feshetmesiyle biter.
İkinci Franz 11 Ağustos 1804’te Kutsal Roma-Cermen İmparatoru iken eş zamanda Habsburg Hanedanı’nın egemen olduğu topraklarda Avusturya İmparatorluğu’nu kurup Avusturya İmparatoru olunca Doppelkaiser unvanını aldı, kelime anlamı ‘Çift İmparator’ olan Doppelkaiser unvanını tarihte kullanan ilk ve tek kişi olmuştur. Sonra da kızı Düşes Maire Louise’yi isteksiz bir biçimde 10 Mart 1810 tarihinde İmparator Napolêon Bonaparte ile evlendirerek Fransız Birinci İmparatorluk ile zoraki bir ittifak kurdu, bu onun siyasî kariyerinin en büyük yenilgilerinden birisiydi.
Coğrafyadaki başka bir güçlü ve organize Alman devleti olan Prusya Krallığı ise 1701 yılında Kutsal Roma-Cermen İmparatoru ve Lehistan-Litvanya Birliği’nin kralının birlikte aldığı ortak bir kararla Hohenzollern Hanedanı’na mensup olan Brandenburg Elektörü Üçüncü Frederick’e Prusya-Brandenburg Bölgesi’ni bağımsız olarak yönetmesine yetki vermesiyle kurulmuştur. Dolayısıyla Brandenburg Elektörü Üçüncü Frederick, Prusya Kralı Birinci Frederick olmuştur. Kısa bir sürede her alanda güçlenen Prusya Krallığı, Avusturya İmparatorluğu ile sürekli rekabette bulunmuş ve bu rekabetin sonucu olan Silezya Savaşları’nı da kazanmasıyla Doğu Avrupa ve Alman coğrafyasının en güçlü devletlerinden biri olmuş ancak İmparator Napolêon Bonaparte’ın işgalinden kurtulamamış ve Fransız Birinci İmparatorluk ile zoraki bir ittifak kurulmuştu.
İmparator Napolêon Bonaparte, Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu’nun dağılmasıyla siyasî olarak parçalanmış Alman coğrafyasını işgal etti ve 1806 tarihinde Avusturya İmparatorluğu ve Prusya Krallığı haricinde bütün Alman devlet ve devletçiklerini kâğıt üstünde birleştiren Ren Konfederasyonu’nu kurup başına geçti. İmparator Napolêon Bonaparte’ın bu konfederasyonu kurmasındaki en büyük amaç ise bu bölgeyi Fransız toprakları lehine tampon  bölge olarak kullanmaktı. Konfederasyon, 1813 yılında İmparator Napolêon Bonaparte’ın Orta Avrupa’daki hegemonyasını kaybetmesinin ardından dağıldı. Avusturya İmparatoru İkinci Franz, İmparator Napolêon Bonaparte’ın ayağının kaymasının sonucunda oluşan fırsatı iyi değerlendirerek Fransa Birinci İmparatorluk’un yenilmesinde büyük rol oynadı ve Avrupa diplomasisinde ülkesini daha üst sırala taşıdı. Avusturya İmparatoru İkinci Franz’ın izlediği bu akıllı siyasetin aynısını dönemin Prusya kralı da uygulayacak ve o da ülkesinin prestijini arttıracaktı.
İmparator Napolêon Bonaparte’ın koalisyon güçlerine (Rusya İmparatorluğu, Prusya Krallığı, Avusturya İmparatorluğu, Britanya İmparatorluğu, İsveç Krallığı, İspanya Krallığı, Portekiz Krallığı) yenilmesiyle birlikte Orta Avrupa’da büyük bir otorite boşluğu yaşandı. Bu boşluğu doldurmak amacıyla koalisyon güçleri tarafından toplanan 1815 Viyana Kongresi’nde alınan bir kararla bütün Alman devlet ve devletçiklerini kâğıt üstünde birleştiren Alman Konfederasyonu kuruldu. Alman Konfederasyonu’nun başına ise Avusturya İmparatoru İkinci Franz getirildi. 1815 Viyana Kongresi’nde imza atan otuz dokuz tane Alman devleti ve devletçiği bulunuyordu:
1. Avusturya İmparatorluğu,
2. Prusya Krallığı,
3. Bavyera Krallığı,
4. Saksonya Krallığı,
5. Hannover Krallığı,
6. Württemberg Krallığı,
7. Hessen Elektörlüğü,
8. Baden Büyük Dükalığı,
9. Hessen Büyük Dükalığı,
10. Holstein Büyük Dükalığı,
11. Lüksemburg Büyük Dükalığı,
12. Mecklenburg-Schwerin Büyük Dükalığı,
13. Mecklenburg-Strelitz Büyük Dükalığı,
14. Braunschweig Dükalığı,
15. Saksonya Weimar Dükalığı,
16. Saksonya Gotha Dükalığı,
17. Saksonya Coburg Dükalığı,
18. Saksonya Meiningen Dükalığı,
19. Saksonya Hildburghausen Dükalığı,
20. Nassau Dükalığı,
21. Holstein-Oldenburg Dükalığı,
22. Anhalt-Dessau Dükalığı,
23. Anhalt-Bernbug Dükalığı,
24. Anhalt-Kothen Dükalığı,
25. Hohenzollern-Hechingen Dükalığı,
26. Hohenzollern-Sigmaringen Dükalığı,
27. Schwarzburg-Sondershausen Prensliği,
28. Schwarzburg-Rudolstadt Prensliği,
29. Waldeck Prensliği,
30. Lihtenştayn Prensliği,
31. Reuss Genç Kolu Prensliği,
32. Reuss Yaşlı Kolu Prensliği,
33. Schaumburg-Lippe Prensliği,
34. Lippe-Detmond Prensliği,
35. Hessen-Homburg Dükalığı (Sonra katıldı),
36. Lübeck Şehri (Sonra katıldı),
37. Frankfurt Şehri (Sonra katıldı),
38. Bremen Şehri (Sonra katıldı),
39. Hamburg Şehri (Sonra katıldı).
Alman Konfederasyonu 1848 yılında Alman milliyetçi ihtilâlcilerinin birleşik bir Alman devleti kurmaya çabalamaya başlamasıyla beraber oluşan olumsuz görüş ayrılıklarının ortaya çıkardığı neticeler yüzünden dağıldı. Alman devlet ve devletçiklerinin aldığı ortak bir kararla 1850 yılında tekrar kurulan Alman Konfederasyonu, konfederasyon içindeki en büyük iki güç olan Avusturya İmparatorluğu ve Prusya Krallığı’nın Alman devlet ve devletçiklerinin lideri olma konusundaki rekabetlerinin sonucunda 1866 Savaşı patlak verdi. Savaşın kazananı Prusya Krallığı olunca konfederasyon tekrar dağıldı. Alman Konfederasyonu’nun dağılmasının ardından Prusya Krallığı önderliğinde 1867 tarihinde Main Nehri’nin kuzeyinde kalan Alman devlet ve devletçiklerinden oluşan Kuzey Almanya Konfederasyonu kuruldu. Avusturya İmparatorluğu ve Main Nehri’nin güneyinde yer alan, Avusturya İmparatorluğu yandaşlığı yapan birkaç Alman devlet ve devletçiği bu konfederasyona dâhil edilmedi.
İşte bu konfederasyon yılları sırasında Lauenburg Dükü olan Otto von Bismarck adlı Alman bürokrat tarih sahnesine yavaş yavaş çıkmaya başladı. Alman tarihinin on dokuzuncu yüzyılına damgasını vuran Otto von Bismarck 22 Eylül 1862’de Prusya Kralı Birinci Wilhelm’in kendisini Prusya Krallığı Şansölyesi (Alman başbakanlarına verilen unvan) olarak atamasıyla göreve başladı. Meclisteki ilk konuşmasında Alman ulusunun tek bayrak altında toplanmasını ve oluşan büyük sorunların çözülmesini sağlayacak olan tek çözüm yolunun ‘kan ve kılıç’ politikası olduğunu söyledi ve kendisine Demir Şansölye unvanı verildi. Prusya Krallığı ve Fransız İkinci İmparatorluk arasında yaşanan 1870 savaşında Prusya Krallığı zengin maden rezervlerine sahip Alsas-Loren Bölgesi’ni ilhâk etti ve ekonomik ve askerî olarak büyük bir zafer elde etti. Prusya Krallığı Şansölyeliliği zamanında insanüstü bir siyasetçilik yapan Demir Şansölye Otto von Bismarck tüm bu olumlu gelişmelerin ardından 18 Ocak 1871’de artık siyasî olarak iyice verimsizleşmeye başlayan Kuzey Almanya Konfederasyonu’nun prenslerini, düklerini ve krallarını Fransa İkinci İmparatorluk’un başkenti olan Paris Şehri’nin Batı Banliyösü’nde bulunan Versailles Sarayı’nda bir araya getirterek Prusya Kralı Birinci Wilhelm’e imparator tacı taktı ve nihayetinde yirmi beş Alman devlet ve devletçiğinin birleşmesiyle Prusya Krallığı ve Hohenzollern Hanedanı temelli Alman İmparatorluğu kuruldu. Tüm bu gelişmelerin ardından Demir Şansölye Otto von Bismarck’a bu çabalarından ve başarılarından dolayı kendisine gönül rahatlığıyla Almanların ‘Mete Hanı’ denilebilir.
Alman tarihine İkinci Reich olarak geçen Alman İmparatorluğu sanayileşme ve sömürgeleştirme politikalarını izleyerek çok kısa zamanda çok güçlü bir devlet oldu. Demir Şansölye Otto von Bismarck’ın ‘kan ve kılıç’ siyaseti işe yarıyordu, İkinci Reich çok başarılı ekonomi politikaları sayesinde yaklaşık iki yüz yıllık sömürge devletleri olan Britanya İmparatorluğu’na ve Fransız devletlerine (Birinci Cumhuriyet, Birinci İmparatorluk, İkinci Cumhuriyet, İkinci İmparatorluk, Üçüncü Cumhuriyet) birkaç yılda yetişmeyi başarmıştı. Ancak Demir Şansölye Otto von Bismarck’ın Anti-Sosyalist politikaları ve 21 Ekim 1878’de çıkarttığı Anti-Sosyalist Yasası’nın çok tepki çekmesi yüzünden meclisteki muhaliflerinin sayısı ve güçleri artmaya başladı. Bu sebeple İkinci Reich’ın Kayzeri İkinci Wilhelm’e meclisi askerî bir darbeyle düşürmesini ve parlamenter sisteme geçilmesini tavsiye etti ve bu konuda baskı yaptı. Kayzer İkinci Wilhelm, Demir Şansölye Otto von Bismarck’ın teklifini reddetti, ayrıca onun kurmuş olduğu tüm kabinenin istifaya zorlanmasını ve mevcut hükümetin feshedilmesini emretti. Tüm desteğini yitiren Demir Şansölye Otto von Bismarck görevinden 20 Mart 1890 tarihinde ayrılarak İkinci Reich’a bağlı olan Schleswig-Holstein Eyaleti’nin Herzogtum Lauenburg Şehri’nde yer alan Friedrichsruh Kırsalı’ndaki malikânesine çekildi ve 30 Temmuz 1898 yılında ölene kadar orada ikamet etti.
Dünya üzerinde yaşanan sömürgecilik yarışına yeni başlamasına rağmen İkinci Reich, Afrika Kıt’ası’ndaki hâlâ bağımsız topraklar olan Namibya bölgesini himaye altına alarak Alman Güneybatı Afrika Kolonisi’ni, Kamerun, Togo ve Tanzanya bölgelerini himaye altına alarak da Alman Doğu Afrika Kolonisi’ni kurdu. İkinci Reich’ın hızla güçlenmesinden rahatsızlık duyan Britanya İmparatorluğu ve Fransız Üçüncü Cumhuriyet İkinci Reich’a karşı siper almaya başlamışlardı. Tüm bu yaşanan siyasî ve ekonomik gelişmelerin ardından devletler arası çıkarlara dayanan uluslararası bloklaşmalar oluşmaya başladı; İtilaf Bloğu ve İttifak Bloğu.
İtilaf Bloğu 
• Britanya İmparatorluğu
• Fransız Üçüncü Cumhuriyet
• Rusya İmparatorluğu (1914-1917)
• İtalya Krallığı (1915-1918)
• Amerika Bileşik Devletleri (1917-1918)
• Romanya Krallığı (1916-1918)
• Japon İmparatorluğu
• Sırbistan Krallığı
• Belçika Krallığı
• Yunanistan Krallığı (1917-1918)
• Portekiz Cumhuriyeti (1916-1918)
• Karadağ Krallığı (1914-1916)
İttifak Bloğu 
• İkinci Reich
• Avusturya-Macaristan İmparatorluğu
• Osmanlı İmparatorluğu
• Bulgaristan Krallığı (1915-1918)
Tüm bu bloklar birbirleriyle savaşmak için bahane arıyor gibiydiler ve o bahane, 28 Haziran 1914’te Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliâhttı Arşidük Franz Ferdinand ve eşi Düşes Sophie Ferdinand’ın Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Bosna-Hersek Eyaleti’nin başkenti olan Saraybosna Şehri’ni ziyareti esnasında Gavrilo Princip adlı bir Sırp milliyetçisi tarafında suikastla öldürülmesiyle bulunmuş oldu. Ardından Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Sırbistan Krallığı’na 28 Temmuz 1914’te savaş ilan etmesiyle önce Avrupa Kıt’ası’na sonra tüm dünyaya yayılan Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Ama İttifak Bloğu ülkeleri olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun, Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Bulgaristan Krallığı’nın yeterince verimli olamamaları ve İkinci Reich’tan sürekli yardım talebinde bulunmaları yüzünden Birinci Dünya Savaşı’nın yükü olduğunca İkinci Reich’ın sırtına binmişti. Üstüne üstün Hem Fransız-Britanyalı-Belçikalı ordularıyla Batı Cephesi’nde hem de Rus-Sırp-Rumen ordularıyla Doğu Cephesi’nde eş zamanlı olarak savaşıyordu. Tüm generallerin ‘en kötü durum senaryosu’ olarak betimlediği iki cephede savaşa İkinci Reich üç yıl boyunca başarıyla dayanmış hatta topraklarını bile genişletmeyi başarmıştı. Rusya İmparatorluğu’nun Bolşevik İhtilâli’yle yıkılmasının ardından dolaylı olarak savaştan çekilmesi ise İkinci Reich’ı her ne kadar rahatlatsa da Amerika Birleşik Devletleri’nin savaşa İtilaf Bloğu dâhilinde katılması, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun, Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Bulgaristan Krallığı’nın kendi cephelerinde sürekli yenilgi almaları ve yıkımın eşiğine gelmeleri durumu daha da kötüye götürüyordu. Giderek çoğalan çatışmaların ardından İkinci Reich savaşın boyunca aldığı tüm toprakları kaybetti ve dört yıl önceki sınırlarına döndü.
İttifak Bloğu’nun toplam sivil ve askerî personel kaybının %70’ini oluşturan yaklaşık on milyon sivil ve askerî personel kayıp veren İkinci Reich ülkede oluşan siyasî iktidarsızlığın bir sonucu olarak hiç beklenmedik bir şekilde 1918 yılında teslim oldu ve Demir Şansölye Otto von Bismarck’ın bin bir çabayla kurduğu imparatorluk parçalandı. Yaşanan Kasım Devrimi’nin ardından Alman bürokrat Phillipp Scheidemann Weimar Cumhuriyeti’ni kurulduğu ilan etti. 28 Haziran 1919 tarihinde İkinci Reich’ın resmî olarak kurulduğu şato olan Versailles Sarayı’nda çok ağır şartlar içeren Versailles Antlaşması imzalandı, antlaşmanın başlıca maddeleri:
• Weimar Cumhuriyeti Alsas-Loren Bölgesi’ni ve Saar Bölgesi’ni Fransız Üçüncü Cumhuriyeti’ne teslim edecek.
• Weimar Cumhuriyeti Eupen İlçesi’ni, Malmedy Şehri’ni ve Monschau Bölgesi’ni Belçika Krallığı’na teslim edecek.
• Weimar Cumhuriyeti Memel Bölgesi’ni yeni kurulan Litvanya Cumhuriyeti’ne teslim edecek.
• Weimar Cumhuriyeti Yukarı Silezya Bölgesi’nin ve Batı Prusya Bölgesi’nin büyük bir bölümü yeni kurulan Leh İkinci Cumhuriyeti’ne teslim edecek.
• Weimar Cumhuriyeti, Yukarı Silezya Bölgesi’nin bir bölümünü yeni kurulan Çekoslovakya Cumhuriyeti’ne teslim edecek.
• Weimar Cumhuriyeti Danzig Şehri’nin serbest şehir olunması kabul edecek ve Milletler Cemiyeti himayesine teslim edecek
• Weimar Cumhuriyeti, Ren Nehri kıyılarındaki ve Halgoland Bölgesi’ndeki mevcut Alman askerî tahkimatları kaldıracak.
• Weimar Cumhuriyeti Apenrade İlçesi’ni, Sonderburg İlçesi’ni, Hadersleben İlçesi’ni ve Kuzey Schleswig Bölgesi Danimarka Krallığı’na teslim edecek.
• Weimar Cumhuriyeti, İkinci Reich’ın Çin Cumhuriyeti’ndeki tüm haklarını ve Pasifik Okyanusu’ndaki tüm adalarını Japon İmparatorluğu’na teslim edecek.
• Weimar Cumhuriyeti, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla yeni kurulan Avusturya Cumhuriyeti ile birleşmemeyi taahhüt edecek.
• Weimar Cumhuriyeti, zorunlu askerlik politikası uygulamayacak ve formalite gereği tekrar kurulacak olan kara ordusunun da askerî personel sayısının yüz bini geçmeyeceği şartı konulacak.
• Weimar Cumhuriyeti, denizaltı ve uçak üretmeyecek.
• Weimar Cumhuriyeti, sınırlarındaki mevcut askerî gemilerinin hepsi İtilaf Devletleri’ne teslim edilecek.
• Weimar Cumhuriyeti, ekonomik gücünün çok üstünde bir meblâğı tazminat ücreti olarak vermeyi kabul edecek.
Alman topraklarına demokrasi yerleştirmek için yapılan bu ilk girişim, Versailles Antlaşması’nın gölgesinde, sivil anlaşmazlıklarının pençesinde ve yoğun ekonomik krizlerin ortasında çok yanlış bir zamanda denk geldi. Liberal ve demokrat bir politika işleyen Weimar hükûmeti ülke içindeki gücünü yavaş yavaş kaybediyordu. Bu huzursuz demokrasinin devam ettiği sırada kurulan onlarca radikal görüşe sahip partinin muhalefet gücü halk iradesinde giderek artıyordu. Karşıt siyasî görüşlü siviller her gün birbirini öldürüyordu, hükûmet ve polis bu kargaşanın önüne bir türlü geçemiyordu, yetkisi neredeyse yok edilmiş olan Alman ordusu ise olup bitenleri öylece izlemekten başka bir şey yapamıyordu. İstikrarsız ve önü kapalı bir şekilde yaşamaya devam eden Weimar Cumhuriyeti’nin sonu yakındı.
Yararlanılan Kaynaklar:
Detlef Berghorn, Essential Visual History Of The World, Peter Delius Verlag, Berlin, 2007.
Markus Hattstein, Essential Visual History Of The World, Peter Delius Verlag, Berlin, 2007.
Jonathan Steinberg, Bismarck, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2013.
Niall Ferguson, Hazin Savaş 1914-1918, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2015.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...