Mutlu Değilseniz Mutlaka Okuyun..
Dışarıda lapa lapa kar yağıyordu. O gün ender yaşanan bir gündü. Okulumuz Kız Meslek Lisesi çocuk bahçesiyle yan yana idi. Yağan karın ağaçların üzerine öyle müthiş bir inişi vardı ki, bir anda yeşil çam ağaçlarına beyaz gelinlikler giydirmişti.
Öğretmenimiz çok romantik, çok kibar, kelimenin tam manası ile nazik bir beydi. Edebiyat dersine uygun bir hocaydı. Keşke bütün edebiyat hocaları öyle romantik ve duygulu olsaydılar.
Asla öğrenciyi notla sıkmaz, âdeta öğrenciye notlar dağıtırdı. Kendini öğrenciye o kadar sevdirmişti ki hemen hemen bütün okul onu çok seviyordu. Düşüncelerini öyle güzel anlatır, insanı o kadar güzel ikna ederdi. Daha sonra o hayran olduğumuz öğretmenin iyi bir sosyalist olduğunu öğrendiğimde, bir yönünü çok takdir etmiştim.
Öyle veya böyle o da kendince bir şeyleri tebliğ ediyordu ve önce insanları kendine bağlıyordu. Keşke bütün tebliğ eden insanlar böyle olabilselerdi.
Böyle karın yağdığı bir günde o hocamızın dersindeydik. Birden bize “Çocuklar dersi bırakın arkanıza yaslanın ve şu karın yağışını seyredin ne kadar güzel yağıyor değil mi?” demişti. Bu hareketi bile onu diğer öğretmenlerden farklı kılıyordu.
Onun olduğu bir Dil Bilgisi dersinde bir defasında “mutluluk” fiilini çektiriyordu. Derse ara verdi, “Çocuklar arkanıza yaslanın, hiçbir şey düşünmeyin, gözlerinizi bir müddet kapaün ve mutlu olmaya bakın” demiş, “yaşamak kadar güzel hiçbir şey yok. Şartlar ne olursa olsun mutlu olmayı başarın, asla mutsuzluğa yenilmeyin” diye eklemişti.
Ben de sevgili okuyucularıma diyorum ki, şu an hangi şartlarda bu yazıyı okuyorsanız, lütfen arkanıza yaslanın, gözlerinizi bir müddet kapatın. Ruh dünyanızda mutlu musunuz, değil misiniz? Veya sizi neler mutlu ediyor, neler mutsuz ediyor onu düşünün, daha sonra bu satırları okumaya devam edin.
En son ne zaman, neler için mutsuz olduğunuzu düşündünüz mü? Bazen basit bir şeyden hemen mutsuz oluyoruz. Bitti derken, zaman içinde o mutsuz olduğumuz şeyler için gülüp, “şimdiki aklım olsaydı hiç üzülür müydüm?” diyoruz.
Aslında hepimiz üzülmeye değmeyecek şeylere günlerce üzülüp, şu güzel hayatı zehir ediyoruz. Oysa bir gün üzülmeye değmeyen şeyler için ne kadar üzüldüğümüzü kabir kapısına geldiğimizde fark edecek, ne kadar basit şeyler için üzüldüğümüzü düşüneceğiz. O zaman pişman olmaya vaktimiz olacak mı dersiniz?
Geçen gün bir şeye o kadar üzüldüm ki, hayat bitti zannettim. Esim, “O kadar üzülme, zaman en güzel ilaçtır. Zaman içinde unutursun” dese de ben, “imkânsız, bunu unutamam” demiş, günlerce hayatı kendime zehir etmiştim. Hakikaten, zaman acılara ne kadar güzel ilâçmış.
Şimdi günlerce neden o kadar üzüldüğüme üzülüyorum. Hayatın hiçbir şey için aşırı üzülmeye değmeyeceğine inanıyor; ömür dakikalarının çok kıymetli olduğunu, yaşanan dakikaların asla bir daha gelmeyeceğini anlıyorum. O kıymetli dakikaları ne kadar hor kullandığımıza doğrusu üzülüyorum.
Siz bu satırları okurken mutlu musunuz, değil misiniz bilemiyorum. Mutsuzsanız niçin mutsuz olduğunuzu düşünün. Bu sabah eşinizle kavga mı ettiniz? Olsun, akşam bir tebessüm, oldu bitti bile. Eğer “akşamı bekleyemem, birbirimizi çok kırdık” diyorsanız, o halde bir telefon açın, bir iki tatlı söz, bir özür, mutluluk tamamdır.
“Eşimle meselem yok, mesele çocuklarımla” diyorsanız, onların evin acı tatlı meyveleri olduğunu unutmayın. Limon ekşidir ama kışın hiç evden eksik eder miyiz?
Biber de acıdır, kimini ağlatır, kiminin yüzünü ekşitir. Ama ne limonu, ne de biberi mutfağımızdan eksik eder miyiz? Onlar bizim “olmazsa olmazlarımız” değil mi? Tıpkı çocuklar gibi.
Ne yapalım, çocuklarımız her şeyleriyle bizim evlâtlarımız, onları öyle kabul edeceğiz. Atamayız ya?
Bir de çocukları olmayanları düşünelim. Kucak dolusu verilen paralar, doktor kapılarında geçen zamanlar, oldu mu olacak mı sıkıntısı ile beklemeler… Sonunda bir de “imkânsız, sizin çocuğunuz olmaz” sözleri. Düşünün böyle insanlar da olabilirdiniz, olmadınız. Şanslısınız, en azından çocuğunuz var. Mutlu olmak için ne kadar güzel bir neden değil mi?
Maddî sıkıntı çekiyorsanız, inanın onun için mutsuz olmaya hiç değmez. Çünkü bizi yaratan O olduğu gibi bize rızkı veren de mutlaka O’dur. Yarattığı hiçbir kulunu asla aç bırakmaz ve açlıktan öldürmez.
Aslında her kulun rızkı ayağına kadar gelmesine geliyor da, biz lüks istiyoruz. Unutmayın israf haramdır. Haram olan bir şeyi yapamıyoruz diye hiç insan üzülür mü? Öyle ya Allah “Ben malı istediğime, ilmi ise isteyene veririm” diyor. Rızk O’nun değil mi? Vermez vermez, onun için üzülmeye, mutsuz olmaya hakkımız var mı?
“Bunların hiç biri benim sıkıntım değil, ben hastayım” diyorsanız, veya bir sakatlığınız varsa o da kolay. Hiçbir dert dermansız değil ki. Hastalıklar bir ihtar, bir iltifat değil mi? Yaratıcı tarafından ihtar edilmek, taltif edilmek hoş değil mi? Nasıl ki olgunlaşmış ağacı silkelersin, meyveler üzerinden dökülür, tıpkı bunun gibi sıtma ile titremekle bütün günahlar dökülüyormuş. İnsanın “ne güzel, günahlarım dökülüyor” diye sevineceği hastalığına, üzülmek olur mu?
Bir elin mi yok, iki eli olmayan ne yapıyor? Tek gözün mü yok? İki gözü olmayanı düşün. Bir ayağın mı tutmuyor? İki ayağı da tutmayan ne yapsın? Demek ki mutlu olmak için, bize verilen nimetler açısından yukarıya değil, her zaman aşağıya bakacağız ki mutlu olalım.
Çünkü her zaman yukarının da yukarısı var.
Rahmetli annem on yıl çektiği hastalığı için her zaman Allah’a şükrederdi. “Bana bu hediyeyi verdin, Senden geldi, nasıl şikâyet ederim?” derdi. Her zaman şunu söylerdi: “Allah’ım toprak altında değil, mertek altındayım”.
İşte böyle diyebilsek, hayata bakışımız böyle olsa, olayların altında kalmaz, üzerine çıkarız. Bunun için, imanı elde eden adamın yanında
küre-i arz bomba olsa patlasa, o adamı korkutamaz. Bilir ki onu patlatan biri var.
Eğer “Allah’a şükür hiçbir derdim yok, fakat nedendir bilinmez içimde bir sıkıntı var, beni mutlu etmiyor.” diyorsanız ki çoğu insan bunu söylüyor.
İşte burada bana anlatılan, çok hoşuma giden bir olayı sizlerle paylaşmak istiyorum:
Bir gün arkadaşın beyi işten eve dönerken, tam apartmanın kapısında çöpleri karıştıran bir çingene bayanla karşılaşır. Durup bir müddet bu hanımı seyreder. Neyini mi seyreder dersiniz? Bu çingene saçlarına kırmızı güller takmış, ağzında sakızı bir şarkı söylüyor.
Hayatından o kadar memnun ki…
Bey kendi kendine der ki “Vay be! Şu kadın evine gittiği zaman, elini yıkayacak bir lavabosu bile yok. Ama hayatından ne kadar memnun. Ona sorsanız onun kadar mutlu bir kadın yok”.
“Şimdi ben eve gideceğim, daha kapıdan içeri girer girmez, hanım başlayacak olumsuzlukları sayıp dökmeye” der.
Hakikaten evin kapısını çalar, hanım kapıyı açar. Başlar sayıp dökmeye. Bey hemen hanımın elinden tutar ve camın önüne getirir. “Bak hanım, şu çöpleri karıştıran kadını görüyor musun? Ne kadar mutlu olduğunu ve evine gittiği zaman, elini yıkayacak bir lavabosunun bile olmadığını düşündün mü? Bu kadar nimetler içinde imtihan olunuyorsun, şükür yok, sabır yok. Vallahi ahirette bunun hesabını sana sorarlar!” demiş.
Hanım diyor ki, “Mantıklı düşündüm vallahi ne kadar haklı. Ne zaman bir olumsuz şey konuşacak olsam, aklıma o çöpleri karıştıran, saçındaki gül, ağzındaki sakızı ve şarkısıyla o çingene hanım gelir”.
Zaman zaman içimizde olan sıkılmalar, yapmadığımız ibadetlerin yerine geçiyor. Biz o ibadetleri yapmadığımız için, Allah bize ruh sıkıntısı vererek onları affediyor. Nedensiz sıkıntılar yaşıyorsak eğer, ibadetlerimize dikkat edelim. Mehmet Kırkıncı Hocamın bir hatırasını burada yeri gelmişken anlatmak istiyorum:
Hocamız bir gün bir camide vaaz ederken Allah’ın Adaletinden bahsetmiş. Sohbet bitmiş, çıkarken bir ayağı topal olan bir zat “Hocam biraz durur musun?” demiş.
Hocamız ise “buyur ne var?” demiş. Adam “Hocam Allah’ın adaletinden bahsettiniz iyi hoş da, Allah’ın adaleti olsaydı beni topal yaratmazdı.” der.
Hocamız o zaman “Kardeşim sen ruhlar âleminde Allah ile insan olacağına dair, sağlıklı olacağına dair bir anlaşma yaptın da, sonradan Allah sözünden vaaz mı geçti? Kedi olabilirdin, köpek olabilirdin. Bunların hiçi biri olmadın, seni insan olarak yarattı. Yeterli değil mi?” demiş.
Bunun gibi hayatta neler için mutsuz olduğumuzu düşünelim. Sonra hiçbir şey için kaşların çatılmaya, suratların asılmaya değmeyeceğini idrak edelim.
Moralsiz olduğum bir günde, bir yerde bir dinleyicimle karşılaşmıştım da bana “Sizin gibi moral dağıtan insanlara moralsizlik yakışmıyor” demişti.
Tıpkı bunu gibi, insan olarak yaratılan, ahsen-i takvim olan insana da mutsuzluk yakışmıyor. O halde mutluyuz, mutlusunuz, mutlular…