Aralık 16, 2014
Yeni bir şov izliyoruz.
Kimsenin kimseye operasyon falan yaptığı yok. Kimsenin bir şeyden endişe ettiği de yok. Ne cemaatin hükümete, ne hükümetin cemaate gerçek anlamda operasyon yapma lüksü de gücü de yok. Çünkü ikisini de oynatan Siyonistler. Çünkü ikisi de boğazına kadar pisliğe batmış. İkisi de uzun yıllardır, olmadık hukuksuzluklara bulaşıp suçlar işlemiş. Çünkü ikisinin de içinde, ta en tepesindeki isimlere kadar CIA ve MOSSAD casusları dolu… Bu ifade de hakaret ya da iftira değil.. Bu hususlar yüzlerce kere ispat edildi. Ama ne hakimler, ne savcılar, ne bürokratlar, ne vekiller… Hİç biri dik durup yaptırım uygulamadı. Memleketin hainlerden kurtarılması için gerçek bir operasyona niyet bile edilmedi.
17 Aralık operasyonunun üzerinden tam bir yıl geçtiği şu günlerde “Ee hani ne oldu? Hani inlerine giriyordunuz?” diyebilecek, yurt içinde yaşanan olayların yurt dışı sebeplerini göremeyecek, ABD’nin ve İsrail’in memuruna maaş veremez hale geldiğini, pek çok Avrupa devletinin resmen 2007 de iflas ettiğin, akıl almaz planlar, taktikler bulunduğunu, Türkiye’yi AKP iktidarına rağmen Türklerin yönetmediğini, dünyanın 2001’den beri bir soğuk 3. dünya savaşı yaşadığını, 2012’den beri sıcak çatışmalı bir 3. dünya savaşı yaşandığını akledemeyecek saf vatandaşların gündemleri yine değiştirildi.
Muhtar bile olamayacak ve siyasi yaşamı tamamen sona ermiş Erdoğan’ın önündeki bütün engelleri olmayacak bir hızda kaldıran, hiçbir siyasi kimliği yok iken Beyaz Saray’da alayı vala ile karşılayan Siyonistler, zamanları çok daraldığı için, kendilerine söz verip de tutmayanların ipini tamamen çekemiyorlar. Nasıl çeksinler? İsteseler Erdoğan’ın hukuk yolu ile bile 2 günde idama götürürler. İstenilenden çok çok fazla belge ve ispat var. Ama AKP misali yeni bir parti kurmak, yeni bir lider oluşturmak, tek başına iktidarda tutmak, basını ayara sokmak, talimatla Ayşe Arman Dormen gibi sabetaycı bir fahişeyi bile o partili yapmak, masonları ayarlamak, sabetaycıların iç çatışmalarına mani olmak, masonların iç çatışmalarına mani olmak diye sayarsak.. Binlerce hususu yeniden ayarlamak çok emek ve vakit ister… O yüzden Erdoğan’ın ipini, Büyük İsrail Devleti’ne giden ve iflas etmiş batıyı kurtaran gerçek başarılar elde edildikten sonra çekecekler. Ya da bu zaferden ümitleri kalmadığı gün…
Cemaat için de durum aynı. Dinler arası diyalog hedefine ulaşsın. Kurban, zekat ve yardım paraları israil’i ayakta tutmaya yetsin. Büyük israil’i kurmaya hizmet etsin. Çift dinli (hem hristiyan hem müslüman) nesiller yetişsin, Anadolu hristiyanlaşsın, ondan sonra gerekiyorsa çekerler cemaatin ipini… Zaten beş yöneticisinden en az üçü CIA casusu… Şimdi alt tabakadan bir kaç garibanın başını yakacaklar, üsttekilerden bir kaçını içeri atıp kahramanlaştıracaklar, bunların nüfuzunu-etkisini artıracaklar, kamuoyu yönlendirmesi yapabilecek ve çok güçlü şahıslar haline sokacaklar sonra yavaş yavaş ortalık durulacak, her zaman olduğu gibi… Apo çıkacak, başkanlık ve eyalet derken güney doğu bölünecek, Büyük israil için geçici bir kürdistan kurulacak. Amerika ve İsrail menfaatleri gereği Türkiye AB’ye rest çekip darbeler vuracak. Rusya’ya yakınlaşıyormuş gibi gözüküp taktik oynayacak. yurt içindeki dev projeler, batmakta olan siyonist firmaları ayakta tutacak. Yıllar geçecek projeler yarım kalacak. Siyonist uçak üreticisi firmalara milyar dolarlar peşin verilecek, yedi sene geçecek uçaklardan biri bile gelmeyecek. Ama hiçbir kriz çıkmayacak. Ohooo daha neler neler..
Allah aşkına kendinizi yıkılmış batının ve israil’in yerine bir koyun, siz olsanız cemaatin ya da hükümetin ya da erdoğan’ın ipini, şu şartlarda çekebilir misiniz?
Cemaat ayardan çıksa, hükümeti kullanıp ayara sokacaklar. Hükümet vurgun vurmaktan emirleri yerine getiremez ve Suriye’yi bile vuramaz hale gelince, cemaati kullanıp hizaya sokacaklar.
Siz tiyatro izleyenlerden olmayın! Demiş ya adam, “ister taş kullan, ister kurşun, hedefin her zaman kuklalar değil kuklacılar olsun”
MFS
Aralık 15, 2014
Vatikan’ın İslam ile perdelenmiş haçlı seferi tüm iki yüzlülüğü ile devam ediyor.
Fakat her ne olursa olsun , kendilerini İslam ile kamufle etmiş , halkın gözünde çeşitli siyasi oyunlarla kendilerini kahramanlık koltuğuna oturtmuş olanlar niyetlerinin cezasını ağır bir bedel ile ödeyeceklerdir. Çeşitli İslam büyüklerinin isimlerini kirli amaçlarına dayanak yapmanın ve istismar etmenin cezasını en ağır şekilde çekeceklerdir…
Ne oluyor müslümanlara ki ; böyle iki yüzlülükle ehli sünneti yıkmaya çalışan bu münafıkların peşine gözü kapalı takılıyorlar. Onların hakikatte zehir olan , yalan dolu ve birbirini tutmayan sözlerine aldanıyorlar. Bu iki yüzlü alçakları büyük Osmanlı sultanları ile aynı kefeye koymak , ehli sünnete en büyük hizmeti yapmış bu kutlu hanedanın varisçisi kabul etmek , ikinci bir Mehmet Akif Ersoy garabeti değil midir ? Hatta daha vahim bir hezeyan , daha koyu bir cahilliktir.
Neden mi ? anlatalım ; Mehmet Akif bahtsızı Eshabı Kiram büyüklerimiz için ” ancak Bedir’in arslanları bu kadar şanlı idi ” diyerek , çok çok sonra gelmiş şehitlere kıyasla derecelerini düşürmüştü. Nihayetinde bu hezeyanında bahsettiği her iki tarafında müslüman ve hakikatte şehit olması çok büyük bir hata yapmasına rağmen bir açıdan bu cahillerin yaptığına göre daha küçük bir hata gibi duruyor. Bu cahiller , müslümanlığı dahi söz konusu olmayan münafık ehli sünnet düşmanlarını , müslümanlığı asla tartışılmayacak Osmanlı hanedanının büyükleri ile bir tutuyorlar. kimisi için “son Osmanlı”, kimisi için “Osmanlı Halifesi” , kimisi için “Osmanlı evladı” gibi yakıştırmalar yapıyorlar. Yani , bu iki yüzlü münafıkları , İslamiyet için can , mal , evlad , ömür vermiş yüce Osmanlı’nın derecesine çıkartıyorlar.
Bu felaket garabetini , şimdilerde yazılı ve görsel medyada ve sosyal mecralarda sık sık dillendirip , sahte hilafet senaryosunu pişirmeye çalışan tetikçilerin yürüttüğünü biliyoruz. Fakat anlaşılması güç olan ” ben ehli sünnetim” diyen , sünneti seniyye yolunda olduğunu iddia eden müslümanların böyle ucuz senaryolara kapılması ve desteklemesidir.
Ehli sünnet bir müslümanın partisi olmaz. Hiçbir partiye ve ideolojisine gönül vermez , kapılmaz. Siyasetle tek bağı , dinini rahat yaşamasına karışmayan partiye sadece bu sebeple oy vermektir o kadar. O’nun için tek hüküm vardır Allahü Teala’nın ve Resulullah Efendimizin ( aleyhisselam ) hükmüdür. Yâni Ef-ali Mükellefin’dir , Ahkâmı İslamiyye’dir. Gerçek İslamiyet ile yönetilmeyen her sistem batıldır , adaletsiz ve hükümsüzdür. Hele ki ; dârülharp olan yani kâfir memleketi olan Türkiye’de çeşitli şer güçlerin kuklası hükümetlerin , vatikan ve yahudi işbirlikçisi sözde adil ve demokrat partilerin herhangi birine gönül bağlaması asla düşünülemez.
Bununla birlikte yanlış anlaşılmasın ; müslüman her nerede yaşarsa yaşasın yaşadığı devletin kâfirde olsa kanunlarına uyar ve suç işlemez. Vergilerini öder herkesin hak ve hukukuna dikkat eder. Bu çağrımız , bu yolun büyüklerinin gösterdiği şekilde bakışınızı gözden geçirin demek içindir.
Söze dönelim ;
Bu topraklarda , Vatikan’ın isimsiz hristiyanlık davasının ( kendini müslüman zanneden hakikatte ise hristiyan gibi yaşayan , itikadı yerle bir olmuş ) tahakkuk etmesi için çalışan , Allahü Teala’nın yüce ve mukaddes dinini dillerine pelesenk yapmış , kalbleri şeytan yuvası olan iki yüzlü münafık zavallıların planları ayaklarına dolanacaktır.
Her zevâlin bir kemâli vardır. Allahü Teala’nın ihsanı , Ehli Sünnet büyüklerinin bereket ve tasarrufları ile dini yıkmak için yapılanlar dinin hakim olmasına neden olacaktır.
Salih bir Mü’minin bir ” ahh ” edişi , makbul bir duası , bu ahmakların senelece topla , tüfekle , medyayla , internetle , sosyolojik ve psikolojik saldırılarla , iki yüzlülükle yapmaya çalıştıklarını bir toz gibi uçurmaya yetecektir.
Yeter ki ; dinsizliği din sanma gafletinden uzak olalım. Hristiyan gibi yaşayıp , kendimizi Müslüman zannetmeyelim.
Cehalet insana en acı bedeli ödetir , bunu unutmayalım ve Ehli sünnet âlimlerinin her biri bulunmaz hazîne olan kitaplarını okumaya bilinçlenmeye ve bilinçlendirmeye çalışalım.
Aralık 12, 2014
Hayret ve dehşetle okuyacağınız aşağıdaki hadise, Sovyetlerin dağılmasından sonra Rusya’ya giden ve şu anda Nijninograt şehrinde ticarethane işleten bir arkadaşımın ağzından.
Hadise, arkadaşımın Müslüman arkadaşıyla onun sonradan Müslüman olan, 20-22 yaşlarında Emine ismindeki hanımıyla ilgili. Emine ismini, Peygamberimiz’in annesinin ismi olduğu için özellikle seçmiş. Emine’nin kocası Tataristan’ın Kazan şehrinden ve Moskova müftülüğüne bağlı Moskova (İslâmî) İlahiyat okulundan mezunmuş.
Arkadaşımın anlattıkları:
“Bu ilahiyat mezunu Rusyalı arkadaşım, bir gün bizim dükkâna geldi. Yanında da bizim Müslüman hanımların kapandığı şekilde kapalı genç bir hanım vardı. Rusya’da o şekilde giyinen bir hanım yok gibidir. Öyle İslâmî bir kıyafetle görünce memnun oldum ve ayrıca ilgi ve hürmet gösterdim.
Bu kapalı hanım, arkadaşımın karısıymış. Hanımının sonradan Müslüman olduğunu anlattı. Sohbete başladık. Derken konuşmaya, hanımı da katıldı. Türkçeyi gayet güzel konuşuyor. Kocası Tatar olduğu için, ‘Siz Tatar olmalısınız; Türkçeyi bu kadar iyi nerede öğrendiniz?’ dedim. ‘Hayır, ben Rus’um’ dedi. Defalarca Türkiye’ye geldiğini, bayağı kaldığını söyledi. Türkiye’de İslâmî bir gruptan insanlarla tanışmış, Müslüman olmalarına onlar sebep olmuşlar. Kendisine, Kazanlı olduğu için, Kazan’da da Türkiye’den gelen ailelerin bulunduğunu anlattım ve onlarla temasa geçerse o cemaatin kendisine İslâmiyet hakkında yardımcı olabileceğini söyledim.
Bahsettiğim cemaatin ismini verir vermez, ilk anda sebebini anlayamadığım şiddetli bir tepki gösterdi. Yatıştırmaya çalıştım. Tepkisinin sebebini sorunca, ‘Bana onlardan, o cemaatten bahsetme!” dedi. ‘Hayrola, nedir? Ne oluyor?’ deyince şunları söyledi: ‘Ben bir Hıristiyandım. Hıristiyanlığın ne olduğunu ben iyi bilirim. Bildiğim için onu bırakıp Müslüman oldum. Müslüman olmanın verdiği heyecanla buralarda okulları olan o sizin görüşmemi istediğiniz kimselere gittim. Müslüman olduğumu söyledim. Bana, “Niye Müslüman oldun! Ne lüzum vardı! Kendi dininde kalsaydın. O da hak dindir!” gibi şeyler söylediler. Onlar burada Hıristiyanlık propagandası yapıyorlar.’
Değerli okuyucular, bu hadise Dinlerarası Diyalogla hangi gaye ve neticenin hedeflendiğine canlı bir örnektir. Niçin canlı? Çünkü bu hadiseyi anlatan arkadaşım şu anda Türkiye’de ve 15 gün kadar kalacak. İsteyen kimselerle görüştürebilirim.
Dinlerarası Diyalog aşıkları, “Rusya’nın bilmem hangi şehrinde olan şahsî bir hadiseden bahsediyorsun. Ne bilelim doğru olduğunu. Koskoca Rusya’da bir kadın ve kocası? Sarı Çizmeli Mehmet Ağa” demeye kalkışmasınlar, mahçup olurlar. Çünkü, gelecek itirazlara cevap tedbirimiz hazır. İspat edemeyecek olsaydım yazmazdım.
Arkadaşıma, “İcap ederse o kadın ve kocasına ulaşmak mümkün mü?” dedim. “Tabiî ki. Kocasıyla zaten senelerdir tanışıyoruz. Her zaman isteyen kimselerle görüştürebilirim” diyor.
Bu konu, fürûattan değil, imânî bir mesele olduğu için ele aldım. İçki, şarkı-türkü, başörtüsü gibi fürûattan olan meseleleri hiç dile getirmiyorum. Yoksa, “Kazakistan’da Cumhuriyet’in 75. yılını kutlamak için Türkiye’den şarkıcı kadınlar götürmek neydi? Kazaklara içki ikram etmek neyin nesi?” gibi sorular da sorabilirdim. Hatta, TÜYAP Kitap Fuarı’nda, “Takma kafanı Ali Bey. Kazakistanlılar zaten içkiye alışmışlar. İçki içen bir kimseye içki ikram etmekten daha normal ne var?” diyen televizyon programcısının ismini de verebilirdim. “Aksi” bir “yön”de giden mecmuanın haber müdürünün, “Yurtdışındakilere, oralarda niçin namaz kılmamaları söyleniyor?” soruma, “Arkadaşlar, yurtdışında namazlarını kaş-göz ile kılıyorlar” gibi gülünç bir cevap verildiği üzerinde de durmuyorum.
Değerli okuyucular, geçen hafta “Bundan daha dehşetli olanı da var” dediğim, bunlar değil. Nasip olursa, Dinlerarası Diyaloğun nimeti olan o dudak uçuklatacak sözleri de yazacağım.
Ali Eren – Vakit Gazetesi
ŞUALAR KİTABINDAN s. 559, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 97:
“Risaletü’n-Nur sair te’lifat gibi ulum ve fünundan ve başka kitaplarda alınmamış. Kur’an’dan başka me’hazı yok. Kur’an’dan başka üstadı yok. Kur’an’dan başka mercii yok. Telif olunduğu vakit hiçbir kitap müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’an’ın feyzinden mülhemdir ve sema-i Kur’aniden ve ayatın nücumundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor.”
REHBERLER, s. 141:
“Risale-i Nur, 20. asrın Müslümanlarını ve bütün insanlarını koyu bir fikir karanlıklarından ve müthiş delalet yollarından kurtarmak için müellifin kendi ihtiyari ile yazılmış değil, Cenab-ı Hakkın lisanı ile yazılmış bir eserdir.”
MÜDAFAALAR, s. 300:
“Bu hakikatlerden anladım ki, Risale-i Nur, bu asırın insanları olan bizler için yazdırılmıştır.”
MÜDAFAALAR, s. 347:
“Ey Risale-i Nur! Senin Hakkın dili, Hakkın ilhamı olup O’nun izni ile yazıldığına şüphe yoktur. Ben kimsenin malı değilim. Ben hiçbir kitaptan alınmadım, hiçbir eserden alınmadım. Ben Rabbani ve Kur’aniyim. Bir layemut’un eserinden fışkıran kerametli bir Nur’um.”
KASTAMONU LAHİKASI, s. 233:
“Risale-i Nur’un mesaili, ilim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdi bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlaka ile, sunuhat, zuhurat, ihtirat ile oluyor.”
MEKTUBAT, s. 362, 363:
“Kur’an’ın bir nevi tefsiri olan Sözler’deki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin değil; kimsenin ihtiyar ve şuuru ile kesilmez, biçilmez; belki onların vücududur ki, öyle ister ve bir dest-i gaybidir ki o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise, içinde bir tercüman, bir hizmetkarız.”
BARLA LAHİKASI s. 78-79:
“Risale-i Nur gerçi zahiren sizin eserinizdir; fakat nasıl ki Kur’an-ı Mübin Allah’ın kelamı iken Seyyid-i Kainat, Eşref-i Mahlukat Efendimiz nasa, tebliğe vasıta olmuştur, siz de bu asırda yine o Furkan-ı Azim’in nurlarında bugünün karmakarışık sarhoş insanlarına emr-i Hakla hitab ediyorsunuz. Hulusi.”
AÇIKLAMA :
{ Kur’an-ı kerimi tam olarak yalnız Resulullah anlamıştır. Çünkü muhatabı Odur. Kur’an Ona gelmiştir. Ondan başkası tam anlayamaz. Onun için Allahü teâlâ buyuruyor ki:
(İnsanlara açıkla diye Kur’anı sana indirdik.) [Nahl 44]
Açıklamak, âyet-i kerimeleri, başka kelimelerle ve başka suretle anlatmak demektir. Bırakın bizleri, ümmetin âlimleri de, âyetleri anlayabilselerdi ve kapalı olanları açıklayabilselerdi, Allahü teâlâ Peygamberine, sana vahy olunanları tebliğ et der, açıklamasını emretmezdi. Bu ve benzeri âyetlere rağmen, (Resulullah Kur’anı getirmekle işi bitmiştir, o bir postacı idi) diyen mezhepsiz türediler vardır. Eshab-ı kiram, ana dilleri Arapça olduğu halde, bazı âyetleri anlayamayıp, Peygamber efendimize sorarlardı. Resulullah, Kur’an-ı kerimin tefsirini Eshabına bildirmiştir. Eshab-ı kiramın bildirdiğinden başka türlü söyleyenler, dalalete, hatta küfre düşer. Tefsir, yoruma değil, nakle dayanır.
Kendi görüşüne göre tefsirBir kimse, bir âyet-i kerimeyi tefsir ederken, açıklarken, daha önceki müfessirlerden işitilmeyen şekilde, yalnız kendi görüşüne, kendi aklına göre açıklama yaparsa kâfir olur. İşte bu sebepten dolayı, Peygamberler hariç, insanların en üstünü olmasına rağmen, Hazret-i Ebu Bekri Sıddık, (Kur’an-ı kerimi kendi reyimle, kendi görüşümle tefsire kalkarsam, beni hangi yer taşır, hangi gök gölgeler?) buyurmuştur. (Şir’a)
Din nereden öğrenilir?Dinimizi doğru olarak öğrenmek için Ehl-i sünnet âlimlerinin sözbirliği ile kabul ettikleri fıkıh kitaplarını okumak gerekir. Ehl-i sünnet âlimi olan hakiki din adamlarının kabul ve tasdik etmediği kitaplardan ve sözlerden din bilgisi öğrenmeye kalkışmamalıdır! Her din kitabına yahut âlim görünen ve din adamı denilen herkesin sözüne veya kitabına uyarak ibadet yapmak caiz değildir. Ehl-i sünnet olmayan din adamlarının kitaplarına ve sözlerine uymamalıdır! Muteber kitaplardan toplanmış, tercüme edilmiş İlmihali okumalıdır! Böyle tercüme edilmemiş, kafadan yazılmış ilmihal kitaplarını ve uydurma tefsirleri okumak insanı dünya ve ahiret felaketlerine sürükler. }
Şubat 12, 2012
Said-i Nursi’nin hayatının anlatıldığı bu kitabın “ilk hayat” bölümünden 32. sayfa:
“Hazret-i Resul-i Ekrem (aleyhisselam) ümmetinden sual sormamak şartıyla ilm-i Kur’an’ın talim edileceğini tebşir etmişler. Aynen bu hakikat hayatında tezahür etmiş. Daha sabavetinde iken bir allame-i asır olarak tanınmış ve katiyen kimseye sual sormamış, fakat sorulan suallere mutlaka cevap vermiştir.”
Bu kitaba göre, Peygamberimiz (s.a.v.), rüyasında Said-i Nursi’ye, kimseye soru sormaması şartı ile Kur’an ilmini öğreteceğini buyurmuştur.
“Risale-i Nur gerçi zahiren sizin eserinizdir, fakat nasıl ki, Kur’an-ı Mübin Allah’ın kelamı iken Seyyid-i Kainat, Eşref-i Mahlukat Efendimiz nasa tebliğe vasıta olmuştur, siz de bu asırda yine o Furkan-ı Azim’in nurlarından bugünün karmakarışık sarhoş insanlarına emr-i hakla hitab ediyorsunuz.”
Şubat 12, 2012
Cenabı Peygamberin haber verdiği ahir zaman fitnelerini ve deccallerin gayretlerini idrak etmek her müslümanın vazifesidir.. Bu bağlamda Said Nursi’nin Haçlı İttifakı’na dair beyan ve yaklaşımları elbette manidardır. İşte onun görüşlerinden biri:
“Misyonerler ve Hıristiyan ruhanileri, hem nurcular çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünkü, her halde şimal cereyanı; İslam ve İsevi dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslam ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak.” (Emirdağ Lahikası, c. 1, s. 150)…
Önce Yüce Allah’ın, İslam dininin yegâne hak din olduğu konusundaki tartışmasız ilahî hükümlerini hatırlayalım:
ALLAH KATINDA TEK DİN İSLAM’DIR
1- “Hiç şüphe yok ki, Allah katında yegâne din İslam’dır” (Âl-i İmran, 19)
2- “Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, size olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı seçtim.” (Mâide, 3)
3- “Kim, İslam’dan başka bir din ararsa, bilsin ki; kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o ahirette ziyan edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmran, 85)
İslam dini; 1- Tevhid akidesi, 2- Nübüvvet temeli üzerine bina edilir.
YAHUDİ VE HRİSTİYANLARLA İLGİLİ AYETLER:
1- “Yahudiler ‘Üzeyr Allah’ın oğludur’ demişler; Hıristıyanlar da, ‘Mesih Allah’ın oğludur’ demişlerdi. Bu, onların kendi ağızları ile geveledikleri sözleridir ki, kendilerinden önceki kafirlerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin; nasıl da uyduruyorlar.” (Tevbe, 30)
2- “Rahman çocuk edindi, dediler, and olsun ki, siz pek kötü cürette bulundunuz! Neredeyse o (sözün dehşeti)nden gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar yıkılıp dağılacaktı. Rahman için çocuk iddia ettiklerinden ötürü. Çocuk edinmek Rahman’a yakışmaz.” (Meryem, 88-92)
3- “Şurası muhakkaktır ki, ‘Meryem’in oğlu Mesih, Allah’ın ta kendisidir’ diyenler küfre girmişlerdir.” (Mâide, 17)
4- “Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryem’in oğlu Mesih’i kendilerine Rab edinmişlerdir. Halbuki onlar da tek ilaha ibadet etmekten başka bir şeyle emr olunmamışlardı.” (Tevbe,31)
5- “Allah’ın Meryem oğlu Mesih olduğunu söyleyenler, muhakkak küfre girmişlerdir. Halbuki Mesih, ‘Ey İsrailoğulları, Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a ibadet edin! Zira her kim Allah’a şirk koşarsa, Allah ona cenneti haram kılar ve varacağı yer de ateş olur. Zalimler için hiçbir yardımcı yoktur’ demişti. ‘Allah üçün üçüncüsüdür’ diyenler elbet kafir olmuşlardır. Oysa yalnız bir Tanrı vardır, başka Tanrı yoktur. Bu dediklerinden vazgeçmezlerse, elbette onlardan inkar edenlere acı bir azap dokunacaktır.” (Mâide, 72-73)
SAİD NURSİ’NİN HIRİSTİYANLAR HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ:
1- “Elbette şimdi fetret gibi karanlıkta kalan ve Hz. İsa’ya mensup Hıristiyanların mensuplarının çektikleri felaketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir.” (Kastamonu Lahikası, 114-115)
2- “İşte bu günde meydana çıkan bu dehşetli cereyanı (komünizm) ancak ve ancak Hıristiyanlık aleminin Müslümanlıkla ittihadı (birleşmesi) yani İncil Kur’an ile ittihad ederek…” (Emirdağ Lahikası, c. 1, s. 62)
3- “Misyonerler ve Hıristiyan ruhanileri, hem nurcular çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünkü, her halde şimal cereyanı; İslam ve İsevi dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslam ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak.” (Emirdağ Lahikası, c. 1, s. 150)
4- “Şimdi ehl-i iman, değil Müslüman kardeşleriyle, belki Hıristiyanın dindar ruhanileriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilaf meseleleri nazara almamak, niza etmemek gerekir. Çünkü, küfr-ü mutlak hücum ediyor.” (Emirdağ Lahikası ,c. 1, s. 194)
Aralık 7, 2011
Hz. Yakub’un adı İsrail olduğu için, Yahudilere İsrail oğulları denildi. Hz. Musa Tur dağına gidince, bunlar dinden çıktı. Buzağıya taptı. Sonra pişman olup tevbe ettikleri için, Yahudi denildi. Yahudi, doğru yolu bulucu demektir.
Yahudiler, Hz. Musa’ya çok eziyet etti. Sonra gelenleri, bin Peygamberi şehid etti. Hz. İsa ve annesine iftira ettiler. Peygamber efendimizi zehirlediler. Hz. Osman zamanında, fitne çıkararak, Halifenin şehid edilmesine sebep oldular. İbni Sebeciliği, Hurufiliği meydana çıkarıp, müslümanları parçalayıp, birbirine düşman ettiler. Dinleri yok etmek için masonluğu kurdular.
Yahudiler hakkındaki âyetlerden bazıları şunlardır:
1- Tevrat’ı değiştirdiler. (Bekara 79)
2- Peygamberleri öldürdüler. (Âl-i İmran 183)
3- Hz.İsa’yı öldüremediler. (Nisa 157)
4- Fesat çıkardılar. Allah’a cimri dediler. (Maide 64)
5- Hz. Meryem’e iftira ettiler. [Nisa 156]
6- İman edenlere en şiddetli düşmanlık edenler Yahudi ve müşriklerdir. (Maide 82)
7- Üzeyir Allah’ın oğlu dediler. (Tevbe 30)
8- Kıskançlık ve maddi çıkar yüzünden Kur’ana inanmadılar. (Bekara 146)
9- Çoğu iman etmeyecektir. (Bekara 100; Nisa 155)
10- Allah’ı inkârlarından dolayı lanete uğradılar. (Bekara 88-89)
Kur’ana göre Hıristiyanlar
1- Meryem oğlu Mesihe, Allah diyenler, kâfir olmuştur. (Maide 72)
2- Allah üç ilahtan biridir diyenler kâfir olmuştur. (Maide 73)
3- Meryem oğlu Mesih bir Peygamber, anası da sadık bir kadındır. (Maide 75)
4- İsa Mesihe Allah’ın oğlu dediler. (Tevbe 30)
5- Yahudilere göre, Hıristiyanlar Müslümanlara daha yakındır. (Maide 82)
Yahudi ve Hıristiyanların ortak yönleri:
1- Bilginlerini, rahiplerini Rabler edindiler. (Tevbe 31)
2- Yahudi bilginleri ve Hıristiyan rahipleri halkın mallarını yediler. (Tevbe 34)
3- Allah’ın oğullarıyız dediler. (Maide 18)
4- Bile bile hakkı gizlediler. (Âl-i İmran 71)
5- Allah çocuk edindi diye iftira ettiler. (Bekara 116)
6- Allah’ın âyetlerini inkâr ettiler. Âl-i İmran 70)
7- Allah’a iftira ettiler. [Âl-i İmran 78]
8- Yahudi ve Hıristiyanlar, birbirinin dostlarıdır. (Maide 51)
9- Resulullah, dinlerine girmedikçe, Yahudi ve Hıristiyanlar ondan razı olmazlar. (Bekara 120)
10- Dinlerinde aşırı gittiler. (Nisa 171)
11- Kitaplarındaki bilgileri gizlediler. (Maide 15)
12- Ehl-i kitap, “Cennete ancak Yahudi ve Hıristiyanlar girecek” dediler. (Bekara 111)
13- Ehl-i kitap ve müşriklerden olan inkârcılar, Cehennem ateşinde ebedi olarak kalırlar. Onlar, halkın en şerlileridir. (Beyyine 6)
Bu âyetlerden açıkça anlaşılıyor ki, Yahudiler Tevrat’ı değiştirdiler. Hz. Musa’nın dini değişince Allahü teâlâ, İncil ile Hz. İsa’yı gönderdi. Hz. İsa’nın dini de bozulunca, İncil, İnciller hâline gelince, Allahü teâlâ, İslamiyet’i göndermiştir.Kâfir oldukları birçok âyet ile bildirilen Ehl- kitabın da Cennete gideceğini söylemek ne büyük bir dalalettir.
Aralık 7, 2011
“Siz nasıl kalem karıştırırsınız!”
Mustafa Kaplan Bey, geçen haftaki bir yazısında “Risale-i Nurlara el atıldığını ve bazı değişiklikler yapıldığını” yazıyor ve haklı olarak sert bir şekilde de tenkit ediyordu.
Sakarya Üniversitesi hocalarından Sayın Dr. Alaaddin Yalçınkaya da Cemaleddin Efgani isimli eserinde bu değişikliklerden birine dikkat çekiyor. Alaaddin Bey’in ifadeleri şöyle:
“İttihad-ı İslâm (İslâm birliği) ve Cemaleddin Efgani ile alâkalı, Said Nursi’nin de bazı görüşleri vardır. Said Nursi şöyle demektedir:
“… Ben bu ittihadın efradındanım (bireylerindenim) ve bu ittihadın tezahürüne (meydana gelmesine) teşebbüs edenlerdenim. Yoksa, sebebi iftirak (ayrılık sebebi) olan fırkalardan değilim. Elhasıl: Sultan Selim’e biat etmişim. Onun ittihad-ı İslâm’daki fikrini kabul ettim. Zira o Kürtleri ikaz etti. Onlar da ona biat etti. Şimdiki Kürtler o zamanki Kürtlerdir. Bu meselede seleflerim (benden önce aynı düşüncede olanlar) Cemaleddin Efgani, Mısır Müftüsü merhum Muhammed Abduh, Ali Süavi, Hoca Tahsin Efendilerle Kemal Bey (Namık Kemal) ve Sultan Selim’dir.”
(Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Tenvir Neşriyat, 1987, İstanbul, Yedinci Cinayet.)
Alaaddin Yalçınkaya devam ediyor:
“Said Nursi’nin bu konudaki görüşleri, arada küçük olmakla beraber farklı yorumlara sebep olabilecek diğer bir kaynakta şöyle nakledilmektedir:
“İşte ben bu ittihadın efradındanım ve bu ittihadın tezahürüne teşebbüs edenlerdenim. Yoksa sebeb-i iftirak olan fırkalardan, partilerden değilim. Elhasıl: Sultan Selim’e biat etmişim, onun ittihad-ı İslâm’daki fikrini kabul ettim. Zira o, vilayat-ı şarkıyeyi ikaz etti, onlar da ona biat ettiler. Şimdiki şarklılar, o zamandaki şarklılardır. Bu meselede seleflerim; Şeyh Cemaleddin Efgani, allamelerden Mısır Müftüsü merhum Muhammed Abduh, müfrit âlimlerden Ali Süavi, Hoca Tahsin ve ittihad-ı İslâm’ı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim’dir ki…”
(Bediüzzaman Said Nursi, İki Mekteb-i Musibet’in Şehadetnamesi, Risale-i Nur Külliyatı’ndan, Aksi Seda Matbaası, Samsun, 1957, s 14-15)
Fark ortada. Birindeki “Kürt” kelimesi diğerinde “vilayat-ı şarkiye” olmuş. Bu durumda, insan “Yoksa Risale-i Nurlarda benzer şeyler yapıldı mı?” diye düşünmez mi? Demek ki, Mustafa Kaplan Bey feveranında yerden göğe kadar haklı…
Bir kelimenin değiştirilmesine bile bizzat Risale-i Nur’un yazarı şiddetle karşı. Bakın:
Mana daha güzelleşiyor diye Fihrist Risalesi’ne yapılan çok küçük bir ilaveye itiraz eden Said Nursi, şiddetli bir tokat aşkettikten sonra, “Titremeliydiniz. Ben dahi (Risale-i Nur’a) kalem karıştıramıyorum. Siz nasıl kalem karıştırırsınız!” demiştir. (ittihad.com.tr sitesindeki 14 sahifelik metnin 6. sahifesi. Aynı cümle Sikke-i Tasdik-i Gaybi’de de mevcut.)
1996 veya 97’de Aksaray Akgün Otel’de Risale-i Nur toplantısı yapılmıştı. Galiba Filistin’den gelen hatipdi; konuşması içinde “Said Nursi, üstadlarım Cemaleddin Efgani, Muhammed Abduh, Ali Süavi diyor” dedi. Konuşmaları anında tercüme eden Suat Yıldırım Hoca, hatibin bu cümlesini tercüme etmedi. Arkasından, Suriyeli Ramazan el Buti konuştu. İşe bakın ki, bir önceki hatibin söylediğini o da söylemesin mi… Suat Hocamız, Buti’nin o cümlesini de es geçti. Bendeniz, tercümede bazı yerleri niçin atladığını yazıp kâğıdı masaya bıraktım. Suat Hocamız cevap vermek mecburiyetinde kaldı ve “Efendim biz polemik olmasını istemiyoruz” dedi. Hoca kendine göre bu iki ismi yani Abduh ve Cemaleddin Afgani’yi Said Nursi’nin üstadı olarak göstermek istemiyordu. İyi de, Said Nursi kendisi bu isimleri vermekten çekinmemişse bize ne oluyor!.. Sizin anlayacağınız değerli okuyucular, böyle şeylere şahit oldukça, Mustafa Bey’e bir defa daha ‘haklısın’ demekten kendimizi alıkoyamıyoruz.
16 Mart 2006 Perşembe (Ali Eren, Vakit)