Oluşum ve Devran - Yaşam Nedir? - Bedenin Gelişimi
İnsan olarak dünyaya gelmeden önce nurlar âleminde olduğumuzu ve Allah nasip ettiği için bu dünyaya geldiğimizi evvelce anlatılanlardan biliyoruz. “Allah birdir” <112-1> olduğunu biliyoruz, ama O, adeta bir bütünü ikiye ayırmışçasına, insanları erkek ve kadın olarak çift yaratmış ve böylece, Âdem'de gizli olan Havva'yı meydana çıkararak, bunları tıpkı bir elmanın iki yarısı gibi birbirlerine ayna yapmıştır.
İnsanın meydana gelmesinde baba sema, anne rahmi ise toprak olarak kabul edilir. Anne ile babanın birleşmesi, en üstün yerden, en alta, zemine bir akım oluşması demektir. Bu birleşme semada olsaydı şimşek olarak kalırdı. Arzda olduğu için insan halinde kendini göstermiştir.
Mutasavvıfların çoğu, insanın iki annesi olduğunu ve bunlardan birinin kendini bu dünyaya getiren anne, diğerinin de öbür dünyaya götürecek olan mürşidi olduğunu söylerler. Ancak, bunlara bir üçüncü anne olarak toprak anneyi de eklemek gerekir. Çünkü, böyle düşünmezsek, “Bundan bin sene önce neredeydik” sorusuna cevap veremeyiz. Biz, bugün varsak, evvelce de vardık. Evvelce olmasaydık, bugün de olamazdık. Çünkü, yoktan bir şey var olamaz. Var, sadece vardan olur. O halde: “Velev ki, sır olarak bile var olsak, neredeydik” dendiğinde, toprakta olduğumuz söylenecektir. Bu topraktan bin bir esma ile çıkan gıdalarla beslenip, sonunda insan hücresi olarak bu âleme geldik. Yiyecekler kâinattaki her şeyi ihtiva ettiği için, o hücrede de her şey vardır ve her şeyi kendinde toplayan bu hücre insanı meydana getirmiştir. Bu izahat, şişmiş bir balon gibi olan kâinatın sönüp ufacık bir insan hücresinde toplanışını anlatmak için yeterlidir. O halde, bu iki anneye bir üçüncü anneyi, “Toprak anne”yi de ilave etmek gerekmektedir.
İşin aslına bakılırsa, insanın pek çok annesi vardır, ama bunlardan üçü çok önemli olduğu için biz sadece bunlar üzerinde duruyoruz. Anlatılanları bir kere daha kısaca özetleyecek olursak:
İnsanın ilk annesinin kâinat olduğunu söylememiz gerekir. Kâinatta, babalık görevini sema, annelik görevini ise arz dediğimiz toprak yapar. Çünkü, gökten (Baba) yağmur yağmasa, topraktan (Anne) mahsul alınamaz.
İkinci anne: Bizi dünyaya getiren dünyevi annedir.
Üçüncü anne ise: Bu iki annenin birleştiği nokta olan Peygamber'dir. O'nun kâinata ve dolayısıyla hepimize: “Ümmetim” yani “Çocuklarım” deyişinin ve “Ah ümmetim” diye çırpınışının nedeni budur. Çünkü, bizim ahirete doğuşumuz bu anamız sayesinde olacaktır. Bu doğuşu yapmadan ahirette insan elbisesi giymemiz mümkün değildir.
Kâinattaki her şey gibi, insan da atomlardan, bu atomların insan planına uygun olarak toplanmasından meydana gelmiştir. Toplanma, aleni değil, gizli bir ortamda, yani ana rahminde olmaktadır.
İlk insan oluşumu toprak anada, kokmuş bir balçıkta gerçekleşmiştir. Balçığın kokmuş olmasının nedeni, diğer hayvanların ona zarar vermesini ve oraya yaklaşmalarını engellemektir. Bu nedenle esas ana toprak anadır. Bizi doğuran anamız ise, o toprak ananın özetinden ibarettir.
Eskiler, ana rahmindeki çocukların: “Ben rahatım, beni çıkarmayın” diye direttiğini, meleklerin onları iterek, zorla çıkarttığını ve böylece rahatları bozulduğu ve istemedikleri bir ortama çıktıkları için doğar doğmaz ağladıklarını söylerler. Onların ilk diretmeleri karşısında meleklerin onlara: “Sen burada kandan başka bir şey görmüyorsun, biz seni suları akan ve her tarafı yemyeşil, rengârenk bir ortama çıkartmaya çalışıyoruz” demelerine rağmen, çocukları ikna edip, ortam değiştirmeye razı edemediklerini iddia ederler ki, bu benzetme bizim için de geçerlidir. Bize de: “Bu dünya çok dar, ahiret çok daha geniş ve güzeldir” denmesine rağmen, burada kalmayı tercih ediyoruz. Fakat, hayatımızın devamını sağlayan ve kalbimizde dahi geçerliliğini gösteren bir genişleyip, bir daralma veya bir şişip, bir sönme (Uzay bilginlerinin zig-zag dediği olay) hadisesi değişmez bir kanun olduğundan, çocuk nasıl dünyaya geldiyse, biz de, istemesek bile öbür dünyaya gideceğiz.
İnsan; insan haline gelebilmek için cemat (Taşlar, madenler), bitki ve hayvan âlemlerinden geçmiştir. Bu geçiş, “Nefis” de denen insan bedeninin oluşabilmesi için şarttır. İnsan nefsine düşkündür, çünkü, nefis bir tavus kuşu gibi, güzeldir. Ama insandaki, onu insan yapan akıl dediğimiz unsur, bir nurdur ve Allah'ın nefhasıdır.
“Hazret-i Âdem'in toprağı kâinattan alındı” deniyor. Bu söz bedeni için doğrudur. Canı ise nefha-yı İlâhidir.
Nefha-yı ilâhi, insanda iki türlüdür. Birincisi: bedenin nefhası, yani oksijendir. İnsan bedeni oksijensiz yaşayamaz. Oksijeni havadan alır ve karbondioksit olarak yine havaya iade eder. Buna: “Nefha-yı Rahman”, yahut “Rahmaniyet Nefhası” denir. Bir de “Nefha-yı Rahim”, yahut “Rahimiyet Nefhası” vardır ki, bunun ne olduğunu biliyorsunuz. İşte, bu iki nefhanın birleşmesi: “Bismillâhirrahmânirrahîym”dir. Sadece: “Bismillâhirrahmân” veya “Bismillâhirrahîym” denmeyişinin nedeni; insanda, hem Rahman nefhasına (bu bedenle ilgili nefhadır), hem de Rahim nefhasına (Bu da ruhla ilgili nefhadır) ihtiyaç oluşudur. Bu iki nefha birleşecektir ki, insan meydana gelebilsin.
İnsan vücudu milyarlarca noktacıktan meydana gelmiştir. Amerika'daki bir yazı veya resim, nasıl faks veya televizyon yayınıyla buraya naklediliyorsa, insan da vahidiyetten ahadiyete neşredilip, buradaki alıcı vasıtasıyla ahadiyetten vahidiyete intikal ettirilmekte, yani görülür hale getirilmektedir. Neşriyat ahadiyette olmaktadır. Ahadiyet ise görülmez. Görülen, ahadiyetten neşredilen ışınların kâinattaki yansımasıdır. Bu nedenle ben bir şiirimde: “Kâinat bir ceset ruhu Mevlâna” demiştim. Bu durum, görünen insan bedeni açısından doğrudur. Görünmeyen kısımlar ise insan-ı kâmilde toplanır ki, o da Allah'ın aynası olan tek bir nurdur. Zaten kâinatın yaratılmasındaki amaç da o tek, yani vahid olanı oluşturabilmektir.
Vücudumuz anasır-ı erbaadan, yani hava, su, toprak ve ateş olarak bilinen dört unsurdan yaratılırken, Allah, daima kendini zikreden kalbi de içine koymayı ihmal etmemiştir.
Bu unsurlardan dördüncüsü olan ateş, ilk üçünün birleşmesiyle ortaya çıkmaktadır. Çünkü, ateşi meydana getiren, havadaki oksijenin yakıcı özelliğidir. Ateş, oksijen vasıtasıyla oluşmaktadır. Latif âlemin malı olan oksijen, yani hava, alınmadığı takdirde yanma işlemi durmaktadır. O zaman da biz bu kalıp için: “Öldü” diyoruz. Vücut hücrelerimizdeki yanma işlemi, latif olan o oksijen sayesinde olmakta ve vücudumuz normal sıcaklığını idame ettirebilmektedir.
Zamanı gelip, oksijen girişi kesilince yanma durur ve insan ölür. Ölümü takiben beden çürür, parçalanır, moleküllerine ve atomlarına ayrılır, yani enerjiye dönüşür. Böylece, enerjiden gelen beden yine enerji halini almış, yani “Her şey aslına rücu eder” kuralı gerçekleşmiş olur.
Burada, enerjinin toplanması ve bir beden oluşturmasına; “Haşir”, bunun tekrar dağılmasına ise: “Neşir” denmiştir. İleride daha geniş olarak anlatacağımız bu haşir, neşir olayını bilenler, size söylediğim “Haşri, neşir burda gördük” mısraının da ne demek olduğunu anlamış olurlar. Bilmeyenler ise, başlarına geldiğinde öğreneceklerdir. Çünkü, bundan kaçış yoktur. Bilenler korkudan kurtulur, selamete çıkıp, İslam olurlar; bilmeyenlerse, karanlıkta kaldıkları için korku içinde: “Ölünce ne olacak” diye sorup, durular. İşte, bilenle, bilmeyenin farkı budur.
İnsandaki haşir neşir veya ölüp dirilme olayı devamlı olarak cereyan etmektedir. Her an bedendeki hücrelerin bir kısmı ölmekte (Neşrolmakta), buna karşılık alınan gıdalardan yeni hücreler meydana gelmekte, yani haşir gerçekleşmektedir. Eğer bu olay devamlı olmasa ve sadece haşirde kalınsa, biz yiye yiye büyüyüp, birer tepe halini alırdık. Haşir neşir olayının denizlerde görülenine de: “Med - Cezir” (Gel-git) adı verilir. Bu olayın haşr-i kübra ve haşr-i sugra, yahut kıyamet-i kübra ve kıyamet-i sugra diye bilinenini ilerde kıyamet bahsinde anlatacağız.
İnsanın beden hücreleri alınan gıdalarla her an yenilenmekte, eskiyen ve hastalıklı olan hücreler imha edilip, atılırken, onların yerine yeni ve sağlıklı hücreler oluşturulmaktadır. Bu faaliyet hastalıkların iyileşmesinde de etkinliğini göstermektedir.
İnsanın hissettiği yorgunluk ve zindeliğin nedeni, bu hücre değişimleridir. Ölen hücrelerin imhası, örneğin: Kan hücrelerinin dalakta tahribi, bedensel yorgunluğa; yeni oluşan kan hücrelerinin kana verilmesiyse, zindeliğe neden olur. Onun için, yorgunluk: “feyekûn” (Oluverdi) <3-47> , yani dinlenmedir. Ölenlerin yerini yeni hücrelerin alması ise: o feyekûn'dan doğan “kün” (Ol) <3-47> emridir. Bunların ne demek olduğunu daha önce “Ef'al-i İlahi” bahsinde de anlatmış ve “kün”ün “feyekûn”den çıktığını belirtmiştik.
İmha ve yenileme olayı aynı seviyede olmadığından büyüme, gelişme ve ihtiyarlama dediğimiz değişimler ortaya çıkmaktadır. Eğer böyle olmasaydı, insanlar doğdukları şekilde, bebek olarak kalırdı. Büyüme ve yaşlanma olayı; yeni oluşturulan hücrelerin, gidenlerin aynısı olmadığını göstermekte ve devir hadisesinin doğruluğunu ispatlamaktadır.
Her şeyin devri kendine göredir. Bu konuda dünyayı ele alacak olursak: Dünyanın kendi etrafında devretmesine: “Gün”, ayın dünya etrafında devretmesine: “Ay”, dünyanın güneş etrafında devretmesine ise: “Yıl” dendiğini herkes bilir. Ama bunlara ilaveten bir de manzumelerin devri vardır. Güneş, çok kimsenin zannettiği gibi sabit değildir. Genel kurala göre onun da hareket etmesi zorunludur. Güneşin hareketini göremeyişimizin nedeni, bizim de aynı manzume içinde bulunmamız ve güneş sistemiyle birlikte bir başka manzume etrafında hareket ediyor olmamızdır.
Her manzume bir âlemdir ve her âlemin de kendine göre bir güneşi, bir ayı ve bir dünyası vardır. Niyazi Hazretlerinin: “Benim bin kamerim, bin güneşim var” deyişinin nedeni budur. Aslında sonsuz güneş ve sonsuz ay vardır ve bunların gerçek sayısını ancak Allah bilir. Çünkü, kendini kendinden başka bilen yoktur. “Hudut ve sayı açısından sonsuz” oluşu sebebiyle, hududu da, sonsuzluğu da Kendi'nindir. Kullar, ancak, Allah'ın kendilerine verdiği kadarını bilebilirler.
İnsanın kendi âlemi kâinattır. Kâinat küçülüp, bir insan halini almıştır. İnsan olmadan önce de, kendindeki her şeyi içinde topladığı, ancak mikroskopla görülebilen bir hücre halindeydi.
Sperm adını verdiğimiz bu hücrelerin yarısı erkek, yarısı dişidir, Bu nedenle, çocuğun cinsiyetini babadan gelen bu spermler tayin eder. Bu gerçeği bilmeyenler, çocukları kız olduğunda suçu karılarının üzerine atarlar ki, bu doğru değildir.
Bugün teknoloji pek çok şeyi kolaylaştırmıştır. Mesela: Kuluçka makineleri yumurtadan civciv çıkması için tavuğun günlerce yumurta üzerinde oturma mecburiyetini ortadan kaldırmıştır. Keza, suni döllenme ve tüp bebek uygulamaları, tıp teknolojisindeki gelişmelerin oldukça çarpıcı örneklerini teşkil etmektedir. Ancak, bunların hepsinde canlı hücre veya yumurta kullanılmaktadır. Yumurtanın ve hücrenin terkibi bilinmesine ve bu terkip dışarda oluşturulabilmesine rağmen, meydana getirilen bu yapıya can verilememektedir. Zira, can vermek Allah'a mahsustur. Bu gerçeği unutmadan modern teknolojiden istifade etmek ve o teknolojiyi bu esasa göre değerlendirmek lazımdır.
Aynı şekilde, tavuk yumurtasının döllenmiş yumurta olması mecburiyeti de ortadan kaldırılamamıştır. Çünkü, birin meydana çıkabilmesi için ikiye ihtiyaç vardır.
“İkide bir bilindi,
Birde iki silindi”
deyişimizin nedeni budur.
Aslına bakıldığında, o ikinin de Bir'den meydana geldiği görülür. O Bir, müspet ve menfi olarak ikiye ayrılmıştır. Bunu evvelki anlattıklarımızdan biliyoruz. Bu müspet ile menfinin birleşmesi tekrar Bir'i meydana getirmekte ve bu birleşip, ayrışma hayatın sırrını oluşturmaktadır.
İnsanda iyilik, yani müspetlik hakimdir. Onun için insan, bir taraftan her şeyin iyi olmasını isterken, diğer taraftan en aşağı âlemde olması dolayısıyla hayvani arzulardan tamamen âri olamaz. Çünkü, o da kendisidir ve buraya o âlemlerden geçerek gelmiştir.
Her insanın kendine has bir vücut kokusu vardır. Bu koku kâinattan aldıklarının teshike uğramış, ruhlaşmış halinin belirtisidir.
Bedenimiz aldığı gıdaların enerjisinden istifade edip, posasını atar. O posadan da hayvanlar yararlanır. Hayvanlar o posadan alabileceklerini aldıktan sonra geri kalanını, kendilerinden daha iptidai canlıların istifade etmesi için çıkartır. O daha primitif canlılar da alabileceklerini aldıktan sonra, onların çıkarttıklarını toprak alır ve kendine katar. Bu nedenle toprak hazinet-ül esmadır. Hazret-i Şah-ı Velâyet'in Ebu Turab olarak anılmasının nedeni budur. Çünkü topraktaki hassalar, yani esrar (Sırlar) ona açıklanmıştır.
Bu açıklanma olayı kendi kendine gerçekleşmez. Mutlaka bir izdivacı gerektirir. Bu izdivaç âfakta; gökten yağan yağmurla, enfüsteyse; “Sema-yı Din” denen beyinden bedene nüzul eden düşüncelerin, bedenle izdivacından doğan fikir çocuklarının ortaya çıkmasıyla belli olur. Bizim, “İnsan kâinatın özetidir” derken anlatmak istediklerimize bu da dahildir. Çünkü, kâinat denen şey, gözle görülmeyen küçücük bir insan hücresinin içine sığmıştır. O hücrenin büyüyüp insan halini almasıyla kâinatın düşüncesi, özü insanda ortaya çıkmış oluyor.
Bir santimetreküp insan menisinde milyonlarca sperm olduğunu biliyoruz. Bunların hepsi, hücum edercesine yumurta hücresine yönelir ve adeta o hücrenin kapısını çalarlar, ama kapı bunlardan sadece bir tanesine açılır. O içeri girdikten sonra da kapı hemen kapanır. İşte, döllenme veya fekondasyon dediğimiz olay budur. Geri kalan spermler ne yapar? İçeri girene yardım olsun diye erir ve yok olurlar.
Mikroskop altında hücresel bazda müşahede edilen bu olayın ilahi âlemdeki örneği beşeriyet âlemidir. Dünyada milyonlarca insanın oluşma nedeni, kapıdan içeri alınacak o tek insanı meydana getirebilmektir. Tıpkı spermlerde olduğu gibi... Beşeriyetin geri kalanı ne olur? Toprak olur. O topraktan bitki meydana gelir. O bitkileri hayvanlar yer. Sonuçta, insanların o bitki veya onu yiyen hayvanları yiyerek aldıkları enerjiden yeni bir insan hücresi meydana gelmesine yardım etmiş olur. Bu hücrenin ana rahminde gelişmesiyle de, ağlaya ağlaya dünyaya gelen bir bebek olarak kendini tekrar bu âlemde bulur.