İSLAM
HUKUKUNDA CENİN HAKKI VE ONURUYLA İLGİLİ HÜKÜMLER
GİRİŞ
Allah katında en hayırlı ve en üstün
varlık insandır. Allah Teâlâ insanı, ruh ve bedenden en güzel bir şekilde
yaratıp akıl nimetiyle donatmış, yeryüzündeki tüm canlıları onun hizmetine sunarak
halife kılmıştır. Allah, Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayetinde insanın
yaratılışından, ana rahminde geçirdiği safhalardan, dünyaya gelişinden, dünya ve
ahiret hayatından ayrıntılı olarak bahsetmekte, insana verdiği değeri de “biz
ademoğlunu mükerrem kıldık/onurlandırdık” ifadesiyle
taçlandırmaktadır.
İnsan Allah katında onuru sayesinde değer kazanır. İnsanın onuru, kendisine
saygı duyması ve başkaları tarafından saygı duyulmasıyla tezahür eder. İnsan,
onurunu doğal olarak kazandığı için bu özelliğinden ne vazgeçer ne de bir
başkasına devreder. İnsan ister cenin, ister doğumdan sonra hangi safhada
olursa olsun, insan olmakla elde ettiği değerin tanınıp sayılması ve korunması
hakkına sahiptir. İnsan onuru hukukla koruma altına alınması gerekir.
İnsan özellikle akıl ve iradesi ile bütün
bitki ve hayvan türlerinden farklı niteliklere sahiptir. Ahsen-i takvîm üzere
ayrı bir tür olarak yaratılan insan, insan biçiminde yaratılmış, fizikî, aklî
ve ruhî tekâmülü, sadece kendi türü içinde cereyan etmiştir.
İnsan henüz dünyaya gelmeden önce ana
rahminde cenin aşamasındadır. Belirli safhalardan geçmek suretiyle tekâmül eden
cenin, henüz dünyaya gelmeden bir takım haklara ve ehliyete sahip, hukuken
koruma altına alınan, sınırlı da olsa hukukî işlemlerin muhatabı kabul edilen
bir kişiliktir. Cenin hakkında öngörülen hukukî işlemler, başta hayat olmak
üzere nesep ve mülkiyet haklarına yöneliktir. Modern Türk Hukukunda da yer alan
cenin hakları ve bunlara yönelik ihlallere ilişkin hükümler, İslam hukukunda genellikle
borçlar hukuku, miras, vasiyet ve ceza hukuku bölümlerinde ele alınır.
“İslam Hukukunda Cenin Hakkı ve Onuruyla
İlgili Hükümler” başlıklı araştırmanın esasını, “cenin,
hukuk nazarında gerçek kişiliğe ve hakiki şahsiyete sahiptir” teması
oluşturmaktadır. Araştırmanın birinci bölümünde, ceninin tanımı ve ana
rahminde geçirdiği safhalar üzerinde durulacaktır. Bu bölümün sonraki bölümlere
belki de en büyük katkısı, ceninin sadece can sahibi olması hali ile ruh sahibi
olması halinin belirleme çalışması olacaktır. Zira cenin, hukuk nazarında
nesep, miras, vasiyet, vakıf gibi kişilik haklarına sadece can sahibi olmakla mı,
yoksa ruh sahibi olduktan sonra mı ulaşmaktadır? Bunun tespit edilmesi hukuki
hükümler açısından önem arz etmektedir.
Araştırmanın ikinci bölümünde, Allah’ın
haysiyetli ve onurlu kıldığı insanın cenin halinde iken sahip olduğu kişilik ve
mülk edinme hakları ile bunların korunmasına yönelik tedbirler üzerinde durulacaktır.
Bu bölümün temelini, ceninin hayat hakkından ziyade nesep ve malî hakları oluşturacaktır.
İslam Hukukunda eksik vücub ehliyeti yani kısmî hak ehliyetine malik olan ceninin
lehine gerçekleşen vakıf, ikrar, miras, vasiyet gibi mülkiyete yönelik haklar
ile bunların korunması üzerinde durulacaktır.
Üçüncü bölümde ise
ceninin hayat hakkı ele alınıp buna yönelik ihlallere uygulanacak cezaî
müeyyideler izah edilecektir. Ceninin hayat hakkının öncelikli olarak korunması
gerektiği gibi hayatını sonlandıracak her türlü tehlike ve risklerden de uzak
tutulması elzem olduğundan bu bölümde “gurre” cezası üzerinde durulacaktır.
Üçüncü
bölümde konuyla bağlantılı olması ve ceninin hayat hakkının korunması amacıyla
klonlama ve kök hücre çalışmalarına da yer verilecektir. Özellikle vurgulanmaya
çalışılacak husus tedaviye yönelik insan klonlanması çalışmalarının amacı, salt
klonlanmış insan elde edilmesi olmadığı; zira kök hücre üretiminin,
hastalıkların tedavisinin araştırılmasına hizmet ediyor gibi görünse de, kök
hücre elde etmek için embriyonun öldürülmesi gerekliliği, bir insanın hayatını
kurtarmak ya da sağlık sorununu gidermek için başka bir insanın hayatına son
vermenin ne kadar ahlakî ve hukukî olduğunun sorgulanmasıdır. İnsan onurunun, klonlama ve kök hücre çalışmalarına karşı
korunması ihtiyacı, aslında tıp gibi diğer bilim dallarının da üzerinde önemle
durduğu bir konudur.
A) CENİNİN TANIMI
Cenîn, “cenne”
fiilinden türetilmiş, sözlükte “gizli olan şey, gizlenmiş, örtünmüş, gözle
görünmeyen, üstü gömülü, örtülü, gecenin örtmesi,
gizlemesi ve anne rahmindeki çocuk” gibi anlamlara gelmektedir. Ceninin
çoğulu “ecinne” ve “ecnun”dur.
“Cenne”
kelimesindeki “cim” ve “nun” harfleri sürekli örtülü olma ve
gizli kalmayı ifade ettiğinden
göğüsteki kalbe, toprağın altında insanı saklayan kabre “cenân” denir. Cenazenin
örtülmesi yani kefenlenmesine de “icnân” tabiri kullanılır. Yine gözle
görülmeyen cin bu kelimeden türemiştir. İnsanı saldırılardan koruduğu ve sakladığı
için kalkana “cunne” dendiği gibi, oruca günahlara karşı kalkan
olduğundan, imama da cemaatin hatalarını kapattığından “cunne” nitelemesi
yapılır. Ayrıca aklın kapalı, örtülü olması haline “cunûn”, bu haldeki
insana da “mecnûn” denir.
Cahiliye döneminde meleklere görünmedikleri için “cenne” denilmiştir. Ahiret
hayatındaki “cennet” de ağaçlarla örtülüp kapandığı için bu ismi
almıştır.
Ceninin fıkıhtaki ıstılah anlamı, kelime
anlamıyla paralellik arz eder. Şöyle ki cenin; “henüz doğmamış, doğum
vaktine kadar ana rahminde saklı olan çocuğa verilen isim”dir. Cenin
kelimesi bu manada ayet
ve hadislerde
geçmekte, insanın dünyaya gelmeden önceki değişim ve gelişim safhalarını ifade
etmektedir.
İslam hukukunda ana rahminde yaratılan çocuğun
geçirdiği tüm safhalar için cenin tabiri kullanılsa da İslam hukukçuları, cenini
hukukî bir şahıs olarak kabul etme açısından farklı tanımlamışlardır. Şafiî
hukukçularına göre örf nazarında insanın yaratılışının ilk safhasını oluşturan canlı,
henüz şekli belli olsun veya olmasın cenindir.
Zahirî âlimlerinden İbn Hazm (v.456/1064)’a göre cenin, alaka safhasındaki
canlıya denir. Maliki
hukukçularına göre ana rahminde henüz azaları şekillenmemiş bile olsa et
parçası (mudğa) halinde bulunan canlı cenindir.
Hanbelî hukukçularına göre rahimdeki canlı, insan suretini aldıktan
sonra cenin diye adlandırılır.
Hanefi hukukçularına göre de ana rahmindeki canlının cenin diye
tanımlanması, insan olduğunun yani parmak, tırnak ve saç gibi organların
görülmesiyledir. Ceninin
tanımlanmasında Şafiî hukukçuları henüz yaratılışının ilk safhasını esas
alırken, Hanefilerin en ileri aşamayı benimsedikleri görülmektedir.
Konunun ayrıntısına girmeden önce şunu
belirtilim ki, insanın ana rahminde oluşumunu en sağlıklı bir şekilde izah
edecek olan, bu sahanın uzmanı tıp bilginleridir. Bu sebeple konuyla ilgili
ayetlerin doğru bir şekilde anlaşılması için tıp biliminden istifade edilmesi gerekecektir.
Zira ayetler meseleye daha çok Allah’ın yüce yaratıcılığına dikkat çekmek
amacıyla yaklaşmakta, biyolojik ayrıntıları derinlemesine ele almaktan uzak kalmakta,
konuyla ilgili detaylı bilginin elde edilmesini ise sahanın uzmanlarına
bırakmaktadır. Uzmanların açıklamaları da meselenin dinî ve hukukî boyutunun daha
iyi anlaşılmasına katkı sağlamaktadır.
Bununla birlikte Kur’an’da insanın
yaratılışı, aklın ve bilimin inceleme alanı dışında tutulmadığı gibi bir muamma
olarak da takdim edilmemiştir. Aksine “Onları, kendilerinin de bildikleri
şeyden yarattık”
ayetiyle
bu oluşumun insanın bildiği bir şekilde cereyan ettiğine işaret edilmiştir.
Kur’an, bilinen olaylardaki ilahi fiillere dikkatleri çekmek ve insanın bu
konudaki bilgisini tanık tutmak suretiyle, Allah’ın kudretini, nimetlerini
hatırlatmaktadır. Onun içindir ki Kur’an ne zaman insanın yaratılışından
bahsetse mutlaka onun Allah tarafından hikmetli ve sanatlı bir şekilde
yaratıldığını belirtir. Bazen bu konuda kısmî ayrıntılara da girerek
yaratılışın çeşitli aşamalarından ibretler sunar.
İnsanın yaratılışını anlatan ayetleri
genel hatlarıyla incelediğimizde ceninin şu safhalardan geçtiğini görürüz:
1. Nutfe
(döllenmiş yumurta): Kur’an-ı Kerim, Hz. Adem’in topraktan yaratılması
olayına değindikten sonra insan yaratılışının ilk aşamasında nutfe olduğunu
bildirir. Nutfe, erkek sperm hücresinin kadın yumurtasıyla rahim ağzında, fallop
denen rahim tüpü içinde en geç yirmi dört saat içinde birleşerek oluşan
döllenmiş yumurta veya hücredir ki buna “zigot” adı verilir. Döllenme
sonucunda tek bir hücre ve yirmi üç çift kromozom olarak meydana gelen zigot, bu
aşamada henüz cenin kabul edilmemektedir. Zira döllenmiş yumurta yeni bir
canlının bedenini yapmak üzere mitotik bölünmeye başlamış,
rahimdeki yerine henüz yerleşmemiştir. Kur’an-ı Kerim nutfe safhasına on kadar ayetle
değinmektedir. Bunlardan birinde şöyle buyrulmaktadır:
اِنَّا
خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنْ نُطْفَةٍ اَمْشَاجٍ
“Şüphesiz biz insanı karışım (emşâc) halindeki
nutfeden yarattık.”
Müfessirlerin pek çoğuna göre ayette
geçen “emşâc” kelimesinden maksat, kadın yumurtası ile erkek suyunun
birleşmesiyle meydana gelen fakat henüz “alaka” halini almadığı için
rahim duvarına asılmamış karışımdır.
2. Alaka (rahim çeperine, duvarına asılı
hücreler topluluğu): Döllenmiş yumurta yani nutfe bir hafta
sonra rahim çeperine asılıp tutulan hücreler topluluğu haline gelir ki buna alaka
denir. Artık hücreler alaka merhalesinde hayatiyet kazanmış bir cenindir. Cenin
alaka aşamasında sadece can sahibidir, henüz kendisine ruh üflenmemiştir.
Allah Teâlâ Kur’an’da dört ayetle alaka safhasından bahseder. Bunlardan birinde
şöyle buyurur:
ثُمَّ
خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً
“Sonra nutfeyi alaka (embriyo) yaptık.”
3. Mudğa (belli belirsiz et parçası):
Günümüz tıp biliminin izahlarına göre bir haftalıkken alaka olup rahim duvarına
asılı duran cenin, 25. günden itibaren bir et parçası görünümüne dönüşerek mudğa
safhasına geçer. Mudğa, ilk dört gününde “gayri muhallaka” yani şekilleri
belirsiz bir çiğnem et parçası iken, yirmi sekizinci günden itibaren “muhallaka”
halini almış, artık yüzü de dahil vücut azaları biçimlenip belirmeye başlamıştır.
Ceninin göz, dil, ağız ve dudakların yaratılmasıyla bu süreç beşinci haftayı da
kapsayacak şekilde devam eder.
Cenin mudğa safhasında artık tam bir insan şeklini alır. Kur’an-ı Kerim mudğa
safhasını iki ayetle açıklar. Bunlardan birinde şöyle buyrulur:
فَاِنَّا
خَلَقْنَاكُمْ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ مِنْ نُطْفَةٍ ثُمَّ مِنْ عَلَقَةٍ ثُمَّ مِنْ
مُضْغَةٍ مُخَلَّقَةٍ وَغَيْرِ مُخَلَّقَةٍ لِنُبَيِّنَ لَكُمْ
“Biz sizi (önce) topraktan, sonra
nutfeden, sonra alakadan (embriyo), sonra şekilleri belirli belirsiz bir çiğnem
et parçasından yarattık ki, size (kudretimizi) açıkça gösterelim.”
4. Azm (kıkırdak kemikleri): Altıncı
haftada et parçası olarak tanımlanan mudğa, ceninde iskeleti meydana
getiren kemiklere dönüşür. Sonra kemiklerin etrafına kas oluşur.
Kur’an-ı Kerim bu safhayı azm olarak isimlendirir.
فَخَلَقْنَا
الْمُضْغَةَ عِظَامًا
“Bir çiğnemlik eti kemiklere çevirdik.”
5. Lahm (kemiklere giydirilen et): Yedinci
haftanın başından itibaren oluşmaya başlayan kemiklerin üzeri sekizinci haftada
ete bürünerek ceninin lahm safhası gerçekleşir. Ceninin ademoğlu suretini
alması bu safhada iyice belirginleşmeye başlar. Bu safhanın tamamlanmasıyla
cenin hareketlenir.
Ayette kemiklerin et ile kaplanması;
فَكَسَوْنَا
الْعِظَامَ لَحْمًا
“Kemiklere et giydirdik”
ifadesiyle anlatılır.
6. Başka bir varlık haline gelmesi (ruh
üflenmesi): Kemiklerin etle kaplanmasından sonra
artık ceninin yaratılışı tamamlanmış embriyo safhası da sona ermiştir. Ceninin
bir başka varlık haline gelmesi ise kendisine ruh üflenmesiyle olacaktır. Bu
safha ayetlerde şu şekilde açıklanır:
ثُمَّ
اَنْشَاْنَاهُ خَلْقًا اٰخَرَ
“Sonra
onu bir başka yaratılışla inşa ettik.”
ثُمَّ سَوّٰیهُ وَنَفَخَ
فٖيهِ مِنْ رُوحِه
“Sonra onu düzeltip tamamladı ve
içerisine ruhundan üfledi.”
Bu iki ayet, tam olarak insan şeklini
alan ceninin, kendisine ruh üflenerek diğer canlılardan tamamen farklı bir
varlığa dönüştüğünü bildirmektedir. Buradan da şunu anlamaktayız ki aslında cenin,
ana rahminde ruh üflenmeden önce ve ruh üflendikten sonra olmak üzere iki esas
safhadan geçmektedir. Cenine ruh ne zaman üflenmektedir?
Ana rahmindeki cenine ruhun üflenme
zamanı üzerine yapılan tartışmalarda odak noktayı, “yaratılışın
tamamlanma zamanı” oluşturmaktadır.
Yaratılışın tamamlanması hakkında ayeti kerimelerde herhangi bir zaman
belirtilmezken hadislerde kırk küsur gün ile yüz yirmi gün şeklinde iki ayrı
süre verilmektedir.
Bu farklı düşüncelere sahip olanlar, fıkhî hükümlerde de farklı sonuçlara ulaşmışlardır.
Neticede ceninin düşürülmesinin caiz olup olmadığı, olacaksa hangi aşamada veya
zamanda caiz olacağı hususunda pek çok fikir ortaya atılmıştır.
Bu konudaki meselenin çözümü ayet, hadis ve tıbbın sunduğu verilerle sağlanacaktır.
Nutfenin rahme yerleşmesinden sonra
alaka, mudğa, kemik ve kemiklere et giydirme merhalelerini belirten lafızların,
takip bildiren “fâ” bağlacıyla birbirlerine bağlanması, bu safhaların
arasında hiç zaman periyodu olmaksızın aynı zaman dilimi içerisinde ve ardı
ardına meydana geldiklerini göstermektedir. Ayetin devamında yer alan ve
müfessirlerin çoğunluğuna göre ruhun üflenmesi
olarak yorumlanan “sonra onu bir başka yaratılışla inşa ettik” cümlesi ise
öncesine “sümme” bağlacıyla bağlanarak ruhun, aslında vücudun maddi
yapısının bir parçası olmadığını belirttiği gibi iki eylem arasında bir zaman
aralığının bulunduğunu da ortaya koymaktadır.
Konuyla ilgili Müslim’in rivayet ettiği
hadiste de Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
“Sizden birinizin oluşumu, annesinin
karnında kırk küsur gece geçince toplanıp tamamlanır. O müddet
içerisinde alaka ve mudğa olur. Allah ona bir melek gönderir. Melek ona şekil
verir. Gözünü, kulağını, cildini, etini ve kemiklerini yaratır. Sonra kendisine
ruh üflenir.”
Hadisi şerifte, ceninin yaratılışının kırk
küsur gecede bütün embriyo safhalarıyla beraber şeklen tamamlandığı
belirtilmektedir. Tıp bilimi de ceninin kemik dokusunun oluşup kemiklerin etle
kaplanmasının altıncı haftadan başlayıp
yedi ve sekizinci haftalarda tamamlandığını doğrulamaktadır. Abdullah b. Mesut
(v. 32/653)’un rivayet ettiği ve yaratılışın yüz yirmi günde tamamlandığının
anlaşılmasına zemin hazırlayan hadis ise ayet, diğer hadisler ve tıbbın verileriyle
çelişmektedir. Ayette
yumurtanın döllenmesinden sonra; alaka, mudğa, kemiklerin oluşumu ve kemiklerin
ete bürünmesiyle devam eden ceninin yaratılış safhaları, “fâ-i takibiyle” bağlacıyla
birbirine bağlandığından yaratılış kesintisiz ardı ardına devam etmektedir.
Nutfe ile alaka arasında “fâ-i takibiye”nin bulunmaması ise arada başka bir
durumun olduğuna işaret etmektedir ki bu da zigotun cenine dönüşmesidir. Çünkü zigot
rahim duvarına yapışana kadar sürekli bölünerek çoğalmakta, “alaka”
safhasına geçince can sahibi cenin olmaktadır. Cenin, alaka ve mudğa
safhalarından hemen sonra kemik ve ete bürünerek hadiste de belirtildiği gibi
kırk küsur gecede yaratılışını tamamlamakta, insan şeklini almaktadır. Bu ana kadarki insan cenini diğer canlıların ceninlerinden sadece şekil bakımından farklıdır.
Ruh üflenmesi ise yukarıda geçen safhaların yani yaratılışın tamamlandığı kırk
küsur (kırk, kırk iki, kırk üç, kırk beş) geceden hemen sonra gerçekleşmekte
fakat yüz yirmi güne ulaşmamaktadır.
Müslim’in Abdullah b. Mesut’tan rivayet
ettiği hadiste
“bu süre içerisinde” lafzı nutfe, alaka ve mudğa safhalarının hepsinin ilk
kırk gün içerisinde gerçekleştiğini ifade etmektedir. Buna göre hadisin metni
şöyle anlaşılmaktadır; “Sizden birinizin yaratılışı annesinin karnında
kırk günde nutfe olarak derlenip toparlanır. Sonra aynı süre içerisinde alaka
olarak derlenip toparlanır. Sonra aynı süre içerisinde mudğa olarak derlenip toparlanır.”
Bu ifadeler, aynı kırk gün içerisinde yaratılışı tam bir nutfe, tam bir
alaka ve tam bir mudğanın meydana geldiğini belirtmektedir. Konuyla ilgili araştırmalarda
bulunan tıp uzmanlarının ekseriyetinin günümüz tıp ilmince sabit olmuş yeni
bilgiler ışığında yaptıkları açıklamalara göre, “nutfe, alaka ve mudğa
safhalarının hepsi ilk kırk günde tamamlanmaktadır”. Bu zaman zarfında
bütün vücut sistemleri derlenip toparlanır ancak bunlar iptidai bir vaziyette
yaratılır. Bir başka tabirle tomurcuk halindeki çiçek gibidir. Bu safhadan
sonra cenin, doğuma kadar sürekli gelişme gösterir.
Hadiste, ana rahmindeki yaratılış için
vekil kılınan meleğin, nutfe, alaka ve mudğa safhalarının tamamlanmasından
sonra cenine ruh üflediğini bildirmekte, fakat hiçbir rivayette ruhun hangi gün
üflendiğine dair kesin bir bilgi yer almamaktadır. Ruhun ne zaman üflendiğini
tespit ederken ortaya çıkan görüş ayrılıkları, hadisin ilgili rivayetlerindeki
lafız farklılıklarının yorumlanmasındaki ihtilaftan kaynaklanmaktadır. İlgili
hadisler doğrultusunda ruhun üflenme zamanını değerlendirenler iki ayrı sonuca
varmışlardır. Bunlardan biri ruhun ilk kırk günden sonra üflendiği, çoğunluğun
sahip olduğu ikinci görüşe göre ise üçüncü kırk günden sonra üflendiğidir.
Cenine ruh üfleme zamanı, kocası ölen kadının beklediği iddet süresine kıyas
edilerek dört ay on gün olması gerekir kanaati de bulunmaktadır. Zira bu müddet
hamlin istibrası yani hamile olmadığının anlaşılması için gerekli zaman
dilimidir.
Cenindeki iradi hareketlerin sınırlı da
olsa sekizinci haftada yani ilk kırk küsur günden sonra başlaması ruhun
kendisine üflenmiş olduğunu göstermektedir. Zira cenindeki iradi hareketler
onda iradenin var olduğunu ortaya çıkarmaktadır. İrade ise ruha bağlıdır. Ruh
da Allah’ın emri cümlesindendir.
Ayrıca Kur’ân’da safhalar zikredilmiş, süre
zikredilmemiştir. Yine Kur’ân ifadesiyle, ölme özelliği
de bu safhalardan sonra olacağına göre, canlanma yani bir başka yaratılış da
yine kırk gün civarında olacaktır. Buharî ve Müslim gibi sahih kaynaklardaki
hadisler ise kırk günü telaffuz ederler ancak, ikinci, üçüncü kırk günden açıkça
söz etmezler. Hatta bütün olup bitenlerin o ilk kırk günde tamamlandığını
gösteren işaret taşırlar. Buhârî ve Müslim hadislerine dikkatlice bakıldığında
ruh üflenmesinin ilk kırk gün civarında olduğu rahatlıkla anlaşılacaktır. İnsan
ruh ile cesedin toplamıdır. Sadece cesede insan denemeyeceği gibi, yalnız ruha
da insan demek mümkün değildir. Öyleyse kırk günden önceki cenin ile kırk günden
sonraki cenin farklı şeyler olmalıdır. Dolayısıyla, ceninle ilgili olarak kırk
güne kadar ki hükümlerle, ondan sonraki hükümler de farklı olacaktır.
Ceninin ruh üflenmeden önce insan
şeklini alıp hayatiyet kazandığı canlılık hali ile ruh üflendikten sonra insan
kabul edilip hukukî bir şahıs olma hali farklı hükümlerin uygulanmasına sebeptir.
Konuyla ilgili hüküm farklılıkları, görüş sahipleriyle birlikte ilgili bölümde
ele alınacaktır.
B) CENİNİN MALÎ HAKLARI
İlahi dinlerin ortak hedeflerinden mülk
edinme ve malın korunması, İslam hukukunda da üzerinde önemle durulan zarurî
maslahatlardandır. İslam hukuku, insanın mülkiyet hakkını henüz cenin
safhasında iken gözeterek saklı tutmuş, eksik de olsa hak ehliyetine sahip
olduğunu benimsemiştir. İslam hukukçularının çoğunluğu, cenini teslimi şart
olmayıp mutlak anlamda lehine olan nesep, miras, vakıf ve vasiyette sağ doğmak
kaydıyla hukukî bir kişilik kabul etmiştir. Çocuğun sağ olarak doğumunu da ağlama,
hareket etme gibi canlılık belirtilerine bağlamışlardır. Ceninin sağ doğması
gerçek anlamda olabileceği gibi anneye darbe vurulması gibi bir haksız fiil
sonucu ölü doğması halinde olduğu gibi takdiren de gerçekleşebilmektedir. Bu
şekilde ölü doğan çocuk hükmen sağ doğmuş kabul edilmektedir.
Ceninin ebeveyni ve yakın akrabalarıyla nesebi sabittir.
Cenin bir yakınının ölmesiyle malına varis olur ve doğumuna kadar kız veya
erkek olma durumuna göre en avantajlı olanı esas alınarak miras hissesi
bekletilir. Sağ
doğunca da kendisi için bekletilen hissesi mülkiyetine intikal ettirilir. Fazla
hisse ayrılmışsa artan kısım, ölü doğmuşsa da ayrılanın tamamı diğer
mirasçılara intikal ettirilir. İkiz veya üçüz doğum halinde terike buna göre yeniden
taksim edilerek mirasçılara fazladan ödenen kısım geri alınır. Ceninden başka
mirasçı olmadığı veya ceninin doğumu ile mirasçıların pay alamamaları durumunda
mirasın taksimi doğuma kadar bekletilir.
Vasiyete gelince, vasiyet tek taraflı irade
beyanı ile tamamlanan bir hukukî işlem olduğundan cenin için de geçerlidir. Cenin,
veli veya vasî gibi bir temsilcinin kabul beyanına gerek olmaksızın vasiyet
konusu mala hak kazanır. Vasiyet mirasa göre daha kolay hükümlere tabidir. Zira
din ayrılığı vasiye aykırı değildir. Yine mirasın hilafına köleye vasiyet
geçerlidir. Ceninin veraseti geçerli olunca vasiyeti de öncelikle sahih olur. Aynı
durum tek taraflı irade beyanı ile tamamlanan vakıf için de geçerlidir.
Ceninin malî haklara sahip olması eksik de olsa vücup
ehliyeti sebebiyledir. Ceninin vücub ehliyetinin eksik olmasının iki nedeni
vardır. Bunlardan biri ceninin varlık ve yokluğa ihtimalli olmasıdır.
Çünkü cenin bazen sağ doğar ve kendisi için insan olma hakkı sabit olur; bazen
de ölü doğar ve hiçbir şeye sahip olamaz. Ceninin ölü doğduğunda hiçbir şeye
sahip olamaması görüşü tartışılabilir. Zira ceninin ölümüne sebebiyet verme
mukabilinde öngörülen gurre cezası, ceninin mirası olarak vereselerine paylaştırıldığına
göre cenin terike yani mal sahibi kabul edilmektedir. Ayrıca ceninin ‘ölü
doğduğunda hiçbir şeye sahip olamaz’ görüşü, mal varlığı hakları ana
rahmine düşmesiyle başlar kanaati
ile de uyuşmamaktadır.
İkinci neden ise ceninin anneden ayrı
olmaması, bir yönden annenin bir parçası gibi kabul edilmesi, diğer yönden de ayrı
bir insan sayılmasıdır.
Fakat gerçekte cenin ana rahmine yerleşmiş bir candır.
Hakkında verilecek hükümlerde anneye bağlı olmasından ziyade hayat sahibi biri olduğu
düşünülerek hareket edilmelidir. Kendisine ruh üflenen ceninin anneden ayrı bir
kişilik kabul edilmesi önceliklidir. Zira annenin el, ayak gibi herhangi bir
uzvuna yapılan vasiyet, hükmü sabit kılmazken, rahminde bulunan cenine yapılan
vasiyet geçerli olmaktadır. Ayrıca cenin için yapılacak sulh akdi
geçerli olmadığı gibi, annesi adına da geçerli olmaz. Hatta annesi veya
babasının cenin adına yaptığı sulh akdi geçersizdir.
Cenin lehine yapılan ikrar, aslında ceninin
vefat etmiş babası gibi miras bırakan biri lehine yapılmış ise geçerlidir. Zira
ikrarda bulunan kişi, önceden emanet veya borç olarak aldığı malı ölenin mirasçılarına
-ki onlardan biri de cenindir- vermediği sürece mal dolaylı olarak varislerin
hakkı olmaya devam etmektedir. Cenin sağ doğarsa ikrar edilen mala sahip olur;
ölü doğarsa mal ölenin mirasçılarına verilir. İslam hukukçularının çoğunluğuna
göre bu hükümler miras bırakanın ölümünden en çok altı ay içinde doğum
yaptığında geçerlidir. Altı aydan daha fazla bir zaman geçtikten sonra çocuk dünyaya
gelirse bir şey alamaz,
kanaati hâkimdir.
Cenin lehine yapılan ikrar, bir akit neticesi doğan
borcun ikrarı ise geçersizdir. Zira cenin sözleşmelerde taraf olamaz. Sebebi
belli olmayan borcun ikrarında ise ihtilaf edilmiştir. Mutlak ikrarın cenin lehine
geçerli olacağını söyleyen İmam Muhammed (v. 189/805), kanaatini şu şekilde açıklar; “Çünkü ikrar bir
delil olup onu kullanmak mümkün olduğu sürece, geçersiz saymak caiz değildir. Mutlak
ikrarda cenin doğmuş çocuk kabul edilmiştir. Bundan dolayı doğru bir neden
açıklandığında cenin lehine yapılan ikrar geçerli olur. Nitekim cenini özgür
kılmak ve özgür kıldığını ikrar etmek geçerlidir.”
İmam Ebu Yusuf (v.
182/798) ise; “Mutlak
olarak yapılan mal ikrarı, ticari nedenle doğan borç olarak kabul edilir.
Hâlbuki cenin akitlerde taraf olamayacağından lehine yapılan mutlak ikrar da
geçersizdir” açıklamasında bulunur.
İslam hukukçularının genel kanaatine
göre cenin, tam vücub ehliyetine sahip olmadığı için mülkiyet hakları doğumuyla
işlerlik kazanır; gerçek anlamda mal sahibi olmadığından da borçlanmaya ehil
kabul edilmediği gibi ibadet niteliği taşısın veya taşımasın herhangi bir vergi
ve nafaka yükümlüsü de kabul edilmez. Hanbelî hukukçularına göre cenin hakkında
dünyevî hükümler sağ doğması şartıyla sadece miras ve vasiyet için geçerlidir.
Cenin için fıtır sadakası verilmesi ise mustehaptır. Hz. Osman (v. 35/656) da
ceninin fıtır sadakasını vacip kabul etmeyerek müstehap düşüncesiyle veriyordu.
Fakat Ahmed bin Hanbel (v.
241/855)’den
gelen bir görüşe göre ceninin fıtır sadakası vermesi gerekir.
Ahmed b. Hanbel’e göre ise cenine bir malın intikali doğumdan önce de işlerlik
kazanır. Bundan dolayı cenin nafaka borçlusu olduğu kimselere karşı bu maldan
nafaka ödemekle yükümlüdür.
Aslında bu yaklaşımlar ceninin mal sahibi olduğu anlayışına hizmet etmektedir.
İslam hukukçularının ekseriyetine göre ceninin malî
haklardan faydalanması, hakların meydana geldiği esnada ana rahminde mevcut
olması ve daha sonra sağ olarak doğması şartına bağlıdır.
Ana rahminde ceninin var olup olmadığı günümüz tıbbın verileri ile tespit edilmektedir.
İslam hukukçuları, çocuğun ana rahminde kaldığı zaman ile sütten kesilinceye
kadar geçen sürenin toplam otuz ay olduğunu bildiren ayetle,
çocuğu emzirme süresini iki yıl olarak belirleyen ayetleri
birlikte değerlendirerek rahimde geçirdiği asgari sürenin altı ay olduğu
sonucuna varmışlar, altı aydan önceki doğumlarda hak sahibi olamayacağını
belirtmişlerdir. Ceninin
ana rahminde kaldığı azami süre hakkında herhangi bir ayet veya hadis bulunmadığı
için bu konuda dönemlere göre farklı görüşler serdedilmiştir.
Fakat günümüzdeki tıbbî imkânlarla ceninin her aşaması takip edilmekte, ne
kadar süredir rahimde olduğu tespit edildiği gibi ne kadar zaman sonra doğacağı
da kuvvetli ihtimalle bilinmektedir.
Aslında burada şöyle bir soru açılması yararlı
olacaktır. Ceninin malî haklardan yararlanabilmesi için mutlaka sağ doğması
şart mıdır, yoksa ana rahminde hayat kazanmasının tespiti ya da kendisine ruh
üflenmesiyle bu hakları elde edebilmekte midir?
İslam hukukçuların kahir ekseriyetine göre -yukarıda
örnekleriyle sunulduğu gibi- malî hakların işlerlik kazanması için ceninin sağ
doğması şarttır.
Fakat Ahmed b. Hanbel’e göre cenine bir malın intikali doğumdan önce de
işlerlik kazanır. Bundan dolayı cenin nafaka borçlusu olduğu kimseler için sahip
olduğu maldan nafaka ödemekle yükümlüdür.
Bu kanaat, ceninin aleyhine de olsa malî haklara işlerlik kazandığını
göstermektedir. Zira malî yükümlülük, mülk edinmeyi ve mülkünden istifade etme hakkını
mümkün kılmaktadır. Malî tasarrufta bulunma sorumluluğu olanın, mal edinme
hakkı da öncelikli olacaktır. Ceninin ruh üflenmeden müstakil kişilik kabul
edilmediği halde, ruh üflendikten sonra hukuken muhatap kabul edilmesi durumu,
malî haklar açısında değerlendirmeye tabi tutulmalı, ruh üflenmesiyle mal
edinme hakkının yürürlüğe girdiği düşünülmelidir. Ceninin düşürülmesi sonucu
işlenen suçun cezası ödettirilirken cenin hükmen sağ doğmuş kabul edilerek
gurre bedelinin ceninin mülkiyetine intikali kabul edilmek suretiyle
varislerine hisselerince paylaştırılması ile ceninin miras ve vasiyet
bakımından dünyaya gelmiş çocuk gibi değerlendirilmesi,
‘cenin mali haklara sağ doğmak şartıyla sahip olur’ genel kanaatinin
bulunmasına rağmen pratikte malî haklara henüz cenin halinde iken sahip olduğu
yargısına sebep olmaktadır. Ayrıca ‘ceninin sağ doğması’ şartı, “ceninin
gerçek anlamda var olduğunun anlaşılması” için konmuştur.
Günümüz tıp bilimi rahimde bulunan cenin hakkında çok ayrıntılı bilgiler
sunmakta, varlığının anlaşılmasını mümkün kılmaktadır. Ayetlerde ceninin mülk
sahibi olamayacağına dair herhangi bir ifade bulunmamaktadır. Hadislerde ise ceninin
varis olabilmesi ve miras bırakabilmesi için sağ doğması gerektiğine dair
ifadeler yer almaktadır.
Yalnız şu kadar var ki, cenin sözleşmelerde kanunî
temsilcisi vasıtasıyla da olsa taraf kabul edilemediği gibi teslim alma şartı
bulunan sadaka, hibe gibi akitlerde de taraf kabul edilemez.
Modern hukukta ceninin mali hakları ayrıntılı olarak
tartışılmış, ilgili hükümler kanunda yerini alarak meseleye farklı görüşlerle çözüm
aranmıştır. Bu görüşlerden birine göre, sağ doğum
gerçekleşinceye kadar ceninin hak ehliyetinin hüküm ve sonuçları askıdadır. Sağ
doğum şartı gerçekleştiğinde cenin hak ehliyetini kazanacak, ancak hak ehliyeti
hükümlerini geçmişe etkili olarak, yani ceninin ana rahmine düştüğü andan
itibaren doğuracaktır.
Bu görüş İslam hukukçularının çoğunluğunun kanaatiyle paralellik arz etmektedir.
Bir başka görüşe göre ise, ceninin hak ehliyeti, onun sağ doğmaması bozucu
şartına bağlıdır ki buna göre, cenin hak ehliyetini ana rahmine düştüğü anda
kazanacak ve haklarını ana rahmine düştüğü andan doğana kadarki süreçte kanunî
temsilcisi vasıtasıyla kullanabilecektir. Cenin ölü doğduğu takdirde, hak
ehliyeti geriye etkili olarak ortadan kalkacaktır.
Diğer bir görüşe göre ise, ceninin kişiliğinin korunması, miras hakkı ve
menfaatlerinin kanunî temsilci tarafından korunması bakımından, hak ehliyetini
bozucu şarta bağlı olarak kazandığı kabul edilmelidir. Buna karşılık, sözleşme
ehliyeti bakımından, doğacak çocuğun hak ehliyetinin geciktirici şarta bağlı
olduğu kabul edilmelidir. Modern hukuk kapsamında konuyla ilgili yapılan akademik
bir çalışmada; ‘ceninin hak ehliyetinin geciktirici şarta bağlı olduğu kabul
edilmeli, ceninin ana karnında bulunduğu süreçte ancak kanunun açıkça öngördüğü
istisnaî durumlarda kanunî temsilci aracılığıyla korunması ile yetinilmelidir’
şeklinde birleştirici yorumlar da yapılmaktadır.
İslam hukukunun cenini hukuk karşısında
muhatap kabul etmesi ve eksik de olsa hak ehliyeti tanıması, “ceninin sağ
doğması şartı, ceninin gerçek anlamda var olduğunun anlaşılması
için konulmuştur” yaklaşımıyla bir araya getirildiğinde -tartışmaya açık
bir konu olmakla birlikte- “cenin malî haklara, varlığı bir insan olarak ispat
edildiği anda sahip olur” sonucunu doğurmaktadır.
C) CENİNİN HAYAT HAKKI
Tarih boyunca ana rahmindeki çocuğun hayat hakkına
önem verilmiş, Yahudi, Hıristiyan ve Hinduizm’de olduğu gibi genellikle dinlerde
çocuğun düşürülmesi yasaklamış, büyük günahlardan sayılmıştır.
İslam hukukunda canın korunması zaruri
maslahatlardandır. Haksız yere cana kıymak ayet ve hadislerle yasaklanmış,
ihlal edenler hakkında ağır cezalar öngörülmüştür. Hayatta olan insan için
sergilenen bu hassasiyet cenin safhasındaki insan için de gösterilmiştir. Himaye
edilmesi amacıyla bir emanet olarak anne ve babasına verilen ceninin sağlıklı
büyüyüp gelişmesinden birinci derecede yine ebeveyni sorumlu tutulmuştur. Bir
açıdan emanetçi hükmünde olan anne baba, cenininin hayatını sonlandırma hakkına
sahip olmadığı gibi, aksine cenine yönelik sıkıntıları bertaraf etme
mecburiyetindedir.
Ana rahminde bulunan cenin, hangi safhada olursa olsun
en azından hayat sahibi bir canlı kabul edilerek saygı ve hürmete layık görülmüş,
dokunulmazlığıyla ilgili hükümler getirilmiştir. İslam
hukukçularının genel kanaatine göre yaratılışı tamamlanan yani kendisine ruh
üflenen ceninin bilerek veya hata yoluyla düşürülmesi gurreyi gerektirmektedir.
Gurre düşürülen ceninden dolayı ödenmesi gerekli malî tazminattır.
İslam
hukukçularının çoğunluğuna göre cenin için ödenen gurre tam diyetin yirmide
biridir. Hanefiler şu hadisi şerif sebebiyle ceninin diyetini beş yüz dirhem
gümüş olarak belirler.
فيِ
الْجَنيِنِ غُرَّةٌ عَبْدٌ اَوْ اَمَةٌ قيِمَتُهُ خَمْسُمِائَةٍ
“Erkek ve kız cenininde, beş yüz dirhem değerinde gurre
gerekir.”
Ceninin
diyetinin hadisle beş yüz dirhem olarak belirlendiğine göre, tam diyetin on bin
dirhem olduğu anlaşılmış olur. Bu hadis gerekli olan diyetin, bizzat ceninin
karşılığı ve bedellerde asıl olanın da değer biçilen canlar olduğuna delildir.
Ceninin diyeti, Hanefi ve Şafiilere göre düşüren kişinin âkılesine gerekir. Bu
sebeple İslam hukukçularının ekseriyetine göre ceninin diyeti varislerine miras
olarak taksim edilir. Maliki ve Hanbelîlere göre gurreyi ceninin düşmesine
sebep olan kişi öder. Ceninin düşmesine sebep olan babası da olsa katil
sayıldığından o gurreye mirasçı olamaz.
Cenin, bir
yönden annenin bir parçası hükmünde olsa bile, diğer yönden bağımsız bir can
hükmündedir; annesiyle birlikte ölümüne sebep olunduğunda hem annesinin hem de
ceninin diyeti gerekir.
Hz. Peygamber
(s.a.v) cenini canlı bir insan olarak kabul etmiş ve hakkında;
“دوُهُ”
“Onun diyetini ödeyin”
buyurarak ceninin bedeline diyet demiştir. Diyet ise canlı insanın karşılığında
verilen bedelin adıdır. Cenin için diyetin gerekliliği ceninin insan olma
özelliğine sahip olmasından kaynaklanmaktadır. Canın karşılığı, can sahibinin
mirası olur. Bedelin hükmünde cenin canlı insan gibidir. Bundan dolayı ceninin
bedeli, murislerine miras olur. Bu nitelik, canın bedeline özgüdür.
Cenin gerçekte, kendisinden diri olarak ayrılıncaya kadar annesine emanet
edilmiş bir canlıdır. Annesinden ayrılmadan ona karşı işlenen cinayet,
ayrıldıktan sonraki cinayet gibidir. Şu kadar var ki cenin bir yönden annesinin
bir parçasına benzediğinden -Hanefilere göre- ölümüne sebep olan kişiye
keffâret gerekmez. Zira şüphe ile keffâret olmaz. Cenini telef etmek, hiçbir
şekilde kısas gerektirmediği için düşürene keffâret gerekmez. Fakat İmam
Muhammed’e göre yine de keffâret yoluna gidebilir. İmam Şafiî (v. 204/819),
cenini canlı insan hükmünde kabul ettiğinden canlı birini öldürene keffâret
gerekeceği gibi ceninin düşmesine neden olan kişiye de keffâret gerekeceği
görüşündedir.
Ceninin müessir bir fiil veya tehdit
etme, korkutma ve ilaç kullanma sonucunda düşmesi, bunları gerçekleştirenin
ceninin annesi, babası veya bir başka kişi olması, bu kişinin cenini düşmesini
kast edip etmemesi hükmü değiştirmemektedir. Hanefilere göre ceninin düşmesi
babanın izni dahilinde olduğu veya herhangi bir kasıt bulunmaksızın gerçekleştiği
taktirde gurre gerekmez.
Hanefî mezhebinde ruh üflenmeden önce
çocuk düşürmenin kerahetle birlikte mubah olduğunu söyleyen hukukçular varsa da
hâkim görüş, bunun ancak haklı bir sebebe dayanması ile caiz olacağı
şeklindedir. Fakat Kâsânî (v. 587/1192) gibi bazı hukukçulara göre kırk gün
dolmadan döllenmiş yumurtaya cenin denmeyeceği ve insan kabul edilmeyeceği için
düşürülmesi mutlak olarak caizdir.
Hanefîlerin
bir kısmına göre cenin döllenmeden sonra düşürülemez. İhramlı kişi harem
bölgesinde av hayvanının yumurtasını kırdığında cinayet işlemiş sayılıyorsa,
ana rahminde döllenen embriyoyu düşürmek de bir çeşit cinayettir. Yumurtanın
değeri de aslı bozulmadığı sürece av hayvanı olacağı için avın aslı sayılmaktadır.
Dolayısıyla yumurtayı bozması nedeniyle ihramlıya cezanın gerekmesinde
yumurtaya da av hayvanı hükmü verilir. Bu görüş Hanefi fakihlere ait olup Hz.
Ali (v. 40/661) ve İbn Abbas (v.
68/687)’tan
rivayet edilmiştir. Bu kimse ana rahmindeki çocuğu düşürüp değerini (ğurre)
ödeyen kişi gibidir. Çünkü bu kimse, çocukta köleliğin meydana gelmesine engel
olmuştur.
Maliki mezhebinde hâkim olan görüşe göre
kırk günden sonra ruh üflenmemiş bile olsa cenin düşürmek haramdır. Bu süreden
önce düşürülmesi halinde mubah veya mekruh olduğunu söyleyenler varsa da
çoğunluk bu durumda da haram olduğu görüşündedir.
Şâfiî mezhebinden İmam Gazali (v. 505/1111)’ye göre döllenme
olduktan sonra ceninin düşürülmesi haramdır. Şafiî mezhebinde hamileliğin ilk
kırk gününden önce ceninin düşürülmesinin caiz, fakat kırk günden sonra caiz
olmadığı görüşü de bulunmaktadır. Şafiî mezhebi âlimlerinden bir kısmı ruh üflenmeden
önce ceninin düşürülmesinin mutlak olarak caiz, ruh üflendikten sonra ise caiz
olmadığı kanaatindedirler.
Hanbelî mezhebinde bazı âlimlere göre
ceninin ilk kırk günden önce düşürülmesi caiz, kırk günden sonra ise caiz
değildir. Mezhebin bazı âlimlerine göre ise ruh üflenmesinden önce çocuk
düşürmek caiz iken ruh üflendikten sonra haramdır. Mezhepte ruh üflenmeden önce
de ıskatı haram kabul eden hukukçular bulunmaktadır.
Ruhun üflenmesinden önce cenin düşürmeyi mubah kabul
edenler, çoğunlukla ceninin vücut yapısının ancak ruhun üflenmesi safhasında
tamamlanması sebebiyle, insan olma vasfını da bu safhada kazanacağı varsayımından
hareket etmektedir. Cenin, ruh üflenmeden önce diğer
canlılar gibi hayat hakkına sahip olmakla birlikte, yaratıcısı tarafından “biz
âdemoğlunu onurlu kıldık” taltifine muhatap “insan” hüviyetini henüz
kazanmamıştır. Ruh sahibi olmayan cenin bu aşamada -tartışmalı olmakla
birlikte- herhangi bir hukukî tasarrufa ehil olmadığı gibi hayatına kastedene
cezaî yaptırıma da sebep değildir. Ceninin, kendisine ruh üflenmeden yani hukuk
nazarında henüz hukukî şahsiyet kazanmadan önce bilirkişilerin kahir ekseriyetinin
zannı galibince annesini zehirleme veya hayatına mal olacak bir hastalığa
sebebiyet vermesi öngörülüyorsa ‘mazarratın nefyi mubahtır’
genellemesinden hareketle canlılığına son verilir. Ruh üflenmeden önce cenin,
insan şeklinde olsa da kulak, göz ve kalp sahibi herhangi bir canlı gibi kabul
edilmektedir. Fakat ruh üflendikten sonra, mesela kalbi sadece kan pompalama
organı değil aynı zamanda imanın, sevginin, nefretin merkezi haline
gelmektedir.
Sonuç olarak şunu ifade edelim ki; ceninin
hayatına mal olacak herhangi bir eylemin hangi dönemde işlenmesi halinde diyet
gerektireceği İslam hukukçuları arasında tartışılmaktadır. Bununla birlikte
ceninin insan kabul edilerek hayat hakkının ihlaline yönelik davranışların
‘gurre’ olarak adlandırılan cezai müeyyide ile bertaraf edilme gayreti,
İslam’da cenine verilen değer ve onuru ispat için önemli bir göstergedir.
Ceninin
hayat hakkıyla ilgili irdelenmesi gereken bir diğer konu da insan klonlanması
ve tedavi amaçlı kök hücre üretilmesidir. Kök hücre üretiminin,
hastalıkların tedavisinin araştırılmasına hizmet ediyor gibi görünse de, kök
hücre elde etmek için embriyonun öldürülmesi gerekliliği, bir insanın hayatını
kurtarmak ya da sağlık sorununu gidermek için başka bir insanın hayatına son
vermenin ne kadar ahlaki ve hukuki olduğunun sorgulanmasını zorunlu kılmaktadır.
İnsan onurunun, klonlama ve kök hücre çalışmalarına
karşı korunması ihtiyacı, diğer bilim dallarının da üzerinde önemle durduğu bir
konudur. Konuyla ilgili açıklamalar, tıp bilimi ve modern hukuk yaklaşımını
yansıtan bilimsel araştırmalardan yararlanarak yapılacaktır.
Genetik mühendisliğindeki gelişmeler
son yıllarda gerçekten baş döndürücü bir hıza ulaştı. Gen
teknolojisi uygulamaları, hastalıkların teşhisinden tedavisine kadar uzanan
geniş bir alana hizmet veren bir potansiyele sahip oldu ve günümüzde hayatın
her alanında etkisini gösterdi. Klonlama da bu
gelişmelerdendir.
Türkçe’de “kopya” kelimesi ile ifade
edilen klon, bir hücreden çoğalan hücreler topluluğu anlamındadır. Klonlama; yetişkin
bir canlıdan alınan herhangi bir somatik hücrenin kullanılmasıyla, canlının
genetik ikizinin oluşturulması işlemidir. Klonlama işleminde sperm hücrelerine
gereksinim olmadan gebelik gerçekleşir ve sonucunda erkek birey olmadan genetik
ikiz meydana gelir.
Araştırmacılar klonlamayı, “üreme amaçlı klonlama” ve “tedavi (terapötik)
amaçlı klonlama” olarak ikiye ayırır.
Tedavi amaçlı kopyalamada amaç; tıbbi tedavide embriyo araştırmalarından
yararlanmaktır. Üretim amaçlı kopyalama; ikinci bir insanın kendisi üzerinden
kopyalanarak üretilmesi, insanın araçlaştırılması ve dolayısıyla onurunun zedelenmesi
olarak kabul edilmektedir.
Kök hücreler, vücutta bütün dokuları ve
organları oluşturan ana hücrelerdir. İnsan, döllenme yoluyla oluşan tek bir
hücrenin çoğalmasıyla meydana gelir. Bu hücreye “zigot” adı verilir. Zigot,
bölünmeye başlar ve bu bölünme sonucunda “embriyo” oluşur.
Klonlama tartışmaların merkezinde,
hastalık sonucu kaybedilmiş doku ve organların yerine klonlama ile yenilerinin
üretilmesi amacı ile yapılan tedavi amaçlı klonlama bulunmaktadır. Tedavi
amaçlı kopyalamanın (terapötik klonlama), uygun olup olmadığı cevaplandırılması
gereken bir sorudur. Bu yöntemle insan onurunun ihlâl edildiği görüşü bir grup
tarafından savunulmaktadır. Bu tartışmaların merkezinde embriyonun ahlâkî
statüsü bulunmaktadır. Bu konuda embriyo veya zigotun sadece bir hücre kitlesi
olduğu, dolayısı ile hiçbir kıymet atfedilmeye değer olmadığı görüşü yanında,
onun bir insan bireyi olduğu ve erişkin insanın sahip olduğu tüm haklara sahip
olması gerektiği gibi farklı görüşler vardır. Tedavi amaçlı kopyalamada;
embriyo insan olarak yetiştirmek için üretilmediğinden, bu yöntemde insan onuru
korunmasının sağlanması söz konusu edilmemektedir. Biyolojik olarak gelişme
erken evrede kesildiğinden, insan olma hedefi ile değil doku üretilmesine
yönelik üretildiğinden bir insan onuru ihlâli bulunmadığını göstermektedir. Kopyalamaya
karşı görüşlerin birinin temelinde; bu tür bir işlemde insanın kendi doğasının
değiştirilmesi tehdidinin olmasıdır. Bu tür bir kaygıya katılmayanlar,
klonlamayı tek yumurta ikizliği ile özdeş görmekte ve böylesi bir durumun
doğadan bir üretme anlamına geldiğini, bu sebeple endişe edecek bir durum bulunmadığı
görüşünü savunmaktadırlar.
Embriyonik kök hücreler, embriyoyu bölmek suretiyle
elde edilebilir. Elde edilen bu ikiz hücrelerle yeni kopya embriyoların
üretilmesi mümkündür. Bu noktada ortaya çıkan sorun ise, ileride insan
olabilecek embriyonun sırf bir yedek organ deposu olarak kullanılmak üzere elde
edilip, sonra da imha edilmesinin hukuki açıdan nasıl değerlendirileceğidir.
İnsanın araçsallaştırılması, insan haklarının ruhuna, yani insan onuruna ters
bir olgudur. Dolayısıyla insan nüvesini teşkil eden embriyon açısından da
insanın araçsallaştırılması yasaktır. Bu suretle embriyonik kök hücrelerin
kopyalanması, tedavi amacıyla da olsa etik değildir. Bir embriyonun hayat
hakkına müdahale ederek diğer bir insanı yaşatmak veya iyileştirmek, insan
onuru düşüncesiyle asla bağdaşmayacaktır. Öyle ki kendi kopyalarını üreten
insanların, hastalandıklarında bu kopyaların organlarını kullanmak suretiyle
yeni bir organ ticareti sahasının oluşmasına zemin hazırladıklarını da gözden
kaçırmamak gerekir.
Kişilerin klonlama ile kendileri veya
sevdikleri için yedek parça üretmesi, tedavi amaçlı kök hücre üretim yöntemine
karşı diğer bir endişeyi ortaya koymaktadır. Çocuğuna kemik iliği nakli gereken
bir ailenin uygun bir verici bulamadığından, çocuklarının klonunu üretip
dünyaya gelen bebeği verici olarak kullanmaları ahlâkî açıdan kabul edilemez
görülmektedir.
Sağlık Bakanlığı tarafından yayınlanan
2006/51 sayılı ve 01.05.2006 tarihli genelge ile klinik amaçlı embriyonik
olmayan kök hücre çalışmalarına izin verilmiştir. Bu bağlamda çalışmanın
yapılacağı kurum bünyesinde gerekli alt yapının oluşturulması ve çağdaş bilimin
gereklerine uygun olarak uygulama yapılabilmesi amacıyla, Bakanlık bünyesinde
Kök Hücre Nakilleri Bilimsel Danışma Kurulu oluşturulmuş ve “Klinik Amaçlı
Embriyonik Olmayan Kök Hücre Çalışmaları Kılavuzu” genelgeye ek olarak
yayınlanmıştır.
İnsan ve toplum
açısından insan onurunun korunması birinci derecede önceliklidir. Her bireyin
kendi genetik kimliğine sahip olması, insan onurunun korunmasının bir
gereğidir. Biyoloji, tıp ve biyo-teknoloji alanlarında insan onuru için etik
standartların oluşturulması ve insan ve toplumun her zaman bilimin önünde
tutulması gerekmektedir. Çünkü uygarlık sadece bilim ve teknolojiden ibaret
değildir. Uygarlık her şeyden önce, bir değer yargıları sistemi, bütünüyle bir
insanlık anlayışıdır.
D) CENİNİN DİĞER HAKLARI
Ceninin hayat
hakkıyla da yakından ilintili olan iki konuya kısaca değinmekte yarar görüyorum.
Bunlardan biri İslam’ın ceninin sağlığına herhangi bir zarar gelmemesi için
oruç tutmakta olan annesi için sağladığı kolaylık; bir diğeri de ceninin ölü
doğması halinde tabi tutulduğu hükümlerdir.
Oruç tutmakta
olan hamile bayan karnındaki çocuğun (cenin) veya kendisinin sağlığından endişe
ederse orucunu bozarak kazaya bırakır.
Hamile kadından oruç yükümlülüğünün hafifletilmesi cenin sebebiyledir. Ceninin
hayatına verilen değer, ibadet konularında da yerini almakta hükümlere tesir
etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v) konuyla ilgili şöyle buyurdu;
اِنَّ
اللهَ تَعاَليَ وَضَعَ عَنِ الْحاَمِلِ وَالْمُرْضِعِ الصَّوْمَ
“Allah
Teâlâ, hamile ve emzikli kadından orucu kaldırmıştır.”
Hanefilere göre orucunu
bozan hamile veya emzikli kadın orucunu sonradan kaza eder fidye gerekmez.
Abdullah b. Ömer (v. 73/693), hamile bayanın oruç tutmaması veya tutmakta
olduğu orucu bozmasıyla fidyeyi gerekli görmesinin sebebini, oruç tutamayan çok
yaşlı birinin fidye vermesine benzeterek şöyle açıklar; “Oruç tutmama ya da
bozma bir hastalıktan dolayı değil, yaratılıştan aciz biri (cenin) nedeniyle
meydana gelen bir yarardır. Onun için çok yaşlı kişi için olduğu gibi fidyeyi
gerektirir.”
İbni Ömer’in, cenini acizlik yönünden yaşlıya benzetmesi, hayat sahibi,
hükümlere muhatap hakiki bir şahıs olarak değerlendirmesi anlamına da gelmektedir.
İslam fıkhında ölü
doğan çocuk, düşük için yapılması gereken tüm işlemler, cenine verilen değeri
göstermesi açısından da önemlidir. Fakihlerin çoğunluğuna göre düşüğün cenaze
namazı kılınmaz; yıkanır, kefenlenir ve defnedilir. Hanefilerden İmam Ebu
Yusuf’a göre ölü doğan çocuk yıkanır, ismi verilir ve defnedilir. Hanbelî âlimlerine
göre dört ayını doldurduğunda yıkanır ve cenaze namazı kılınır. İbni Sîrin
(v. 110/729)’e göre ruh üflendiği bilinen düşüğün cenaze namazı kılınır.
Maliki âlimlerine göre ise hayat emaresi göstermeyen çocuğun cenaze namazı
kılınmaz. Kefenlenemeyecek ve cenaze namazı kılınamayacak durumda olanlar da bir kumaş
parçasına sarılarak defnedilir. Düşüğün yıkanması bir
şahıs olması sebebiyledir; cenaze namazının kılınmaması ise bir yönden
annesinin parçası kabul edilmesiyledir.
Dört ayını dolduran düşük hakkında hem yıkanır hem de cenaze namazı kılınır
görüşünde olan Hanbelî âlimleri, cenini müstakil bir varlık olan insan konumunda
kabul etmişlerdir. Hatta erkek veya kız olduğu belli olmayan düşük çocuk için
Katade, Hind, Utbe, Seleme gibi kız ve erkeğe konulan isimlerden biri verilir.
Hz. Peygamber (s.a.v); “Düşük çocuklarınıza isim koyun, onlar sizin
selefinizdir” buyurmuştur. Ahirette kişi ismiyle çağrılacağı için düşük çocuğa
isim konmasının uygun olacağı belirtilmiştir.
Cenin, ruh
üflenmeden önce ölü olarak doğduğunda hayatta olanlar için verilen hiçbir hükmü
sabit kılmaz. Bundan dolayı yıkanmaz, kefenlenmez, cenaze namazı kılınmaz,
varis olamaz, kendisine de varis olunmaz. Çünkü bu durumda hayatta olanların
hak ettiği şeylerden hiçbirini hak edemeyen bitki gibi cansız, ruhsuz bir ölü
hükmündedir.
NETİCE
Sonuç olarak şu hususları tespit
edebiliriz:
1.
İhtilaflarıyla beraber âlimlerin cenin hakkındaki
görüşlerin tamamı yaratılışı tamamlayıp ruh üflenmiş ceninin müstakil bir
kişiliğe sahip insan olarak kabul edilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır.
2.
Ruhun ne zaman üflendiğine dair farklı kanaatler
bulunmakla birlikte ayet, hadis ve tıp biliminin verilerinden hareketle ilk
kırk günden sonra gerçekleştiği hükmüne varmanın daha isabetli ve ihtiyata daha
elverişli olduğu açıktır.
3.
Ruh üflendikten sonra ceninin eksik de olsa kişilik,
mülkiyet ve hayat hakkı işlerlik kazanmaktadır.
4.
Ceninin sözleşmelerde taraf kabul edilmesi mümkün
olmasa da mal edinme ve hatta bazı İslam hukukçularına göre malî külfet altına
girebilme hakkı tanınmalıdır. Zira cinayet sonrası düşük olarak doğan cenin
hükmen sağ kabul edilmekte, gurre diyeti malıymış gibi varislerine miras olarak
intikal etmektedir.
5.
Cenin sebebiyle annenin farz orucunu kazaya bırakması,
ceninin sağlığını korumak amacıyla ruhsat hükümlerinin işletilmesidir. Bu da
cenine verilen değeri ortaya koymaktadır.
6.
Ceninin bilerek veya hata yoluyla ölümüne sebep
olmanın doğurduğu gurre cezası ile bunun varislerine intikaline dair hükümler
de cenine verilen onurun yüksek derecesini göstermektedir.
7.
Bütün yaratılışı tamamlanmış ve ruh üflenmiş çocuğun
düşürülmesinde, düşük yapan kadının normal bir doğum yapmış gibi kabul edilmesi
de İslam’ın cenine verdiği konumu belirlemektedir.
8.
Ceninin ölü doğması neticesinde yıkanması,
kefenlenmesi, isim konması ve Hanbelî fakihlerine göre cenaze namazının
kılınması gibi uygulamalar da İslam’da cenine ayrı bir değer ve onur
verildiğini göstermesi bakımından önemlidir.
9.
Tedavi amaçlı da olsa kopya embriyoların sırf bir
yedek organ deposu olarak kullanılmak üzere üretilip sonra da imha edilmesi insan
onuruna ters bir olgudur.
2. Abdülmecid
ZİNDÂNİ, İlmü'l-Ecinne fî Dav’il-Kur'ân ve's-Sünne,
Rabıtatü'l-Alemi’l-İslâmî, Mekke ts.
Zeynuddîn Abdurrahmân
bin Ahmed BİN RECEP el-Hanbelî (v. 795), Revâi’u’t-Tefsîr, I-II,
Dâru’l-Âsıme 1422/2001
“ فَلَمَّا جَنَّ عَلَيْهِ اللَّيْلُ ” “Üzerine gece karanlığı basınca” (En’âm, 6/76).
هُوَ اَعْلَمُ بِكُمْ اِذْ اَنْشَاَكُمْ مِنَ الْاَرْضِ وَاِذْ
اَنْتُمْ اَجِنَّةٌ فٖى بُطُونِ اُمَّهَاتِكُمْ “O topraktan yarattığında ve
analarınız karnında ceninler iken de sizi en iyi bilendir.” (Necm,
53/32).
İbrâhim b.
Muhammed, Ahkâmü’l-İchâd, s. 47; Abdülmecid Zindâni, İlmü'l-Ecinne fî
Dav’il-Kur'ân ve's-Sünne, Rabıtatü'l-Alemi’l-İslâmî, Mekke ts., s. 124.