12 Eylül 2013

FUSÛSU-L HİKEM ÜÇÜNCÜ BÖLÜM


FUSÛSU-L HİKEM 
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
buyurdu (ve böylece, his ve hayali ayrımsızladı). Böyle olunca, “Rabbim bu rüyayı
doğru kıldı” sözü; rüyasında uykudan uyandığını görüp, gördüğü rüyayı tabir eden
kimsenin sözünden farklı değildir. Bu kimse bilmez ki, hala uykudadır ve uykudan
uyanmamıştır. Ve gerçekten uyandığında ise, “Böyle böyle bir rüya gördüm;
rüyamda, gördüğüm rüyadan uyanıp, bu rüyayı yorumladım” der.
İmdi, Muhammed’in (sav) idrakiyle, Yusuf’un idraki arasındaki farkı gör! “Bu
önceden gördüğüm rüyanın yorumudur. Rabbim bu rüyayı doğru kıldı” [Yusuf
Suresi, 12/100] derken Yusuf’un kastettiği şey histir (yani, rüyasında gördüğü hayal
suretinin duyumsal olarak apaçık hale gelmesidir). Halbuki rüyada görülen şey,
duyumsanandan başkası değildir (çünkü, eğer duyumsanır olmasaydı idrak
edilemezdi). Çünkü hayal, hiçbir zaman duyumsanandan başka bir şey vermez.
Hayal için bundan (yani, histen) başkası yoktur.
İmdi, (bu gerçeği bilen) Muhammedî vârislerin ilminin ne kadar şerefli olduğuna bir
bak! Ve ben birazdan bu hayal hazreti hakkında söylenenleri, Muhammedî Yusuf’un
diliyle açıklığa kavuşturacağım. Cenab-ı Hak dilerse, bunu anlarsın.
Bil ki, “Hak’tan başka” olan veya “alem” olarak adlandırılanın Hakk’a nisbeti,
gölgenin kişiye nisbeti gibidir. Böyle olunca alem, Allah’ın gölgesidir. Ve bu, varlığın
aleme nisbetinin aynısıdır. Çünkü gölge hiç kuşkusuz duyumsanan bir şeydir. Ama
gölgenin görünmesi, ancak gölgenin üzerine düştüğü mahal varolduğu sürece
sözkonusudur. Eğer bu gölgenin görünmesini sağlayan mahallin yokluğunu
varsayacak olsaydın, bu gölge aklî bir şey olarak kalır ve duyumsal olarak
varolamazdı. Olsa olsa, gölgenin sahibi olan kişide açığa çıkmamış olarak [bi’lkuvve] kalırdı.
O halde, Allah’ın, “alem” olarak adlandırılan gölgesinin düştüğü yer, mümkün
varlıkların aynlarıdır ve gölge bunların üzerine düşer. Dolayısıyla, zatın varlığına
işaret eden bu gölge, üzerine düştüğü şey yoluyla idrak edilir. Ama idrak, Nur
ismiyle ortaya çıktı. Ve bu gölge, mümkün varlıkların aynları üzerine, (ilim
mertebesinde) bilinmez gayb suretinde (yani, yokluğun karanlığı üzere) düştü.
Görmez misin ki, gölge, siyahlığa meyillidir. Ve bu siyahlık, kişi ile gölge arasındaki
ilişkinin uzaklığından dolayı, gölgedeki gizlenmişliğe işaret eder. Ve kişi beyaz bile
olsa, gölgesi yine de bu şekilde siyahtır. Dağları görmez misin ki, bakan kişiden
uzakta olduklarında kara gözükürler. Halbuki renkleri göze görülenden farklıdır. Ve
böyle görülmelerinin tek nedeni aradaki uzaklıktır. Ve gökyüzünün maviliği de
bunun gibidir. Gökyüzünün mavi oluşu, uzaklığın ışık vermeyen cisimlerde
duyulara etkisidir.
Ve yine, mümkün varlıkların aynları da ışık vermezler, çünkü yokturlar [ma’dum].
Ve her ne kadar (ilahi ilim’de) “değişmezlik” [sübut] ile nitelenseler de “varlık” ile nitelenmezler — çünkü “varlık” nurdur. Işıklı cisimlere uzaktan bakıldıklarında ise,
(ışık vermeyen cisimlerin tersine, siyah görünmeyip) göze küçük görünürler. Bu da
uzaklığın bir diğer etkisidir. Böylesi cisimler, duyulara küçük hacimli görünseler
bile, aslında göze göründüğünden daha büyüktürler. Örneğin, güneşin dünyadan
çok daha büyük olduğu kanıtlanmış olduğu halde, gözle bakıldığında bir kalkandan
daha büyük değildir. Bu da uzaklığın bir etkisidir.
Böyle olunca, Hak, bir şeyin gölgesinden bilindiği ölçüde bilinir. Ve Hak, bir şeyin
gölgesinden bilinmediği ölçüde bilinmezdir. İmdi alemin Kendi gölgesi olmasından
dolayıdır ki Hak, (aleme bakılarak, ayrıntılanımsız olarak) bilinir. Ve gölgesi düşen
kişinin suretinin, o gölgenin kendisine bakılarak bilinememesinden dolayıdır ki, Hak
(aleme bakılarak) bilinmez. İşte bundan dolayı biz deriz ki: Gerçekte Hak bizim için
bir yönüyle bilinir ve bir yönüyle de bilinmezdir.
“Sen Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmez misin? Dileseydi, onu sakin kılardı..”
[Furkan Suresi, 25/45] — yani, açığa çıkmamış olarak O’nda olurdu. Ve bu, şu
demeye gelir: Hak Teala gölgeyi zahir kılmadan önce, mümkün varlıklara tecelli
etmeseydi, bu gölge, varlıkta ayn’ı zahir olmayan mümkün varlıklar gibi (yoklukta)
kalırdı. “..Sonra, güneşi gölgeye delil kıldık..” Ve güneş, daha önce sözünü ettiğimiz,
Allah’ın Nur İsmi’dir. Ve his, gölgenin varlığının güneş yoluyla olduğuna tanıklık
eder. “..Ondan sonra, gölgeyi Kendimize kolaylıkla çektik” [Furkan Suresi, 25/46].
Onu Kendisine çekmesi, Kendi gölgesi olmasından dolayıdır. Nasıl ki O’ndan zahir
olduysa, bütün her şey yine O’na döner.
İmdi gölge, O’dur; O’ndan başkası değildir. Böyle olunca, senin idrak ettiğin ne
varsa, mümkün varlıkların aynlarında (tecelli ediyor) olan Hakk’ın varlığıdır.
Hakk’ın huviyeti yönünden, idrak edilen şey O’nun varlığıdır; öte yandan,
içerisindeki suretlerin birbirinden farklılığı yönünden, bu idrak edilen şey mümkün
varlıkların aynlarıdır. Şu halde, mümkün varlıkların aynlarının birbirinden farklı
suretlerde olmasından dolayı, idrak edilen şey her zaman için “gölge” olarak
adlandırılır — ve yine aynı nedenden dolayı “alem” ve “Allah’tan başka” olarak
adlandırılır. Gölge olmaklığının tekliğinden [ahadiyet] dolayı, o (idrak edilen şey)
Hak’tır — çünkü Hak, Bir [Vahid] ve Tek [Ahad] olan varlıktır. Ama suretlerinin
çokluğundan dolayı (bu idrak edilen şey) alemdir. Öyleyse, senin için açıklığa
kavuşturduğum şeyi anla ve uyanık ol!
Ve iş benim söylediğim gibi olunca; alem vehmolunmuş bir şeydir, gerçek bir varlığı
yoktur — ve hayal bu demektir. Yani sen alemin zaid bir şey olduğunu, kendi başına
durduğunu ve Hakk’ın dışında olduğunu hayal ettin — ama aslında öyle değildir.
Gölgenin, gölgesi düşen kişiye ilişik olduğunu ve gölge için bu ilişikliğin ortadan
kalkmasının olmayacak bir şey olduğunu görmez misin? O halde ayn’ını bil: Sen
kimsin? Huviyetin nedir? Hakk’a nisbetin nedir? Ve sen ne yönden Hak’sın ve ne
yönden alemsin, Hak’tan başkasın? Bu ve benzeri şeyler konusundaki bilgileriyle alimler arasında, bilenler ve çok bilenler olarak üstünlük dereceleri vardır.
Hak, gölgenin düştüğü belli bir yerin durumuna göre, küçük veya büyük, saf veya
daha saftır. Hak, bakan kimseye camın (yani, ayan-ı sabitenin) rengiyle renklenmiş
olarak görünen, ama aslında rengi olmayan kandildeki nur gibidir. Ve sen bu
misalin, Rabbin ile kendi hakikatin arasındaki ilişkiyi betimlediğini görürsün. Ve
eğer sen, camın yeşilliğinden dolayı “nur yeşildir” dersen, doğru söylemiş olursun —
his bu konuda sana tanıklık eder. Ve eğer sen, aklî delilden yola çıkarak “nur yeşil
değildir” dersen, yine doğru söylemiş olursun — bu konuda sana tanıklık eden ise,
doğru [sahih] olan aklî kurgulamandır [nazar-ı aklî]. Ve cam ile renklenen bu nur,
camdan –yani, gölgeden– yansıyan nurdur. Ve saf olmasından dolayı da, bu gölge,
ışıltılı bir gölgedir. Ve içimizden Hak ile gerçeklenmiş [mütehakkık] bazılarımızda
Hakk’ın sureti, saflıklarından dolayı, başkalarında zahir olandan daha çok zahir olur.
Ve bizden öylesi (yani, Hakk’ın sıfatlarında kendi sıfatlarından fani olmuş olanlar)
vardır ki, Hak’tan haber veren şeriat getirici’nin (yani, Resulallah Efendimizin)
verdiği işaretlerle Hak bu kimsenin işitmesi, görmesi ve bütün yetileri ve uzuvları
olmuştur.
Buna rağmen (Hakk’ın Zat’ında değil ama yalnızca sıfatlarında fani olan bu kulda)
gölgenin ayn’ı (hala) vardır. Çünkü, (kudsi hadiste geçen) “onun işitmesi” sözündeki
“o” zamiri, o kula ilişkindir. Ve diğer kullar onun eriştiği bu noktaya
erişmemişlerdir. Bu kulun Hakk’ın varlığına yakınlığı, diğer kullara nisbetle daha
fazladır.
İş sana anlattığım gibi olunca, bil ki, sen bir hayalsin. İdrak edip, “başkadır” “ben
değilim” dediğin ne varsa hayaldir. Bütün bir varlık (Hakk’ın gölgesi olan ayan-ı
sabitenin gölgesi olduğundan), hayal içinde hayaldir. Ve gerçek varlık [vücud-i hak]
–Zat’ı ve ayn’ı dolayısıyla– ancak Allah’ın varlığıdır. Ve “zat-ı ahadiyye” olarak
adlandırılan Hakk’ın hakikati, belirmemişlik [la taayyün] ve belirmişlik [taayyün]
koşuluna bağlı olmaksızın bir varlık olduğundan dolayı, katıksız varlıktan ibarettir.
Ve O, bundan (yani, tek olan zatıyla katıksız varlık olmasından) dolayı, sıfatlar ve
isimlerden arınıktır. Ve O’nun sıfatı, ismi ve şekli yoktur. Ve kendindeki çokluğa
hiçbir yönden itibar yoktur. Ne var ki, çokluğa itibar olmaması, İsimler yönünden
değildir (yani, Kendindeki çokluğa itibar, İsimler ile adlandırılması dolayısıyladır).
Ve O’nun İsimleri iki şeye delalet eder: İsmin delalet ettiği ilk şey, (bu İsim’le)
adlandırılanın ta kendisidir (yani, Zat’tır). Ve delalet ettiği diğer şey de, bu İsmin
kendisini, diğer İsimler’den ayıran şeydir. Böylece Gafûr (yani, Bağışlayıcı), Zahir ve
Batın olmadığı gibi, Evvel de Ahir değildir. Artık, herbir İsmin hangi itibarla diğer
İsimlerin aynısı olduğunu ve bir İsmin hangi itibarla diğer İsimler’den başka ve
onlardan ayrışık olduğunu anladın. O İsim, diğer İsimler’in aynısı olması itibarıyla
Hak’tır ve o İsim, diğer İsimler’den başka olması itibarıyla da –ele aldığımız
bağlamda– hayal olunan Hak’tır [Hakk-ı mütehayyel] (yani, zat-ı ilahi’nin gölgeleri
olan İsimler, ayan-ı sabite ve onların hariçte varolan zuhur mahalleridir). Kendine delili yine ancak Kendisi olanı tenzih ederim, ki O’nun varlığı ancak Kendi
ayn’ı iledir. İmdi, varoluşta O’nun ahadiyetine delalet etmeyen hiç bir şey yoktur. Ve
hayalde de her şey çokluğa delalet eder. Anlayışı çokluk yoluyla olan kimse, alem ile
ve İlahi İsimler ile ve alemin isimleri ile olur. Ve anlayışı ahadiyet yoluyla olan
kimse, Hakk’ın sureti (yani, sıfatları) dolayısıyla değil, alemlerden gani olan Zat’ı
dolayısıyla Hak’la olur. Ve Allah’ın alemlerden gani olması, İsimlerin Kendisine
nisbet olunmasından gani olmasının ta kendisidir. Çünkü İsimler O’nun Kendisine
delalet ettikleri gibi, bu İsimlerin etkilerini [eser] gerçekleyen adlandırılanlara da
delalet ederler.
“De ki: O Allah, Tek’tir.” O ayn’ı dolayısıyla Tek’tir [ahad]. Bizim O’na dayanıyor
olmamız dolayısıyla “Allah Samed’dir.” Kendi huviyetinde ve bizimle ilişkisinde “O
doğurmamıştır” ve aynı şekilde “doğurulmuş da değildir.” Ve yine, “O’na denk olan
tek bir şey yoktur.” Böylece bu (İhlas Suresi) O’nun, Kendini nitelemesidir ve O,
kendi Zat’ını “Allah, Tek’tir” sözü ile tek kılmıştır. Ve Hakk’ın bu bilinen nitelenişi
sayesinde çokluk, bizde zahir oldu — biz doğururuz ve doğuruluruz, Hakk’a
dayanırız, ve kimimiz kimimize denk oluruz. Halbuki Bir [Vahid] olan, bu
nitelemelerden münezzehtir ve O, bizlerden gani olduğu gibi, bu nitelemelerden de
ganidir. Ve Hakk’ın, (bu nitelemelerden gani olmaklığıyla) bu İhlas Suresi’nden
başka bir sıfatı yoktur. İhlas Suresi, bu ahadiyeti nitelendirmek için indi.
İmdi, Allah’ın ahadiyeti bizi talep eden İsimler’den dolayı çokluğun ahadiyetidir
[ahadiyet-i kesret]. Ve bizden ve İsimler’den gani olması dolayısıyla da, Allah’ın
ahadiyeti, ayn’ın ahadiyetidir [ahadiyyet-i ayn]. Her ikisi de ahadiyet olarak
adlandırılır, (ama aralarında bir fark olduğunu) bil!
İmdi Hak, sağa ve sola dönerek secde eden gölgeyi senin kendine ve O’nun
kendisine bir delil olarak senin için varetti — sen kendini bilesin; senin Hakk’a
nisbetin nedir, Hakk’ın sana nisbeti nedir, anlayasın diye. Allah’tan başka olanların
hangi itibarla ve hangi ilahi hakikatten Allah’a karşı tümüyle yoksunluk içerisinde
olduğunu ve kimisinin kimisine gereksinimi nedeniyle nisbî yoksunluk ile
nitelendiğini bilesin diye. Ve, nasıl ve hangi ilahi hakikat ile, Hakk’ın insanlardan ve
alemlerden gani olduğunu ve alemin nasıl gani olmaklık ile nitelendiğini, yani
insanların kimisinin kimisine bir yönden gereksinim duymazken, kimisinin de
onların gani oldukları bu aynı yönden başkalarına nasıl muhtaç olduklarını bilesin
diye.
Hiç kuşkusuz alem (aslî varlığı olmayıp, yokluk üzere olduğundan) tümüyle
sebeplere muhtaçtır. Ve alemin muhtaç olduğu sebebiyet, Hakk’ın İlahi İsimleri’nden
başkası değildir ve muhtaç olunan İlahi İsimler –ister muhtaç olanın, alemdeki
benzeri olan İsim olsun, isterse Hakk’ın ayn’ından bir İsim olsun– alemin muhtaç
olduğu herbir İsim’dir. Ve muhtaç olunan İsim, Allah’tır, ondan başkası değildir. Bundandır ki Allahu Teala şöyle buyurur: “Ey insanlar, siz Allah’a muhtaçsınız; O
ise Gani ve Hamid’dir” [Fâtır Suresi, 35/15].
HUD KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ AHADİYYE
Allah doğru yol [sırat-ı müstakim] üzerindedir
Ve bu genelde apaçıktır, gizli değildir
Büyükte ve küçükte, bilende ve bilmeyende
Allah’ın ayn’ı zahirdir
Bunun içindir ki, Allah’ın rahmeti
İster hakîr ister yüce olsunlar her şeyi içine aldı.
“Hiçbir hayat sahibi yoktur ki, Allah onu alnından yakalamış olmasın; benim
Rabbim hiç kuşkusuz doğru yol üzerindedir” [Hud Suresi, 11/56]. Her şey kendi
Rabbinin doğru yolu üzerinde yürür; bu bakımdan gazaba uğramış ve dalalete
düşmüş değillerdir. Dalaletin gelip geçici olması gibi, ilahi gazab da bunun gibi gelip
geçicidir. Ve sonunda varılacak olan, herşeyi kaplayan rahmettir ve rahmet gazabın
önüne geçmiştir.
Hak’tan başka olmaklıkla nitelenen herşey yürüyücüdür, çünkü ruh sahibidir. Ve
hiçbir şey kendi nefsiyle hareket etmeyip, ancak nefsinden başka olanla hareket eder.
Dolayısıyla her şey, doğru yol üzerinde olanın (yani, kendisinin zuhur mahalli
olduğu, özgül rabbi olan İsmin) hükmüne tabi olarak hareket eder. Yol, eğer
üzerinde yürünmüyor olsaydı, yol olmazdı.
Halk sana uyduğu zaman, sana uymuş olan Hak’tır
Ve eğer Hak sana uyarsa, bazen halk sana itaat edip, uymaz
O halde, ne dediğimizi iyi anla! Çünkü Hak’tır benim sözüm
Ve varoluşta, konuşmayan hiçbir varlık yoktur
Gözünle gördüğün her yaratılmış olan, Hakk’ın ayn’ı ve zatıdır.
Gerçekte O, yaratılmış olanlarda gizlidir
Ve yaratılmış olanların suretleri kılıftan ibarettir.
Bil ki, ehlullahın sahip olduğu ilahi deneyimleme [zevk] ilimleri, yetilerin birbirinden
farklı olmasından dolayı, farklılık gösterirler — her ne kadar bir-olan-ayn’a [ayn-ı
vahid] dönücü olsalar bile, bu böyledir. Allahu Teala şöyle der: “Ben onun işitmesi
ve görmesi, tuttuğu eli ve yürüdüğü ayağı olurum.” Bu sözüyle Hak, kendi
huviyetinin, kulun kendisi olan uzuvların ta kendisi olduğunu söyler. Huviyet
bir’dir [vahid], uzuvlar ise birbirinden farklıdır. Ve herbir uzvun deneyimleme
[zevk] ilimlerinden, kendisine özgü olan farklı bir ilmi vardır. Bu, suyun durumu
gibidir: Su, tek bir hakikat [hakikat-ı vahid] olduğu halde, aktığı yerlerin bir
diğerinden farklı olması nedeniyle, tadı farklılaşır — kimisi acı olur, kimisi de tatlı.
Halbuki o, bütün bu hallerde, yine de sudur. Tadı çeşitli olsa da, suyun hakikatı
değişmez olarak kalır.Ve bu ahadiyet hikmeti “ayaklar ilmi” [ilm-i ercül] ile ilintilidir. Ve bu ayaklar ilmi,
O’nun kitaplarına uyan kavimlerin (ilahi ilimle) beslenmelerine ilişkin olarak Allahu
Teala’nın, “..ayaklarının altından beslenirlerdi..” [Mâide Suresi, 5/66] sözünden
türetilmiştir. Üzerinde yürünen yolda yolculuk etmek ve ilerlemek, ancak ayaklar
yoluyla olur. Doğru yol [sırat-ı müstakim] üzere olan Rabb’in eliyle alınların
yakalanmış olduğu, ancak, deneyimleme [zevk] ilimlerinden biri olan bu özel ilim
(yani, ayaklar ilmi) ile müşahede edilebilir.
İmdi, Allahu Teala suçluları sevkeder. Ve onlar, Allahu Teala’nın batı rüzgarıyla
sevkettiği bir makamı hakeden bir kavimdir. Ve Hak, bu batı rüzgarıyla (yani, kendi
nefslerinin hevalarıyla) onların nefslerini helak etmiştir. Şu halde Rabb, onların
alınlarından tutar ve üzerinde sabit oldukları hevalarının ta kendisi olan batı rüzgarı
onları vehmettikleri uzaklık olan cehenneme sevkeder.
Onları bu durağa [mevtın] sevkettiğinde, yakınlığa [kurb] eriştiler ve onların
cehennem olarak adlandırdıkları uzaklık ortadan kalktı. Ama suçlu olduklarından
dolayı, ancak hakettikleri kadarıyla yakınlık nimetine [naim-i kurb] eriştiler. Hak
onlara bu hoşnutluk verici makamı gönül yüceliğinden dolayı vermiş değildir; onlar
bu makamı, ancak yaptıkları amellerle, hakikatlerinin bu makamı haketmesiyle
aldılar. Ve amellerini sürdürürken, Rabb’in doğru yolu üzerindeydiler. Çünkü
alınları, bu şekilde sıfatlanmış olanın (yani, özgül Rabb’in) elindeydi. Böylece onlar
nefsleriyle yürümediler; yakınlığın kendisine ulaşıncaya kadar (kendi ayn-ı
sabitelerinden gelen) zorlamanın hükmü altında yürüdüler.
“Biz ölmekte olan kişiye sizden daha yakınızdır, ama siz bunu görmezsiniz” [Vakıa
Suresi, 56/85]. Ölünün görmesi, kendi üzerindeki perdenin kalkmış olmasındandır ve
onun bu görüşü keskindir. Ve Hak Teala bir ölüyü diğer ölüden ayırmadı, yani
yakınlık bakımından said ve şaki arasında bir ayrım yapmadı. Yine, “Biz insana
şahdamarından daha yakınız” [Kaf Suresi, 50/16] dediğinde de, insanlar arasında bir
ayrım gözetmedi. Kulun ilahi yakınlık içerisinde olduğu, bu ilahi haberde apaçık bir
şekilde ortaya konmuştur. İmdi, Hakk’ın huviyetinin, kulu kendisi yapan uzuv ve
yetilerin ta kendisi olmasından daha öte bir yakınlık sözkonusu olamaz. Böyle
olunca kul, vehmolunan halk’ta müşahede olunan Hak’tır. Nitekim, iman sahipleri
ve keşf ehli indinde, halk akılla-kavranabilir olan ve Hak da duyumsanan ve
müşahede olunandır. Bu iki sınıfın dışında kalanlar için ise Hak akılla-kavranabilir
olan ve halk da müşahede olunandır — dolayısıyla onlar, acı su menzilesindedir.
Ama iman sahipleri ve keşf ehli ise içeni kandıran tatlı ve lezzetli su
menzilesindedirler.
İmdi, insanlar iki kısımdır: Kimileri, üzerinde yürüdükleri yolu ve o yolun sonunu
bilirler. Dolayısıyla da bu yol, kendileri için doğru yoldur [sırat-ı müstakim].
Kimileri de üzerinde yürüdükleri yolu ve o yolun sonunu bilmezler. Halbuki bu yol diğer sınıfın bildiği yoldur. İmdi, arif olan kişi basiret üzere Allah’a davet ederken;
arif olmayanlar ise, taklid ve cehalet üzere Allah’a davet ederler. Bu özel ilim (yani,
ayaklar ilmi), aşağının aşağısından [esfel-i safilin] ortaya çıkar — çünkü ayaklar,
kişinin aşağısındadır ve bu aşağı olanın da aşağısında ise yolun ta kendisi vardır.
Dolayısıyla, Hakk’ın, yolun ta kendisi [ayn] olduğunu bilen kişi, işin hakikatini bilir.
Ve (Hakk’ın varlığından başka bir varlık olmadığından) yolda yürüyen ve yolculuk
eden hiç kuşkusuz Hak’tır. Çünkü, bilinen ancak O’dur. Ve O, yolda yürüyen [süluk]
ve yolda olanın [müsafir] ta kendisidir. Böyle olunca alem ancak O’dur.
Öyleyse kim olduğunu, hakikatını ve yolunu [tarik] bil (ki o, Hak’tır)! Çünkü iş,
tercümanın (Resulallah’ın) diliyle sana açıklandı — eğer anlayabildiysen. Ve onun
sözü Hakk’ın sözüdür ve bunun böyle olduğunu, anlayışı Hak olan anladı. Öyle ya,
Hakk’ın birçok nisbetleri ve birbirinden farklı vecihleri vardır.
Sen Hud aleyhisselam’ın gönderildiği Âd kavmini işitmedin mi? Onlar, “Bu,
üzerimize yağmur indirmek üzere gelen bir buluttur” dediler [Ahkaf Suresi, 46/24].
Böyle diyerek, Hakk’a yönelik iyi bir zan beslediler — ki Allahu Teala, kullarının
Kendisi hakkındaki zannına göredir. Böyle olunca, Hak onların bu sözlerine karşılık
olarak, onlara yakınlık bakımından daha kusursuz ve daha yüce olan şeyi haber
verdi. Eğer Hak Teala onlar için yağmur yağdıracak olsaydı, bu yağmur toprağın
yüzünü güldürecek ve taneler sulanmış olacaktı. Ne var ki, onlar bu yağacak
yağmurun sonucuna (yani, ekinlerin bitmesine) ancak çok zaman sonra
kavuşacaklardı. Allahu Teala (onların sözlerine karşılık) şöyle dedi: “Belki o
sabırsızlandığınız şey, içerisinde elemli azab olan bir rüzgardır” [Ahkaf Suresi,
46/24]. Ve rüzgarın onlara rahatlık verecek bir şey olduğunu sezindirdi. Çünkü Hak
Teala bu rüzgarla onları, bu karanlık beden-suretlerinden [heykel], zor yollardan ve
karanlık örtülerden [hicab] kurtarıp rahatlığa kavuşturdu. Ve bu rüzgarda azab
vardır. Yani, bu azabı tattıklarında, her ne kadar alıştıkları şeyden (yani, cisimler
aleminden) ayrılmakla elem içine düşseler de, bu azab içerisinde lezzet bulacakları
bir şey vardır.
Azab onlara gelip çattı. Böylece iş (yani, bekledikleri hayır), onlara tahayyül
ettiklerinden daha yakın oldu. Rüzgar, Rabbinin emriyle her şeyi yok etti. Evlerinden
başka hiçbir şey görünmeksizin sabahladılar. Ve onların evleri, hakiki ruhlarının
[ervah-ı hakkıyye] mamur kıldığı bedenleridir. Böyle olunca, bu özgül nisbetin
[nisbet-i hassa] hak olmaklığı [hakkıyyet] (yani, Hakk’ın ilahi sıfatlar ile tecellisi)
ortadan kalktı. Ve beden-suretlerinde [heykel], Hakk’ın kendilerine özgü kıldığı
hayat baki kaldı — ki deriler, eller, ayaklar, kamçıların uçları ve uyluklar sahip
oldukları bu hayat ile konuşurlar. Ve bunun böyle olduğu, ilahi haber yoluyla
bildirilmiştir.
Allahu Teala kendi nefsini kıskanç olmaklıkla [gayret] nitelendirdi. Ve kıskanç
olmaklığından dolayıdır ki, taşkınlığı (yani, Kendisi’nin şeylerin ayn’ı olduğu sırrının açığa vurulmasını) haram kıldı. Ve taşkınlık [fuhş], zahir olandan başkası
değildir. Ve batın olan taşkınlık, indinde taşkınlık zahir olan varlık (yani, Hak ve
arifler) içindir. İmdi, Hak Teala taşkınlıkları, yani sözünü ettiğimiz şeyin hakikatını
bilmekten, yani Hakk’ın şeylerin ta kendisi olmaklığını bilmekten sakındırarak,
taşkınlıkları haram kıldı ve bu hakikati “başka olmaklık” [gayret] yoluyla örttü — ve
bu başka olan, sensin. İmdi başka olan, “İşitme, Zeyd’in işitmesidir” der. Arif ise,
“Zeyd’in işitmesi, Hakk’ın ta kendisidir [ayn]” der. Geri kalan bütün uzuv ve yetiler
için de bu böyledir. Herkes Hakk’ı (sözünü ettiğimiz şekilde) arif olmadığından;
insanlar birbirinden üstün ve mertebeler birbirlerinden ayrışık oldu. Bu şekilde,
üstünlük zahir oldu.
Bil ki, Hak Teala Âdem’den Muhammed’e (sav) kadar beşerden olan bütün resul ve
nebilerin aynlarını bana gösterdi. Bu olay (hicrî) 586 yılında Kurtuba’da
bulunduğum sırada gerçekleşti. Onların arasından yalnızca Hud aleyhisselam
benimle konuştu ve bana toplanmalarının sebebini söyledi. Ve ben onu, orada
bulunanlar arasında; yapılı, güzel görünümlü, konuşması latif ve keşf işlerini arif
olan bir kimse olarak gördüm. Onun keşf işlerini bildiğine ilişkin delilim, Hak
Teala’nın, “(Hud dedi ki:) Hiçbir hayat sahibi yoktur ki, Allah onu alnından
yakalamış olmasın; benim Rabbim hiç kuşkusuz doğru yol üzerindedir” [Hud Suresi,
11/56] sözüdür. Ve yaratılış için, bundan büyük ve bundan kusursuz bir müjde var
mıdır? Ve Hakk’ın, Hud aleyhisselam’ın bu sözünü Kur’an yoluyla aktararak bize
bildirmesi, bize bir ihsanıdır.
Sonra, bütün herşeyi toplayıcı [cami’-i küll] olan Muhammed (sav), Hud
aleyhisselam’ın diliyle söylenen bu ilahi sözü, Hak’tan bize bildirdiği şeyle
tamamladı — buna göre, Hak işitmenin ve görmenin ve elin ve ayağın ve dilin ta
kendisidir [ayn], yani duyuların ta kendisidir. Ruhani yetiler (Hakk’a) duyulardan
daha yakın olduğu halde, Resul (sav), daha yakın olup da sınırları bilinmez olan
ruhani yetiler yerine, daha uzak olan ama sınırları bilinen duyusal yetileri dile
getirmekle yetindi.
İmdi, Hak, Hud aleyhisselam’ın kavmine söylediği sözü bir müjde olarak bize
tercüme etti. Ve Resul (sav), Hud aleyhisselam’ın sözünü bize bir müjde olarak
Hak’tan tercüme etti. Böylelikle ilim, kendilerine ilim verilenlerin sinelerinde [sadr]
kâmil hale geldi. “Ve Bizim ayetlerimizi ancak kafirler bile bile inkar ederler”
[Ankebut Suresi, 29/47]. Çünkü onlar, bilseler de, nefslerindeki çekemezlik ve
kıskançlık [nefaset] ve zulümden dolayı Hakk’ın ayetlerini örterler. Ve biz, Hak
Teala’nın gerek indirdiği ayetlerdeki, gerekse (Resul’ün dilinden söylediği kudsi
hadisler yoluyla) bize ulaştırdığı haberlerdeki, Kendisine ilişkin hem tenzih
yönünden ve hem de teşbih yönünden nitelemelerinde hiçbir zaman bir
sınırlamadan [tahdid] başka bir şey görmedik. Haber verdiği ilk şey, “altında ve
üstünde havanın olmadığı Ama”dır. Hak, yaratılmış olanları yaratmadan önce
Ama’daydı. Sonra, Allahu Teala, Arş üzerine oturduğunu söyledi. Bu da, tıpkı önceki gibi sınırlamadır. Daha sonra, Hakk’ın dünya semasına indiğini söyledi, ki bu
da bir sınırlamadır. Ondan sonra, sınırlı (varlıklar) olduğumuz halde, biz nerede
olursak olalım bizimle birlikte olduğunu söyledi — ta ki, bizim ta kendimiz [ayn]
olduğunu bize haber verene dek. Böylece Hak, Kendisini ancak sınırlama yoluyla
niteledi.
Allahu Teala’nın, “Leyse ke-mislihi şey’ün” [Şura Suresi, 42/11] sözü de, eğer “ke
mislihi”deki “kaf” harfini sıfat olarak düşünmeyip artıklı [zaid] olarak kabul
edersek, “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur” anlamına gelir ki, bu da yine
sınırlamadır. Sınırlı olandan ayrışık olarak, o sınırlı olan olmamaklığıyla –tam da bu
nedenle– sınırlanmış olur. Dolayısıyla, anlayan için, kayıtlanmamış kılma [ıtlak]
kayıtlamadır, çünkü mutlak olan, kayıtlanmamışlıkla kayıtlıdır.
Eğer “kaf” harfini sıfat ön eki olarak kabul edecek olursak, ayet, “O’nun benzeri gibi
bir şey yoktur” anlamına gelir ki, bu şekilde de Hakk’ı (teşbih yoluyla) sınırlandırmış
oluruz. Ve eğer bu ayeti, benzerliğin değillenmesi [nefy-i misl] olarak aldığımızda,
anlayış ve doğru haber yoluyla Hakk’ın şeylerin ta kendisi [ayn] olduğunu kuşkuya
yer kalmaksızın bilmiş oluruz. Ve şeyler, her ne kadar sınırları birbirinden farklı da
olsa, sınırlıdırlar. Ve Hak, her sınırlı olanın sınırıyla sınırlıdır. Ve dolayısıyla herbir
sınır, Hakk’ın sınırıdır.
İmdi, Hak (zamansal olan şehadet aleminde) “mahlukat” ve (zamansal olmayan
ruhlar aleminde) “mübdeat” olarak adlandırılan şeyde yayınmıştır [sari]. Eğer böyle
olmasaydı, (yaratılmış olanlar için) varlık sözkonusu olamazdı. Dolayısıyla Hak,
varlığın ta kendisidir [ayn]. Ve durum böyle olunca da, Hak her şeyi kendi Zat’ı ile
korur; öyle ki, bu koruma O’na hiçbir şekilde bir yük oluşturmaz. O’nun her şeyi
koruması da, Kendi Sureti’ni başka bir suret olmaktan koruması demektir ve bunun
başka türlü (bir koruma) olması sözkonusu değildir. Ve O, her şahid olanda Şahid ve
her şahid olunanda Şahid Olunan’dır [meşhud]. Dolayısıyla alem O’nun sureti ve O
da alemin yönetici ruhudur. Bu şekilde alem, Büyük İnsan’dır [insan-ı kebir].
İmdi bütün varoluş Hak’tır
Ve O Bir’dir — öyle ki varoluşum O’nun varoluşuyladır
Bundandır, derim ki, biz besleniyor olanlarız
O benim varlığımla beslenir
Ve biz de O’nun varlığıyla besleniriz
Bir vecihden (yani, zat ve varlık yönünden) bakacak olursan,
Benim sığınmam O’ndan O’nadır.
Darlıktan dolayıdır ki, (Hak Teala) Nefes verdi ve bu Nefes’i de Rahman’a nisbet etti.
Çünkü alem suretlerinin varedilmesini isteyen ilahi nisbetlere (yani, ilahi isimlere)
Rahman İsmiyle rahmet etti. Ve bu alem suretlerine biz “Hakk’ın zahiri” diyoruz,
çünkü Zahir olan O’dur. Ve Hak, alem suretlerinin batınıdır, çünkü Batın olan O’dur.
Ve Hak, Evvel’dir; çünkü alem suretleri yokken O vardı. Ve Hak, Ahir’dir; çünkü alem suretlerinin zuhurunda O, bu suretlerin ta kendisi oldu [ayn]. Böylece Ahir,
Zahir’in ta kendisiyken; Batın da Evvel’in ta kendisidir. Böylece Hak, her şeyi bilir;
çünkü O, hiç kuşkusuz Kendi Nefsini bilir.
Ve Hak, suretleri Nefes’te varettiğinde, “İsimler” olarak adlandırılan nisbetlerin
hükümranlığı zahir oldu; alem için (böylece, ilah/me’luh, rab/merbub, halik/mahluk
arasında nisbet zahir olmakla) ilahi nisbetlerin varlığı gerçeklenmiş oldu.
Dolayısıyla, (alem suretlerinin varlığı ve sıfatları, Hakk’ın varlığı ve sıfatları
olduğundan) alem suretleri Allahu Teala’ya bağıntılandılar [intisab]. Allahu Teala
(bir kudsi hadiste) şöyle der: “Bugün (yani, kıyamet günü) sizin nisbetlerinizi
kaldırıp Kendi nisbetlerimi koyarım” — yani, sizin kendinize olan bağıntılanışınızı
[intisab] sizden alırım ve sizi, Bana olan bağıntılanışınıza [intisab] geri döndürürüm.
Hak, takva sahiplerinin zahiri olunca, yani onların zahir olan suretlerinin ta kendisi
[ayn] olunca, (kemalatı ve övülesi şeyleri Hakk’a izafe ederek) Hakk’ı (kendi
nefslerine) korunak [vikaye] kılan bu (kendileri için mekânın sözkonusu olabileceği
bir zahir varlıkları kalmamış olan) takva ehli nerededir? Ve o takva sahipleri, bütün
ehlullah indinde, insanların en yücesi, (zatî vahdaniyet ile nitelenmelerinden dolayı
varlık ve yakınlığa) en layık olanı ve (bütün uzuv ve yetileri Hakk’ın olduğu için) en
güçlüsüdür. Takva sahibi olan kişi, zaman olur ki, kendi nefsinin suretini Hakk’a
korunak [vikaye] kılar (yani O’nu, kendindeki yerilesi şeyleri O’na isnad
edilmeklikten korur). Çünkü, Hakk’ın huviyeti, kulun yetileridir. Böyle olunca, “kul”
olarak adlandırılanı, “Hak” olarak adlandırılana korunak kılar — bilenlerle
bilmeyenler ayrılsın diye. “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak işin
özünü bilenler düşünürler” [Zümer Suresi, 39/9]. Ve bu kimseler, şeylerin özünü
görürler ki, öz [lübb], şeylerin istenir olan yanıdır. Bu konuda, şeylerin zahirine
takılıp kalan kimseler, şeylerin özünü bilme yolunda çabalayanları geçemezler; tıpkı
ücret karşılığı çalışanın, karşılığında ücret beklemeksizin çalışanı geçememesi gibi.
Ve Hak, kul için bir yönden korunak olduğuna, ve kul da Hak için bir yönden
korunak olduğuna göre, varoluş [kevn] hakkında dilediğini söyleyebilirsin. İstersen,
varoluş (eksikli sıfatların mahalli olması itibarıyla) halk’tır diyebilirsin. Ya da,
dilersen, varoluş (Hakk’ın kemal sıfatlarının zuhur mahalli olması itibarıyla) Hak’tır
diyebilirsin. Ve eğer, dilersen, varoluş (zahir ve batını, eksikli ve kâmil sıfatları cami
olmasından dolayı) Hak olan halk’tır dersin. Ya da, dilersen, bir yönüyle (yani, zahir
yönüyle) halk ve bir yönüyle (yani, batın yönüyle) de Hak’tır dersin. Ve eğer,
dilersen, varoluş hakkında (ne “Hak’tır” ne de “halk’tır” diyemeyip) hayretini dile
getirirsin.
İmdi, mertebelerin belirmesiyle, (herbir mertebeye özgü olarak) talep olunanlar
[metalib] zahir oldu. Ve eğer sınırlama olmasaydı, Resuller, Hakk’ın suretlerde
değiştiğini [tahavvül] haber vermezler ve O’nu bütün suretlerden arı olmaklıkla
nitelemezlerdi. Göz O’ndan başkasını görmez
Ve hüküm ancak O’nun üzerinedir
Böylece, biz O’nun içiniz
Ve O’nun iki elinde O’nunlayız.
Ve bulunduğumuz her halde O’nun indindeyiz...
Bu sınırlandırmadan dolayıdır ki, O inkar edilir ve bilinir; tenzih edilir ve (teşbih
yoluyla) nitelenir. Hakk’ı, Hak’tan, Hak’ta ve Hakk’ın gözüyle gören kimse, ariftir.
Ve Hakk’ı, Hak’tan, Hak’ta ve fakat nefsinin gözüyle gören, arif değildir. Ve Hakk’ı,
Hak’tan ve Hak’ta görmeyip de, nefsinin gözüyle ahirette görme beklentisinde olan
cahildir. Sonuçta herbir kimse için Rabb’ine ilişkin olarak O’na dönebileceği ve O’nu
talep edebileceği bir itikat gereklidir. Hak, bir kimseye, itikatındaki surete bürünmüş
olarak tecelli ettiğinde, bu kimse O’nun Hak olduğunu bilir ve O’nu doğrular — ve
ne zaman ki, bir kimseye itikat ettiği suretin dışında tecelli edecek olsa, O’nu inkar
edip O’ndan sakınır. Ve kendince Hakk’a karşı edeb gösterdiğini vehmederken, işin
aslında, Hakk’a karşı gereken edebi göstermemiş olur.
Dolayısıyla, itikat sahibi bir kimse, ancak nefsinde varettiği İlah’a itikat eder. Böyle
olunca, itikat edilen ilah, yaratılmış olan ilahtır. İtikat sahipleri ancak nefslerini ve
nefslerinde yarattıkları şeyi görürler. İmdi, insanların Allah’ın ilmindeki
mertebelerini düşün! İnsanların Allah’ın ilmindeki mertebeleri, kıyamet günü,
Hakk’ı gördüklerinde bulunacakları mertebenin ta kendisidir. Ve ben sana,
mertebelerin birbirinden farklı olmasını gerektiren sebebi açıkladım. İmdi, sen özgül
bir itikatla sınırlanmaktan ve bundan başkasını da inkar etmekten sakın. Yoksa
büyük bir hayırdan ve işin hakikatini bilmekten yoksun kalırsın.
Öyleyse, sen bütün itikat suretlerinin hepsinin heyulası ol! Çünkü Allahu Teala, bir
itikada uygun düşüp de, diğer bir itikada uygun düşmemekle sınırlanamayacak
ölçüde yücedir. Çünkü Allahu Teala, “Nereye dönerseniz dönün, orada Allah’ın
yüzü vardır” [Bakara Suresi, 2/115] buyurarak, belli bir yönden söz etmeksizin,
Allah’ın yüzünün her yerde olduğunu söyledi. Ve bir şeyin yüzü, o şeyin hakikatidir.
İmdi, Allahu Teala bu sözle, ariflerin kalplerine, dünya hayatındaki geçici şeyler
bunun hatırlanmasından kendilerini alıkoymasın diye tenbihte bulundu. Çünkü kul
hangi nefeste öleceğini bilmez — kimi zaman gaflet içerisindeyken ölür. Ve böylesi
bir kimse, huzurda olduğunun bilincinde olanla bir değildir.
Kâmil kul, bunun böyle olduğunu (yani, her yerde Allah’ın yüzü olduğunu) bilmekle
birlikte, zahirî ve sınırlı suretiyle namaz kılarken, Mescid-i Haram’a yönelmeyi
gerekli görür; ve namaz sırasında Allahu Teala’nın, yöneldiği doğrultuda [kıble]
olduğuna itikat eder. Ve Mescid-i Haram’ın bulunduğu doğrultu, “Nereye
dönerseniz dönün, orada Allah’ın yüzü vardır” [Bakara Suresi, 2/115] ayetinde de
belirtildiği gibi, Hakk’ın yüzünün bulunduğu mertebelerden bir mertebedir. Ama,
“O’nun yüzü sadece bu doğrultudadır” deme ve namaz sırasında, bir yandan Mescid-i Haram’ın bulunduğu doğrultuya yönelerek edebini korurken, öbür yandan
da, Hakk’ın yüzünün belirli bir doğrultuya özgülenemeyeceği ve Mescid-i Haram’ın,
Hakk’a yönelinecek doğrultulardan biri olduğu konusunda edebini koru.
İmdi, hiç kuşkusuz, Allahu Teala, yönelinen her doğrultuda olduğunu açıklığa
kavuşturdu. Dolayısıyla yönelinen her doğrultu, ancak O’na ilişkin bir itikattır. Ve
herkes, yöneldikleri doğrultuya yönelmiş olmakla isabet etmiştir; her isabetli olan
ödüllendirilecektir; her ödüllendirilecek olan said’dir; her said razı olunmuştur. Her
ne kadar bunlardan kimisi ahiret yurdunda bir süre için şaki olsa da, bu böyledir.
Nasıl ki, said olanlar da, ehlullah arasında said olduklarını bildiğimiz halde, bu
dünyada hastalanıyor ve acı çekiyorlarsa; Allah’ın kimi kulları da vardır ki, onlar,
ahiret hayatındayken cehennem denilen yerde bu acıları çekerler. Bununla birlikte,
işin hakikatini keşfetmiş olan ilim sahibi bir kimse, cehennem yurdunda
bulunanların, kendilerine özgü bir nimetleri olmayacağını kestirip atmaz. Bu nimet,
çektikleri acının ortadan kalkmasıyla azabın onlardan uzaklaşmasıdır — böylece,
çektikleri acıdan kurtulmaları, onların nimeti olur. Ya da cennet ehline, cennete özgü
bir nimet verilmesi gibi, cehennem ehline de cehenneme özgü bir nimet verilir
SALİH KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ FÜTUHİYYE
Yürüyen binekler O’nun ayetlerindendir
Yolların çeşitliliğinden dolayı böyledir bu
Bu bineklerle kimisi doğru yolu izlerken
Kimisi de ıssız çöllerde gezinip dururlar
Dosdoğru gidenler, ayn ehlidir (ayn bilgisine sahip olanlardır)
Gezinip duranlar ise, uzaklaşanlardır.
Ve her ikisine de O’ndan gelen
O’nun gayblarının açılması herbir yönden gelir.
Bil ki –Allah seni başarıya erdirsin– iş (yani, varetme işi), tek’lik [ferdiyyet] üzerine
dayanır; ve bundandır ki, üçleme [teslis] vardır, çünkü üç, tek olanların [efrad] (yani,
tek sayıların) ilkidir. Ve alem, (üçlemeyi içeren teklikten ibaret bulunan) bu ilahi hazretten
var olmuştur. Allahu Teala şöyle buyurdu: “Biz bir şeyi dilediğimizde ‘Ol!’ deriz,
olur” [Nahl Suresi, 16/40]. Burada Zat, İrade ve Söz vardır. Eğer bu Zat olmasaydı ve
O’nun bir şeyin tekvinine yönelmesi olan İrade olmasaydı ve bu yönelişe eşlik eden
“Ol!” Söz’ü olmasaydı, o şey olmazdı.
Bundan sonra, şey’de de üçlü tek’lik [ferdiyyet-i selasiye] zahir oldu ve bu sebepledir
ki, kendisinin kendisi tarafından tekvini ve varlıkla nitelenmesi gerçekleşti — ve
ondaki bu üçlü tek’lik [ferdiyyet], kendisinin (ilahi ilimde) şey-olmaklığı [şey’iyyet], (“Ol!” emrini) işitmesi ve Var-Kılıcısının [mükevvin] var etme yönündeki emrine
uymasıdır.
Böylece üç, üç’e karşılık geldi. Şey’in, değişmez olarak yokluk halinde bulunan zatı,
Varedici’sinin [mucid] Zatı’na karşılık geldiği; işitmesi, Varedici’sinin İrade’sine
karşılık geldiği ve (Varedici’sinin kendi varoluşu için verdiği emre uyarak) bu emri
kabulü de, Varedici’sinin “Ol!” sözüne karşılık geldiği için, bu şey var olmuştur.
İmdi, Allahu Teala tekvini şey’e nisbet etti. Eğer kendisinde kendi nefsi yoluyla
varolmaklık kuvveti olmasaydı, “Ol!” sözünü işitse bile, varolamazdı [mütekevvin].
Gerçekte, önceden yok [madum] olan şey, tekvin emri verildiğinde, kendini varetti
[icad]. İmdi, Hak Teala, tekvinin Hak’tan değil, “şey”in kendisinden olduğunu ve
Hak’tan olanın, yalnızca o şeye yönelik Emir olduğunu kesinledi. Nitekim, Hak
Teala, “Biz bir şeyi dilediğimizde ‘Ol!’ deriz, olur” [Nahl Suresi, 16/40] sözüyle
Kendisinden haber vererek, kendi Emriyle gerçekleşen tekvini, şeyin kendisine
nisbet etti — ve Hak Teala ne söylerse doğrudur. Ve işin böyle olması da akla
yatkındır. Korkulan ve itaat olunan biri, kölesine “kalk!” dediğinde, köle efendisinin
emrine itaat ederek hemen kalkar. Kölenin bu kalkışında, efendisine ait olan tek şey
kalkması yönündeki emridir ve kalkma eylemini gerçekleştiren efendi değil, kölenin
kendisidir.
Böylece tekvin üçleme üzerine dayanır; bu, biri Hak tarafından ve diğeri de halk
tarafından olmak üzere iki-taraflı bir üçlemedir. Sonra, bu üçleme mantıksal
çıkarımlar yoluyla ulaşılan anlamların varedilmesine de [icad] dayanak oldu. İmdi,
mantıksal çıkarımın üçten oluşan özel bir düzenleniş ve özel bir koşul üzere olması
gerekir ki, ancak bu şekilde kaçınılmaz olarak bir sonuç verir. Özel düzenleniş,
akılyürüten kişinin ortaya koyduğu mantıksal çıkarımını, herbiri iki terimden
[müfred] oluşan iki öncülden oluşturmasıdır — böylece ortaya konan iki öncülde
(toplam olarak) dört terim vardır. Ne var ki, terimlerden biri, iki öncülü –nikahta
olduğu gibi– birbirine bağlamak üzere her iki öncülde de mevcuttur. Böylece, her iki
öncülde de bulunan terimin tekrarlanmasından dolayı, (gerçekte) üç terim vardır. Ve
bu düzenlenişte, tekrarlanan terimin iki öncülü birbirine bağlanması sözkonusu
olduğunda istenen elde edilir (yani, çıkarım gerçekleşir). Ve sonucun doğru olması için
gereken özel koşul, büyük terimin [hüküm] küçük terimden [illet] daha genel olması
veya hiç değilse ona denk olmasıdır. Böyle olmadığı takdirde, sonuç yanlış olur. Ve
sonucun yanlış olması durumu, Allah’a nisbet edilmeksizin fiiller yalnızca kula izafe
edildiğinde veya tekvin Hakk’a izafe edildiğinde –ki Hak, tekvini “Ol!” seslenişinin
yöneldiği şeye izafe etmiştir– sözkonusu olur.
Örneğin, alemin bir sebebi olduğunu kanıtlamak istediğimizde, (ilk öncül olarak) şöyle
deriz: “Her hâdisin (yani, sonradan olma şeyin) bir sebebi vardır.” Bu ilk öncülde iki
terim vardır: “hâdis” ve “sebeb.” İkinci öncülde ise şöyle deriz: “Alem hâdistir.” “Hâdis” terimi birinci ve ikinci öncüllerde yinelenmiştir. Ve üçüncü terim olan
“alem” şu sonucu verir: “O halde, alemin sebebi vardır.”
“Sebeb” terimi, hem ilk öncülde, hem de sonuçta kendini gösterir. Özel yön [vech-i
has] “hâdis” sözcüğünün yinelenmesidir. Özel koşul ise, hâdis’in varlığının sebebi
olmasından dolayı, illet’in genel olmasıdır. Çünkü illet, hâdisin varlığına sebebtir; ve
bu “sebeb,” yani hüküm, alemin Allah tarafından sonradan var kılınmasından daha
geneldir. Böylece, her hâdisin bir sebebi olduğuna hükmederiz — bu sebeb ister
hükme denk olsun, isterse hükümden daha genel olsun, bu böyledir. Böyle olunca
“hâdis,” “sebeb”in hükmü altına girer ve sonuç doğru olur. Öyleyse, üçleme ilkesi
[hüküm], mantıksal çıkarımlar ile elde edilen anlamların varedilmesinde de hiç
kuşkusuz zahir oldu. Bundandır ki, kavminin helakını üç gün geciktirmekle, Allahu
Teala’nın zahir kıldığı Salih aleyhisselam’ın hikmeti, yalanlanamaz bir tehditti ve
gerçekten de Allah’ın onları helak ettiği çığlıkla bu gerçeklendi — böylece evlerinde
yüzüstü kapaklanmış bir halde sabahladılar.
İnsanların yüzleri, bu sözkonusu üç günün ilk günü sapsarı, ikinci günü kıpkırmızı
ve üçüncü günü de kapkara oldu. Bu üç günün tamamlanmasıyla helak olmaları
yönündeki istidadları kuşku götürmez [sahih] oldu. Böylece, onlarda bozunmanın
varlığı zuhur etti — ve buna da “helak” dendi.
Bu durumda şakilerin yüzlerinin sararması, Allahu Teala’nın “O gün kimi yüzler
parlaktır” [Abese Suresi, 80/38] ayetiyle işaret ettiği, saidlerin yüzündeki parlaklığa
karşılık geldi. Parlama, zuhur etme demeye gelir. Nitekim, ilk gün Salih
aleyhisselam’ın kavminin yüzlerindeki sararma, onlardaki şakilik belirtisinin zuhuru
oldu. Sonra, kızarmaya karşılık olarak, Allahu Teala, saidler için “güleç” sözünü
kullandı. Çünkü gülme, yüzün kızarmasına sebep olur ve bu durumda saidlerin
yanaklarının al al olması gülümsemelerinden dolayıdır. Daha sonra, şakilerin
yüzlerinin kararmasına karşılık olarak, Allahu Teala, saidlerin “sevinçli” olduğunu
söyledi. Böylece aldıkları müjde, saidlerin yüzünde sevinç etkisi yaparken, şakilerin
yüzünde ise kararma etkisi yaptı. Ve, Allahu Teala hem saidler hem de şakiler için
“müjde” sözünü kullanmıştır. Saidler’e ilişkin olarak şöyle buyurur: “Rabbleri,
onlara rahmetini ve rıdvanını müjdeler” [Tevbe Suresi, 9/21]. Ve şakilere ilişkin
olarak ise şöyle buyurur: “Onlara elem verici azabı müjdele!” [Âl-i İmran Suresi,
3/21]. Böylece, herbir zümre, bu seslenişin nefslerindeki etkisini yüzlerindeki rengin
değişmesiyle dışa vurdu. Dolayısıyla, kendilerinde, ancak batınlarında yerleşik olan
şeyin hükmü zahir oldu. O halde, kendilerine kendilerinden başkaca bir şey etkide
bulunmadı — tıpkı tekvinin kendilerinden olması gibi.
Öyleyse, insan üzerinde apaçık delil sabit oldu. Her kim bu hikmeti anlar ve bu
hikmeti kendinde yerleşik kılar ve bu hikmeti kendisi için meşhud kılarsa,
kendinden başkasıyla ilgilenmekten yana rahata erer ve başına gelen hayır ve şerrin
ancak kendinden geldiğini bilir. “Hayır”dan kastım, bir kimsenin garazına uygun düşen ve tabiatına ve mizacına hoş gelen şeydir. “Şer”den kastım ise, bir kimsenin
garazına uygun düşmeyen ve tabiatına ve mizacına hoş gelmeyen şeydir.
Bunu müşahede eden [şuhud] (marifet sahibi) bir kimse, bütün varlıkların –her ne
kadar kendileri tarafından dile getirilmese bile– özürlerini ikame eder ve başlarına
her ne geldiyse, nefslerinden geldiğini bilir. Ve biz, bunun böyle olduğunu, “İlim,
malum’a tabidir” sözüyle belirtmiştik. Dolayısıyla, böylesi bir kimse, başına,
garazına uymayan bir şey geldiğinde şöyle der: “Kendin yaptın, kendin ettin.”
Allah doğruyu söyler ve hidayet eder.
ŞUAYB KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ KALBİYYE
Bil ki, kalb –yani, Allah’ı arif olanın (yani, İnsan-ı Kâmil’in) kalbi– (katıksız
rahmetten verilen ilahi bir bağış olduğundan) ilahi rahmettendir ve ilahi rahmetten
daha geniştir. Çünkü böylesi bir kalp kendi içerisine Hakk’ı sığdırır. Hakk’ın rahmeti
ise –genel anlayışa göre– Hakk’ı kapsayamaz. Ve bu anlayışa göre Hak rahmet
edendir, rahmet olunan değil. Böyle olunca, O’na rahmet olunması sözkonusu
değildir. Ariflerin (Hakk’ın, cem-i ahadiyet makamında rahmet eden ve kesret ve
tafsil makamında rahmet olunan olduğu ve dolayısıyla Hakk’ın rahmetinin Hakk’ı
kapsadığı yönündeki) anlayışı ise; Allahu Teala’nın, Nefsini –(soluk vermek ve
rahatlamak anlamındaki) “tenfis” sözcüğünden gelen– “Nefes”le nitelendirmiş
olmasına dayanır.
Ve İlahi İsimler, adlandırılanın ta kendisi olup, bu da Hak’tan başkası değildir. Ve
İsimler, kendi hakikatlarının verdiği şeyi talep ederler ki, bu da alemden başkası
değildir. Böyle olunca uluhiyet ilah-kılan [me’luh] ister; rububiyet de rab-kılan
[merbub] ister — başka türlü (yani, ilah-kılan ve rab-kılan olmaksızın), bunların
(yani, uluhiyet ve rububiyetin) ayn olmaklıkları sözkonusu olmayıp, varlık ve takdir
yönünden var olmaları ilah-kılan ve rab-kılan sayesindedir. Ve Hak, zatı yönünden
alemlerden gani iken, bu durum rububiyet için sözkonusu değildir. İmdi iş,
rububiyetin alemi talep etmesiyle, Zat’ın alemlerden gani olması arasında kalmış gibi
gözükse de, rububiyet hakikati ve nitelenişinde [ittisaf], bu Zat’ın ta kendisidir,
başka değil.
İmdi, nisbetlerin hükmü birbirine zıt olunca, Hak Kendi nefsini “kullarına şefkat
gösterici” [Bakara Suresi, 2/207] olarak niteleyerek, bunu ilahi haber yoluyla bildirdi.
Hakk’ın Rahman’a nisbet olunan Nefes ile –rububiyet mertebesinde– verdiği ilk
Nefes (yani, feyz-i mukaddes); rububiyetin ve bütün İlahi İsimler’in talep etmekte
olduğu alemi vareden Nefes’tir. Bu yönden, hiç kuşkusuz, Hakk’ın rahmeti her şeyi
içerisine aldı; hatta Hakk’ı da içerisine aldı. Bu durumda, rahmet, kalpten daha
geniştir; ya da rahmetin genişliği kalbin genişliğine denktir — ki bundan daha önce
söz edilmişti. Sonra, bil ki, Hak Teala sahih haberde kesinlenmiş olduğu üzere, çeşitli suretlerde
tecelli eder ve hiç kuşkusuz Hak Teala kalbe sığdığında, kalbe O’nun yanısıra
O’ndan başka olan hiçbir mahlukat sığmaz — O, bu şekilde bütün kalbi doldurur. Ve
bunun anlamı şudur: Kalbin, Hakk’ın tecellisi sırasında Hakk’a bakarken, bunun
yanısıra başkasına bakması mümkün değildir. Ve arifin kalbi Beyazıd Bestami’nin
dediği gibi öylesine geniştir ki, “Arş ve onun içerisinde olan her şey, yüzbinlerce kez
daha büyük olsaydı, arifin kalbinin bir köşeciğinde olurdu ve onun farkına bile
varmazdı.” Ve Cüneyd, bu konuya ilişkin olarak şöyle demiştir: “Sonradan olan
Kadîm Olan’a bitiştiğinde, bu sonradan olandan eser kalmaz.” Öyleyse, Kadîm
Olan’ı içine alan bir kalp, nasıl olur da o sonradan olanı –var olsa bile– duyumsar?
Ve Hakk’ın çeşitli suretlerde tecelli etmesinden dolayı kalp, ilahi tecelli suretlerine
göre zorunlu olarak genişler veya daralır. Çünkü kalp kendisinde ortaya çıkan tecelli
suretlerinden fazlası değildir. Çünkü arifin veya İnsan-ı Kâmil’in kalbi, yüzük taşının
yuvası gibidir ve yüzük taşı, yuvasından fazlalıklı olamaz. Eğer yuva yuvarlaksa,
yüzük taşı da yuvarlak; eğer yuva dörtgen, altıgen veya sekizgen ise yüzük taşı da
dörtgen, altıgen veya sekizgendir. Yuva hangi şekilde ise, yüzük taşı da yuvanın bu
şeklini alır ve bunun başka türlü olması sözkonusu değildir.
Bu söylenenler, ehlullahın, “Hak, kulun istidadına göre tecelli eder” sözüyle işaret
ettikleri şeyin tersidir ve durum onların söyledikleri gibi değildir; çünkü kul,
Hakk’ın kendisine tecelli ettiği suretle ve bu suret kadarıyla Hakk’a zahir olur. Ve
meselenin aslı şudur ki; Allah’ın iki türlü tecellisi vardır ve bunlar gayb tecellisi ve
şuhud tecellisidir. Gayb tecellisi ile, kalbin üzerinde bulunduğu istidadı verir. Ve bu
gayb tecellisi, hakikatı gayb olan zat tecellisidir. Ve bu gayb tecellisi, Hakk’ın
(Kur’an’da) Kendi nefsinden haber verdiği Huviyeti’dir. İmdi (Hakk’ın Huviyeti
olan) bu zat tecellisinin sürekli ve sonsuza dek Hak için olmaklığı bir an için olsun
ortadan kalkmaz.
Kalpte bu istidat ortaya çıkınca, Hak bu kalbe şehadette (yani, şehadet aleminde)
şuhud tecellisiyle tecelli eder. Böylelikle kalp, kendisinde ortaya çıkan tecelli
suretiyle zahir olur — ki bundan söz etmiştik. Sonra Hak, Kendisiyle kulu arasındaki
örtüyü [hicab], “O, her şeye halkını verdi” [Taha Suresi, 20/50] sözüyle kaldırdı.
Böylelikle (itikat sahibi olan) kul, Hakk’ı kendi itikadı suretinde gördü. Dolayısıyla
Hak, kulun itikadının ta kendisidir. Ve, kalp ve göz Hakk’a ilişkin olarak kendi itikat
ettiği suretten başkasını müşahede etmez. İmdi, itikat edilen Hak, sureti, iman
sahibinin kalbine sığan Hak’tır — ve kalbe tecelli eden bu itikat edilen Hak’tır ki,
böylelikle kalp O’nu bilir. Dolayısıyla göz, itikat edilen Hak’tan başkasını görmez. Ve
itikatların çeşitliliği apaçık ortadadır. Hakk’ı (kendi itikadıyla) kayıtlayan kişi, başka
itikatlardaki Hakk’ı inkar eder ve O’nu ancak kendi kayıtladığı itikadınca tecelli
ettiğinde, ancak o zaman kabul [ikrar] eder. Ve Hakk’ı herhangi bir kayıtla
kayıtlamayan kişi, Hakk’ın herbir suretteki değişimini inkar etmeyip kabul [ikrar] eder. Ve Hakk’ın sonu gelmez bir şekilde kendisine tecelli ettiği herbir suretin
kadrini Hakk’a verir.
Ve yine arifler için Allah’ı bilmenin sonu olmadığından, kendileri için durabilecekleri
bir son yoktur. Arif olan kişi, “Rabbim, ilmimi artır! Rabbim, ilmimi artır!” diyerek,
Allah’ı bilme yönünde hep daha fazlasını ister. Böyle olunca iş, iki taraftan da
bitimsizdir (yani, bir yandan Hakk’ın tecellileri sonsuz olduğu gibi, öte yandan bu
tecelliler yoluyla Hakk’ı bilmenin de bir sonu yoktur). Bu durum, Hak ve halk
arasında bir ayrım gözettiğin zaman böyledir. Ve sen Allahu Teala’nın, “Ben
kulumun yürüdüğü ayağı, tuttuğu eli ve söylediği dili olurum” –ve diğer yetileri ve
bu yetilerin bulundukları uzuvları olurum– sözüne bakarsan (Hak ile halkı)
birbirinden ayıramazsın. Böyle olunca, “herşey Hak’tır” veya “herşey halktır” dersin.
İmdi o, bir bakımdan halk ve bir bakımdan da Hak’tır — ve ayn bir’dir. Dolayısıyla
tecelli suretinin ayn’ı ile, bu tecelli suretini kabul edenin ayn’ı bir’dir. Böylelikle O,
(Batın olmaklığı itibarıyla) tecelli eden ve (Zahir olmaklığı itibarıyla) tecelli
olunandır. İmdi huviyeti dolayısıyla (bir olan) ve Güzel İsimleri’nin hakikatlerinde
aleme nisbeti dolayısıyla (çok olan) Hakk’ın varlığının ne kadar şaşılası olduğuna
bak!
İmdi olan (mevcud-i âkil) kimdir ve olan (meşhud-i gayr-i âkil) nedir?
Olanda ayn (ayn-ı vahid) vardır — o ayn, olanın kendisidir.
Onu (ayn-ı vahid’i) genelleştiren kimse onu özgülleştirir
Ve onu özgülleştiren kimse de onu genelleştirir.
Bir-olan-ayn vardır, böyle olunca
Nurun ayn’ı ile karanlığın ayn’ı birdir.
İmdi, bundan gafil olan kimsenin nefsi (taayyün perdesiyle) örtülüdür
Ve bizim bu söylediklerimizi ancak himmet sahibi olan kul bilir.
Kur’an’da, “Bunda hiç kuşkusuz kalp sahibi olanlar için öğüt vardır” [Kaf Suresi,
50/37] buyurulmuştur. Çünkü kalp, çeşitli suretler ve sıfatlar yoluyla dönüşüme
uğrar. Ve Hak Teala, “akıl sahibi olanlar için” dememiştir; çünkü akıl kayıtlar ve
Emr’i tek bir niteliğe özgü kılar. Halbuki hakikat, işin aslında böylesi bir
özgülenmeyi kabul etmez. Dolayısıyla Kur’an akıl sahipleri için bir öğüt değildir.
Onlar, itikat sahipleridir ki, birbirlerini kafirlikle suçlar ve lanetlerler. Ve onların
yardımcısı yoktur. Çünkü, itikat edilen bir ilahın başka bir itikat edilen ilah üzerinde
herhangi bir hükmü yoktur. İtikat sahibi kimse, kendi itikat ettiği ilahı savunur ve
ona yardım ederken; bu itikat ettiği ilah ona herhangi bir yardımda bulunmaz.
Bundan dolayıdır ki, karşı taraftakinin itikat ettiği ilah üzerinde herhangi bir etkide
bulunamaz. Ve yine karşı taraftaki için de itikat ettiği ilahtan kendisine bir yardım
gelmesi sözkonusu değildir. Dolayısıyla, bunlardan hiçbirinin yardım edeni yoktur.
Bu, Hakk’ın itikat sahibinin hiddet-i infiradı üzere itikat edilen ilahtan yardımı
olumsuzlamasından dolayı böyledir. Ve yardım edilen, bütün itikatları kendinde
toplayandır [cemî] ve yardım eden de, bütün bu itikatların toplamıdır [mecmû].
Böyle olunca Hak, arif tarafından (hiçbir şekilde) inkar olunmaksızın bilinir. Bu dünyada bilenler, ahirette de bileceklerdir. Bundan dolayıdır ki, Hak Teala, “kalbi
olanlar için” [Kaf Suresi, 50/37] buyurmuştur — arif kişi, kalbin (bütün
mertebelerdeki) suret ve şekillerde dönüşüme uğraması nedeniyle, Hakk’ın
(birbirinden farklı) suretlerde dönüşüme uğradığını bilir. Arif kişi, Hakk’ın nefsini
kendi nefsi yoluyla tanır. Arif kişinin nefsi Hakk’ın huviyetinden başkaca bir şey
değildir ve kevnde varolan hiçbir şey Hakk’ın huviyetinden başkaca bir şey olarak
varolmayıp, varolan herşey Hakk’ın ta kendisidir. Dolayısıyla, bu suretlerde bilen,
anlayan ve kabul eden Hak’tır ve bir diğer suret’te bilmeyen, anlamayan ve inkar
eden de yine Hak’tır. İşte bu (sözü edilen hakikatler), Hakk’ı tecelli yoluyla, ve
ayrımsızlığın ta kendisinde [ayn-ı cem] müşahede yoluyla bilen kimsenin
deneyimlediği bir şeydir. Bu kimse, (“Müminin kalbi, Rahman’ın iki parmağı
arasındadır. Onu istediği yöne çevirir” biçimindeki) Hakk’ın sözü gereğince, Hakk’ın
(birbirinden farklı suretlerde) dönüşüme uğramasıyla çeşitlenen bir kalp sahibi olan
kimsedir.
Ama iman ehli olanlar, Hakk’a ilişkin olarak haber verdikleri şeyler konusunda, nebi
ve resulleri taklit edenlerdir. İnkar ehlini taklit edenler ve gelen haberleri kendi aklî
delillerine dayandırarak yorumlayanları taklit edenler ise, (nebi ve resulleri) taklit
eden (iman ehli) kimseler değillerdir. İman ehli olanlara, Allahu Teala tarafından,
nebilerin dilleri üzere gelen ilahi haberlere “kulak verenler” [Kaf Suresi, 50/37] olarak
işaret edilmiştir. Ve kulak veren böylesi bir kimse şehid’dir. Allahu Teala, (“ve onlar
şehiddirler” sözüyle) hayal hazretine ve bu hayal hazretinin kullanılmasına dikkat
çekmektedir. Ve buna Resulallah Efendimizin (sav) şu sözleriyle işaret edilmiştir:
“İhsan, senin Allah’ı görüyor gibi O’na ibadet etmendir” ve “Allahu Teala, namaz
kılan kimsenin kıblesindedir.” İşte bundan dolayıdır ki, böylesi bir kimse şehid’dir.
Ve düşünsel kurgulama sahibini taklit eden ve düşünsel kurgulama ile kayıtlı olan
kimse, kulak veren kimse değildir. Çünkü, kulak veren kimsenin, bizim sözünü
ettiğimiz şeyi şehid olması kaçınılmazdır. Ve bizim sözünü ettiğimiz şeyi şehid
olmayan kimse, bu ayet ile kastedilen kimse değildir. Bu kimseler (yani, düşünsel
kurgulama sahipleri), Allahu Teala’nın kendileri hakkında, “Kendilerine uyulanlar,
kendilerine uyanlardan yüz çevirdiklerinde..” [Bakara Suresi, 2/166] buyurduğu
kimselerdir. Resuller ise, kendilerine uyanlardan hiçbir zaman yüz çevirmezler.
İmdi ey dostum, bu “kalp hikmeti”nde senin için sözünü ettiğim şeyi iyice anla. Ve
“kalp hikmeti”nin (ismi, “şube” sözcüğünden türeyen) Şuayb’a özgü kılınması,
“kalp hikmeti”nde şubelenme olmasından dolayıdır. Yani, bu hikmet belli bir şubeye
özgü değildir, çünkü her itikat bir şubedir. Dolayısıyla itikatların toplamı birçok
şubelerden oluşur. Böyle olunca, perde açıldığında, herbir kimse için itikat ettiği şey
ölçüsünde açılır. Kimileyin ise itikat ettiği şeyin tersine bir şekilde açılır — tıpkı
Allahu Teala’nın şu sözünde olduğu gibi: “Kıyamet günü onlara zannetmedikleri şey
Allah’tan zahir olur” [Zümer Suresi, 39/47]. Bu açılmaların [inkişaf] çoğu ilahi hükümlere ilişkindir. Nitekim bir Mutezili, tevbe
etmeksizin ölen isyankar bir kimse için Allah’ın (cezalandırma) tehdidini yerine
getireceğine itikat eder. Ama, Allah, ölen bu kimseye inayet edip herhangi bir ceza
vermeyecek olursa, (itikat ettiğinin tersine) Allah’ın Gafûr ve Rahman olduğunu
görür — dolayısıyla da, zannetmediği şey Allah’tan zahir olur.
Ve Huviyet’e ilişkin olarak perdenin açılmasına gelince: Kulların kimisi, kendi
itikatlarında Allah’ın muhakkak şöyle ve böyle olduğuna kesinkes inanır. Perde
açıldığında itikat ettiği şeyin suretini görür — ve bu suret itikat ettiği Hak’tan
başkası değildir. Ve düğüm (yani, kalbi bağlayan itikat düğümü) çözülür. Böylelikle
de itikadın ortadan kalkmasıyla, (Hakk’ı) müşahede yoluyla bilir. Görüşün keskinlik
kazanmasından sonra, zaaf ve düşüncenin noksanlığı artık geri gelmez.
Hak –birbirinden farklı suretlerde tecelli etmesindendir ki– kimi kullarına da görüm
[rü’yet] indinde itikat ettikleriyle uyuşmaz bir şekilde zahir olur. Çünkü tecellide
tekrar yoktur. Böylece kimi kullar için, gördükleri bu yeni suret huviyete ilişkin
itikatları olur. Ve Huviyet hakkında zannetmedikleri şey, perdenin açılmasından
önce Allah’tan kendilerine zahir olur.
Ve biz, Tecelliyat adlı kitabımızda, ölümden sonra Allah’a ilişkin marifetteki [maarifi ilahî] ilerlemeden ve keşf sırasında ehlullahtan bir araya geldiğimiz kişilere, bu
mesele hakkında bilmedikleri bazı şeyleri anlattığımızdan söz etmiştik.
İnsanın sürekli ilerleme halinde olması hiç kuşkusuz çok şaşılası bir iştir. Ve insan,
örtünün inceliğinden ve suretlerin birbiriyle benzeşmesinden dolayı, bu ilerlemenin
farkına varamaz. Ve bu suretlerin benzeşmesine, Hak Teala’nın, “Cennet ehline bir
meyveden kendilerine rızık olarak yedirildiğinde, ‘Bu, önceden dünyada bize
verilenlerdendir,’ derler” [Bakara Suresi, 2/25] sözünde işaret edilmiştir. Halbuki bir
rızık, bir diğer rızkın aynısı değildir. Çünkü benzeşen iki şey birbirlerine benzeş
olmalarından dolayı, arif için iki farklı şeydir. Ve tahkik ehli bir kimse bir’de [vahid]
çokluğu [kesret] görür. Ve, İlahi İsimler’in tek bir şeye delalet ettiklerini ve her ne
kadar hakikatleri çeşitli ve çok ise de, delalet ettikleri şeyin hiç kuşkusuz bir-olan-ayn
[ayn-ı vahid] olduğunu bilir. İmdi bu, bir-olan-ayn’da akılla-kavranabilir olan bir
çokluktur. Tecellide, bir-olan-ayn’daki çokluk müşahede edilir. Nitekim heyula,
bütün suretler için varsayılan bir şeydir; ve çokluklarına ve çeşitliliklerine rağmen
bütün bu suretler hakikatte bir-olan-cevhere [cevher-i vahid] dönerler — ki, bu birolan-cevher de bu suretlerin heyulasıdır. Nefsini bu marifetle bilen kişi, hiç kuşkusuz
Rabb’ini bilir. Çünkü Hak, insanı Kendi Sureti üzere yaratmıştır. İnsan Hakk’ın
huviyetinin ve hakikatinin ta kendisidir. Bundandır ki, resuller ve sufiler arasındaki
ilahiyyun’dan başkaca hiçbir alim, nefsin marifetine ve hakikatine ulaşamadı.
Öncekilerden ve kelamcılardan kuramcı ve düşünce erbabı olanların, nefs ve nefsin
mahiyeti hakkındaki sözlerine gelince: Bunlardan nefsin hakikatine erişmiş olan yoktur. Ve düşünsel kurgulama hiçbir zaman marifete götürmez. İmdi, düşünsel
kurgulama yoluyla, nefsin hakikatini bilmeyi isteyen kişi, şişmeyi semizlik sanır ve
ateşsiz odunu üfler. Hiç kuşkusuz bunlar, dünya hayatında çabaları boşa gitmiş ve
batıl olduğu halde, iyi işler yaptıklarını sananlardır. İmdi, bir işi uygun düşenden
(yani, keşf yolundan) başka bir yoldan isteyen kişi, o işin hakikatine erişmek
konusunda başarılı olamaz.
Ve Hak Teala, alem hakkında ve alemin her Nefes’te yeni yaratılışla [halk-ı cedid]
bir-olan-ayn’da dönüşüme uğraması hakkında ne güzel buyurmuştur! Belli bir kesim
ve belki de alem ehlinin çoğu hakkında, “Onlar yeni yaratılış konusunda
şüphededirler” [Kaf Suresi, 50/15] buyurdu. Dolayısıyla bu kimseler, alemin her
Nefes’te yenilendiğini bilmezler.
Ama Eş’ariler, yeni yaratılışın [halk-ı cedid] bazı varlıklar, yani arazlar için
sözkonusu olduğunu, Hisbaniyye’den olanlar ise alemin bütünü için sözkonusu
olduğunu gördüler. Ama kuramcıların hepsi onları cehaletle suçladı. Hisbaniyye’nin
hatası, bütün bir alemin başkalaşmasına ilişkin sözlerinin varlığına rağmen, bu
suretleri kabul eden akılla-kavranabilir cevherin ayn’ının tek-olmaklığına [ahadiyet-i
ayn] akıl yetirememiş olmalarıdır. Halbuki, bu cevher ancak bu (duyumsanabilir
olan) suretlerle varolur ve bu suretler de ancak, akılla-kavranabilir olan bu cevherle
akledilebilir olurlar. Eğer böyle düşünselerdi, işin aslını bilmiş olurlardı.
Ve Eş’ariler’in hatasına gelince: onların bilmediği şey, (yalnızca bazı varlıkların araz
olmakla kalmayıp) alemin bütününün arazların toplamı olduğu ve her an
başkalaştığıdır — çünkü araz, iki farklı anda aynı kalmaz. Bu, şeylerin
tanımlanmasında apaçık ortadadır; çünkü onlar bir şeyi tanımladıklarında, bu
tanımladıkları şeyin araz olduğu, tanımlamalarının kendisinde apaçıktır. Ve bu şeyin
tanımında sözü edilen arazlar da, varlığı kendisinden olan cevherin ta kendisi [ayn]
ve bu cevherin hakikatidirler. Ve kendi hakikati yönünden cevher, arazdan başka bir
şey olmayıp, varlığının kendisinden olması sözkonusu değildir.
İmdi, (onların çelişkili olan görüşüne göre) varlığı kendisinden olmayan şeyin (yani,
arazın) toplamından, varlığı kendisinden olan bir şey (yani, cevher) ortaya çıkar —
(örneğin) varlığı kendisinden olan cevherin zatî tanımında (bir araz olan) “boşlukta
yer tutma” olması gibi. Ve cevherin arazı kabulü, o cevherin zatî tanımıdır. Ve hiç
kuşkusuz, kabul arazdır. Çünkü kabul –varlığı kendisinden olmadığı için– ancak
kabul-eden’de [kâbil] varolur. Halbuki kabul, cevher için zatîdir. Ve boşlukta yer
tutma da arazdır; boşlukta yer tutma da varlığı kendisinden olmayıp ancak boşlukta
yer tutan’da sözkonusu olur. Halbuki boşlukta yer tutma ve kabul, tanımlanan
cevherin kendisine birer eklenti değillerdir. Çünkü zatî tanımlar, tanımlananın ta
kendisi ve huviyetidirler. Böylece, iki farklı anda aynı kalmayan şey, iki veya daha
çok farklı zamanda aynı kalmış olur ve varlığı kendinden olmayan şey, varlığı
kendinden olan şey haline döner. Ama onlar bunun (yani, söylediklerindeki bu çelişkinin) farkında değillerdir. “Ve onlar yeni yaratılış konusunda şüphededirler”
[Kaf Suresi, 50/15].
Ve keşf ehline gelince, onlar Allah’ın her Nefes’te tecelli ettiğini ve tecellide tekrar
olmadığını görürler. Ve yine onlar, her tecellinin yeni yaratılışı ortaya çıkardığını
veya (bir önceki) yaratılışı ortadan kaldırdığını müşahede yoluyla görürler. İmdi,
yaratılışın fenâsı tecellinin ortadan kalkması iken, yaratılışın bekâsı da, bir sonraki
tecellinin yaratılışı ortaya çıkarmasıdır. Öyleyse, anla!

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...