22 Mart 2014

KUR’ÂN-I KERÎM’DEKİ TEMEL EMİRLER VE YASAKLAR EMRE DORMAN






KUR’ÂN-I KERÎM’DEKİ TEMEL EMİRLER VE YASAKLAR
EMRE DORMAN

 

İNSANLAR UYURLAR ÖLÜNCE UYANIRLAR EMRE DORMAN






İNSANLAR UYURLAR ÖLÜNCE UYANIRLAR 
EMRE DORMAN
 

MODERN BİLİM: “TANRI VAR”







“TANRI VAR”MODERN BİLİM:
Evren’in ve Yaşamın Oluşumundaki
Hassas Ayarlar Üzerine Bir İnceleme
EMRE DORMAN

KARAMANOĞULLARI BEYLİĞİ


KARAMANOĞULLARI BEYLİĞİ
image0012.gif
Karamanoğulları Beyliğinin bayrağı: Bayrakta bulunan 6 köşeli yıldız Müslümanlar öncesinde de Öntürk ve Türk kültüründe yer alsa da Müslümanlar arasında “Mühr-ü Süleyman” olarak bilinen simgedir. 
Karamanoğulları Beyliği 1250-1487 yılları arasında Anadolu’da hüküm sürmüş olan beyliklerden biri. Türkçe’den başka dilin konuşulmasını yasaklayan Karamanoğulları, Osmanlı Devleti’nin en büyük rakibi idi.
Anadolu’da yaklaşık 230 yıl hüküm süren bu beylik, Türkmen beyliklerinin Osmanoğulları’dan sonra en önemlisi, en kudretlisidir. Merkezi Karaman (o zamanki adı Larende) olan geniş bir bölgede, güçlü bir devlet olarak hüküm sürmüş ve Büyük Selçuklu Devleti’nin halefi, Anadolu’nun hakimi olmak için Osmanlılarla mücadele etmişlerdi. “Karaman Tacı” bir prenslik değil, bir krallık sayılmıştır. Konya’yı yani Türkiye Hâkanlığı’nın sabık başkentini ellerinde tutan Karamanoğulları, Selçuklular’ın halefi olarak kendilerini takdim eylemişlerse de, Osmanoğulları’nın jeopolitik vaziyetinden, gazalarının yarattığı prestijden ve hükümdarlarının emsalsiz dehâsından mütevellit bulunan rekabet ve üstünlüğü karşısında, bu iddiaları hayalden öteye gidememiştir. Anadolu Birliği’ni yapmak ve Türkiye Hâkanlığı’nı yeniden inşa etmek istiyen Osmanoğulları’na en büyük güçlük çıkartanlar, Karamanoğulları’dır. Osmanlılar’ın şevket ve azametini zedelemek, mümkünse yıkmak için, Avrupa Hıristiyan devletleri ile bile ittifak akdetmişlerdir.
Karaman Türkmen Beyliği, 1250 yıllarından 1487′ye kadar takriben 237 yıl sürmüştür. Fakat son yıllar, mutlak Osmanlı hâkimiyeti altında geçmiş ve Karamanoğulları, İçel’de küçük bir toprak parçası ile iktifa eylemişlerdir. Karamanoğulları, 1308′e kadar Türkiye Hâkanlığı’nın bir parçasını meydana getirmişler ve Selçukoğulları’na tabî olmuşlardır. Hattâ Selçukoğulları’nı İlhanlı boyunduruğundan kurtarmak için millî ihtilâller çıkarmışlar ve Memlûk Türkleri tarafından desteklenmişlerdir. Karamanoğulları’nın Orta Anadolu’da prestijleri bu yüzden İlhanlı tahakkümünden bıkan Türk halk tabakaları arasında çok artmıştır.
1335′e kadar Karamanoğulları, mecbur oldukça İlhanlılar’a tabî olmuşlar, fakat bu tâbiiyet bağını koparmak için her türlü fırsatı kullanmışlardır. Bu tarihten sonra istiklâl kazanmışlarsa da, Memlûk tesiri ülkeden eksik olmamıştır. Karamanlılar, Memlûkler’in hâkimiyet sahasına doğru yayılma temayülleri gösterdikleri için, arada çatışmalar olmuştur. 1399′dan 28 temmuz 1402 ye kadar 3 yıl Karaman Beyliği, Osmanlı İmparatorluğu’na katılmış, Ankara felâketinden sonra Timur tarafından, eskisinden daha genişçe olarak diriltilmiştir. 1399′a takaddüm eden senelerde de Karamanlılar, Osmanlı nüfuz sahasına girmişler, hattâ onu metbû tanımışlardır. 1417′de Memlûkler’i metbû tanımışlar, fakat az sonra tekrar Osmanlılar’ı metbû tanımaya mecbur olmuşlardır. Bununla beraber her fırsatta Osmanlılar’a baş kaldırmaktan geri durmamışlardır.
1250 yılından 1256 yılına kadar, takriben 6 yıl Ereğli, 1256 yılından 1261′e kadar takriben 5 yıl Ermenek, Beylik başkenti olmuştur. Sonra başkent o zaman daha çok “Lârende” denen Karaman şehrine nakledilmiş, sonuna kadar bu şehirde kalmakla beraber Konya, zaman zaman, ülkenin en büyük şehri olmak haysiyetiyle taht şehri de olmuş ve bazı beyler burada oturmuşlardır.Karamanoğulları, Oğuzlar’ın Kaçar boyu beylerinden olan Ahmed Sâdeddin Bey’in oğlu Nûre Sûfî Bey’den inmişlerdir. Nûre Sûfî Bey, Eretna Bey’in halası ile evli idi.
2,5 asırlık tarihleri boyunca Karaman toprakları büyüyüp küçülmüştür. Önceleri asıl İçel’e yani Göksu’nun batısında kalan topraklara, Manavgat Çayı’nın doğusunda kalan topraklarla Alâiye’ye, Ermenek, Hadım, Bozkır, Karaman, Ereğli taraflarına hâkim olmuşlardır. Zaman zaman Konya’ya girmişlerse de, Selçukoğulları namına hareket etmiş, hükümdarlık iddia etmemişlerdir. Anadolu’da İlhanlı hâkimiyeti kalktıktan sonra Konya’yı, Ankara’ya kadar ele geçirmişlerdir. 1417′de Tarsus’u Memlûkler’e bırakmışlar, 1433′te Beyşehri’ni Osmanlılar’dan almışlar, 1437′de Kayseri’yi Osmanlılar’a vermişler, fakat Develikarahisar sonuna kadar Karamanlılarda kalmış, 1465′te Osmanlılar tarafından Akşehir, Beyşehir ve Ilgın’dan da çıkarılmışlardır.
En geniş şekliyle Karaman beyliği, bugünkü Türkiye’nin şu vilâyet ve kazalarına yayılmıştır: Konya, Niğde, Kayseri, Ankara, Nevşehir, İçel, Kırşehir vilâyetlerinin tamamı, Antalya vilâyetinin doğu yarısı. Ankara’daki Ahi Cumhuriyeti, Karaman nüfuz ve tâbiiyetinde bulunmuştur. Karamanlılar, batıya doğru Antalya, İsparta, Afyon sahalarında zaman zaman yukarıda gösterilen sınırları da aşmışlardır. Yukarıda gösterilen topraklar, 146.000 km2 tutmaktadır. Bu topraklarda o zamanlar 2 milyon nüfus olduğunu tahmin edebiliriz. 1360′a doğru olan sınırlârıyla Karaman beyliği, 100.000 km2 kadardı.
image0022.gif 
l. Mehmed Bey’in Türkçeyi Türkiye’nin Tek Resmî Lisanı Olarak İlânı (13 mayıs 1277) Karamanoğlu I. Mehmed Bey, Selçuklu Hanedanı namına Konya’da: “Bugünden sonra divanda, dergâhta, bârgâhta, mecliste ve meydanda Türkçe’den başka dil kullanılmaması” hakkındaki mühim fermanını neşretmiştir. Bu suretle resmî devlet işlerinde kullanılan Arabça ve bilhassa Farsça’nın hâkimiyetine büyük bir darbe vurulmuştur. Osmanoğulları, Türkçe’nin mutlak hâkimiyetini XVI. asırda temin eylemişlerdir. Mehmed Bey’in fermanı, Türk kültür tarihinin mühim hâdiselerindendir. Bugün “Dil Bayramı” olarak her yıl 13 Mayısta Karaman’da uluslararası çapta kutlanmaktadır.
Ereğli’de hüküm süren devletin kurucusu Nûre Sûfî Bey, Mut’a bağlı Sinanlı yakınlarında Değirmenlik mevkiinde gömülüdür. Yerine geçen büyük oğlu ve hanedana adını veren Kerîmeddin Karaman Bey, başkenti Ermenek’e götürmüştür. Karaman Bey, III. Sultan Kılıç Arslan’ın kızı ile evlenmiştir. 6 kardeşini tanıyoruz: Kemâleddin Bey, Oğuz Han Bey, Timur Han Bey, Hayreddin Bey, Zeynelhac Bey ve Bunsuz Bey. Bu son ikisi, 1261′de Konya’da öldürülmüşlerdir.
Karaman Bey, 8 oğul bırakmıştır: Şemseddin Mehmed, Güneri, Bedreddin Mahmud, Kasım, Zekeriya, Tanu, Halil ve Ali beyler. Karaman Bey’in yerine I. Mehmed Bey, sonra kardeşleri Güneri ve Mahmud beyler, sonra Mehmed Bey’in oğlu Yahşi Han Bey geçmişlerdir. Mehmed, Zekeriya ve Tanu Beyler, 1283′te şehit olmuşlardır. Mahmud Bey de şehîden ölmüştür. Yahşı Han Bey, Konya’da 4 yıl saltanat sürmüş, yerine amcası Mahmud Bey’in oğulları Bedreddin I. İbrahim ve Alâeddin Halil Mirza beyler geçmişlerdir. Halil Mirza Bey, 1312-1333 arasında devletin başkumandanı idi. Ölünce yerine tekrar I. İbrahim Bey, sonra İbrahim Bey’in büyük oğlu Fahreddin Ahmed Bey, sonra ortanca oğlu Şemseddin Bey, onun öldürülmesinden sonra Mahmud Bey’in oğullarından Hacı Sûfî Burhâneddin Musa Bey, tahta geçmişlerdir.
Musa Bey, 5 sene Mut’u başkent yapıp saltanat sürmüştür; tahta geçmeden Ermenek beyi idi. Küçük kardeşi ve Mahmud Bey’in küçük oğlu, İsâ Bey’dir. Musa Bey’den sonra tahta, İbrahim Bey’in küçük oğlu Seyfeddin Süleyman Bey geçti. Amcası Musa Bey, Mut’ta saltanat sürerken, Süleyman Bey 5 sene Karaman’da beylik yapmıştı. 11 Ocak 1350′de de Eretnalılar’a esir düşmüştür. Öldürülünce yerine Halil Mirza Bey’in büyük oğlu I. Alâeddin Ali Bey geçti. Halil Mirza Bey’in diğer oğulları 1370 yıllarında ölen Seyfeddin Süleyman, Dâvûd, İshak ve Hızır Beyler’dir. Süleyman Bey’in oğlu Şeyh Hasan Bey’le İshak Bey’in oğulları Gıyâseddin ve Emîr Şâh Beyler’i de tanıyoruz. Alâeddin Ali Bey, 41 yıl süren bir saltanat devresi geçirdi. Orhan Gazi, I. Murad ve Yıldırım Bâyezid ile muasırdır. I. Murad’ın kızı ve Yıldırım’ın kızkardeşi Nefise Sultan’la evlenmiştir. 1398′de kayınbiraderi Yıldırım Bâyezid tarafından esir alınmış ve idam edilmiştir. Tahta çıkmadan önce, Konya beyi idi.
Alâeddin Ali Bey’e, Nefise Sultan’dan doğan oğlu Nâsıreddin (Gıyâseddin) II. Mehmed Bey halef oldu. Ana tarafından I. Murad’ın torunu, ikinci derecede amcası idi. 1399′dan 1402 ağustosuna kadar 3 yıl Bursa’da dayısı Yıldırım’ın yanında yaşadı. Bu yıllarda Osmanlılar, Karaman Beyliği’ni ilga etmişlerdi. II. Mehmed’in ilk beyliği 1398-1399 arasındadır. 1402′de tekrar bey oldu. 1418′de tahtı kardeşi II. Alâeddin Ali Bey’e bıraktı, fakat ertesi sene tekrar avdet etti. Daha 4 yıl tahtta kalıp Osmanlılarla yaptığı bir muharebede öldü. Yerine tekrar kardeşi II. Alâeddin Ali Bey geçti. 1411′de Bursa’ya giren bu II. Mehmed’dir. 1406′da Kırşehri yakınlarında Mâliye ovasında dayısının oğlu Çelebi Sultan Mehmed ile buluşup görüşmüştür. 1414′te Çelebi Mehmed, Konya’yı işgal etmiş, fakat boşaltmıştır. 1418′de de Memlükler, Konya’yı ve Karaman’ı işgal etmiş, II. Mehmed’i esir eylemişlerdir. Onun l yıllık son saltanat fasılası, bu esaret dolayısiyledir.
II. Alâeddin Ali Bey de, 1398-1402 arsında Bursa’da oturmuştur; daha önce Niğde beyi idi. 1418′de Kahire’ye gitmiş, Osmanlılar’a karşı Memlûk ittifakını aramıştır. I. Mehmed’in damadıdır. Kızkardeşi de Yıldırım Sultan Bâyezid ile evliydi. Bu suretle Yıldırım, II. Mehmed’in hem eniştesi, hem dayısı olur. Diğer kardeşleri Hüsâmeddin Mahmud Bey’dir. Alâeddin Ali Bey’den sonra tahta, II. Mehmed’in 2. oğlu II. İbrahim Bey geçmiştir. II. Mehmed’in büyük oğlu Mustafa Bey, 17 yıl velîahd olmuş, 1414′te Osmanlılar’a esir düşmüş, 1418′de öldürülmüştür. II. İbrahim’in diğer kardeşleri İsâ, Alâeddin Ali, Mirza ve 1471 sonunda Edirne’de ölen Karaman Beyler’dir. Mirza Bey’in oğlu Hacı Hamza Bey’in oğlu Mustafa Bey, 1501′de atalarının tahtını ele geçirmek istemiş, fakat öldürülmüştür.
İsa Bey, 1423′ten 1426′ya kadar 3 yıl tahta hak iddia etmiştir. 1426′da Kahire’de bulunmuş, 1430 sıralarında Osmanlı hizmetine girip sancakbeyi olmuş, 1437′de öldürülmüştür. Çelebi Sultan Mehmed’in damadı idi. Çelebi Sultan Mehmed, II. ibrahim Bey’le kardeşlerinin aynı zamanda ikinci derecede amcaları olur. II. İbrahim Bey de kardeşi İsa Bey gibi Çelebi Sultan Mehmed’in damadı olmuştur. Bütün bu içli, dışlı akrabalık, Osmanlı-Karaman rekabetini, hattâ düşmanlığını söndürmekten uzak kalmıştır. II. Mehmed’in kızı Karamanoğlu II. İbrahim Bey’le evlenmiştir. 40 yıl tahtta kalan II. İbrahim, Konya Kavalası’nda (Kâvele/Gâvele) ölmüştür. 1437′de kayınbiraderi II. Sultan Murad, Konya’ya gelmiştir.
II. İbrahim Bey’in son zamanlarında, yani Fâtih çağında devlet, iyice Osmanlı nüfuzuna düşmüştür. Fâtih, II. İbrahim’in bir kızı ile 1458 sıralarında evlenmiştir. II. İbrahim’in 7′si ana tarafından Osmanoğlu olan 10 oğlu vardı: İshak, Pîr Ahmed, Kasım, 1446 başlarında ölen Alâeddin, Karaman, Süleyman, Nûre Sûfî, Yâkub, Küçük Mustafa ve Mehmed Beyler. İlk üç oğlu İshak, Pîr Ahmed ve Kasım Beyler, birbirini müteâkıb tahta geçmişlerdir.
İshak Bey, 40 yıl babasının veliahdı ve tahta geçmeden Silifke beyi idi. Birkaç aylık bir saltanattan sonra Fâtih’in büyük düşmanı ve rakibi Uzun Hasan Bey’e iltica etmiştir. 1465′te Diyarbakır’da ölmüştür. Oğlu ve zevcesi, 1471′de Osmanlılar’a esir düşmüştür. Yerine geçen kardeşi Pîr Ahmed Bey, Konya’yı başkent yapıp 5 yıl saltanat sürmüştür. Otlukbeli meydan muharebesinde Fâtih’in karşısında ve Uzun Hasan’ın safında idi. Kızı Halime Hatun, 1508′de ölmüştür. Yerine geçen Kasım Bey, bir Osmanlı sancakbeyi derekesine düşmüş, saltanat yıllarının çoğu da ülkesinden uzakta, taht müddeîsi sıfatıyla geçmiştir. 1464′te o da ağabeyi İshak Bey’le beraber Uzun Hasan Padişah’a iltica etmişti. O da Otlukbeli’nde Uzun Hasan’ın safında yer almıştır. 1482-1483′te Osmanlılar’m İçel sancakbeyi olmuştur.
Kasım Bey’in yerine damadı Turgutoğlu Mahmud Bey geçmiş ve Osmanlılar’ın İçel sancakbeyi olarak 4 yıl İçel’de hüküm sürdükten sonra burada da tutunamayıp 1487′de Memlûkler’e iltica etmiş, böylece II. Sultan Bâyezid’in ilk yıllarında, Karaman meselesi tamamen kapanmış, Türkiye’nin birliği mevzuunda Osmanoğulları, büyük bir adım atmışlardır. Kasım Bey’in 3 de oğlu vardı.
“Taht-ı Karaman” denen merkezi Konya olan Karaman eyaleti yani beylerbeyiliği, önceleri en seçkin Osmanlı şehzadelerine verilmiş, bu şehzadeler “Taht-ı Karamân’a oturmuş” yani Karaman kralı olmuşlardır. Bunlar, Fâtih’in büyük oğlu ve veliahdı Şehzade Mustafa, Fâtih’in küçük oğlu Şehzade Cem, II. Bâyezid’in büyük oğlu ve velîahdi Şehzade Dâmâd Abdullah, II. Bâyezid’in oğullarından anası Karaman prensesi olan Şehzade Şehenşâh ve bunun oğlu Şehzade Mehmed-Şâh’tan ibarettir. Daha sonra Karaman eyaleti, hanedan dışından beylerbeyilere verilmiştir. İmparatorluğun sonuna kadar, Tanzimat’tan sonra Konya vilâyeti (eyaleti) denen Karaman beylerbeyliği, aşağı yukarı tarihî Karaman beyliğinin sınırlarına tekabül ediyordu.
Karamanoğulları’nın kökeni hakkında bilimsel makale (pdf) halinde sunulmuştur: 250.pdf
Karaman Beyleri (Tarih Sırasına Göre)
1. Nûre Sûfî Bey (başkenti: Ereğli) (1250?-1256?)
2. Kerîmeddin Karaman Bey (Başkenti: Ermenek) (1256?-1261)
3. Şemseddin I. Mehmed Bey (1261-1283)
4. Güneri Bey (1283-19.IV.1300)
5. Bedreddin (Mecdeddin) Mahmud Bey (19.IV. 1300-308)
6. Yahşı Han Bey (1308-1312=4) (Başkenti: Konya)
7. Bedreddin I. İbrahim Bey (1312-1333-21+1348-1349)
8. Alâeddin Halil-Mirza Bey (1333-1348)
9. Fahreddin Ahmed Bey (1349-2.1.1350)
10. Şemseddin Bey (2.1.1350-1351)
11. Hacı Sûfi Burhâneddin Musa Bey (Başkenti: Mut) (1351-1356)
12. Seyfeddin Süleyman Bey (1356-1357)
13. Dâmâd I. Alaeddin Ali Bey (1357-1398)
14. Sultanzâde Nâsıreddin (Gıyâseddin) II. Mehmed Bey (1398-1399-l
15. Dâmâd Bengi II. Alâeddin Ali Bey (1418-1419=l+1423-1424)
16. Dâmâd II. İbrahim Bey (1424-1464)
17. Sultan-zâde İshak Bey (1464)
18. Sultan-zâde Pîr-Ahmed Bey (1464-1469=5)
19. Kasım Bey (1469-1483=14)
20. Turgutoğlu Mahmud Bey (1483-1487=4)
2. Kerîmeddin Karaman Bey (Başkenti: Ermenek) (1256?-1261)
3. Şemseddin I. Mehmed Bey (1261-1283)
4. Güneri Bey (1283-19.IV.1300)
5. Bedreddin (Mecdeddin) Mahmud Bey (19.IV. 1300-308)
6. Yahşı Han Bey (1308-1312=4) (Başkenti: Konya)
7. Bedreddin I. İbrahim Bey (1312-1333-21+1348-1349)
8. Alâeddin Halil-Mirza Bey (1333-1348)
9. Fahreddin Ahmed Bey (1349-2.1.1350)
10. Şemseddin Bey (2.1.1350-1351)
11. Hacı Sûfi Burhâneddin Musa Bey (Başkenti: Mut) (1351-1356)
12. Seyfeddin Süleyman Bey (1356-1357)
13. Dâmâd I. Alaeddin Ali Bey (1357-1398)
14. Sultanzâde Nâsıreddin (Gıyâseddin) II. Mehmed Bey (1398-1399-l
15. Dâmâd Bengi II. Alâeddin Ali Bey (1418-1419=l+1423-1424)
16. Dâmâd II. İbrahim Bey (1424-1464)
17. Sultan-zâde İshak Bey (1464)
18. Sultan-zâde Pîr-Ahmed Bey (1464-1469=5)
19. Kasım Bey (1469-1483=14)
20. Turgutoğlu Mahmud Bey (1483-1487=4)

image003.gif
İmar Faaliyetleri
Karamanoğullarının Ermenek, Anamur, Lârende, Aksaray, Niğde ve Konya’da inşâ ettirdikleri mîmârî eserler, Selçuklu sanatının tâkipçisi olduklarını göstermektedir. Karaman’da Nefise Sultan tarafından Mîmar Nûman bin Hoca Ahmed’e yaptırılan Hâtuniye Medresesi, Selçuklu mîmârî tarzının özelliklerini taşır.
Yine Karaman’da 1388 senesinde yaptırılan Alâeddîn Bey Kümbeti, kesme taştan on iki köşeli olup, üzeri yivli konik bir külah ile örtülüdür. Bu eser, Selçuklu mîmârîsi tarzından farklı bir üslupla yapılmıştır. Karamanoğulları, ayrıca birçok yerde câmi, medrese, han ve kervansaraylar inşâ ettirmiştir. Niğde’de Ak Medrese, Zinciriye Medresesi, Aksaray Ulu Câmii; Karaman’da İbrâhim Bey İmâreti, Nefise Sultan Câmii, Aktekke Câmii; Ermenek’te Havâsıl Câmii ile Ulu Câmi ve Tol Medrese; Konya’da Nasuh Bey Dârülhuffâzı, Has Bey Dârülhuffâzı ve Hasbeyoğlu Mescidi, Karamanoğlu beyleri tarafından yapılmış eserlerdir.
Çini sanatı, Türkiye Selçukluları zamânında zirveye çıkmış, Karamanoğulları zamânında da bu durumunu muhâfaza etmiştir. Alçı sanatı da aynı kuvvetle devam etmiştir. Karamanoğullarından Alâeddîn Ali Bey ve haleflerinin, gümüş sikkeleri görülmektedir.
Osmanlılardan sonra en kudretli ve uzun ömürlü Türkmen Beyliği olan Karamanoğulları mîmârîsi Selçuklu üslûp ve geleneğinin bir devâmı şeklindedir. Karamanoğullarının yapmış oldukları eserlerden günümüze kadar gelenler şunlardır:
II. İbrâhim Bey tarafından yaptırılmış olan İbrâhim Bey İmâreti (1433),
Karamanlı Emîri Hacı Bey tarafından inşâ ettirilen Hacı Beyler Câmii (1358) ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin annesi Mümine Hâtun adına Karamanoğlu Alâeddîn Bey tarafından 1370 yılında inşâ ettirilen Mâder-i Mevlânâ Câmii, Niğde’de Ali Bey’in yaptırmış olduğu Ak Medrese (1409), Ürgüp’te 1350′de yaptırılan Taşkın Paşa Câmii, Mut’ta Karamanoğlu Alâeddîn Bey’in emirlerinden Lal Ağa tarafından inşâ ettirilen Lal Ağa Câmii Karamanoğulları mîmârîsinin en canlı örneklerindendir. Bunların dışında Konya’da, Kur’an öğrenmek ve namaz kılmak için yaptırılmış olan Has Bey Dârülhuffâzı (1421) ile Nasuh Bey Dârülhuffâzı da Karamanoğulları devrinden günümüze kadar kalmıştır. Yine Karaman’da bulunan Alâeddîn Bey Kümbeti de bu devrin önemli eserlerindendir.
Selçuklu çini sanatı geleneği beylikler devrinde de devam etmiş ve Karamanoğullarının yapmış oldukları Karaman Hâtuniye Medresesi, Konya Has Bey Dârülhuffâzı ve Ermenek Tol Medrese Türbesi’nde mozaik çini örnekleri kullanılmıştır.
image004.gif
Aksaray Ulu Câmii (1431), Aksaray
image005.gif
İplikçi Câmii (1332), Konya. 1951-1960 yılları arasında Klasik Eserler Müzesi olarak kullanılan câmi 1960 yılında tekrar ibâdete açılmıştır. 
image006.gif
Zinciriye Medresesi (1336), Aksaray.
image007.gif
Tol Medrese (1339), Ermenek. 

Osmanlılar İle Anadolu Beylikleri Arasındaki İlişkilerde Ulemânın Diplomatik Rolü



Osmanlılar İle Anadolu Beylikleri Arasındaki İlişkilerde 
Ulemânın Diplomatik Rolü
image00113.jpg
Teşkilât ve müesseselerde Selçuklu geleneğinin hâkim olduğu Anadolu Beylikleri ve Osmanlılarda, ulemânın hizmet alanı içinde tedrisat, kaza ve telifâtla ilgili faaliyetler, ağırlıklı bir yere sahipti. Bununla birlikte gerek Anadolu Beylikleri, gerekse Osmanlılar, önceki teamüllerin de etkisiyle bu zümreden diplomasi alanında da faydalanma yoluna gittiler. Ulemânın bu alanda tercih edilmesinin temel nedeni, hem siyasî çevreler, hem de toplum nazarında belli bir itimat ve saygınlığa sahip bulunmasıyla ilgilidir. Osmanlılarla Beylikler arasındaki siyasî meselelerin diplomasi kanalıyla çözümünde elçilikle görevlendirilen ulemâ, taraflar arasında barışın tesisi ve anlaşma zemininin hazırlanmasında önemli rol oynamıştır. Bu resmî görevinin yanında, zaman zaman kendi inisiyatifi doğrultusunda üstlendiği arabuluculuk misyonuyla yine, barışın sağlanması yönünde kayda değer katkılarda bulunmuştur.

Âlim sözcüğünün çoğulu olan ulemâ terimi, topluma mal olmuş bilginler anlamına gelmektedir (İpşirli, 1999: 71). İslâm’ın ilk dönemlerinden itibaren ulemânın nazarî ve amelî sahada ihtisaslaşmaya başladığı görülür. Ancak bu ihtisaslaşma kesin hatlarla ayrılmış değildi. Her âlim en azından fıkhın esas prensiplerini öğrenir, her fakih İslâm akaidinin diğer disiplinlerinden bir kısım bilgileri yeteri derecede bilirdi (Gökbilgin, 1993: 23). Ulemânın bilhassa Abbasiler dönemine kadar geçimini her hangi bir meslek veya sanatı icra ederek temin ettiği bilinmektedir. Ancak Abbasilerin ulemâyı, özellikle de kadıları maaşa bağlamaları ile bu gelenek bozulmuştur. Büyük Selçuklularda, Nizamiye Medreseleri’nin kurulmasıyla birlikte ulemâ, siyasî otorite karşısında bağımsız tutumunu önemli ölçüde kaybetmeye başlamıştır. Selçuklu yönetiminin Batınılik’e karşı Sünnî inançları savunmak amacıyla açtığı bu medreselerde görev yapacak olan hocalar, devlet tarafından tayin edilmiştir. Bu uygulama ile İslâm dünyasında bundan böyle ulemânın devletin kontrol ve hâkimiyetine girdiği bir süreç başlamıştır. Anadolu Selçuklu ve Osmanlı ulemâsı da doğal olarak böyle bir geleneğin vârisi olmuşlardır (Ocak, 2003: 246).

İslâm tarihinde ulemânın devlet yöneticilerinden hemen hemen her dönemde ilgi ve saygı gördüğüne dair sayısız örneklere rastlamak mümkündür. Bununla birlikte bu zümrenin, devlet yöneticilerinin hatalı olan icraatlarını zaman zaman eleştirdikleri, bu yüzden de karşılıklı bir takım sıkıntıların yaşandığı durumlar da olmuştur. Nitekim, Ebu Hanife (ö. 767), Emevi ve Abbasi halifeleriyle; Buhârî (ö. 869) Tahirîlerin Buhâra emiriyle; Şemsü’l-eimme lakabıyla tanınan Serahsî (ö. 1090) de Karahanlı hükümdarlarıyla bu tür sıkıntılar yaşamıştır. Ünlü âlim Gazalî (ö. 1111) ise: “devlet başkanlarına karşı daha rahat konuşabilmek için sultanların yanına gitmemeyi ve sultanlardan para almamayı prensip haline getirmiştir” (Baktır, 2002: 561).
Anadolu Selçukluları ile bu devletin vârisi olan Beylikler ve Osmanlı dönemlerinde de ulemânın yönetim çevreleriyle ilişkilerinde benzeri örneklere rastlanmakla birlikte, bu zümreye siyasî otorite tarafından genelde saygı duyulduğu ve fikirlerine önem verildiği bilinmektedir.
Kuruluş devrinde Osmanlılar, kaynağını Selçuklu bakiyyesinden sağladıkları (Unan, 1998 43; Lekesiz, 1999: 81) ulemâdan öncelikle istişare mekanizmasında yararlanma yoluna gitmişlerdir. Buna ilaveten ulemâyı vezirlik, vezir-i âzamlık, kadıaskerlik, defterdarlık, nişancılık gibi divan üyelikleri ile merkezi bürokrasinin önemli makamlarına getirmişlerdir (İpşirli, 1999: 72). Osmanlılar gibi Anadolu Beylikleri de ulemânın kaynağını ağırlıklı olarak Selçuklu bakiyyesinden sağlamışlardır.
Gerek Anadolu Beylikleri gerekse Osmanlılar, hem siyasî irade hem de toplum nazarında itimat ve itibara sahip bulunan ulemâdan diplomasi alanında da yararlanmayı ihmal etmemiş, bu zümreye taraflar arasındaki siyasî anlaşmazlıkların çözümünde elçi sıfatıyla önemli görevler vermişlerdir.
Bu makalede, ulemânın Osmanlılar ile Beylikler arasındaki ilişkilerde üstlendiği bu misyonla ilgili olarak bazı örneklere yer verilmektedir. Böylece kaza, tedrisat ve bürokraside büyük hizmetleri görülen bu zümrenin, diplomasi alanında da ne kadar önemli bir rol üstlendiği hususuna dikkat çekilmektedir.
İlk sıralarda Çobanlı-Candarlı etkisinde bulunduğu anlaşılan (Emecen, 2001: 19) ve yönünü Bizans’a doğru çeviren Osmanlılar, çevresindeki Beylikleri doğrudan karşılarına almak yerine, ılımlı bir siyaset izlemeyi tercih ettiler. Mecbur kalmadıkça civar Beyliklerle bir mücadeleye girmekten kaçındılar. Ancak şartlar oluştuğunda ilhak faaliyetlerinden de geri durmadılar (Karadeniz, 2008: 5). Osmanlıların ilk ilhak ettikleri beylik Karasioğulları oldu. Sulh yoluyla ve daha ziyade bütünleşme şeklinde gerçekleşen bu ilhak ile Osmanlılar, Rumeli’ye geçiş için önemli bir avantaj elde ettiler (Günal Öden, 1999: 54-62).
Karesi Beyliği’nin ilhakından sonra Eratna Beyliği’nin elinden 1354 yılında Ankara’yı alan Osmanlılar, Batı Anadolu’daki diğer Beyliklerle olan ilişkilerinde özellikle I. Murad devrinden itibaren vasallık sistemini esas aldılar. Esnek bir çizgide seyreden bu siyasetin sonucunda Germiyan arazisinin önemli bir bölümü akrabalık yoluyla, Hamidoğulları topraklarının tamamı ise, satın alınmak suretiyle elde edildi (Âşıkpaşazâde, 1949: 129-131).
Osmanlı fetihlerinin uçlardan hinterlanda doğru genişlemesi, Selçukluların vârisi iddiasıyla diğer Beylikler üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışan Karamanoğullarını telaşlandırdı. 1367 yılındaki başarısız Gorigos seferiyle (Tekindağ, 1954: 170-174) Beylikler nazarındaki nüfuzu sarsılan Karamanlılar, Osmanlılarla yaptıkları 1387’deki Frenk-Yazısı Savaşı’nı kaybettiler ve Osmanlı tâbiiyetini kabul ettiler. Bu zaferin ardından Osmanlılar Orta Anadolu’da üstünlük kurarlarken, 1389 yılında gerçekleşen I. Kosova Savaşı’nda Karamanoğulları ile birlikte diğer bütün Anadolu Beylikleri Osmanlıların yanında yer aldılar (İnalcık, 1997: 293; Emecen, 2001: 45). Ancak I. Murad’ın Kosova’da ölümünü duyan Anadolu beyleri isyan etmekte gecikmediler. Yeni tahta geçen ve daha evvelki ılımlı siyaseti bırakıp seri ve sert bir ilhak politikası takip eden Yıldırım Bâyezid, merkeziyetçi bir yönetim kurma teşebbüsüne girişti. Bu maksatla 1389-1398 yılları arasında düzenlediği seferlerle Saruhan, Aydın, Menteşe, Germiyan, Candar ve Karamanoğulları Beylikleriyle, Sivas’taki Kadı Burhâneddin Ahmed devletini ortadan kaldırarak topraklarını Osmanlı ülkesine kattı (Anonim, 1992: 37; İnalcık, 1999: 68).
Ankara Savaşı’ndan sonra, kardeşlerini bertaraf ederek duruma hâkim olan Çelebi Mehmed, Timur tarafından toprakları geri verilen Anadolu Beyliklerine karşı tavizkâr bir siyaset izledi. Aydın, Karaman ve Candaroğuları Beylikleri üzerinde hâkimiyet kurarak onları vasallık bağı ile kendisine bağladı. Saltanatının ilk yıllarında sıkıntılı anlar yaşayan ve Beyliklere karşı bazı tavizler vermek zorunda kalan Sultan II. Murad ise, 1421-1429 yılları arasında, izlediği ılımlı siyasetiyle duruma hâkim oldu ve Candaroğulları ile Karamanoğulları dışındaki bütün Beylikleri ilhak etti (Karadeniz 2008: 27).
Osmanlıların Rumeli’deki meşguliyetlerini fırsat bilen Karamanlılar saldırıya geçerek kaybettikleri yerleri geri alma teşebbüsünde bulundularsa da, Osmanlılar karşısında her defasında mağlup olmaktan kurtulamadılar ve yapılan antlaşmalara uymadılar (Anonim, 1989: 4-7, 33-34, 36). Hatta Batılı bazı devletlerle işbirliği yapmaktan da geri durmadılar (Dukas, 1956: 142; Tekindağ, 1993: 325). Bu arada 1461 yılında Kastamonu ve Sinop’u ilhak eden Osmanlılar, Candaroğulları Beyliği’ne son verdiler. Diğer taraftan, Venedik ve Akkoyunlularla ittifak yapmaktan çekinmeyen Karamanlıların üzerine düzenledikleri bir seferle Konya’yı ele geçirdiler (Anonim, 2000: 127; İbn Kemal, 1957: VII, 273-277). Ancak Karaman ülkesinin tamamen ilhakı Otlukbeli zaferinden sonra gerçekleşebildi. İçel taraflarında Osmanlılara bağlı olarak hüküm süren Karamanoğlu Kasım Bey’in 1493 yılında vefatıyla beylik sona ermiş oldu (Tekindağ, 1993: 327). Bundan sonra, Çaldıran Seferi’ni müteakip Dulkadiroğulları Beyliği’ni ilhak eden Osmanlılar, Mısır Seferi sırasında da Ramazanoğulları Beyliği’ni kendilerine bağladılar.
Anadolu’da siyasî birliği tam anlamıyla Yavuz Sultan Selim döneminde sağlayabilen Osmanlıların, bunu başarmaları elbette kolay olmamıştır. Zira, Hristiyanlara karşı gazanın öncülüğünü yaparak İslâm dünyasında haklı bir şöhrete kavuşmaları, onları Anadolu Beylikleri ile olan ilişkilerinde daha dikkatli davranmaya zorlamıştır. İşte bu yüzdendir ki, Beyliklerle olan meselelerin çözümünde bu ince siyasetin bir gereği olarak yeri geldiğinde diplomasiden de yararlanma yoluna gitmişlerdir. Kuşkusuz Osmanlılar karşısında ittifak halinde hareket etmeyi âdet haline getiren Anadolu Beylikleri de, mecbur kaldıklarında aynı yola başvurmuşlardır. Bunun için her iki taraf da ekseriyetle ulemâdan faydalanmayı tercih etmişlerdir. Kimi zaman vezir veya kadı; kimi zaman da vaiz yahut kâtip sıfatıyla görevlendirilen, ancak ulemâ üst kimliğinde birleşen bu zümre, gerçekten de taraflar arasındaki siyasî meselelerin diplomatik kanallarla çözümünde aktif rol oynamıştır. Aşağıda ulemânın Osmanlılarla Karaman, Germiyan ve Candaroğulları Beylikleri arasındaki ilişkilerinde üstlendiği bu role dair bazı örneklere yer verilmektedir.

1. Osmanlı-Karamanoğulları İlişkileri
Osmanlılar ile Karamanlılar arasında barışın tesisi için Sultan I. Murad döneminde karşılıklı olarak elçilerin gidip geldiği bilinmekte ise de, kaynaklarda bu elçilerin isimleri belirtilmemektedir. Benzeri durum Yıldırım Bâyezid dönemi için de söz konusudur. Çelebi Mehmed döneminde karşılıklı gidip gelen bir elçi isminden bahsedilmemekle birlikte, kroniklerde Karamanlı âlimlerden Kadı (Kara) Mürsel’in, Osmanlılar ile Karamanoğulları arasındaki anlaşmazlıkların çözümü için arabuluculuk görevine hazır olduğunu Karaman hükümdarı Mehmed Bey’e ilettiği ifade edilmektedir. Bilindiği gibi Mehmed Bey, Mehmed Çelebi’nin Rumeli’de kardeşi Musa Çelebi meselesiyle uğraştığı sırada, onun Bursa’ya gelmekte olduğu haberini alınca, şehri ateşe vererek Kirmasti (Kemal Paşa) yolundan Hamid İli’ne, oradan da Karaman’a dönmüştü. Rivayete göre bu sırada kadıaskerlik görevinde bulunan Kadı Mürsel, Karamanoğlu’na: “Beyim! Gel, ben duacını gönder. Varayım, Osmanoğlu ile sizi barıştırayım” demiş,
Karamanoğlu ise bu teklife yanaşmayıp: “Hey! Bu ne sözdür? Elbette o benim üzerime gelirse ben onunla haklaşırım” cevabını vererek Osmanlılara karşı olan tavrını değiştirmemiştir (Âşıkpaşazâde 1949: 149; Neşrî, 1995: II, 523-525). Öyle anlaşılıyor ki kronikler, bu ifadelerle Karamanlıları Osmanlılar karşısında uzlaşmaya yanaşmayan taraf olarak göstermeye, dolayısıyla Osmanlıların durumunu meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar.
II. Murad devrine gelindiğinde kaynaklar Osmanlılarla Karamanlılar arasındaki mevcut siyasî meselelerin çözümünde görev alan bazı elçi isimlerden söz etmeye başlarlar. Kaynakların bu konuda haber verdiği ilk isim Mevlânâ Hamza’dır. Karamanoğlu II. İbrahim Bey devri âlimlerinden olan Mevlânâ Hamza, daha çok fetva konusundaki kifayeti ile tanınmaktaydı (Mecdî Mehmed Efendi, 1269: 120-121; Hoca Sadeddin, 1280: II, 456). Osmanlı hükümdarı II. Murad, 1433 yılında Karamanlılar üzerine yürüyüp, Karamanoğlu İsa Bey’i hükümdar ilan ettiğinde, Osmanlı kuvvetlerinin önünden kaçan ve takip edileceğini anlayan II. İbrahim Bey, mütecaviz tutumundan dolayı özür dilemek ve barış teklifinde bulunmak maksadıyla Mevlânâ Hamza’yı, Osmanlı hükümdarına murahhas olarak göndermişti. Mevlânâ Hamza Sultan Murad’a, İbrahim Bey’in: “Hünkâr hazretleri bizim küstahlığımızı mazur tutup, bu kez dahi suçumuzu affetsin. Bu defadan gayrı suçta bulunmayayım” şeklindeki sözlerini ilettikten sonra, “Karamanoğlu ettiği işe pişmandır. Hünkârdan af umar. Hamid İli’nden dahi elini çekti. Elhâsıl sultanım bu kere dahi bizi bağışlasın” diyerek Osmanlı hükümdarının elini öptü. Sultan Murad, Karamanlı âlimin bu sözleri karşısında “Mevlânâ Hamza, senin hatırın için suçundan geçtim. Amma bu vilayeti ona ben verdim. Şimdiden sonra karındaşı İsa’ya veririm” cevabını verdi. Bu görüşme sırasında Karamanoğlu İsa Bey de oradaydı. Osmanlı hükümdarı, Mevlânâ Hamza’ya karşılık İbrahim Bey’e Behcetü’ttevârîh’in yazarı Şükrullah’ı elçi olarak (Şükrullah, eserinde bu görevinden bahsetmez) gönderdi. Böylece Karamanoğlu ile daha önce almış olduğu toprakları geri vermesi ve bundan sonra bir daha düşmanca davranmaması şartıyla barış yapıldı (Âşıkpaşazâde 1949: 175; Neşrî, 1995: II, 617-619).
Karamanlılar ile Osmanlılar arasındaki husumetin, kaynaklarda bu konuda her ne kadar yeterli bilgi bulunmasa da- zaman zaman ulemâyı rahatsız ettiğini; başka bir ifadeyle bu zümrenin, taraflar arasında gereksiz yere kan dökülmesini tasvip etmediğini söylemek mümkündür. Nitekim II. İbrahim Bey zamanında Karaman’a gelerek burada bir müddet ikâmet eden ünlü âlim Alâeddin Ali es-Semerkandî, Osmanlılarla Karamanlılar arasındaki mevcut anlaşmazlıklardan rahatsızlık duymuş olmalı ki, taraflar arasında barışın sağlanması yönünde bir tutum sergilemiştir (Konyalı, 1967: 213).
Bu konuda başka bir örneğe ise, Şikârî’deki (1946: 190) kayıtlarda rastlıyoruz. Müellife göre Segedin Antlaşması’ndan (1444) hemen sonra Osmanlılarla Karamanlılar arasında vuku bulan savaş sırasında, Şeyh Yahya (Kâtip Yahya b. Muhammed), Mevlânâ Şemseddin ve Mevlânâ Nizâmeddin gibi önde gelen şahsiyetlerin başını çektiği, üç yüz kadar ulemâ, fudalâ, müftü ve vaizden oluşan bir heyet, Germiyan ve Dulkadiroğulları ileri gelenlerini de önlerine düşürüp Sultan II. Murad ile Karamanoğlu II. İbrahim Bey’i barıştırdı. Bu teşebbüs iki hükümdar arasında bir muahede yapılmasına vesile oldu. Barış heyetinde bulunan Şeyh Yahya tarafından kaleme alınan Sevgendnâme (ahdnâme)’deki şartlara göre (Uzunçarşılı, 1937: 120-123; Aköz, 2005: 165-173) Karamanoğlu II. İbrahim Bey, bundan sonra Osmanlı topraklarına saldırmayacak ve Osmanlıların dostlarına dost, düşmanlarına da düşman olacaktı. Diğer taraftan ahidnâme sadece Sultan II. Muradın saltanatıyla sınırlı kalmayıp, oğlu II. Mehmed’in saltanatı boyunca da geçerliliğini koruyacaktı.
Şikârî’de geçmemekle birlikte Osmanlı kronikleri, bu muahedenin yapılmasından önce II. İbrahim Bey’in Sultan II. Murad’a, zevcesi Melek Hatun (II. Murad’ın kız kardeşi) ile veziri Hoca Server’i kendisini bağışlaması için gönderdiğinden bahsederler (Âşıkpaşazâde, 1949: 182-183; Neşrî, 1995: II, 643-645).
Kroniklere göre Melek Hâtun eşinin yaptıklarından dolayı bağışlanması için göz yaşları dökmüştü. Kalbi yumuşayan Osmanlı sultanı Hoca Server’e dönerek: “Yeminini bozmanın ve inkâr etmenin Karamanlılara has bir âdet ve İbrahim Bey’in bu hanedanın tutuşturduğu bir mum olduğunu, geçmiş hatalarını göz yumduğumuzu, tutmadığı yeminlerini yüzüne vurmadığımızı, bildiğin halde, o yalan söyleyen taraftan nakl-i iman ile hangi yüzle sulh için gayret edersin? Ne cüretle ona kefil olmaya kalkışırsın?” diyerek çıkıştı. Hoca Server padişaha methüsenada bulunduktan sonra şunu arz etti: “Daha evvelki kabahatlerinde bu hakir kul onun yanında değildi. Şimdiki hatası dahi bu hakirin rızası ile olmamıştır. Turgutoğullarının tahrikiyle olmuştur. O dahi tamamen pişman olup, suçunu itiraf etmiştir. Bundan sonra bir kusuru görülürse cezası bana olsun” diyerek yemin ve ahdinin sağlamlığını taahhüt etti (Hoca Sadeddin, 1280: I, 371).
Bu görüşmeden sonra -muhtemelen yukarıda sözünü ettiğimiz diğer ulemânın da aracı olmasıyla- taraflar arasında muahede yapıldı. Ancak ahidnâme 1451 yılına kadar yürürlükte kalabildi. Zira bu tarihte Sultan Murad ölmüş ve yerine oğlu II. Mehmed tahta geçmişti. Bu değişiklik İbrahim Bey’i yeniden ümitlendirdi. Osmanlılar aleyhine Venedik Cumhuriyeti ile bir antlaşma yapan İbrahim Bey, Aydın ve Menteşe hükümdar ailelerini de tahrik etti (Dukas, 1956: 142-143; Müneccimbaşı, 1995: 235; Tekindağ, 1963: 44-46) .
Bu durum yeni padişahın ilk seferini Karamanlılar üzerine yapmasına neden oldu. Osmanlı ordusu Akşehir ve Beyşehir taraflarına geldiğinde karşı koyamayacağını anlayan Karamanoğlu, Taşeli’ne çekilmek zorunda kaldı. Ulemâdan Molla Veli’yi elçi olarak gönderip sulh teklifinde bulundu. Osmanlıların murahhası ise, Kasap oğlu Mahmud Bey’di. Taraflar arasında yapılan muahede gereğince İbrahim Bey, Akşehir, Beyşehir ve Seydişehir’i Osmanlılara terk ediyor, ayrıca Osmanlı ordusuna asker vermeyi kabul ediyordu (Tursun Bey, 1977: 38-39; Oruç Beğ, 2007: 77; Uzunçarşılı, 1988a: I, 453-454).
Fatih Sultan Mehmed döneminde Karamanlılardan Osmanlılara gönderilen bir başka elçi de, ulemâdan Sarı Yakub oğlu Ahmed Çelebi’dir. Karamanoğlu II. İbrahim Bey’in ölümünden (1463) sonra, ortaya çıkan taht kavgasında kardeşi Pîr Ahmed Bey’in Osmanlıların yardımıyla beyliğin başına geçeceğini haber alan İshak Bey, Sarı Yakub oğlunu II. Mehmed’e elçi olarak göndermişti. İshak Bey Osmanlı hükümdarına, biraderi Pîr Ahmed Bey’in, üzerine gönderilmemesi şartıyla Akşehir ve Beyşehir’i terk edeceğini bildiriyordu. Ancak bu teklif II. Mehmed nezdinde kabul görmedi. Nitekim, Server Çavuş oğlu Çavuşbaşı Ahmed’le Karamanoğlu’na: “Akşehir ve Beyşehri evvelden bizim satın alınmış mülkümüzdür. Ona ne minnetimiz vardır. Çarşamba suyu sınır olsun. Ötesi sana, berisi bize. Tâ ki biz kardeşini koyuvermiyelim” cevabını gönderdi. İshak Bey, padişahın bu teklifini kabul etmeyince, Pîr Ahmed Bey’e yardıma karar verildi (Âşıkpaşazâde, 1949: 214; Neşrî, 1995: II, 775-777).

2. Osmanlı-Germiyanoğulları İlişkileri
Germiyanlılar ile Osmanlılar arasında Germiyanoğlu Süleyman Şah döneminde Karamanoğullarından kaynaklanan bazı siyasî endişeler yüzünden bir yakınlaşma olmuştur. Hamitoğullarına verdikleri destek nedeniyle Karamanoğullarının Germiyanlılara cephe alması, Süleyman Şah’ı zor durumda bırakmıştır. Gün geçtikçe güçlenen Osmanlılarla mütecaviz Karamanlılar arasında sıkışan Germiyan beyi, çareyi Osmanlılarla sıhriyet tesis etmekte bulmuştur. Osmanlı kronikleri, oldukça ihtiyarlamış olan Süleyman Şah’ın, oğlu Yakub Bey’i yanına çağırarak: “Oğul! Dilersen ki bu il sizin elinizde kala. Osmanlı ile birlik edin ve kızımın birini onun oğlu Bâyezid’e verin” diye tembihte bulunduğunu kaydederler (Âşıkpaşazâde, 1949: 129; Neşrî, 1995: I, 203-205).
Kroniklerin, Germiyan beyinin siyasî bir mecburiyetten dolayı yakınlaşma ihtiyacı hissettiği Osmanlılarla birlik içinde olmayı öğütleyen bu tür sözlerine yer vermeleri elbette manidardır. Öyle anlaşılıyor ki, kronikler bu ifadelerle Türkmen beylerinin Osmanlılarla ittifak hâlinde olmalarını ima etmekte, dolayısıyla beylikler üzerinde henüz kurulmakta olan Osmanlı nüfuzunu güçlendirmeye yönelik propaganda yapmaktadırlar.

Osmanlı kaynakları, Süleyman Şah’ın kızı Devlet Hatun ile Sultan I. Murad’ın oğlu şehzâde Bâyezid arasında gerçekleşen düğünden bahsederken yine, Osmanlı propagandasının hâkim olduğu bir üslûp kullanırlar. Buna göre Süleyman Şah’ın Osmanlılarla dünür olma isteğini Sultan I. Murad’a bildirmek üzere dönemin tanınmış ulemâsından İshak Fakih görevlendirilir. Osmanlı sultanının huzuruna, bakımlı atlardan ve Denizli’nin ak alemli bezlerinden oluşan zengin hediyelerle çıkan İshak Fakih: “Kızımızı oğlun Bayazıd Han’a alın. Kızımıza birkaç parça hisar verelim. Cıhazına (çeyizine) tutsun.” sözleriyle Süleyman Şah’ın dünürlük teklifini iletir. Sultan Murad bu teklifi değerlendirip kabul eder. Kütahya, Simav, Eğrigöz ve Tavşanlı’nın çeyiz olarak verilmesiyle karar sağlama alınmış olur. 1381 yılında gerçekleşen ve Osmanlılar için âdeta bir gövde gösterisine dönüşen düğüne, gerek Anadolu Beylikleri’nden, gerekse Memlüklerden çok sayıda elçi, değerli hediyeler getirir (Âşıkpaşazâde, 1949: 129; Neşrî, 1995: I, 204-207).

 Düğünden sonra şehzâde Bâyezid Kütahya valisi olurken, kayın pederi Süleyman Şah da Kula’ya çekilir ve vefatına kadar burada ikâmet eder (Varlık, 1974: 61-66).
Osmanlılar ile Germiyanlılar arasındaki ilişkilerde elçilikle görevlendirilen bir diğer isim de Kara Timurtaş Paşa oğlu Umur Bey’dir. Devlet adamlığının yanı sıra, âlim kişiliği ile de bilinen; Bursa, Edirne, Afyonkarahisar, Bergama ve Biga gibi şehirlerde ilmî ve dinî eserler yaptırarak bazı kitapları Türkçeye tercüme ettiren Umur Bey (Uzunçarşılı, 1988a: I, 575-576), Küçük Mustafa Çelebi ve İsfendiyar Bey meselelerini hallettikten sonra, divan heyetinin sayısını azaltan Osmanlı hükümdarı II. Murad tarafından, Germiyanoğlu Yakub Bey’e elçi olarak gönderilmiştir (1423) (Neşrî, 1995: II, 575). Ancak kroniklerde onun bu göreviyle ilgili olarak ayrıntılı bilgi bulunmamaktadır.

3. Osmanlı-Candaroğulları İlişkileri
Osmanlılar ile Candaroğulları arasındaki ilk ilişkiler, Sultan I. Murad döneminde başlamıştı. Karşılıklı mücadele şeklinde cereyan eden bu ilişkilerin ardından, kaynaklarda “Kötürüm Bâyezid” olarak da zikredilen Celâleddin Bâyezid’in, memleketini oğlu İskender Bey’e vermeye kalkması, Osmanlıların beylik içindeki taht kavgalarına müdahil olmalarına yol açmıştı. Osmanlıların yardımı ile Kastamonu’da hükümdar olan Süleyman Paşa burada bir müddet hüküm sürdü ise de, Yıldırım Bâyezid tarafından ortadan kaldırıldı. Böylece beyliğin Kastamonu kolu da sona ermiş oldu (1391) (Esterâbadî, 1990: 370-371;Uzunçarşılı, 1988b: 125-128; Yücel, 1988: 75-83).
Bu arada, babası Celâleddin Bâyezid’in vefatından (1385), Ankara Savaşı’nın sonuna kadar beyliğin Sinop kolunun hükümdarlığını elinde bulunduran İsfendiyar Bey, Timur’un eski Candarlı topraklarını kendisine geri vermesiyle memleketinin sınırlarını genişletmişti. Çelebi Mehmed döneminde Osmanlılara tâbi olan İsfendiyar Bey Çankırı, Kalecik ve Tosya taraflarını oğullarından Hızır Bey’e vermek istedi. Ancak büyük oğul Kasım Bey, bu duruma karşı çıkarak kardeşine verilen toprakların kendisine bırakılması halinde, Osmanlıların himayesine gireceğini Çelebi Mehmed’e bildirdi. Osmanlı sultanı bu isteği kabul edip, İsfendiyar Bey’den Çankırı, Kalecik, Tosya Kastamonu ve Bakır Küresi’nin Kasım Bey’e verilmesini istedi. İsfendiyar Bey, başlangıçta bu isteğe ret cevabı verdi ise de, karşı koyacak gücü olmadığından Osmanlılarla anlaşmayı tercih etti. 

Bu maksatla veziri ile ulemâdan vaiz Mehmed’i Çelebi Mehmed’e göndererek Kastamonu ve Bakır Küresi’nin kendisine bırakılmasını; diğer şehirleri ise, Kasım Bey’e değil, Osmanlı Devleti’ne terk edeceğini bildirdi (Neşrî, 1995: II, 539-541).Sözü edilen yerleri işgal eden Osmanlılar Tosya, Çankırı ve Kalecik taraflarını Kasım Bey’e verdiler. Böylece biri yarı müstakil, diğeri de Osmanlı himayesinde olmak üzere, Candaroğulları Beyliği ikiye bölünmüş oldu (Uzunçarşılı, 1988b: 129-132).
Sonuç 
İslâm dünyasında klasik ulemâ tipinin belirginleşmeye başlamasıyla birlikte, bu zümrenin hizmet alanında da belli bir şekillenme söz konusu olmuştur. Abbasiler ve Büyük Selçuklular dönemlerinde ulemânın genellikle dinî hizmetlerin yanında tedrisat, kaza ve telifatla meşgul olduğu, zaman zaman da kendisine ihdas edilen resmî görevleri yerine getirdiği bilinmektedir. Türkiye Selçukluları ile bu devletin teşkilât ve müesseselerde birer takipçisi olan Anadolu Beyliklerinde hemen hemen aynı teamülün devam ettiği görülür. Osmanlılarda bunlara ilave olarak ulemânın, Divân-ı hümâyûn’da ve merkezi bürokrasinin önemli kademelerinde sıkça boy gösterdiği dikkati çeker.
Beylikler ve Osmanlı dönemlerinde yine önceki teamüllerin bir uzantısı olarak ulemâdan diplomasi alanında faydalanma yoluna gidilmiştir. Ulemânın bu alanda tercih edilmesinin önemli sebepleri vardır: Ulemâ her şeyden önce hem siyasî çevreler, hem de toplum nazarında belli bir itimat ve saygınlığa sahiptir.
Bu itimat ve saygınlık onun ilmî, aynı zamanda dinî hüviyetinden kaynaklanmaktadır. Bu yüzdendir ki, hem Osmanlılar hem de Anadolu Beylikleri, aralarında zuhur eden meşruiyet mücadelesinde bu zümreden faydalanmasını bilmişlerdir. Diğer taraftan ulemânın diplomasi ve nezaket kurallarını kavrama ve vâkıf olma konusundaki yeterliliğinin de, bu tür tercihlerde etkili olduğu söylenebilir.
Ulemânın Osmanlı-Anadolu Beylikleri ilişkilerindeki misyonu iki şekilde gerçekleşmiştir. Bunlardan ilkine göre ulemâ, taraflar arasında barışın tesisi veya anlaşmanın sağlanması için görüşmelerde bulunmak, başka bir ifadeyle taraflar arasındaki mesajları iletmek amacıyla siyasî irade tarafından elçilikle görevlendirilmiştir. Ancak burada ulemâyı sadece mesaj iletmekle görevli bir diplomat olarak düşünmek doğru değildir. Zira, bazı durumlarda ulemânın sergilediği tavırların veya ikna kabiliyetinin de karşı tarafın vereceği kararlarda önemli etkisi görülmüştür. Nitekim Sultan II. Murad’ın, Karamanoğlu II. İbrahim Bey’i, Karamanlı âlim Mevlânâ Hamza’nın hatırı için affettiğini söylemesi, bu konuya dair kayda değer bir örnektir.
Ulemânın resmî yetkisini kullanarak yerine getirdiği bu görevin yanı sıra, taraflar arasında barışı sağlamak adına bazen kendi inisiyatifi doğrultusunda hareket ettiği durumlar da söz konusu olmuştur. Gerçekten de bazı âlimler, bilhassa Karamanlılar ile Osmanlılar arasında -Karamanlı hükümdarlarının siyasî ihtirasları yüzünden- ortaya çıkan husumetten hoşlanmamış, aynı kültür ve inanca mensup kitleler arasında kardeş kanı dökülmesini tasvip etmemişlerdir. Bu nedenle karşılıklı barışın tesisi için arabulucu rolünü üstlenmekten kendilerini alamamışlardır. Buna en güzel örnek de Karamanlılardan; Şeyh Yahya, Mevlânâ Şemseddin ve Mevlânâ Nizâmeddin gibi önde gelen şahsiyetlerin başını çektiği; ulemâ, fudalâ, müftü ve vaizlerden oluşan kalabalık bir heyetin, Karamanoğlu II. İbrahim Bey’le Sultan II. Murad’ı barıştırma girişimleridir
İsmail ÇİFTCİOĞLU
Yrd. Doç. Dr., Dumlupınar Üniversitesi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü Öğretim Üyesi.
TÜRKİYAT ARASTIRMALARI DERGİSİ

KUMAÇLAR (HORASAN ATABEYLİĞİ)



KUMAÇLAR (HORASAN ATABEYLİĞİ)
Kumaçlar (Horasan Atabeyliği)
image00149.jpg
Kumaclar, 1157′de Horasan çevresinde kurulmuş ve 18 Mayıs 1187′ye dek hayatiyeti sürmüş Selçuklu atabeyliğidir.
Kumaclar da Büyük Selçuklu Sultanı Sancar’ın ölümünden (1157) sonra bağımsız hareket etmeye başlamışlardır. Atabeyliğin adı Sultan Melikşah’ın saray nazırlığını ve Melikşah’ın oğlu Melik Sancar’ın atabeyliğini yapan Ebu Bekir Kumac’dan gelir.
Hükümdarları sırasıyla şunlardır:
·         Ayaba (1157-1174)
·         Ebu Bekir Toğan (1174-1185)
·         Sancar Şah (1185-1187)
Atabeylik, Harzemşahlar tarafından ortadan kaldırıldı.
Kaynak: Vikipedi

SALGURLULAR (FARS ATABEYLİĞİ)




SALGURLULAR (FARS ATABEYLİĞİ)
Salgurlular (Fars Atabeyliği)
image00148.jpg
İran’ın Fars bölgesinde, Oğuzların Üçoklar boyuna mensup Salgur veya Salur Kabilesi tarafından kurulan bir devlet. Devletin kuruluşu sırasında başta bulunanlar atabeg unvanını kullandılar. Bu unvan, daha ziyade hanedanların tesisi için bir basamak oldu, daha sonra sultan ve hükümdar karşılığında kullanıldı. Fars bölgesinin fethine, hazret-i Ömer zamanında teşebbüs edilmiş, 649 (H. 29) yılında Basra Valisi Abdullah bin Amr tarafından bölgenin tamamı İslâm topraklarına katılmıştı. Abbasîler zayıflayınca, bölge Saffârîlerin eline geçti. Daha sonra Büveyhîler hakim oldu. Tuğrul Bey zamanında Selçuklu Türklerinin eline geçti. Fakat dağlık bölgeler, bölgenin yerli hâkimleri olan Şebânkârelerin elinde kaldı. Selçuklu Emîri Atabeg Çavlı, onlarla uzun yıllar mücâdele etti. Bölge, Irak Selçukluları’na bağlı atabeglerin hâkimiyetine geçti.
Bu sırada Fars bölgesi, Salgurluların büyük bir göç hareketine sahne oldu. Cemaatin başında bulunan Emir Mevdûd, Atabeg Bozaba tarafından yerine nâip olarak tâyin olundu. Bozaba’nın ölümü ile Irak Selçuklularından Melikşâh, Fars bölgesine hâkim oldu. Aynı yıllarda ölen Mevdûd’un yerine oğlu Sungur geçti. Sungur, bölgeye hâkim olan Melikşâh’a atabeg unvanı ile yardımcı oldu. Keyfî hareket eden Melikşâh, devlet işlerinden uzak duruyor, halka karşı kötü davranıyordu. Bir bahane ile Atabeg Sungur’un kardeşini öldürttü. Sungur, kabilesi Salgurluları da yanına alarak, Şîrâz’dan çıkıp gitti. Melikşâh’ın tekliflerini reddedip baş kaldırarak, onu yendi. 1148′de Şîrâz’ı ele geçirip merkez yaptı ve devletin temelini attı.
Fars hâkimiyetini kaybeden Melikşâh, amcası ve Irak Selçuklu Sultanı Mesud’dan yardım istedi. Aldığı yardımcı kuvvetlerle Fars üzerine yürümesine rağmen, tekrar yenildi. Bu husustaki seferlerinin hepsi neticesiz kaldı ve her defasında Sungur’a mağlûp oldu. Böylece Fars bölgesi, tamamen Atabeg Sungur’un hakimiyetine girdi. Atabeg Sungur, Kirman Selçukluları Sultanı Birinci Muhammed ile dostluk kurdu.
Sungur, on üç sene saltanat sürdükten sonra Margzâr-ı Beyzâ’da 51 yaşında öldü (1161). Şîrâz’da kendi adıyla anılan Sunguriyye Medresesine defnedildi. Adaletli, dindar, hayırsever ve mütevazı bir sultandı. Oğlu Tuğrul, küçük yaşta olduğu için yerine kardeşi Zengî geçti.
Atabeg Zengî, bir müddet sonra Abbâsî halîfesinin vezîri Yahyâ bin Hubeyre’nin teşvikiyle Irak Selçuklu Sultanı Arslanşâh’ın yerine şehzâde Mahmud bin Melikşâh adına hutbe okuttu. Lâkin müttefiki Rey Valisi Emir İnanç; Sultan Arslanşâh’a itaatini bildirince, Zengî yalnız kaldı. Sultan ve Atabeg İldeniz, onu sulh yoluyla kazanmak istediklerinden, Zengî’ye haber göndererek huzura çağırdılar. Önce gitmek istemeyen Zengî, sonra İsfahan’da bulunan Sultan Arslanşâh’ın huzuruna varıp itaatini bildirdi. Böylece Salgurlu Devleti, 1165 yılında Irak Selçuklularına resmen tâbi oldu.
Atabeg Zengî’nin, bir müddet sonra Fars halkına kötü davranmaya başlaması, halkın Huzistan Hâkimi Şumla’yı bölgeye davet etmesine sebep oldu. Fars bölgesine sefer düzenleyen Şumla, Zengî’yi yenerek Şebânkârelilere sığınmaya mecbur bıraktı ve Fars bölgesine hâkim oldu. Fakat o da halka iyi davranmadı. Salgurlu askerleri, yaptıklarına pişman olup Zengî’nin yanında toplandılar. Askerleriyle Fars’a giren Zengî, bölgeye yeniden hâkim olunca, Şumla bölgeyi terk etmek mecburiyetinde kaldı. Zengî, Kirman Selçuklu Sultanı Melik Tuğrulşâh’ın ölümünden sonra meydana gelen taht mücadelelerine karıştı ve yardımıyla İkinci Turanşâh, tahtı ele geçirdi. Bu tarihten itibaren Salgurlular, Kirman Melikleri tarafından yardım hususunda başvurulan ilk merci durumuna gelmişlerdi. Kirman siyaseti üzerinde ve meliklerin tahta geçişlerinde Salgurlu tesiri büyüktü. Bu, onların bir müddet sonra Kirman eyaleti üzerinde kuracakları hakimiyetin ilk belirtileriydi.
Atabeg Zengî’nin 1178 senesinde ölümü üzerine yerine beş oğlundan, daha önce veliaht tâyin ettiği Tekle geçti. Tekle’nin ilk senelerinde, Âzerbaycan Atabegi Cihan Pehlivan, Fars’a akın düzenleyerek Şîrâz’ı yağmaladı ve halktan birçok kişiyi öldürdü (1180). Bir süre sonra Tekle’ye karşı amcasının oğlu Tuğrul, saltanat iddiâsında bulundu ise de, başarılı olamayarak Şebânkâre emîrlerine sığınmak mecburiyetinde kaldı. Tekle, akrabalıktan dolayı Tuğrul’u affetti. Tuğrul, bu sefer Irak’a gitti ve Âzerbaycan Atabegi Cihan Pehlivan’dan yardım sağlayıp Fars üzerine yürüdü ve bunu iki üç sefer tekrarladı. Fakat, başarılı olamadı ve 1181 senesinde esir alınarak öldürüldü.
Harezmşâhlar’ın, Merv ve Serahs şehirlerini ele geçirmeleri üzerine buralarda yaşayan Oğuzlar, Fars ve Kirman’a göç ettiler. Salgurluların kuvveti karşısında, bunlardan Fars’a gelenler, seslerini çıkaramadılar. Kirman’a giden Oğuzlar ise, Kirman Selçuklularının zayıflığından faydalanarak bölgeye hâkim oldular. Devlet ileri gelenleri, Tekle’den yardım istedilerse de, gönderilen yardımcı kuvvetten faydalanamadıklarından, Kirman Selçukluları, tarihe karışmış oldu (1187). Âdil, kanâatkâr ve sabırlı bir sultan olan Tekle, yirmi sene saltanat sürdükten sonra, 1197 senesinde Bidek-i Fesâ’da öldü.
Tekle’nin yerine kardeşi Sa’d geçti. Sa’d'ın zamanı, Salgurlular için parlak bir dönem oldu. Sa’d, başa geçtikten bir süre sonra, Fars’ta büyük bir kıtlık olduğu gibi peşinden de veba salgını çıktı. Arka arkaya gelen bu âfetlerin, Fars üzerinde meydana getirdiği çöküntünün tesirlerini ortadan kaldırmaya çalışan Sa’d, topraklarını genişletmek için sefere çıktı.
Bu sırada Kirman’a, Oğuzlardan sonra, Harezmşâhlar hâkim olmuştu. Fakat, bölgede Oğuzlar, karışıklıklara sebep oluyorlardı. Şebânkâre emîrleri de zaman zaman hadiselere karışıyorlardı. Neticede Şebânkâre Emîri Nizâmeddîn Mahmud, Berdesîr’i ele geçirdi. Bunun üzerine Kirman emîrleri ve Türkler ayaklandı. Şehre Oğuzlar hâkim oldularsa da, Atabeg Sa’d'ın kuvvetinden çekinerek, Berdesîr’i Salgurlu ordusuna teslim ettiler. Böylece Salgurlular için Kirman hakimiyetinin ilk adımı atılmış oluyordu (1204).
Sa’d, İsfahan ve Hemedan’ı ele geçirip topraklarını genişletmek istiyordu. Hazırlıklarını tamamlayıp İsfahan üzerine yürüdü ve hiçbir mukavemetle karşılaşmadan şehre girdi. Sa’d'ın bu sefer sırasında Şîrâz’ı boş bırakması, Salgurluların rakibi İldenizliler ve Şebânkâre emîrleri için bulunmaz fırsattı. Bundan faydalanmak isteyen İldenizlilerden Atabeg Özbek, Şîrâz; Şebânkâre Emîri Mübâriz de, Kirman üzerine başarısız seferler yaptılar.
Sa’d, Kirmanlı bir devlet adamının teşvikiyle, bölgedeki hâkimiyetini kuvvetlendirmek için sefere çıktı ve 9 Ocak 1209′da Kirman’ın başşehri Berdesîr’e girdi. Oğuzları itaat altına almak için, Bem’i kuşattı. Bu sırada Nişâbur Valisi Kezlik Han, Muhammed Harezmşâh’a isyan etmiş, karşısında duramayacağını anlayınca, hâkimiyet sahası bulmak için Kirman üzerine yürümüştü. Sa’d, bir hile ile Kezlik Hanı, Kirman’dan kaçırdı. Daha sonra, Oğuzlarla anlaşarak Şiraz’a döndü. Sa’d, Kirman’da kaldığı beş ay zarfında burayı düzene sokmuş ve büyük kısmını da itaati altına almıştı. Fakat daha sonra bölgeyi ihmal edince, 1213 senesinde Harezmşâhlar, Kirman’ı ele geçirdiler. Sonra Fars bölgesinden Şiraz’a kadar uzanan seferler düzenlediler.
Harezmşâhların Irak-ı Acem valisini Bâtınîler öldürünce, bölgeyi ele geçirmek isteyenler arasında yeni mücadeleler başladı. Bir yandan Atabeg Sa’d, diğer yandan da Atabeg Özbek, Irak-ı Acem’e hâkim olabilmek için harekete geçtiler. Sultan Muhammed Harezmşâh da, bu bölgeyi onlara bırakmak niyetinde olmadığından, büyük bir ordu ile, her iki atabeğe mâni olmak için, batıya yürüdü. Sa’d, sultanın ordusu ile Rey civarında karşılaştı. Yapılan savaşta mağlûp oldu ve esir düştü (1217). Daha sonra Sultan, Sa’d'ı affetti ve iki hükümdâr arasında anlaşma yapıldı. Bu anlaşmaya göre Sa’d, Fars’ın iki müstahkem kalesi İstahr ve Eşkenvan’ı ve ülke gelirinin üçte birini haraç olarak verecekti. Ayrıca, bütün topraklarında hutbe, Harezmşâh adına okunacaktı. Sa’d, yanında Harezmli kuvvetlerle Şîrâz’a dönünce, kendisini şehre sokmak istemeyen oğlu Ebû Bekr’i mağlûp ederek içeri girdi. Sa’d yirmi dokuz senelik bir saltanat devresinden sonra, 1226′da Bihâtzad’da öldü. Halka adaletle muâmele eder ve âlimleri korurdu.
Yerine hapisten çıkarılan oğlu Ebû Bekr geçti. Ebû Bekr, saltanatının ilk senelerinde Şebânkârelerle mücadele ettiyse de başarılı olamadı. Sultan Celâleddîn Harezmşâh, İsfahan önünde Moğollarla karşılaştığı zaman, yardımcıları arasında Ebû Bekr de bulunuyordu. Ebû Bekr, yaklaşan Moğol tehlikesini bertaraf etmek için, Moğol hükümdârı Ögedey’e kardeşini elçi gönderdi ve itaatini bildirdi. Ögedey memnun olarak, Fars idaresini ona bıraktı. Buna karşılık Ebû Bekr, senelik otuz bin dînâr verecekti. Ebû Bekr, Hürmüz Adası hâkimiyle anlaşarak düzenlediği sefer sonunda, Basra Körfezindeki Kays Adasına hâkim oldu (1229). Basra Körfezindeki hâkimiyetini, Arabistan sahillerine kadar genişletti. Bazı Hind ülkelerinde adına hutbe okundu. Moğollara karşı olan sözünü yerine getirerek, dostâne münasebetlerini devam ettirdi. Ancak, verilen haraçlar, yeni vergilerin konulmasını gerektirmişti. Ebû Bekr, Şîrâz’da hastalanarak, 1260′ta yetmiş yaşında öldü. Yerine oğlu İkinci Sa’d geçtiyse de, on iki günlük bir hükümdârlıktan sonra öldü. Yerine, henüz çocuk yaşta olan oğlu Muhammed geçti. Yaşının küçüklüğü sebebiyle nâipliği annesi Bibi Terken Hâtun’a verildi. Terken Hâtun, devlet idaresini doğrudan doğruya ele aldı ve halkın refahını sağlamaya ve ülkeyi karışıklıklardan korumaya çalıştı. Muhammed, iki sene yedi aylık bir saltanattan sonra, 1262 yılında sarayın damından düşüp öldü.
Muhammed’in yerine devlet erkânı ve ordunun kararı ile Muhammedşâh geçti. Muhammedşâh, tahta geçer geçmez duruma hâkim oldu. Terken Hâtun’un sözlerine iltifat etmeyip, otoritesini engelledi. Muhammedşâh, İlhanlı Hükümdârı Hülâgu’nun çağrısına uymayıp, yanına gitmemesi üzerine, bu fırsatı kaçırmayan Terken Hâtun, emîrlerle birleşerek Muhammedşâh’ı tahttan uzaklaştırdı ve Hülâgu’nun yanına gönderdi.
Sekiz aylık bir saltanattan sonra tahttan indirilen Muhammedşâh’ın yerine Selçukşâh geçti. Selçukşâh, tahta geçince devlet için zararlı gördüğü bir kısım devlet adamını ortadan kaldırdı. Devlet idaresinde kuvvetli duruma gelen Terken Hâtunla evlenen Selçukşâh, onu öldürtünce, Salgurlu Devletinin yıkılışına sebep olacak hadiseler birbirini kovaladı. Selçukşâh, daha sonra Şirâz’daki Moğol komutanlarını öldürtünce, Hülâgu, üzerine bir ordu gönderdi. 1263 yılında Kâzerûn’da yakalanarak öldürüldü.
Selçukşâh’ın ölümünden sonra tahta İkinci Sa’d'ın kızı Abiş Hâtun geçti. Abiş Hâtunun ilk aylarında, Kadı Şerefeddîn İbrâhim ayaklandı ise de, isyan kısa sürede bastırıldı ve taraftarları da dağıtıldı. Abiş Hâtun, daha sonra Hülâgu’nun yedi yaşındaki oğlu Mengü Timur ile göstermelik olarak evlendirildi. Daha küçük yaşta olan Abiş Hâtun, idarî işlere karışmıyordu. Bu sırada Fars’ta, tam bir Moğol hâkimiyeti sürmekte; devleti, İlhanlı hükümdârlarının gönderdiği komutanlar idare etmekteydi. Sultan Ahmet Teküdâr, Fars’ın devamlı karışıklık içinde bulunması ve bölgedeki Moğol devlet adamlarından memnun olmaması üzerine, sarayında bulunan Abiş Hâtun’un Şîrâz’a dönmesine izin verdi (1284). Bir süre sonra, Moğollar tarafından bölgeyi idare etmek için gönderilen Seyyid İmadeddin’in öldürülmesi üzerine, Abiş Hâtun, hükümdâr Argun tarafından huzuruna çağırıldı. Tebriz’de muhakeme edilen Abiş Hâtunun, yeniden Şîrâz’a dönmesine izin verilmedi. Nihayet 1286 senesinde ölünce, Fars’ta Salgurlu hakimiyeti son buldu ve bölge, resmen Moğol idaresi altına girdi.
Salgurlu devlet teşkilâtı, Büyük Selçuklu Devleti’nin bir kopyasıdır. Devletin başında sultan veya hükümdâr yerine atabeg unvanı taşıyan bir hânedân üyesi bulunmaktaydı. Lakapları genellikle muzafferüddîn idi. Salgurlu saray mensupları arasında, “hâcibler, silâhdâr, taşdâr, hansâlâr, hazînedâr, nedîmler, sâkîler, ferrâşlar, çomakdâr ve hadimler” bulunurdu. Dîvân-ı Âlâ veya Dîvân-ı Atabegi adıyla anılan büyük dîvân, vezirin başkanlığında vazîfe yapmaktaydı. Ayrıca Dîvân-ı Tuğra, Dîvân-ı İşraf ve Dîvân-ı Ârız isminde dîvânlar vardı. Ordu teşkilâtı da Selçuklu ordu teşkilâtı gibiydi. Salgurlu ordusu, üç ana kısımdan meydana geliyordu. Bunlar; gulâm (köle), Türkmenler ve vassal devlet kuvvetleriydi.
Salgurlu atabegleri, kültür ve imar faaliyetlerine büyük önem vermiştir. Özellikle Şîrâz’da mescitler, ribatlar ve hastaneler yapılmış, şehir, bağ ve bahçelerle süslenmişti. Atabeg Sungur’un Şîrâz’da yaptığı eserlerin başında kendi adına inşa ettirdiği Sunguriye Medresesi gelmektedir. Ayrıca Şîrâz yakınında su kanalları ve yolları açtırdı. Atabeg Sa’d'ın yaptırdığı en önemli eserlerden biri, bugün bile Şîrâz’da mevcut olan Mescid-i Nev veya Mescid-i Atabegi adıyla meşhur Câmi-i Cedîd-i Şîrâz’dır. Bundan başka birçok mîmârî eser inşâ ettirmiştir. Vezir Amideddîn Ebû Nasr da kendi adına izâfeten Âmîdiye adıyla meşhur bir medrese yaptırmıştır.
Moğolların, Harezmşâhları tarih sahnesinden silmesi, Salgurluların Moğol itaatine girmesine sebep olmuştu. Bu siyâsetleri uzun müddet bölgeyi Moğol taarruzundan uzak tutmuş ve Salgurlu başşehri Şîrâz, onların önünden kaçan birçok ilim adamı ve edibin sığınağı olmuştur. Salgurluların ilim ve sanat hâmîliği, Şîrâz’ı bir kültür merkezi hâline getirmiştir. Ebü’l-Mübârek Abdülazîz bin Muhammed, Zeyneddîn Muzaffer bin Rûzbihan, Ebü’l-Feth en-Nîzîrî, Ebü’l-Abdurrahîm bin Muhammed es-Servistanî, Kâdı Sırâceddîn Ebü’l-Izz Mükerrem, Kâdı Şerefeddîn Muhammed, Şihâbüddîn Feyzullah Tûdepuştî, Sadreddîn Ebü’l-Meâlî, Emir Asıleddîn Abdullah, Fakîh Müşerrefeddîn, İzzeddîn Mevdûd, Kâdı Cemâleddîn Ebû Bekr, Kâdı Mecdüddîn İsmâil, Fakih Saineddîn Hüseyin, Şeyh Necibeddîn Ali, Kâdı Beydâvî, Kutbeddîn Şîrâzî, Sâdî-i Şîrâzî gibi pek çok âlim ve edip, Salgurlu hâkimiyeti altında yetişmiş ve hizmetlerini sürdürmüşlerdir.
Âdil idareleri sebebiyle halk tarafından sevilen Salgurlu sultanları, Selçuklulardan sonra, Türk hâkimiyetinin yüz otuz sekiz sene Fars’ta devam etmesini sağlamış olmaları sebebiyle, Türk tarihi açısından önemlidir.

Kaynak: e-tarih.org 

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...