03 Mayıs 2019

NE GÜZEL TÜRKİYE BE!





Kendisini yılların gazetecisi olarak tanıtan, etrafı gazeteci ve yazar dolu olan, kendisi de üçüncü parti TV kanallarında da olsa programlar yapmış olan biri çıkıp, Osmanlıcanın Almanca ya da İtalyanca gibi bambaşka bir dil olduğunu ciddi ciddi iddia ettiği bir yazı paylaşabiliyor. Dahası, takipçileri “Çok mükemmel bir yazı. İzniniz olursa paylaşmak istiyorum.” diye yorumlar atıyorlar.

Stratejik Derinlik sahibi olması ile övünülen, Akademiden sanki bir gizli el tarafından devletin başına getirilen, vakti zamanında 33 derece Mason Süleyman Demirel’in has adamlarından olan, kendisi gibi gizli bir Karay Yahudisi olan Ülker grubu ile kız alıp verecek kadar yakın olan Ahmet Devitoğlu’nun Osmanlıca bile bilmediği iddia olunuyor.

Bir başkası çıkıp “Soner Yalçın’ın kitaplarını önce bana getirdiler. Senin adın ile basalım, ne dersin? dediler. Ben kabul etmeyince, Soner’e kabul ettirdiler.” diyor.

Şu Çılgın Türkler isimli kitabın müteveffa yazarının, tam bir emir eri, tam bir görevli memur olduğu, kitaplarında yazılı bilgilerden kendisinin bile haberdar olmadığı meydana çıkıyor. Tabii, Sabetaycı oluşu da…

Adnan Oktar zaten malumunuz. Kitaplarının ABD’deki Yaratılışçı ve Evanjelik tarikatların kitaplarından modifiye  tercümeler olduğu zaten ispat edildi ve kendisi de paşa paşa kabul edip sustu. Hiç değilse tercüme eden, İslam’a uymayan kısımlarını modifiye edip de tercüme eden kendisi olsa idi, yine biraz yüreğimiz serinlerdi. 

Bir emek var derdik.  Şu aralar “İşte gençler yardımcı oluyorlar bana, beraber yazıyoruz.” der oldu sık sık.. Nereden nereye… Zaten bana açılan davaların şikayet dilekçelerinde de, avukatları artık “Müvekkilim 300’den fazla eserin yazarı, kamuoyunda saygın bir kanaat önderidir.” ifadesini kullanamıyorlar.

Şu memlekette, dürüst, samimi ve gerçekten bilgili bir yazar olarak kabul etmek ve istifade etmek istediğimiz Mehmet Şevket Eygi ise, şiş sokup kendini doğrayan sapık tarikatların bu yaptıklarını keramet olarak gösteren yazılar kaleme alabiliyor. Şeriatın nerede ise her hükmünü ayaklar altına alıp, yabancı istihbarat örgütlerinin Yeni Osmanlıcılık projesine hizmet eden… 

Gizli bir Ermeni’yi “İşte bu kişi, Osmanlı’nın son şehzadesi Selim Han’dır” diye tanıtan ve hızını alamayıp “Hadislerde geçiyor. Yine bir Selim Han Osmanlıyı tekrar diriltecek ve hilafeti kuracak”. diye hadisler uyduran… 

Ayrıca belgeli ve 33. dereceli mason olduğunu, Yahudi soyundan geldiğini kendi hür iradesi ile itiraf etmek zorunda kalan Adnan Oktar’ı mübarek bir zat gibi göstermek isteyen, “Onunla maneviyatta görüşüyoruz” diyen… 

“Hep öyle sarışın olmaz. Azıcık da esmer çıkartın oraya” sözü ile Adnan’a tam destek veren, sahte Şeyh, baş münafık, İngiliz casusu Nazım Kıbrısi’yi metheden ve rahmetle anan yazılar yazıyor. Sürekli ehli sünnet müdafii olan Eygi, ehli sünnet gençlere bu islam düşmanı alçağı muteber gösterebiliyor.

Memlekette “Bu devirde hoca ve İslam alimi yok, yetiştirmeye ve bir an evvel medreseleri geri açmaya da gerek yok. Sen bu Risaleleri üç kere okusan hem dini korursun hem de zamanının hakikatli bir alimi olursun” ayarında servis edilen ve bir kısmının basım maliyetlerinin Y

ahudi-Siyonist Shell firması tarafından karşılandığı, Türkiye’de baskılarının sorunsuzca basılması için bilumum Masonların taktik manevralar ile desteklediği ispat edilen Risale-i Nur isimli paçavranın yazarının yazdıklarına bakınca da “Yahu bu adam, doğru düzgün namaz kılmayı bile becerameyecek, 

Kütüb-ü sitte’nin hangi hadis kitaplarından oluştuğunu bile bilemeyecek, ayetleri tefsir etmeye kalkar iken en temel tefsir kaidelerini bile bilmeden bunu yapmaya kalkacak, Müslüman isevi (Müslüman Hristiyan) diye bir tabir uydurup okuyucularını küfre götürecek kadar bomboş, cahil ve art niyetli biri” demekten kendinizi alamıyorsunuz.


Öte yandan, İslamcılık diye isimlendirilen, Siyasal İslam diye de ifade edilen yolun binlerce yolcusunun, bomboş halleri ile gazetelerde, internet sitelerinde, TV programlarındaki münazaralarına, ifadelerine, iddialarına bakıyorsunuz “Eyvah ki ne eyvah! Hangi bir yanlışı düzelteceğiz. Hemen her gün şu milleti küfre sokmaktan başka bir başarıları yok. 

Bunlar İslam’ın en zaruri hükümlerini bile bilmiyorlar.” demek zorunda kalıyorsunuz. “Bunlar İslamı bir partiye, bir siyasi ideolojiye, bir fikri iddiaya dönüştürmüşler. Ya da en başından zaten ancak böyle bir İslam’a iman etmişler de hiçbir zaman İslamcılıktan kurtulup gerçek bir Mü’min ve Müslüman olamamışlar” diye eklemek zorunda kalıyorsunuz.  

“Bu nasıl olabilir, insan ebedi-sonsuz hayatını ilgilendiren bir meselede nasıl böyle aldanabilir? Bu insanları ikaz etmeli, hatalarını düzeltmeli, onları ve peşlerinden gidenleri kurtarmalı…” diyorsunuz, sonra bir bakıyorsunuz ki bunların hiçbiri insan değil.  

Para için, makam için, kadın için, san ve şöhret için karısını, kızını, anasını, vatanını ve nihayet dinini bile satabilecek kadar alçak tiplerin, çıkıp İslam dinini ve vatanseverliği kendi adi hedeflerine malzeme yaptığını anlıyor ve “İşte bu yüzden bunlar, bu kadar nasihatı ve ikazı hiç almıyorlar. 

Her meselede gerçeğin ne olduğunu kendileri de biliyorlar. Aldanmış olabilecekleri ilmi meselelerde, isteseler beş dakikada gerçeği arayıp bulurlar. Ama bu sefer düzenleri bozulur. Çarkları kırılır. 

Hortumları tıkanır.” diyorsunuz.
Sonra bir bakıyorsunuz yeni yetmenin bir çıkıyor. Diyanet’ten yeyip içerken, bütün bu masrafların, resmi izinli fuhuşhanelerde, resmi vesika ile çalıştırılan orospuların ödediği vergiden tahsil ediğini bile hiç sıkıntı etmeyen bu model ise, bambaşka bir ayarda… 

İslami ilimler alanında, hoca olmaları hasebiyle ilim sahibi olan bu modellerin, ilim tahsiline rağmen, nefislerini hakkı ile terbiye edemediklerini, ilimlerinin aleylerine döndüklerini, siyasi partilere ve liderlere ve dünyalık işlere-menfaatlere  bu yüce ilimleri ile hizmet ettiklerini ve hadis-i şeriflerde buyrulduğu üzere lanetli tiplerden olduklarını, ilimlerinin bir rahmet değil bir lanet halkası olarak boyunlarına taıkıldığını görüyorsunuz. 

Zaten haram yiyen harami olur, başka da ne bekliyorsunuz?


Hiç utanıp ar etmeden “Türkiye İslam Devletidir.” diye artistik patinaj el kol hareketleri ile kendi çekip sosyal medyada yayınladığı videolarında nutuk attığını izliyorsunuz. 

“Vesikalı orospulardan resmen vergi toplayıp bununla imamlara ve müftülere maaş veren, alkollü içki satışından, bilumum kumar oyunlarından, iç ve dış faiz tahsilatından gelir elde edip bununla 

Diyanet Teşkilatını finanse eden bir devlet, zinayı ve eşcinselliği serbet bırakan, domuz etini serbest bırakan, gayri müslimleri ordusuna ve devlet kademelerine alan bir devlet mi İslam Devleti ey şaşkın? Ey sahtekar? Ey mel’un! ” deyince, üzerine aylar bile geçse, hiç duymadığını, oralı olmadığını, yaşananı yok saydığını izliyorsunuz. 

Sanki kısa süre önce, kendisini  çok büyük bir allame-i kübra ayarında görüp, açıkça “Cahil bunlar, ne dediklerini bilmiyorlar. Neymiş Türkiye dar’ül harpmiş.” diyemese de taktik hareketleri ile bu mesajı vermeye çalışan ve “Bu kardeşlerimiz derhal tevbe etmeliler” diyen kendisi değilmiş gibi…

Sonra geliyorsunuz meşhur “Üstad”a… Kadir Mısıroğlu’na… “Bu bir Sebil yayınıdır.” damgası ile basılan kitaplarından biri olan ve Dr. Ömer Ferruh imzalı “İslam Aile Hukuku” isimli tercüme eserde, 25-30 yıldır zehir saçıldığını, bu kitabın daha giriş sayfalarında bile mut’a nikahına cevaz verildiğini defalarca ikaz ettiğiniz halde, halen satılmakta olduğunu, nezaketen olsun, yayından çıkartılmadığını görüyorsunuz. 

Oysa Üsküdar’daki bir kitap fuarında kitaplarını imzalar iken yanına yanaşıp söz konusu kitabın alakalı kısmını gösterip  “Hocam! Şurayı bir okur musunuz, burada ne kastediliyor?” denildiğinde o meşhur “Eeeaaah” girişinden sonra “Hocam, biz bunu 25 yıl önce bastık. 

O vakit gözden kaçmış” şeklindeki konuşmasının üzerinden de dokuz yıl geçtiğini hatırlıyorsunuz. Bu doğrudan ikazın fayda vermemesi üzerine yıllardır sosyal medya ve web siteleri üzerinden, konunun önemine binaen tekrar tekrar izah ve ispat ederken harcadığınız vakte yanıyorsunuz. 

“Senin üstadlığın yerin dibine geçsin. İtikad bozulduktan, sana ehli sünnet yolundasın diye güvenen gençler hem itikaden hem de cinsi anlamda sapıttıktan sonra, nerede kalır senin üstadlığın?” deyip Allah’a havale ediyorsunuz. 

Zaten son bir kaç yılda nasıl da düştükçe düştüğünü görüyorsunuz. Vatana ihaneti bin bir türlü ispat edilen bir kaç İslamcının şakşakçılığında sınır tanımadığını, ömrünün sonunu buna vakfettiğini hep izliyorsunuz. Bu islamcılara Siyonistler tarafından verilen ve dağdaki çobanın bile haberdar olduğu Üstün Cesaret ödülünü,  sekiz yıl sonra, bir okuyucusunun sorusu üzerine duyup haberdar olduğunu görüyor 

 “Ben öyle bir şey duymadım. Eaahaaaa, böyle bir şey olmuşsa da şöyle olmuştur…..” deyip ne kadar alçalabildiğini, bir başkasının benzeri bir hali olunca ise  elini masaya vurarak, hiçbir tevil yolu aramayarak, tevil ihtimalini aklından bile geçirmeyerek aslan gibi kükreyip tekfir bile etiğini görüyorsunuz. Mideniz bulanıyor, geçiyorsunuz. 

Fıkha, Tarikata, Zikre, Rabıtaya, Cennetmekan Abdülhamid Han’ın manevi hayatına, yakın tarihteki bir çok şahsa ve hadiseye dair kendinden emin şekilde yaptığı yorumlarına bakıyorsunuz, onlara da gülüp geçiyorsunuz. Bir de arada sırada “Ben tarihçiyim. 

Fakat asıl uzmanlık alanım yakın tarih. Yani bu Cumhuriyet tarihi ve Osmanlı’nın sonu.” dediğini duyuyorsunuz ve kahkahayı patlatmamak için zor duruyorsunuz. Edebimize yakışmaz deyip sabrederken birden aklınıza geliyor; 

Hulki Cevizoğlu’nun bir programında, Osmanlı tarihine ve padişahlarına Alevi gözlüğü ile bakan, eline aldığı iki kitaptan okuya okuya münazara yapmaya çalışan kişi ile karşı karşıya olduğu o programda, yakın tarihe dair bilgisinin bir hiç olduğu meydana çıkınca “Bilmiyorum. Bana geçmişi sorun. 

Yakın tarihi sormayın. Ben geçmişte yaşıyorum.” dediğini hatırlıyorsunuz. “Acaba kendi de hatırlıyor mu?” diye soruyorsunuz kendi kendinize ve ne yapacağınızı bilemiyorsunuz.  Sonra hala Kemalizmin Sabetayizm olduğunu bile kabullenemediği halde “Kemalizmi ben yıktım” ayarındaki çıkışlarına bakıyorsunuz ve sadece acıyıp geçiyorsunuz.



Tabii, o kadar güzel bir Türkiye ve o kadar güzel bir İslam devleti ki bu memleket bazılarının kafasında, geç geç bitmiyor. Birinden geçip ötekine bakıyorsun, o da aynı… Tek tek ele almaya kalkılsa uzun yıllar durmadan yazmak ve binlerce cilt eser meydana çıkartmak lazım.  

Bu sebeple kısıtlı zamanda yazdığım ve çok uzun ve yorucu olmasını istemdiğim bu yazıda “en iyisi” blinenlerden misaller verdim ki, samimiyetle iman edenler ve samimiyetle bu küfrü yıkmak isteyenler, memleket olarak ne halde olduğumuzu iyice idrak etsinler de en isabetli yöntemler ile mücadele etsinler.

Düşünün ki, sabah akşam ehli sünneti müdafaa ediyormuş ve ehli sünnet düşmanlarına reddiyeler yapıyormuş gibi duranların bile sakallarına ve cübbelerine rağmen suratlarında bir gram nur ve meymenet yok. 

Hocalık mı yapıyorlar talk show mu belli değiller. Sohbete başlıyor, efendi hazretlerinin kerametleri, sohbet bitiyor, efendi hazretlerinin kerameti. Arada farklı konular da konuşulmuyor değil elbet, “Efendi hazretlerinin aklı başında değilmiş. İlaç kullanıyormuş. Kimseyi tanımıyormuş, hafızası sorunlu imiş, eline alan istediği gibi onu kullanıyormuş. 

Vallahi yalan, ben geçen konuştum kendisi ie. Benimle konuşabildi.” şeklinde ilmi(!) meseleler ile de en zaruri islami bilgileri bile bilmeyen milletimize, acil müdahelede bulunuyorlar. Ümmet-i Muhammed’in evladının cehl ve küfr ile vefat etmeden önce, istikamete girmeni temin ediyorlar. 

Eksik olmasınlar. Onlar olmasa idi, zaten yıkılırdı bu kainat(!)…
Son yıllarda her vilayette bir kaç tane türeyen sözde gavslara bakıyorsunuz daha Kur’an-ı Kerim’den iki ayeti tecvidi geçtik, manayı bozmayacak doğrulukta okumasın bekliyorsunuz ama beyhude bekliyorsunuz. “Bir de bunların arkasından yüzbinlerce kişi gidiyor. 
Bir de yüz binlerce kişi bu sahtekara rabıta yapıyor. 

Aman Allah’ım tehlikeye bak.” diyor ve titriyorsunuz.
Daha benzeri yüzlerce akıl almaz, inanılmaz halleri, şahısları, vak’aları, iddiaları,  misalleri ile buraya aktarmak mümkün. Arife olana bu kadarı da yeter. Herkes bilmeli ki hak tarikatlardan Kadiri ve Nakşi hariç tamamı sonlandı ve bu iki yol, bir tek mürşidde toplandı. 

Diğer yolların ve hak kollarının tasarrufu sonlandırıldı. Ve bu yüzden bu ümmet  ve hassaten bu millet bu hale geldi. İslam’ı müdafaa edip milleti ve ümmeti kurtarması beklenilen kişilerin bile kendini kurtarmadığı, nefsinin elinden kurtulamadığı, riyadan, dünya sevgisinden, benlikten, gururdan kurtulamadığı bir devri yaşıyoruz. 

Kurtulmak isteyenler, gerçek mürşidi kamili bulmalı.
Bu dünyanın bu en şiddetli fitne, zulüm, küfür, karanlık devrinde, Hz. Peygamberin ( Aleyhisselam ) “Onlara sizden-sahabelerden- elli kişin sevabı verilecek” denildiği kişilerden olmaya bu kadar yakın iken, bu kadar uzaklaşabilmek, akıl alır şey değil… 

Hazreti Allah, cümle Mü’minleri, ağzı cerbezeli laf yapan münafık din alimlerinin şerrrinden, nefsinin elinde oyuncak olmuş iken bütün insanlığı kurtarmaya kalkan ve kendi ile beraber milyonları felakete sürükleyen zavallıların şerrinden korusun.

Kaynak : MFS

CIA-MOSSAD-VATİKAN ve İRAN MENŞELİ İSLAM TAHRİFÇİLERİ AKP , GÜLEN GRUBU ve GÖSTERMELİK OPERASYONLAR

  • Kategoriler

  • Arşivler

  • Dinde Nakil Esastır

    Dinde aklın yani şahsi görüşlerin yeri yoktur. Dinde nakil esastır.
    İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
    (Yapacakları değişiklikle, dini düzelteceğini sanıp dinin noksanlığını tamamladığını söyleyenler çıkıyor. Halbuki din noksan değildir. Kur’an-ı kerimde mealen, (Bugün sizin için dininizi ikmal eyledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, size din olarak İslamiyet’i vermekle razı oldum) buyuruldu. Dini noksan sanıp, tamamlamaya [reform yapmaya] çalışmak, bu âyeti inkâr olur.) [m.260]
  •  Akla göre din olmaz. İslamiyet, nakle dayanan, selim akıl dinidir. Selim akıl, yanılmayan akıldır. Birinin aklına uygun gelmeyen bir şey, selim akıl sahibi için uygun gelebilir. Akla göre din olsa, insan sayısı kadar din olur. İslamiyet’te aklın ermediği şey çoktur. Fakat, selim akla uymayan bir şey yoktur.
  • Mezhepsizlik Tehlikesi

    (O gün her fırkayı imamları ile çağırırız) mealindeki İsra suresinin 71. âyet-i kerimesini imam-ı Kadı Beydavi hazretleri, (Her ümmeti peygamberleri ve dinde uydukları imamlarıyla çağırırız) diye açıklamıştır. Ruh-ul beyan ve Tefsir-i Hüseyni'de ise, (Herkes mezhebinin imamıyla çağrılır. Mesela "Ya Şâfiî" veya "Ya Hanefî" denir) şeklinde açıklanmaktadır. Bu açıklamalar da, her Müslümanın dört hak mezhepten birine uyması gerektiğini açıkça bildirmektedir.
    Her ümmet, peygamberleri ve dinde uydukları imamların isimleriyle çağırılırlar. Mesela, yâ ümmet-i Musa, yâ Şâfiî yahut yâ Hanefî denilir. (Beydavi, Tefsir-i Hüseyni, Ruh-ul-beyan)
    Kötü milletler de, zalim krallarıyla çağrılır. Mesela Firavun ve taraftarları, Nemrut’un adamları diye çağrılır. Kötüler kötü, iyiler de iyi liderleriyle çağrılır. (Meâlim-üt-tenzîl)
    Seyyid Ahmed Tahtavi hazretleri, Dürr-ül muhtar haşiyesinin Zebayih kısmında buyuruyor ki:
    (Bugün her Müslümanın dört mezhepten birinde bulunması vacibdir. Dört mezhepten birinde bulunmayan Ehl-i sünnetten ayrılır. Ehl-i sünnetten ayrılan da sapık veya kâfir olur.)

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...