11 Şubat 2013

HÜSN'Ü CEMALİNE AŞIK OLAN YILAN


Ey insanların ve cin’nin Peygamberi! Senin âşığın sadece insanlar değildir. Belki hayvan zümresinden kuşlar, yılanlar, karıncalar, cemaline âşıktır.- sallallahu aleyhi ve sellem-Peygamber Efendimiz (SAV) hicret edeceği gece gizli bir yerde saklandıktan sonra ertesi gün ıssız bir anda sevgili arkadaşı Ebû Bekir’in evine doğru geldi. Mekke’li kâfirlere yakalanmamak için çeşitli tedbirler alan Hazreti Ebu Bekir yanına beş bin dirhem de para aldı ve Peygamber Efendimiz (SAV) ile birlikte Safer ayının yirmi yedinci Pazartesi gecesi evin arka penceresinden çıkarak Sevr mağarasına yöneldiler. Sanki ayak parmakları üzerinde yürüyorlardı. Bazen de Ebû Bekir ileri geri sağ sola gidiyordu. İzler kendilerini takip edecek kâfirleri şaşırtsın ve nereye gittikleri belli olmasın diye böyle yapıyordu.Gözü dönmüş kâfirler Peygamber Efendimiz’in yerinde Hazreti Ali’yi bulunca her tarafı didik didik aramaya başladılar. Vaziyet anlaşılmıştı. Efendimiz Ebû Bekir’i de alarak gitmişti. İz takibinde şöhretli Ebû Kürz’ü buldular.Sevr mağarasına yaklaştıklarında Peygamberimizin ayakkabısı parçalanmış mübarek ayağı kanıyordu. Hazreti Ebû Bekir Kâinatın Sultanı’nı sırtına alarak mağaranın kapısına kadar getirdi. Ay her tarafı gündüz gibi aydınlatıyordu.Hz. Ebû Bekir Peygamber Efendimiz’den (SAV) müsaade isteyerek mağaraya önce kendisi girdi. Maksadı yılan çiyan gibi haşerat varsa onları zararsız hale getirmekti. Mağaranın içinde her hangi bir haşerat görünmemekle beraber duvarlarda yılan delikleri vardı. Ebu Bekir (ra) gayet iyi bir kumaştan dikilmiş olan gömleğini hemen üstünden çıkartıp parçalayarak bu delikleri tıkamaya başladı. Az sonra bütün delikleri tıkamış fakat yere yakın noktadaki birine çaput yetmemişti.Bu son deliği de ayak tabanı ile kapattıktan sonra Resulullah’ı içeriye davet etti. Çok yorgun düşmüş olan Sevgili Peygamberimiz arkadaşının dizine başını koyarak uyumaya başladı. Efendimiz (SAV) uyurken bir yılan dışarıya çıkacak başka hiçbir delik bulamayınca içeriden Hazreti Ebû Bekir’in ayağını soktu. Ebû Bekir’in canı öylesine yandı ki kendini ne kadar sıktıysa da zehirin etkisinden göz yaşlarını tutamadı. İstemeden akan damlalardan bir ikisi de Efendimizin mübarek yüzünü ıslattı. O hemen uyandı ve mağara arkadaşına niçin ağladığını sordular.- “Yılan” dedi Hazreti Ebu Bekr. “Ayağımı yılan soktu ya Resulallah!”Resulullah sallallahu Teala aleyhi ve sellem “Onunla benim aramı aç, bırak çıksın” buyurdu. O an Ebu Bekir Sıddık radıyallahu anh mübarek ayağını delikten çekti. İçeriden görünüşü hüzün ve gam veren zehirli bir yılan çıktı. Fahr-i alem sallallahu Teala aleyhi ve sellem:-”Ey utanmaz yılan! Benim mağara arkadaşımı ve esrarıma vakıf olanı, Allah Tealadan korkup, benden haya etmedin mi, ayağını sokarak eziyet ettin?” diyerek hitab edip azarlayınca, yılan cevaba kadir olup dedi ki:-”Ya Habib-i Rahman! Ey insanların ve cin’nin Peygamberi! Senin aşığın sadece insanlar değildir. Belki hayvan zümresinden kuşlar, yılanlar, karıncalar, cemaline aşıktır. Hatta ben kulun, birçok yaşlı, gözü nemli kendi cinsimiz olan büyüklerimizden yüksek vasıflarınızı dinleyip, ışık saçan yüzünüzü görmeğe müştak ve hayran ve kendinden geçmiş, şaşkın şekilde ağlayarak, mal ve mülkünü terk edip aşık divanen olmuştum. Bu mağarayı şereflendireceğini öğrenmiştim. Onun için nice zamandan beri, bu sıkıntılı mağarada gece-gündüz demeyip, yolunuzu bekliyordum. Böylece, sizin buraya teşrifiniz ile ayrılık acısına ve içimdeki derde merhem edeyim. Çünkü en mesud bir zamanda, bu karanlık mağarada, arkadaşın (mağaraya girince), sabah güneşi gibi zahir olup, devlet güneşim doğdu. Amma ne var ki arkadaşın yine perde oldu. Bu sebeble, korku ve haya ben kulundan kalkıp, zaruri olarak, bu küstahlık benden vaki oldu” diye özür dileyince, Seyyidü’s Sakaleyn, dünya ve ahirette bulunanların şefaatçisi, yılanın özrünü kabul etti.Sevgili Peygamberimiz yaraya tükrüklerinden birazcık sürdüler; acı derhal dindi.Bu esnada Ebu Kürz ve peşindeki insanlar Sevr Mağarasına çıkan izleri tesbit etmiş geliyorlardı…Mağara ağzına gelen bir örümcek çok kısa bir zamanda kapıyı ağları ile tamamen örttü. Sonra bir güvercin bu ağlara hemen bir yuva yaptı; yuvaya yumurtladı ve üzerine yattı. Ve kapının önünde âniden bir ağaç yükseliverdi. Derken Allah düşmanları yirmi metre kadar yaklaştıklarında sesleri işitilmeye başlandı.Sesler yaklaşınca Hz. Ebû Bekir çok üzüldü ve göz yaşlarını tutamadı. Peygamberimiz (SAV):“Niçin ağlıyorsun?” deyince: “Ya Resulallah! Korkum kendim için değil. Şayet size bir zarar gelirse İslâm dîni mahv olur.”Efendimiz Hz. Ebu Bekir’i teselli ederek:“Hayır üzülme. Allah bizimle beraberdir.” dedi. Hz. Ebû Bekir tekrar:“İşte mağaranın ağzına dayandılar; eğilseler bizi görecekler.” deyince Peygamber Efendimiz (SAV): Allah’a karşı büyük bir tevekkül içinde Rabbinin korumasından en ufak bir ümitsizliğe düşmeden arkadaşına cesaret veriyor ve:“Üçüncüsü Allah olan iki dosta kimse zarar veremez.” diyordu.Ebu Kürz şaşkın ve neş’esi kaçmış bir şekilde: “İzler buraya kadar. Ya yere girdiler ya da göğe uçtular. Garip çok garip!.” deyince biri:“Ee! Belki içerdedir… diye fikir yürüttü. Bunun üzerine Ümeyye bin Halef şöyle dedi:“Dediğin söze bak! Güvercin biz yaklaşırken uçtu. Yumurtaları da yuvada sapasağlam. Bu örümcek ağı belki Ebû’l-Kâsım’ın doğumundan evvel bile vardı. Şayet mağaraya girmiş olsalardı ağ bozulmuş yumurtalar da yere düşmüş olurdu.”Bütün hepsi ayaklarının altında yuvarlanan taşlarla birlikte çekip gittiler.Kâfirlerin bütün ümidleri kırılsın ve aramaktan vazgeçsinler diye Peygamber Efendimiz (SAV) mağarada üç gün üç gece daha kaldılar.Mağaradan sağ salim çıkabilecekleri fikrine sahip olduklarında Efendimizin talimatı ile Âmir ve Abdullah adında iki sahabi birer deve getirdiler. Bir deveye bu ikisi binerek yol göstermek için öne düştüler; diğerine de Peygamberimiz binerek arkasına da Hz. Ebû Bekir’i aldı ve Medine’ye doğru hicretlerine devam ettiler.

Dua





İnsanlığa rahmet olarak gönderilen bütün Peygamberler ve Hak dostları; darlıkta ve bollukta, ızdırapta ve sürurda, gönüllerini dâimâ Hak Teâlâ'ya döndür­müşler ve bir niyaz iklîminde yaşamışlardır. Onlar, her hâlükârda Rabb'e yakarış hâlinde olmanın lüzûmunu, hâl ve davranışlarıyla tâlim eden ebediyyet rehberleri­dir.

Allâh'a sığınmak, bir yaratılış kânunu ve kulluk muktezâsıdır. Yerde ve göklerde ne varsa, ilâhî takdîre râm olmuş bir hâlde, O sonsuz kudret sâhibini lisân-ı hâl ile zikretmekte ve O'na yalvarışta bulunmaktadır. Gerçek bir dînî terbiye de, duâ hâlini mü'minin rûhunda sürekli kılmayı hedefler. Zîrâ duâ, kalbde Allâh'a açılan en yüce kapının anahtarıdır.
Duâ tekrarlandıkça derûnî duyuşlar olarak mü'minin rûhuna nakşo­lur, şah­siyete karışıp onun bir husûsiyeti hâline gelir. Bu sebepledir ki yüksek rûhlar, devamlı duâ hâlinde yaşarlar. Zîrâ onların kalpleri, duâya sarılma­nın ehemmiye­tine dâir şu âyet-i kerîmedeki ilâhî îkâz ile ürperiş hâ­linde­dir:
Cenâb-ı Hak buyurur:
"(Rasûlüm!) De ki: Sizin kulluk, duâ ve yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin!? (Ne kıymetiniz var!?)" (el-Furkan, 77)
İşte bir mü'minin rûhunda, Rabbe duâ ile yakarış duygularının dâimî hâle gelmesi, Allâh ile kul arasında mânevî bir bağ tesis eder. Vecd hâlindeki duâlar ise, gönlün ilâhî rahmetle kucaklaşma anlarıdır.
Duâda dilenilen, ilâhî rahmet ve merhamettir. Bu itibarla duâda yürekler­den ilâhî dergâha yükselecek ilk ifâde; âsîlik, günâhkârlık, zayıflık ve acziyetin îtirâfı olmalıdır. Duâ, sonsuz kudret sâhibi Cenâb-ı Hakk'a, acziyetimizi müdrik bir şekilde yönelerek, O'nun huzûrunda teslîmiyet ve sükûnetle boyun eğmemiz­dir. Gerçekten, duâlara acziyet ve kusûrunu îtiraf ile başlamak, merhamet-i ilâhiy­yeyi dâvette ve dolayısıyla duânın makbûl olmasında, büyük bir tesiri hâizdir. Nitekim Âdem ve Yûnus -aleyhimesselâm- âyet-i kerîmelerde bildirildiği üzere, duâlarında Cenâb-ı Hakk'a şöyle ilticâ etmişlerdir:
"(Âdem ile eşi) dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz." (el-Araf, 23)
"Zünnûn'u da (Yunus'u da zikret). O öfkeli bir hâlde geçip gitmiş, bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti. Nihayet karanlıklar içinde: Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zâlimlerden oldum!' diye niyâz etti." (el-Enbiyâ, 87)
Cihangir Sultan I. Murad Hân'ın Kosova önlerindeki şu duâsı, acziyeti­ni îtiraf ile yapılan duânın berekâtına ne muhteşem bir örnektir:
"Yâ İlâhî! Mülk de, bu kul da Sen'indir. Ben âciz bir kulum. Benim niye­timi ve sırlarımı en iyi Sen bilirsin ki, mal ve mülk maksadım değildir. Yalnız Sen'in rızânı isterim...
Yâ İlâhî! Bu mü'min askerleri küffâr elinde mağlûb edip helâk eyleme!.. Onlara öyle bir zafer lutfet ki, bütün müslümanlar bayram etsin! Dilersen o bayram gününde şu Murad kulun yolunda kurbân olsun!.."
Nitekim bu samîmî duânın ardından o âna kadar ortalığı birbirine katmakta olan fırtına dinmiş, iki üç kat daha kalabalık bir orduya karşı, sekiz saat süren kanlı bir savaşın ardından nihâyet zafer müyesser olmuştur.
Sultan Murad Han, harp sonrası gâzileri ziyâret edip ihtiyaçlarıyla ilgile­nirken, yaralı bir sırp askeri tarafından sinsice hançerlenerek şehâdet şerbetini içmiş, böylece duâsı kâmilen kabûl olmuştur.
* * * * *
Yüksek rûhların lisânı ve sözlerin en güzeli olan samîmî duâlar, nûrdan ve sevdâ­dan doğar. Ümitsize hayat verir, kırık kalbleri tesellî eder. İhlâs, samîmiyet ve gözyaşlarıyla yapılan duâlar, ilâhî rahmetin zuhûruna bir dâvettir. Duâda kalbe huzur bahşeden, Rabb'e teslîmiyet sırrı gizlidir.

Bizlere duâyı yaşayışıyla en güzel tâlim eden, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'dir. O, gözyaşları içinde ve ayakları şişinceye kadar kıldığı namazlara ilâveten yaptığı duâlarda sık sık:
"Allâh'ım! Sen'in gazabından rızâna, azâbından afvına ve Sen'den yine Sana sığınırım! Sen'i lâyık olduğun şekilde medh ü senâdan âcizim! Sen kendini nasıl medh ü senâ etmişsen öylesin!" (Müslim, Salât, 222) diyerek, acziyet duyguları içinde Cenâb-ı Hakk'a ilticâ ederdi. Ayrıca duânın ehemmiyeti­ni şöyle ifâde buyururlardı:
"Duâ, ibâdettir. İbâdetin iliği ve özüdür. Allâh katında O'na duâ etmekten daha kıymetli bir şey olamaz. Allâh, kendisinden bir şey istemeyeni (duâ etmeyi kendisine yediremeyeni) azâba uğratır. Sıkıntı ve darlık zamanında duâsının kabûl olmasını isteyen kimse, bolluk ve rahatlık zamanında da duâyı bol yapsın. Rabbiniz Hayy ü Kerîm'dir; bir kul elini açınca onu boş bırakmaz. Kime ki duâ kapıları açılmıştır, ona hikmet kapıları açılmış demektir. Duâ, rahmet kapılarının anahtarı, mü'minin silâhı, dînin direği, göklerin ve yeryüzünün nûrudur." (Rûdânî, Cemu'l-Fevâid, 9219-20-21-22-25)
İnsanoğluna zulmeden, zayıfı hor görüp ezen ve gâfilâne bir hayat süren­lerden ziyâde; ümitsizlik içinde inleyen bir yetimin yüzünü güldürebilen ve dertli insanlara hu­zur bahşedenlerin ettiği duâların makbûl ol­duğu bir ger­çektir. Hakî­ka­ten, kendisini günahsız gören mütekebbirlerin duâları değil, gü­nah­larının afvı için göz­lerinden gönüllerine durmadan yaş akıtan Hak âşıklarının duâları, kabûle şâ­yândır.
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- da duânın kabûlünü temin sadedinde şöyle buyu­rur:
"Nedâmet ateşiyle dolu bir gönülle ve nemli gözlerle duâ ve tevbe et! Zîrâ çiçekler, güneşli ve ıslak yerlerde açar!"
Dolayısıyla duânın kabûlü için talebin sırf lafzen ifâde edilmesi kâfî gel­mez. Duâları, "havf ve recâ" yâni korku ile ümid arasında yapmaya gayret etmeli­dir. Kalb, duânın yüklendiği mânâya âid arzularla titremelidir. Aynı zamanda duâ bir günâhın afvedilmesi istikâmetinde ise, o günahın bir daha işlenmemesi husû­sunda kat'î bir azim ve kararlılıkla talep edilmelidir.

Rivâyet edilir ki Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, düşkünlük içinde duâ eden bir adama rastladı ve onun zâhirî hâline bakarak duâsının kabûl olmasını gönülden arzu etti. O sırada Allâh Teâlâ'dan Mûsâ -aleyhisselâm-'a şöyle bir vahiy geldi:
"Ben o kuluma senden daha çok merhametliyim. O, diliyle bana duâ ediyor; fakat kalbi, sâhip olduğu koyun sürüsündedir."
Mûsâ -aleyhisselâm- bu durumu bildirince, adam derhal kendini toparladı ve hâlis bir gönülle Allâh Teâlâ'ya yöneldi.
Diğer taraftan bir din kardeşinin gıyâbında yapılan duâ da sür'atle müste­câb olur. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
"Bir mü'minin diğer bir mü'mine gıyâbında duâsından daha çabuk kabûl edilen hiçbir duâ yoktur." (Tirmizî, Birr, 50) buyurmuştur.
İnsanlar duâsı kabûl olacağı zannını taşıdıkları kimselerden duâ talebinde bulunurlar. Halbuki duânın kabûlünü temin eden asıl sebep, ihlâs ve samîmiyettir. Bu de­mektir ki, bir günahkârın dahî, mü'min kardeşi için samîmî olarak yürekten yapa­cağı bir duâ, Allâh katındaki mevkii kendisinden üstün zannedilen bir başka­sının gönülsüz duâsından daha hayırlıdır.
Nitekim Hazret-i Mevlânâ'nın, bir şefkat ve merhamet okyanusu olan sînesinden yükselen şu feryad pek mânidardır:
"Ey Rabbim! Eğer Sen'in merhametini yalnız sâlihlerin ümîd etmesi gere­kiyorsa, mücrimler kime gidip sığınsınlar?.."
"Ey yüce Allâh'ım! Eğer sen, yalnız has kullarını kabûl ediyorsan, müc­rimler kime gidip yakarsınlar?.."
* * * * *
Gerçekten bir kul, günahkâr bile olsa, bu hâl, Cenâb-ı Hakk'ın onu terk etmiş olduğu mânâsına gelmez. Bu sebeple bir şahsın, kimin duâsı hürmetine mu­râdına nâil olacağını, yalnız Allâhu Teâlâ bilir. Bu sebeple, kim olursa olsun, Allâh'ın kulların­dan birinin kalbî duâlarını alabilmekteki değeri idrâk etmelidir.Birgün Mâruf-i Kerhî Hazretleri, çarşıda bir sakaya rastlar. Sa­ka:"-Allâh rızâsı için benim suyumdan içiniz." diye seslenir.Mâruf-i Kerhî Hazretleri, "Allâh rızâsı için" diyen sakanın bu duasını almak niyetiyle nâfile oruçlu olduğu hâlde o sudan alır ve içer.Mâruf-i Kerhî vefât ettikten sonra evliyâdan bir zât, onu rüyâsında güzel bir mevkîde görür:

"-Cenâb-ı Hak hangi amelin sebebiyle sana bu ikramda bulundu?" diye so­rar. O da:


"-Sakanın Allâh rızâsını taleb ederek ettiği duâ ile." der.
Mazlum ve gönlü kırık mü'min­lerin duâsını almak kadar, onların bed-duâ­larından sakınmak da aynı derecede mühim bir mes'eledir.
Nitekim Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubad, şehrin kalesini tamamladı­ğında, Hazret-i Mevlânâ'nın babası Bahâeddin Veled'den teberrüken kaleyi gör­mesini ve kale hakkındaki fikrini beyân etmesini ricâ eder. Bahâeddin Veled Haz­retleri, gidip yapılanları görür ve şöyle der:
"Kaleniz, sel felâketlerini, düşman akınlarını önlemek için fevkalâde güzel ve kuvvetli görünüyor. Lâkin sen, idâren altındaki mazlumların, ezilen insanların bed-duâ oklarına karşı hangi tedbiri aldın? Çünkü onların bed-duâ okları, yalnız senin kalen gibi bir kaleyi değil, yüzbinlerce kale burcunu deler geçer ve dünyayı harâbeye çevirir.
En iyisi sen, adalet ve iyilikten kale burçları yap ve sâlihlerden, hayırlı duâ askerleri teşkîl etmeye gayret et. Böylesi senin için surlardan daha emindir. Zira halkın ve dünyanın güven ve huzuru o duâ askerleriyle sağlanır."
Hakîkaten, mü'minlerin her türlü nâiliyyet, muvaffakıyyet ve zaferleri, gösterilen gayret ve çabaların yanısıra, ihlâslı duâların da bir berekâtıdır.
Yaşayıp hissedebildiği­miz nispette bizler için ebedî saâdet rehberi olan Kur'­ân-ı Kerîm, duânın en büyük tâlimlerini ihtivâ eder. Yüce Rabbimiz duâ husûsundaki âyetlerden birkaçında şöyle buyurur:
"De ki: Ne dersiniz; size Allâh'ın azâbı gelse veya o kıyâmet gelip çatı­verse, Allâh'tan başkasına mı yalvarırsınız? Doğru sözlü iseniz (söyleyin ba­kalım)! Bilakis yalnız Allâh'a yalvarırsınız. O da (kaldırılması için) kendisi­ne yalvardığınız belâyı dilerse kaldırır ve siz ortak koştuğunuz şeyleri unu­tursunuz." (el-En'am, 40-41)
"Rabbinize yalvara yakara ve gizlice duâ edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez." (el-A'raf, 55)
Âhiretimizi kurtarabilmenin yegâne sermâyesi olan şu fânî dünyâ hayâtın­da hatırdan çıkarmamamız gereken en mühim duâlardan biri de hüsn-i hâtime ile ölebilmeyi dilemektir. Âyet-i kerîmede Rabbimiz:
"Ey îmân edenler! Allâh'tan, O'na lâyık bir takvâ ile korkun ve ancak müslüman olarak can verin!.." (Âl-i İmrân, 102) buyurmaktadır.
Her mü'minin, bir ömür boyunca gösterdiği gayretler, son nefesi güzelce verebilme saâdetine kavuşmak içindir. Zîrâ, peygamberlerin dışında kimse temi­nat altında değildir. Evliyâullâh bile dâimâ son nefes endişesi taşımışlardır. Nite­kim İmâm Süfyân-ı Sevrî, hocasının sû-i hâtime ile gidişini müşâhede etmiş ve hüznün­den genç yaşta beli bükülmüştür.
Her ne kadar kimin ne hâl üzere öleceği meçhûl ise de, umûmiyetle her insanın yaşadığı hâl üzere öldüğü bir gerçektir. Bu sebeple son nefesimizi îmân ile verebilmek için sırât-ı müstakîm üzere bulunup dâimâ Cenâb-ı Hakk'a duâ ve istiğfâr hâlinde yaşamamız îcâb eder. Âyet-i kerîmede bildirildiği üzere Yûsuf -aleyhisselâm- şöyle duâ ederdi:
"(Allâh'ım!) Canımı müslüman olarak al ve beni sâlih kullarının arası­na ilhâk eyle!.." (Yûsuf, 101)
Allâh Teâlâ'nın akl-ı selîm sâhipleri diye övdüğü sâlih kullarının duâsı ise yine Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle bildirilmektedir:
"Ey Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla! Rûhumuzu sâlih­lerle birlikte al!" (Âl-i İmrân, 193)
Mûsâ -aleyhisselâm-'ın mûcizesi karşısında henüz yeni îmâna ermiş sihir­bazların Firavunun işkence ile ölüm tehditlerine aldırış etmeyip, Cenâb-ı Hakk'a o canhıraş niyazlarında, zulümden kurtulmayı değil de, bir îmân zaafına uğramadan müslüman olarak canlarını teslîm edebilmeyi dilemeleri, bizler için ne büyük bir îkaz ve ibrettir.
Nitekim bu yüksek îmân celâdeti, âyet-i kerîmelerde şöyle beyân buyurul­maktadır:
"Dediler ki: "Seni, bize gelen açık açık mûcizelere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. Öyle ise yapacağını yap! Sen, ancak bu dünya hayatında hükmünü geçirebilirsin." (Tâhâ, 72)
"Onlar: Biz zaten Rabbimize döneceğiz. Sen sadece Rabbimizin âyet­leri bize geldiğinde onlara inandığımız için bizden intikam alıyorsun. Ey Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver ve müslüman olarak canımızı al dediler." (el-Araf, 125-126)
Duâlarda ilâhî lutfa kavuşacak olan, sâdece gür sesle ve bir gösteri edâ­sıyla söylenen, riyâkârâne, yapmacık ve kalbin iştirâk etmediği parlak cümleler, ciğerleri yırtarcasına bağır­malar ve nümâyişli sözler değildir. Şâyet böyle olsaydı, bü­tün bunların zıddına, iniltiden öteye sesi çıkmayan, ciğerinden kan çekerek kan­lı gözyaşlarıyla yakaran muzdarip bir hastanın veya kendi nefesine sözü geçmeye­cek derecede zayıf gariplerin duâlarının kabul görmemesi gerekirdi. Böyle bir dü­şünceye sâhib olmaksa, gönül ve hâl lisânını bilmemek ve âdetâ yok farzetmek­tir.
Duâda bu gibi taşkınlıklarda bulunmak, aslında duânın özünü, rûhâniyetini ve kudsiyyetini zaafa uğratır. Hazret-i Peygamber -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, böyle duâ edenler hakkında:
"Bir zümre gelip, duâlarda haddi aşacaklardır." buyurarak bu hâle düş­mekten îkâz etmişlerdir.
Yine bir hadîs-i şerîfte şöyle buyurulur:
"Siz bir sağıra duâ etmiyorsunuz. İşitici ve size pek yakın bir Allâh'a niyâz ediyorsunuz." (Buhârî, Cihad, 131)
Cenâb-ı Hak samîmî duâları reddetmez. Lâkin bütün samîmiyetine rağ­men, ka­der-i mutlaka muvâfık düşmeyen bâzı taleplere de icâbet buyurmaz. Bun­dan dolayı duâ eden, hiçbir zaman bezginlik göstermeyip duâya devâm etmelidir. Zîrâ böyle hâl­lerde duânın karşılığı âhiret âlemine havâle edilmiş demektir.
Duânın vecdine dalan bir kalb, en yüce kapıya ilticâ etmiş bulunduğunun idrâkinde olmalıdır. Duâ kapısın­da bir teveccüh ümîdiyle bekleyen gönüller, o rahmet eşiğinde bir ömür bile bek­lemekten usanmazlar. Zîrâ onların âleminde duâ ve gözyaşı ilâhî rahmetten neş'et ettiği için, mahzun gönüllere tesellî ve huzur bahşeden bir seâdet iksîri ve Hakk'ın sevdâsıyla yanık yüreklerin içtikçe ferah­ladığı tatlı bir kevser gibidir.
Unutmamalıyız ki, insan olmanın gerçek şeref ve haysiyetine günahları­mızdan afvolunarak ulaşabiliriz. Ölümle birlikte ebedî afvın sırrına ermek ve Hakk'ın son­suz lutuflarını tatmak isteyenler, öncelikle gönül bahçelerindeki gül­lerden vecd hâlindeki duâ ve niyazlar ile afv râyihası çıkarma gayreti içinde olmalıdırlar. Biz de niyaz ederiz ki sonsuz kudret ve merhamet sâhibi Rabbimiz bize acısın ve üzerimize afv lutuflarını yağdırsın.
Yâ Rabbî! Aşk, vecd ve samîmî gözyaşlarıyla ilâhî rahmet ve mağfire­tinden nasîb alabilmemizi lutfeyle! İlâhî rızâna nâiliyyet ümidiyle, yarattık­larına merhameti, gönüllerimizin tükenmez hazînesi eyle! İhlâslı kullarının feyizli duâları hürmetine, mübârek vatanımıza saâdet ve dirlik, milleti­mize hak ve hayırda birlik ihsân eyle! Âmîn!..

YA İLAHİ...............




Ya İlahi !...
En güzel sıfatlar bile seni nitelemeye yetmez..
Senin lütfunun nişanesidir bütün güzel sıfatlar...
En mükemmel vasıflar bile seni vasfetmeye yetmez...
Senin cemalinin gölgesidir bütün mükemmel vasıflar...
Sen her türlü tasavvurun ötesindesin...
Sen her türlü hayalin üzerindesin...
Sıfatlarına hayaller erişemez yüceliğine akıl sır ermez...
Senin lütfunla ulviyet kazanır âlemler...
Senin tenezzülünle mertebeler kazanır insan ....
Tüm Ümmeti Muhammed(sallallahu aleyhi ve sellem)' e ;
Şeytanın eylemlerimizi süslemesine izin verme!
Şeytanın süslediği eylemlerimize izin verme!
Hz. Âdem’in tevbesini, Hz. Nuh'un direncini ver!
Hz. İbrahim'in imanını, Hz. İsmail'in teslimiyetini ver!
Hz Yakub'un dirayetini, Hz. Yusuf'un iffetini ver!
Hz. Musa'nın celadetini, Hz. Harun'un sadakatini ver!
Hz Davud'un sadasını, Hz. Süleyman'ın gayretini ver!
Hz. Zekeriyya'nın hizmetini, Hz. Yahya'nın şahadetini ver!
Hz. Meryem'in adanmışlığını, Hz. İsa'nın safiyetini ver!
Ve Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in muhabbetini ver Ya RAB!
Ey bizi yoktan var eden,cesedimize hayat üfleyen,bizi aşkına muhattap eyleyen,en sevgilisini bize elçi gönderen,bizi insanlıkla şereflendiren Ya İlahi !...
Şu ahir zamanda ümmet-i Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'e dirlik, beraberlik ver.
Ey Rabbim bizi nefsimizin ümidine bırakma. Ümmet-i Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'i nefsinin esiri olmaktan kurtar.
Senin yolunda hizmet eden herkese yardım et Allah'ım.
Bize imanla kabre girmeyi nasib eyle.
İslamiyet'in güzel günlerini bize göster Allah’ım. En azından bize İSLAM yolunda hizmet etmeyi nasib eyle Allah'ım.
Ashab-ı kiram'ın iman şuurunu kalplerimize ver Allah'ım.
Bize mü'min bir toplumda hayat verdiğin için sonsuz şükürler olsun Allah'ım.
Âmin diyen kullarının hayırlı dualarını kabul et Allah’ım.
Mülk, O'na âittir. Hamd, O'na mahsustur...
Ey Allah’ım!
Kabir azâbından, kalbin vesvesesinden, işlerin dağınıklığından sana sığınırız!
Ey Allah’ım!
Rüzgârların getirdiği âfetin şerrinden sana sığınırız!
Ey Allah’ım!
Gözümüzde bir nûr, kulağımızda bir nûr, kalbimizde bir nûr yarat!
Ey Allah’ım!
Yüreğimize genişlik ver, işimizi kolaylaştır!
Ey Allah’ım!
Kalbe vesvese veren şeytandan, işlerin karışıklığından, kabir fitnesinin şerrinden, gecenin getirdiği şeylerin şerrinden, gündüzün getirdiği şeylerin şerrinden, korkunç rüzgârların getirdiği âfetlerin şerrinden, zamanın nöbet nöbet gelen mihnet ve belâlarının şerrinden sana sığınırız!
Ey Allah’ım!
Sağlığın hastalığa çevrilmesinden, birden bire gelip çatacak azâbından ve bütün gazâbından sana sığınırız!
Ey Allah’ım!
Bizi hidâyetine ulaştır. Geçmişimizi ve geleceğimizi bağışla!
Ey başvurulacakların en hayırlısı!
Evvel-âhir bütün hamd ü senâlar, şükürler Âlemlerin Rabbi Cenâb-ı ALLAH’a, nihayetsiz salât ü selam da kâinatın medar-ı iftiharı (aleyhi efdalüssalevât ve ekmelüttahiyyât) Efendimiz in, ehl-i beytinin ve ashâb-ı güzîninin üzerine olsun!
Ya Rabbe l-âlemîn ve ya Ekrame l-ekramîn ve ya Erhamer r-râhimîn!
Affına sığınarak bir kez daha huzurunda içimizi dökmek, el açıp muradımızı dillendirmek istiyoruz:
ALLAH’ım!
Yüce nezdinden göndereceğin bürhanlarla bizi te yîd buyur..
Hakkı-hakîkati, selim ve sâlim aklı ve apaçık beyanı her zaman yol arkadaşlarımız eyle..
Ulu katındaki ulvî sırların perdesini bizim için de aralayıver..
Gözlerimizin nuru muhlis ve muhlas kullarına gösterdiğin güzellikleri bize de göster..
Rahmet hazinelerini bizim için de aç, aç ve bizi senden bırakma başkalarına muhtaç!
Ey bütün mülkün sahibi olan ve keremine hudut olmayan rahmeti engin Rabbimiz!
Yüce Zâtına yakınlıkla serfiraz kıldığın kulların için nezdinde tuttuğun lütuflarla biz aciz ve muhtaç kullarını da sevindir ve bizi mahrum ve ümitsizliğe yenilmiş bîçarelerden eyleme!
Ya Rab!
Mevhibe sağanaklarınla bizi de sırılsıklam hale getir..
Ulûhiyetinin ve rubûbiyetinin sırlarını bize de aç ve yüce katından göndereceğin inayet, sıyanet ve kilâetle bizi de teyyîd buyur...
Ne olur, ümitlerimizde bizi haybet ve hüsrana uğratma!
ALLAH´im...
Dertlere derman yalnız Sensin...
Derman ol derdimize...
Bize iki cihanda Sensizlik verme...
Mesken tut kalbimizi
Temizle Senden gayrisinden içimizi...
Marifetinle doldur gönüllerimizi...
Uyandır gaflet uykusundan bizi...
Yalnız dilimizi değil...
Kalbimizi de fikrimizi de Sende eyle...
Acı halimize, mağfiret eyle, affeyle...
Bak geldik kapına...
Yüzümüz olmasa da...
Halimiz perişan olsa da...
Geldik kapına...
Öyle bir Sultanın kapısı ki bu...
Gelen ne halde olsa da...
Geri çevrilmez asla...
Bizi Senin için eyle...
Sende eyle...
Ve Senin eyle ALLAH´im...
"Yâ Rabbî!
Bizim hâlimize bakarak muâmele etme. Kendi ikrâm ve ihsanına göre bize muamele eyle.
Yâ Rabbî!
Kerem ve lütfunla hidâyet ettiğin kalbi tekrar dalâlete, sapıklığa meylettirme.
Belaları bizden sarf eyle, çevir ve değiştir.
Ey affı çok olan, günahları örten Rabbim!
O günahlar dolayısı ile bizden intikam alma. Bize azab etme.
Yâ Rabbî!
Biz nefis ile şeytana köpek gibi tâbi olduksa da sen, azab arslanını bize saldırtma.
Ey Hayy, ebedî diri olan Rabbim!
Taleb ve duâ üzerine nasıl olur da kerem etmezsin. Sen kerem sâhibisin.
Ey mahlûkâtın, yaratıkların canlıların ihtiyâcını gideren Rabbim!
Sen varken hiç bir kimseyi hatırlamak ve ondan bir şey ummak lâyık değildir.
Yâ Rabbî!
Rûhumda bir ilim katresi var. İlâhî onu hevâ rüzgârıyla ten toprağından muhâfaza eyle.
Ey ihsânı çok olan Rabbim!
Cefa içinde geçip giden ömre merhamet et.
Ey affetmeyi seven Rabbim!
Bizi affeyle.
İsyân derdimize çâre eyle.
Ey yardım isteyenlerin yardımcısı!
Bizi hidâyete çıkar.
Yâ Rabbî!
Duâ ve yakarışlarımızda sana lâyık olmayan sözleri bilmeyerek söyleyip hatalarda bulunmuş isek, o kelimeleri sen
Islah et ve duamızı kabul buyur. Çünkü sözlerin hâkimi ve sultanı ancak sensin.
Ey âlemin yaratıcısı!
 Kasvetli, kararmış, katılaşmış adeta taş gibi olmuş olan kalbimizi mum gibi yumuşat, feryadımızı, ah u vahımızı, hoş
Eyle ki rahmetini celbetsin, çeksin.
Ya Rabbi !...
Tüm yakarışlarımızı katında makbul eyle....
Tüm Âmin diyenlerin kendilerini ve ailesini iki cihanda aziz ve bahtiyar eyle...
Yakarışlarımız sadece sanadır....
Bizleri katında affeyle Ya Erhamerrahimin !......
Ya Rabbenâ!
Münacâtımızın âhirinde peygamberler silsilesinin biricik kumandanı Hazreti Ahmed ü Mahmud u Muhammed Mustafa'ya, nezîh aile fertlerine, tertemiz, pırıl pırıl ashâb-ı güzînine bir kere daha salât ü selam ediyor, dualarımızı salih kullarının duaları gibi kabul etmeni diliyoruz!
Âmin! Âmin! Âmin!

MASALIN SONUNU DUYMADAN VAZGEÇMEYECEĞİM SENDEN....


MASALIN SONUNU DUYMADAN VAZGEÇMEYECEĞİM SENDEN....


Ne yazacağımı bilemeyerek başlıyorum yarım kalacak söze... kilit altında tuta tuta, artık çirkinleşmiş, yara bere içinde kalmış bir ruhla sesleniyorum sana hiç olmadığın yerden ... yalnızlık kemiğime dayanıyor, canımı acıtıyor... Gözlerimi kapatıyorum... Ama görebildiğim sadece bir düş bahçesinin rengi kırmızıya çalan yemişleri... Olgun, dişlenmeye hazır ama kimsesizlikten çıldırmaya yüz tutmuş... Öylesine dolgunlar ki ve öylesine ağırlaşmış... Nefesimi tutmuş onları izliyorum. Çünkü nefes bile alsam düşecekler dallarından.. ve asla geriye dönülmeyecek bir yolculuk başlayacak içimde... Kaybettiklerimi kaybedeceklerimin bir işareti olarak görmekten vazgeçip saldıracağım dünyaya... Öylesine hızlı hareket edeceğim ki tüm geçmiş akıp gidecek parmak uçlarımdan. Bilinen tüm fizik kurallarına karşı duruş geliştirecek devrimim... Umursamadan, umursanmadan Uzakta; çok uzakta bir düşler ülkesinde yaşarmışsın. Sözcüklerle rengarenk ülkeler yaratırmışsın. Kimse göremezmiş seni. Sadece o duru sesini dinlerlermiş uzaktan. Kimseyi yanına yaklaştırmazmışsın. Ama hep anlatırmışsın. Kendi umutlarını düşsel tarlalarda çoğaltıp dağıtırmışsın umudu olmayanlara. Herkes severmiş seni ve minnet duyarmış. Sesini yastık altlarında saklayarak uykuya dalabilirlermiş ancak. Oysa uzakmışsın, hep daha uzak.. kendi iklimlerini sağaltamayacak kadar uzak... ve kimsesizliğin koynunda sessizlik biriktirirmişsin. Yanına yaklaşamazmış kimse... kimse... hiç kimse... ‘Uzun bir masal bu... Anlatırsam sayfalara sığmaz, saatlere, günlere, düşlere... kim nasıl tamamlamak isterse artık...Hangi mutluluk yakışır sonuna ya da hangi kalp kırıklığı? Henüz karar verebilmiş değilim... 
Henüz masalın sonunu dinlemiş değilim. Sana karıştığım zaman dinleyemezmişim masalın sonunu. 
Öyle dedi gece çiçekleri. Çünkü o zaman duyamazmışım onları. Kendimi bırakırsam göremezmiş onlar ışığımı. 

Gecede bulamazlarmış beni.. Çıldırmadan, sabretmesini bilerek sevmeliymişim seni. Yoksa ilk önce sen terk edermişsin beni. Ardından suskunlaşırmış gece çiçekleri... 
Masalın sonunu duymadan vazgeçmeyeceğim senden

DİLİYORUM Kİ ÇOK GEÇ OLMASIN


Diliyorum ki çok geç olmasın 
Kalbinin asudeliği ruhunla anlamlaşarak aksın 
Aşk için sorgulanmasın, mananın hakikatinde elbette anlamsın 
Lakin gönlün yalnızlık yaşamasın, hasretin hazanında yorgunluğa kanmasın 
 Ne korkunç gecelerin elindesin 
Hissiyatın prangalarındaki sancıların kederisin 
Dikilen gözlerin umudunda, tavan arasında, yastığın taş olunca 
Niçin yaratıldığını, aynalardan aksayan burukluğunu ve umudun huzurunu 
 Bir gün anlarsın hayal ufkunu 
Çare adına ötelediğin yutkunduğun bağnazlığını 
Sabrın baharını, zihnin hazanını, kelamın kanaatle anlamlaşanı 
Sevginin nasıl hasredildiğini, gözlerin perdelerinden boşlan katrelerin sesini 
 Her ne kadar içim elvermese de Kalbimde demlediğim elemin sergisini açacağım 
İbret adına ne varsa ruhuma anlatacağım, nefsimin tuğyanını 
Benliğimde ihsanla, dilimde ikramla, zihnimde anlamlaşan varlığımda haksın 
 Yar adına neyi zikretsem varsın 
Aşk yoksunuyum, sevmenin şerefindedir umudum 
Zamanın yolcusuyum, hamiyetin vurgunuyum hasreti yaşarım 
Salanın sesinde ürpertilere kanarım ne yastığımla ve ne de yatağımda kalırım 
 Sende bir gün meramımı anlarsın İçimin burukluğunu hissederek mısralarda yaşarsın 
Uzanan ellerim, fakirliğimde kalbim, fersizleşen gözlerim anar
 Lanet adına her ne varsa derinliğinde suskunluğunu yaşar ve hikmetiyle bakar 
 Seyir kalbimde perdeleri açıyor 
Temaşa ettiğim hazan vaktin felahından bahsediyor 
İşte o zaman sinemdeki hicran anlamıyla tuval üzerine yansıyor 
Hüzzam eserler hissiyatımda renkleniyor ve ruhum hilkatinden ibret sunuyor 
 An ve senin kalbinle anlamlaşan 
Aşkın hakikatindeki ikramı anlayarak ecirle yaşayan 
Korkma artık, vaat edilen ikramdan azade olma, sevdanı korla 
Vurgun zamana kalma, hissiyatın dalgalarında boğulma kalbinle aşkı unutma 
 Giden derdin tezgâhında acemi 
Arz edilen sanat adına her ne sergileniyorsa vehim mi 
Ölçüler değişti, kuvvetin dengesi sekilerleşti, hakikat ötelendi 
Mert ve haliyle namert varlık zehabında belirsizleşti, masumluk aşkla yüzleşti 
 Sen ancak kalbimle bir demsin 
Tevdi edilen nefesin eşiğinde zadesin ve böyle hürsün 
Ancak sevgiyle bir bütünsün ve feragatinle ihsanda sürursun
 Ati adına ülfetsin, naiflik babında fevkalade mertsin ve edebin dilinde sevgizin 
 Mustafa CİLASUN

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...