16 Ağustos 2012

ATAİZM



ATAİZM

Ateizm kelimesi Yunanca da "Tanrı" anlamına gelen "Theos"tan türemiştir. Bu kelimeden de "Tanrı inancına sahip olmak" ya da "Tanrı´ya inanmak" anlamına gelen theism anlayışı ortaya çıkmıştır. Ateizm kelimesi de İngilizce "theism" kelimesinin başına "a" ön takısının eklenmiş hali olup Türkçe de "tanrı tanımazlık" anlamına gelmektedir. 

İnançsızlık denilince hemen akla ateizm gelmemelidir. Mesela insanların çoğu inanç sahibi ve bir dine mensup olmasına rağmen diğer dinleri reddetmektedirler. Diğerleri de aynı şekilde davranmakta, sadece kendi anlayışlarını savunarak karşısındaki inanışları yanlışlamaya çalışmaktadırlar. 

Felsefe tarihinde dindar olmadığı halde Tanrı inancına sahip olan düşünürler de bulunmaktadır. Buna karşın günümüzde çok sık rastlandığı gibi özellikle Batı dünyasında görünüşte dindar olduğu halde gerçekte Tanrı ya inanmayan pek çok kişi vardır. Bu durum gerek teizmin ve gerekse ateizmin tanımlanmasında birtakım güçlüklerin bulunduğunu göstermektedir. 

Tanrı´nın varlığına inanan ve bu inancını da ifade eden kişiye mümin denmektedir. Böyle bir Tanrı kavramına inanmayan kişiye ise ateist denmektedir. Yani bir anlamda ateist, ilâhi dinlerin ifade ettiği biçimde, varlığının öncesi veya sonrası bulunmayan, evreni yaratan ve yasalarını belirleyen, irade ve kişilik sahibi olan, her şeyi yapma, bilme ve görme kudretinde bulunan, insanlara hayatı bahşeden bir varlığa inanmayan kişidir. 

Diğer bir deyişle ateist, hem düşünce seviyesinde hem de günlük yaşantısında söz konusu Tanrı nın varlığını reddeden bununla birlikte peygamberi ve ahiret inançlarını da kabul etmeyen kişidir. 

Ateizmin Çeşitleri 

Tanrı inancını kabul etmeyen ateistler de dindarlar gibi kendi aralarında farklı gruplara ayrılmışlar ya da en azından aynı sonuca varsalar da ateizmi farklı yorumlamışlardır. Dolayısıyla bir tek ateizm tanımından söz etmek de doğru olmayacaktır. 

Mutlak Ateizm 

Bazı ateistlere göre "ateizm" Tanrı yı reddetmekten öte, zihinde Tanrı fikrine sahip olmamak demektir. Bu anlayışa göre İnsan doğuştan Tanrı kavramına sahip olmadığı için reddedecek bir şeyi de bulunmamaktadır. Bu tür bir ateizm, mutlak ateizm olarak tanımlanmış ve taraftarlarına da mutlak ateist denmiştir. Bu anlayışı savunanların arasında Baron D Holbach (1723-1789) ve Charles Bradlaugh gibi düşünürler bulunmaktadır. 

Teorik Ateizm 

Ateizmin birinci yaklaşımından biraz farklı olarak "Tanrı´nın varlığını reddetmek" şeklinde de tanımlanmıştır. Aslında ateizm denilince akla bu tanım gelmektedir. Felsefede önemli olan ve Tanrı inancına ağır eleştiriler yönelten ateizm biçimi de budur. Yani düşünerek tartışarak zihni bir çabayla Tanrı nın varlığını reddetmek ve ilgili iddiaları çürütmeye çalışmaktır. 

Teorik ateizm de denen bu anlayış doğrultusunda dindarların iddiaları ve Tanrı´nın varlığı lehinde getirdikleri kanıtlar eleştiri konusu olmuş, bu süreçte Tanrı´nın varlığını çürütmeye yönelik karşı tezler ileri sürülmüştür. 

Teorik ateizmde Tanrı´nın varlığı inkâr edilmekle kalınmamış, bu kavramla ilgili olarak gündeme gelen mucize, vahiy, peygamberlik, kutsal kitap, ölümsüzlük ve ahiret hayatı gibi inançlar da eleştirilmiş ve reddedilmiştir. Ayrıca bu tür bir ateizmde sadece teistik Tanrı kavramı hedef alınmamış, bunun yanı sıra mistik, mitolojik, transandantal (aşkın) veya antropomorfik anlayışlarla, panteizm ve deizm gibi, bir şekilde Tanrı inancına yer veren diğer ekoller de reddedilmiştir. 

Pratik Ateizm 

"Sanki Tanrı yokmuş gibi yaşamak" veya "Tanrı´yı günlük yaşama sokmamak" biçiminde tanımlanmıştır. Bu tür bir ateizmde kişi daha ziyade günlük yaşamındaki tavır ve davranışlarıyla, hayat tarzı, ilke ve alışkanlıklarıyla, Tanrı´sız bir dünya ve Tanrı´sız bir yaşam kurmayı istemektedir. Bunun yanında Tanrı yla alakalı olarak en ufak bir şey düşünmemekte, kendini dinden, ibadetlerden ve bunlarla ilgili törenlerden de uzak tutmaya çalışmaktadır. Pratik ateizm anlayışında Tanrı´nın teorik tartışmalarla reddedilmesi ikinci planda kalmaktadır. 

Felsefede ki temsilcileri arasında L. A. Feuerbach (1804-1872), F. Nietzsche (1844-1900), S. Freud (1856-1940) ve K. Marx (1818-1883) gibi ünlü düşünürler de bulunmaktadır. 

İlgisizlerin Ateizmi 

Bir kısım düşünürler, Tanrı´nın varlığını veya yokluğunu tartışma konusu yapmadan, bu konulara uzak durmayı tercih etmişlerdir. Bu tür ateistlere göre insan, sadece varolanla yetinmeli, görünen alemin ötesine ilgi duymamalıdır. Dolayısıyla dünyanın ötesindeki herhangi bir varlık hakkında olumlu ya da olumsuz bir yargıda bulunmaya ya da konuşmaya çalışmak anlamsız bir iş yapmak olacaktır. 

İdeolojik (Materyalist) Ateizm 

Özünde felsefi bir problem olan ateizm bazen de ideolojik bir ilke olarak savunulmuş ve politik bir kabul haline gelmiştir. Özellikle Karl Marx, F. Engels (1820-1895) ve V. I. Lenin in (1870-1924) görüşlerinden hareketle kurulan sosyalist yönetimlerde ateizm, komünist partilerin propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Eski Sovyetler Birliği nde ve halâ bazı ülkelerde ateizm Marxist ve Leninist dünya görüşünün ayrılmaz bir parçası olarak görülmüş ve "ilmi ateizm" adıyla takdim edilmiştir

DİNKA DİNİ-MAORİ DİNİ

DİNKA DİNİ
Dinkalar Güney Sudan´ da yaş;ayan bir gruptur.Dinka Dini tipik bir kabile dinidir. Diğer kabile dinlerinde olduğu gibi evrensel değildir,sadece kendi kabilesi tarafından inanılır,herhangi bir kutsal kitabı veya kurucusu yoktur.

Dinkalar cok (kuvvet) dedikleri insanüstü kuvvetlerin varlığına inanırlar.. Bu kuvvetlere bazen Nhialik de (göktekiler) derler.Onlara dua eder, hediyeler sunarlar.Onların kendileriyle yakından ilgilendiğine inanırlar.Ancak Dinkalar , Nhialik´ i yukarıda zikredilen insanüstü kuvvetlerin en büyüğü için ş;ansi ad olarak kullanırlar. Onu yaratıcı olarak görür, kendilerine hayat , kuvvet ve sağlık verdiğine , yağmur yağdırdığına inanır,ona dua ederler. Duaları, devamlı tekrarladıkları cümleler halindedir.

Günümüzde Dinkalar Sudan´da yaklaşık 1.000.000´a varan nufuslarıyla "mızrağın efendileri"nin yönetiminde yaşamlarını sürdürmektedirler.

İnekler Dinkaların hem sosyal hemde dini yaşamlarında önemli bir yer tutar.

MAORİ DİNİ
Maori Dini Güney Pasifik Okyanusu Adalarında yaşayan Polinezyalılardan bir grubun (Maoriler) inandığı kabile dinidir ve mahalli bir özelliğe sahiptir evrensel değildir. Maori Dini´ nin kutsal bir kitabı veya yazılı bir kaynağı olmadığı gibi din kurucusu da yoktur.

Maoriler Yüce tanrılarına "Lo" derler. Lo´ nun, her şeyden önce var ve her şeyin kaynağı olduğuna , yerde ve gökte yaşayan her şeyin içinde bulunduğuna inanırlar. Lo, bütün tanrıların en büyüğüdür. Onun adını ancak rahipler söyleyebilirler.

Maorilerde ibadet, rahiplerin onlara öğrettiği ilahi tarzındaki özel dualardan ibarettir. Hep beraber bu duaları okur. Maoriler günümüzde Avustralya ve Yeni Zelenda´da yaþamaktadýrlar.Yeni Zelenda nufusunun %10-11´ini oluşturan Maoriler´in dünyadaki toplam sayıları 370.000 kadardır

GA DİNİ-AİNU DİNİ


Ga Dini

Ga Dini Gana ´ nın başkentinin yakınlarında yaşayan Ga ´ ların inandığı kabile dinidir ve mahalli bir özelliğe sahiptir evrensel değildir. Ga Dini ´ nin kutsal bir kitabı veya yazılı bir kaynağı olmadığı gibi din kurucusu da yoktur. 

Ga ´ lar tabiata ve insan işlerine etkili çok sayıda ruh ve kuvvet bulunduğuna inanırlar; ancak bunlara tapınmazlar. Onlar Naa Nyonmo dedikleri çok güçlü bir varlığa inanırlar.O , gökte yaşar.Her şeyi yaratan O ´ dur. Ancak Naa Nyonmo ´ nun yaşadığı kutsal yeri ve rahipleri yoktur. Ga ´ ların başka tanrıları da vardır. Onlar için hazırlanmış kutsal yerleri ve görevli rahipleri bulunmaktadır.

Ainu Dini

Ainu Dini tipik bir kabile dinidir. Ainular , Japonya´nın kuzeyindeki adalarda yaşarlar Diğer kabile dinlerinde olduğu gibi evrensel değildir,sadece kendi kabilesi tarafından inanılır,herhangi bir kutsal kitabı veya kurucusu yoktur.

Ainular göğün en yüksek bulunduğunu kabul ettikleri "Kando-kora Kamui" dedikleri bir yüce Tanrı´ya inanırlar. Çok uzakta kabul ettikleri bu yüce varlıktan başka çok sayıda Tanrı ve ruhlara saygı gösterirler. Bu ruhların bazılarının iyi bazılarının kötü olduğunu kabul ederler. Bunun sonucu, fetiş kullanma ,fal,cin çıkarma,büyü, atalara tapınma,bu dinin nitelikleri arasında göze çarpmaktadır.Ainular, ahirete ve Yüce Tanrı önünde muhakemeye inanırlar. 

ŞAMANİZM



Şamanizm


Şamanizm, insanlığın belki de en eski dinlerinden biridir. Temel olarak sihir ve büyüye dayanır. Her hangi bir kurucusu veya kutsal kitabı olmadığı gibi ortaya çıkış tarihi de belli değildir.Şamanizm ´ in köken olarak anaerkil dönemde ortaya çıktığı tahmin edilmektedir.. Yakutlarda erkek Şamanlar özel cübbeleri bulunmadığı zamanlarda kadın entarisi giyerek ayin yaparlar. Şamanların çoğunun saçlarını uzatma nedenlerinden biri de budur 

İnanç ve İbadetleri

Şamanist inanca göre dünya, gök, yeryüzü ve yeraltı olmak üzere üç kısma ayrılır. Altay Türklerine göre "Aydınlık Alemi", yukarıdaki dünyayı yani gökyüzünü Tanrı Ülgen´le ona bağlı iyi ruhları temsil eder.Yeryüzünü, yani "Orta Dünya"yi insanlar oluşturur. Yer altı dünyası olan "Aşağıdaki Dünya"yı ise Tanrı Erlik ve ona bağlı kötü ruhlar oluşturur. İyi ruhlarla ilişki kurup, iyilik yapan Şamanlara ak-Şaman, yeraltı ruhlarıyla konuşup, Erlik ´in hizmetinde olanlaraysa kara-Şaman denir. 

Eski Türklerin de inandığı din Şamanizm ´ di. Bu Şamanizm,Yakutlar ve Altaylar´da yaşayan ilkel Şamanizm aşamasını bir süre sonra geride bırakmış, gelişmişti. Avcılık ve ilkel tarımla dar bir bölgede yaşayan boyların inanışlarıyla, büyük devletler kuran, Çin Duvarı ´ yla Bizans arasına yayılmış halkların inanışları aynı kalmamıştı. 

Çin kaynaklarından anlaşıldığına göre eski Orta-Asya Şamanizm ´ inin temelleri Gök-Tanrı, Güneş, yer, su, atalar ve ocak (ateş) kültleridir.Bu bağlamda Asya halklarının inandığı Şamanlığın temelinde insan ve doğanın birlik ile beraberliği ve uyumu düşüncesi yer alır. Evren,dünya,insan,hayvan ve bitkiler alemi bir bütün olarak düşünülür. Dünya ve Gök,yaratma eylemini birlikte işbirliği halinde gerçekleştirmektedir. Bunlar bütün varlıkların yaratıcısı olmalarından ötürü kutsaldır. İşte bu yüzden Asya ´nın Şamanist göçebe halklarında Gökle Yer Su´yu sayma ve bunlara saygı gösterme, bu göçebe halkların inanışlarının özünü oluşturmaktadır. Dağın eteğinde ya da zirvesinde, nehrin ya da gölün kıyısında, yolun ya da atın bağlandığı direğin yanında, bir göçebenin kutsamayla eylemleri, tüm yaşamın ortak bir bilinci paylaştığı doğaya dönüktür. 

Şamanlıktaki bir diğer inanışta, insan neslinin sonsuz bir şekilde devamlılığı düşüncesi. Şamanist olan birisi kendini, baba, dede, ve atalarına ait olan bir hayatın devamı olarak görür, bunları bilir ve sayar (Atalar kültü). Bununla birlikte, söz konusu bu insan aynı zamanda kendi geleceğini de sonraki nesillerde görmektedir, ki bu durum varoluşun ana anlamıdır. Bundan dolayı bu insanin görevi çocuk ve torunlarına toplumun en iyi yanlarını aşılayarak yetiştirmek ve hayata hazırlamaktır 

Şaman Kimdir Kimler Şaman Olabilir 

Şaman dininin ayin ve törenlerini yapan, ruhlarla insanlar arasında aracılık eden kişiye Şaman denir. Şaman sözcüğü Türkçe kökenli değildir. Türkler Şaman yerine kam sözcüğünü kullanırlardı. Avrupa´da 18.yüzyılda kabul edilen Şaman sözcüğü, Rusların, Kuzey Sibirya´da Tunguzlardan öğrendiği bir sözcük. Aslında bu sözcüğün kökeni hâlâ tartışmalı. Bazı bilim adamları sözcüğün Pali dilinde bulunan "şamna" olduğunu, Sanskritçe´de bulunan "çramana" ile aynı kökten geldiğini ileri sürüyorlardı. Bazıları da bu sözcüğün Mançu ´ ca olduğunu,"zıplayan,dans eden" anlamına geldiği görüşündeler. Bir başka teori de Şaman sözcüğünün Buda inanışına ait bir sözcük olduğudur. Firdevsi´nin sehname´sinde geçen "Semen" (Buda rahibi) sözcüğü dolayısıyla Şaman sözcüğünün Hindistan kökenli olduğu söylenir. 

Kasgarlı Mahmut´tan öğrendiğimize göre kamlar, Müslüman Türkler zamanında da unutulmuş değil. Divan-i Lugat-it Türk´te "Kamlar kamik arvisti: kamlar (ayin sırasında) anlaşılmayan bir takım sözler söyledi." gibi cümlelere rastlanmaktadır. Benzer biçimde Balasagunlu Yusuf Has Hacib, "Kutadgu Bilig" adli eserinde kamlarla hekimleri (otacıları) bir tutmuş, ikisini de insanlar için yararlı isler yapan kişiler olarak göstermişti. Bir yerde söyle der: "Kerek tut otaçi, kerek kam, öligligke her giz asig kilmaz em. (Gerek hekim tut, gerekse kam, eceli gelene ilaç fayda etmez.) 

Şaman (kam), tanrılar ve ruhlarla insanlar arasında aracılık yapma gücüne sahip olan kişidir. İnsan, ufak tefek ruhlara, aileyi koruyan ateş ve iyi yer-su ruhlarına bizzat kurbanlar ve saçılar sunabilirse de, kuvvetli, hele kötü ruhlara doğrudan başvuramaz. Kötü ruhlar insanların en büyük düşmanlarıdır. İnsanlara ve hayvan sürülerine hastalık göndermek suretiyle kurban isterler. Bunların istediklerini yerine getirmek gerekir. İnsanlar onların ne istediklerini bilmezler. Ne istediklerini ancak gücünü göklerden ve atalarının ruhlarından alan Şamanlar bilir. 

Şamanlık bilgisi öğrenmekle elde edilemez. Şaman olmak için belli başlı bir Şamanın neslinden olmak gerekir. Kimse Şaman olmayı istemez, ancak geçmiş ataların ruhundan biri, Şaman olacak torununa musallat olur; onu Şaman olmaya zorlar. Bu hale Altaylılar "töz basıp yat" (ruh basıyor) derler. Ata ruhu musallat olan adam Şamanlığı kabul etmezse deli olur. 

Şaman Davulu

Bugün Rusya Federasyonu içinde yer alan Hakasya ´da Şamanizm hâlâ canlı tutuluyor. Hakasyalı bir araştırmacı olan Katanov, Minusinsk Tatarlarından aldığı bilgilere göre Şaman davulunu anlatır. Buna göre davulun önemli üç bölümü vardır: içi, dışı ve tokmağı. 

Davul, bir arşın çapındadır. İskeleti genellikle sepet yapımında kullanılan söğütten yapılır ve at derisiyle kaplanır. Davulun içinde dikey olarak duran sapı genellikle kayın ağacından yapılır. Sapta mars denilen, kamın yer altı dünyasında yaşayan erliklerin lideri Erlik Han ´a ulaşmasını sağlayan on iki delik bulunur. 

Deliklerin arasındaki kabartmalar, kamın uçarak ya da yürüyerek geçmek zorunda olduğu dağ sıralarını temsil eder. Sapın üst kısmında, enlemesine kamın kendisinin ya da hastasının düşmanlarını püskürttüğü yay kirişi olarak adlandırılan sopa bulunur. 

Bu demir sopaya hastanın içindeki kötü ruhları kovan on sekiz kadar demir çıngırak bağlanır. Ayrıca, kamın habercilerini temsil eden iki çan da demir sopaya bağlanır. Davulun üst kısmında hastanın düşmanlarını temsil eden dört ya da altı demir kanca tutturulmuştur. Demir sopaya kamın kudretini simgeleyen bez parçalari asılır. Bu bez parçaları genellikle kamın hastaları tarafından bağlanır. Erlik Han´a herhangi bir hayvan adandığında bu hayvana demir sopadan alınan iki üç bez parçası bağlanır. Adak hayvanın boynunda asılı duran bu bez parçaları onu kötü güçlerden korur. 

Davulun üst kısmında yedi renkli gökkuşağı tasvir edilir. Gökkuşağının iki ucundan da, iki geniş kare şeklinde merdiven sarkar. Bu merdivenle kam, Kan Kuday´in huzuruna çıkmak için gökyüzüne yükselir. Kan Kuday´in önünde beyaz boyayla çizilen iki kayın ağacı vardır. Kam, gökyüzüne yükselerek Kan Kuday´dan hastayı iyileştirmek ya da ya da öldürmek için emir alır. Gökkuşağının altında ışık saçan iki daire vardır. Ayrıca 14-18 kadar yıldız bulunur. Merdivenin üst kısmındaysa beyaz renkle yedi dağ kızı resmedilmiştir. Bu kızlar eğer ruh erkekse onu uzaklaştırmada kama yardım ederler. Kız figürlerinin yanında iki kuş tasviri vardır. Kam bu iki kuşla göğe yükselir. Davulda bundan başka kırmızı renkte at, süvari ve keçi bulunur. Kızıl at üzerindeki Kızıl süvari, erliklerden biri olan Kızıl adakların basında gider. Beyaz renkle çizilen beyaz at üzerindeki atlı Kuday´a gider. Davulun ortasındaki üç çizgi bu dünya ile öte dünyayı ayıran bir tabakadır. Davulun alt tarafında, kutsal koyunları himaye eden kurbağa resmi vardır. Ayrıca on sıradağın ardında, kara ve altın denizin kıyısında yaşayan hayvanları sulamak için altın oluğu ve at bağlamak için altın direkleri bulunan Erlik Han ´ ın kötü ruhları yargıladığı yere götüren yılan ve kertenkelenin resmi yer alır. Bu deniz doğudadır, kurbağa, yılan ve kertenkele, koyunlara dokunmak isteyen kötü ruhları korkutur. Aynı şekilde su iyelerini temsil eden iki balık tasvir edilir. Balıkların iç hastalıkları iyileştirdiğine inanılır. Eğer kam kötü ruhlardan daha güçlüyse onları dağ ruhlarının Haninin yaşadığı dokuz denizin sonuna kadar sürebilir, eğer kam zayıfsa, yolun yarısından döner ve balık hastayı yeniden alt eder. Bunun dışında davulun üzerinde kötü ruhların yaklaştığını kama haber veren kara ve ala renkli iki köpek resmi vardır. 

Davulun alt tarafında yedi at ve yedi insan tasvir edilir. Bunlar Erlik Han ´ ın hizmetçileridir. Bütün kötülükler yeraltı dünyasında yasayan Erlik Han´dan kaynaklanır. Davulda yine kırmızı renkle kama kamla mayi öğreten kam resmedilmiştir. Öldükten sonra kaynayan denize doğru gittiği düşünülen kam tasvirinin uyuz hastalığını tedavi ettiğine inanılır. Davuldaki tavşan resmi, kamın aletlerinin koruyucusunu simgeler. 

Davulun üzerinde "meme" diye adlandırılan altı kabartı vardır. Bunlar kamın aletlerinin koruyucusu sayılan ruhu besleyip koruma işlevini üstlenir. 

Bir önemli öğe de tokmaktır. Tokmak, ya tavşan derisiyle kaplanarak söğüt dalından; ya geyik kemiği ya da boynuzu ya da kayın ağacından yapılır. Tokmağın sapına hastaya gelen kötü ruhları kovmak için kamçı görevi üstlenen bez ve deri parçaları yapıştırılır. 

Şamanlar ayin yapmak için davul kullanırlar; fakat zaman zaman bunun yerini kopuzun aldığı da görülmüştür. 11.yüzyıl tarihçilerinden Gardizi, eski Yenisey Kırgızları ´ nın Şaman ayinlerinde saz çaldıklarını söyler. Eski Oğuzlarda, İslam ´ ın kabulünden sonra Şaman geleneklerini sürdüren ozanlar kopuzu kutsal saymışlardır. Sözgelimi, Dede Korkut her öykünün sonunda kopuzuyla gelir, ad verirken, dua (alkış) ederken kopuz çalar. 

Şaman davulunun asıl kısmı olan ağaç ve demir parçalar asla değiştirilmez. Derisiyse değiştirilebilir. Biri ölen evde bulunan davul, Erlik´in elçisi Aldaçi´nin yaklaşmasıyla kirlenmiş ve kuvvetini kaybetmiş sayılır. Kirlenmiş ve kuvvetini kaybetmiş davulların derisi derhal değiştirilir. Tedbirli davranmak isteyen Şamanlar ve ev sahipleri, hastanın öleceği anlaşıldığı zaman Şamana ait eşyaları evden çıkarırlar. 

Her davul Şamanın ölümünden sonra ormana götürülüp parçalanır ve bir ağacın dalına asılır. Şamanın ölüsü de bu ağacın dibine gömülür. 


Şaman Giysisi


Şaman için davuldan daha önemli bir şey varsa o da Şaman giysisidir. Geleneğe uygun bir elbise hazırlamanın zor geldiği kamlar, ruhların özel izinleriyle birkaç yıl cübbesiz ayin yaparlar. Fakat cübbesiz kamlar kötü ruhlara karşı fazla cesaret gösteremezler. Bunun için kamlar ne yapıp edip Şaman kıyafeti edinirler. Şaman, cübbe ve davulunu kendi arzu ve isteğiyle değil, hizmetinde bulunduğu ruhun emir ve ilhamına göre yaptırır. Cübbe ve davulun nitelikleri ve biçimi, süsleri bütün ayrıntılarıyla bu ruh tarafından belirlenir. Ruhun istediklerinden en ufak biri bile eksik kalsa cübbe ve davul ayin yapmaya yaramaz. Giysi hazırlandıktan sonra özel bir törenle ruhların beğenisine sunulur. 

Şaman cübbesi gelenek olarak otuz parçadan yapılmış sayılsa da gerçekte altmışa yakın çok çeşitli parçaya sahiptir. Cübbenin asıl kısmı maral ya da beyaz koyun derisinden yapılan ceketten ibarettir. başka parçalar bu cekete dikilir. Bu parçalar Şamanların ruhlar dünyasında bulunduğunu düşündüğü varlıkların sembolleridir. Sözgelimi cübbenin yakasından sallanan dokuz küçük kukla Ülgen´in dokuz kızını, küçücük cübbeler onların elbiselerini temsil eder. Kötü ruhlarla mücadelede kullandığı "manevi" yayın ve diğer silahların sembolleri, küçücük yay ve çıngıraklardır.Kötü ruhların fısıltılarını dinlemek için kulak, ay, güneş yıldızlar, Erlik dünyasında yaşayan kurbağalar, yılanlar cübbede tasvir edilir. 

Şamanın cübbesiyle birlikte külahı (börk)da hazırlanır. Külahın esas kısmı üç karış uzunluğunda kırmızı kumaştan olur, etrafına da üç tane düğme konur. Astarı kaba ve adi kumaştandır. Külahın üç yerine vaşak derisi dikilir; bunlardan biri göz, biri alın ortası biri de ense hizasına konur. Böylece Külahın üç kısmı olur ki buna "üç üyelüü kuspörük" (üç boğumlu kuskülah) denir.Göz üzerindeki kısma türlü türlü boncuklardan diziler konur. Her dizide beş boncuk ve ucunda bir yılan başı bulunur. Dizilerin sayısı 5,9 ya da 16 olabilir. 

Günümüzde Şamanizm ve Diğer Dinlere Etkileri


Kitaplı dinler olarak kabul edilen dinlerin hiçbiri eski yerel inanışların etkisinden kendilerini arındırabilmiş değil.Dünyanın her yerindeki Hıristiyanlığın ya da Müslümanlığın farklı olmasının en önemli nedenlerinden biri eski inanışların bu dinlere eklenmiş olması. 

İslam dinini kabul etmiş Türkler için de bu durum geçerliliğini korumakta.Türklerin inanışlarında bugün bile Şaman geleneğinin izlerini görmek olası. Müslüman olan Oğuzlar, Dede Korkut öykülerinden anlaşıldığına göre Şaman geleneklerini korumuşlardı. Matem töreninde ölünün bindiği atin kuyruğunu keserek kurban etmek, ağacı kutlu saymak gibi gelenekler bunlardandır. Ayrıca uzun ömürlü olması, daha önce ölen çocuklar gibi ölmemesi için çocuklara Yasar, Durmuş, Duran,Satılmış, Sati gibi isimlerin konması, türbelere adak adanması, dilek ağaçlarına çaput (bez parçası) bağlanması gibi adetler bu kapsamda değerlendirilir. 

Şamanizm günümüzde Türkler ve diğer Orta Asya halklarının hayatını değişik oranlarda etkilemeye devam etmekle birlikte halen Orta Asya ´ da başlı başına bir din olarak devam etmektedir. Tatarların bir kısmı Özellikle Hakasya Türklerinin hemen hemen tamamen Şamanisttir. Günümüzde Rusya, Moğolistan, Tacikistan,Kazakistan gibi ülkelerde Şamanist topluluklara rastlanmaktadır. Sayıları gittikçe azalmakla birlikte günümüzde yaklaşık olarak 650.000 kadar taraftarı olduğu tahmin edilmektedir.

VOODOO (VUDU) DİNİ


Voodoo(Vudu) Dini

Voodoo, müritleri için "korku"nun ve "zafer"in iç içe girdiği bir yaşam tarzı... Afrika´nın Benin Cumhuriyeti´nde konuşulan bir etnik dil olan "Fon" dilinde "voo" içe bakış, "doo" ise "bilinmeyen" anlamına geliyor. Voodooistler Tanrı "Djo"ya inanıyorlar. "Evrensel nefesin efendisi" olan Tanrı Djo, dolaysız olarak insanların kaderiyle ilgilenemeyecek kadar büyük bir varlık... Bu nedenle her insan, Voodoo dininde, potansiyel bir hayvandan farksız olarak dünyaya geliyor. Başlangıçta, her insana rehber olarak bir ruh, yani "loa" veriliyor. Böylece, potansiyel olarak hayvandan farksız olan "insan", "ruhsal bir varlığa" dönüşüyor. Bu ruhsal varlık "birer küçük melek" olan üç ruhsal parçadan oluşuyor. İnsanın yaşamı boyunca bu ruhsal parçalarını kendi iradesiyle geliştirmesi ve mükemmelleştirmesi gerekiyor. Böylece "savunmasız" bir yaratık olan insanın yeniden "tanrı"ya dönmesi sağlanıyor. Voodoo dini, animist inançlarla da yakından ilişkili... Nitekim başlangıçta "birer küçük melek" olan üç ruhsal parça, tapınaklardaki özel odalarda, kilden yapılmış kavanozlar içine konuluyor. Amaç, onları kötü ruhlardan, büyücülerden korumak... Kişi öldüğünde, bu kavanoz kırılıyor ve serbest kalan ruh parçaları, cansız bedenin etrafında yedi gün boyunca dolaşıyor. Voodoo dini, tektanrılı dinlerin aksine, ruhun fiziksel olarak tekrar dirileceğine inanmıyor. Ama, ruhun bedenden ayrılıp yeni bir serüvene başladığını kabul ediyor. Ruhun bedenden ayrılma işlemi ise, ölümün üstünden 7 gün geçtikten sonra yapılan"asıl ölüm ayini" ile gerçekleştiriliyor. Bu ayinin sonunda bedenden ayrılan ruh, suların altında yaşamaya gidiyor. Derinliklerde bir yıl bir gün kalan ruh, daha sonra "Wete Mo Nan Dlo" töreni sırasında yeniden geri çağrılıyor ve bir kavanoza konup ormana bırakılıyor. 16. yeniden doğuştan sonra ise bu ruh, Tanrı Djo ile birleşiyor ve her yeni doğan insana rehber olarak verilen "loa"ları üretiyor. Böylece voodooistler, ölümle sadece tanrılarına hizmet etmekle kalmıyor, onun yeniden doğmasını da sağlıyorlar. Tabii, böyle bir dini anlayışta, ölüm bir "son" değil, tam aksine "kutsal" bir göreve dönüşüyor. Voodoo dini, Afrika´nın batı sahillerindeki Benin (eski Dahomey), Nijerya ve Kongo bölgelerinde yaygın bir dinken, nasıl oluyor da 20. yüzyılda Karaibler´de, Amerika´nın kuzey sahillerinde ve Kanada´da ortaya çıkıveriyor ve giderek Haiti´nin resmi, ulusal dini haline geliyor 

Bunu anlamak için 500 yıl kadar geriye, Batı ve Orta Afrika´nın günlük yaşamına kadar gitmek gerekiyor... O çağlarda bazı kabileler, kendilerini temiz tutabilmek için, belirli zamanlarda binlerce kabile üyesini zehirleyerek kurban ediyordu. Bu, temel olarak belirli bir nüfus planlaması gereğiydi ama, Goa adasında demir alan ilk köle gemileri bu geleneğe daha temiz ve karlı bir yol getirmişti... Tarihler 1503 yılını gösterdiğinde, Atlantik Okyanusu´nu aşan bu gemiler, o zamanlar adı San Domingo adası olan Haiti´ye ulaştılar. Köle ticareti böylesine karlı bir hale gelmişti ama, siyahi Afrikalıları köleliğe ikna etmek pek de kolay olmuyordu... İşte tam bu sırada "Zombi"ler de ortaya çıktı... 18. yüzyıla gelindiğinde, Haiti adasındaki köle sayısı 400 bini geçmişti. Başını Dahomey Kraliyet Ailesi´nin çektiği bu köle ticareti sonucu, büyük Afrika krallıkları bir bir yıkılmış, ve kıtanın nüfusu hızla azalmaya başlamıştı. Ancak, köle olarak satılan Afrikalıların çoğu zehir ve zombiler hakkında çok şey biliyordu ve tüm bu bilgileri kendileriyle birlikte Yeni Dünya´ya taşıyorlardı... Haiti´ye getirilen bu köleler arasında "Fon" ve "Yoruba" kökenli Voodoo inanışları da hızla yayılmaya başlamıştı. Bu Afrika dini, farklı dil ve inançlardaki Afrika´lıları birbirine bağlamakla kalmıyor, aynı zamanda bağımsızlık hareketinin de "motoru" haline geliyordu. Afrikalı köleler giderek "Ougan" denen şeflerin etrafında gizli cemiyetler biçiminde örgütleniyorlardı. 

Gizli cemiyetler, Batı Afrika´nın en önemli sosyal gücüydü. Kölelerin gözetim olmaksızın toplanmasına izin vermeyen acımasız sömürge sahiplerine karşı direniş başlatabilmek için gizliliği de sağlamaları gerekiyordu. Bu nedenle, gizli şifreler, değişik el işaretleri geliştirdiler. Köle´ye talep arttıkça, sıradan Afrika´lıların yanı sıra iyi eğitim görmüş Afrika soyluları da bu kalabalığa eklendi. Bunlar, Arap öğretmeler tarafından askeri disiplin, tıp, büyü ve fizik konularında eğitim görmüş kişilerdi. Sonuçta da, eğitimli köleler içlerinden ayaklanma liderleri, gizli cemiyet başkanları ve Voodoo büyücüleri çıkardılar. Ne var ki, 1985 yılında, zencilerin bu faaliyetlerinden kuşkulanan beyazlar, "zenci toplantılarını ve danslarını" yasaklamakla kalmamış, "davul çalınmasını"da suç olarak kabul etmişlerdi. Köleler, batı ordularında görülen liderlerle kıyaslanabilecek güçlü kişilikler çıkaramadılar ama, bu ordular karşısında yenilmelerinin asıl nedeni başka bir unsurun yokluğuydu: Zehir... Ancak, Fransız Devrimi´nin dünyaya yaydığı bağımsızlık rüzgarları, bir süre sonra Haiti´de de ağırlığını hissettirmeye başlamıştı. Köleler önce şef Haalaou´nun önderliğinde isyan bayrağını açtılar. Haalaou, savaşa giderken kolunun altında beyaz bir tavuk taşıyor ve bu tavuğun ona tanrının isteklerini ilettiğini söylüyordu. Haalaou´nun öldürülmesinden sonra isyanın bayrağını devralan Toussaint Louverture´e de halk arasında "Siyah Spartaküs" adı takılmıştı... Kuşkusuz bu ayaklanmaların sonunda, Haiti hemen bağımsızlığını kazanamadı ama, beyazlar da önemli ödünler vermek zorunda kaldılar... Örneğin, köleler katolik kiliselerinde vaftiz olmaya hak kazanmışlardı. Bir köle için vaftiz olmak, günlük eziyetlerden az da olsa uzak bir hayat anlamına geliyordu. Kölelerin birçoğu vaftiz olmanın kendilerine rahibinkine benzer güçler kazandıracağını sanıyordu ve bunun için de vaftiz kuyruğuna giriyorlardı. Ancak, kısa sürede Fransızca´yı Batı Afrika dilinin kesik ritimlerine uyarlayan köleler, Katolik dinini isyan dinleri olan Voodoo ile özdeşleştirmekte gecikmediler. Örneğin, cennetin anahtarını elinde tutan Aziz Petrus´u Voodoo dininin "Legba"sı olarak kabul edip, her Voodoo ayininin başında onu çağırıyorlardı. "Syncretism" denilen ve "farklı din sistemlerinden alınan parçaların birleştirilmesi" demek olan bu uygulama, aslında maske takmaktan farksızdı ve köleler, geçerli olan bir dinin örtüsü altında kendi dinlerinin kurallarını uygulamayı sürdürüyorlardı. 

Voodoo dini özellikle 1915-1934 yılları arasında adayı işgal eden Amerikan Deniz Piyadeleri döneminde kanlı bir baskı altına alınmıştı. Bu dönemde binlerce Voodooist, Amerikan askerleriyle işbirliği yapan yerli şefler tarafından öldürüldü. Voodoo dini ancak, 1957 yılında iktidara gelen Diktatör Duvalier döneminde yeniden soluk almaya başladı. Bu din Duvailer döneminde kağıt üzerinde yasaktı ama, diktatör, halkı baskı altında tutmak için Voodoo liderleriyle işbirliği yapıyordu. 1986 yılında Duvalier´in devrilmesinden sonra, iş başına geçen rejim Voodoo şeflerinin etkinliğini azaltmak için bu dini resmen yasallaştırma yoluna gitti.Ancak, arka planda "Bizango" adıyla örgütlenen gizli cemiyetler, bu dinin "resmi olmayan"kimliğini hala kontrol altında tutuyor ve sürdürüyorlar. Haitililer´in dedikleri gibi, bugün ülkenin yüzde 85´i Katolik ise, yüzde 110´u da Voodoo dini mensubu... 

Günümüzde 2004 yılında Bağımsızlığının 200. yılını kutlayan 8 milyon nüfuslu Haiti´de Vodoo resmi din oldu. Başta Benin olmak üzere Güney Amerika´da mensupları bu 

BAZI VODOO İNANÇ UYGULAMA VE BÜYÜLERİ

GELENEKSEL YÖNTEMLERLE BİR "ZOMBİ" YAPMAK

MALZEME 

Bir yıldırımtaşı... Bu, yıldırım çarpması sonucu bir tepeden kopmuş ve bir yıl bir gün bekledikten sonra bir "houngan" tarafından dokunulmuş bir taş olmalı. (Eğer bu bulunamazsa, Kolomb öncesi dönemlerde Sarawak kızılderililerinin yaptığı bir balta sapı.) 
Bir adet insan kafatası ve çeşitli kemikler. 
Sebze yağı 
İki adet mavi agamont kertenkelesi 
Büyük bir kurbağa, (Bufo marinus)
Bir deniz yılanı (Polychaete solucanı)
Gülibrişim filizi 
Bir çeşit ısırgan 
İki adet (dişi olursa iyi olur) kirpi balığı, (Spheroeroides testudineus) 
Tarantula, kırkayak ve beyaz ağaç kurbağası. 

HAZIRLAMA 

Zehir ya da "coup poudre", dişi kirpi balığının bol miktarda tetrodotoksin içerdiği Haziran ayında hazırlanmalı... Denizyılanı kurbağanın bacağına bağlanır ve bir kavanoza koyup gömülür. Kurbağa öfkeden ölür ve böylece zehirin yoğunluğu artar. Kafatası ile yıldırımtaşı, okunmuş yağ ile birlikte ateşe konur ve kararana dek yakılır. Tarifteki bütün hayvanlar kızartılır ve pişirilmemiş sebzelerle birlikte bir havanda ezilir. İnsan kemikleri yontulup sıyrılarak bu karışıma eklenir. Karışım ezilerek toz haline getirilir ve bir kavanoza konularak (tercihen kullanılan insan iskeleti ile birlikte bir tabutun içine koyarak) üç gün gömülü tutulur. 

"Coup poudre" artık hazırdır...Seçilen kurbanın kapısının eşiğine bir haç şeklinde serpilmesi gerekir. Daha kesin bir yol ise, karışımı kişinin arkasına ya da ayakkabısına dökmektir. Kurbanınız o anda bir ölüden farksız olarak yere yıkılacaktır... Kurban gömülüp cenazeye gelenler dağıldığında, gece olması beklenir ve karanlıkta mezara gidilir. Davul çalarken ölen kişinin adı söylenir. Tabutun gömülü olduğu yer kazılır. Ceset, hemen cevap verecektir. 

Şimdi, kurbanın biraz dövülmesi gerekecektir. Zombi, çok sakin bir yapıda olsa da, kabaca uyandırıldığı için aniden çıldırabilir. Ayrıca, kurbanın kontrolünü tamamen ele geçirmek için, "ti bon ange"sinin, yani kişisel ruhu ya da iradesinin hiçbir zaman onun vücuduna geri dönmeyeceği anlatılmalıdır... Dövme sırasında bazı "houngan"lar, "ti bon ange"yi cam bir kavanozun içinde alı koyabilirler. Aynı kavanoza bir böcek koyulması, kurbanın acısını daha da arttırır. Daha sonra zombi bir haçın altına getirilir ve yeni bir isimle -tercihen onu aşağılayan- vaftiz edilir. OOna zorla tatlıpatates püresi, böğürtlen şurubu ve "Datura stramonium" (Zombi salatalığı-Tatula) yedirilir. En sonuncusu, sanrılara neden olan ilaçların en kötülerinden biridir. Böylece, zihin karıştırma işlemi tamamlanmış ve zombi tamamen itaatkar hale gelmiş olur. Tatula, ruhsal çılgınlığa neden olduğu gibi, "atropin" de (hekimlikte de kullanılan bir uyarıcı madde) içerir. Bu madde tetrodotoksinin tek bilinen panzehiridir. Zombi artık işe gitmeye hazırdır. Günde ona sadece bir öğün yemek yedirilir ve asla tuz verilmez. 

VOODOO TÖRENLERİNDEKİ TRANS, DANS ve RUHLAR...

Voodoo´da iyi ve kötü hep yan yana bulunuyor. Ancak, bunların birbirinden iyi ayırt edilmesi, birine ulaşmak için diğerini uzaklaştırmak gerekiyor. "Houngan" ya da "mambo"nun (eğer dişiyse) ruhsal bilgisi, ahlaki yönden bozuk doğaları düzeltiyor ve dengeyi sağlıyor. Bu doğrudan karşılaşma ise seremoni şeklinde yapılıyor. Voodoo ayinlerinin bazen doğaya hakaret eder bir tarzda olmasının nedeni de bu... Tıpkı, yenmesi güç buğdayın ezilerek, ekmek yapılacak un haline getirilmesi gibi. Bir voodooist için horozun başını koparmak, gerçek yüzü ortaya çıkarmak için maskenin çıkarılması ile aynı anlama geliyor. Voodoo seremonisinin sonundaki şarkı söyleme ve dans etme, bilerek doğallıktan çıkarılıyor, hatta çirkin bir hale getiriliyor. Başlangıçta, ritimler dinleyicileri transa geçmeye ve günlük kişiliklerinden kurtulmaya hazırlayacak şekilde ayarlanıyor.Ancak, gerçek sahip olma (possession) başladığında, davul, aynı kızgın bir gücün ani saldırısı gibi, son derece ritimsiz ve kontrapuantal bir şekilde çalmaya başlıyor... 

Ritim bozulduğunda, yeni üyelerden biri veya daha fazlası ya da "hounsis", transı andıran bir şekilde dans edenlerden ayrılıp sallanarak doğal olmayan hareketler yapmaya başlıyor. Voodooistler bu durumu, "üzerine binilme" olarak açıklıyorlar; tıpkı, bir atın binicisi tarafından ele geçirilmesi gibi... Örneğin, eğer o ruh "Ogou Feray", yani ateşle ilgili bir savaşçı ruhuysa, kişi sıcak kömürleri eline atıp ağzına atabilir. Bu durum sona erdiğinde, üyeler gittikçe daralan daireler halinde dansa devam ederler ve en sonunda yere düşer ve bayılırlar. Bayılanlar, iyileştirilmek üzere tapınağın ana bölümünden dışarı götürülürler... Tüm bunlar, gecenin asıl gösterisinden önceki küçük bir gösteri (seremoniler her zaman karanlıkta yapılıyor) olarak yapılır. Bu, teker teker birkaç "loa" tarafından binilecek olan "houngan" ya da "mambo"nun törenidir. Bu olay sona erdiğinde, ruh toplananlara uyarılarda ve önerilerde bulunur. 

Bazen, öbür taraftan gelen mesajlar, orada toplanan kişilerin sorularına cevap niteliği taşır; konular, ev inşasından ürünlerin ekilmesine kadar geniş bir yelpazeye yayılabilir. Ancak voodoo takvimi, yapılması gereken özel ayinlerle de dolu oluyor; örneğin, ruhların ıstırap yerinden kurtarılması gibi...Bu da bittikten sonra, dans ve rom içilmesi gün ışıyana kadar devam ediyor... 

WOODOO BÜYÜLERİ 

İŞ KONUSUNDA NASIL ŞANS ELDE EDECEKSİNİZ 

BİRİNCİ BÜYÜ : Kırmızı bir soğanın ortasına bir delik açıp içine sülfür doldurun. Bir naylon poşetle sarıp cebinize koyun ve iş görüşmesi sırasında tam siz konuşurken cebinizdeki soğanı sıkın. Artık iş sizindir. 

İkinci Büyü : Görüşmeye gitmeden önce bir mendilin içine üç tuz tanesi koyup cebinize yerleştirin. İşyerine vardığınızda yalnız kalana dek bekleyin veya sizinle görüşecek kişinin ilgisini başka bir yöne çekin ve tuzu odanın kuzey köşesine fırlatın. Üç gün içinde iş sizin olacak. 

MÜŞTERİLERİ NASIL İKNA EDECEKSİNİZ 

Birinci Büyü :Sabahın erken saatlerinde kalkıp Aziz Peter adına beyaz bir mum yaktıktan sonra, biraz maydanoz ve kekik alın, ve bu otları karıştıraraktan işyerinizin etrafında bir tur dönün (başladığınız nokta işyerinizin önü olmalı) daha sonra yine otları bir yandan karıştırarak işyerinizin etrafında geri geri bir tur atıp tekrar başladığınız noktaya dönün. Daha sonra bu yeşil karışımı tam işyerinizin önünde yakın. Bütün bunlar müşterilerinizi ikna edecektir. 

İkinci Büyü :Bu ayin işyerinizden çok evinizde yapılırsa başarıya ulaşır: Sabahın erken saatlerinde kalkın ve tütsülenmiş sülfür ve şeker karışımını yakın. Güneş doğarken Doğuya bakın ve müşterilerinizin ikna olması için yalvarın. 

Üçüncü Büyü: Mezarlığa gidin ve dokuz avuç dolusu pislik toplayın. Eve dönün, ve bu pislikleri kükürt, sülfür, kırmızı biber ve tuzla karıştırın. Bu karışımı yakın ve müşterilerinizin ikna olması için yalvarın. 

GARANTİLİ BARIŞ VE MUTLULUK NASIL SAĞLANIR 

Birinci Büyü :Toz halinde ejderha kanını* alıp şeker ve tuzla bir kutu ya da bir şişede karıştırın. Üstünü kapatın ve saklayın. Kimse onu bulmadıkça huzur ve barış sizinle olacak. *ağaç veya meyvadan çıkan koyu kırmızı bir cins sakız. 

İkinci Büyü :Evinizde daima beyaz mumlar yakın. 

BİR DAVA NASIL KAZANILIR 

Diyelim ki Jüri on iki kişiden oluşuyor. İki kağıt parçası alıp altı jüri üyesinin ismini birine, kalan altı jüri üyesini de diğer kağıt parçasına yazın. Bu kağıt parçalarını katlayın ve ayakkabınızın içine koyup davaya öyle gidin. Jüri sizin lehinize karar verecek. 

BİR ERKEĞİ NASIL ETKİLERSİNİZ 

Birinci Büyü : O kişinin bir tutam saçını ele geçirip küçük bir giysi parçasının içine sardıktan sonra ayakkabınızın dibine yerleştirin. Size kendi ayaklarıyla gelecek. 

İkinci Büyü :Portakal suyu, gül suyu ve baldan oluşan bir karışım yapın. Dokuz küp şeker alın ve bu şekerlerin her birine önce onunkini sonra da kendi isminizi yazıp bir önceki yaptığınız karışıma ekleyin (bu eklemeden sonra ortaya çıkan karışım sulu olmamalıdır.) Son olarak her gün pembe bir mumu bitene dek bu karışımın içinde yakın. Bu sonuncu işlemi dokuz gün boyunca yapmalısınız. 

Üçüncü Büyü :Koltukaltı ve kasık bölgenizden biraz tüy elde edin ve bunu taze kahveyle karıştırın. Bu karışımı azar azar dökerek şekerli bir kahve hazırlayın ve ona bunu içirin. Size aşık olacak! 

HERHANGİ BİR İNSANI NASIL ETKİLERSİNİZ 

Ayağınızın derisi yumuşayana kadar sıcak suyla yıkayın. Ayağınızdan biraz deri kopartın ve bunları ısıtarak kurutun sonra da toz haline getirin. Etkilemek istediğiniz kişinin içeceği herhangi birşeye bu tozu karıştırırsanız peşinizden ayrılmayacaktır. 


BİR ERKEĞİ NASIL KENDİNİZE BAĞLARSINIZ 

Birinci Büyü : Uyurken ökçesinden biraz deri kazıyabilirseniz bu deriyi kapı eşiğinde yakın. Sizden ayrılamayacaktır. 

İkinci Büyü: Sıkça kullandığınız kemerlerinizden birini alıp bir ağaca bağlayın. Bu ağacın çok yakında olmasına özen gösterin çünkü kocanızın/sevgilinizin ilgisi bu kemerin bağlı olduğu yerin etrafında sınırlanacaktır. 

Üçüncü Büyü: Sol koltuk altınızdan ve kasığınızın sağından keseceğiniz biraz tüyü yakın ve bunu yaparken kocanızın ya da sevgilinizin size bağlı kalması için yalvarın. Sonra bu yaktığınız tüylerden geri kalan külleri iyice dövüp toz haline getirin ve onun yemeğine karıştırın. 

BİR KADINI NASIL KENDİNİZE BAĞLARSINIZ 

Kadının sütyeninden ya da kombinezonundan şerit şeklinde bir parça kumaş ele geçirin. Bu kumaşa dokuz gece boyunca her gece bir düğüm atın ve cebinizde taşıyın, böylece onu da kendinize düğümlemiş olursunuz. 


SEVDİĞİNİZ KİŞİYİ GERİ KAZANMAK İÇİN NE YAPMALISINIZ 

Birinci Büyü: Onun bir resmini alın ve dört raptiye ile karyolanızın başucuna asın. Öyle ki resimdeki yüz karyolanın içinden uyuyan kişiye, yani size bakıyor olsun. Bu onun aklından hiç çıkmamanızı sağlayacak. 

İkinci Büyü : Onun bir fotoğrafını alıp bir sehpanın üzerine baş-aşağı gelecek şekilde koyduktan sonra, bu resmin üzerinde sabah ve akşam olmak üzere üçer saat boyunca kırmızı mumlar yakın. Bunu altı gün boyunca sürdürün. Daha sonra resmi düz çevirip bu mum yakma ayinine üç gün daha devam edin. Geri gelecektir. 

Üçüncü Büyü : Onun bir fotoğrafını alıp içinde su olan küçük bir bardağın üzerine koyduktan sonra bu bardağı yatağınızın altına yerleştirin. Bu onu sizin yatağınıza çekecektir. 

Dördüncü Büyü : Günbatımından sonra o kişinin ismini dört kağıt parçasınada yazarak evinizin dört köşesine yerleştirin. Yatmadan önce kağıtları toplayın ve yastığınızın altına koyun. Sekiz gece boyunca her gece, onun ismini bu dört köşede bulunan dört kağıda yazın ve onlarla beraber uyuyun. Geri gelecektir

KİMBANGUİZM-METEDİSTLİ-GNOSTİSİZM

Kimbanguizm

Kimbanguculuk Zaireli Simon Kimbangu (S.Kimbangu 1889 Nkamba (günümüzde Mbunza-Ngungu) ´ da doğdu.1951 ´ de Elisabethville ( günümüzde Lubumbashi) ´ de öldü) tarafından Zaire ´ de (Kongo) kuruldu. Kimbanguizm İsa ´ nın Yeryüzü Kilisesi adıyla da tanınır.

Kimbanguculuk ; Hristiyanlık ´ tan kaynak bulan (ayrılan) ve sömürge halkların siyasetle dini birleştirerek inisiyatifi yeniden ele alma girişimi olarakta değerlendirilebilinen Mesihi bir dini akımdır.

Kimbangu kendini Kitabı Mukaddes ´ teki büyük peygamberlerin izleyicisi ilan etti. Belçika sömürge yönetimince atıldığı hapishanede ölünce,İsa ile aynı acıları çekenbir din şehidi mertebesine yükseltildi. Böylece olay, beyaz düzenin yıkılıp zengin ve adil bir devletin kurulacağı vaadiyle siyasi bir boyut kazandı. Büyük bir güç kazanan hareket, bağımsızlıktan sonra bir Kilise kurdu ve muhalif niteliğini kaybederek Zaire ´ de iktidara geldi.


Günümüzde Kimbanguizm

1969 ´ da Kiliseler Konseyi ´ nde temsil edilen Kimbanguculuk, günümüzde gittikçe bağımsız hareket etmeye başlayan ve tamamına yakını Zaire ´ de yaşayan 3.000.000 ´ a yakın taraftar sayısıyla etkili yeni bir dini akımdır.

Metodistlik

Metodistlik 18.yüzyılda John Wesley (öl.1791) in öğretileri neticesinde ortaya çıkmış bir dini hareket mezheptir. John Wesley, kardeşi Charles ve arkadaşları George Whitefield , Anglikan Kilisesi bünyesinde , Oxford Üniversitesi nde bir manevi hayatı vaz ederek dini bir uyanışı başlattılar. Bunlar, dua ve oruçlarında yeni bir yol tutmaları , Oxford hapishanesindeki tutukluları düzenli olarak ziyaret etmeleri, yoksul çocukların eğitim ve öğretimlerini üstlenmeleri , dini günlerde ve benzeri şeylerde metodik bir düzen takip etmelerinden dolayı Metodistler diye adlandırıldılar. Metodistler küçük aktif bir grup olarak başladılar, fakat devamlı arttılar. İngiltere Kilisesi (Anglikan) mensubu olmalarına rağmen Wesley kardeşler, heyecanlarından dolayı, ibadet yerlerinden kovuldular.

Amerika da bir Metodist piskoposluk kuruldu. İngiltere de Metodistler arasında bölünmeler ve farklılaşmalar oldu. 1932 yılında Britanya Metodist Kilisesi ni ortaya çıkaran ilk birleşme , 1917 yılındadır. Ayrıca bağımsız Metodist gruplarda bulunmaktadır.

1936 yılında Metodist İnanç ve İbadetleriyle ilgili bir kitap hazırlandı. Bu kitapta ; sabah duası, teslis inancı, kısa dualar, komünyon ayini, ergenlik ve çocukluk vaftizinin su serpilerek yapılış şekli, çocuk doğuran annenin tebrik edilmesi, yeni taraftarlar için rehberlik kuralları ve benzeri hususlar yer alır.

Günümüzde dünyada, çoğunluğu Britanya da olmak üzere Metodist lerin toplam sayısı 25 30 milyon kadardır. 

Gnostisizm

Hıristiyanlıkta bir akım. Bilinircilik de denir. Yunanca gnostikos (bilgiye sahip insan) sözcüğünden türetilmiştir. Tanrısal, mutlak bilgiye bir anlık aydınlanmayla, sezgiyle ulaşılabileceğini ileri süren bir dinsel akım. İlk çağ Yunan felsefesi ile Hıristiyan dininin görüşlerini kaynaştırmaya çalışan, felsefeciler tarafından milatttan sonra I. ve II. Y.y´ larda oluşturulmuştur.

Bu akımın savunucuları, dinlerin mutlak bilgiyi sağlamada yetersiz oldukları görüşündedirler. Bu nedenle de Hıristiyanlar tarafından sapık bir tarikat olarak görülürler. Çünkü onlar için saltık bilgi, dinsel bilgilerin çok üstünde bulunan kurgusal bilgilerdir. İsa´ nın Tanrı´ nın oğlu olduğu, doğduğu ve büyüdüğü, çarmıha gerildiği ve bunun gibi Hıristiyan inaklarını (dogmalarını) yadsırlar. Onlar için İsa düpedüz insandır.

Gnostisizmi savunan felsefeciler gerçekte de dar bir tarikat yaşamı sürdürürler ve çileciliği savunurlar. Temel inanç esasları ve ibadet şekillerinde gnostizmin hakim olduğu dinlerde bulunmaktadır. Bunlar; Sabiilik, Manihezim ve Hermetisizm´ dir.

Gnostismin başlangıcı konusunda bir çok görüş ileri sürülür. Başta çeşitli kilise babaları olmak üzere, bir çok Hıristiyan yazar gnostisizmi Hıristiyanlık içerisinden kaynaklanan bir heretic olarak değerlendirmiş ve Simon Magus´u bütün sapkınların babası olarak görmüşlerdir. Ancak gnostisizm hıristiyanlık öncesi dönemlerden itibaren var olan bir gelenek olması gerçeği görülerek, bu görüş bir çok bilim adamı tarafından eleştirilmiştir.

Gnostisizmin İran, Eski Yunan, Eski Mısır, Babil ya da Yahudilik kaynaklı olabileceği çeşitli teoriler bulunmaktadır. Gnostisizmin temel öğretileri arasında ışık ve karanlık ya da iyilik ve kötülük arasındaki düalizm (ikicilik), maddi evrenin -ve bedenin- kötülüğü, demiurg düşüncesi (bkz sözlük), ruhun ilahi evrene ait olup süfli (bayağı, aşağılık) yeryüzünde beden içerisinde hapishane hayatı sürdüğü kurtuluş için dünyevi olan her şeyden uzaklaşmak ve bunun neticesinde gnosis´e ulaşmaktır. 

CİZVİTLER ( İSA'NIN ARKADAŞLARI)




CİZVİTLER 

( İsa´nın Arkadaşları )

1534 yılında Paris te Loyola lı Ignas (Ignasce de Loyola) tarafından kurulmuş İsa nın arkadaşları adıyla bilinen bir Hıristiyan tarikatıdır. 

Kuruluşunda Filistin e gitmeden önce, İsa nın askerleri olarak fakirlik, iffet, itaad dhdi ile birbirine bağlanan altı öğrenciyi ihtiva etmekteydi. Kudüs e gitmeyi başaramayan bu grup, başka bir grupla tanışarak Venedikte kalmıştır.1537 de Roma ya va zetmek telkinatta bulunmak için gelmişler ve 1540 da Papa II.Paul tarafından tarikatın kuruluşu tasdik edilmiştir. Bu tarikat, üyelerinin sertlikleriyle, askeri karakteriyle ve entelektüel özellikleriyle diğerlerinden ayrılmaktadır. Karşı reform hareketinde önemli rol oynamışlardır. 

Loyolalı Ignas ın tespit ettiği kurallar, halen günümüzde de devam etmektedir. Gruba katılan her Cizvit ; iffetli olmaya, fakir kalmaya, ve baştaki idarecilerin istediği her yere misyoner olarak gitmeye yemin etmektedirler. 

Cizvitler, tarikatın kurulmasından bu yana, bazen iyi karşılanmışlar, bazen takibata uğramışlardır. Daha sonra prestijlerine kavuşmuş ve Hıristiyanlar arasında etkili olmuşlardır. 

Günümüzde Cizvitler 

Bugün dünyanın her yerinde üyeleri bulunmakta ve misyonerlik faaliyetlerini sürdürmektedirler.sayıları, yaklaşık olarak 30 40 bin civarındadır ve 32 koldan faaliyette bulunmaktadırlar.

MARONİLER

Maronîler

İsa da yalnız bir hareket gücü , yalnız bir arzu bulunduğunu kabul eden Doğu Hıristiyanları ndan bir gruptur. Bunlar ,7. yüzyılda Aziz Moran adlı bir ruhani ile önem kazanmış ve 8. yüzyıldan sonra Maronîler adıyla biline gelmişlerdir. Bunlar, daha sonra eski inançlarını terk ederek, Kadıköy Konsili ni kabul ettiklerini açıklayarak Katolikliğe yaklaşmışlar, 1445 de Florensa Konsilinde Katolikliği kabul etmişlerdir. Maronîler, önce komşuları olan ve heretik (sapık) saydıkları Hıristiyan gruplarla; sonra Müslümanlarla çatışmalara girmişlerdir. Önceleri Sünnilere karşı Dürzilerle işbirliği yaparken, sonraları onlarla da kanlı kavgalar yapmışlardır. 

Maronîler Ayinle ilgili kitapları için Arapça yı kabul eder , fakat Süryani harfleriyle yazarlar, ibadetlerde Süryanice yi kullanırlar. Papazların takdisten önce evli olmalarına izin verirler. 


Günümüzde Maronîler 

Dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış olmalarına rağmen, bugün Suriye ve Lübnan daki katolik cemaatini teşkil etmektedirler. Maronîler in sayısı, Suriye ve Lübnan da yaklaşık 400.000 ; Mısırda ise 15.000 civarındadır.

PRESPİTERYENLER




Prespiteryenler

Prespiteryenler: piskoposluğu reddeden İhtiyar Meclisi tarafından yönetilen Kalvinist Sistem Protestanların yer aldığı Reforme Kilise mensuplarına verilen addır. 

Onlar, Presbiteryanizmin havariler tarafından vaaz edilmiş bir sistem olduğunu kabul ederler. Modern Presbiteryan Kilisesi, reformdan etkilenmiş ve dini muhtariyet kazanmıştır. Bu hareket, İsviçre li U. Zwingli (1484 1531) tarafından ortaya atılmış, Fransız J. Kalvin (1509 1564) tarafından da geliştirilmiş ve 1572 yılında Kraliçe Elizabet devrinde de İngiltere ye girmiş, çeşitli tartışmalara yol açmıştır. 

Bu kilise Presbiter diye adlandırılan yaşlılar, kıdemliler tarafından yönetildiği için bu ismi almıştır. 

Disiplin Kitabı nda geçen Kilise düzeninin kurallarını ve yazılı iman ikrarını kabul eden yönetici ihtiyarlarla öğretici ihtiyarlardan (papaz:minister) oluşan mahalli bir heyete ruhani niteliği olmayan bir kimse başkanlık eder. Mahalli heyetlerin üstünde belirli bir bölgede Presbiteri denilen ve piskopos görevi üstlenen bir üst idare merkezi bulunur. Bu merkezi her alt topluluktan seçilmiş birer temsilci ile öğretici ihtiyarlar yürütür. Papaz görevi yapan ihtiyarları seçmekte bu kurulun işidir. Bu Presbiterilerin üzerinde de bir genel meclis bulunur. Bu idare şekli 17. yüzyıl İsviçre Şehir Devlet Sistemi nden örneklenmiş ve değişik ülkelerde de benimsenmiştir. Bir Katolik rahibi olan John Knox (1505 1572) İskoçya da Presbiteryen Kilisesi ni kurmuştur. Daha sonra İrlanda, Galler, İngiliz Dominyonları, Amerika vb. ülkelerde de faaliyetler başlamıştır. İngiltere de Presbiteryenler baskı görmüşlerdir. 


Presbiteryen Kilisesi (New York)

Presbiteryenlerin temel doktrinleri, 1643 1644 yılları arasında İngiltere de Westminster Asamblesi tarafından tespit edilmiş, Westminster İman İkrarı nda açıklanmıştır. Bu, Presbiteryen Kiliseleri nde dogmalar konusunda ihtilaflar bulunmasına rağmen, ayin ve törenlerindeki kolaylık ve sadelik hepsinde aynıdır. Mabedleri gösterişsizdir. İlahiler, Kitab-ı Mukaddes ten alınmaktadır. Tanrı ya dua ve ibadetleri gizli bir şekildedir. Daha çok ilk kiliseleri ve ilk Hıristiyanları taklit etmeye çalışırlar. 

SÜRYANİLİK

SÜRYANİLİK

Antakya Süryani Kilisesi, ilk kurulduğu dönemlerde coğrafi konum itibarıyla Doğu Kilisesi ve Batı Kilisesi olarak iki kola ayrılmıştır. Pers Hükümdarlığı´nın sınırları içinde yaşayan Süryaniler Doğu Kilisesi´ni; Roma İmparatorluğu´nda yaşayanlar ise Batı Kilisesi´ni oluşturuyordu. Ancak bir birlik anlayışı içinde faaliyetlerini yürüten Kilise´nin içinde iki nedenden dolayı anlaşmazlıklar çıktı. 

Bu nedenlerden birincisi, Bizans´ın Doğu halkları üzerindeki baskı uygulamaları ve kendi çıkarına yönelik olarak oynadığı politik oyunlardır. İkincisi ise, kendisi de Süryani kökenli olan İstanbul Patriği Nasturius´un genel kilise anlayışına ters düşen öğretisidir. Bu iki neden Kilise´nin ikiye bölünmesine yol açtı. Bu anlaşmazlıkta Nasturius´un görüşlerini benimseyen Süryaniler, tarihte "Nasturiler" ismiyle anılmaya başlandı. 

1445 yılında Nasturilik´ten kopan ve çeşitli nedenlerden dolayı Papalığa bağlanan Kıbrıs Nasturi Metropoliti Timotheos ve onunla birlikte hareket eden kalabalık kitle, Papa IV. Evgin tarafından "Keldani" adıyla nitelenmiştir. Bu şekilde Nasturilik´ten kopup Katolik inancı benimseyenlerden oluşan bu kilise, "Keldani Kilisesi" olarak adlandırılmıştır. M.S. 451 yılında Süryaniler arasında bir başka bölünme daha ortaya çıkmıştır. Bu tarihte politik, mezhepsel ve yerel sürtüşmelerin artması nedeniyle toplanan Kadıköy Konsili, bu bölünmeye neden olmuştur. 

Bizans İmparatoru Markian´ın yapabileceği baskı ve zulüm uygulamalarından korkup, atalarının iman ilkelerini önemsemeyen ve Kadıköy Konsil´inin bu doğrultuda aldığı kararları benimseyen Süryanilere "Malkoye Melkit" denilmiştir. Bu isim "Kralın Yandaşları" anlamına gelmektedir. Bu topluluk günümüzde Rum Ortodoks adıyla anılmaktadır. 

Malkoye Melkit adı verilen bu topluluk içerisinde M.S. VII. Yüzyıl´da bir bölünme daha yaşanmıştır. Lübnan´daki Mor Marun Manastırı rahipleri Melkit Patriği Maksimus´un savunduğu dinsel teorik görüşle ters düştüler ve "Maronit Patrikliği" adı verilen bağımsız bir patriklik kurdular. Bu Patriklik 13.Yüzyıl´da Papalığa bağlandı. Diğer yandan Rum Ortodoks (Melkit) Kilisesi bireylerinden bir bölümü başka bir anlaşmazlık yüzünden Roma Papalık Kürsüsü´ne bağlandılar. Bu topluluk, 1724 yılında "Rum Katolik" ismiyle, kendilerine ait bir Patriklik Merkezi kurdu. Antakya Süryani Kilisesi, 18. Yüzyıl içerisinde bir bölünmeye daha sahne oldu. 

Episkopos Mihael Carve´nin önderliğini yaptığı bir grup Süryani, Papalığa bağlandı ve "Süryani Katolik" ismi altında bir Patriklik Merkezi kurdu. Bu arada 19. asırda Protestan misyonerlerinin Süryani bireyler arasında yürüttüğü çalışmalar sonucunda bazı Süryanilerin Protestanlığı benimsediği de görülmüştür. 

Antakya Süryani Ortodoks Kilisesi´nin Patriklik Merkezleri 

Süryani Patrikliğinin ilk merkezi Antakya´dır. Mor Petrus (Şemun) tarafından M.S. 37- 43 yılları arasında kuruldu. 518 yılına kadar Antakya´da kalan Patriklik merkezi daha sonra geçici olarak birçok yerlere ve manastırlara taşındı. 969´da Patrik VII. Yuhanna zamanında Malatya´ya yerleşti. 1058´de Özellikle Melkit (Krallığa mensup) Rum Ortodoksların baskı ve saldırılarından dolayı Diyarbakır´a alındı. 

1293 yılına kadar hem Diyarbakır hem de Deyrulzafaran manastırı merkez olarak kullanıldı. 1293 yılında Patrik İğnatiyos Bin Vahip Döneminde Patriklik merkezi sürekli ve resmen Deyrulzafaran´da kaldı. 1932 yılında Humus Metropoliti Efrem Barsavm Patrik olunca Suriye´nin Humus şehrine taşıdı. 1959´da Patrik İğnatıyos III. Yakup Patriklik merkezini Suriye´nin başkenti Şam´a aldı. Bugün Antakya Süryani Ortodoks Kilisesinin Patriklik merkezi hala Şam´dadır. 

Süryani Ortodoks Kilisesi, Antakya kentinin; Roma İmparatorluğu´nun üç büyük başkentinden biri olduğu dönemde kurulmuştur. Bu süreç Kudüs´ten sonraki "elçisel dönem"e denk düşmektedir. Dönemin Antakya´sı, Helenistik kültürün önde gelen merkezlerinden biri olma özelliğini taşımaktadır. 

Antakya, Hıristiyanlık döneminde de bu özelliğini sürdürerek, Süryani Ortodoks Patrikliği´nin yönetim merkezi ve dinsel başkenti olmuştur. Doğu´nun gerçek kilisesi olan Süryani Kilisesi; inanç ülküsü, dogma ve liturya alanında verdiği dinsel-kültürel hizmetlerle etkin misyon çalışmaları birleştirerek, Ortadoğu´dan Uzakdoğu´ya dek uzanan bir coğrafyada yaşayan insanlara kadar inançlarını taşıma başarısına sahip olmuştur. Paganlar arasındaki Hıristiyanlık inancının öncüsü olan Kilise, aynı zamanda değişik etnik kökenlerden gelen insanları çatısı altında barındırmayı başaran ilk Hıristiyan kilisesidir. 

İsa yeryüzünde iken, yaydığı yeni öğretiler sonucunda Mor Yakup´un başkanlığında Hıristiyanlık inancına sahip ilk düzenli topluluğun oluşumu söz konusudur. Ancak bu topluluk, tinsel anlamda gerçek bir kilise olma niteliğini ve yetkinliğini Hıristiyan inancına göre Kutsal Ruh´un inişiyle birlikte kazanmıştır. Bunun sonucunda ortaya çıkan Kudüs Kilisesi, yapısı içinde sadece Yahudi kökenli Hıristiyanları barındırmaktaydı. Kudüs Kilisesi Mesih´in ilk kilisesi olması nedeniyle kilise babaları tarafından bu dönemde "Ana Kilise" adıyla tanımlanmıştır. İlerleyen süreç içerisinde İsa´nın yeni topluluğu, Yahudi kökenlilerin uyguladıkları baskı ve kovuşturma politikalarına maruz kalmıştır. 

Kudüs´teki topluluk, bu baskı uygulamaları ve M.S. 34 yılında Diyakos Estefanos´un şehit edilme olayı sonucunda dağılmak mecburiyetine düşmüştür. Bu nedenlerden dolayı dağılan topluluğun bir bölümü Antakya şehrine giderek, burada yaşayan ve putperest Süryaniler ile Yahudilerden oluşan yerli halkın gönlüne, Hıristiyanlık inancının ilk tohumlarını ekmeyi başarmıştır. Böylece Süryani ve Yahudilerden oluşan ilk çekirdek topluluk Antakya´da kurulmuştur. 

Kudüs Kilisesi, Antakya´da faaliyet gösteren böyle bir topluluktan haberdar olur olmaz, yetmişli müjdecilerden Aziz Barnaba´yı Antakya´ya göndermiştir. Aziz Barnaba´nın burada yürüttüğü etkili ve yoğun çalışmalarına, daha sonraları Mor Pavlus´un bir yıl süren özverili katılımının da eklenmesi sonucunda Antakya Kilisesi´nin etrafında toplanan insanların sayısı bir hayli çoğalmıştır. Bu yoğun ve etkili çalışmaların sonucunda günden güne güçlenen ve sayıları artan Antakya´daki topluluk tarafından; "Hıristiyan" ismi ilk kez belirtici bir özellik olarak kullanılmaya başlanmıştır. 

Antakya şehri, sosyal, kültürel ve dinsel etmenler dolayısıyla, farklı tarihlerde birçok müjdecinin uğrak yeri olmuştur. Kentteki dinsel etkinliklerin hızlanmasının ve Kilise bireylerinin sayısının hızla artmasının çeşitli nedenleri vardır. Bu nedenlerden başlıcaları; şehrin yerlilerinin Yahudi baskısından uzakta ve Roma İmparatorluğu´nun vatandaşı olmaları, daha da önemlisi misyon faaliyetlerinin dili olarak Süryanice´nin kullanılmasıdır. 

M.S. 37 yılında Mesih´i müjdelemek amacıyla Antakya´ya gelen ve burada bulunduğu süre içinde kentteki topluluğun programlı ve düzenli etkenliklerine şahit olan "Onikiler"den Mor Petrus ( Şemun ), Hıristiyan dünyasının üç büyük kürsüsünden ilki olan "Antakya Elçisel Kürsüsü"nü M.S.37-43 yılları arasında burada kurmuştur. Antakya Kilisesi bu şekilde, "Ana Kilise" olarak adlandırılan Kudüs Kilisesi´nden sonra kurulan ilk Hıristiyan kilisesi olmuştur. 

Nitelik ve yapısı itibarıyla bakıldığında Yahudi kökenli ve putperest kökenli (Süryani) Hıristiyanları çatısı altında birleştiren ilk "Ana Kilise" olan Antakya Kilisesi, yönetimsel açıdan da Doğu Hıristiyanlığı´nın merkezi haline gelmiştir. Tarihsel süreç içinde, Yahudi kökenli Hıristiyanlar ile putperest kökenli Hıristiyanlar arasında bazı görüş farklılıklarının ve anlaşmazlıkların belirdiği görülmektedir. Bu anlaşmazlıkların temelinde Yahudi kökenli Hıristiyanların, putperest kökenli birinin Vaftiz olabilmesine ilişkin görüşleri yatmaktaydı. 

Onlara göre, putperest birisinin Vaftiz olabilmesi için Musa Yasası´nı tamamlaması; yani sünnet olması gerekiyordu. Bu meseleden kaynaklanan sürtüşmelerin ve anlaşmazlıkların son bulması amacıyla M.S. 51 yılında Kudüs´te Hıristiyan dünyasının ilk "Konsil"i toplandı. Bu Konsil´in toplanabilmesi için Aziz Barnaba ve Pavlus özel bir çaba ve emek sarfettiler. 

Elçi Mor Yakup´un başkanlığında bir araya gelen Konsil, putperest kökenlilerin vaftiz olabilmeleri için sünnet olmalarının şart olmadığına yönelik karar almıştır. Bu karar putperest kökenli Hıristiyanların Musa töresinden kurtulmalarını sağlamıştır. Konsilde bunun yanı sıra Antakya Kilisesi´nin güçlendirilmesine ilişkin bir takım kararlar daha alınmıştır. Bu kararlardan en önemlileri Mor Pavlus ve Aziz Barnaba´yla birlikte Yahuda ve Silasi´nin da Antakya´ya yollanması, Putperest kökenli olanlara yönelik olarak kendilerinin de putperest iken alıştıkları put kurbanlarından, kandan, boğulmuş olandan ve zinadan şiddetle kaçınmalarıdır. 

Antakya Kilisesi "Ana Kilise" unvanına sahip olduktan sonra İsa´nın ismini yaymaya yönelik bütün misyon çalışmaları bu merkez tarafından yönetilmeye ve yürütülmeye başlandı. Bundan dolayı Mor Petrus misyon çalışmalarına başka yerlerde devam etmek üzere Antakya´dan ayrıldı. Ayrılışı sırasında Mor Pavlus´un da yardımı ile Mor Afudius´u putperest kökenli Hıristiyanlara; Mor İğnatius Nurani´yi de Yahudi kökenli Hıristiyanlara dinsel yönetici -Episkopos- olarak atadı. Ancak Mor Afudius M.S. 68 yılında Roma İmparatoru Neron tarafından öldürüldü. Bu olay neticesinde her iki kökenden gelen Hıristiyanlar, Kutsal Ruh´un bağıyla Mor İğnatius Nurani´nin başkanlığında birleşti. Bu birleşme, o tarihten itibaren Antakya Kilisesi´nin "Genel Kilise" unvanını almasına vesile oldu. 

Mor İğnatius Nurani´nin başkanlık yaptığı dönemde özellikle Suriye, Lübnan ve Anadolu topraklarında yürütülen misyon çalışmaları bir ivme kazanmış ve kısa sürede bu coğrafyada Hıristiyan bireylerin sayısı gözle görülür bir biçimde artmıştır. Ancak Kilise´nin bu derece güçlenmesi Roma İmparatoru´nun kaygılarını artırdığı için dönem dönem çalışmalarda aksaklıklar ortaya çıkmıştır. Yine de Antakya Kilisesi uygun zemin bulduğu sürece İncil´in yaşam verici öğretilerini yaymayı amaçlayan misyon çalışmalarını devam ettirmiştir. Tüm bu süreç boyunca yürütülen sistemli ve bilinçli çalışmalar, Antakya Kilisesi´nin Genel Başkanı Mor İğnatius Nurani´nin bölgedeki en büyük dinsel lider olmasını ve hakimiyeti eline geçirmesini sağlamıştır. Bu andan itibaren İğnatius Nurani´nin "Suriye Episkoposu" unvanını kullanmaya başladığı görülmektedir. 

Aynı dönemde Sur, Sayda, Kayseri, Beyrut, Cubeyil, Efes, Kapadokya, Bergama, Sardiş ve Leodikiya şehirlerinin her biri 2. Yüzyılın sonlarında "Episkoposluk" statüsünü kazanmışlardır. Tüm bu merkezler M.S. 5. Yüzyıla kadar yönetim açısından Antakya Süryani Kilisesi´ne bağlıydılar. Bu gelişmelerin paralelinde dönemin dikkat çeken diğer özelliği de Mezopotamya´da yürütülen misyon çalışmalarının kaydettiği aşamadır. Bu bölgede henüz 3.yüzyılın ilk çeyreğinde; yani yaklaşık 200 yıl gibi kısa bir sürede tam yirmi Episkoposluk Merkezi kurulduğu görülmektedir. Bu merkezlerin en önemlileri, Bethzabday (İdil), Hilvan, Sincap, Katar, Kerkük, Keşker, Basra, Erbil, Urhoy (Urfa), Amid (Diyarbakır), Nsibin (Nusaybin) ve Bethgarmay´dır

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...