02 Şubat 2020
SİMYA
Simya
Simya (alşimi), hem doğanın ilkel yollarla araştırılmasına hem de erken dönem bir ruhani felsefe disiplinine işaret eden bir terimdir. Simya; kimya, metalurji, fizik, tıp, astroloji, semiotik, mistisizm, spiritüalizm ve sanatı bünyesinde barındırırdı.
Jan Matejko'nun Alchemik Michał Sędziwój isimli tablosu
Simya ile en az 2500 yıldır uğraşıldığı bilinmektedir. Simya ile ilk olarak Mezopotamya, Eski Mısır, İran, Hindistan ve Çin'de uğraşılmıştır. Klasik Yunan döneminde Yunanistan'da, Roma İmparatorluğu'nun hüküm sürdüğü coğrafyada, önemli İslam başkentlerinde ve daha sonra 19. yüzyıla kadar Avrupa'da simyaya ilgi duyulmuştur.
Batı simyası her zaman, kökleri ünlü simyacı Hermes Trismegistus'a uzanan ve bir felsefi-spiritüel sistem olan Hermetizm'le yakından bağlantılı olmuştur. Bu iki disiplin (simya ve Hermetizm) 17. yüzyılın önemli bir ezoterik ekolü olan Gül-haçlılar 'ın doğuşunda etkili olmuştur. Erken modern dönemde, simya kimyaya dönüşmeye başlarken simyanın mistik ve Hermetik dalları modern spiritüel simyanın odak noktası olmaya başlamıştır.
Günümüzde, simya mistik, ezoterik ve sanatsal yönleri nedeniyle bilim tarihçileri ile filozofların ilgi alanına girmektedir. Simya, modern bilimin temelini atan disiplinlerden biridir ve günümüz kimya ve metalürji endüstrilerinde kullanılan birçok madde ve işlem eski dönem simyacılarının keşfidir.
Simyanın birçok yönü bulunmasına karşın günümüz popüler kültüründe (sinema ve edebiyattaki simya/simyacı imgelemlerinin de etkisiyle) simya denince akla madenleri altına çevirmeyi deneme işlemi gelmektedir.
Doğanın araştırılması ve simya
Simyacılar hakkındaki genel görüş onların sözde bilimadamı (pseudo-scientist), hatta kaçık ya da şarlatan oldukları yönündedir. Bunun nedeni simyacıların kurşunu altına çevirmeye çalışmaları, evrenin dört elementten (toprak, hava, su ve ateş) oluştuğuna inanmaları ve zamanlarının büyük çoğunluğunu mucize ilaçlar, zehirler ve sihirli iksirler hazırlamaya harcamalarıdır.
Sir William Fettes Douglas'ın Simyacı isimli tablosu
Bazı simyagerler gerçekten kaçık veya şarlatan olsa da, çoğu entelektüel akademisyenler ve önemli bilim adamlarıdır. Mesela, Isaac Newton ve Robert Boyle'un simyacı olduğu bilinmektedir. Bu gibi yenilikçi kişiler kimyasal maddelerin doğasını ve işleyişini araştırmayı denemişlerdir. Bu gibi simyagerler fiziki evrenin sırlarını açıklama girişimleri sırasında deney yapmaya, geleneksel bilgi ve bilgi kalıplarına, Thumb Yasaları'na ve şüpheci yaklaşıma dayanmak zorundaydılar.
Aynı zamanda, simyagerler kimyasal süreçlerde, fiziki durum ve görünüşün büyük ölçüde değiştiği durumlarda dahi, "bir şeyin" mufaza edildiğini kabul ederler. Bu "bir şey" ya da "öz" maddelerin bazı temel prensiplere sahip olduğu, prensiplerin birçok dış görünüş altında gizli halde bulunabileceği ve bu prensiplerin uygun işlemler sonucu ortaya çıkartılabileceği görüşü ile ilintilidir.
Simyacılar tarihlerinde bir düzen ve mantık arayışı içinde olmuşlardır.
Simyanın hedefleri
- Metallerin altın ve gümüşe dönüştürülmesi
- Ölümsüzlük iksiri yaratılması
- İnsan hayatının dönüştürülmesi
- Tüm hastalıklara çare bulunması
Felsefi ve ruhani bir disiplin olarak simya
Simyagerlerin en çok bilinen iki hedefi madenlerin altına dönüştürülmesi ve bütün hastalıkları iyileştirecek ve hayatı sonsuz biçimde uzatacak "pancea" (ölümsüzlük iksiri) yaratılmasıdır. Orta Çağ'dan itibaren Avrupalı simyagerler hem madenleri altına çevirecek hem de ölümsüzlük iksiri yaratılmasında kullanılacak efsanevi bir madde olan "felsefe taşı"nın (philosopher's stone) bulunması için büyük çaba sarfettiler. Simyagerler, yüzyıllar boyunca büyük saygınlık gördüler ve destek aldılar. Bu saygınlık ve desteğin nedeni ne hedefleri (altın ve pancea) ne de yazınlarına hakim olan mistik ve felsefi görüşlerdi. Saygınlık ve desteğin nedeni zamanlarının kimya endüstrisine yaptıkları katkılardı. Bu katkılar arasında barutun keşfi, madenlerin test ve rafine edilmesi, metaller üzerindeki çalışmalar, mürekkep, kozmetik, boya üretimi, deri boyanması, seramik ve cam üretimi, likör ve esans üretimi vb. sayılabilir. (Avrupalı simyagerler arasında "aqua vitae" (hayat suyu,ab-ı hayat) üretiminin de popüler bir deney olduğu düşünülmektedir.)
Joseph Wright of Derby'nin 1771 tarihli Felsefe Taşını Arayan Simyacı tablosu
Diğer taraftan, simyacılar hiçbir zaman sanatlarının fiziksel (kimyasal) boyutlarını metafizik yorumlamalardan ayırma eğilimi göstermediler. Hatta, antikiteden Modern Çağa uzanan dönemde "metafizikten yoksun fizik", "fiziksel tezahürden yoksun metafizik" gibi tatmin edici kabul edilmeyecektir. Kimyevi konseptler ve süreçler için ortak terminoloji eksikliği ve de gizliliğe duyulan ihtiyaç simyacıları hıristiyan ve pagan mitolojisi, astroloji, kabala ile diğer mistik ve izoterik alanlarda kullanılan terim ve sembolleri kullanmaya itmiştir. Bu nedenle en basit kimyasal tarif bile çapraşık büyülü sözler gibi gözükmüştür. Ayrıca, simyacılar düzensiz deneysel verileri bu mistik ve ezoterik alanları kullanarak teorik bir çerçeveye oturtmaya çalışmışlardır.
Orta Çağ'dan itibaren bazı simyacılar, giderek, bu metafizik boyutları simyanın gerçek temelleri olarak ve kimyasal maddeler, fiziki haller ve materyal süreçleri ise sipiritüel varlık, durum ve tranformasyonların tek metaforu olarak kabul etmeye başladılar. Ayrıca, hem adi metallerin altına çevrilmesi hem de pancea mükemmel olmayan, hastalıklı, ahlaksız ve kısa ömürlülükten mükemmel, sağlıklı, ahlaklı ve ölümüzlüğe doğru bir evrimi sembolize eder ve bu noktada felsefe taşı ise bu evrimi mümkün kılan mistik bir anahtardır. Simyacının kendisine uygulandığında bu çifte amaç, onun cehaletten aydınlanmaya doğru evriminini sembolize eder; simyager açısından bu noktada felsefe taşı, bu evrimin gerçekleşmesini sağlayacak bazı gizli sipiritüel gerçekleri ve güçleri ortaya çıkarmak için bir araçtır. Bu görüşe uygun olarak yazılan metinlerde, kriptolu simya sembolleri, şemaları ve metne ait imgeler çok anlamlı, alegorilerle dolu ve kriptolu başka çalışmalara göndermeler yapacak biçimde kullanılmıştır ve bunların gerçek anlamlarının anlaşılması amacıyla "deşifre" edilmeleri gerekmektedir.
Bazı insancıl (hümanist) bilginler, ruhani ve tabiat üstü alegorileri (metafizik yorumların şekillerle ifadesi) simyanın en doğru ve değerli açısı (ifadesi, görünüşü) olarak görürler ve kimyanın simya'nın bir uzantısı olarak gelişmesi, orijinal Hermetic geleneğinin bir bozulmuşu (yozlaşmışı) olduğunu iddia etmektedir. Bu spiritüel simyanın çağdaş uygulayıcıları tarafından kabul edilmiş bir görüştür. Diğer bir yandan, çoğu bilimadamı bu görüşün karşısında yer almaya eğilimli olmuştur; onlara göre; simyanın metafiziksel yolda giden tarzı hiçbiryere varmayan "yanlış bir dönüş"ken, simyanın maddelerle uğraşan tarafı modern kimya biliminin gelişmesi için gerekli olan "doğru yol"du. Diğer bir bakış açısına göre, bazı pratisyenlerin tecrübesiz yorumlarının ya da diğerlerince teşvik edilen hileli beklentilerinin, daha gerçekçi simyacıların katkılarını azaltmayacağıydı.
İç (Ezoterik) simya
Okültizm'in dallarından biri ya da kapsadığı alanlardan biri olarak görülen simya kimi kaynaklarda iç (ezoterik) simya ve dış (egzoterik) simya olarak ikiye ayrılmaktadır. Dış simyadaki bütün kavramlar Hermes-Thot inisiyasyonundaki ezoterik bilgilerin anlaşılamamış sembollerinden ibarettir. Örneğin, dış simyada madenlerin birbirine dönüşümünü sağlamak anlamına gelen “büyük eser” (magnus opum), iç simyada, inisiyatik bir eğitimin sonunda elde edilen spiritüel “aydınlanma”yı ifade eder. İç simyada inisiyasyonlardaki küçük misterlere ve büyük misterlere vakıf olma “küçük eser” ve “büyük eser” diye adlandırılmıştır. “Büyük eser”i gerçekleştiren kişinin “büyük sanat”ın sonunda “felsefe taşı”nı elde etmiş, “ölümsüzlük içkisi”ni içmiş olması, inisiyatik süreç sonunda aydınlanmış olmasını simgelerdi. “İlk madde”yi (materia prima) elde etmek ise, tüm madenlerin türediği madde cevherini elde etmek değil, ruhsal varlığın ilk halini, yani maddi dünyada doğmadan önceki saf hali, saf şuur halini elde etmek anlamına geliyordu. Metalin altına dönüşmesi sembolizminde simgelenen bir anlam da ‘aura’nın arınması, altın parlaklığını gösterecek bir saflığa ulaşmasıdır. Hermes-Thot’a dayanan ezoterik sembollerin, o sembolleri anlayabilecek inisiyatik eğitimden geçmemiş olanların eline geçmesi dış simyayı doğurmuştur. Bu bakımdan kimi yazarlar dış simyayı okültizm kapsamında, iç simyayı ezoterizm kapsamında ele alırlar.
SİMYA NEDİR, SİMYACI KİMDİR?
Göktuğ Halis
Çok sayıda hermetik disiplin gibi simya da iki farklı perspektifin açılımlarına maruz kalmıştır. Her zaman ve her mekanda, bu uğraşların güç, para, tatmin yahut başarı gibi dünyevi amaçlarla anlamlanan tarafı, Hermetik felsefenin gizlici yüzüne karşıt bir yapı oluşturmuştur. Hermesçi uğraşının bu anlamlı yüzü daima ve her yerde "bütüncül" olana kavuşmakla ilintilidir. Simya'nın, yüzyıllar boyunca "adi madenleri altına çevirme" yeteneği olarak sunuluşu, kuşkusuz Hermetik felsefenin sadık savunucularından çok dönemin koşullarını kendi lehine çevirmek isteyen düzenbazların ve çaresizlerin trajedisini yansıtır. Gerçek bir simyacının amacı asla çok zengin olmak, madenleri altına çevirmek veya bu yolla dünyayı ele geçirmek değildir. Bir simyacının felsefi kaygısı, bütünün işleyişini anlamak ve bu bütüne müdahale etme yetkinliğine ulaşmaktır. Modern dünyanın simyayı arsız bir servet anlayışı olarak görmesi en iyi ihtimalle parayı en yüksek değeri yapmış bir zamanın çapsızlığının işareti olabilir.
Günümüzde modern bilimin, bazı madenleri uygun laboratuar koşullarında altına dönüştürebilme olanağı vardır. Ancak örneğin kurşunu, bu tip koşullarda altına dönüştüren bir bilim adamını, bir simyacı olarak nitelememizin önündeki engel tam da Hermetik felsefenin söz konusu içeriği ve anlayışıdır. Modern dünyanın bilim adamı bir simyacının felsefi donanımından yoksundur ve laboratuar düzlemindeki başarı, kendinden ayrı bir madde üzerinde ulaştığı başarıdır. Katı maddenin yasalarını anlamaya çalışan ve onları anladığı oranda değiştirmeyi başaran bir modern bilim uygulayıcısının, özne-nesne arasında koyduğu temel ayrımın simyacı için anlamı yoktur. Madde üzerinde yaşanan değişim, uygulayıcının benliği üzerinde dönüştürücü ve geliştirici bir etki sağlamıyorsa, simyacı, modern kimyacının aksine, kendisini başarılı saymayacaktır. Öyleyse başlangıç olarak belirtmeliyiz ki bir simyacı için adi maddenin altına dönüşümü sadece araçtır. Evrenin bütünlüğünü kurmuş bir simyacı için doğadaki herhangi bir dönüşüme katılım mümkündür ve bu dönüşüm onun kendi dönüşümüdür. Kurşun altına dönüştükçe, simyacının ruhu da değerli bir aşama kat etmiş olur. Doğal olaylara müdahaledeki bu cüret aslında Hermetik çok sayıda uğraşı, semavi dinler bağlamındaki "olumsuz" yargılamanın kökenine götürür. Bir simyacı ölümsüzlük, bilgi ve güç gibi konularda uğraşırken kendisine örnek olarak TANRI'yı alır. Tanrı gibi olmak, ya da onunla bir olmak hiç kuşkusuz modern bir bilim adamının sınırlarını aşan felsefi bir dizgenin parçasıdır. "Büyük Eser" tanımının anlamı budur.
Kökeni simyaya dayanan pozitif bir bilim olarak kimyada da, birkaç temel bileşenin etkileşerek ikincil bir katman üretme eğilimi kabul edilir. Element tabloları bu durumu ayrıntılı olarak gösterir. Bununla birlikte bu ilkesel benzerlik ayrıntılardaki farklılıklarla sarsılır. Modern kimyanın yüzün üzerindeki elementine karşılık, simyacının elinde, hava, toprak, su ve ateşten oluşan dört element vardır. Hiç kuşkusuz bu elementleri cevherler olarak adlandırmak yerinde olur. Çünkü onlar ilkesel ve ideal oluşları bağlamında soyut unsurlardır. Bir diğer ifadeyle bunların hiç biri gerçek hayatta, soyut düzlemde olduğu gibi saf halde değildir. Kendisine katışmış diğer öğelerle anlamlıdır. Bunları "yaşamın kökeni" olarak adlandırır bir simyacı. Simya, bu elementlerin yönetimini içerir. Evrendeki her varlığın kökeninde, değişik oranlardaki bu dört elementsel sentez bulunuyorsa, bunların yönetimi varlıkların yönetimi anlamına gelir nitekim. Simyacı, sahip olduğu bu bilgiyle, doğanın işleyişine yardımcı olur ve en yüce olasılıkların zamanlamasında belirleyici bir rol oynar. Bu kutsal amaç hiç kuşkusuz sistemli ve hummalı bir çalışmayı içerir. Tüm Hermetik disiplinler gibi simya da, katışıksız ve zorunlu bir çileli çabayı gerektirir. Deney ve modern anlamda laboratuar çalışması olarak tanımlayabileceğimiz aşama, söz konusu ideal açısından gerekli bir araçtır.
Simya, temel amacı doğrultusunda metaller üzerindeki deneysel çabadan yararlanır. Tüm metaller, kükürt, cıva ve tuzdan oluşur. Tıpkı ana ilkeler gibi bu ilkeler de sentez halinde metallerde bulunur. Cıva, pasif ilke olarak ruh 'u simgelerken, tuz ise maddenin sembolüdür. Kükürt ise ortaya çıkan bütünlükteki enerjiyi, hareket ilkesini temsil eder. Her maddede geçerli olan denge sabiti, bize Altın Oran'ı vereceğinden, cıva, kükürt ve tuzun uygun oranı da altını verecektir bir simyacıya göre.
Altın yukarıda da değindiğimiz gibi, sistemli ve güçlü bir semboldür. Simyacı için altına ulaşım, maddi ilkeden çok, bağıntılı olduğu ruhsal dönüşümle ilgilidir. Altın üzerine geliştirilen felsefe dizgenin kökeni Mısır'a dek takip edilebilir. Altının, göz alıcı güzelliği, şekil verilebilir ve paslanmaz niteliklerini, değişim ve mübadele aracı olarak değerini çok sayıda uygarlık gibi anlayan Mısırlılar aynı zamanda, Güneş'in özdeşimini yaparken inanç sistematiğinden yararlanmışlardı. Altın içinde hiç bitmeyen bir ışığa sahiptir. Ateşli elemenin sıradışı yükseklikteki oranı metafiziksel çağrışımları kaçınılmaz olarak besleyecektir. Süreç içinde Yunan'da özellikle Platon ve Aristo sistematiğinde, ateşe biçilen değerle ilişkili hale geldi. Onlara göre, ateş, yerküresel bir element olmasına rağmen, göksel bir gerçekliğe en çok yaklaşan elementti. Bu nedenle içinde hiç sönmeyen bir ateş barındıran altının göksel kürelerin en muhteşemi güneş ile özdeşimi kaçınılmazdı.
Altının içerdiği ateş, herşeyi canlı bilen Mısırlının düşünsel dizgesinde büyük bir can buldu. Yerkürenin rahminde büyüyen metaller, yavaş ama kesintisiz bir biçimde, her varlık gibi mükemmelliğe doğru yol almaktaydı. M. Eliade, Türkçe'ye Babil Simyası olarak çevrilen kitapçığında, simyacının uğraşını, toprağın doğurganlığına bir müdahale olarak tanımlarken tam da bu noktaya parmak basmaktaydı:
"İnsan, doğa ile işbirliği yapabileceğini, toprağın derinlerinde meydana gelen büyüme süreçlerine yardım edebileceğini hisseder, yeraltında gerçekleşen bu yavaş olgunlaşmanın ritmini sarsar ve hızlandırır. Hakları insana ait olmayan bir alana, Toprak Ana'nın derinliklerinde yavaşça yoluna devam eden mineral gebeliğin gizemleriyle birlikte yeraltı dünyasına gitmeyi göze aldıklarını hisseder..."
Böylece simyacı, bir din adamı gibi kutsal bir çabayı üstlenir. İlksel yaşam enerjilerinin idaresiyle dünyayı dürterek, sonu çabuklaştırır. Bir metalin mükemmelliği ulaşımı sürecini hızlandırmak, kaçınılmaz olarak kişinin kendi ruhsal mükemmelliğiyle ilişkilendirilebilir. Çünkü doğal kusurlar, rahatsızlıklar, bir metalin temel amacına ulaşmasını nasıl engelliyorken simyacı ona yol gösteriyorsa, dünyevi bir batakta sarsılan ruhu için de aynı kurtuluş mümkündür. Metal, simyacının laboratuarında mükemmelliğe ulaşırken, simyacının ruhu yaşamıyla bu mükemmelliğin takipçisidir. Her ikisi de sonu gelmez ateşlerde yanmak zorundadır mükemmellik için.
Altının göksel bir küreyle özdeşleşimi kuşkusuz diğer elementler için de geçerlilik taşımaktadır. Astroloji ve simyayı birbirine bağlayan bu yapıda, güneş altın'ı, ay gümüş'ü simgelerken, göklerdeki diğer 5 gezegenle birlikte, ortaya 7 metal 7 yıldız simetrisi çıkar. Makro-micro kozmos ilişkisini oluşturan bu dizgeye göre en hızlı gezegen Merkür, cıva ile, Venüs bakır ile, Mars demir ile, Jüpiter kalay ile, Satürn ise kurşun ile ilişkilendirilir. Bunlardan Jüpiter ve Venüs benzeşiminin neden olduğu bilinmese bile bilinen, elementlerin gelişiminin hamisi olunan göksel küre tarafından yönlendirildiği bilinmektedir. Her gezegen kendi ayırt edici erdemini ortaya koymaktadır.
Simyanın felsefi bir dizge olarak geniş çizgileri kendisini en belirgin şekliyle Felsefe Taşı kavramında gösterir. Oldukça yoğun ve soyut anlatımlara sahiptir ki felsefe taşı... Örneğin 16. yüzyıldan kalma bir metin felsefe taşını şu şekilde anlatır:
"Genç ya da yaşlı, tüm insanlara tanıdık gelir, Tanrı'nın yarattığı her şeyde bulunur, ama hepsi tarafından hor görülür. Zengin fakir herkesin elinden her gün geçer. Hizmetçiler tarafından sokağa silkelenir. Oysa kimse değerini bilmez. İnsan ruhundan sonra, yeryüzündeki en güzel ve krallarla prensleri alaşağı etme gücüne sahiptir..." Büyü, Gizem Bilim. sf 102)
Simyacı için temel amaç, mükemmelliğe ulaşmaksa, temel araç ise felsefe taşıydı. Felsefe Taşı, İsa'nın Graal'i gibiydi. Altın değildi ama Tanrı'nın dokunuşu gibi, değdiği her şeyi iyileştirirdi. Kusurları gideren bu güç, cennet çağının habercisiydi. Kaya veya taş ile oldukça az anlatımlarda özdeşleştirilir. Kimi metinlerde "kırmızı bir toz" şeklinde tanımlanırken, kimi anlatılarda "nüfuz edici su" olduğu gözükür. Bazen ilaç, bazen ölümsüzlük besini olarak tanımlanan felsefe taşı, bazı ilginç simgelerle de ifade edilir: "Bir şişenin içinde kalmış, kırmızı renkte bir Kral" olarak. M. Maier'in verdiği örnek ise çok daha ilginçtir:
"Bir erkek ve kadından önce bir çember, sonra bir kare, sonra bir üçgen, son olarak da bir çember yaparsan Felsefe taşını elde edersin..." (Büyü, Gizem Bilim sf 102)
Simyacının dilindeki kapalılık ve simgesellik şaşırtıcı değildir aslında. Ortalama anlayışın eleştirisi bir tarafa, gereklidir. Modern bilim adamının, kesin konuşan tarzı yerine simyacı, olasılıkları hesaba katar. Hakikatin ikinci elden anlaşılamazlığını savunurdu. Gerçeklik istense bile asla anlatılamazdı. Kitlelere, hatta yolun başındaki ustalara dahi bu bilgelik götürülemezdi. Açık ifadelerde gözleri kamaştırır, büyük yıkımlar getirir, hazırlıksız kişilere zarar verebilirdi. Simya, tüm Hermetik disiplinler gibi çeşitli kaygılarla gizli bir disiplin haline geldi. Çok sayıda üstad, araştırma sonuçlarını birbirlerine büyük bir gizlilikle götürdü.
Simyacı için yolun başı kuşkusuz önemli bir ayrıştırmadan geçer. Laboratuarında onun yola çıkış noktası "ilk maddedir. İlk maddeye ilişkin tasavvurların farklı oluşu, işleme geçmeden önce, nereden başlanması gerektiği konusunda çok sayıda farklı tutuma yol açar. Çok sayıdaki girişimdeki başarısızlık ise, genellikle İlk Madde'nin bulunamayışıyla açıklanır. Dışkı, çamur, tükürük ya da toz gibi çok sayıda madde kullanılmıştır. Aristoteles'in kimi çıkarımları, özellikle biçimden yoksun madde çok sayıda simyacıyı etkilemiş olmalıdır. Ona göre, ilk maddenin herhangi bir özelliği yoktur. Özelliksizliği saptanmış bir maddenin ilk aşamada öldürülmesi gerekir. Siyah aşama, ya da maddenin öldürülmesi aşaması Nigredo olarak adlandırılır. Maddenin ölümü, bir sonraki aşamada maddenin diriltilmesi olarak da bilinen beyaz aşama, yani Albedo ya, oradan da Kırmızı aşama, yani maddenin beslenmesi, Rubedo aşamasına geçecektir. Hıristiyan felsefesindeki yaşamın ölümden doğma diyalektiği, simyacıların çoğunu, İsa örneğinden hareketle etkilemiş olmalıdır. Maddenin ölümü, yani tüm özelliklerinden arındırılması onun içindeki ilahi kıvılcımı, ilk koşullandırıcıyı, ya da ilkten öncekinin açığa çıkmasını sağlayacaktı. Serbest kalan ilahi kıvılcım, simyacının avuçlarına düşecekti.
Bir maddenin öldüğünden emin olmanın çeşitli yöntemleri vardır. Madde yakıldıktan, toz haline getirildikten, cıva ile karıştırıldıktan sonra, kara bir madde yumrusu olarak karşımıza çıktığından, ceset gibi kokar. Kurt tarafından kemirilen ölü kral, çarmıha gerilen yılan, ya da parçalanmış ceset gibi çok sayıda simgesi bulunmaktadır. Madde öldürüldükten sonra, yeniden doğum aşaması gelir. İlk madde, bir sıvı solüsyona batırılır. Doğru yapılmışsa işlem, kara yumruyu beyaz bir taşa dönüştürürdü. (Vahiy kitabında üstüne yeni bir isim yazılmış beyaz taş olarak görülebilir)Lekesi veya karası olmayan gerçek kristal taş diye adlandırır Michael Maier. (Simgesi ay altında yıkanan insan) Simya bu aşama içinde bizzat yer alır, bu kez mistik diriliş ve yeniden doğuşa geçerdi. Son aşama, beyaz taşın altına, yani felsefe taşına dönüştürüldüğü aşamaydı. Rubedo aşaması. ... Kurban kanı ve olgunlaşmayı akla getirir. Beyaz taşın simyacı tarafından beslenmesiyle oluşurdu. Beslenme sırasında bal veya insan kanı gibi şeylerle karıştırılabiliri. Anlaşılan taşın, uzun süren işlemler sırasında güce ihtiyacı vardı. Bu nedenle beslenmekteydi taş. Beyaz taş sonunda felsefe taşı ile ilişkilendirilen kırmızı bir toza dönüşürdü.
Simyacının ulaştığı ölümsüzlük aşamasının temel maddesi olan felsefe taşı, çileli bir yolculuğun sonucudur. Simyacı için asla bir ayrıcalık değildir, ölümle kesilmemiş bir yaşam bütünlüğü simyacı için daha sistematik bir bilgi olanağına açılan bir kapıdır. Bu anlamda, kişisel hayatını zengin ve muhteşem kılacak "felsefe taşı formülüne" sahip olmasına karşın, gerekli gördüğü haller dışında onu, adi madenleri altına dönüştürme yolunda kullanmaz. Simyacı için felsefe taşı, maddi bedenin engellerinin aşılması yolunda kullanılır. Bunun en önemli aşaması ise, yaşlanmayı ve çürümeyi engelleyen ab-ı hayat iksiri kullanımıdır.
Sahip olduğu bilgi, simyacıyı yeraltına iter. Gölgede kalmak, evrenin sırlarını isteyenin ayrıcalığıdır, ona göre. Popüler olmamaya özen gösterir, sıradan, herkes gibi bir hayat oluşturarak dikkat çekmemeye çalışır. Paracelsus, St. Germain Kontu gibi yarı mistik şahsiyetlerin yanı sıra, Locke, Newton gibi, bilim ve felsefe dünyasının popüler isimlerinin de yer aldığı "simyacı" listeleri inandırıcılıktan uzaktır. Çok sayıda hermetik disiplin gibi, simya da, öğretmen öğrenci ilişkisi temelindeki gizlici ve dışa kapalı bir yöntem olarak, kuşaktan kuşağa aktarılır.
Simya ve İksir
Hem doğu, hem de batı simyagerler insanları ölümsüz kılan iksirler ürettiklerini iddia etmişlerdir. Ama Çin simyagerler Hint, Grek ve batı simyagerlere kıyasla fiziksel ölümsüzlük arayışında daha da ısrarcı bir tutum içindeydiler. Batı düşüncesine o denli has olan bu dünya ve öte dünya arasındaki fark Çin simyagerler tarafından göze alınmıyordu, ayrıca Grek ve Hint simyagerler gibi kozmostan kurtulmayı da ummuyorlardı. Çinliler için madde ve ruh tek bir organik bütünün parçalarıydı ve iksirlerin işlevi bir nevi sürekli tutkal gibi hareket edip beden ve ruhu sonsuza dek bir bütün olarak tutup "cevheri" (şen) korumaktı.
Çinliler her zaman yaşamı uzatmakla ilgilenirlerdi, ancak görünüşe göre ölümsüzlük iksiri fikri erken Taoist felsefesinin harfi tefsirinden dolayı ilk kez dördüncü asırda ortaya çıktı. Esasında Tao kelimesi fiziksel bedenlerin gelişmesi ve çalışmasını sağlayan yaşam gücü anlamına gelmişti. Zamanla Taoist simyagerler bu soyut ilkeyi içilir veya yenilir bir iksire dönüştürdü. Tek sorun Tao'nın maddi yapısını tayin etmek ve yenilir bir şekle sokmaktı. Genel görüşe göre özellikle dayanıklılığından dolayı altın ve renginden dolayı zincifre en gözde adaylardı. Dünyanın her tarafında insanlar altının mükemmel ve yok edilmez özelliğini kendileri dahil mükemmel olmayan şeylere aşılamaya çalışmışlardır. Bunu başarmak için altın tozunu yemişler ve altınlı içkiler içmişlerdir. (Batı simyagerler Musa için simyager demişler, bunun sebebi Çıkış 32:20'de İsrailoğullarını altın buzağıyı toz haline getirip suyla karıştırıp içmelerine zorlamıştır).
Zincifrenin iksir için ideal madde olduğu fikri onun rengi ve kimyasal yapısına dayanmaktaydı. Zincifre kanın rengi kırmızıdır ve cıva kükürt karışımı cıva sülfat olduğu için metallerin en canlısı saf cıvaya dönüştürülebilir. Tabii ki, burada önemli bir sorun var, zincifre zehirlidir, ama ölümsüzlük güçlü bir hayaldi ve simyagerler başkaları gibi çileyi gerekli bir bedel olarak kabul etmişlerdi. M.S. 820 ve 659 yılları arasında tam altı Çin İmparatoru sonsuza dek yaşama dileği ile aldıkları iksirlerden zehirlendiler. Joseph Needham (1957) dokuzuncu asırdan sonra Çin simyasının gözden düşmesinin sebebi için zehirlenmenin önemli bir unsur olduğunu ortaya atmıştır.
Simyasal bir iksirin fikri Orta Çağlarda Batıya İslam aracılığı ile gelmiştir. Ancak Hıristiyanların madde ve ruh ayrımı ve ahrette yaşam üzerinde durmaları simyagerlerin bu yaşamda ölümsüzlüğü kabul etmelerini zorlaştırdı. Yine de bazı simyagerler ölümsüzlük iksirini yaratmaya çalıştılar ve deneyleri tıbbi teori ve uygulamalara katkıda bulundu, çoğu simyager ise basit metalleri altına çevirecek daha sınırlı ve dünyevi amaca yöneldiler. Seçkin bir grup ruhsal simyagerler her iki amacı hor gördüler ve ruhu yüceltip ilahi menşeine götürecek ruhsal iksirler aradılar.
Ölümsüzlük iksirini arayan bütün bu simyagerler arasında, bildiğimiz kadarıyla hiçbiri başaramadı. Ancak insanoğlunu sefalet, hastalık ve ölümden kurtaracak bir maddenin olduğu fikri dini, felsefi ve bilimsel düşünceye güçlü bir dürtü olmuştur.
Felsefe Taşı Nedir?
V.İ.T.R.İ.O.L. ile anlatılmaya çalışılan; içimizde arayıp bulabileceğimiz ezoterik bilgelik ve akıl taşıdır.
Simya, hem doğanın ilkel yollarla araştırılmasına hem de erken dönem bir ruhani felsefe disiplinine işaret eden bir terimdir. Simya ile ilk olarak Mezopotamya, Eski Mısır, İran, Hindistan ve Çin'de uğraşılmıştır. Klasik Yunan döneminde Yunanistan'da, Roma İmparatorluğu'nun hüküm sürdüğü coğrafyada, önemli İslam başkentlerinde ve daha sonra 19. yüzyıla kadar Avrupa'da simyaya ilgi duyulmuştur. Batı simyası her zaman, kökleri ünlü simyacı Hermes Trismegistus'a uzanan ve bir felsefi-spiritüel sistem olan Hermetizm'le yakından bağlantılı olmuştur. Simya ve Hermetizm, 17. yüzyılın önemli bir ezoterik ekolü olan Gül-Haç'ın doğuşunda etkili olmuştur.
Simyaya göre görünen iki element, Toprak ve Su, içlerinde görünmeyen iki elementi de barındırmaktadırlar: Ateş ve Hava. Simyada Platon döngüsü denilen kavrama göre elementler arasında sürekli bir de dönüşüm vardır. Ateş Havaya, Hava Suya, Su Toprağa ve Toprak Ateşe dönüşmekte olup bu döngü bu şekilde sürmektedir. Bir yazar "Sadece felsefe taşını yapmayı bilen kişi onunla ilgili sözlerin anlamını bilir." der.
Simyada “İlk madde”yi elde etmek, tüm madenlerin türediği madde cevherini elde etmek değil, ruhsal varlığın ilk halini, yani maddi dünyada doğmadan önceki saf hali, saf şuur halini elde etmek anlamına gelir.
Vitriol bir simya terimidir. Latince’de 7 sözcükten oluşan “Visita Interiora (Interiorem) Terræ (Tellus) Rectificando Invenies Occultum (Operae) Lapidem” cümlesindeki sözcüklerin baş harflerinin birleştirilmesiyle oluşturulmuş sembolik bir ifadedir. Bu cümle Türkçe’ye “Dünyanın derinliklerini (içini) ziyaret et, arıtırken gizli taşı (felsefe taşı'nı) bulacaksın.” biçiminde çevrilir. Bu cümledeki yeraltına inme sembolizmiyle belirtilmek istenen, cehenneme iniş olarak ifade edilen deneyimdir. Arzın merkezi iç dünyamızdır; ve bilgelik içimizde yatmaktadır.
Felsefe Taşı her insanda vardır. Ona bir taşa benzediği için değil, sadece sabit özelliğinden dolayı taş denilir, ateşin etkisine karşı koymada herhangi bir taş kadar başarılıdır... Özelliği ruhsaldır. O bir ruh veya mükemmellik timsalidir.
Akıl, tekamülün birincil aracıdır. Tekamülün amacı ise, hakikati aramaktır. İnsan, Tanrıya ulaşma yolunda büyük bir aleve dönüşebilecek kıvılcımı kendi varlığı içinde saklamaktadır. Önemli olan bu kıvılcımın ortaya çıkartılmasıdır. Bu felsefe taşıdır. Tekamül, her bireyin kendi kapasitesi ile sınırlıdır. Eski bir deyişle, Bilgi bir denizdir ancak her akil birey ondan, kendi elindeki kabın büyüklüğü kadar su alabilir.
Aranan Felsefe Taşı, ötede beride değil, bizzat insanın içinde, gönlündedir. Anlatılmak istenen, çeşitli bilinçaltı, cehalet, önyargı mertebelerinin ıslahından, yani taşın pürüzlerinin giderilmesine başlayarak, insanın kendi kendini sağlam bir bilinç ve karakter yapısı üzerinde yeniden inşa etmesidir. Yani, aradığı özü, kendi içindeki felsefe taşının içindedir.
Bu bağlamda Felsefe taşı da mutlak olana, tanrısal öze kavuşturan bilinç anlamını kazanmaktadır. Öyleyse kendi içindeki Tanrısal özü bulmak isteyen kişi, tıpkı maddenin saflaştırılması gibi, kendi içine dönerek kendini saflaştırmalı ve gizli olan, içindeki Felsefe Taşına ulaşmalıdır.
Felsefe taşı arayışı bir saflaştırmadır. Yer altı dünyası denilen kendi benliği içerisinde yol alış ve kendini tanımaktır. Tüm boş inançlardan ve bağnazlıklardan uzaklaşmaktır. Özündeki kötülükleri ve iyilikleri ortaya çıkarmaktır. Bencillikten uzaklaşmaya başlamaktır.
Felsefe taşı bir anlamda kendi kendini yargılama, vicdani hesaplaşma yani sembolik olarak cehenneme iniş ve ejderi öldürüştür. Yaşarken ikinci doğuştur. Kendini tanıma, bulduğu felsefe taşını yontmadır. Bunu gerçekleştirmek için yola çıkan kimse, bir daha asla eskisi gibi olmayacaktır.
Çeşitli Kültürlerde Simya
Simya (alşimi), XII. yüzyıldan itibaren Ortaçağ Avrupa'sında yayılmış olan bir düşünce ve bilgi akımı. Aslında bu tür, bir bilgi olarak ve o zaman bilimlerle inançlar arasındaki yöntem ve disiplin ayrımı olmadığından daha çok zanaatsal özellikler de taşıyarak, MS II.-III. yüzyıllarda İskenderiye ekolünde, MÖ IV.-V. yüzyılın düşünce akımlarının, örneğin Pithagoras'ın ve Pithagorculuğun etkisiyle doğmuştur.
Sözcüğün kökeni tartışmalıdır. Ancak her iki türüyle de, yani Alşimi ve Simya şeklinde de bir Sami çıkış kesin gibidir. Alşemi'nin Latin yazılış biçimindeki Al-chemie'deki Al takısının Arap kökenli olduğu kesindir. Chemie'nin de (okunuş biçimiyle Hemi ya da Kemi) Sami kökenli Heme, Hema sözcüklerinden ve Siyah ya da Mısır anlamından ya da belki Yunanca Hima yani "döküm" anlamından geldiği ileri sürülmektedir.
Simya, bir inanç ve gizem felsefesi olarak çok daha eski ve Mezopotamya çıkışlı olan yazı ve sayı mistisizmi ve astroloji ile sıkı sıkıya ilintilidir. Özellikle astrolojiyle iki kardeş bilgiyi oluştururlar. Astroloji evrende gök cisimleri ile insan arasındaki ilişki ve etkileşimleri; Simya ise yer ile insan arasındaki ilinti ve etkileşimleri ele almaya çalışmaktadır. Böylece ikisi birlikte, yeryüzü ile gökyüzü arasında var kılınmış olan insanın, bu iki evren katı arasında her ikisinin birbiriyle karşılıklı etkileşimlerini taşıyan ışınımlarının arasında her ikisinden etkilenerek yaşadığı ve devindiği varsayımına dayanmaktadır.
Çin Kültüründe Simya
Simyanın başlangıç dönemlerine ilişkin manuskriptlerin en zenginleri Çin'dedir. Orada bu başlangıcın Avrupa'dan ve Önasya'dan önce olduğu anlaşılmaktadır. Her şeyden önce orada simya bilgisinin kökeni metalurjide değil, ondan çok daha eski bir sanatta, Tıp'ta bulunmaktadır. Çin tıbbında bir ölümsüzlük inancı vardır ve bu MÖ VIII. yüzyıla kadar uzanmaktadır. MÖ IV. yüzyılda da bir Ab-ı Hayat (Yaşam İksiri, Bengisu) kavramı ortaya çıkmaktadır.
Çin simyasına ilişkin bilinen en kapsamlı kaynak 1023 tarihli bir kitaptır. "Yün Çi Çi Çien" (Kuşkulu Bir Torbadaki Yedi Levha) adını taşıyan bu kitabın içindeki bilgiler, hemen bütün simya kaynaklarına referans vermektedir. Yine Çin'in bilinen ilk Simyacısı, "Pao p'u tzu" isimli bir eseri olan ve MÖ 283-343 yıllarında yaşamış olan Ko Huıng'tur. Bunda gizemli iksirlerden söz eden iki bölüm bulunmaktadır ve bu iksirlerin çoğu cıva ve arsenik bileşiklerine dayalıdır. Çin simya kitaplarının en ünlüsü ise "Tan çin yao çüeh" (Simyanın Büyük Sırları)adını taşımaktadır. Sun Ssu Miao tarafından MS 600 yıllarında yazılmıştır ve cıva, kükürt, arsenik ve bunların çeşitli tuzlarından oluşan iksirlerinden sözetmektedir. Kitap, değerli madenlerin, düşük değerli taşlardan elde edilişinden de sözetmektedir.
Hint Kültüründe Simya
En eski Hint kutsal yazıları olan Veda'larda yaklaşık olarak Çin eski kaynaklarındaki simya bilgilerinin aynısı bulunmaktadır. Bunlarda da altınla sonsuz yaşam arasındaki bağlantıdan söz edilmektedir. Her tarafta simya için büyük bir önem taşıyan civa ilk olarak MÖ IV.-III yüzyıllarda Arthasastra adlı metinde bulunur. Aşağı madenlerin altına çevrilmesi fikrinin de MS II.-V. yüzyıllar arasında, gene Batı ve Doğu ile aynı zamanda Hint metinlerine yansıdığı görülür.
Ölümsüzlükle ilişkili simya ve tıp da Hindistan'a Çin'den gelmiş ya da bu yol tersine işlemiş olibilir. Her iki kültürde de tıp bilgileri ana ilgi odağını oluşturmuştur. Madenlere olan ilgi de her iki kültürde eşit şekilde güçlü olmuştur. Fakat bir Ab-ı Hayat'ın, bir Bengisu'nun bulunması sorunu Hint kültürü için bir anlam taşımamıştır. Çünkü burada yerleşik olan Brahma ve Buda inançları zaten ölümsüzlük kavramını kendi içlerinde barındırmakta idi. Bu bakımdan Hint kültürü için simya daha çok para-medikal kavram olarak kalmış, kimi hastalıkların, salgınların önlenmesinde ve zaman zaman da uzun bir ömür sağlamak için çalışmıştır.
M.Ö V.-III. yüzyıllardan kalan kaynaklarda Hint doğa felsefesinin, ateş, rüzgar, su, toprak ve uzay gibi madde unsurlarına, vitalizm yani canlı atomlar kavramına ve sevgi-nefret, etki-tepki gibi düalizmlere dayalı olduğu görülür. Simyagerlerin 6 madeni, yani altın, gümüş, çinko, demir, kurşun ve bakırın her biri daha aşağı 5 elemente bölünmekteydi ve kullanımları için "öldürülmeleri" gerekmekteydi. Bu öldürme işlemi ilaç yapımı için uygulanıyordu. Hintliler madenlerin alaşım ve bileşimlerini Batı'dan çok daha önce bulmuşlardı ve simyada kullanıyordu.
Yunan Kültüründe Simya
Araştırmacıların kesinlikle tarihin ilk simyageri olarak kabul ettikleri kişi, MS 300 yıllarına doğru yaşamış olan Mısır'ın Panopolis'inden Zosimos ise de, bu yöndeki gelişmenin daha MÖ III. yüzyıldan beri sürdüğü de anlaşılmaktadır. VII. ya da VIII. yüzyılda Bizans'ta yazılmış olan ve kopyaları Venedik ve Paris'te bulunan bir manuskript 40 kadar simyacının adını vermektedir. Listenin başı MÖ 200 yıllarında Nil deltasında yaşamış olan ve çok kapsamlı bir farmakoloji kitabı, daha sonra Doğu Roma ve Arap bilginlerince de kullanılmış olan Demokritus ve sonu da MS IV. yüzyılda İstanbul'da yaşadığı bildirilen Şinesus'tur.
Yunan simyasında İran'ın Magi inancı ve Mecusi denilen rahiplerinin doğrudan bir etkisi olduğu ve ayrıca Stoacılığın da katkısı bulunduğu sanılmaktadır. Magi'nin etkisi özellikle Demokritus'un ünlü kitabı "Physica et Mystica"da yazılı olan her reçetenin; Mageistlerin amentüsü niteliğinde olan "Her doğa bir başka doğayla sevinir, bir doğa bir başka doğa üzerinde galebe çalar, bir doğa öbür doğaya egemen olur" cümlesiyle sona erişinde belirmektedir.
Yunan kültüründe simya, Homeros çağından Aydınlanma Çağına kadar olan 2000 senelik süreçte bir gizem olarak kalmıştır. Yunan simyası Synesius ile birlikte Çin ve Hint simyası paraleline kaymıştır ve simya madde bilgisinden çok bağımsız zihinsel bir işlem olarak tanımlanmıştır.
Arap Kültüründe Simya
Arap simyası Yunan simyasından pek çok bakımdan farklı ve son derece de ilginç bir gelişme göstermiştir. Her ne kadar Demokritos, özellikle İskenderiye okulunun Arapça egemenliğine geçişinden sonra Arap ve genel olarak İslam tıbbında çok büyük saygı görmüşse de simya bakımından önemli bulunmamış, onun daha çok farmakopesi değerlendirilmiştir. Arap simya dünyasında etkin olan en önemli kitap, "Emerald Tabletleri" olarak ün kazanan çok eski bir metindir. Bu metin gerçekte, Hermes Trismegistos yazıları olarak da bilinen yazıları içermektedir. Bu Hermes, gerçekte eski
Mısır kozmogonisinde Cudi olarak bilinen ve Helenik dönemde adı Toth'a çevrilen tanrının Yunanlılar tarafından kendi kozmogonilerindeki Hermes'e benzetilmesiyle bu adı almıştır. Fakat bu tabletler ve metinler de "Yaratılışın Gizemi Kitabı" isimli daha büyük bir yazıtın bir parçasıdır. Bunun MS I. yüzyılda yaşamış Hristiyanlık dışı bir mistik olan
Tyanalı Apollonius'a ait olduğu ileri sürülmektedir. Bu adama daha sonra Arap mistikleri de büyük önem vermişler ve adına Balinus demişlerdir. Arap simyasının kökenlerinde bu kitaptan daha önemli olarak Asurlular, Elamlılar, Kalde ve Sümerler bilgileriyle onlardan da etkin olan İran'ın Magi ve Mitra inançlarının uygulama ve yaklaşımları söz konusudur. En büyük Arap-İslam simyageri kuşkusuz ki Ebubekir el-Razi'dir. 850-924 yılları arasında yaşamış olan bu büyük düşünür esasta hekim olmakla birlikte farmakopeler üzerindeki çalışmalarıyla, vücut sıvılarının analizleriyle, bu arada Üre'yi buluşuyla tanınmış ve tıp tarihindeki yerini almıştır. Bu arada maddenin doğasına ilişkin kuramlarıyla simyaya girmiş ve simyanın daha sonraki gelişiminde de büyük rol oynamıştır. Batı dillerinde Arrazi olarak bilinen Razi, maddeyi taşlar, tuzlar, borakslar gibi "cisimler" ile sıvı olan ve ergiyebilen maddelerin toplandığı "ruhlar" olarak ikiye ayırmıştır.
Arap bilim dünyasında bir başka önemli isim de Cabir İbn Hayyan'dır. Matematik ve tıptaki çalışmalarıyla ünlenmiş olan bu ismin aslında tek bir kişiden ibaret olmadığı, Emevi saltanatında bilimin baskı altına alınmasından ötürü yeraltı çalışmalar yapmakta olan bir grubun ortak ismi olduğu sanılmaktadır. Ne olursa olsun Cabir elyazmaları Razi'ninkileri izlemektedir ve daha derli topludur. Arap simyasına ilişkin daha fazla ayrıntı, özellikle de uygulama ayrıntıları bilinmiyorsa da İbn Haldun çok önemli eseri "Mukaddime"de simyagerlerden ve astrologlardan, akıllı devlet adamlarının mutlaka danışmaları gereken bilgeler olarak söz etmektedir. İbn Haldun bu bilgeleri, altıncı girişinde, "bilinmeyene ulaşanlar" arasında saymaktadır. Onlara atfettiği çok önemli bir özellik de "insan öz benliğindeki bilinmeyeni" algılama yeteneğidir
Avrupa Kültüründe Simya
Jan Matejko'nun Alchemik Michał Sędziwój isimli tablosuHıristiyanlığın Batı Roma İmparatorluğu tarafından resmi bir din olarak kabul edildiği IV. yüzyıl başlarından XII. yüzyıl başlarına kadar geçen süre, Avrupa'nın büyük kavimler göçüyle, gelen halkların sürekli yer değiştirmeleriyle, Hun istilası, Avrupa'nın Büyük Şarl tarafından birleştirilme girişimiyle, daha sonraki kralların ve feodal beylerin birbirleriyle boğuşmalarıyla karmakarışık ama aynı zamanda sefalet ve felaketlerle dolu Ortaçağ olarak geçti. Bu dönem boyunca Avrupa, hiçbir noktasından ışık sızmayan koyu bir karanlığa gömüldü. Kilisenin olduğu kadar, lokal ve genel devletlerin de halkı Hıristiyanlaştırma çabaları, beraberinde zulüm ve yıkımları da beraberinde getirdi. Üstüne üstlük salgın hastalıklar yığınlarla ölüme yol açtı. İşte böyle bir dönemde Arap dünyasından yapılan, çoğu yalan yanlış çeviriler arasında yaşam ve teknolojiye ilişkin bilgiler kadar bolca safsata da vardı. Bunların çoğu eski ve Batı'da zaten tanınan bilgilerin Arapça'ya transfer edilip saklanmış düşünce ve iddialarıydı. Ama skolastik düşünce yapısı bunların da tıpkı kilise büyüklerinin düşünceleri gibi, irdelenmeden, deneyin sınamasına tabi tutulmaksızın alınıp benimsenmesini gerektiriyordu. Böylece ve gene kilise dogmaları arasında bulunan "Ex oriente lux" (Işık Doğu'dan yükselir) inancının da yardımıyla bu bilgiler de dogma niteliği kazanmıştır. Bunun sonucunda Venedik-Paris elyazmasındaki bilgiler, 1150 yıllarında İspanya'da Cremonalı Gerard tarafından çevrilen Razi'nin yazıtları yanında çok sönük kalmıştı. Bu arada Haçlı Seferleri'nin getirdikleriyle zenginleşen simya, Arapça adıyla "El Hemi" yani Alşemi olarak çok büyük bir saygınlık kazanıverdi. Simya, Avrupa'da esrarengiz ününü XV. yüzyılda geçen bir olaydan sonra kazanmış ve daha önceki, madenlerin soylulaştırılması esasına dayanan felsefe de yerini gizemli simya felsefesine bırakmıştır.
XV. yüzyılda Paris'te bir noter olan ve bir gece rüyasında gizemli bir kitap gören, hemen ardından kitabı bulan ve bunu İbranice bilen bir bilge yardımıyla çözen Nicolas Flamel (1330-1418) simyaya gizemli ve esrarengiz havayı veren kişi olarak bilinir. Onun gördüğü kitap ve onu izleyen daha birkaç metinle, eski İbrani mistik felsefesi olan Kabala, bütün kavram ve yöntemleriyle simya alanına girivermiş ve bundan sonrasını derinden etkilemiştir. Flamel, 1382'de birdenbire büyük eseri, yani altın üretmeyi başardığını ilan etti ve bunun kanıtı olarak kiliselere muazzam bağışlar yapmaya başladı. Bu kadar iyi kanıt veren alşimist sayısı azdır. Bunlar arasında Salmoon Trismosin de sayılmalıdır. Bu şahıs, 1598'de "Splendor Solis" (Güneşin İhtişamı) isimli bir eser yazdı. Alşimi ustalarına yoğun ziyaretler yapmış ve "Mısır dilinde yazılmış kabalistik ve majik kitaplar sayesinde" başarılı olmuştur.
Simyanın Temel Prensipleri
Simyacılara göre madde birdi ancak farklı şekiller almaktaydı. Madde ayrıca kendi parçaları ile birleşebilir ve sonsuz sayıda yeni form alabilirdi. Kuyruğunu ısıran yılan olarak gösterilen Ouroboros sembolü de bunu temsil etmekteydi.
Bu düşünce aslında Tanrı’nın birliğinden kaynaklanmaktaydı. Evreni yaratan Tanrı Ruh’a çeşitli formlar vermiş ve madde oluşmuştu ; ancak bu Tek olanın farklı görünüşlerinden ibaretti. Her yaratılan unum in multa diversa moda , Türkçesi ile farklı şekillerde tek olan idi. Simyacı ise bu formların arasında Altın olanı aramaktaydı.
Bu yönüyle simya, kendinden önce gelen tek tanrılı ezoterik düşüncenin , dönemindeki temsilcisidir.
Simyaya eşlik etmiş olan ezoterik felsefe, Mısır tanrısı Thoth’a Yunanlıların yakıştırdıkları Hermes isminden ötürü Hermetik felsefe ya da düşünce , ya da kısaca Hermetizm diye adlandırılır. Orta Çağ boyunca Hermes’e atfedilen hermetik metinler Corpus Hermeticum diye adlandırılmışlardır.
Corpus Hermeticum genelde diyaloglardan oluşmaktadır. Hermetik metinlerden en önemlisi Zümrüt tablettir.
Hermetik felsefede ruh ve madde birbiri ile iç içe girmiştir. Birisi ötekinin farklı bir görüntüsüdür. Aynı şekilde çoğu hermetiste göre maddenin de bir ruhu vardır.
Simyacılar eski düşünceye bağlı kalarak Ateş, Toprak, Su , Hava olmak üzere dört elementin (Tetrasomia) varlığını kabul etmişlerdir. Bu elementler bildiğimiz anlamlarından öte bazı özellikleri temsil etmektedirler. Simyaya göre görünen iki element , Toprak ve Su , içlerinde görünmeyen iki elementi de barındırmaktadırlar: Ateş ve Hava. Bunun dışında , bazı simyacılara göre beşinci bir element daha vardır ki bu da Ether’dir. Ether beden ile ruh arasında da aracılık görevi görmektedir.
Simyada Platon döngüsü denilen kavrama göre elementler arasında sürekli bir de dönüşüm vardır. Ateş Havaya, Hava Suya, Su Toprağa ve Toprak Ateşe dönüşmekte olup bu döngü bu şekilde sürmektedir.
Simyacılar ayrıca , Zümrüt tabletlerde belirtilen “Yukarıda olan aşağıda olanın aynısıdır” prensibinden yola çıkarak da her bir gezegen ile bir mtal arasında bağlantı kurmuşlardır. Buna göre bilinen yedi gezegen ile mtaller arasındaki ilişki aşağıdaki gibidir :
Güneş > Altın
Ay > Gümüş
Merkür > Cıva
Venüs > Bakır
Mars > Demir
Jüpiter > Kalay
Satürn > Kurşun
Bunlar içinden Altın ve Gümüş mükemmel mtaller olup diğerleri mükemmel olmayan mtallerdir. Bir teoriye göre mtaller demir > bakır > kurşun > kalay > cıva > gümüş > altın sırasını izleyerek altına dönüşmekte , bu süreç döngü şeklinde devam etmektedir.
Simya ile astroloji arasında da sıkı bir ilişki vardır. Her mtale bir gezegen karşılık geldiği gibi, bazı reaksiyonların gerçekleşebilmesi için gezegenlerin uygun konumu da gözlenmektedir.
Simyacıların , gnostiklere benzer bir de evren modelleri vardı. Merkezde Dünya, daha sonra yedi gezegen , etrafında sabit yıldızlar , en dışta da saf ruhlar bulunmaktaydı, bundan sonrası ise Tanrı’yı göstermekteydi.
Simyacılar için Güneş de büyük önem taşımaktaydı. Güneş bazılarına göre hayatın kaynağı , hatta Tanrısal sözün görünebilir hali idi. Bu nedenle, simyacılar Dünya merkezli evren teorisinden Güneş merkezli teoriye geçişte fazla zorlanma yaşamamışlardır.
Simyada bir önemli ayrım da dişil/eril ya da dişi/erkek ayırımıdır. Bazı simyacılar İlk Çağdaki bir düşünceyi savunmuşlar ve Tanrı’nın yaradılıştan önce hermafrodit olduğunu ve yaradılışla birlikle erkek ve dişi olarak ayrıldığını iddia etmişlerdir. Buna göre Güneş eril, dünya dişildir. Aslında dişil özellik en çok Ay ile kendini belli etmektedir.
Simyadaki bir başka düalite de macrocosmos / microcosmos ‘dur. Bu ikisi arasındaki benzerlik de daha önce gördüğümüz gibi ifadesini zümrüt tabletlerde bulmuştur. Bir başka görüş de insanın doğuşunun evrenin doğuşuna benzediği yönündedir.
Simyadaki bir önemli kavram da düalitenin yanında üçlemedir. Ünlü simyacılardan Robert Fludd “Üç dünya vardır : arketipler dünyası, macrocosmos ve microcosmos; yani, Tanrı, Doğa ve İnsan.” demektedir.
Bu üçleme elementlerde de karşımıza çıkmaktadır. Nasıl Tanrı’da bir üçleme var ise insanda da ruh,can,beden olarak üçleme vardır. Bunun elementler dünyasına yansıması ise , Kükürt, Tuz ve Cıva şeklindedir. Burada anlaşılması gereken bildiğimiz anlamda kükürt, cıva ve tuz olmamakta, ancak bunların temsil ettiği prensipler olmaktadır.
Aslında kükürt ve cıva iki karşıt prensip olup aralarında tuz ortayı temsil etmektedir. Kükürt aktif olanı temsil etmekte olup erildir. Cıva ise tam tersi olarak pasif olanı temsil etmekte olup dişildir. Tuz ise ikisini arasında bir bileşim olup , gövdeyle ruhun bağlanması gibi bağlayıcı bir görev yapmaktadır.
Kükürt – Cıva karşıtlığı aşağıdaki gibi de özetlenebilir : (Hutin)
Kükürt > Eril – Aktif – Sıcak – Sabit
Cıva > Dişil – Pasif – Soğuk – Uçucu
Bazı simyacılara göre bu prensipler baba/anne düalitesini göstermekte ve ayrı duran bu prensipler , çeşitli şekillerde birleşip yeni maddelerin oluşmasını sağlamaktadırlar.
Bazı simyacılar üç prensip ile dört elementi birleştirmeye çalışmışlar ve aşağıda özeti görülen sonuca varmışlardır (Albert Poisson , Théorie et Symboles des Alchimistes, Paris,1891) :
Kükürt Toprak (Görülebilir, Katı)
(Sabit) Ateş ( Gizli,sübtil)
Tuz Ether
Cıva Su (görünür, likit)
(Uçucu) Hava ( Gizli,gaz)
Bu arada dikkat edilmesi gereken bir nokta da simyada her sıvının Su, her katının Toprak, her gaz Hava ve de her ısı kaynağı Ateş olarak adlandırılabildiğidir.
İslam'da Simya
Simyanın Arapça'sı "al kimiya"dır. Kimiya kelimesi de Grekçe'de "dönüştürme sanatı" anlamına gelen chumeia'den (veya Çemeya) veya "altın yapan sıvı" anlamına gelen Güney Çinli kim-iya'dan gelir. Grek ve sonraki Helenistik yazılar genelde İslam bilimin arkasındaki itici güç olarak kabul edildiğinden kelimenin Grek kaynağı genel kabul görmüştür.
İslam açısından al kimiya maddi ve ruhsal olarak nesneleri en yüksek mükemmellik şekline dönüştürme sanatı anlamına gelir. Kimiya ayrıca dönüşümü gerçekleştiren katalizör anlamına gelerek aynı zamanda iksir (al iksir) ve "felsefe taşı" (hajar al falasifah) anlamlarında kullanılır. İdeal iksiri bulmak dünyanın birçok kültüründe kadim bir arayıştı. Metalleri en mükemmel biçimlerine (altın), madenleri en güçlü konumlarına ve doğru iksirin ölümsüzlüğü getirebildiği inanılırdı. Her madde türü, örneğin metaller aynı elementleri içerdiği varsayılıyordu. Doğru kimiya veya iksir elementleri ideal düzene koyarak, söz konusu metalı basit bir biçimden mükemmel bir biçime değişmesini sağlardı. Örneğin bakırı altına çevirmek.
Diğer bir bağlamda, simyanın felsefi teorisi ruhun arınmasını açıklamak için kullanılmıştır. Simyanın terminolojisi ve işlevleri alegorik bir üslupla ruhun vasat, dünyevi, kirlenmiş halinden saf mükemmelliğe dönüşümü için uygulanmıştı. Ayrıca psikolojik kuramlar alegorik olarak kimyasal özelliklere çevrilmişti. Mistikler için iksir imansızı hidayette erdiren ilahi hakikat sembolüydü. Sufi edebiyatında ruhani mürşit müridin rununu bir tür ruhsal simya süreciyle arındırır. Ruhsal konularda simya unsurlarının kullanımı, insan ruhunu evrenin içerdiği güç ve prensiplerinin bir mikrokozmosu olarak gören ortaçağı İslam dahil olmak üzere kadimlerin dünya görüşlerini yansıtmaktadır.
Tarihi özgeçmişi
Müslümanlıkta görülen simyanın kadim kökenleri vardır. Simyanın kökeni birçok peygamber ve bilginden Adem'e dek atfedilmişti. İntikal zinciri kadim dünyanın üstatları, Aristo, Galen, Sokrates, Plato ve diğerlerine dek iner. Müslümanların bu sanatı bu üstatlardan aldığı düşünülür. Haz. Muhammet'in (ölm. 632) bu sanatı tasvip edip ettiği söylenir ve damadı Haz. Ali ibn Abi Tãlib (ölm. 661) onun hamisi olarak görülür. Haz. Ali'nin torunu Ja'far al-Sadiq (ölm. 765) sanatı yayan bir sonraki kişi olarak kabul edilir. Ümeyyi prens Hãlid ibn Yazid (660-704) simyayı uyguladığı gibi himaye edip ilgili eserleri Grekçe ve Süryanice'den (Arameikce) Arapça'ya tercümelerini teşvik ettiği kaydedilir. Efsaneye göre simyayı farklı ülkelerde süren uzun bir arayıştan sonra bulduğu Marianos adında Süryani bir keşişten öğrenmişti. Ja'far al-Sadiq'in müridi olduğu kabul edilen Jabir ibn Hayyãn (ölm. 815) simya üzerinde 300 eser yazdığı söylenir. Dolayısıyla, bu efsaneleşmiş tarihi kişinin adı yetkin üstatlık ima etmeye başlamıştı.
Jabiri Külliyatı - Bu efsanevi tasvirlere rağmen, modern araştırmalar İslami simyanın gelişmesini 9. asra atfetmektedir. Jãbir ibn Hayyãn ilk önemli simyager olarak kaydedilir, ancak ona atfedilen eserlerin çoğunu yazdığı şüphelidir ve 10. asır gibi tarihlerde ortaya çıkmıştı. Merhamet Kitabı, Dengeler Kitabı, Yüz ve Oniki Kitabı, Yetmiş Kitap ve Beş Yüz Kitap bu külliyatın önemli eserlerindendir. İhvan-us Safa (İkhwân al-Safu - Saflık Kardeşleri) muhtemelen simya teknikleri, aletleri, malzemeleri ve görüşleri konusunda önemli bir kaynak olan Jabiri külliyatına katkıda bulundular veya en azından etkilediler.
Külliyatta yer alan kükürt-cıva metal kuramına göre bütün metaller özelliklerini tayin eden değişik orantılarda bu iki elementi veya temsil ettikleri prensipleri taşımaktadırlar. Kükürt sıcak/kuru ve cıva soğuk/nemli özelliklerini neden oluyordu. (Aristo bu dört unsurun - sıcak, kuru, soğuk, nemli - ateş, toprak, su ve havayı temsil ettiklerini iddia etmişti) Kükürt ve cıva, ayrıca erkeksi ve dişi unsur olarak tanımlanan maddenin pozitif ve negatif yönlerini içerirler. Dengeleri Kitabı metallerin zıt elementler tarafından üretildiklerini iddia eder. Her cisim onun birleşimi olan unsurların dengesini ifade eder ve bu armoni sayısal olarak semayı yöneten müziksel armoni ile ifade edilir. Unsurların kalite farkları ve yoğunluk dereceleri müzik ıskalasına tekabül eder. Ayrıca her cisim iki içsel ve iki dışsal kalitenin dengesini temsil edip her metal iki içsel ve iki dışsal kalite ile ifade edilir. Dolayısıyla, bir metalin başka bir metala dönüşümü bir iksirin etkisiyle içselin dışsal potansiyel ve mevcut unsurlarının birbirine orantı ayarlaması ile mümkün olur. Her metal diğer birinin zıttı, içi dışa ve dışı içe çıkmış şeklidir. Dönüşüm basit olarak iç ve dış kalitelerin yer değişmesidir. Bu da aynı bir hekimin tedavi için verdiği hastalığa ters ilaç gibi. Başka bir deyişle iksir simyagerin ilaçlarıydı.
Jabiri külliyatına göre belirli dönüşümler için belirli iksirler vardır. Ancak, her türlü dönüşümü gerçekleştirebilen bir ana iksir vardır. Jabiri külliyatından "70 Kitap"ın yazarı teori ve uygulama arasında önemli ve özgün bir ağ kurmakta ve damıtma ile fiziksel oluşumlar sadece elementlere değil aynı zamanda zıt kalitelerine de ayırmak mümkün olduğunu yazmıştır. Organik maddelerin ısıya tabi tutulunca ortaya çıkan tutuşabilir ve tutuşmayan gazlar "ateş" ve "hava"yı, damıtılıp yoğunlaşan sıvı "su" ve kalan tortu "toprak" elementleri temsil ederler. Yazar sonrada bu elementleri her birinin oluştuğu zıtlar çiftine ayırmaya çalışıyor. Ayrıca bu işlemin sadece organik maddeye değil ama en sert taşların bile damıtılabileceğini iddia etmekte. Bir Jabiri buluş sayılan organik maddelerin damıtılmasından elde edilen iksirler simyanın tıbbi yönünü göstermektedir. İksir arayışı ile Jabiri eserler al-Razi'nin eserlerine benzerlik arz ederler.
Al-Razi - Hekim ve filozof Muhammad ibn Zakariya al-Râzi (ölm.. 925) simyaya önemli etkisi olan ikinci Müslüman simyagerdir. Metallerin kükürt ve cıva unsurları teorisine tuzluluk unsurunu ekledi. Simyada kükürt, cıva ve tuzdan oluşan üç unsurun bulunduğuna dair popüler teori Avrupaya geçerek Batı Simyada önemli bir rol oynamıştı. Al-Râzi'ye göre cisimler aralarında boşluk bulunan görünmeyen elementlerden (atomlar) oluşur. Bu elementler sonsuzdur ve belirli bir hacmi vardır. Bu kavram modern fizikteki madde yapısına oldukça yakın gözükmektedir. Al-Râzi'nin kitapları Sirr al asrãr (Sırların Esrarı) ve Madkhal al-ta'limi (Talime Başlangıç), özellikle İran'da 10. asır İslam dünyasında uygulanan simyanın prensip ve tekniklerini anlamak açısından önemli kaynaklardır. Bu eserlerde kimyevi maddelerin yapıları, tepkileri ve inceleme aletleri konusunda dikkatle incelenmiş ve doğrulanmış veriler sitemli sınıflandırmalar altında aktarılmaktadır. Dili simya eserlerinde görülen mistik ve muğlak ifadelerden uzak, açık ve anlaşılırdır. Çok sayıda Jabiri eserler arasında al-Râzi sadece Merhamet kitabından söz etmekte, belki de diğer eserlerin zamanından sonra yazıldığı içindir.
Diğer Üstatlar - Muhammad ibn 'Umayil (10. asır) simya üzerinde iki esas kitabından dolayı önlüydü: Kitab al-ma' al-waraqi (Gümüşlü Su ve Yıldızlı Toprak Kitabı) ve Kitäb al ilm al-muktasab. 'Ali ibn Wahshiyâ'nin (10. asırlı efsanevi bir kişi) eserleri İslam'da simya geleneği konusunda adeta bir ansiklopedi kadar bilgi vermekte. Simyagerler ve sanatları konusunda önemli bir bilgi kaynağıdır. Ayrıca konu üzerinde simyager olmayan önemli kişilerin görüşlerine de yer vermektedir. Bu sıralarda derlenen ancak yazarı henüz tespit edilemeyen önemli diğer bir eser de batıda meşhur Latince tercümesi ile Turba Philosophorum olarak bilinen Musbaf al-jamâ'ab, eski çağlarda Pitagoras'ın yönetimde simyagerlerin bir toplantıda Archelaus'ün Sokrates öncesi dokuz filozofun doktrinlerini kaydettiğini aktarır. Maslamah al-Majriti (ölm. 1007?) Rutbat al-hakim (Bilginlerin Adımları) adlı ünlü simya kılavuzunun yazarıydı. Ayrıca Ghayat al-hakim (Bilginlerin Gayesi) başlıklı maji kitabı da büyük rağbet görmüştü ve batıda tercüme edilmişti. Bir sonraki asırda önemli bir simyager Husayn 'Mi al-Tughra'i (ölm. 1121?) 1112 yılında yazdığı Kitãb haqa 'iq al-isthishad fi-al-kimiya' (Simya Konusunda kanıtlanan Gerçekler) kitabıyla simyayı savunarak Ibni Sina'nın inkarlarına karşı sert çıkışlarda bulunmuştu. Simya konusunda daha sonra Mısırlı Aydamir ibn 'Mi al-Jildaki (ölm. 1360) kendisinden önce simya ve maji konusunda bütün yazılanları özetleyerek yorumlamıştı.
İnkar ve Muhalefet
Yaygın Olmasına rağmen simya bütün Müslüman bilginler tarafından kabul görmedi. İbni Sina (ölm. 1035) simyanın fuzuli bir uğraş olduğunu ve insanın doğayı taklit edebileceği iddiasını çürütmek üzere savlar ortaya koydu. Simyagerlerin sadece dış görünüşü itibarıyla kıymetli metallere benzeyen bir şeyler imal edip basit metallerin esasında değişmediğini. Ünlü Kuzey Afrikalı İbni Haldun (ölm. 1406) da Arap-İslami simya uğraşlarını eleştirmişti. O simyayı basit metalleri altına çevirecek bir iksiri hazırlamak ve aramak amacıyla elementlerin özellik, fazilet ve huylarının etüdü olarak tanımlamıştı. İksir için kullanılan elementler arasında hayvan dışkıları, sidik, gübre, kemikler, kuş tüyleri, kan, saç, yumurta, tırnak ve metaller vardır. İksirin hazırlanmasında kullanılan özütteki elementleri ayırmak için damıtmak, süblimasyon, kalsinleme, kavurma ve başka teknikler kullanılırdı. Simyacılar, bu yöntemlerle doğru iksir elde edilirse kurşun, bakır ve kalayla birlikte ısıtılıarak altın edilebilir. İbni Haldün simyagıcların mekanik ve teknik ilşlemlerle yapılması öngörülen dönüşümlerinin doğa işlevlerini mükemmelleştirmek amacını taşıdığını inkar etmişti. Ayrıca Khalid ibn Yazid'e afdedilen eserlerin doğruluğunu eleştirdi, vcerdiği gerekçe olarak da İslam'da gelişmiş bilimler ve sanatlar o denli erken bir dönemde henüz gelişmemiş olmalarıydı.
Batıya Etkisi
Islami simya genelde tercümeler aracılıyla batıya 12. asırda getirildi. Simya üzerine Arap eserlerin en eski Latince tercümesi genelde Robert of Chester'nın 1144 tarihli "De compositione alchemiae" olduğu sanılır. Bazı araştırmacılar onun daha geç bir tarihte yazılmış sahte bir Latince eser olabileceğini iddia etmişlerdir, ancak bu son derece karmaşık bir konudur ve daha çok araştırma gerektirir. Gerard of Cremona (1114-1187) Jabiri Yetmiş Kitap'ı Latince'ye çevirmiştir translated the "De aluminibus et salibus" ve "Liber luminis luminum" onun tercümeleri olduğu inanılır. İlg özgün Avrupalı simya yazısından (the Ars alchemia, c. 1225, attributed to Michael Scot, d. 1232) önce Arapça'da tercümeler olabilecek diğer eserler İbn Dina'nın "De anima", "Turba philosophorum", "Zümrüt Tablet", "Yaratılış'ın Sırrı" ve al-Razi'nin "Sırrın Esrar"dır. Böylece 13. asrın ortalarında önemli İslami simya eserlerinin çoğu Avrupa'da bilindiği gözükmektedir.
Mistik Simya
Pratik simyanın teorilerine ve sembollerine geçmede önce mistik simyayı incelemek gerekmektedir. Böylece pratik simyada da madde ile yapılan benzetmede aslında insana ait sonuçlar çıkarılabileceği çok rahat gözükecektir.
Simyanın, maddenin içinde sağaltım ile altını keşfetmesi, bir bakıma insandaki Tanrısal tözün ortaya çıkarılması ile benzerlik göstermektedir.
Metallerdeki hastalığın, kirin yok edilip altının ortaya çıkarılması gibi , uzun bir süreçten sonra da insandaki tanrısal töz açığa çıkabilir ve kişi İyi için çalışabilir. Ars Magna , bu açıdan insan için de kullanılabilir, bu anlamı ile inisiyasyonu da temsil etmektedir.
Ars Magna ile insan Tanrı ile birleşebilmekte, kendini maddeye bağlayan bağlardan kurtulabilmektedir.
Bu bağlamda Felsefe taşı da mutlak olana , tanrısal töze kavuşturan bilinç anlamını kazanmaktadır. Aynı şekilde İksiri içip ölümsüzlüğe kavuşmak da ruhun ölümsüz olduğunu anlamak anlamına gelmektedir.
Öyleyse kendi içindeki Tanrısal tözü bulmak isteyen kişi , tıpkı maddenin saflaştırılması gibi , kendi içine dönerek kendini saflaştırmalı ve gizli olan , içindeki Felsefe taşına ulaşmalıdır. Simyada kullanılan yöntemler ezoterik olarak inisiyasyonu da bu anlamı ile temsil etmektedir.
Bu , en güzel ifadesini VITRIOL sözcüğünde bulmaktadır. VITRIOL aslında Latince bir cümledeki sözcüklerin baş harflerinden oluşmuştur. Bu cümle “Visita Interiora Terræ Rectificando Invenies Occultum Lapidem” dir ve “Dünyanın derinliklerini ziyaret et gizli taşı bulacaksın” anlamına gelmektedir. Bu pratik simyada kayıp taş ya da mineral olarak düşünülmekle beraber, aslında insanın Tanrı’yı , tanrısal olanı kendi içinde bulacağı anlamına da gelmektedir.
Bu şekli ile simya gerçek bir ezoterik doktrin olup günümüzde de bazı prensipleri ile yaşamaktadır.
Vitriol Nedir?
Vitriol bir simya terimidir. Latince’de 7 sözcükten oluşan “Visita Interiora (Interiorem) Terræ (Tellus) Rectificando Invenies Occultum (Operae) Lapidem” cümlesindeki sözcüklerin baş harflerinin birleştirilmesiyle oluşturulmuş sembolik bir ifadedir. Bu cümle Türkçe’ye “Dünyanın derinliklerini (içini) ziyaret et, damıtırken (arıtırken) gizli taşı (felsefe taşı'nı) bulacaksın.” biçiminde çevrilir. Bu cümledeki yeraltına inme sembolizmiyle belirtilmek istenen, pek çok inisiyatik tradisyonda cehenneme iniş olarak ifade edilen deneyimdir. Bu cümlede simgelenen anlam “arınıp saflaşmak istiyorsan cehenneme iniş deneyimini yaşamalısın” olarak ifade edilir.
Kaynak: Semboller Ansiklopedisi,Ruh ve Madde Yayınları
Pratik Simya
Simyanın en bilinen ve en yaygın şekli pratik simyadır. Simya pratiğini gerçekten bilinçli ve dönemine göre oldukça bilimsel yapan üstadların yanı sıra bir çok maceraperest de bu konu ile uğraşmışlardır. Ancak o dönemden kalma prensipler, özellikle de metodlar günümüz kimyasına da temel oluşturmuştur.
Simyacı için amaç Felsefe taşını elde etmektir. Ancak bunu elde edebilmesi uzun ve zahmetli bir iştir. Simyacı uzun proseslerden geçireceği ilk maddesini dikkatli seçmek zorundadır. Latince Materia Prima diye adlandırılan ilk madde çalışmanın başarıya ulaşabilmesi için çok büyük önem taşımaktadır. Pratik simyada genelde uçucu ve hareketli olarak Cıvaya karşılık gelen ilk madde, ezoterik olarak da çırağı, inisiyasyona alınacak, mükemmel olmayan, kişiyi temsil etmektedir.
Simyacı kendi laboratuarını da kendi kurmak zorundadır. Aletlerini kendi temin etmeli ve laboratuarını bütün gözlerden uzak bir yerde oluşturmalıdır.
Simyacı için çalışmalarına başlayacağı zaman çok önemlidir. Simyacılar genel olarak İlkbaharda Güneş Koç burcundayken çalışmalarına başlarlar. Bazen Boğa ya da İkizler de çalışmak için uygun zaman olmaktadır. Ancak, İlkbahar doğanın canlanmaya başlamasını, bir tür doğumunu sembolize ettiği için, böyle bir çalışma için de en uygun zamandır.
İlk madde ile uygun zamanda çalışmaya başladıktan sonra, gelen aşama hasta olan ****lin temizlenmesi, arınması işlemidir. Bunun için gizli ateş , ignis innaturalis gerekmektedir. Bu elleri ıslatmayan su ya da alevsiz yanan ateş diye açıklanmaktadır.
Bütün bunlar hazırlanıp uygun şekilde hazırlandıktan sonra hermetik olarak kapatılmış bir kap içine , ya da yaygın adı ile Filozofik yumurtanın içine konduktan sonra, tıpkı kuluçkada olduğu gibi burada sabit bir sıcaklıkta beklemek üzere, Athanor adı verilen fırının içine konur. Yumurta aynı zamanda yaradılışın da bir sembolüdür.
Burada da görüldüğü gibi pratik simya ile ezoterik simya arasında büyük bir paralellik vardır. Adayın yetişebilmesi için içinde yakmayan bir ateş olması gerekmektedir. Hermetik kap ise dış etkilerden uzaklaşmayı temsil etmektedir. Yumurta sembolizmi ise zaten adayın yeniden dünyaya geleceğini göstermektedir.
Bazı simya metinlerine göre de Materia Prima içinde Cıva ile belirtilen pasif prensibin yanında Kükürt ile belirtilen aktif prensip de vardır ve bunlar yumurtanın içinde etkileşime girerler. Daha sonra bunların ölümü ile Bilge Cıvası doğar. Bu siyah olandır. Bu yine mükemmel bir mtal değildir , ancak bu da bir aşamadır. Daha sonraki aşamada ise beyaz olan açığa çıkar. Albedo diye adlandırılan bu beyazlık aşmasında Rosa Alba, Beyaz Gül ortaya çıkar. Bu aşamanın sonucu kırmızı olan Bilge Kükürdü ile tamamlanır. Son aşama ise Kırmızı kükürt ile beyaz cıvanın birleşimidir. Bu Kutsal birleşme sonucu Felsefe taşı ortaya çıkar.
Bazı metinlerde Felsefe taşı “AZOT” olarak adlandırılır. Bu doğal olarak bildiğimiz azottan farklıdır. Felsefe taşı bütün maddelerin başı ve sonu olarak görülmektedir. Bu yüzden Azot sözcüğü de bütün alfabelerde ortak olan A ile başlamakta, sırası ile Latin , Yunan ve İbrani alfabelerinin son harfleri olan, Z,O ve T ile bitmektedir.
Simyanın pratiğine de baktığımızda ezoterik yön açığa çıkmaktadır. Bu aşamalar aslında adayın inisiyasyon yolunda kat ettiği mesafedir.
Simya'nın Tarihi
Simyanın tarihi çok eski devirlere uzanmaktadır. Aslında ilk devirlerde kimya ve simya tarihi ortaktır denebilir. İnsanın ilk bu kavramlar hakkında düşünmesi ve kullanması kuşkusuz ateşin elde edilmesinin öğrenilmesi ile başlamıştır. Daha sonra mtalleri kullanmayı ve doğal halinden saf haline getirmeyi öğrenen insan zamanla madde üzerine düşünmeye başlamıştır.
Aslında mtallerin maden filizinden elde edilmesi de ezoterik simyada sık kullanılan bir örnektir. İnsan da filiz içinde saflaştırılmayı bekleyen mtal gibidir denir.
Her durumda, madenin filizden ayrılması , simya için önemli bir örnek oluşturmuştur. Filizinden ayrıştırılan mtalin geçirdiği evreler gibi , altın da pisliklerinden arınabilir diye düşünülmüştür.
Simyanın tarihi altının maden filizinden elde edilmesiyle başlar diyen görüş bir yana , tarihçiler simyanın Mısır’da doğduğu konusunda ısrarlılardır. Aslında Mısır’da altın elde etmek bir ruhban sınıfının elinde olduğundan iki görüş de birbirine yakın kabul edilebilir. Doğuda, Çin ve Hint’te de simyanın varolduğu bilinmektedir. Ancak biz kendimizi simyanın batı dünyasındaki tarihi ile sınırlayacağız.
İlk simya bilgilerinin Hermes Trimegistus, Üç Kere büyük Hermes, tarafından verildiği söylenir. Bu ise daha önce de belirttiğimiz gibi , insanlığa bütün bilgileri veren Mısır tanrısı Thoth’un Yunanlaşmış halinden başka bir şey değildir. Hermes Trimegistus Orta Çağ simyacıları tarafından tanrısal bilgileri bilen ve veren, ilk mürit olarak görülmüştür.
Orta Çağ boyunca varolan simya sadece Mısır’dan gelme değildir. Karmaşık bir kökeni vardır, daha doğrusu bir çok kültürden farklı şekillerde etkilenmiştir.
Yunan kültüründen simyaya geçen en önemli teori elementler teorisidir. Eski Yunan’da maddenin yapısı ile ilgili iki önemli teori gelişmiştir. Bunlardan biri atom teorisi öteki de elementler teorisidir. Kökenleri daha eskiye de dayansa dört elementin teori haliyle sunulması Eski Yunan’da olmuştur.
MÖ Yedinci yüzyılda yaşayan Thales , doğanın akıl ile anlaşılabileceğini savunmuş ve suyun dünyanın ana prensibi olduğunu iddia etmiştir. MÖ 610-545 yılları arasında yaşadığı düşünülen Anaximandros apeiron diye adlandırdığı amorf bir prensibi ortaya atmıştır. Anaximenes ise her şeyin kökeninde hava olduğunu söylemiştir. Heraklit’e göre ise bu prensip ateştir.
MÖ 540-450 yılları arasında yaşayan Parmenides ise daha ilginç bir görüş geliştirmiş ve evrenin aslında Tek olduğunu ve farklı görüntüler aldığını savunmuştur. En büyük karakteristiği hareketli olması , devamlı form değiştirmesidir.
MÖ 485-425 yılları arasında yaşayan Empedokles için ise ateş, hava,su ve toprak maddeyi oluşturan dört elementtir ve aşk adı verilen çekim kuvveti ile Parmenides’in evrenine benzeyen evreni oluştururlar. Ancak Nefret adı verilen itim kuvveti ile itildiklerinde çözülmeler olur.
Dört element düşüncesinin Orta Çağlar boyunca varolan şekli kuşkusuz Platon’un ve özellikle de Aristo’nun eseridir. Platon elementleri geometrik formları ile ortaya koymaya çalışmıştır. Ancak simyadaki teori büyük ölçüde Aristo’nun teorisidir.
MÖ 384-424 yılları arasında yaşayan Aristo, bir çok konuda olduğu gibi dört element teorisi ile de Orta Çağ boyunca tek otorite olarak kalmıştır. Aristo’ya göre ilk madde çeşitli formlar alabilmektedir. Bu alınan formlar da bazı temel özelliklere bağlıdır. Bu özellikler dört tanedir : Sıcak, soğuk, kuru, ıslak. Buna göre
Ateş : Sıcak – Kuru
Hava : Sıcak – Islak
Su : Soğuk – Islak
Toprak: Soğuk – Kuru
olarak özellik gösterirler. Bu da simyada kullanılmıştır.
Aristo ile olgunluğa ulaşan elementler teorisi ve Mısır kaynaklı simya İskender’in fetihleri ile beraber karşılaşma olanağı bulmuş ve bir senteze ulaşmıştır. Bu senteze doğu kökenli okültizm, Yahudi ve Hristiyan mistisizmi de karışarak, Orta Çağdan itibaren simyacıların temel teorilerini oluşturmuşlardır.
Yunan-Mısır sentezi simya ile ilgili en önemli belge MS. üçüncü yüzyıldan kaldığı sanılan Leyden papirüsüdür. Dördüncü yüzyıldan itibaren ise simya eğitimi yaygınlaşmıştır. Özellikle Panopolis’li Zosimus simyayı daha ritüelik bir hale getirmiştir.
Bu dönemde, özellikle İskenderiye’de simya üzerine bir çok eser ortaya çıkmıştır. Bu eserler arasında Hermes, İsis gibi tanrısal kişiliklerin yazdığı varsayılan eserlerin yanı sıra Keops gibi hükümdarların, Platon, Pythagoras, Tahles gibi filozofların ya da Zosimus gibi simyacıların yazdıkları söylenen eserler de vardı. Bunlar Felsefe taşından ve ölümsüzlükten de söz etmekte , aynı zamanda simyanın ezoterik yanını da ortaya koymaktaydılar.
Simya daha sonra Bizans’ta da varlığını sürdürmüştür. İmparator Heraklius Simyayı desteklemiştir. Ancak Bizans’ta simya çok gelişememiş, daha sonra da Batıya geçmiştir.
Arapların Mısır’ı işgal etmesi , simyanın İslam dünyasına da girmesini sağlamıştır. Arap kültüründe İslam öncesinde simya hakkında yazılan eserler bilinmemekle birlikte, Mısır’ın işgalinden sonra bu konuda yazılan eserlerde bir patlama olmuştur. Bütün İslam dünyasında Arapça tek resmi dil olduğu için , eski Mısır ve Yunan eserlerinin Arapça’ya yapılan tercümeleri de bütün İslam dünyasına yayılmış, bu konuda çalışmaların çoğalmasını sağlamıştır.
Müslüman simyacılar arasında en tanınmışı kuşkusuz Batıda Geber adıyla tanınan Abu Abdullah Cabir ibn Hayyan’dır. Cabir’den kalan eserlerin bir bölümü Corpus Jabirianus adıyla toplanmıştır. Çoğu kaybolan bu yazılarda simya kadar İslam’ın ezoterik açıklamalarının da varlığı bilinmektedir. Cabir bu yazılarda ezoterik bilgi vermesine rağmen olabildiğince açıklama yapmıştır.
Simyanın Orta Çağ Avrupa’sına geçişi göreceli olarak daha geç olmuştur. Özellikle Arap istilaları ve Haçlı seferleri sırasında bu kültürle tanışan Batı dünyası Orta Çağın sonlarına doğru simya ile ilgilenebilmiştir. Simya anlamına gelen Alchemy/Alchimie sözcüğünün ve simyada kullanılan Alkol, Alambik, Elixir gibi sözcüklerin Arapça’dan gelmiş olması da bu kökeni ortaya koymaktadır.
On üçüncü yüzyılın ilk yarısından itibaren Fransisken manastırlarında simya yaygınlaşmaya başlamıştır. Buradan Robert Grossetête tarafından Oxford’a da geçen simya, burada da popüler olmuş ve Robert Grossetête’in öğrencilerinden biri olan Roger Bacon da bu konuda oldukça sivrilmiştir. Simya kadar astroloji ve okült bilimlerle de ilgilenen Bacon sonunda kilisenin de dikkatini çekmiş ve bu yüzden hapse girmiştir. Daha sonra gizemli bir şekilde ortadan kaybolan Bacon, simyacıların ölümsüz olduğu konusunda rivayetlerin çıkmasına da neden olmuştur.
1240 – 1311 yılları arasında yaşamış olan ve Rosarium Philosophorum adlı eserin de yazarı olan Arnaud ve Villeneuve de bu konuda zamanının tanınmış isimlerindendir. Villeneuve simya kadar astroloji ve tıpla da uğraşmıştır. Eserleri ise ölümünden sonra yakılmıştır. Villeneuve’den etkilenen iki Fransisken de simya konusuyla ilgilenmişlerdir, bunlar Raymond Lulle ve Jean de Rupescissa’dır.
Fransiskenler kadar Dominikenler de simya ile ilgilenmişler ve 1193-1280 yılları arasında yaşayan ve Büyük Albert adıyla da anılan Albert de Bollstaedt Dominikenlerin arasından çıkmıştır.
Her şeye rağmen On üçüncü yüzyılın sonuna kadar simyacılar manastırlarda rahat rahat simya ile ilgilenebiliyorlardı. Ancak zamanla simya kilisenin tepkisini çekmeye başlar. Bu arada manastırlar dışında da simya ile ilgilenen kişiler türerler. Artık Hermes’in bilimi ile kilise karşı karşıya gelmeye başlar. Ancak Kilise önlemini almakta gecikmez ;1317’de Papa Jean XXII bir karar yayınlayarak (Spondent quas non exhibent) sahte altın yapanları ve simyacıları mahkum eder. Buna göre simyacılar fazlasıyla çoğalmışlardır.
Bu sırada gizemli bir kişinin simyanın sırlarını bulduğu konusunda bir rivayet yayılmıştır. Bu kişi Nicolas Flamel’dir. 1330 – 1418 yılları arasında yaşadığı söylenen Flamel , söylentiye göre “Yahudi Abraham” isimli , simyanın sırlarını veren bir kitap bulmuş, ve yıllarca karısı Pernelle ile uğraşarak buradaki şifreleri çözmüş ve bu sanatın sırrına vakıf olmuştur.
On beşinci yüzyılda gelişen simyada döneminin en önemli isimlerinden biri de Basil Valentin’dir. Yaşamı hakkında tam bir bilgiye sahip olamadığımız Valentin özellikle “On iki Anahtar” isimli eseri ile ünlüdür.
Simya Rönesans ile birlikte en yüksek noktasına ulaşmış ve bu dönemde Kabala , büyü, Yeni Plantonculuk gibi diğer ezoterik doktrinler de simyaya katkıda bulunmuştur. Bu dönem ayrıca Rose-Croix gibi gizli örgütlerin de ortaya çıktığı bir dönemdir. Bu dönemde Denis Zachaire,John Dee gibi ünlü simyacılar da ortaya çıkmıştır.
Dönemin en önemli ismi kuşkusuz 1493 doğumlu Paracelsus’dur. Maceralı bir hayat yaşadıktan sonra 1541 yılında hayata gözlerini yuman Paracelsus, kariyerine önce doktor olarak başlamış, bir çok maceradan sonra şifacılığı ile ün kazanmıştır. Doktor olmasına rağmen, simyanın tıptan ayrılamayacağını söylemiş ve doğa ve insan üzerine çalışmıştır. Macrocosmos ve microcosmos üzerine düşünce sistemini kuran Paracelsus, tuz, kükürt, cıva ile ruh, can, beden ilişkisini de savunmuştur. Ezoterik düşüncenin ifadelerini iyi bir biçimde ortaya koyan Paracelsus , Rose-Croix örgütünü de büyük ölçüde etkilemiştir.
On yedinci yüzyılda simya ile ilgili çalışmaların büyük bölümü Rose-Croix tarafından yapılmıştır. İngiltere’de de Robert Fludd bu düşünceyi sistematize etmiştir.
On yedinci yüzyıl sonundan itibaren ise okült bilimlere olan ilgi yavaş yavaş azalmış, materyalizm ön plana geçmiştir. Eski öğretiyi savunan örgütlerin varlığını sürdürmesine rağmen simya artık popülerliğini yitirmiştir.
Günümüzde simya artık mistik/ezoterik anlamı ile sürmektedir. Ezoterik düşünceler çağlara göre farklı şekillerde ortaya çıkabilir, simya da bunun özel bir türüdür. Zamanın doldurmuş ancak ezoterik içeriği ve sembolizmi ile yaşayan, tarihçilerin ilgisini çeken bir düşüncedir.
Simya ve Tamil Siddharlar
Yazan Joseph Caezza
Çeviri: Kemal Menemencioğlu
Bu yazının İngilizce'si Alchemy web sitesinde bulunmaktadır
Geleneksel Hint Tıbbı, Ayurveda'nın ilkeleri o denli iyi tanındığı bu aç Yeni Çağ coşkunluğunda, Batı halen Güney Hintli Tamil Siddhar geleneği konusunda bilgisizdir. Oysa Gül-Haç simyagerlerin geleneğine harika bir paralel temsil etmektedir. Nasıl Gül-Haç geleneği menşeini "Atlantis"in mirasçısı kadim Mısır olarak gösteriyorsa, aynı şekilde Tamil Siddharlar menşeini yaklaşık 10,000 yıl önce büyük bir tufanda yok olan ileri bir uygarlığa addediyor. Rivayette göre bu kayıp kıta Madagascar'dan Avustralya uzanıyordu ve Sri Lanka onun merkezi topraklarını oluşturuyordu.
En erken devirlerinde bile çok yüksek bir seviyede olan Kadim Mısır Yüksek Kültürü aniden ortaya çıkıyor. Onun üstünlükleri arasında yüksek rekoleli tahıl, dakik bir takvim sistemi, nevro-cerahi dahil gelişmiş tıp ve en önemlisi yüksek bir şuur haline hitap ettiği görülen tam oluşmuş bir hiroglif dili. Bu gelişmeler neolitk kaostan aniden doğmakta. Aynı şekilde en eski tarihi kayıtlarda dahi Tamil dili dünyanın en sofistike dil sistemlerinden biri olarak gözükmektedir. Gelişme sürecinin bulunmaması, hem Tamil, hem de Mısır kültürü varlığını jeolojik felaketlerde yok olan çok ileri uygarlıklarının en büyük bilginleri tarafından korunan kalıntalara borçludur.
Çağdaş araştırmacı Kamil Zvelebil "Murugan'ın Gülümsemesi" adlı eserinde Güney Hindistan uygarlığını derin bir şekilde kavrayabilmek için kadim Tamil bilgeleri, Siddharları anlama gereğini açıklıyor. Bu ruhsal devler edebi ve bilimsel gelişmenin temelini inşa ettiler. Ancak batı simya edebiyatını andıran anlaşılması zor bir üslupta yazdıkları için ve ritüel ibadete dayalı ortodoks kast sisteminden alay ettikleri için, Siddharlar her zaman kabul gören sosyal normların dış çevresinde hareket etmişlerdir. Siddharların geride bıraktıkları komple bir tıbbı sistemi dışında, oldukça hacimli bir ezoterik külliyatı ve popüler kırsal şiirler ve şarkılar içermektedir.
Zvelebil Siddhar şiirlerin ortak öğelerini şu şekilde özetliyor: "Yaşam ve dinin tutucu kurallarına karşı bazen çok sert bir ifade ile dile getirilen bir protesto; özellikle Brahminler olmak üzere rahiplere karşı acımasız eleştiri; Brahmanizm'in dini inanç ve uygulamalarına ve hatta genel kabul edilen Pan-Hint sosyal doktrini ve dini uygulamalarını reddetme; tapınak yönetimin suiistimallerine protesto; karakter saflığı üzerinde durma; bu şiirlerin yazarları tarafından belirli psikokinetik ve parapsikoloji dalına giren diğer güçler kazandıklarına dair iddialar; kullanılan dil müphem ve simgeli imalarla dolu olmakla beraber halk dili kullanmakta ; sistematik bir doktrin açıklanılmıyor ve son olarak bütün bu şiirler Siddharlar denilen bilgelere addedilmektedir."(1)
Bu Roma Katolik Kilisesinin yozlaşmasına karşı tepki gösteren Gül-Haç manifestolarının ruhunu ve Avrupa'daki 17. asır simya literatürünü anımsatmıyor mı?
Siddharlar kendilerini yoga, tıp ve simyanın en büyük üstatları olarak sunmaktadırlar. Adi metallerin altına dönüşümü ön plana alan batılı hemcinslerinden farklı olarak Tamil bilgeleri kendini-gerçekleştirmenin bir göstergesi olarak bedensel ölümsüzlüğü veya en azın uzatılmış ömrü esas alırlardı. Batıda buna paralel olarak "yüceltilmiş beden" kavramı vardır. Aynı batıdaki gibi sadece inisiyelerin anlamlarına erişebileceği cüsseli sayıda eser bırakmışlardır. Onların realiteyi "doğanın imzalarını" okuyarak doğrudan bilmeye yönelik Hermetik görüşe ağrılık vermeleri; Castenada'nın kullandığı şekilde tefekkürle "görme"ye geliştirme esasları; Schwaller de Lubicz'in açıkladığı "kalbin zekası anlayışları genelde bilenen doğu meditasyon tekniklerinin anlayışının çok ötesindedir. Kadim çağlarda bu tür vizyon bol miktarda pratik uygulamaları olan bir kutsal bilimin temelini oluşturmuşlardır.
Rameswaram'da kendini-gerçekleştiren en büyük Tamil Siddharlardan biri olan Patanjali, ünlü "Yoga Sutraları"nda mistik disiplinin esaslarını açıkladı. Duruş, nefes eğitimi ve tefekkür teknikleri önemli bir role sahip olmalarına rağmen, gelenek Doğa'nın pratik bilimleri, Kozmoloji, Astroloji, Şifalı Otlar, Kimya, Simaya ve Tıbbı da içerir. Ayrurveda tıbbı genelde otlar ve organik tedavilerle ilgili olmasına karşın, Siddharlar inorganik tuzlar, metaller ve maddeni zehirlere çok önem verirler.
Gül Haçlıların romantik kavramında olduğu gibi Siddharlar gizlilik yemini ile bağımlıdırlar. Bir yandan yoga disiplinlerini uygularken, diğer yandan özellikle güçlü ilaçlar vererek insanlara hizmet ederek yerden yere dolaşırlar. Batıda Roger Bacon, Albertus Magnus ve Basil Valantine gibi bilgeler simyager olarak efsanevi üne kavuştular. Aynı şekilde, bu Tamil mistiklerin öykülerini övgüyle dile getiren zengin bir gelenek vardır. 18 Siddhar en yüksek mükemmellik düzeyine erişme konusunda diğerlerine kıyasla ayrı bir yerde tutulurlar. Günümüzde onların Hindistan'da disiplinlerini icra ettikleri tarihi yerler ruhsallıkla şarjlı hac yerleridir.
İlk ve ön önemli Siddhar Agastyar, batılı hemcinsi Toth-Hermes'in imajına uymaktadır. Kendisi Tamil dil ve gramerinin kurucusu olarak görülür ve Sri Lanka'nın güneyindeki batmış kıtada sangram olarak bilinen iki kadim edebi akademiyi idare etmişti. Ayrıca zaman öncelerinde sanat ve bilimleri veren bir kişi olarak gözükmekte. Yazarı olarak üzerinde adı geçen sayısız eser vardır. Çağdaş Tamil araştırmacılar en az 26 yazarın onun adı altında yazdıklarını savunurlar. Onlar kimi taklit etmeye çalışıyorlardı? Agastyar'ın yerel ifritlerle mücadelelerini anlatan bir sürü folklorik öykü vardır. Hayırlı kılmak ve kılavuzluk etmek üzere Ramayana ve Mahabharata gibi klasik destanlarda zaman zaman kritik anlarda ortaya çıkar. Geleneksel rivayetlere göre Agastyar halen Batı Ghat'ların altında Pothigai Tepelerinde yaşamakta ve zaman zaman samimi müritlere gözükmektedir (2).
Thirumoolar, diğer bir ünlü Tamil ustası yoga birleşmenin "büyük Çalışama"sını (magnum opus) Şiva'nın kozmik dansını yaptığı kutsal yer Chidambaram'de gerçekleşti. Thirumoolar'ın esas katkısı Thirmandiram 3000 mısralık bir ezoterik başyapıttır ve mecazi olarak basit metalleri altına dönüştüren Felsefe Taşından söz ederek insanoğlunun ölümsüz tanrısallığa götüren yoga yolunu açıklamaktadır. Bu Siddhar bilgeliğin esas klasik eseridir ve ancak yakın tarihte tercüme edilerek İngilizce okuyanlara sunulmuştur.
Bir mimar ve yogi-simyager olan Karuvoorar, Thanjavur'daki Brihadeshwara Tapınağın tasarım ve yapımda önemli bir rolü vardı. Bu yapının yapımımda kullanılan olağanüstü ustalık yaklaşık aynı zamanda inşa edilen katedralleri hatta piramitleri anımsatıyor. Popüler bir tur kılavuzu onu Hindistan'ın en muhteşem tapınaklarından biri olarak tanımlıyor:
"Bu ihtişamlı ve ilginç anıt Hindistan'da World Heritage listesine girenlerden birkaçı arasında yer almaktadır ve bir kaç ziyarette değer. 31 metrelik tapınağın tepesinde bir kubbe devasal bir Şiva Lingam korumaktadır. Tek bir granit parçasından kesilen kubbenin 81 ton ağırlında olabileceği hesaplanmıştır. Kubbe Mısır Piramitlerinde kullanılanlara benzer altı kilometrelik bir toprak rampadan çekilerek yerleştirildi(3)."
Batılı görüş açısından Bogar Siddharlar arasında en ilginci gelebilir. Orta Güney Hindistan'da bir kuyumcu ailesine doğan Bogar, ünlü Natha Yogi, Kalangi tarafından inisiye edilmişti. Rivayette göre tefekkürden gelen ilhamla Çin'e uçmak üzere kullandığı ilkel bir uçak imal edebilmişti. Ayrıca buharlı motorla çalışan bir deniz aracı, dokuz zehirli ot ve madden kullanarak Muruga tanrısının aşınmaz heykelini yaptığı ve günümüzdeki tedavi edilemeyen hastalıkları tedavi ettiği ve olağanüstü uzun yaşam sağlayan ilaçlara sahip olduğu söylenen Siddhar tıbbına önemli katkılarda bulunmuş. Bogar, yaptığı heykelin halen bulunduğu Palani tepesinde nihai mükemmellik haline erişmiş. Burada karmaşık tapınak resimleri yaşamındaki harikaları göstermektedir.
Bu iddialar günümüzde Fransa'yı ithal yakıttan kurtarmak çabasıyla sebze yağlarıyla çalışan bir motor icat eden Hermetik üstadı Schwaller de Lubicz'i anımsatmaktadır. Tefekkür vizyonundan elde ettiği sayı ve armonik orantılarla en şiddetli denizlerde hız ve denge ayarlayarak yüzebilen bir gemi tasarlamıştır. Halen Fransa'da kullanılan bir uçak motoru tasarlamıştır. Ayrıca bitkilerden Homeopatik ilaçlar hazırladı ve Gotik katedrallarda kullanılan kırmızı ve mavi vitray boyalarının simyasal sırrını bulup çözmüştü. Scwaller'in Fulcanelli olayında ortaya çıkarılan eserlerinin arkasında gerçek dahi olduğuna dair kanıt vardır (Bakınız Gnosis Mecmuası No. 7).
Popüler bir efsane Bogar'ın Çin'e bir kaç kez misyon görevine gittiğini anlatır. Astral seyahat ve ruh göçü üstadı olarak Bogar yakın zamanda ölen bir Çin gencinin bedenine girmiş ve onu yeniden canlandırarak "Tao Te Çing" eserinin yazarı ve Taoculuğun kurucusu Çin üstadı Lao Tzu oluvermiş. Taoculukta bu garip söylentiye destekleyen uzun ömre dayanan zengin bir simya edebiyatı vardır. "Tao Te Çing" eserinde Tamil Siddharlarının muğlak diline eş bir ezoterik stil görülür. Taocu yoganın öğrencileri Tamil Siddharların tekniklerini inceledikleri zaman benzerlikler onları şaşırtıyor.
Esas olarak Bogar'ın Lao Tzu olabileceği olasılığına pek hoş bakmıyordum. Ancak 1989 yılında Siddhar anıtlarına kapsamlı bir gezide Bogar'ın gerçekten Lao Tzu olduğunu kesin inanan Palani'nin tahsili bazı yerlisine rastladım. Bu güzergah dışı yerde ender bir vaka olarak İngilizce yazılmış bir hac rehberi buldum, Palani'deki Efendi Muruga'ya adanmış tapınağı anlatıyordu ve Bogar hakkında kısa bilgi vererek onu Çin bilgesi Lao Tzu olarak tanımlıyordu.
Bogar'ın 7000 mısralık devasal eseri yakın tarihte bu geleneğin yaşayan bilgelerinden Madras'lı Yogi S.A. Ramaiah tarafından Tamil dilinde derlenmesi yapılmıştır. 1954 yılından beri, yogi Ramaiah bütün dünyayı gezerek konuşmalar yapmıştır, öğrenciler inisiye etmiştir ve tapınaklar inşa etmiştir. Yuma, Arizona'da bir Amerikan merkezi yüce Siddharlara adanmış on sekiz granit kabartma içermektedir. O bilinen guru-mürit ilişkisi yerine Anthony Rooley'nin "Alexandria" dergisinin üçüncü sayısında mükemmel bir şekilde "Görünmeyen Kolej" olarak izah ettiği yüksek bilinç haline erişim sağlayacak duruş, nefes kontrolü ve tefekkür teknikleri öğretiyor. Çağdaş Fransız simyageri Jean Dubuis buna benzer bir uygulamayı "gece okulu" olarak tanımlıyor. Bu kavramlar ortaçağlarda "azizlerin vahdeti"ne benzeyen kör inanç değil yerine yönlendiren bir tefekkür deneyime ilişkindir. Yogi Ramaiah'ın ileri seviyedeki tekniklerde mantraların (titreşimli anahtar sözler/sesler) da rolleri olmakla beraber, batı simyadaki yöntemlere oldukça uyumlu gözükmektedirler.
Yogi Ramaiah bir şahsiyet kültünü teşvik etmemek için dikkati kendi gurusu Yogananada'nın ünlü "Bir Yogi'nin Biyografisi" kitabında adı duyurulan ölümsüz Yogi "Babaji"ye yönlendirmiştir. Bu esrarengiz kişi Harikhan Baba ve Bagwan Lakulisa gibi yarı efsanevi mükemmelleşmiş azizler sınıfında önemli biri olarak tanınmaktadır. Bu varlıkların Himalayalarda ısız yerlerde bulundukları ve zaman zaman yoganın daha ezoterik seviyelerini açıklamak üzere ortaya çıktıkları söylenir.
Yakın zamanlarda "Babaji", Sondra Ray'den "rebirthing" (yeni doğma) hareketi başlatan Leonarda Orr ve Alman Rock şarkıcı Nina Hagen gibi herkesin hevesle katıldığı bir Yeni Çağ dalgası haline gelmiştir. Hatta Babaji'nin resmi Beatles'lerin albümü "Sergent Pepper's Lonely Heart's Club Band"in kapağında gözükmüştür. İnsan hayalinin sonsuz olasılıkları arasında bedensel ölümsüzlükten daha çekici ne olabilir ki?
Yogi Ramaiah ölümsüz aziz Babaji'nin özgün bir yaşam öyküsünü sunmaktadır. Babaji 203 yılında Chidambaram tapınağına yakın bir yerde doğmuştu. Genç bir yaşta kaçırılmış ve köle olarak satılmıştı, ancak zengin biri ona hürriyetini bağışlamıştı. Babaji böylece aile ve kast sorumluluklarından mahrumdu. Bundan sonra kendini gerçekleştirmeye yönelik ileri seviyede tefekkür teknikleri uygulayan bir grup gezgin bilgenin arasına girdi. Gezilerinde Babaji Sri Lanka'da Katirgama'da Bogar'dan ve Courtrallam'da Agastyar'dan eğitim aldı. En yüksek yoga hedefine Himalaya sınrına yakın Badrinath'rta aldı. Burada öksüz bir genç olarak kutsal topraklara bir hac için yola koyulan ve bir grup esrarengiz üstadın arasına katılan Christian Rosenkreutz'in yaşam öyküsüne bir paralellik görebiliyor muyuz?
Babaji'nin kutsamasını ve kılavuzluğunu davet etmek üzere mantrayla birlikte kullanılan yantrası ilginçtir. Bu yantra bir daire ile çevrili bir kare içerisinde bir üçgenden oluşmuştur. Bu bir kaç 17. asır simya çizimini akla getiriyor. Bu konuda can alıcı örnekler arasında Heinrich Khunrath'nın "Amphitheatrun Sapientiae Aeternae" (4), Basil Valantine'nın "On İki Anahtarı"nın yedinci anahtar ve "Manly Hall'ın Orders of the Great Work-Alchemy"(5) (Büyük Çalışma Cemiyetleri-Simya) kitabında basılan 1794 yılında esrarengiz bir üstad tarafından Dr. Bacstrom'a verilen diplomadaki Gül-Haç mührü. Stanislas Klassowski de Rolla, Khunrath'nın amblemini şu şekilde açıklıyor:
"Makrokozmik Birliğin mikrokozmik üçlüğüyle kesişmesi veya "syzygy", işte Simyasal Felsefe Taşının bütün işlemleri burada gösterilmektedir...(4)"
Tamil Siddharların tarihi henüz yazılmamıştır. Eserleri dağınık bir şekilde layık oldukları bilimsel araştırmayı bekliyor. Karmaşık efsaneler arasında gerçek tarihi biyografileri çıkarmak batı simya geleneğinde bilgeliğe erişmenin güçlüklerini anımsatıyor. Araştırmacılar tarihsel açıdan İsa'nın gerçekten var olup olmadığını tartışabilir, ancak sonunda iyi bir düş herhangi bir tarihsel gerçekten daha güçlüdür. Gül-Haç simyası ve Tamil Siddhar geleneklerinin arkasındaki öz bilgelik zaman ve mekanı aşmaktadır. O, herhangi bir samimi adayı hayal gücünün ölümsüz diyarına ve özündeki marifet tacına yönlendiren sürekli varolan bir kılavuzdur. Marifetin aydın ışığında tarih boyunca her kıtada bulunan bütün bilge kişiler sonsuza dek birliktedirler.
Kaynakça
1. Kamil Zvelebil, "The Cittar: An Enigma", chapter 14 of THE SMILE OF MURUGAN on TAMIL LITERATURE OF SOUTH INDIA (Leiden, Brill, 1973) p. 218
2. Thiru N Kandaswamy Pillai, HISTORY OF SIDDHAR MEDICINE, (Madras, Manorama Press, Gov. of Tamil Nadu, 1979), p 254
3. Hugh Finlay, editor INDIA, A TRAVEL SURVIVAL KIT (5th edition, Hong Kong, Lonely Planet, 1993), p. 1011
4. Stanislas Klassowski de Rolla, THE GOLDEN GAME: ALCHEMICAL ENGRAVINGS OF THE SEVENTEENTH CENTURY, (New York, Braziller, 1988), p. 41
5. Manly P. Hall, ORDERS OF THE GREAT WORK- ALCHEMY (Los Angeles, P.R.S., 1940) p. 34.
Alıntı Adresi: www.hermetics.org/Siddharlar.html
Simya Nedir?
Yazan MIRCEA ELIADE
İngilizce'den Çeviren Kemal Menemencioğlu
Copyright © 2001 hermetics.org
Simya, Alşimi (veya ars chemica) on ikinci asırdan itibaren Batıda, basit metalleri altına çevirmek, evrensel şifa ve ölümsüzlük iksiri gibi ortaçağı arayışlar olarak gözükmektedir. Kelimedeki Çem, (sim, kim) kökü halen tatmin edici bir şekilde açıklanmamıştır. Çin, Hint ve Grek metinlerde simya "Sanat" veya radikal ve faydalı değişim, örneğin dönüşüm olarak tanımlanır. Yakın zamanlara dek, bilim tarihçileri simyayı ilkel kimya, yani olgunlaşmamış bilim olarak görüyorlardı. Aslında "Sanat"ın uygulayıcıları aynen ilk kimyagerler gibi laboratuar ve belirli aletlerden faydalanıyorlardı. Daha da önemlisi, simyagerler sonradan kimya biliminin gelişmesinde rolü olacak buluşların kaşifleriydi. Sadece bir kaç örnek verecek olursak, M.Ö. 300 yılında cıvanın izole edişi, on 13. asırdan önce aqua vitae (alkol) ve madeni asitlerin keşfi ve vitriol (zaç yağı, sülfürik asit) ve şapların hazırlanması.
Ancak erken kimyagerlerin yöntem, ideoloji ve amaçları simya geleneğini uzatmaya yönelik değildi. Simyagerler doğanın bilimsel incelenmesi ile ilgilenmiyorlardı -- veya belki sadece tali olarak. Eski Grek zihni kendini bilime verdiğinde olağanüstü bir gözlem ve tartışma sergilemektedir. Oysa Grek simyagerler işlerinin fiziki-kimyasal olguları konusunda anlaşılmaz bir ilgisizlik gösterirler. Bir örnek vermek gerekirse, sülfür, kükürt ile çalışan hiç kimse onun "eritilip birleştirilmesi ve takip eden sıvının ısıtılmasını eşlik eden garip olguyu görmemezlikten gelemez. Sülfür Grek simya metinlerinde yüzlerce kez söz edildiği halde, onun özgün özellikleri konusunda hiç bir ima verilmemektedir" (Sherwood Taylor, Eliade'de alıntı 1978, sayfa 147). Aşağıda göreceğimiz gibi simyagerin arayışı bilimsel değil, ruhsaldı.
Ezoterik Gelenekler ve Sırrın Önemi
Simyanın geliştiği her kültürde, her zaman ezoterik veya "mistik" bir gelenekle yakın ilişkisi vardı: Çin'de Taoculuk, Hindistan'da Yoga ve Tantrizm, Helenistik Mısır'da gnostisizm, İslam ülkelerinde Hermetik ve mistik okullarla, Orta Çağ ve Rönesans Avrupa'da Hermetizm, Hıristiyan ve mezhebi mistisizm ve Kabala ile. Kısacası, bütün simyagerler sanatlarının esas ezoterik ve mistik geleneklerine benzer bir amaca güden ezoterik bir teknik olarak tanımlamışlardır.
Bu sebepten dolayı, simyager tarafından sır önemle vurgulanmaktadır, diğer bir deyişle simya doktrin ve tekniklerinin ezoterik aktarımı. En eski Helenistik eser, Physike Kai Mystike (muhtemelen M.S. 200), kitabın nasıl bir Mısır mabedinin sütununda saklı bulunduğunu anlatır. Klasik Hint simya eseri Rasãrnava'nın önsözünde Tanrıça Tanrı Şiva'ya hayattayken kurtulmuş jivanmuleta olmanın sırrını soruyor. Şiva ona sırrın, ara tanrılar arasında dahi ender olarak bilindiğini söyler. Sır tutmanın önemi yine Çin simyager Ko Hung (260-340) tarafından şu şeklide vurgulamıştır: "sır örtüsü etkin reçeteler üzerine konulur... Söz konusu maddeler olağandır, ancak yine de şifreyi bilmeden tanımlanamaz" Pao-p'ru-tzu, bölüm 16). Batı Rönesans sonrası simya metinlerinin kasıtlı anlaşılmazlığı neredeyse bir klişedir. On beşinci asırda "Rosarium Philosophorum" eserinde alıntısı yapılan bir yazar şöyle diyor: "Sadece felsefe taşını yapmayı bilen kişi onunla ilgili sözlerin anlamını bilir." Rosarium okura soruların, aynı şiirlerin efsane ve alegorileri kullandığı gibi "mistik" aktarılması gerektiğini uyarır. Kısacası, gizli bir dile karşı karşıyız. Bazı yetkin kişilere göre, kitaplardaki sırları açıklamamak için bir yemin bile vardı (Eliade'de gösterilen eserler, 1978, sayfa 164).
Simya çalışmasının evreleri bir inisiyasyon, insanı radikal şekilde dönüştürmeye yönelik bir dizi belirli deneyim içermektedir. Ancak başarılı inisiye artık yeni varoluş şeklini basit bir dilde yeterli olarak ifade edememektedir. O zorunlu olarak "gizli bir dil" kullanmayı yönlendirilmiştir. Tabii ki gizlilik, çömlekçilik, madencilik, metalürji, tıp ve matematik gibi hemen hemen bütün teknikler ve bilimlerin erken dönemlerinde genel bir kuraldı. Yöntem, alet, reçetelerin gizli aktarımı Çin, Hindistan, Orta Doğu ve eski Yunanistan'da oldukça iyi belgelenmiştir. Hatta, Galen gibi geç dönem bir yazar bile öğrencisine öğrettiği tıp bilgilerinin aynen Eleusis misterlerine inisiyasyon (teletê) alan bir adayın aldığı şekilde kabul edilmesi gerektiğini uyarır. Denilebilir ki, bir sanat, teknik veya bilimin sırlarına girmek bir inisiyasyona girmekle eş tutulurdu.
Gizlilik ve şifreleme şartı simya işinin başarılmasıyla bitmediği önemli bir olgudur. Ko Hung'a göre iksiri elde eden ve ölümsüz olan üstadlar yeryüzünde gezinmeye devam ediyorlar, ancak durumlarını, ölümsüz olmalarını saklıyorlar ve sadece birkaç simyager tarafından tanınıyorlar. Aynı şekilde, Hindistan'da gerek Sanskritçe, gerekse de diğer etnik dillerde asırlardır yaşayan, ancak ender olarak kimliklerini açıklayan bazı ünlü siddhiler, yogin simyager hakkında çok kapsamlı bir literatür vardır. Aynı inancı orta ve batı Avrupa'da karşılıyoruz. Nicolas Flamel ve karısı Pernelle gibi bazı Hermetistler ve simyagerlerin yaşıtları tarafından tanınmadan süresiz yaşadıkları anlatılmaktaydı. On yedinci asırda benzeri bir efsane Gül Haçlılar ve takip eden asırda daha popüler seviyede esrarengiz Comte de Saint Germain hakkında şayi olmaktaydı.
Simyanın Kökenleri
Simya arayışının hedefleri, sağlık ve uzun ömür, basit metallerin altına dönüştürülmesi, gerek doğuda gerekse de batıda uzun tarih öncesi bir kökene sahip olmuşlardır. İlginçtir ki, tarih öncelere dek geçmiş belirli bir mitolojik-dini yapı göstermektedir. Örneğin, sayısız efsane ve mit uzun ömür, gençleşme ve hatta ölümsüzlüğü bağışlayan pınar, ağaç veya maddeleri konu etmiştir. Bütün simya geleneklerinde, ancak özellikle Çin simyasında, belirli bitkiler, meyveler yaşamı uzatma sanatı ve kalıcı bir gençliğe dönüşmede önemli bir rol oynamaktadırlar.
Ancak simyagerlerin ortak amaçları basit metalleri altına çevirmekti. Bu "asil" metal kutsallıkla doluydu. Mısırlılara göre, tanrıların ve firavunların etleri altındı. Kadim Hindistan'da, M.Ö. 8. asırdan bir metin (Satapatha Brãhmana 3.8.2.27) "altın ölümsüzlüktür" diye beyan eder (Hint Simyası). Simyayı sadece "basit metalleri değerli olanlara dönüştürme" sanatı olarak tanımlayan H.H. Dubs, bu tekniğin (Mezopotamya'da M.Ö. 14. asırdan beri bilinen) altını test etme usulünün bilinmediği M.Ö. 4. asır Çin'de başladığını iddia etmiştir. Ancak bu hipotez çoğu alim tarafından reddedilmiştir. Nathan Sivin'e (bakınınız sitemizde Çin Simyası) göre Çin'de fiziksel ölümsüzlük M.Ö. 8. asırdan beri belgelenmiştir, ancak ölümsüzlüğün ilaç ve başka tekniklerle elde edilebilir görülmesi sadece M.Ö. 4. asra rastlamaktadır ve geniş kaynaklara göre M.Ö. 133'dan önce "zincifrenin altına dönüşmesi" olasılığı söz edilmemektedir.
Madencilik, Metalürji ve Simya
Simyanın tarihsel başlangıcı halen bulanık olsa bile, belirli simya inanç ve ritüelleri ile erken madenciler ve metalürjistlerin inanç ve ritüelleri arasındaki paralellikler açıktır. Bütün bu teknikler insanın dünyasal akışı etkileyebileceği fikrini yansımaktadır. Ana Toprağın rahminde saklı madeni cevherler, tanrıçaya ilintili kutsallığı paylaşıyorlardı. Çok erken bir devirde maden cevherlerin aynı ceninler gibi dünyanın karnında "büyüdükleri" fikriyle karşılaşıyoruz. Metalürji bu şekilde doğum mütehassıslığı özelliğini üzerine alıyor. Böylece, madenci ve metal işçisi yeraltı embriyolojinin gelişimine müdahale etmektedir. Maden cevherlerin gelişim ritimlerini hızlandırırlar. Doğa ile işbirlik yapmaktadırlar ve doğumun daha hızlı olmasına yardımcı olurlar. Kısacası, çeşitli teknikleriyle insan kademeli olarak zamanın yerini almaktadır: çalışmaları zamanın yerini geçmektedir.
Ateşin yardımıyla, metal işçileri maden cevherlerini ("ceninleri") metallere (yetişkinler) dönüştürürler. Bunun arkasındaki inanca göre maden cevherlerine yeterli zaman verildiğinde Ana Toprağın rahminde "saf" metallere dönüşürler, ayrıca "saf" metallere müdahalesiz olarak bir kaç bin yıl daha "büyümeleri" için zaman verildiğine onlar altına dönüşür. Bu tür inançlar birçok geleneksel toplumda yaygındır. M.Ö. 2. asır kadar eskilerde Çin simyagerler "adi" metallerin birçok yıl sonra "asil" metallere geliştiklerini ve sonunda gümüş veya altına dönüştüklerini belirtmişlerdir. Buna benzer inançlar Güney Doğu Asya toplulukları tarafından paylaşılmaktadır. Örneğin, Annamit'ler ocaklardaki altının asırlardır yavaş yavaş oluştuğunu ve aynı çok önce kazılsaydı altın yerine bronz bulunacağını inanırlar.
Bu inançlar batı Avrupa'da sanayi devrime dek sürdü. 17. asırda bir Batı simyager şöyle yazdı:
"Eğer tasarımlarının icrasında herhangi bir dış engel yoksa, Doğa her zaman üretmek istediğini tamamlar.. bundan dolayı, sadece Doğa yanlış yönlendirildiği veya aşıla geldiği yoluna girmesini engelleyen bir mani ile karşılaştığında ortaya çıkan kusurlu metallerin doğumuna kürtaj ve hilkat garibeleri olarak görmemiz gerekir. Dolayısıyla, sadece bir metal üretmek isterken, birkaçını üretmeye zorlandığını görür. Altın ve sadece altın onun arzularının meşru çocuğudur, çünkü sadece altın çabalarının gerçek ünüdür." (Eliade'den alıntı, 1978, sayfa. 50)
Simya Doğanın İşini Tamamlar
Basit metallerin altına dönüştürülmesi mucizeli bir hızlı olgunlaşma ile eş anlamlıdır. Simone de Colonia dediği gibi:"Bu sanat İksir denilen bir deva yapmamızı öğretir. Bu iksiri mükemmel olmayan metallerin üzerine döktüğümüzde onlar tamamen mükemmelleşir ve bundan dolayı keşfedilmiştir." (Eliade'den alıntı, 1978, sayfa. 166). Aynı fikir Ben Jonson tarafından Simyager (1610) adlı piyesinde tekrarlanır. Bir karakter şöyle der: "Kurşun ve diğer metallere vakit verilirse altın olurlar", diğeri de yanıt verir: "Ve onu da Sanatımız sağlayıp ilerletir"
Ayrıca iksir organizmaların dünyasal ritimlerini hızlandırdığı söylenir ve böylece onların büyümesini hızlandırır. Yanlış olarak Ramon Lull'e atfedilen bir metinde şöyle yazar: "İlk baharda yüce ve harika ısısıyla felsefe taşı bitiklere can verir. Eğer bir tohuma eş bir miktarda tuzu suda eritirseniz ve bu sudan fıstık kabağına sığacak kadar alırsanız ve onunla bir üzün kütüğünü sularsanız, üzüm kütüğünüz mayısta üzüm verir." (Ganzenmuller'den alıntı, 1940, sayfa 159). Dahası, Çin ve ayrıca İslami ve batı simyagerler de, iksiri evrensel terapi değeri için yüceltiler. Her türlü hastalığı tedavi ettiği, yaşlıları gençleştirdiği ve yaşamı bir kaç asır uzattığı söylenir.
Simya ve Zamanın hükmedilmesi
Böylece gözüküyor ki, "Sanat"ın esas sırrı, simyagerin kozmik ve beşeri zamanı hükmetmesi ile ilgilidir. Erken madenciler ve metalürjistler ateşin yardımıyla maden cevherlerin büyümelerini hızlandırabileceklerini sandılar. Simyagerler daha hırslıydılar, onlar basit metalleri tedavi edebileceklerini ve olgunlaşmalarını hızlandırabileceklerini ve böylece daha asil metallere ve nihai olarak altına dönüştürebileceklerini sandılar. Ayrıca simyagerler bunun da ötesine giderek, iksirlerinin insanları tedavi edebileceği ve gençleştirip yaşamlarını süresiz olarak uzatabileceğini iddia ettiler. Simyagerlerin gözünde insan yaratıcıdır: doğayı yeniler, zamanı hükmeder, kısacası Tanrının yaratığını mükemmelleştirir. Simyanın efsanesi iyimser bir efsanedir, "doğal bir eskatologya" içerir.
Mutlaka, kuvvetli hayal güçlü ve tükenmez yaratıcılığı ile insan konunda bu kavram, simyagerlerin ideallerinin on dokuzuncu yüzyılda sürmesini açıklamaktadır. Tabii ki, bu dönemde bu idealler radikal bir şekilde dinden soyutlandı. Dahası, simyanın görünüşte yok olduğu sıralarda bu ideallerin sürmesi hemen belli değildi. Yine de deneyimsel bilimin zaferi simyagerlerin düş ve ideallerini yol etmedi, tam tersine, on dokuzuncu asrın yeni ideolojisi sürekli ilerleme ve gelişme üzerine kurulmuştu. Radikal dinden soyutlanmaya rağmen, deneysel bilimler ve sanayileşmenin gelişmesinden aldığı güçle bu ideoloji simyagerlerin mileniyum rüyasını ileri sürdü. Doğanın mükemmelleşmesi ve değerlendirilmesi efsanesi kamufle bir şekilde amaçları özellikle maddeyi enerjiye dönüştürmekle doğayı dönüştürmek olan sanayileşen toplumlarda mevcuttur. İnsan, ayrıca on dokuzuncu asırda zamanın yerine geçmeye başardı. Organik ve inorganik varlıkların doğal süreçlerini hızlandırma arzusu, artık gerçekleşmeye başlamıştır, örneğin organik kimyagerler laboratuar ve fabrikalarda doğanın binlerce yılda ürettiği nesneleri üreterek, zamanı hızlandırma, hatta kaldırmayı becermiştir. İçinde en temeli olarak tanıdığı pratik zekası, çalışma kapasitesi ile modern insan, kendisine geçici sürecin işlevini almaktadır, diğer bir deyişle zaman rolünü üstlenmektedir.
Kaynakça
Madencilik, metalürji ve simya ritüel ve efsanelerinin en eski ilişkileri için kitabım "Ocak ve Pota, Simya'nın Kökenlari ve Yapıları" "The Forge and the Crucible, The Origins and Structures of Alchemy, 2. baskı -Chicago, 1978"e bakınız); burada eleştirisel bibliografiler verilmiştir. Madenciliğin kültürel tarihi için bakınız T. A. Rickard'in "İnsan ve Metaller: Uygarlığın Gelişmesiyle İlgili olarak Madenciliğin Tarihi" (Man and Metals: A History of Mining in Relation to the Development of Civilizations, İki cilt - New York, 1932). Metalürji tarihi için bakınız R. J. Forbes'in "Antik Çağında Metalürji: Arkeologlar ve Teknologlar için bir Kılavuz" ("Metallurgy in Antiquity. A Notebook for Archaeologists and Technologists"- Leiden, 1950) ve Leslie Aitchison'in "Metaller Tarihi" ("History of Metals", İki cilt - London, 1960).Simyanın kökeni ve gelişmesi bir kaç yazar tarafından iki farklı görüş açısından sunulmuştur: Edmund von Lippmann üç ciltli eseri "Entstehung und Ausbreitung der Alchemie"nin (Berlin, 1919-1954) üçüncü cildi çok önemlidir. John Reed "Simyadan Kimyaya" ("Through Alchemy to Chemistry - London, 1957); Eric John Holmyard "Simya" ("Alchemy" - Baltimore, 1957); ve Robert P. Multhauf "Kimya'nın Kökenleri" ("The Origins of Chemistry" - London, 1966). Simyanın kökeni ve gelişmesi konusunda Allan G. Debus tarafında yazılan üç makkaleye bakınız: "Erkan Simya Tarihinin Önemi" (The Significance of the History of Early Chemistry,' C'abiers d'histoire mondiale 9, - 1965: sayfa 39-58); "Simya ve Bilim Tarihçisi" ("Alchemy and the Historian of Science,' History of Science 6 - 1967: sayfa 128-138); ve "Kimya Filozofları: Paraselsus'den van Helmont'ta Kimyasal Tıp" ("The Chemical Philosophers: Chemical Medicine from Paracelsus to van Helmont," History of Science 12 - 1974: 235-259).
Bu yazıda belirli simya gelenekleri üzerinde referans verilen eserler şunlardır: Wilhelm Ganzenm "Ollers Die Alchemie im Mittelalter" (Paderborn, West Germany, 1938), Fransızc'ya "L'alchimie au Moyen-Age" (Paris, 1940) olarak terüme edilmiştir, ve Nathan Sivin's "Çin Simyası: Başlangıç Etütleri" ("Chinese Alchemy: Preliminary Studies" -Cambridge, Mass., 1968).
Hint Simyası
Yazan David White
Çeviren Kemal Menemencioğlu - Translation Copyright © 2000 hermetics.org
"Altın Ölümsüzlüktür". Brahmana kutsal kitaplarından bu alıntı Hint simyagerlerin görüşlerini betimliyor. Aynı altının zamanla yıpranmadığı ve parlaklığını yitirmediği gibi, insan bedeni de mükemmel ve değişimsiz bir duruma geçebilir. Hint simyada bu simyagerlerin sanatı anlamına gelen rasayana "rasa (özler) yolu ile" başarılır.Arhaşastra, Suşruta Sahita ve Bower el yazmasında eski kimya ve metalürji işlevleri konusunda bilgi verilmektedir. Ancak, Hint simya geleneği esas olarak bu işlevlerin bedeni mükemmelliğe ulaştırma teknikleri ve amaçları ile bağdaştırılmadan gelişmedi. Rasayana kelimesinin tarihçesine bakıldığında bedensel mükemmelliğe öncelik verilmesini açıkça görülmektedir. Eski Ayrurveda geleneği Caraka Samhita'da , rasayana bedenin zindeleştirmesi ve gençleştirilmesi ile ilgili teknik ve işlevlere denilirdi.Hint simya kozmolojisi ve metafiziğin kökenlerini Samkya felsefesinin "zuhurat" (tecelliyat) ve mikrokozmos-makrokozmos ilişkilerinde, yogik Upanişadlar ve Vedanta'da bulmak mümkündür. Bu felsefelere göre, varolan her şey esas bir kaynak veya özün zuhurudur (vyapana ve srsti) ve belirli bir zamandan sonra geldiği kaynak ve özle tekrar özdeşleşecektir (laya veya pralaya). Zuhur ederek tezahür eden evren yapı itibarıyla hiyerarşiktir. Bu hiyerarşinin tepesinde mutlak olan Puruşa, Prakiti, Brahman veya Şiva ve Şakti'nin birleşimi vardır. Zuhurat Mutlaktan tezahürlü dünyanın beş duyusal kaliteler, duyular ve elementler alemine kadar iner. Bunların da aralarında tanmatras sistemini izleyen bir hiyerarşisi vardır. Akaşa (eter) da tekabül eden duyu ve duyusal kalitesi ile birlikte hava, ateş, su ve toprağa doğru dağılır. İnsan, tezahür etmiş dünyanın bu kaba (sthula) elementleri esas ince (suksma) ve mükemmel durumlarına dönüşüm işlevi (samskaras) ile geri getirebilir. Burada elementler madde yerine safhalar olarak görülürler. Bütünlüğe dönme işlemi kavramsal olarak gerçek ve mükemmel özü ortaya çıkarmak için illüzyon içeren formları bir bir soymayı gerektirir.Yarı efsanevi Nagarjuna, Hint simyasının atası olarak görülür. Olası olarak, Hindistan'da 2nci ve 12nci asırlar arasında Nagarjuna adı altında tanınan en az 5 simyager vardı. Ancak yaşamları o denli iç içe geçmişti ki, araştırmacılar neredeyse Nagarjuna'nın en az 8 asır yaşadığını varsayan genel Hint görüşüne kabul etmek durumdalar. Nagarjuna maji ağırlıklı Kaksaputa Tantra, cıva ağırlıklı Rasendramangalam ve Ayurveda ağırlıklı Suşruta Samhita (bakınız Nagarjuna'nın biyografisi) gibi farklı eserlerin yazarı veya derleyicisi olarak tanınır.Budist simyası, dışsal kimyasal veya cıvalı işlemler yerine, içsel yoga işlevleri ön plana almasından dolayı Hint simyasından farklıdır. Budist simya (rasayana) bedensel yaşamı uzatmak için kimyevi maddeleri kullanır, ancak bunu sadece yoga, seks ve meditasyon teknikleri ile içsel kurtuluşu gerçekleştirmek amacını destekleyici daha yüksek bir amaç için kullanır.Dönüşüm ve mükemmel bedeni gerçekleştirmek için cıva ve ilaçlara ağırlık verdiği için, Hint simyası ayrıca Budist rasayana'ya kıyas olarak cıva (dhatuvada) simyası olarak bilinir. Budist yogik ve Hint kimyasal yöntemleri çoğu kes bir arada yürürler ve Nath, Siddha, Sahajiya ve Vajrayana Tantrik geleneklerinde her iki yönetemden de unsurlar bulmak mümkündür. Simyasal düşünce ve uygulamaların filizlenmesi yaklaşık olarak 6. ve 15. asırlar arası Tantra'nın yayılışı ile eşzamanlıydı. Hint simyagerler çoğu kez metafizik görüşleri ve teknikleri aynı anda simya, yoga ve Tantra'yı kapsamına alan siddha'lar tanımlanırdı. Bu geleneklerin guru (mürşid) soy ağaçları da üst üste gelmektedirler. Böylece simyagerler arasında Gorakh, Carpate, Vyâdi ve Nagarjuna Güney Hindistan'ın Sittar (Siddha) simyagerlerinden, Tibet'in Vajrayana Budistlerine kadar bir çok Tantrik gelenekte anılmaktadır. (Bakınız Gorakhnath'ın biyografisi)Hint cıva simyagerlerin laboratuarı evrenin minyatürü (mikrokozmos) olarak tanımlanmıştır. Nasıl Vedanta felsefesine göre tezahür edilmiş dünyanın kaba elementleri nihai olarak Mutlak'a dönerse, burada simyager fiziksel maddeleri kullanarak paralel bir bütünleşme gerçekleştirmeye çalışmaktadır. O, bitki, hayvan ve mineralleri, metaller hiyerarşisini: kurşun, kalay, bakır, gümüş ve altın, tırmanmak için kullanır. Kullandığı en önemli element cıva (rasa veya pârada) ve kükürttür (gandhaka). Hint simyasında bu elementlerden cıva erkek Şiva'nın tohumu (bija veya bindu) ve kükürt dişi Şakti'nin cinsel özü veya kanı olarak görülür.Hint simya, yoga ve Tantra'ya göre, evrende her nesne ve element birleşiminin cinsiyeti vardır. Hint Tantrik dünya görüşünde tezahür eden dünya Şiva ve Şakti'nin sonsuz birleşiminin zuhurudur. Cinsel özlerinin en üst tekabülleri olarak, cıva ve kükürt dünyayı bütünleştirme ve mükemmelleştirmenin araçlarıdır. Simyasal saskrara'lar çok şiirsel ve etkileyici bir dile anlatılırlar: Cıva kükürdün içine girip (vedhana) nüfuz eder, böylece ölüp (mrta) yineden daha saf ve istikrarlı (bandha) bir durumda "yeniden doğabilir" ve bu durumda başka elementleri dönüştürmeye daha fazla kapasiteye sahip olur. Dönüşüm sürecinde cıva daha basit metallere nüfuz eder. Onlar "öldürülür" ve metal hiyerarşisinde artan derecede daha yüksek seviyelerde "yeniden doğarlar". En sonunda kaba safhaların kabuklar ve tortular içinden mükemmel simyasal altın ortaya çıkar. Bu samskara'ların dili inisiyasyon (diksa), cinsellik ve yeniden doğum dilidir. Simyagerin sanatı ruhsal bir çalışma, ritüel, özveri ve adamak olarak, ayrıca hem genişleyen, hem de ufalıp öze dönen bir evrenin kutsal oyununda katılımcı olma olarak görülür. İşte bu bağlamda ölümsüzlüğü cıva simyasının nihai amacı olarak görebiliriz. Simyasal evrende cıva (Şiva tohumu veya bija) aynı metalik "bedenleri" mükemmelleştirdiği gibi, insan bedenini de arındırıp mükemmelliğe sevk edebilir.Amrta-bija-rasa'nın tekabülleri sayesinde simya hiyerarşileri ve süreçleri kundalini ve diğer yoga türlerinin psiko-kimyasal sistemleri ile kaynaşırlar. Kundalini yogada, yogin nefsini kıran riyazetleriyle kendi tohumunu içsel dişi kundalini yılanının aracılığıyla altı çakrayı delip geçmesini sağlar. Kundalini her bir çakrayı nüfuz ettikçe, üretilen ısı tohumu (meni) kafatasında mevcut en yüksek çakrada (sahasrãra) ambrosia'ya, yani ilahi sıvıya (amrita) dönüştürür. (Budist simyada benzeri "bodhicitta'yı yerleştirme" cinsel yoga çalışması tohumu amrita'ya dönüştürmenin başlıca yöntemidir.) Bundan sonra kundalini sahasrãra'nın (erkeksi) dolunayı ile birleşir ve orada biriken amrita bedene inip zindeleştirir, gençleştirir ve onu ölümsüz kılar. Cıva birleşimleri mantra, mudra, nefes teknikleri ve diğer yoga teknikleriyle birlikte özümlemeyle simyager bedenin mükemmelleşmesini sağlamak üzere psiko-kimyasal teknikleri katalize eder.Birbirini tamamlayan bu uygulamaların sonucu istikrarlı süreçleri (sthira) içeren mükemmel bir siddha bedenidir. Beden altın gibi parlar, sert, elmas (vajra) gibi sağlamdır ve doğa üstü güçlere (siddha) sahiptir. Siddha bedeni sanki daha önce yaşlanma, hastalık ve ölüme tabii bir bedenden yeniden doğmuştur. Şimdi kişi jivanmukta'dır (bedenden kurtulmuş), ölümsüz ve tanrılar kadar güçlüdür. Eğer isterse Mutlak ile nihai birleşme olan samadhi'ye girebilir. Bunu yapmakla fiziksel bedenini aşar ve Tantrik Hinduizm'de moksa veya Budizm'de mahãsukha olarak bilinen tam kurtuluşa ulaşır.
Kaynakça
Hint Simyası konusunda en geniş kapsamlı yaklaşım Prafulla Chandra Ray'nin 2 ciltlik "Hint Kimyanın Tarihi" (A History of Hindu Chemistry, Calcutta, 1904—1909); ayrıca Priyadaranjan Ray tarafından bu eserin bir revizyonu "Eski ve Ortaçağı Hindistan'da Kimya tarihi (History of Chemistry in Ancient and Medieval India, Calcutta, 1956), bazı simya metinlerinden alıntılar ve tercümeler içerir. Ayrıca kurdukları özgün sentezlerden dolayı ilgi çekici Mircea Eliade’in "Simyanın Kaynağı ve Yapısı" (The Forge and the Crucibles The Origins and Structures of Alchemy", 2nci baskı, Chicago, 1978), ve Sashibhusan Da.Sgupta’nın "Sıradışı Dini Kültler" (Obscure Religious c’ults, 3ncü Baskı, Calcutta, 1969). Yakın zamanlarda Hint-Tibet Budist Simyası üzerinde yazılan iki mükemmel eser ise Michael Walter’ın "Tibet Tantrasında Simya ve Tıbbın Rolleri" (The Role of Alchemy and Medicine in Indo-Tibetan Tantra", Doktora tezi, University of Indiana, Bloomington, 1982) ve Edward Todd Penner’s "Rasayana Siddhi: Budist tantralarda Tıp ve Simya" (Rasayana Siddhi: Medicine and Alchemy in the Buddhist Tantras, Madison, Wis., 1983); Bu son eser Kalaçakra Tantra üzerinde bir tevsir olan Vitnala-prabhã'nın simya bölümünü içermektedir.
Edward B. CowelI tarafından tercüme edilen Madhava’nın ondördüncü asır eseri Sarva-darşana-sarngraba, (7nci baskı, Varanasi, 1978), Hint felsefesinin "Cıva Okulu" konusunda Hint simyasının önemli metinlerini gözden geçiren bir bölüm içermektedir. Bunlar arasında önemli bir yer işgal eden ve simyanın ibadetli yönleri (bakınız 1.37—38, 1.43—52, and 1.109—1 16) ve kükürdün menşei miti (7.57—66) konularında referanslar veren Indradeo Tripathi tarafından derlenen Sanskritçe Rasãrnavam (onuncu asır, 2nci baskı, Varanasi, 1978). Shridharmananda Sharma tarafından derlenen Vagbhata'nın Rasaratnasamucchaya (öndördüncü asır, 2nci baskı, Delhi, 1962), cıvanın menşei mitini içermektedir (1.60—66). Nägarjuna ve diğer simyagerlerin yaşam öyküleri için K. Satchidananda Murty’nin Nagarjuna (New Delhi, 1971) ve Giuseppe Tucci’s "Animadversiones Indicae", Bengal Asya Cemiyeti Dergisi (Bengal Journal of the Asiatic Society of Bengal) 26 (1930 : 125—160) başvurun.
The Encyclodedia of Religion , Editor in Chief Mircea Eliade, Copyright © 1989, MacMillian Puplishing Co.
Çin Simyası
Yazan Nathan Sivin
Çeviren Kemal Menemencioğlu
Simyanın tanımlarında genelde Avrupa olmak üzere tek bir uygarlığın deneyimlerini esas alınmıştır ve belirtilen tanıma uymayan geleneklerin gerçek olaya uymadıkları itibarı verilmiştir. Buna tek istisna H.J. Sheppard'ın tanımı: "Simya Kozmosun bazı parçalarını geçici varlıklarından kurtarıp mükemmelliğe ulaştırmaktır, bu da metaller için altın, insan için uzun ömür, sonra da ölümsüzlük ve halâstır (ruhsal kurtulma/aklanma)." Bu tanım biraz tek yönlü olabilir. Uzun ömür ve fiziksel ölümsüzlük belirli bir zaman ve mekanda halâsa eşlik edebilir veya etmeyebilir. Bazı basit maddelerin evrimleri altından daha önlemli olabilir. Örneğin, Çin'de zincifre iksirlerin prototipi olmuştur. Simyada kimyasal değişimlerin kişisel mükemmelliğe erişmenin sürecini simgelediğini de düşünürsek Helenistik İskenderiye, Çin, İslam ülkeleri, Hindistan ve Rönesans sonrası Avrupa'sında ortak bir motifin işlendiğini görebiliriz.
Her bir büyük uygarlığın simyada kullandığı bilgi, yarattığı sembol ve ulaşmak istediği amaç açsından özgündü. Bu unsurlar hem bu toplumlardaki umumi anlamlara, hem de simyayı ele alan grupların özel öğretilerine dayanıyordu.
Özellikle Yangtze bölgesinde tahsili gruplar arasında simya popüler dinle yakın bağlarla başladı. Kişisel mükemmelliğe ve ölümsüzlüğe yol açabilecek birkaç disiplinden biri olarak kabul edilirdi. 5. asırdan sonra bazı Taocu hareketler bu uygulamaları adapte etmeye başladı. Hem Budist, hem de Taocu sembolizm ve ayinleri etkilemişti. Aşağıda simyanın amaç ve usulleri, tarihinde bazı önemli noktalar ve Taoculuk ve bilimle olan muğlak ilişkileri elle alınacaktır.
Amaç ve Usulleri
Kişisel mükemmellik konusunda Çin düşünceleri Mısır veya İran'da uygun görülmeyecek üç fikri bağdaştırmaktaydı. Bunlardan ilki biçimsel felsefe veya dinden çok önce varolan ölümsüzlük arzusuydu. Popüler kültürde uzun ömür idealleri mutlaka yaşamın sona ermesi gerekmediği varsayıma doğru gelişti. Bu fikirde ruhun beden dışı ölümsüzlüğü değil de, ölümsüz bir beden içinde kişiliğin devamı söz konusuydu. Ölümsüzlüğü en karmaşık doktrinlerde bu yeni fiziksel kişilik simya ile birlikte birçok disiplinle içsel olarak besleniyordu ve sonunda "çıplak çocuk" olarak gelişip şekil aldığında kelebek gibi kozalığını ağırlıksız bir hurda gibi geride bırakıp doğardı.
Birisi öldükten sonra bir süre etrafta uçuşan kişisel güç avam tarafından ayrışılmazdır, ancak bilginlerce 10 "ruha" bölünürdü (üç "yang hun" ve yedi "yin p‘o"). Normal ölüm sonrası çürümeyi önlemek ancak ortak mekanları bedenin de onlarla birlikte varlığını sürdürebilirse mümkün olabilir. Bundan dolayı, Lu Gwei-djen ve Joseph Needham'in belirttikleri gibi Çin ölümsüzlüğün maddesel olması zorunluydu.
Ölümsüzlüğün diğer bir belirtisi de ruhun mükemmelleşmesidir. Bedensel ve ruhsal arasında herhangi bir ikilem tanınmadığı için, bedenin geliştirilmesi ruhsal geliştirmeden farklı görülmüyordu. Ölümsüzlük yaşlanma ve ölümden kurtulmaydı. Yaşamın uzatılması için dindarlık, ritüel, ahlak ve hijyen de gerekliydi. İster Taocu, Budist veya Konfüçyüsçü inisiyelerin popüler fikirleri olsun, Yüce Yol, yani Tao'ya kişinin uyum sağlayabilmesi için her türlü uğraş ve çaba da gerekli görülüyordu.
Ölümsüzlüğün ruhsal ve fiziksel mükemmellik yanında üçüncü bir belirtisi de ilahi bir hiyerarşiye dahil olmadır. Popüler düşüncede bu hiyerarşi dünyevi düzenin ayna imajı olarak bürokratı. Hatta, güç ve sorumluluğun bir mevkie ait olup, bu konumu dolduran kişi için onunla birlikte gelen gücün ancak geçici sahip olunduğu düşüncesi gerek siyaset, gerekse de dinde paralel gelişti.
Aynı anda uzun ömür, halâs ve semavi atanmayı vaat eden birçok yol vardır. Örgütlenmiş dini hareketler tarafından grup olarak veya bireysel inisiyeler tarafından özel olarak yürütülen meditasyon, tapınma ve nefsi kırma çalışmalarını bedensel disiplinler, yaşamsal enerjileri açığa çıkaran cinsel teknikler, diyet kürleri veya simya destekleyebilir.
Bu ruhsal arayışta simyanın neden bir rolü olmalıdır? Başka bir deyişle, kimyasal etkileşimin sembolizmi nasıl bir katılımda bulunabilir? İlahi bir düzende atanmanın dünyasal imalarına rağmen, bu hedef mistik bir yola varılırdı... bireyin Yüce Yolla birlik sağladığı bir yöntem. Kendisi Yol denilen bu yöntem mükemmel bir şekilde kozmosu, toplumu ve kişiyi birleştirmekteydi.
Yol ile özdeşleşmek için aydınlanma veya sezgisel öngörüyle onu deneyimleme gerekirdi. Bu deneyim bilmekle başlayabilir, ancak rasyonel algılamanın sınırlarının çok ötesinde bir derinlikte. Eski bir simyasal şiirde, Kırmızı Çam üstadının Arcane Memorandum'da (Ch‘ih-sung-tzu hsüan chi, muhtemelen 7. asır veya önce) yazdığı gibi:
Kusursuz Tao kalp ve zihnin kusursuz bir şekilde boşaltılmasıdır.
Karanlıkta, bilinmeyen harikalar.
Bilge kişi Zirvedeki Kaynağa ulaştığı zaman,
Ergeç gerçekten bulutlara ulaşır.
(Yün-chi ch’i-ch’ien 66.14a)
Büyük evren (makrokozmos) veya küçük evrende (mikrozmos) mükemmellik getiren Yol'un gelişimsel yönü doğadaki canlıları yaşam devinimlerinde görülebilir. İnsan sadece bitki ve hayvanlardaki yaşam devinimlerinden değil, ama Aristoteles'in topraktan geliştiğini kaydettiği madenlerin devinimlerinden de söz edebilir. Maden evrimi yaşlanma ve ölümün ötesine ulaşabilir. Çünkü nihai hedefi zincifre veya altının mutlak mükemmelliydi. Bu iki maddenin vasat seviyeden evrimleri insanları ölümsüz kılan işleminin basit metaforlarıydı. Aslında zincifre olan iksir (tan) doğanın Yol'unu mükemmelleştiriyordu ve simyasal düşüncede insanların mükemmelleşme potansiyellerini simgelemeye başlamıştı. Böylece, iksir ve onu imal etme sanatı, kullanılan maddeler arasında bulunmadığı durumlarda dahi zincifreden (tan) adını almaya başladı.
Simyacıların "Büyük Çalışması" doğanın mükemmelleştirme işleminin aynısı tekrarlıyor. 9. asırda yazılan bir metinde dediği gibi: "doğal devinimle dönüşmüş iksir, akan cıvanın kurşunu kucakladığı ve hamile bıraktığı zaman oluşur... 4320 yılda iksir tamamlanır... O güneş ve ayın, yin ve yang'in çi enerjisini 4320 yıl kucaklar; böylece kendi çi enerjisi doyuma ulaştığında, o en yüksek kademede ölümsüzler ve semavi varlıklar için devinimle dönüşmüş bir iksir olur. Aşağıda, dünyada kurşun ve cıva ölümsüzlük uğruna simyasal işleme maruz kaldığında, suni iksir bir yılda tamamlanır... Simyagerin hazırladığı şey binlik skalasına tekabülünden dolayı kalmaktadır (Tan lun chüeh chih hsin chien, sayfa 126). Diğer bir deyişle, simyager 4320 saatlik bir yılda (360 günlük bir yılda günde 12 Çin saati) doğanın 4320 yılda tamamladığını başarıyor.
Böylece simya işlemi kozmik evrimin bir minyatür modeli olmakta. Uygulamacı sadece zamanı küçültmüyor, fakat laboratuarın sınırları içine evrenin boyutlarını sığdırıyor. Yol'un işlevini tefekkür edebileceği ve birleşebileceği mekan ve zaman sınırlarına daraltıyor.
Simyager mekan ve zamanı maniple etmek için çoğu niceliksel ve niteliksel tekabüller olan çok farklı araçlar kullanmaktadır. Labarotuarı dört esas yöne tam hizalı, fırını tam ortada ve her ikisi gökyüzü ile ilgili çizimlerle kaplı olabilir. Fırının hacmi, platformuna basamak konulmuş olması, ateşleme için konulan kapılar ve sayısı, hepsi onu gök ve yeryüzüyle hizaya getiryor.
Ateşin sıcaklığı geliştirici kozmik güçleri temsil ettiğine göre, bu güçleri yeniden yaratmak için ateşin zamana tabi olması gerekir. Böylece ateşin yoğunluğu ölçülü yakıt kullanarak zamanı dikkatle ayarlanmış devrelerde yavaş yavaş yükseltilerek alçaltılıyordu. Termometrenin olmadığı için mevcut yegane kesin ölçü aleti teraziyle dört mevsimdeki sıcaklık ve soğukluk tekrarlanmaktaydı. Kök kömürün ağırlığını artırmak ve azaltmak için ve bir seri kapıyla fırın beslemek için birkaç teknik şema günümüze dek kalmıştır. Bunlar başı ve sonu eşit olan basit devreler değildi, fakat devre sonraları giderek azalıp simyasal bileşimlerinde hem devinimsel, hem de gelişen bir değişim ima etmektedirler.
Kurulan modellerde devinimsel yaklaşım ayrıca bileşimlerde de belli oluyordu. En etkin eski işlem iki bileşim veya birbirlerine karşı yin ve yang, yani zıt olan, iki bileşim kullanırdı. Onlar bir devinimden diğer devinme konjuge ve ayrılmış oluyorlardı ve (simyagerin gözünde) giderek daha mükemmel bir dizi ürün üretiyorlardı. Daha önce söz edilen cıva ve kurşun örnektir. Diğer sık rastlanan bir çift de cıva ve kükürttür, bunlar da karışarak sülüğen (suni zincifre) oluşturup yüksek bir ısıda ısıtıldığında cıva tekrar elde edilebilir. Yaklaşık bin yıl önce yazan bir simyagere göre: "Zincifre cıvadan oluşması ve cıvayla tekrar öldürülmesi sırrın sırrıdır ("Cheng-t'ung tao tsang" cilt 587'de "Ch'en Ta-shih" içinde "Pi yü chu sha ban lin yü shu kuei" ). Bazen devinimden devinme kademeli olarak ilerleyen değişimler ek maddeler katarak elde edilirdi, ancak simyager açısından işlem esas itibarıyla ikilemli olarak görülürdü.
Bu, Yol'un devimsel dinamiklerini taklit etmede simyacının kullanacağı bütün metaforları tüketmiyor. Kozmik yumurta sarısının kademeli olarak yarı oluşmuş civcivi yetiştirmesi metaforu bütün büyük simya geleneklerinde mevcuttur. Simyasal işlemlerin yapıldığı kap veya şişe çoğu kez yumurta olarak söz edilir. Çin'de simya unsurlarının yumurta kabuğun içine kapatıldığı sıkça görülmüştür. Bu konuda en eski ayrıntılı yazılı kayıtlar 9. asır veya biraz sonrasından ve son kayıtlar 17. asır ortalarından gelmektedir. 15. asırda yaşayan bir Ming imparatorluğu prensi bu işlemi mantıksal sonucuna dek yürütmüştü ve zincifre dolu yumurtasını kuluçkada yatan bir tavuğun altına yerleştirmişti. Kozmik işlemler sadece bir odada değil, aynı zamanda bir üstadın bedeninde yenilenebilir. Beden içinde yaşam enerjisi veya kozmik ışık devresini imgelemeyi içeren meditasyon teknikleri muğlak bir şekilde dördüncü asırda belgelenmişti. Birinci asıra doğru üstatlar bedenleri içerisinde tanrısal varlıklarla ilişkilendirmeler kuruyorlardı.
Bu çalışmalarda sadece simyaya (veya Taocu'luğa) özgün olan bir şey yoktur, ancak simya işlemini içselleştirmeye bir baz oluşturmaktadır. Yol'un tam bilinciyle zıtların birleşmesini ifade etmek için fırının işlevi konusunda metaforlar kullanıldı. Farzeen Baldrian-Hussein'in dediği gibi: "İçsel simyanın üstadı (nei-tan) iç laboratuarı kendi bedeninde kurmakta. Hatta içinde gelensel simyanın bütün unsurlarını ve aletlerini bulmaktadır: firin, reaksiyon şişesi, cıva, zincifre, kurşun ve diğer madenler. Zihinsel ve fizyolojik bir işlemle laboratuarı donatır, ateşi yakar, alevi gözetir, bir reaksiyon şişesinde unsurların evliliğini sağlar ve istenilen sonuç elde edildiğinde, işlemi değişik bir seviyede yeniler" (Hussein, 1984, sayfa 14). 300 yıllı civarlarına ait önemli bir yazıda, üstad kalp işlevleriyle ilgili güneş solunumu ve böbrek işlevleriyle ilgili ay solunumun hareketlerini kontrol eder. Bu solunumlardan birincisine "ilahi iksir" denir ve ikincisine "sıvılaşmış altın" denir. Bu içsel simya bedenin küçük evren (mikrokozmos) olarak hayati işlevlerinin fiziksel dünyaya tekabül eden ve ruhsallığı semavi ve dünyevi bürokrasilerin ayna imajları şeklinde düzenlenmiş içsel tanrıların tezahür ettiğine dair yaygın düşünceden doğdu.
Bu disiplinleri takip ederken, ürün değil işlemin kendisi önemlidir. Dışsal simya metinlerde dahi ya iksiri içmekten söz edilmez veya ölümsüzlüğün "Büyük Çalışma"ya tanık olmaktan oluştuğu yazılır. Reaksiyon şişesi açıldığında iksirin renk ve şekliyle ilgili bazı tarifler, onun yüksek bir şuur halinde tefekkür edildiğini ima eder.
Eğer ölümden bağışıklık kazanmanın yöntemi derin bir kişisel deneyimse, simyanın menfaatleri aktarılamaz. Ancak iksirlerin aktarımını arzulanır kılan simyanın farklı boyutları da vardı. Bu sanat ister yüklü masraflarını karşılamak için olsun, ister kâr amacıyla olsun, masrafları karşılayacak birinin himayesini sağlayabilir. Tıpta simya öncesi bir geleneğe göre üst seviye ilaçları ölümsüzlüğe verir (alt seviyede ilaçlar ya tükenmiş diriliği, ya da şifa vermektedir). Bu düşünce tarzının bir uzantısı olarak birçok hekim yeni ilaçların kaynağı olarak simyayı etüt etti ve simyagerler mevcut ilaçları çalışmalarına adapte ettiler.
Günümüze dek intikal eden birçok simya yazıları doğrudan doğruya ekonomik ve terapi açıdan arzulanır ürünler elde etmeye amaçlarlar. Bu kaynaklar simayasal altın ve zincifreyle ilgili iksirlerin hazırlanması üzerine dururlar. Altın, kişisel gelişimi ön plana alan esas simya gelenceğinde nispeten önemsiz bir sorundur.
Tarih
Bu bölümde din ve simya arasındaki ilişkiyle ilgili üç önemli sorunu gözden geçirecek: Çin'de simyanın başlangıçları, simyada değişmeler ve dışsal ve içsel simyanın tarihsel işkileri.
Simya daha önce Helenistik Mısırda veya Çin'de mı geliştiği halen belli değildir. Her iki toplumun en eski kanıtı henüz belirli bir tarihe iliştirilmedi. Simya için bir Çin menşei kabul eden görüşler arasında farklar olmakla beraber efsanelerde tarihsel gerçek payı kabul etmeye bağlı kalmaktadır.
Zincifre ve benzeri kan rengi bileşkenler neolitik çağdan itibaren ölüm ve ölümsüzlükle bağlantılı fikirlerle ilişikti. Araştırmalar gömülecek ölülerin üzerine kırmızı toz serpme arkaik adetinin bu şekilde izah ederler. Tai'lı (veya Dai) Hanımın mükemmel korunmuş cesedi (M.Ö. 168 yılın başlarında ölen ve 1972 yılında kazılan) yüksek derecede cıva ve kurşun konsantrasyonları içermekteydi. Bu elementler ölümden önce sindirime uygun bir şekilde dağılmışlardı. Bağırsaklarda sık sık bir ölümsüzlük ilacı olarak hekimler tarafından verilen zincifre bulunmuştu. M.Ö. 144 yılı tarihli sahte altın yapımına karşı yasaklayıcı bir beyanat bazen de simyanın yaygınlığını kanıtlamak için kullanılır, ancak bu kuyumcuların metal karışımları kullanmalarından başka bir şey olmayabilir. M.Ö. 133 yılında İmparatora bir okültist suni altından tabaklardan yemek yediğinde yaşamı uzar ve böylece bazı ölümsüz kişileri bulup onların yardımıyla bazı ritüeller uygulayarak kendisi de ölümsüz olabilir. Bu himaye talebi altını dolaylı olarak ölümsüzlükle iliştirir ve doğrudan simyasal bağlantının henüz yapılmadığını ima eder. Himayenin giderek yaygınlaştığı bunu takip eden yıllarda himaye edenlerin temas kurabileceği ölümsüzler konusundaki efsaneler giderek arttı. "Ölümsüzlük İlaçları" sık sık söz edildi, ancak bunların suni oldukları söylenmedi. Eleştirisel araştırmacılar sadece simya konusunda ilk eserlerin "Üçün Uyumu" ("Chou its 'ant'ung ch'i" - M.S. 140 ve kısmen 9. asırda) çıkmasıyla ve "Sarı Efendinin Dokuz-Şişe Kutsal İksir Kitabı"nın (Huang ti cbiu ting sben tan ching) hemen hemen kesin olarak 3. asrın sonlarında yazılan ilk bölümünün çıkmasıyla simyanın ortaya çıktığı tarih konusunda açık kanıt bulmaktadırlar. Dünyanın her iki tarafında işlemler yeteri kadar aynı olması dışında, kronoloji açısından doğu ve batı arasında bir ilk tarih fazla önem taşımaz.
Ancak durum böyle değildir. Joseph Needham, Çin simyası Makrobiyotik (ilaçlarla bedensel ölümsüzlük arayışı) ve altın imalatının ("aurifiction", yani bilinçli olarak altının sahtesini üretmek yerine "aurifaction", suni yöntemlerle gerçek altını yapma girişimi) bir karışımı olarak tanımlarken önemli bir farka işaret ediyor. Bu tanımlarda zincifrenin önemli rolünden söz edilmemektedir. Needham markobiyotik daha eski batı sanatında eksik olduğunu, dolayısıyla "gerçek" simya olmadığını belirtiyor.
Diğer araştırmacılar simyagerlerin sadece tekniklerini değil, fakat aynı zamanda inançlarını değerlendiriyorlar. Yukarıda özetlenen ruhsal deneyimler ve simyanın ilahi bir hiyerarşide atama aracı olabileceği Çin'e özgündür. Bunlar Doğu Asya'da simya arayışının, İskeneriye'de olduğu gibi sadece teknik hedeflerle ifade edilemeyeceğini ima etmektedir. Her iki uygarlık kimyasal metotları ve metotları ruhsal halasa yönelik hedefler için kullandılar. Hedefler faklı çünkü Çin ve Helenistik Mısır arasındaki mana ve değer yapılarında farklar vardı. Her ikinin sanatlarını "gerçek" simya olarak nitelendirmek doğru olur ve şimdiki bilgimize göre her ikisinin yaklaşık olarak aynı zamanlarda ortaya çıktıklarını söyleyebiliriz.
Simyagerler, tarihçiler gibi sanatlarının geliştiğini veya değiştiğini kabul etmiyorlardı. Bütün Çin dini veya teknik geleneklerde olduğu gibi, uygulayanlar onun bütün olasılıklarının onu kuran kadim ve ilahi düzen tarafından indirilip kurulduğunu kabul eder. Simya olarak daha önce söz ettiğimiz iki eser dışında öncü bir kaç temel eser vardır. Bu yazmalar sözlü açıklamalarla ilaveli olarak değiştirilmeden layık olan kişilere nesilden nesile aktarılacaktı. Metafor ve sembollerden dolup taşan bu yoğun temel eserler için çok izah gerekiyordu (özellikle "Üçün Uyumu" için). Bilginlerin tükenmez anlam bolluğu ancak nispi olarak idrak edilebilir. Sorun bilgiyi geliştirme değil, kadim bilgeliği korumaktı.
Yine de, asırların geçmesiyle simya metinlerinde kimyasal işlemler üzerinde giderek daha kapsamlı bir bilgi sergilemekte. Ayrıca popüler dinden gelen yeni etkileri uyarma konusunda daha açık olabilmekteydiler. Bazı üstatlar simyadaki bu yeni içerik konusunda bilinçliydiler. Onları esinlenen ek (anacak ilke olarak zamansız) ifşalara addediyorlardı. Bunlar çoğu kez farklı kılıklara bürünmüş ölümsüzler, tuhaf durumlarda rastlanan "olağanüstü insanlar" veya da rüya veya düşlerde ifşa edilir. Değişmezlik ideali değişimi silmemişti.
Günümüzdeki anlayış içsel ve dışsal simyanın birlikte başladığını ima etmektedir. Her ikisinin birlikte yürütülmesinin geç başladığını veya kademeli bir gelişmeye tabi olduğuna dair herhangi bir gösterge yoktur. "Üçün Uyumu" hem içsel, hem de dışsal olarak yorumlanabilir işleme karmaşık bir sembolizmi getirmektedir. Kitap sadece iç simyanın imgelemeleri değil aynı zamanda mutlak kurtuluşu veren zıtların evliğini içeren cinsel disiplinleri de vermektedir. Sonraki simyagerler cinsel uygulamaların konusunda farklı düşünceler sergileyip, kimi ölümsüzlüğü ilerlettiğini, kimi de engellediğini iddia ettiler, ancak birçok önemli üstat "Üçün Uyumu"nu takip ederek dışsal, içsel ve cinsel simyanın tek bir sürecin değişik yönleri olarak görmektedirler. Dolayısıyla, kimya tarihçileri belerli metinlerin madensel işlemleri içerip içermediği konusunda karar vermede zorlanıyorlar.
Dışsal simya içsel benzeriyle aynı dinamiği korumadı. 1000 tarihinden sonra kimyasal işlemler konusunda yeni bilgiyi yansıtan yazılar ender olarak görüldü. Daha sonraki yazarlar sık sık sadece hariçte olanların simyanın bir laboratuarda yapılması gerektiğini veya yapıldığını inandıklarını açıkladılar. Dolayısıyla gözükmektedir ki dışsal simyada uygulama veya en azından keşif varlığını büyük çapta sürdürmemişti. Bu tahsili insanların sanatlarla uğraşmasını teşvik etmeyen Confuçuşcu ideallerin yeniden doğmasıyla izah edildi. Diğer bir sebepte, 11. ve 12. asırda elit tabakadan heveslileri çeken Taocu ekollerde meditasyon ve imgelemenin pratik operasyonlar giderek yayılmasıydı. Yukarıda anlaşılabileceği gibi, erken dönemde okült ve ameli uygulamalar birbirini dışlamıyordu. Diğer bir neden de birkaç imparator ve yüksek görevlilerin simyasal iksirleri aldıktan sonra ölmeleri yaygın olarak bilinmekteydi. Üstadlar için ölüm mükemmelleşmiş benliğin yumurta görevini gören eski bedenden ayrılıp ölümsüzler arasında mevki almasıydı. Popüler inançları ciddi almayan laik hümanistler için bu intihar için budalaca bir gerekçeydi.
Simya, Bilim ve Din
Simya genelde Çin simyasının birçok kimyasal maddeyi kullandığını ve niteliksel ilişkiler konusunda oldukça kapsamlı bilgilerden faydalandıklarını belirten kimya tarihçileri tarafından incelenmişti. Tıp tarihini inceleyen araştırmacılar simya ve tıp arasındaki bağlantıları her ikisinin birlikte kullandıkları madde ve işlemlerle ve genelde suni, inorganik iksirlerin hastalığı ve yaşamı uzatmada kullanımı ile göstermişlerdir. Tarihçiler genelde simyayı bir genç bir bilim, modern inorganik ve iyatro kimyanın öncüsü olarak kabul ederler. Lu ve Needham içsel simyayı "prto-biyokimya" olarak tanımlamaktadırlar.
Bu görüş simyanın hedeflerinin bilmeye yönelik olmadığını göz ardı etmektedir. Onlar ölümsüzlüğe odaklanmıştı ve üzerinde tefekkür etmek üzere kozmik süreçleri tekrarlamaya yöneliktiler. Simyagerlerin yeni bir kimyasal etkileşimi veya işlemi bulup bulmadığını kesin olarak söylemek mümkün değildir. Zanaatçıların okuma yazmaları olmadığı için yaptıkları yeniliklerin okuma yazmaları olan (elit tabakada kimyasal sanatlarla tek ilgilenen) simyagerler tarafından kaydedilmesi doğaldır. Simyagerlerin barutun ve damıtma aletlerin keşfinde önemli rolleri olduğu iddiası M.S. ilk bin senelik devrede iyi araştırılmamış olan sanayi işlemlerin gelişimi ile ilgili bağımsız kanıtlar tarafından desteklenmemektedir. Ayrıca, simyagerlerin tıptan aldıklarından fazla şey verdiklerine dair bir geneleme yapmak için tıp literatürden henüz çok az inceleme yapılmıştır.
Simyanın esas olarak Taocu olduğu veya bir Taocu keşif olduğu fikri 1970 yılından itibaren yapılan Taocu tarihsel etütleri tarafından desteklenmemektedir. Semavi Üstatlar tarikatı ve diğer erken Taocu hareketlerde ilaçlar (suni preparatlar dahil) yasaktı. Sadece dini alıştırmalarla uzun ömür ve ilahi mevki sağlayabilirdi. Kuzeyde üst düzey inisiyeler popüler ilaçlar kullanmaya başladılar. 311 yılında Lo-yang'ın işgalinden sonra göçmen olarak ilk kez simyanın popüler ölümsüzlük uygulamalarında simyanın uzun süredir yerleşik olduğu Yangtze bölgesinde iksirlerle karşılaştılar. Yerine geçtikleri güneyli aristokratlar ruhsal üstünlüklerini telafi etmek için yeni dini yapılar oluşturdular. Michel Strickmann (1979) onların bunu yapmakla popüler yerli uygulamalara, ölümsüzlük ve simyanın önemli bir rol oynadığı ve inorganik ilaçların dini kullanımı olağan olan kuzeyli Taocu uygulamaları uyarladıklarını göstermiştir. Yaklaşık olarak 500 yılında asil güney aristokrat ataları olan T'ao Hung-ching imparatorluk himayesinde Taocu Yüce Saflık (veya Mao-şan) kurduğu zaman 4. asırdan kalma gelenekleri kaynak olarak kullandı. T'ao sadece eski güneyli teknikleri değil, karmaşık simya ve astral sembolizm uyarlamadı. T'ao böylece üst tabaka katılım sağlayan ve devlet gücünü destekleyen ve böylece beş asrı aşkın bir süre gücünü koruyan bir hareket başlattı. İlk kez olarak yarattığı taoculuk biçiminde simyayı Taoculuk ile birleştirdi. Simya Taocu ortamında yaratılmadı ve onunla sınırlı değildi. Ayrıca Taoculuk dışındaki hareketlerde simyanın rollü belirli bir ilişki tespit etmek için fazla farklılık arz etmektedir.
Kaynakça
Çin simayanın en ayrıntılı etüdü Joseph Needham’in Science and Civilisation in China ("Çin'da Bilim ve Uygarlık", Cambridge, 1954), cilt. 5, bölüm 2—5. Daha kısa bir özet için Needham’in The Refiners Fire. The Enigma of Alchemy in East and West (Simagerin Ateşi: Doğu ve Batıda Simya Esrarı - London, 1971), ikinci olarak da J. D. Bernal Lecture (Konferans), veya kültürler arası mukayese için yazdığı Science in Traditional China (Geleneksel Çin'de bilim - Cambridge, Mass., 1981), sayfa 57—84'de “Comparative Macrobiotics,” (Mukayeseli Makrobiyotik). Simyada kullanılan sembolik yapıları kapsamlı olarak yazdığım Science and Civilisation in China, (Çin'de Bilim ve Uygarlık) Cilt 5 Bölüm 4, sayfa 210— 305'de veriyorum ve daha sonuçlanmış bir şekilde “Chinese Alchemy and the Manipulation of Time,” (Çin Simyası ve Zamanın Manipülasyonu) Isis 67 (1976): 513—526, bu ayrıca benim derlediğim Science and Technology in East Asia, (Doğu Asya'da Bilim ve Teknoloji - New York, 1977) yeniden basılmıştı. İçsel simyanın dini anlamı üzerinde Farzeen Baldrian-Hussein’s Procédés secrets au Joyau magique: Traité d’alchimie taoiste dui onzième siècle (Paris, 1984). Simya dahil Taocu öncesi güney okült gelenekler üzerinde Isabelle Robinet’nin “La revelation du Shangqing dans l’histoire du taoisme” (Ph.D. diss., University of Paris, 1981). Simya ve Taoculuk arasındaki ilişkiler üzerinde Facets of Taoism. Essays in Chinese Religion, edited by Holmes Welch and Anna Seidel (New Haven, 1979), sayfa 123—192'de Michel Strickmann’nın “On the Alchemy of rao Hung-ching,” ayrıca onun Le taoisme du Mao-Chan: Chronique dune révélation, İki cilt, “Mémoires de l’lnstitut des Hautes Etudes Chinoises,” no. 17 (Paris, 1981). Çin simyayı araştırma kılavuzu olarak da yazdığım Chinese Alchemy: Preliminary Studies, ‘Harvard Monographs in the History of Science,” cilt. 1 (Cambridge, Mass., 1968), ve Ch’en Kuo-fu’s Tao tsang yüan liu hsü k'ao (Taipei, 1983).
The Encyclodedia of Religion , Editor in Chief Mircea Eliade, Copyright © 1989, MacMillian Puplishing Co.
Hiçbir yazı/ resim izinsiz olarak kullanılamaz!! Telif hakları uyarınca bu bir suçtur..! Tüm hakları Çetin BAL' a aittir. Kaynak gösterilmek şartıyla siteden alıntı yapılabilir.
© 1998 Cetin BAL - GSM:+90 05366063183 -Turkiye/Denizli
Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...
-
Online Yıldızname Burcu Hesaplama 1. Yol: Arapça Harflerle Ebced Yöntemi Öncelikle "cinsiyet"inizi seçin ve aşağıdaki ...
-
Harflerin Enerjileri A-Z Alfabedeki bütün harflerin enerjileri ve anlamları. İsminizde bulunan, isminizin başladığı harflere göre ka...
-
1 / 24 1 AMAL'İ MÜCERREB-1 2 Bilinmeyen Yönleriyle Satanizm - Bulent Kısa 307 say...