Aklı başında olan, gözü görüp kulağı işiten kimselerin kabul etmek zorunda kalacağı bütün bu delillere rağmen; inkârcılara bunların hiçbirinin tesir etmediğini, ilâhî dâvete uymaktan kaçındıklarını beyan etmek üzere Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Onlara: 'Yapmakta olduğunuz ve yapıp arkada bıraktığınız işler hakkında Allah'tan korkun, umulur ki size merhamet olunur!' denildiği zaman (yüz çevirirler)." (Yâsin: 45)
İnkârlarında ısrar eden müşriklere Allah-u Teâlâ'nın gazabından sakınmaları, geçmiş ümmetlerin peygamberlerini yalanlamaları yüzünden başlarına gelen azaptan ibret almaları, daha sonra gelecek olan ahiret azabından korunmaları, bu suretle merhamet olunacakları hatırlatılınca daha fazla büyüklük taslarlar.
"Onlara Rabb'lerinin âyetlerinden bir âyet geldiği zaman mutlaka ondan yüz çevirirler." (Yâsin: 46)
O âyeti görmezler, kabul etmezler, ondan faydalanmazlar. Kur'an-ı Azimüşan'ın gönüller açan ulvî beyanlarını olduğu gibi kabul edip, İslâm şerefiyle müşerref olmak istemezler.
Yüzlerine karşı Allah'ın âyetleri okunduğunda yüz çevirmek onların her devirde sergiledikleri davranıştır.
Asr-ı saâdet münâfıkları gibi, zamanımızda da Allah'ın âyetlerini inkâr eden, Ahkâm-ı ilâhî'den yüz çeviren, müslümanların inançlarını bozmaya çalışan müfsitler yok değildir.
"Onlara: 'Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden hayra sarfedin!' denildiğinde, kâfirler müminlere: 'Allah'ın, dileseydi doyuracağı kimseleri biz mi doyuralım? Siz gerçekten sapıtmış kimselersiniz.' derler." (Yâsin: 47)
Allah'ın âyetlerine sırt çevirip, içinde bulundukları dalâlet girdabı için mazeretler ileri sürdükleri yetmiyormuş gibi, iyilikten kaçmak ve kendi cimriliklerini göstermemek için bir bahane arıyorlar. Onlar kendi cimriliklerini göstermemek için bu gibi ifadeler kullanıyorlardı. Nitekim her asırda yaşayan cimriler de böyle söylemektedirler.
Akılları çalışmayan bu beyinsizler rızık hazinelerinin, Yaratıcı'nın yedi kudretinde olduğunu ve O'nun; zenginin merhamet edip etmeyeceğini, fakirin de sabredip etmeyeceğini imtihan etmek maksadıyla insanlardan bazılarını zengin, bazılarını fakir kıldığını bilmezler.
Allah-u Teâlâ fakirlere dünyalık vermemiş, zengine ise fakire zekât vermesini emretmiştir. Bütün bunlar imtihan içindir. O dilediğini yapar, O'nun hiçbir hükmüne hiç kimsenin itiraz etmeye salâhiyeti yoktur.
•
Bundan sonra Allah-u Teâlâ inatçı kâfirlerin yalanlama, inat ve inkârlarından dolayı, azabın kendilerine gelmesini uzak görerek, alay ve eğlence yollu, başlarına azabın hemen gelmesini istediklerini haber vererek şöyle buyuruyor:
"Diyorlar ki:
Eğer doğru söylüyorsanız, vâdettiğiniz kıyamet günü ne zaman?" (Yâsin: 48 - Enbiya: 38 - Sebe: 29 - Mülk: 25)
Gerçekte onlar kıyametin gelişini imkânsız sanıyorlardı. Halbuki onun geleceği muhakkaktır ve herhangi bir kimse istemediği için geri kalmaz, herhangi bir kimsenin istemesiyle de vaktinden önce gelmez.
Allah-u Teâlâ o günü daha önce hükmettiği belirli bir zaman için ertelemektedir. Bu süre ne artar ne de eksilir.
Bu hususta diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"De ki:
Size vâdolunan bir gün vardır ki, siz ondan ne bir saat geri kalırsınız, ne de ileri geçebilirsiniz." (Sebe: 30)
Kıyamet, insanların ecelleri gibidir. İnsanın eceli geldiğinde, bir göz açıp kapatıncaya kadar ileri veya geri alınmadığı gibi, kıyamet zamanı geldiğinde de bir saniye olsun ileri veya geri alınmaz.
Dünyanın sayılı müddeti son bulup ömrü tamam oluncaya kadar ahiret tehir olunacak ve o sayılı hesabın bittiği dakikada kıyamet kopacaktır.
"Onların beklediği tek bir sestir." (Yâsin: 49)
İkinci bir sese ihtiyaç duyulmaz. Bu ses, herkesin ölümü için olan sura ilk üfürüştür.
"Birbirleriyle çekişip dururken ansızın onları yakalayıverir." (Yâsin: 49)
O anda onlar işlerinde güçlerinde, pazarlarında, alış-verişlerinde, oyunlarında eğlencelerinde gaflet içinde iken, her canlı bulunduğu yerde ölür. Ne malları ne canları hakkında bir vasiyette ve tavsiyede bulunmaya fırsat bulamazlar.
"İşte o anda onlar ne bir tavsiyede bulunabilirler, ne de âilelerinin yanına dönebilirler." (Yâsin: 50)
Eğer evleri ve memleketleri haricinde bulunmuş iseler, âileleriyle dünyada bir daha görüşmeye muvaffak olamazlar. Kim nerede ise orada kalır.
Birinci sur ile kıyametin kopmasından, Hayy ve Kayyum olan Allah-u Teâlâ'nın tek kalmasından sonra, vakti zamanı gelince; Allah-u Teâlâ İsrâfil Aleyhisselâm'ı tekrar diriltecek ve ikinci defa Sur'a üfürmesini emir buyuracaktır. "Nefha-i kıyam" da denilen bu üfürme ile evvelce ölenlerin tamamı bir anda yeniden dirilerek kabirlerinden kalkacaklar ve hesaplarını vermek üzere ilâhi huzura sevkolunacaklardır. Buna "Ba's-ü ba'del-mevt" yani "Öldükten sonra tekrar dirilme" denir.
Sur'un ikinci defa üfürülmesi ile insanlar yeniden hayata ererek kabirlerinden kalkarlar.
"Sur'a üflenince, kabirlerinden kalkıp Rabb'lerine doğru akın ederler." (Yâsin: 51)
Kâfir ve münâfık olanların akılları karıştığı için öldüklerini değil de yatmakta olduklarını zannederler. Yalanladıkları şeyi ayan-beyan görünce;
"Derler ki: Eyvah bize, yattığımız yerden bizi kim kaldırdı?" (Yâsin: 52)
Onlar kabir azabının kendilerine dokunduğunun farkında bile olmazlar. Çünkü kabir azabı, daha sonraki şiddetli azaplara göre uyku gibidir.
Şaşkınlıkları nispeten geçip de kendilerine gelince şöyle derler:
"Rahman olan Allah'ın vâdettiği işte budur. Demek peygamberler doğru söylemiş!" (Yâsin: 52)
Yazıklar olsun bize ki, Hak ve hakikati bize tebliğ eden elçileri yalanlamıştık. Şimdi de böyle bir felâketle karşı karşıya bulunmaktayız.
Kıyametin kopması, canlıların ölmesi, kabirlerden kalkış, mahşere sevkediliş safhaları hep bir plân dahilinde gerçekleşecektir.
"Sadece tek bir sayha olur, sonra hepsi birden toplanıp huzurumuza getirilirler." (Yâsin: 53)
Bir tek ses ile hepsi birden ölecekleri gibi, bir tek ses ile de bir an bile durmaksızın hepsi birden hayata kavuşacaklar ve sorguya çekilmek üzere ilâhi huzurda hazır olurlar.
O gün tek hâkim O'dur. Hükmünde O'na hiç kimse, hiçbir şekilde ortak olamaz. Affetmek veya cezalandırmak bütünüyle O'nun yed-i kudretindedir. Cezalandırmak istediği bir kişiyi, kimsenin affetmeye gücü olmadığı gibi, affetmek istediği bir kişiye de kimsenin ceza verdirmeye gücü yetmez. Başkasının işlediği bir günah bir kimsenin hesap defterine yazılmadığı gibi, hiç kimse işlediği günahın cezasından fazlasına çarptırılmaz. Hiç kimseye zulmetmemesi O'nun şânındandır. Verdiği bir kararı hiç kimse değiştirmeye güç getiremez. Her işi adaletlidir, her hükmü hakkâniyetlidir.
"O gün hiç kimse en ufak bir haksızlığa uğramaz ve ancak yaptığınızın karşılığını görürsünüz." (Yâsin: 54)
Zulmü hem zâtına hem de insanlar arasında haram kılmıştır. Şu kadar var ki insanlar hem birbirlerine hem de kendi nefislerine zulmederler.
Dünyada birçok haksızlıklar olmaktadır. Öyle kimseler vardır ki hakettiği halde mükâfat alamaz. Kimisi de tam alamaz. Bazıları haksız yere cezalandırılırlar. Kimisi cezayı hakettiği halde ceza görmekten kurtulur. Bazı kimselere hakettikleri cezadan daha azı verilir. Zâlimler beraat ederken mazlumlar bakakalırlar. Bir kişinin suçunun bir başkasına yükletildiği de görülmektedir.
Mahkeme-i kübrâ'da ise bu gibi adaletsizlikler olmayacak, herkes yaptığının karşılığını tam olarak alacaktır. Kâfirler azaplandırılırken, inananlar mükâfatlandırılacaktır.