SENİN İÇİN
Sesin işler gibi bir şuh kanat gamlarıma
Seni dinlerken olur kalbim güneşlere eş.
Gün batarken sanırım gölgeni bir başka güneş,
Sarışınlık getirir gözlerin akşamlarıma.
Doğuyor ömrüme bir yirmi sekiz yaş güneşi,
Bir kuş okşar gibi sen saçlarımı okşarken.
Koklarım ellerini, gülleri koklar gibi ben;
Avucundan alırım kış günü bir yaz ateşi.
Gönlüm avdet eder her unutulmuş nisan,
Ne zaman gençliğini yolda hıraman görsem.
Eskiden pembe dudaklarda dağılmış busem
Toplanır leblerime bir gece dalgın dursan.
Seni zambak gibi gördükçe açık pencerede
Gül açar bahtımın evvelki hazanlık korusu.
Genç eder ufkumu hülyalarımın genç kokusu;
Sorarım ak saçımın örttüğü yıllar nerede?
Cephemi varsın o solgun seneler soldursun,
Yeni yıldız gibi doğdukça güzel her akşam;
Gençliğin böyle benimken kocamam, hiç kocamam,
Ruhum, ölsem bile ben, sen yaşayan ruhumsun.
Cenap Şehabettin
UÇUN KUŞLAR
Uçun kuşlar uçun doğduğum yere,
Şimdi dağlarında mor sümbül vardır.
Ormanlar içinde serin bir dere,
Dikenler içinde sarı gül vardır.
O çay ağır akar, yorgun mu bilmem,
Mehtabı hasta mı solgun mu bilmem,
Yaslı gelin gibi mahsun mu bilmem,
Yüce dağ başında siyah gül vardır.
Orda geçti benim güzel günlerim.
O demleri anıp bugün inlerim.
Destan-ı ömrümü okur dinlerim,
İçimde oralı bir bülbül vardır.
Uçun kuşlar uçun, burda vefa yok,
Öyle akarsular, öyle hevâ yok.
Feryadıma karşı aks-i seda yok;
Bu yangın yerinde soğuk kül vardır.
Hey Rıza ! Kederin başından aşkın,
Bitip tükenmiyor elemi aşkın;
Sende derya gibi daima taşkın,
Daima çalkanır bir gönül vardır.
Rıza Tevfik BÖLÜKBAŞI
CENGE GİDERKEN
Ben bir Türk’üm. Dinim, cinsim uludur,
Sinem, özüm ateş ile doludur,
İnsan olan vatanının kuludur;
Türk evlâdı evde durmaz, giderim.
Muhammed’in kitabını kaldırtmam,
Osmancık’ın bayrağını aldırtmam,
Düşmanımı vatanıma saldırtmam;
Tanrı evi viran olmaz, giderim.
Bu topraklar ecdadımın ocağı,
Evim, köyüm hep bu yerin bucağı,
İşte vatan, işte Tanrı kucağı;
Ata yurdun evlât bozmaz, giderim.
Tanrım şahit, duracağım sözümde,
Milletimiz sevgileri özümde,
Vatanımdan başka şey yok gözümde;
Yar yatağın düşman almaz, giderim.
Ak gömlekle gözyaşımı silerim,
Kara taşla bıçağımı bilerim,
Vatanımçin yücelikler dilerim;
Bu dünyada kimse kalmaz, giderim.
Mehmet Emin YURDAKUL
VUR !
Ey Türk vur, vatanın bâkirlerine
Günahkâr gömleği biçenleri vur !
Kemikten taslarla şarap yerine
Şehitler kanını içenleri vur !
Vur güzel âşıklar cenazesinden
Kırmızı meş’aller yakanları vur !
Şehvetin raksına yetim sesinden
Besteler, şarkılar yapanları vur !
Vur, katlin o kızıl sapanlarıyle
Dünyaya ölümler ekenleri vur !
Vur, zulmün o kanlı urganlarıyle
Bir kavmi iplere çekenleri vur !
Vur etten, kemikten saraylar kuran
O vahşî ruhları ezmek için vur !
Dört yana, rüzgâra küller savuran
Omücrim elleri kesmek için vur.
Vur sen de mukaddes hürriyet için,
Dünyanın diktiği bayrak için vur !
Her dinin sevdiği adalet için,
Her yerde haykıran bir hak için vur !
Vur, aşkın ve hakkın zaferi için.
Vur, senden bak dünya bunu istiyor.
Vur, yerde, bak, tarih senin seyircin,
Vur, gökten, bak, Allah sana “Vur !” diyor.
Vur çelik kolların kopana kadar;
Olanca aşkınla, kuvvetinle vur !
Son düşman, son gölge kalana kadar
Olanca kininle, şiddetinle vur.
Vur, senin darbenden çıkacak ateş
İntikam isteyen bir milletindir.
Alnında doğacak kırmızı güneş,
Bu senin ilâhî hürriyetindir.
Mehmet Emin YURDAKUL
ASIM’dan
Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdadıma saldırdı mı, hattâ boğarım.
-Boğamazsın ki !
-Hiç olmazsa yanımdan koğarım.
Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam;
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir âşıkım istiklâle,
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle.
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boynum.
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim;
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim,
“Adam aldırma da geç git !” diyemem, aldırırım;
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.
Mehmet Akif ERSOY
ASIM’dan
Yarının ilmi nedir, halbuki? Gayet müthiş.
Maddenin kudret-i zerriyyesi uğraştığı iş.
Mehmet Akif ERSOY
SEYFİ BABA’dan
-Mehmet Ağ’nın evi akmış. Onu aktarmak içün
Dama çıktım, soğuk aldım, oluyor on beş gün.
“Ne işin var kiremitlerde a sersem !” desene.
İhtiyarlık mı nedir, şaşkınım oğlum, bu sene.
Hadi aktarmayayım… Kim getirir ekmeğimi?
Oturup kör gibi, namerde el açmak iyi mi?
İhtiyar terleyedursun gömülüp yorganına,
Atarak ben de geniş bir kebe mangal yanına,
Başladım uyku taharrisine, lâkin ne gezer.
Sızmışım bir aralık neyse, yorulup da meğer.
Ortalık açmış, uyandım. Dedim artık gideyim.
Önce amma şu fakir âdemi memnun edeyim.
Bir de baktım ki tek onluk bile yokmuş kesede,
Mühürüm boynunu bükmüş duruyor sade.
O zaman koptu içimden şu tahassür ebedî:
“Ya hamiyyetsiz olaydım, ya param olsa idi.”
Mehmet Akif ERSOY
ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE’den
Âsım’ın nesli, diyordum ya, nesilmiş gerçek.
İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.
Şüheda gövdesi, bir baksana dağlar, taşlar.
O rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar.
Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna yarap ne güneşler batıyor !
Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker !
Gökten ecdat inerek öpse o pak alnı, değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi.
Bedr’in arslanları ancak bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
Gömelim gel seni tarihe, desemk sığmazsın.
Senki, asara gömülsen taşacaksın. Heyhat !
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat.
Ey şehit oğlu şehit ! İsteme benden makber;
Sana aguşunu açmış, duruyor Peygamber.
Mehmet Akif ERSOY
LİSAN
Güzel dil, Türkçe bize,
Başka dil, gece bize,
İstanbul konuşması
En saf, en ince bize.
Lisanda sayılır öz
Herkesin bildiği söz;
Manası anlaşılan
Lûgata atmadan göz.
Uydurma söz yapmayız,
Yapma yola sapmayız.
Türkçeleşmiş, Türkçedir;
Eski köke tapmayız.
Açık sözle kalmalı,
Fikre ışık salmalı,
Müteradif sözlerden
Türkçesini almalı.
Yeni sözler gerekse,
Bunda da uy herkese.
Halkın söz yaratmada
Yollarını benimse.
Yap yaşayan Türkçeden,
Türkçeyi incitmeden.
İstanbul’un Türkçesi
Olsun zevkini yeden.
Arapçaya meyletme,
İrana’da hiç gitme;
Tecvidi halktan öğren,
Fasihlerden işitme.
Turan’ın bir ili var
Ve yalnız bir dili var;
“Başka dil var” diyenin,
Başka bir emeli var.
Türklüğün vicdanı bir,
Dini bir, vatanı bir;
Fakat hepsi ayrılır,
Olmazsa lisanı bir.
Ziya Gökalp
MERDİVEN
Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak
Ve bir zaman bakacaksın smaya ağlayarak.
Sular sarardı… Yüzün perde perde solmakta;
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta.
Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller.
Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller.
Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?
Bu bir lisan-ı hafîdir ki ruha dolmakta;
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta.
Ahmet Haşim
BÜLBÜL
Bir gamlı hazânın seherinde
Israra ne hâcet yine bülbül?
Bil, kalbimizin bahçelerinde
Can verdi senin söylediğin gül.
Savrulmada gül şimdi havada;
Gün doğmada bir başka ziyada.
Ahmet Haşim
BİR DESTAN’dan
Türk’üm ben oğul, sor beni sen Tanrı dağından
Bağrımda yanan hangi ateş, hangi yavuz kan.
Heybetli denizler gibi coşmuş büyük ordu,
Yetmiş yedi serdar yedi koldan yürüyordu.
Dur ! Şöyle kulak ver, yine seslendi Doğan Bey,
Dağlar yine ses verdi, civar inledi: Lebbey !
Bak dinle şu Bozkurtları, boşluktaki hey, hey…
Derya gibi bir şey, ebediyyet gibi bir şey !..
Emin Bülent SERDAROĞLU
YURT DUYGULARI 1
Düşmez yere hâşâ, o bizim bayrağımızdır,
Bir fecr olarak doğmadadır her dağımızdan.
Ay yıldız o mazideki bir süstür, emin ol,
Atîde güneşler doğacak bayrağımızdan.
Altında yatarken de bizimdir yerin üstü,
Bir kal’a olur toprağımız vecde gelir de;
Dağlar, kayalar göğsümüz üstünde tepinse,
Düşmanları biz ram ederiz kan kesilir de.
Deryaları kan, taşları bitmez kemik olsa,
Bir son nefesin aynı olup bitse nesîmi,
Ölmez bu vatan, farz-ı muhal ölse de hattâ
Çekmez kürenin sırtı o tâbût-ı cesîmi
Mithat Cemal KUNTAY
ON BEŞ YILI KARŞILARKEN
Kim derdi yarılsın da nihayet yerin altı,
Bir anda dirilsin de şu milyonla karaltı.
Topraklaşan ellerde birer meşale yansın.
Kim der ki şu milyonla adam birden uyansın.
Kim derdi seher yıldızı doğsun da bir evden,
Kaçsın da cehennemler o bir dalma alevden,
Canlansın ışık selleri olsun da o damla
Beş devletin öldürdüğü devlet bir adamla.
Kim der ki en son rakamlar da delirsin.
On beş asır on beş yılın eb’adına girsin.
Dünyaları bir fert evet oynattı yerinden,
Sarsıldı demirler evet azmin demirinden.
Mazi yıkılıp gitti evet fesli, kafesli:
Lâkin bugünün ey granit bünyeli nesli,
Bir şey ele geçmez şerefin sade adından.
Sen arşı bırak, varsa haber ver kanadından.
Gökten ne çıkar? Gök ha büyükmüş ha değilmiş,
Sen alnını göster ne kadar yükselebilmiş.
Gökler çıkabildin, uçabildinse derindir,
Tarihi kendin yazıyorsan, eserindir.
Bahsetme bugün sade dünün mucizesinden,
İnsan utanır sonra yarın kendi sesinden.
Asrın yaşamak hakkını vermez sana kimse;
Sen asrını üstünde izin varsa benimse;
Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır
Toprak,eğer uğrunda ölen varsa vatandır.
Mithat Cemal KUNTAY
1918
Ölenler öldü, kalanlarla muztarrip kaldık,
Vatanda hor görülen bir cemaatiz artık.
Ölenler ensonu kurtuldular bu dağdağadan
Ve göz kapaklarının arkasında eski vatan
Bizim diyar olarak kaldı tâ kıyamete dek.
Kalanlar ortada genç, ihtiyar, kadın, erkek
Harap olup yaşıyor taliin azabıyle,
Vatanda düşmanı seyretmek ıstırabıyle.
Vatanda korkulu rüya içindeyiz, gerçek;
Fakat bu çok süremez, mutlaka şafak sökecek.
Ateş ve kanla siler bir gün ordumuz lekeyi,
Bu, insanoğluna bir şeyn olan Mütarekeyi.
Yahya Kemal BEYATLI
DÖRTLÜK
Şu kopan fırtına Türk ordusudur Yarabbi !
Senin uğrunda ölen ordu budur Yarabbi !
Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyet namın,
Galip et, çünkü bu son ordusudur İslâmın.
Yahya Kemal BEYATLI
HAYAL BESTE
Roma’nın şarkını fethettikten sonra,
Yüce dağlar gibidir gördüğüniş, Türk oğlu !
Girdiğin yerde asırlarca kalıştan başka,
Kurduğun devlet asırlarca muzaffer yürüdü.
Taliin döndüğü en korkulu yıllarda bile,
Yürüyen düşmanı son hamlede döktün denize.
Açtığın ülkede, yoktan yaratış kudretini,
Azminin kurduğu yüzlerce şehirden fazla,
İri firuzeye benzer nice gök kubbeyle
Dehre aksettiriyor gerçi büyük mimarî;
Bu eserler seni göstermeye kâfi diyemem.
Şi’re aksettirebilseydin eğer, dinlerdin.
Yüz fetih şi’ri, okundukça, çelik tellerden.
Resme aksettirebilseydin eğer, ömrünce,
Ebedî cedlerini karşında görürdün canlı.
Gönlüm isterdi ki mâzîni dirilten san’at,
Sana tarihini her lâhza hayal ettirsin.
Yahya Kemal BEYATLI
MAVERADA SÖYLENİŞ
Geldikti bir zaman Sarı Saltık’la Asya’dan;
Bir bir diyar-ı Rum’a dağıldık Sakarya’dan.
Seyrindeyiz atıldığı sahilsiz enginin,
Atmeydanı’nda ölmüş En-el-Hak şehidinin.
Merhum Edirne Şeyhi Neşatî diyor ki: “Biz
Saf aynalarda sırroluruz; öyle gaaibiz.
Zahit hayal eder bizi meyhane zındığı,
Bilmez ki sen ve ben hepimizdir tapındığı.
Gaaibde bir muhavere geçmiş de pek hafî,
Gaybî’ye söylemiş bunu İdris-i Muhtefî.
Yahya Kemal BEYATLI
AÇIK DENİZ
Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum
Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum.
Kalbimde vardı Byron’u bedbaht eden melâl.
Gezdim o yaşta dağları hulyam içinde lâl;
Aldım Rakofça kırlarının hür havasını,
Duydum akıncı cedlerimin ihtirasını.
Her yaz şimale doğru asırlarca bir koşu,
Bağrımda bir akis gibi kalmış uğultulu.
Mağlûpken ordu, yaslı dururken bütün vatan,
Rüyama girdi her gece bir fatihane zan.
Hicretlerin bakıyyesi hicranlı duygular,
Mahzun hudutların ötesinden akan sular
Gönlümde hep o zanla beraber çağıldadı.
Bildim nedir ufuktaki sonsuzluğun tadı.
Bir gün dedim ki: “İstemem artık ne yer ne yar”,
Çıktım gurbete, gezdim diyar diyar.
Gittim o son diyara ki serhaddidir yerin,
Hâlâ dilimdedir tuzu engin denizlerin.
Garbin ucunda, son kıyıdan en gürültülü
Bir med zamanı, gökyüzü kurşunla örtülü,
Gördüm deniz dedikleri bin başlı ejderi.
Gördüm, güzel vücudunu zümrütleyen deri
Keskin bir ürperişle kımıldandı anbe an.
Baktım ve anladım ki o ejderdi canlanan.
Sonsuz ufuktan ah o ne coşkun gelişti o !
Birden, nasıl toparlanarak kükremişti o !
Yelken, vapur ne varsa kaçışmış limanlara,
Yalnız onundu koskoca meydan ve manzara.
Yalnız o kalmış ortada, âsi ve bağrı hûn.
Bin mağra ağzı açmış, ulurken uzun uzun,
Sezdim bir âşina gibi, heybetli hüznünü.
Ruhunla karşı karşıya kaldım o med günü;
Şekvanı dinledim, ezelî muztarip deniz !
Duydum ki ruhumuzla bu gurbette sendeniz.
Dindirmez, anladım bunu hiç bir güzel kıyı,
Bir bitmeyen susuzluğa benzer bu ağrıyı.
Yahya Kemal BEYATLI
KOCA MUSTÂPAŞA’dan
Koca Mustâpaşa … Hücra ve fakir İstanbul…
Tâ fetihten beri mümin, mütevekkil, yoksul…
Hüznü zevk edinenler yaşıyorlar burada.
Kaldım onlarla bütün gün bu güzel rüyada.
Öyle sinmiş bu vatan semtine milliyetimiz
Ki biziz hem görülen, hem duyulan, yalnız biz.
Manevî çeçeve beş yüz senedir hep berrak.
Yaşayanlar, değil Allah’a gidenlerden uzak.
Bir bahar yağmuru yağmış da açılmış havayı
Hisseden kimse hakikat sanıyor hülyayı.
Ahiret öyle yakın seyredilen manzarada,
O kadar komşu ki dünyaya, duvar yok arada;
Geçer insan bir adım atsa birinden birine,
Kavuşur karşıda kaybettiği bir sevdiğine.
Serviliklerde sükûn, evde sükûn, yolda sükûn…
Bu taraf sanki bu halkıyle ezelden meskûn.
Bir afif aile sessizliği var evlerde;
Örtüyor fakrı asaletle çekilmiş perde.
Kaldırımsız, daracık, eğri sokak, doğru sokak,
Her geçildikçe basılmış ve düzelmiş toprak.
Kuru ekmekle biraz peyniri lezzetle yiyen,
Çeşmeden her su içerken “Şükür Allah’a” diyen
Yaşıyor sade maişetlerin en safında,
Ruh esen kuytu mezarlıkların etrafında.
Bu vatandaş biraz ahşapla biraz kerpiçten
Yapabilmiş bu güzellikleri birkaç hiçten.
Türk’ün âsude mizacıyle Bizans’ın kederi
Karışıp mağfiret iklimi edinmiş bu yeri.
Şu fetih vak’ası, Ya Rab, ne büyük mucizedir !
Her tecellisini nakletmek uzundur bir bir.
…………
Gece, şi’riyle sararken Koca Mustâpaşa’yı
Seyredenler görür Allah’a yakın dünyayı.
Yolda tek tük görünenler çekilir evlerine.
Gece sessizliği semtin yayılır her yerine.
Bir ziyaretçi derin zevk alarak manzaradan,
Unutur semtine yollanmayı artık buradan.
Gizli bir his bana, hâtif gibi, ihtar ediyor;
Çok yavaş, yalnız içimden duyulan sesle, diyor:
“Gitme, kal ! Sen bu taraf halkına dost insansın.
Onların meşrebi, iklimi ve ırkındansın.
Gece, her yerdeki efsunlu sükûnundan iyi,
Avutur gamlıyı, teskin eder endişeliyi.
Ne ledünnî gecedir ! Tâ ağaran vakte kadar,
Bir mücevher gibi, Sünbül Sinan’ın ruhu yanar.
Ne saadet, bu taraflarda her ülfetten uzak,
Vatanın fatihi cedlerle beraber yaşamak.”
Geç vakit semtime döndüm Koca Mustâpaşa’dan.
Kalbim ayrılmadı bir an o güzel rüyadan.
Bu muammayı uzun boylu düşündüm de yine,
Dikkatim hadisenin vardı derinliklerine.
Bu geniş ülkede, binlerce lâtif illerde,
Nice yıl cedlerimiz kökleşerek bir yerde
Manevî varlığının resmini çizmiş havaya
- Ki bugün karşılaşan benzetiyor rüyaya – .
Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan.
Bahseder gerçi duyanlar, bir onulmaz yaradan;
Derler: “İnsanda derin bir yaradır köksüzlük;
Budur âlemde hudutsuz ve hazin öksüzlük.
Sızlatır bazı saatler dayanılmaz bir acı,
Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı.
Ruh arar başka tesellî her esen rüzgârda.”
Ne yazık ! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda.
Yahya Kemal BEYATLI
BİR TEPEDEN
Rüya gibi bir akşamı seyretmeye geldin,
Çok benzediğin memleketin her tepesinde.
Baktım, konuşurken daha bir kerre güzeldin,
İstanbul’u duydum daha bir kerre sesinde.
Irkın seni iklimine benzer yaratırken
Kaç fethe koşan tuğlar ufuklarla yarışmış.
Tarihini aksettirebilsin diye çehren,
Kaç fatihin altın kanı mermerle karışmış.
Yahya Kemal BEYATLI
BİR BAŞKA TEPEDEN
Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul !
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiç bir yer.
Ömrüm oldukça gönül tahtıma keyfince kurul !
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.
Nice revnaklı şehirler görülür dünyada;
Lâkin efsunlu güzellikleri sensin yaratan.
Yaşamıştır derim, en hoş ve uzun rüyada
Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan.
Yahya Kemal BEYATLI
RİNDLERİN ÖLÜMÜ
Hafız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış;
Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle.
Gece bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
Eski Şîraz’ı hayal ettiren ahengiyle.
Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.
Yahya Kemal BEYATLI
GEÇMİŞ YAZ
Rüya gibi bir yazdı; yarattın hevesinle
Her ânını, her rengini, her şi’rini hazdan.
Hâlâ doludur bahçeler en tatlı sesinle;
Bir gün, bir uzak hâtıra özlersen o yazdan.
Körfezdeki dalgın suya bir bak, göreceksin.
Geçmiş gecelerden biri durmakta derinde;
Mehtap, iri güller ve senin en güzel aksin…
Velhasıl o rüya duruyor yerli yerinde.
Yahya Kemal BEYATLI
VEDA
Hani o bırakıp giderken seni,
Bu öksüz tavrını takmayacaktın?
Alnına koyarken veda buseni
Yüzüme bu türlü bakmayacaktın?
Hani ey gözlerim, bu son vedada,
Yolunu kaybeden yolcunun dağda
Birini çağırmak için imdada
Yaktığı ateşi yakmayacaktın?
Gelse de en acı sözler dilime,
Uçacak sanırdım birkaç kelime.
Bir alev hâlinde düştün elime,
Hani ey gözyaşım akmayacaktın?
Orhan Seyfi ORHON
HATIRA
Geçsin günler, haftalar,
Aylar, mevsimler, yıllar;
Zaman sanki bir rüzgâr
Ve bir su gibi aksın.
Sen, gözlerimde bir renk,
Kulaklarımda bir ses
Ve içimde bir nefes
Olarak kalacaksın.
Enis Behiç KORYÜREK
MARŞ’tan
Üç kıt’anın ufkunda esen fırtına bizdik,
Üç kıt’anın üstündeki dağdık ve denizdik.
Üç kıt’ada Türk ismini ham toprağa çizdik,
Doğduk gene tarihe bugün bir yeni hızla,
Çıktık yine son Ergenekon’dan Ata’mızla.
Dünyayı tutan ırkımızın velvelesiydi,
Topraklar esiriydi, denizler kölesiydi,
Rüzgârda uçan saçları arslan yelesiydi,
Doğduk gene tarihe bugün bir yeni hızla,
Çıktık yine son Ergenekon’dan Ata’mızla.
Her gün yeni bir mucizenin annesi toprak,
Gün vurmuş ufuklar gibi milyonla alın ak,
Gözler yeni bir fecri emen gök gibi parlak,
Doğduk gene tarihe bugün bir yeni hızla
Çıktık yine son Ergenekon’dan Ata’mızla.
Dağlar kayalar gövdem, ufuklar kanadımdır
Şimşek kılıcım, fırtına şahlanmış atımdır,
Gökler bana bir hamle asırlar bir adımdır,
Doğduk gene tarihe bugün bir yeni hızla
Çıktık yine son Ergenekon’dan Ata’mızla.
Yusuf Ziya ORTAÇ
SULARA DALAN GÖZLER
Gözlerim daldı gitti bir rüya denizine,
Sularda uzun uzun baktım ayın izine;
Dedim, yirmi yaşımın ay ışığı değil bu,
Hani başım düşerdi bir sevgili dizine.
Sular gene o sular, kıyı gene o kıyı.
Gene çamlar dinliyor uzaktan bir şarkıyı.
Ah ! Artık görmüyorum, eridi mi ne oldu,
İri yeşil gözlerde gördüğüm pırıltıyı?
Halit Fahri OZANSOY
HAN DUVARLARI’ndan
Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,
Bir dakika araba yerinde durakladı.
Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar;
Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar.
Gidiyorum, gurbeti gönlümde duya duya
Ulukışla yolundan Orta Anadolu’ya.
İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık…
Yüreğimin yaktığı ateşle, hava ılık.
Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı…
Arkada zincirlenen yüksek Toros dağları…
…………
Kendimi kaptırarak tekerleğin sesine
Uzanmışım, kalmışım yaylının şiltesine.
Bir sarsıntı… Uyandım uzun süren uykudan.
Geçiyordu araba yola benzer bir sudan.
Karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu.
Sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu.
Ağır ağır önümden geçti deve kervanı,
Bir kenarda göründü beldenin viran hanı.
Alaca bir karanlık sarmadayken her yeri
Atlarımız çözüldü, girdik handan içeri.
…………
Uykuya varmak için bu hazin günde, erken,
Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken
Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı;
Bu dört mısra değildi, sanki dört damla kandı.
Ben garip çizgilerle uğraşırken başbaşa,
Raslamıştım duvarda bir şair arkadaşa:
“ On yıl var ayrıyım Kınadağı’ndan
Baba ocağından, yar kucağından
Bir çiçek dermeden sevgi bağından
Huduttan hududa atılmışım ben ”
Altında da bir tarih: Sekiz mart otuz yedi.
Gözüm imza yerinde başka bir ad görmedi.
Artık bahtın açıktır, uzun etme arkadaş !
Ne hudut kaldı bugün ne askerlik ne savaş.
Araya gitti diye içlenme baharına,
Huduttan götürdüğün şan yetişir yarına.
Ertesi gün başladı, gün doğmadan yolculuk.
Soğuk bir mart sabahı… Buz tutuyor her soluk.
Ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri
Arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri.
Bulutların ardında gün yanmadan sönüyor.
Höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor.
Yanımızdan geçiyor, ağır ağır kervanlar,
Bir derebeyi gibi kurulmuş, eski hanlar.
Biz bu sonsuz yollarda varıyoruz gitgide
İki dağ ortasında boğulan bir geçide.
…………
Yaylımız tüketirken yolları aynı hızda
Savrulmaya başladı karlar etrafımızda.
Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü;
Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü.
Gönlümde can verirken köye varmak emeli
Arabacı haykırdı: “İşte Araplıbeli !”
Tanrı yardımcı olsun gayrı yolda kalana;
Biz menzile vararak atları çektik hana.
Bizden evvel buraya inen üç dört arkadaş
Kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş.
Çıtırdayan çalılar dört yana can katıyor,
Kimi haydut, kimi kurt masalı anlatıyor.
Gözlerime çökerken ağır uyku sisleri
Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri.
Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor;
Kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor:
“ Gönlümü çekse de yarin hayali
Asmaya kudretim yetmez cibali
Yolcuyum bir kuru yaprak misali
Rüzgârın önüne katılmışım ben ”
Sabahleyin gökyüzü parlak ufuk açıktı.
Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı.
Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde
Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde.
Uzun bir yolculuktan sonra İncesu’daydık,
Bir handa yorgun argın, tatlı bir uykudaydık.
Gün doğarken bir ölüm rüyasıyle uyandım,
Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım:
“ Garibim, namıma Kerem diyorlar
Aslı’mı el almış, harem diyorlar
Hastayım derdime verem diyorlar
Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ım ben ”
Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında,
Korkarım, yaya kaldın bu gurbet çıkmazında.
Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı,
Bahtına lânet olsun, aşmadınsa bu dağı !
Az değildir, varmadan senin gibi yurduna,
Post verenler yabanın hayduduna, kurduna.
Arabamız tutarken Erciyeş’in yolunu,
“Hancı !” dedim, “Bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu’nu?”
Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,
Dedi: “Hana sağ indi, ölü çıktı geçende.”
Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti;
Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti.
Gönlümü Maraşlı’nın yaktı kara haberi.
Aradan yıllar geçti; işte o günden beri
Ne zaman yolda bir han raslasam irkilirim.
Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim.
Ey köyleri hududa bağlayan yaslı yollar !
Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar !
Ey garip çizgilerle dolu han duvarları !
Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları !
Faruk Nafiz ÇAMLIBEL
UZUN İNCE BİR YOLDAYIM
Uzun, ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece
Bilmiyorum ne haldayım
Gidiyorum gündüz gece
Dünyaya geldiğim anda
Yürüdüm aynı zamanda
İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece
Uykuda dahi yürüyom
Kalmaya sebep arıyom
Gidenleri hep görüyom
Gidiyorum gündüz gece
Kır dokuz yıl bu yolarda
Ovada, dağda, çöllerde
Düşmüşüm gurbet ellerde
Gidiyorum gündüz gece
Düşünülürse derince
Irak görünür görünce
Yol bir dakka miktarınca
Gidiyorum gündüz gece
Şaşar Veysel işbu hâle
Gâh ağlaya gâhi güle
Yetişmek için menzile
Gidiyorum gündüz gece
Aşık Veysel ŞATIROĞLU
BURSA’DA ZAMAN
Bursa’da, bir eski cami avlusu,
Küçük şadırvanda şakırdayan su…
Orhan zamanından kalma bir duvar,
Onunla bir yaşta ihtiyar çınar
Eliyor dört yana sakin bir günü.
Bir rüyadan arta kalmanın hüznü
İçinde gülüyor bana derinden,
Sanki bir hâtıra serinliğinden
Ovanın yeşili, göğün mavisi
Ve mimarîlerin en ilâhîsi.
Bir zafer müjdesi burda her isim.
Yekpare bir anda gün, saat, mevsim
Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın,
Hâlâ bu taşlarda gülen rüyanın.
Güvercin bakışlı sessizlik bile
Çınlıyor bu eski zaman vehmiyle.
Gümüşlü: Bir fecrin zafer aynası.
Muradiye: Sabrın acı meyvası.
Ömrünün timsali, beyaz, Nilüfer.
Türbeler, camiler, eskibahçeler,
Şanlı menkıbesi binlerce erin…
Sesi arşa çıkan hengâmelerin
Nakleder yadını gelen geçene.
Bu hayalde uyur Bursa her gece;
Her sabah onunla uyanır, güler
Gümüş aydınlıkta serviler, güller
Serin hulyasıyle bahçelerinin.
Başındayım sanki bir mucizenin.
Su sesi ve kanat şıkırtısından
Billûr bir avize Bursa’da zaman.
Yeşil türbesini gezdik dün akşam.
Duyduk bir musıkî gibi zamandan
Çinilere sinmiş Kur’an sesini.
Fetih günlerinin saf neş’esini
Aydınlanmış buldum tebessümünle.
İsterdim bu eski yerde seninle
Başbaşa uyumak son uykumuzu
Bu hayal içinde. Ve ufkumuzu
Çepçevre kaplasın bu ziya, bu renk,
Havayı dolduran uhrevî ahenk.
Bir ilâh uykusu olur elbette
Ölüm, bu tılsımlı ebediyette
Belki de rüyası eski cedlerin
Beyaz bahçesinde su seslerinin.
Ahmet Hamdi TANPINAR
HATIRLAMA
Sen akşamlar kadar büyülü, sıcak
Rüyalarım kadar sade, güzeldin.
Başbaşa uzandık seninle ıslak
Çimenlerine yaz bahçelerinin.
Ömrün gecesinde sükûn, aydınlık
Boşanan bir seldi avuçlarından.
Bir masal meyvası gibi paylaştık
Mehtabı kırılmış dal uçlarından.
Ahmet Hamdi TANPINAR
NE İÇİNDEYİM ZAMANIN
Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında.
Bir garip rüya rengiyle
Uyuşmuş gibi her şekil.
Rüzgârda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil.
Başım sükûtu öğüten
Uçsuz bucaksız değirmen.
İçim muradına ermiş
Abasız, postsuz bir derviş.
Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya, sezmekteyim.
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim.
Ahmet Hamdi TANPINAR
ŞİİR
Sarışın buğdayı rüyalarımızın,
Seni bağrımızda eker, biçeriz;
Acılar kardeşin, teselli kızın,
Zengin pırıltınla dolar gecemiz.
Sükûtun bahçesi tılsım ve pınar.
Yıldızdan cümlesi karanlıkların.
İklimler dışında ezelî bahar,
Mevsimler içinde tükenmez yarın.
İçimizde sonsuz çalkanan deniz,
Gülümseyen yüzü kaderin bize.
Yıldızların altın bahçesindeyiz;
Ebediyetinle geldik diz dize.
Ahmet Hamdi TANPINAR
SELÂM OLSUN
Selâm olsun bizden, güzel dünyaya.
Bahçelerde hâlâ güller açar mı?
Selâm olsun sonsuz güneşe, aya.
Işıklar, gölgeler suda oynar mı?
Hepsi güzeldi: kar, tipi, fırtına,
Günlerin geçişi ardı ardına…
Hasretiz bir kanat şakırtısına;
Mavi gökte kuşlar yine uçar mı?
Uzak, çok uzağız şimdi ışıktan,
Çocuk sesinden, gül ve sarmaşıktan.
Dönmeyen gemiler olduk, açıktan
Adımızı soran, arayan var mı?
Ahmet Hamdi TANPINAR
BİTMEMİŞ ŞİİRLER’den
Bir güzel masalda yaşar gibisin
Karşında İstanbul beyaz ve tülden.
Mahzun rüyasını dinle mevsimin
Dağılan yapraktan, son açan gülden.
Ahmet Hamdi TANPINAR
GURBET
Gurbet o kadar acı
Ki ne varsa içimde
Hepsi bana yabancı,
Hepsi başka biçimde.
Eriyorum git gide.
Elveda her ümide.
Gurbet benliğimi de
Bitirdi bir içimde.
Ne arzum ne emelim,
Yaralanmış bir elim.
Ben gurbette değilim,
Gurbet benim içimde.
Kemalettin Kâmi KAMU
ALPARSLAN MARŞI
Dokuz yüzyıl çığ gibi geçmiş de üzerinden,
Hâlâ bu mutlu günü duyuyoruz derinden
İlk fetih günüydü bu, yer oynadı yerinden
Kars’tan bir güneş doğdu, yüce dağları aştı,
Batılının gözleri bu güneşten kamaştı.
Atlanmış, pusatlanmış erleri sanki yeldi.
Nal sesleri bir zafer marşı gibi yükseldi,
Şimşek şimşek hızlandı; zulmü, zulmeti deldi…
Her savaşa benzemez, bu bir kutsal savaştı,
Ay parçası yiğitler Hak yoluna savaştı.
Arslanların sultanı, sultanların arslanı
Kılıcının ucuyla yazmıştı bu destanı,
Türk’e armağan etti şu mübarek vatanı.
Adı göğe yüceldi, Tanrı’sına yaklaştı,
Gözlerde, gönüllerde Alparslan bayraklaştı.
Halide Nusret ZORLUTUNA
BEYKOZ’DAN BİR BAKIŞ
Güzel… Güzel… Güzel, her neye baksan:
Deniz ayrı güzel, dağ ayrı güzel.
Güzellikten yaratılmış bu vatan,
Beni ona çeken bağ ayrı güzel.
Mor salkım, erguvan, lâle, sümbül, gül…
Dile gelir her çiçekte bir gönül.
Martılar çığrışır, dem çeker bülbül.
Bahçe ayrı güzel, bağ ayrı güzel.
Fetih günlerini anmada hisar,
Her taşında bir ölümsüz destan var.
Uyanırken küllenmiş hatıralar
Bağrımda güllenen dağ ayrı güzel.
Tekbir sesi denizinde, dağında;
Karanlıklar yok oluyor ağında.
Fatih Sultanımın bahar çağında
Dünyaya açtığı çağ ayrı güzel.
Halide Nusret ZORLUTUNA
NERDESİN?
Geceleyin bir ses böler uykumu,
İçim ürpermeyle dolar: “Nerdesin?”
Arıyorum yllar var ki ben onu;
Âşıkıyım beni çağran bu sesin.
Gün olur sürüyüp beni derbeder,
Bu ses rüzgârlara karışır gider,
Gün olur peşimden yürür beraber,
Ansızın haykırır bana: “Nerdesin?”
Bütün sevgileri atıp içimden
Varlığımı yalnız ona verdim ben.
Elverir ki bir gün bana derinden,
Ta derinden bir gün bana “Gel” desin.
Ahmet Kutsi TECER
LEHİSTAN MEKTUBU
Sevgilim, dayı kızım, Memed’imin anası,
dedelerimizden biri
1848 Polonya muhaciri.
Belki o Varşovalı güzel kadına, senin
ikizmişsiniz gibi benzeyişin bundandır.
Belki ben, bu yüzden, böyle sarı bıyıklı
böyle uzun boyluyum,
oğlumuzun gözleri böyle kuzey mavisi.
Belki bu yüzden bu ova bana
bizim ovaları hatırlatıyor;
yahut da bu yüzden bu Leh türküsü,
içimde, derinde, yarı aydınlık
uyuyan bir suyu kımıldatıyor.
Lehistan’dan gelmiş dedelerimizden biri,
gözlerinde karanlığı yenilginin,
saçları al kana boyalı.
Uykusuz geceleri Borjenski’nin
benimkilerine benzer olmalı.
Tıpkı benim gibi o da
çok uzaklarda kalan bir ağacın altında
unutmuş olabilir uykusunu.
Onu da benim gibi deli etmiştir, deli,
her solukta alıp da memleket kokusunu
memleketi bir daha görmemek ihtimali.
…………
Nâzım Hikmet RAN
CEVAP
O duvar,
o duvarınız,
vız gelir bize vız !..
Bizim kuvvetimizdeki hız,
ne bir din adamının dumanlı vaadinden
ne de bir hülyanın gönlü yakışındandır.
O yalnız
tarihin o durdurulmaz akışındandır.
Bize karşı koyanlar,
karşı koymuş demektir:
Maddeden hareketin,
yürüyen cemiyetin
ezelî kanunlarına.
Sükûn yok, hareket var.
bugün yarına çıkar,
ve bu durmadan akar
akar
akar.
Biz bugünün kahramanı,
yarının
müdanisiyiz.
Bu durmadan akan,
yıkıp yapan
akışın
çizgilenmiş sesiyiz.
Biz,
adımlarını tarihin akışına uyduran
temelleri çöken emperyalizme vuran,
yarını kuran-
larız.
O duvar
o duvarınız,
vız gelir bize vız !..
Nâzım Hikmet RAN
ON DOKUZ YAŞI
İstasyondan istasyona
yalnayak
tankları kovalayarak
açlıkla yarış.
Şarkıların boyu kilometre kilometre
ölümün boyu bir karış.
Kafkas:
güneş…
Sibirya:
kar…
Seslenin seslenebildiğiniz kadar
ses-
-lenin…
24 saatte 24 saat Lenin,
24 saat Marks,
24 saat Engels,
yüz dirhem kara ekmek
20 ton kitap
ve 20 dakika şey !
Ne günlerdi heheheeeeey,
onlar ne günlerdi ahbap !
Nâzım Hikmet RAN
SALKIMSÖĞÜT
Akıyordu su
gösterip aynasında söğüt ağaçlarını.
Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını !
Yanan yalın kılıçları çarparak söğütlere
koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere !
Birden
bire kuş gibi
vurulmuş gibi
kanadından
yaralı bir atlı yuvarlandı atından !
Bağırmadı,
gidenleri geri çağırmadı,
baktı yalnız, dolu gözlerle
uzaklaşan atların parıldayan nallarına !
Ah ne yazık !
Ne yazık ki ona
dört nal giden atların köpüklü boynuna
bir daha yatmayacak,
Beyaz Orduların ardında kılıç oynatmayacak !
Nal sesleri sönüyor perde perde,
atlılar kayboluyor güneşin battığı yerde !
Atlılar, atlılar, Kızıl Atlılar,
atları rüzgâr kanatlılar !
Atları rüzgâr kanat…
Atları rüzgâr.
Atları…
At…
Rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat !
Akar suyun sesi dindi.
Gölgeler gölgelendi
renkler silindi.
Siyah örtüler indi
mavi gözlerine
sarktı salkımsöğütler
sarı saçlarının
üzerine!
Ağlama salkımsöğüt
ağlama
Kara suyun aynasında el bağlama !
El bağlama
ağlama.
Nâzım Hikmet RAN
MEŞİN KAPLI KİTAP (KUR’AN)
Yaldızlı meşin kabı
Parçalanmış kitabı,
Ay altında dün gece
Deli bir derviş gibi
Mumu sönmüş, rahlesi devrilmiş gibi
Okudum saatlerce…
Yaldızlı meşin kabın
Parçalanmış koynunda uyuklayan kitabın
Çevirdikçe küf kokan her sarı yaprağını
Sandım ki eziyorum bir mezar toprağını.
İnce el yazıları canlandı birer birer
Masallarda çizilen yüzleri gösterdiler:
İblis bir yılan oldu; Âdem Havva’ya kandı,
Kardeşini öldüren lânetli ruhu gördüm.
Koca tahta bir gemi ummanlarda çalkandı;
Ufuklarda güvercin bekleyen Nuh’u gördüm.
İsmail’in topuğu kumdan çıkardı zem zem,
Turusina’da Musa kaldırdı kollarını,
Asasını vurunca yarıldı Bahrıkulzem
Buldu Beniisrail Kudüs’ün yollarını.
Zekeriya zikrini
Bir sonsuz âh’a verdi,
Doğdu İsa, bikrini
Meryem Allah’a verdi.
Kureyşî Muhammet’e kucak açtı Medine.
Bir ateş mezar oldu, Kerbelâ Hüseyin’e.
Sahifeler döndükçe bunlar hep birer birer
Doğrulup devrildiler.
Ay battı güneş doğdu.
Kalbimde ateş doğdu.
Yaldızlı meşin kabı
Parçalanmış kitabı
Varsın gömülsün diye ededî uykuya
Attım bir kör kuyuya…
*
Yazık, yazık bize ki asırlarca aldandık !..
Karanlıkta çizilen izleri görmek için,
Görüp yüz sürmek için,
Yazık, yazık bir çırağ gibi yandık…
Ne gökten necat geldi, ne bir parça merhamet
Çalışan esirlere İsa, Musa, Muhammet
Sade bir kuru dua, bir tütsü, buhur verdi;
Masal cennetlerinin yollarını gösterdi.
Nâzım Hikmet RAN
DAVET
Dört nala gelip Uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket bizim !
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benzeyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim !
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın.
Yok edin insanın insana kulluğunu,
bu davet bizim !
Yaşamak, bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim !
Nâzım Hikmet RAN
MUSTAFA SUPHİ YOLDAŞ’IN KATLİ
(Şiir, şairin sağlığında, Bulgaristan’da, en yakın arkadaşı olan Ekber Babayev’in hazırladığı, devlet baskısı kitaptan alınmıştır; “Kâhya” dediği Yahya Kâhya, -üzülerek yazıyorum- “kumandan” Kâzım Karabekir Paşa, “Kemal” ise Atatürk’tür.)
Trabzon’dan bir motör açılıyor,
sa-hil-de
ka-la-ba-lık…
Motörü taşlıyorlar,
son perdeye başlıyorlar.
Burjuva, Kemal’in omzuna binmiş;
Kemal, kumandanın kordonuna,
kumandan Kâhya’nın cebine inmiş,
Kâhya adamların donuna…
Uluyorlar:
- Hav !.. Hav !.. Hak… tuuu !
- Hav !.. Hav !.. Hak… tuuu !
Yoldaş unutma bunu !
Burjuvazi,
ne zaman aldatsa bizi
böyle haykırır:
- Hav !.. Hav !.. Hak… tuuu !
Nâzım Hikmet RAN
SAKARYA
İnsan bu su misali kıvrım kıvrım akar ya,
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.
Su iner yokuşlardan hep basamak basamak;
Benimse alın yazım yokuşlarda susamak.
Her şey akar: su, tarih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift, birinden nur akar, birinden kir.
Akışta demetlenmiş, büyük küçük kâinat;
Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat !
Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne?
Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine.
Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu çıkmak için.
Heeey, Sakarya ! Kim demiş suya vurulmaz perçin?
Rabbim isterse sular büklüm büklüm burulur.
Sırtına Sakarya’nın Türk tarihi vurulur.
Eyvah ! Eyvah Sakarya’m, sana mı düştü bu yük?
Bu dava zor, bu dava, öksüz bu dava, büyük.
Ne ağır imtihandır başındaki, Sakarya !
Bin bir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?
İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal,
Hamallık ki sonunda ne rütbe var ne de mal,
Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan
Ve ayrılık anadan, vatandan, arkadaştan.
Şimdi düşün Sakarya, dövünmek vakti bu an,
Kehkeşanlara kaçmış eski üneşleri an.
Hani Yûnus Emre ki kıyında geziyordu?
Hani ardında çil çil kubbeler serpen ordu?
Nerede kardeşlerin cömert Nil, yeşil Tuna?
Giden şanlı akıncı ne gün döner yurduna?
Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?
Bulur mu deli rüzgâr o sedayı? “Allah bir !”
Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler.
Sakarya, kandillere katran döktü geceler.
Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya !
Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya.
İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su;
Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.
Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek.
Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?
Kaf dağını assalar, belki çeker de bir kıl,
Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl.
Sakarya, saf çocuğu, masum Anadolu’nun,
Divanesi ikimiz kaldık Allah Yolunun.
Sen ve ben gözyaşıyle ıslanmış hamurdanız;
Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız.
Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader.
Aldıma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider.
Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz.
Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber kılavuz !
Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;
Yüz üstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya !
Necip Fazıl KISAKÜREK
ÇİLE’den
Gaiplerden bir ses geldi: “Bu adam
Gezdirsin boşluğu ense kökümde.”
Ve uçtu tepemden birdenbire dam;
Gök devrildi, künde üstüne künde.
Br bardak su gibi çalkandı dünya,
Söndü istikamet, yıkıldı boşluk.
Al sana hakikat, al sana rüya !
İşte akıllılık, işte sarhoşluk !
Aylarca gezindim yıkık ve şaşkın.
Benliğim bir kazan ve aklım kepçe.
Deliler köyünden bir menzil aşkın,
Her fikir içimde bir çift kelepçe.
Niçin küçülüyor eşya uzakta?
Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl?
Zamanın raksı ne, bir yuvarlakta?
Sonum varmış onu, öğrensem asıl.
Bir fikir ki sıcak yarada kezzap,
Bir fikir ki beyin zarında sülük,
Selâm, selâm sana haşmetli azap,
Yandıkça gelişen tılsımlı kütük !
Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim,
Minicik gövdeme yüklü Kaf dağı.
Bir zerreciğim ki arşa gebeyim,
Dev sancılarımın budur kaynağı.
Ne yalanlarda var, ne hakikatte,
Gözümü yumdukça gördüğüm nakış.
Boşuna gezmişim, yok tabiatte,
İçimdeki kadar iniş ve çıkış.
Gece bir hendeğe düşercesine,
Birden kucağına düştüm gerçeğin;
Sanki erdim bilmecesine,
Hem geçmiş zamanın hem geleceğin.
Nizam köpürüyor, med vakti deniz;
Nizam köpürüyor, ta çenemde su…
Suda bir gizli yol, pırıltılı iz;
Suda ezel fikri, ebed duygusu.
Kaçır beni âhenk, al beni birlik;
Artık barınamam gölge varlıkta.
Ver cüceye onun olsun şairlik;
Şimdi gözüm büyük sanatkârlıkta.
Öteler, öteler gayemin malı.
Mesafe ekinim, zaman madenim.
Gökte Samanyolu benim olmalı,
Dipsizlik gölünde inciler benim.
Necip Fazıl KISAKÜREK
KAFİYE
Hediye
sandığı,
bu sandık.
O mantık,
bu sandık-
ta sandık
ve yandık.
Ne yandık !
Necip Fazıl KISAKÜREK
BU YAĞMUR
Bu yağmur, bu yağmur, bu kıldan ince;
Nefesten yumuşak, yağan bu yağmur…
Bu yağmur, bu yağmur bir gün dinince
Aynalar yüzümü tanımaz olur.
Bu yağmur, kanımı boğan bir iplik,
Tenimde acısız yatan bir bıçak.
Bu yağmur, yerde taş ve bende kemik
Dayandıkça çisil çisil yağacak.
Bu yağmur, delilik vehminden üstün
Karanlık, kovulmaz düşüncelerden.
Cinlerin beynimde yaptığı düğün
Sulardan, seslerden ve gecelerden…
Necip Fazıl KISAKÜREK
BEKLENEN
Ne hasta bekler sabahı
Ne taze ölüyü mezar
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar.
Geçti, istemem gelmeni;
Yokluğunda buldum seni.
Bırak vehmimde gölgeni;
Gelme artık, neye yarar.
Necip Fazıl KISAKÜREK
YAKARIŞ
Tanrı dağı ! Tanrılar, tanrılaşanlar dağı !
Orda on üç asırdır, bizi bir gözleyen var.
Savaş türküleriyle aylı kızıl bayrağı,
Kefensiz ölülerin ruhunu özleyen var.
Ulu Tanrı ! Kür Şad’ın yenilmeyen ruhunu
Yüce Tanrı dağında daha biraz barındır;
Geleceğiz yakında. Yarın bütün oralar
Demir bileklerdeki çelik kılıçlarındır.
Nihal ATSIZ
KAHRAMANLIK
Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir
Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmemektir,
Ölmezliği düşünmek boşuna bir emektir;
Kahramanlık, saldırıp bir daha dönmemektir.
Sızlasa da gönüller düşenlerin yasından
Koşar adım gitmeli onların arkasından.
Kahramanlık, içerek acı ölüm tasından
İleriye atılmak ve sonra dönmemektir.
Yırtıcılar az yaşar. Uzun sürmez doğanlık.
Her ışığın ardında gizlidir bir karanlık;
Adsız sansız olsa da, en büyük kahramanlık,
Göz kırpmadan saldırıp bir daha dönmemektir.
Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir
Ne de güneşler gibi parlayıp sönmemektir.
Bunun için ölüme bir atılış gerektir.
Atıldıktan sonra da bir daha dönmemektir.
Nihal ATSIZ
DAVETİYE
Ey Benito Mussolini ! Ey gayet yüce
İtalyanlar başvekili, Muhterem Duçe !
İşittim ki yelkenleri edip de fora
Gelecekmiş orduların Bosfor’a.
Söyle, Kara gömlekliler etmesin keder;
Ölüm dirim savaşımız bir gün mukadder.
Gerçi bugün eskisinden daha çok diksin;
Fakat yine biz Osmanlı, sen Venedik’sin.
Hayal bütün insanlarda olan bir haldir.
Tarihteki eski Roma hoş bir hayaldir.
Bu hayaller zamanları hızla aşmalı.
Gök Türklerle Romalılar karşılaşmalı.
Görmüyorsan gönlümüzün içini, körsün;
Kılıçlarımız kınlarından çıkmayagörsün.
Top sesleri, bomba sesi bize saz gelir;
17’ye karşı 44 milyon az gelir.
Yurdumuzun her tarafı olsa da kuru,
Makarnadan kuvvetlidir bulguru.
Biz güleriz “Faşistlerin Felsefesi”ne,
Dayanır mı kırkı bir tek Türk efesine?
Bizim yanık Fuzûli’miz engin bir deniz;
Karşısında bir göl kalır sizin Dante’niz.
Bizler ulu bir çınarız, sizler sarmaşık !
“Jeneraller” “paşalar”la atamaz aşık.
Nihal ATSIZ
BU VATAN KİMİN?
Bu vatan toprağın kara bağrında
Sıra dağlar gibi duranlarındır.
Bir tarih boyunca onun uğrunda
Kendini tarihe verenlerindir.
Tutuşup kül olan ocaklarından,
Şahlanıp köpüren ırmaklarından,
Hudutlarda gaza bayraklarından,
Alnına ışıklar vuranlarındır.
Ardına bakmadan yollara düşen,
Şimşek gibi çakan, sel gibi coşan,
Huduttan hududa yol bulup koşan,
Cepheden cepheyi soranlarındır.
İleri atılıp sellercesine,
Göğsünden vurulup tam ercesine,
Bir gül bahçesine girercesine
Şu kara toprağa girenlerindir.
Tarihin dilinden düşmez bu destan,
Nehirler gazidir, dağlar kahraman,
Her taşı bir yakut olan bu vatan
Can verme sırrına erenlerindir.
Gökyay’ım ne desem ziyade değil,
Bu sevgi bir kuru ifade değil,
Sencileyin hasmı rüyada değil
Topun namlusundan görenlerindir.
Orhan Şaik GÖKYAY
SERENAD
Yeşil pencerenden bir gül at bana,
Işıklarla dolsun kalbimin içi.
Geldim işte mevsim gibi kapına
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.
Açılan bir gülsün sen yaprak yaprak;
Ben aşkımla bahar getirdim sana.
Tozlu yollarından geçtiğim uzak
İklimden şarkılar getirdim sana.
Şeffaf damlalarla titreyen, ağır
Koncanın altında bükülmüş her sak.
Senin’çin dallardan süzülen ıtır,
Senin’çin karanfil, yasemen, zambak.
Bir kuş sesi gelir dudaklarından;
Gözlerin, gönlümde açan nergisler,
Düşen bir öpüştür yanaklarından
Mor akasyalarda ürperen seher.
Pencerenden bir gül attığın zaman
Işıklarla dolacak kalbimin içi.
Geçiyorum mevsim gibi kapından
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.
Ahmet Muhip DIRANAS
FAHRİYE ABLA
Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar,
Kapanırdı daha gün batmadan kapılar.
Bu, afyon ruhu gibi baygın mahalleden,
Hayalimde tek çizgi, bir sen kalmışsın, sen !
Hülyasındaki geniş aydınlığa gülen
Gözlerin, dişlerin ve ak pak gerdanınla
Ne güzel komşumuzdun sen, Fahriye Abla !
Eviniz kutu gibi küçücük bir evdi.
Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi.
Güneşin batmasına yakın saatlerde,
Yıkanırdı gölgesi kuytu bir derede.
Yaz kış yeşil bir saksı ıtır pencerede;
Bahçende akasyalar açardı baharla.
Ne şirin komşumuzdun sen, Fahriye Abla !
Önce upuzun, sonra kesik saçın vardı.
Tenin buğdaysı, boyun bir başak kadardı.
İçini gıcıklardı bütün erkeklerin
Altın bileziklerle dolu bileklerin;
Açılırdı rüzgârda kısa eteklerin,
Açık şarkılar söylerdin en fazla.
Ne çapkın komşumuzdun sen, Fahriye Abla !
Gönül verdin derlerdi o delikanlıya,
En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya.
Bilmem, şimdi hâlâ bu ilk kocanda mısın,
Hâlâ dağları karlı Erzincan’da mısın?
Bırak, geçmiş günleri gönlüm hatırlasın;
Hâtırada kalan şey değişmez zamanla.
Ne vefalı komşumuzdun sen, Fahriye Abla !
Ahmet Muhip DIRANAS
OTUZ BEŞ YAŞ
Yaş otuz beş, yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.
Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünürsünüz,
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?
Zamanla nasıl değişiyor insan !
Hangi resmime baksam ben değilim.
Nerde o günler, o şevk, o heyecan?
Bu güler yüzlü adam ben değilim;
Yalandır kaygısız olduğum, yalan !
Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;
Hatırası bile yabancı gelir.
Hayata beraber başladığımız
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
Gittikçe artıyor yalnızlığımız.
Gökyüzünün başka rengi de varmış.
Geç farkettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış.
Her doğan günün bir dert olduğunu
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.
Ayva sarı, nar kırmızı sonbahar,
Her yıl biraz daha benimsediğim.
Ne dönüp duruyor havada kuşlar,
Nerden çıktı bu cenaze, ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe, gördüm tarümar?
Neylersin, ölüm herkesin başında.
Uyudun, uyanamadın olacak.
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali, o musalla taşında.
Cahit Sıtkı TARANCI
ÖLÜMDEN SONRA
Öldük, ölümden bir şeyler umarak.
Bir büyük boşlukta bozuldu büyü.
Nasıl hatırlamazsın o türküyü,
Gök parçası, dal demeti, kuş tüyü;
Alıştığımız şeydi yaşamak.
Şimdi o dünyadan hiç bir haber yok.
Yok bizi arayan, soran kimsemiz.
Öylesine karanlık ki gecemiz,
Ha olmuş ha olmamış penceremiz;
Akarsuda aksimizden eser yok.
Cahit Sıtkı TARANCI
GÜN EKSİLMESİN PENCEREMDEN
Ne doğan güne hükmüm geçer
Ne halden anlayan bulunur.
Ah! Aklımdam ölümüm geçer;
Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur…
Ve gönül, Tanrı’sına der ki:
“Pervam yok verdiğin elemden;
Her mihnet kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin penceremden.”
Cahit Sıtkı TARANCI
DESEM Kİ
Desem ki vakitlerden bir nisan akşamıdır,
Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor;
Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,
Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim,
Senden kopardım çiçeklerin en solmazını.
Toprakların en bereketlisini sende sürdüm,
Sende tattım yemişlerin cümlesini.
Desem ki sen benim için,
Hava kadar lâzım,
Ekmek kadar mübarek,
Su gibi aziz bir şeysin;
Nimettensin, nimettensin…
Desem ki…
İnan bana sevgilim inan;
Evimde şenliksin, bahçemde bahar
Ve soframda en eski şarap.
Ben sende yaşıyorum,
Sen bende hüküm sürmektesin.
Bırak ben, söyleyeyim güzelliğini
Rüzgârla, nehirlerle, kuşlarla beraber.
Günlerden sonra bir gün
Şayet sesimi fark edemezsen
Rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden
Bil ki ben ölmüşüm.
Fakat yine de üzülme, müsterih ol.
Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini
Ve neden sonra
Tekrar duyduğun gün sesimi gök kubbede,
Hatırla ki mahşer günüdür,
Ortalığa düşmüşüm, seni arıyorum.
Cahit Sıtkı TARANCI
BİR MISRA VE BİR BEYİT
Hangi pencereye koşsam gece.
Minareler katından geçiyorum;
Gökyüzü mahallesi İstanbul’un
Cahit Sıtkı TARANCI
KİM BİLİR
İlk yağmur damlası düştü
Kuru yapraklarına güzün.
Ardından kış kıyamet,
Dert, hüzün…
Alın yazısı hepsi… Kısmet…
Ha yazı ha kışı geceyle gündüzün,
Kim bilir, kaç günü kaldı
Ömrümüzün !
Ziya Osman SABA
GEÇEN ZAMAN
Hiç olmazsa unutmak isterdim;
Eski geceler, sevdiklerimle dolu odalar…
Yalnız bırakmayın beni, hatıralar !
Az yanımda kal çocukluğum,
Temiz yürekli, uysal çocukluğum !
Ah, ümit dolu gençliğim !
İlk şiirim, ilk arkadaşım, ilk sevgilim…
Doğduğum ev ! Rahatlayacak içim, duysam
Bir tek, kapının sesini.
Arıyorum aklımda, bir ninni bestesini.
Böyle uzaklaşmayın benden, yaşadığım günler !
Güneş, getir bayram sabahını !
Açılın, açılın tekrar,
Çocuk dizimdeki yaralar !
Hepiniz benimsiniz:
Mektebim, sınıflarım, oturduğum sıralar…
Yalnız, hatırlamak, hatırlamak istiyorum.
Nerde kaldı, sevgilim, seni ilk öptüğüm gün,
Rengine doyamadığım sema,
Ahengine kanmadığım ırmak?
Bırakıp her şeyi nereye gidiyorsun?
Neler geçmişti aklımdan;
Nedendi ağladığın, neydi güldüğün?
Ah ! Nasıldı yaşamak?
Ziya Osman SABA
KARADUT
Karadutum, çatalkaram, çingenem,
Nar tanem, nur tanem, bir tanem…
Ağaç isem dalımsın salkım saçak,
Petek isem balımsın, ağulum,
Günahımsın, vebalimsin.
Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan;
Yoluna bir can koyduğum,
Gökte ararken yerde bulduğum
Karadutum, çatalkaram, çingenem !
Daha ne olacaktın bir tanem,
Gülen ayvam, ağlayan narımsın;
Kadınım, kısrağım, karımsın.
Bedri Rahmi EYÜBOĞLU
SİTEM
Önde zeytin ağaçları, arkasında yâr
Sene 946
Mevsim
sonbahar
Önde zeytin ağaçları neyleyim, neyleyim
Dalları neyleyim
Yar yoluna dökülmedik dilleri neyleyim.
Yâr, yâr !..
Seni kara saplı bıçak gibi sineme sapladılar.
Değirmen misali döner başım,
Sevda değil bu bir hışım;
Gel, gör beni darmadağın,
Tel tel çözülüp kalmışım.
Yâr, yâr !..
Canımın çekirdeğinde diken,
Gözümün bebeğinde sitem var.
Bedri Rahmi EYÜBOĞLU
RAHATI KAÇAN AĞAÇ
Tanıdığım bir ağaç var
Etlik bağlarına yakın
Saadetin adını bile duymamış
Allah’ın işine bakın.
Geceyi gündüzü biliyor
Dört mevsimi, rüzgârı, karı
Ay ışığına bayılıyor
Ama kötülemiyor karanlığı
Ona bir kitap vereceğim
Rahatını kaçırmak için
Bir öğrenegörsün aşkı
Ağacı o zaman seyredin
Melih Cevdet ANDAY
PERÇEMLİ SOKAK’tan
VII
Güzel günlerin sokakları bunlar
Güzel günlerin insanları bunlar
Yoksa ne durulur ne yürünür.
XXXI
Köşe başını tutan leylâk kokusu,
Yakamı bırak da gideyim.
Oktay Rifat HOROZCU
İSTANBUL TÜRKÜSÜ
İstanbul’da Boğaziçi’nde,
Bir fakir Orhan Veli’yim;
Veli’nin oğluyum,
Tarifsiz kederler içinde.
Urumelihisarı’nda oturmuşum,
Oturmuş da bir türküdür tutturmuşum:
“İstanbul’un mermer taşları
Başıma da konuyoy, konuyor aman, martı kuşları
Gözlerimden boşanır hicran yaşları
Edalım
Senin yüzünden bu halım”
“İstanbul’un orta yeri sinama
Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama
El konuşur, sevişirmiş; bana ne !
Sevdalım
Boynuna vebalım”
İstanbul’da, Boğaziçi’ndeyim.
Bir garip Orhan Veli.
Veli’nin oğlu.
Tarifsiz kederler içindeyim.
Orhan Veli KANIK
İSTANBUL’U DİNLİYORUM
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
Önce hafiften bir rüzgar esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar ağaçlarda.
Uzaklarda, çok uzaklarda
Sucuların hiç durmayan çıngırakları…
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Kuşlar geçiyor, derken,
Yükseklerden sürü sürü, çığlık çığlık.
Ağlar çekiliyor dalyanlarda.
Bir kadının suya değiyor ayakları;
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Serin serin Kapalı Çarşı,
Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa,
Güvercin dolu avlular.
Çekiç sesleri geliyor doklardan,
Güzelim bahar rüzgârında ter kokuları…
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul’u diliyorum, gözlerim kapalı.
Başında eski âlemlerin sarhoşluğu,
Boş kayıkhaneleriyle bir yalı.
Dinmiş lodosların uğultusu içinde
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
Bir yosma geçiyor kaldırımdan;
Küfürler, şarkılar, türküler, lâf atmalar…
Bir şey düşüyor elinden yere,
Bir mendil olmalı.
İstanbul’u, dinliyorum gözlerim kapalı.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
Bir kuş çırpınıyor eteklerinde,
Alnın sıcak mı, değil mi biliyorum;
Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından,
Kalbinin vuruşundan anlıyorum;
İstanbul’u dinliyorum.
Orhan Veli KANIK
GÜN OLUR
Gün olur, alır başımı giderim
Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda,
Şu ada senin bu ada benim,
Yelkovan kuşlarının peşi sıra.
Dünyalar vardır, düşünemezsiniz;
Çiçekler gürültüyle açar,
Gürültüyle çıkar duman topraktan.
Hele martılar, hele martılar…
Her bir tüylerinde ayrı telâş.
Gün olur, başıma kadar mavi…
Gün olur, başıma kadar güneş…
Gün olur…
Deli gibi…
Orhan Veli KANIK
HÜRRİYETE DOĞRU
Gün doğmadan,
Deniz daha bembeyazken çıkacaksın yola.
Kürekleri tutmanın şehveti avuçlarında,
İçinde bir iş görmenin saadeti
Gideceksin,
Gideceksin ırıpların çalkantısında.
Balıklar çıkacak yoluna, karşıcı,
Sevineceksin.
Ağları silkeledikçe
Deniz gelecek eline pul pul;
Ruhları sustuğu vakit martıların,
kayalık mezarlarında,
Birden,
Bir kıyamettir kopacak ufuklarda,
Deniz kızları mı dersin, kuşlar mı dersin,
Bayramlar seyranlar mı dersin, şenlikler cümbüşler mi?
Gelin alayları, teller, duvaklar, donanmalar mı?
Heeey !..
Ne duruyorsun be !.. At kendini denize !
Geride bekleyenin varmış, aldırma !
Görmüyor musun, her yanda hürriyet !..
Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol;
Git, gidebildiğin yere !..
Orhan Veli KANIK
AYRILIŞ
Bakakalırım giden geminin ardından.
Atamam kendimi denize, dünya güzel;
Serde erkeklik var, ağlayamam…
Orhan Veli KANIK
BİR İŞ VAR
Her gün bu kadar güzel mi bu deniz?
Böyle mi görünür gökyüzü her zaman?
Her zaman güzel mi bu kadar,
Bu eşya, bu pencere?
Değil,
Vallahi değil;
Bir iş var bu işin içinde.
Orhan Veli KANIK
DEĞİL
Bilmem ki nasıl anlatsam,
Nasıl, size derdimi !
Bir dert ki yürekler acısı,
Bir dert ki düşman başına.
Gönül yarası desem,
Değil !
Ekmek parası desem,
Değil !
Bir dert ki, dayanılır şey değil.
Orhan Veli KANIK
ANLATAMIYORUM
Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz
Gözyaşlarıma, ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.
Bir yer var, biliyorum,
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum,
Anlatamıyorum.
Orhan Veli KANIK
İÇERDE
Pencere, en iyisi pencere…
Geçen kuşları görürsün hiç olmazsa
Dört duvarı göreceğine.
Orhan Veli KANIK
BÖCEKLER
Düşünme,
Arzu et sade !
Bak, böcekler de öyle yapıyor !
Orhan Veli KANIK
“Gemliğe doğru
Denizi göreceksin,
Sakın şaşırma”
Orhan Veli KANIK
BİR ŞARKI SÖYLE YAVRUM
Bir şarkı söyle yavrum.
Kuşlar, meyveler dalda
Ve bütün arzular
Allah’a giden yolda
Bir şarkı söyle yavrum.
Neylesek vakit dar.
Akşam, bacamız tütmez,
Dallarda kuşumuz ötmez.
Bir şarkı söyle yavrum.
Rüştü ONUR
SÖYLE SEVDA İÇİNDE TÜRKÜMÜZÜ
Söyle sevda içinde türkümüzü,
Aç bembeyaz bir yelken.
Neden herkes güzel olmaz,
Yaşamak bu kadar güzelken?
İnsan dallarla, kuşlarla bir;
Hep o maviliklerden geçmiştir;
İnsan nasıl ölebilir,
Yaşamak bu kadar güzelken?
Fazıl Hüsnü DAĞLARCA
KIBRIS TÜRKÜSÜ’nden
Yiğidim, yine iş düştü Bozkurt’a
Delsin karanlıkları delsin, delsin.
Koca dağlar geçit vermese de
Yel esmese de yeşeren ovalardan
Kartallar anlatacak burda
Bayraktar orda bayrak burda.
Bayraktar, sen bir ölü değilsin bir çukurda
Türkiye’min
Uykusuna
Karıştın kaldın,
Allah burda, Tanrı burda, Hak burda
Bayraktar orda bayrak burda.
Fazıl Hüsnü DAĞLARCA
BAYRAK
Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,
Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,
Işık ışık, dalga dalga bayrağım !..
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.
Sana benim gözümle bakmayanın
Mezarını kazacağım,
Seni selâmlamadan uçan kuşun
Yuvasını bozacağım.
Dalgalandığın yerde ne korku ne keder…
Gölgende bana da, bana da yer ver.
Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar;
Yurda ay-yıldızının ışığı yeter.
Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün
Kızıllığında ısındık;
Dağlardan çöllere düşürdüğü gün
Gölgene sığındık.
Ey şimdi süzgün, rüzgârda dalgalı,
Barışın güvercini, savaşın kartalı !..
Yüksek yerlerde açan çiçeğim;
Senin altında doğdum,
Senin dibinde öleceğim.
Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim !..
Yer yüzünde yer beğen;
Nereye dikilmek istersen
Söyle, seni oraya dikeyim.
Arif Nihat ASYA
FETİH MARŞI
Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek,
Dağlardan çektiriler, kalyonlar çekilecek.
Kelpetenlerle surun dişleri sökülecek.
Yürü hâlâ ne diye oyunda oynaştasın,
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.
Sen de geçebilirsin yardan, anadan, serden.
Senin de destanını okuyalım ezberden.
Haberin yok gibidir taşıdığın değerden
Elde sensin, dilde sen; gönüldesin, baştasın,
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.
Yüzüne çarpmak gerek zamanenin fendini.
Göster kabaran sular nasıl yıkar bendini.
Küçük görme, hor görme delikanlım kendini.
Şu kırık âbideyi yükseltecek taştasın,
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.
Bu kitaplar Fatih’tir, Selim’dir, Süleyman’dır;
Şu mihrap Sinanüddin, şu minare Sinan’dır.
Haydi artık uyuyan destanını uyandır !
Bilmem neden gündelik işlerle telâştasın,
Kızım, sen de Fatihler doğuracak yaştasın.
Delikanlım işaret aldığın gün atandan,
Yürüyeceksin; millet yürüyecek arkandan.
Sana selâm getirdim Ulubatlı Hasan’dan.
Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın,
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.
Bırak, bozuk saatler yalan yanlış işlesin
Çelebiler çekilip haremlerde kışlasın,
Yürü arslanım fetih hazırlığı başlasın.
Yürü hâlâ ne diye kendinle savaştasın,
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.
Arif Nihat ASYA
ONLAR
Nerde kaldı o çağlar ki
Analar kurt doğururdu,
Hilkat, insan çamurunu
Destanlarla yoğururdu?
Nerde o yiğitler ki gür
Sesleri ülkeyi bürür,
“Yürü” dese dağlar yürür,
“Dur” dese dağlar dururdu?
Yurda, “baş” dedikleri bir
Ağır adakla geldiler
Ve şu bayraksız dünyaya
Bayrakla geldiler.
Kopardılar ayı gökten
Bir ipek dala astılar
“Yurt” dediler, gölgesine
Ayaklarını bastılar.
Onlardan kaldı bu toprak;
Biz gezip tozmayalım mı?
Yabanlar kıskanır diye
Destan da yazmayalım mı?
Benim, dedemle yan yana
Yazılı kalacak adım.
Yıldızların söneceği
Güne yıldızlar sakladım.
Arif Nihat ASYA
DEVLER
Sarsarak köprüleri
Devler geçti bu yollardan,
Dudaklarında Hun türküleri.
Tulgalı başbuğlar
Ve rüzgârda
Bayraklar, uğultular, tuğlar…
Bir dünya doldu boşaldı…
Yazık ki adları destanlardan
Masallara kaldı.
Sağa, sola, ileri…
Devler geçti bu yollardan,
Kaldı ayak izleri
Hâlâ nabızları atıyor;
Şu çamlı, meşeli dağların
Altında devler yatıyor.
Yıllar yığın yığın o günden beri…
Ne bir destan parçası,
Ne bir zafer kemeri.
Fırtınalara armağan olsun
Göğüsler dolsun Hun
Türküleri.
Arif Nihat ASYA
TESPİH
Önümüzden geçer, gider
Bir siyah tespih geceler.
Bu tespihi bir çeken var.
Göğe açık yüzümüze,
Nur arayan gözümüze
-Testi testi, kadeh kadeh-
Işıkları bir döken var.
Nereye, nereye yolcu?
Yine önünde bir doğu,
Yine ardında gölgen var.
Koncanı rüzgârlar aldı,
Dalında bir sızı kaldı.
Söyle ey gül, söyle nen var?
Nedir, nedir bu çatırtı?
Yine bir şeyler yıkıldı;
Yine devrilen, çöken var.
Önümüzden geçer, gider
Bir siyah tespih geceler.
Bu tespihi bir çeken var.
Arif Nihat ASYA
ÜÇLÜK
Yattığı toprak belli,
Tuttuğu bayrak belli;
Kim demiş “Meçhul Asker” diye!
Arif Nihat ASYA