BİRİNCİ BÖLÜM:
Bu araştırmanın dayandığı temelin İSLAMİ İNANÇLAR olması, kaçınılmazdır. Çünkü sadece TARİHİ olaylardan değil, bu olayların sebep ve sonuçlarından söz edilecektir.
Bütün çalışma boyunca olayları değerlendirme mantığımızı şu PRENSİPLER üzerine bina edeceğiz:
1- Her şey ALLAH'tandır!.. HAYIR ve ŞER O'ndadır!..
O isteseydi, olaylar başka türlü cereyan ederdi. Zaten KAZA dediğimiz hal, O'nun YÜCE İRADE'sinin tecellisinden başka bir şey değildir!
2- HAYIR, olandadır!..
Yani, her ne kadar HAYIR ve ŞER ALLAH'tan diyor isek te, ŞER gibi görünen olayın bize en uygunu, bizim için en hayırlısı olduğunu kabul etmek gerekir.
Aksi takdirde, söylemesek te, TANRI'ya ZULÜM isnat etmiş oluruz. Bize haketmediğimiz bir durumu lâyık görmüş diye O'nu itham etme noktasına geliriz!
3- Mertebesi ne olursa olsun, hiç bir beşer HATADAN ARİ değildir!.. Halk deyimiyle, HATASIZ KUL OLMAZ!..
PEYGAMBERLER dahi bu kurala tabidir. KUR'AN bu gerçeğin pek çok örneğini verir.
İşte araştırmamızın dayandığı ve Alevi-Sünni hiç bir kardeşimizin itiraz edemiyeceği bu ÜÇ ESAS, bizim 1400 yıl öncesinden başlayıp günümüze kadar gelen olayları anlamamızı kolaylaştıracak, idrakimizi açacaktır.
ALEVİLER ve SÜNNİLER arasındaki farkların, inançların, ibadet şekillerindeki ayrılığın hep Hz. ALİ'nin HİLAFET konusunda HAKKININ YENMESİ ile başladığı söylenir.
Görelim, bakalım öyle mi?..EBUBEKİR döneminde acaba iki kesim arasında bugünkü ayırımlar, farklar var mı?..
Hz. MUHAMMED'in 632 yılında vefat etmesi üzerine önce büyük bir karışıklık meydana gelmiş, sonra da ASHAB, yani Hz.MUHAMMED'in yakınları "kimin PEYGAMBER'İN HALİFESİ olacağını" tartışmaya başlamıştı. Bu arada ENSAR, yani MEDİNELİLER de HALİFE'nin kendilerinden olması için bir toplantı yaptılar. PEYGAMBER'in yakın akrabaları yeğeni ALİ ile amcası ABBAS defin işleri ile uğraşıyorlardı. EBUBEKİR ile ÖMER de başka bir yerde idiler.
ASHAB'ın çoğu PEYGAMBERİMİZ'in kabilesinden idi. ENSAR'ın içinde ise HAZREC, EVS gibi başka büyük kabileler de vardı.
ENSAR'ın toplantısına HAZREC kabilesi reisi SAD İBNİ UBADE gelmiş ve şöyle demişti:
"Ey ENSAR!... MUHAMMED çok uğraşmasına rağmen, kabilesi içinde çok az kişi ona iman etti. Halbuki siz, onu ve yakınlarını korudunuz. Onun için EMİRLİK sizin hakkınızdır."
EMİR kelimesine dikkat edilirse, PEYGAMBER'in adına DİN İŞLERİ'ni yürütecek kişinin aynı zamanda DEVLET REİSİ olacağı da anlaşılır... Görüldüğü gibi, Hz. MUHAMMED'in varlığı ile bastırdığı KABİLE ve AİLE SÜRTÜŞMELERİ, onun ahirete intikal etmesiyle meydana gelen OTORİTE BOŞLUĞU'nda birden canlanıvermişti!
SAD'ın sözleri üzerine ENSAR'dan orada bulunanlar, "O zaman biz seni HALİFE seçeriz," dediler. Bunu duyan HAZRECLİLER memnun oldu ama, İSLAM'dan önce düşmanları olan EVS kabilesi mensupları endişelendi. "EMİR, HAZREC'ten olursa, bize tahakküm ederler," diye telaşa kapıldılar.
İşte böyle bir anda, durum EBUBEKİR'e iletildi. EBUBEKİR yanına ÖMER ve bir de EBU ÜBEYDE'yi alarak derhal toplantı yerine koştu. Hemen olaya el koydular.
SAD'ın HALİFE seçilmesi sadece EVSLİLER'i değil; KUREYŞLİLER'i de infiale sevkedecekti. Henüz güçlenmekte olan İSLAMİYET iç sürtüşmeler, kabile kavgaları ile hemen zayıflıyacaktı.
EBUBEKİR şöyle konuştu:
"Sizler RESULULLAH'a yardım ettiniz. Onun için fazilet ehlisiniz. Ancak EMİRLİK konusunda ARAPLAR ancak KUREYŞ kabilesini bilir. Başkasının emirliğini kabul etmez!"
Gerçekten de PEYGAMBER'in kabilesi olan KUREYŞ en eski ve en asil ailelerden biriydi. Hz. İBRAHİM'in ilk oğlu Hz.İSMAİL'e dayanıyordu. Yıllarca KABE GÖREVLERİ onlarda idi. PEYGAMBERİMİZ'in dedesi ABDÜLMUTTALİB, kabileye reislik etmiş, battal hale gelmiş olan ZEMZEM kuyusunu temizletmiş, kullanılır duruma getirmişti. İşte bu yüzden "ARAPLAR başkasının emirliğini tanımaz" sözü, bir gerçeğin ifadesi idi.
Uzun münakaşalardan sonra HAZREC kabilesinden Beşir, "MUHAMMED KUREYŞ'tendir. HİLAFET o kabilenin hakkıdır," dedi. Bunun üzerine EBUBEKİR, ÖMER ve UBEYDE'yi gösterdi. "Bu ikisinden birine BİAT ediniz," dedi. Ama onlar kabul etmediler. "MUHAMMED'in öne çıkardığı zatın önüne kim geçebilir?" dediler. ÖMER, "Ver elini, sana BİAT edeyim," dedi...ve herkes onu takip etti. İlk HALİFE bu şekilde belirlenmiş oldu.
(Bakınız: NOTLAR, 2)
EBUBEKİR, KUREYŞ kabilesinden olmasına rağmen, küçük bir aileden idi. Hz. MUHAMMED'in akrabası idi, ama hısmı değildi. Yani KAYINPEDER'i olduğu için yakınlığı vardı ama, ALİ gibi KANBAĞI yoktu.
Aslında ARAP kabileleri bir ailenin büyümesinden oluşan topluluklardı. Çok büyüyen veya anlaşmazlığa düşen kısım bölünür, yeni adlarla yeni kabileler doğardı. Bunlar kısa zamanda eski bağları unutur, hatta birbirine düşman kesilirdi. HAŞİM ve ÜMEYYE olayında olduğu gibi...(Bakınız: NOTLAR, 3)
Kısacası, yeterince geriye gidince, herkesin birbiriyle kanbağını bulmak mümkündü. Ama o tarihte EBUBEKİR ayrı bir aileye mensup görünüyordu. BEN-İ TEYM ailesindendi.
ŞİİLER, EBUBEKİR'in ÜMEYYE soyundan (EMEVİ) olduğunu öne sürerler. Değildir...
Ama KUREYŞ hep birbiriyle akrabadır zaten... ve mesele hep bu AİLE KAVGALARI ile ilgilidir.
(Bakınız: ARAP KABİLELERİNİN BÖLÜNMESİ TABLOLAR - 1 )
İşte bu farklı aile meselesi yüzünden HAŞİMOĞULLARI'ndan ZÜBEYR, MİKTAD, EBU LEHEB'in iki oğlu ve PEYGAMBER'in yakın dostlarından SELMAN FARİSİ gibi kişiler sonuçtan memnun kalmadılar. Onlar PEYGAMBER'in AMCASI EBU TALİB OĞLU ALİ'yi HALİFE yapmak istiyorlardı. Bunu da Gadir-i Hum Olayı'na dayandırıyorlardı.
Rivayete görğe, Hz. Muhammed (S.A,V.) Hicret'in 10. yılında 'Veda Haccı'nı ifa ettikten sonra, Zlhicce ayının 18. günü , beraberindeki onbinlerce müslümanla Medine'ye dönerken Mekke-Medine yolunun ortalarında, Cuhfe yakınlarındaki Gadir-i Hum (Hum bataklığı) mevkiine geldiğinde, kendisine: 'Ey peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah kafirlere yol göstermez' (Maide 67) âyeti nazil olmuş. Hz. Muhammed'in bu âyeti, kendi vefatından sonraki meşru halife namzedinin ilan edilmesi şeklinde yorumladığını öne sürenler var. Kafileyi durdurmuş. Önde gidenleri, geriden gelenleri münâdiler çıkararak etrafına çağırmış. Hepsi toplandıktan sonra imam olup namaz kıldırmış.
Ağaçlar altında deve semerlerlerinden bir minber oluşturmuş. Sonra Ali'yi yanına çağırarak minbere çıkmış. Müslümanlara uzun bir hutbe irad ederek, Bir divayet te şöyledir: Hz. Muhammed, Veda haccı'ndan iki ay önce Ali'yi, Yemen'in bazı kabilelerine zekât ve cizyeleri toplamak amacıyla gönderir. Bu görev esnasında bazı kabilelerle ufak-tefek çarpışmalar da olur ve bazı ganimetler elde edilir. Hz. Ali elde ettiği ganimeti Beytülmal'ın hissesini ayırdıktan sonra adamlarına taksim eder.
Ancak bu taksimden hoşnud kalmayan ve Beytulmal'e ayrılan hisseden de faydalanmak isteyenler vardır. Bazı tartışmalar olur. Hz. Ali, Veda Haccı'nda Rasulullah ile beraber bulunmak için Mekke'ye hareket emri verir. Taif'e vardıklarında, yerine Bureydetül-Eslemi'yi vekil tayin eder ve kendisi ordusundan önce Mekke'ye vasıl olarak Hz.Muhammed ile buluşur. Bir süre sonra Mek-ke'ye giren ordusunda, kendisinin Beytülmal için ayırmış olduğu elbiselerin dağıtılıp giyilmiş olduğunu görür ve vekiliyle şiddetli tartışmaları olur. Hz. Muhammed bu tartışmada Ali'nin tarafını tutar. Derken veda haccı son bulur.
Her kabile kendi beldesine müteveccihen Mekke'den ayrılır. Hz. Muhammed de, beraberinde Medineliler (Ensar) ve o yöredeki bedevi Müslümanlarla beraber Medine'ye doğru yola çıkar. Bu esnada muhtemelen- Hz. Ali ile bazı kişiler arasında, önceki tartışmalara muttali olur. (Tarihçi ve hadisçiler bunu zikretmezler). Gadir-i Hum mevkiine vardıklarında Resulullah, Ali aleyhine haksız olarak oluşan nefret ve düşmanlığa son vermek ister.
Orada Müslümanlara irad ettiği kısa hutbesinde: "Ben kimin velisi (dostu) isem, Üli de onun velisidir" der. ve Ali'ye düşmanlık beslemekten vazgeçmelerini ihtar eder. Olay yatışır ve Medine'ye doğru devam edilir.
Şiiler ve Aleviler bu "Aili de onların velisidir" ifadesini, onun halifeliğine işaret saymaktadırlar.
Nei var ki, bugün bize ulaşmış en eski siret, tarih ve tabakat kitaplarında, Gadir-i Hum olayı ile ilgili hiçbir bilginin mevcut olmadığını görürüz. Hz Ali'nin eseri "Nehc-ül Belaga"da dahi Gadir-i Hum vak'ası yoktur.
Şiiler ve Aleviler bir de Hz. Muhammed'in (B.A.V.) yazılı bir vasiyette bulunup Hz. Ali'yi halife ilan etmek istediğini, buna engel olunduğunu öne sürerler.
Bu da KIRTAS OLAYI diye bilinir.
Rivayete göre, Resuli Ekrem hastalığının iyice ağırlaştığı son günlerinden birinde, vefatından beş gün öncesi, perşembe günü, “Bana kağıt kalem getiriniz; size benden sonra hiçbir zaman yolunuzu şaşırtmayacak bir yazı yazayım (vasiyette bulunayım).” buyurmuş. O sırada yanındaki sahabileri ve Hz. Ömer de bu sözleri duymuş. Ömer, Resulullah’ın bu isteğini, “Resulullahın hastalığı ağırlaştı. Yanımızda Allah'ın kitabı var. O bize yeter.” diye yorumlayarak kalem ve kırtas (kâğıt) getirilmesine karşı çıkmış.
. Ömer'in bu düşünceye sevk eden husus, Resulullahın Hicretin 10. yılı Zilhicce’nin 18. günü, ölümünden 2 ay 10 gün kadar önceki sözleri olduğu belirtilir. O zaman Resulullah şöyle buyurmuştu:
- "Ey İnsanlar!
İyi bilin ki, bende ancak sizin gibi bir insanım. Çok geçmeden, Yüce Rabbimin elçisi (Azrail) bana gelecektir. Bende onun davetime icabet edeceğim. Mutlaka ben size iki kıymetli ve hürmeti ağır şey (es- Sakaleyn) bırakıyorum. Bu ikisinden birincisi, Yüce Allah’ın Kitabı’dır ki, onun içinde hidayet ve nur vardır. Allah'ın kitabına sımsıkı sarılınız." - "ikincisi de, Ehl-i Beytimdir. Ehli beytime muamele hususunda size Allah'ı hatırlatıyorum. O'nun Kur'an'de Ehl-i Bey hakkında belirttiklerini hatırlatıyorum."
İşte bu ifadeye dayanarak Ömer yeni bir şey yazılmasına, bunun Kur'an-ı Kerim'e eklenme ihtimalini de düşünerek karşı çıkmış olabilir.
Kaldı ki, Hz. Muhammed eğer gerçekten öyle önemli bir vasiyette bulunacak olsaydı, bunu sözlü olarak yapardı ve kimse karşı çıkamazdı!..
Kısacası, Kırtas Olayı da, Gadir-i Hum Olayı gibi, Ebubekir'in hilâfetine mâni değildir.
ALİ'nin, kendisinin HALİFELİK konusunda fikrinin sorulmamasından gücendiğini çeşitli rivayetlerden öğreniyoruz. Gerçekten de, böyle önemli bir konu da hem ALİ'nin, hem de diğer Kureyş büyüklerinin fikrinin alınması gerekirdi. Ancak olay yukarda anlattığımız şekilde bir EMR-İ VAKİ tarzında cereyan edince, danışma imkanı bulunamadan, her şey bir anda olup bitmişti.
ALİ, PEYGAMBERİMİZ'in acısından evine kapanmıştı. Hz. MUHAMMED'in diğer amcası ABBAS ve EBU SÜFYAN sık sık yanına geliyorlar ve konuyu açıyorlardı. EBU SÜFYAN, bildiğiniz gibi, uzun yıllar PEYGAMBER'e düşmanlık etmiş, çok sonradan MÜSLÜMAN olmuştu. HİLAFET'i, yani emirliği bir hükümdarlık gibi düşünüyor, babadan oğula geçmesi gerektiğine inanıyor, bunun için KUREYŞ'in küçük ailesi TEYM OĞULLARI'ndan birinin HALİFE olmasını hazmedemiyordu. Kendisi ÜMEYYE OĞULLARI'ndan olmasına rağmen, eski düşmanı HAŞİM OĞULLARI'na yaklaşması, bu yüzdendi. ALİ'nin henüz BİAT etmemiş olmasından yararlanmak istiyordu.
Amca ABBAS ise ALİ'ye, "Gel sana BİAT edeyim. Ben edersem, halk da eder," demişti. ALİ bu teklifi kabul etmedi. EBU SÜFYAN'ın kışkırtmalarına ise, "Ey EBU SÜFYAN! Sen MÜSLÜMANLAR arasına nifak sokmak istiyorsun!" diyerek karşılık verdi.
Günler bu karışıklık içinde geçip gidiyordu. Nihayet EBUBEKİR, EBU UBEYDE'yi gönderdi. O da ALİ'ye durumu anlattı. Kötü gidişi farkeden ALİ ertesi gün mescide gelerek EBUBEKİR'e BİAT etti. Bunun üzerine diğer HAŞİMOĞULLARI da BİAT ettiler. Böylece EBUBEKİR'in halifeliğinde karar, OYBİRLİĞİ ile alınmış oldu!
Burada bir kaç İSLAMİ HUSUS'u açıklamakta yarar var...
İSLAMİYET'te uygulama KUR'AN'a göre yapılır.
Bir konu KUR'AN'da yoksa, HADİSLER'e uyulur...
Eğer KUR'AN'da ve HADİSLER'de açık bir bilgi yoksa, benzer olaylarla KIYAS edilerek karar verilir.
KIYAS edecek olay yoksa, o zaman o konuda BİLGİ SAHİBİ KİŞİLER meseleye müzakere eder ve bir karar varırlar...
İşte bu KARAR bir kişiye veya mahdut sayıda bir gruba ait ise REY,
bütün danışılanlara ait ise, İCMA-İ ÜMMET olur...
Yani OYBİRLİĞİ ile KARAR alınmış sayılır. En makbulü de budur.
Hz. MUHAMMED'den sonra ne olacağı KUR'AN'da belirtilmemiştir. HADİSLER'de gerçi ALİ'yi, EBUBEKİR'i, ÖMER'i, OSMAN'ı öven ifadeler vardır ama, onlardan herhangi birisinin HALİFE olmasını isteyen DOĞRUDAN bir ifade yoktur. Eğer olsaydı, tartışma çok kısa sürer, kimse KUR'an'daki ayete veya PEYGAMBER'in açık beyanına karşı çıkmaz, sorun hemen çözülürdü.
KUR'AN'da ve HADİSLER'de bu konuda açık bir ifade olmamasını, pek çok İSLAM bilgini gibi biz de İSLAMİ bir CUMHURİYET anlayışına yoruyoruz.
Buna göre, halkın BİLGİDE, GÖRGÜDE, TECRÜBEDE ve İÇTİMAİ MEVKİDE ileri gelenleri toplanarak bir ŞURA oluşturur, bu ŞURA da DEVLET REİSİ'ni seçer. Seçimden sonra EMİR'e, yani DEVLET REİSİ'ne tam itaat edilir. EMİR de kararlarını ŞURA'ya danışarak alır. ŞURA'nın halk içinde söz sahibi kimselerden meydana gelmesi, EMİR'in kararlarının halk tarafından benimsenmesini kolaylaştırır. Nitekim ABBAS'ın ALİ'ye, "Ben BİAT edersem, halk da eder," demesi; ALİ gelip EBUBEKİR'e BİAT edince, KUREYŞ ileri gelenlerinin de BİAT etmesi bu duruma işarettir.
ŞURA üyeleri aksi yönde REY beyan etseler de, EMİR'in aldığı karara itirazsız uyarlar. Buna mukabil EMİR yoldan çıkar, halk zararına davranışlara girer, ŞURA'nın uyarılarına kulak asmaz ise, hemen alaşağı edilir! (Bakınız: NOTLAR, 4) BR>
HALİFELİK meselesinde uygulama böyle olmuştur. BİAT edenler, ALİ de dahil olmak üzere, sonradan EBUBEKİR'e hep yardımcı olmuşlardır. Onun emirlerinden dışarı çıkmamışlardır.
Konu KUREYŞ içinde çözülmüştür... Ama ALEVİ-SÜNNİ anlaşmazlığı açısından meseleye bakınca, ortaya değişik iddialar atılmaktadır.
Şİİ ve ALEVİLER bu olayda "ALİ'nin hakkının yendiğini, VEDA HACCI'nda Hz. MUHAMMED'in ALİ'nin elini kaldırarak, 'Ben kimin velisi isem, ALİ de onun velisidir,' dediğini, böylece onu halifeliğe aday gösterdiğini öne sürmekle yetinmemekte, bazıları daha da ileri giderek, "ALİ'nin halifeliği ile ilgili âyetlerin KUR'AN'dan çıkartıldığına" dahi inanmaktadırlar.
Her şey SÜKÛNET içinde ve MANTIK'la değerlendirilmelidir!
Bir defa KUR'AN'dan âyet çıkarıldığını söylemek, ALİ'yi HALİFE yapmıyacağı gibi; 1400 yıllık İSLAMİYET'e zarar verir!.. MÜSLÜMANLAR'ın eksiksiz kusursuz HAK KELÂMI olarak bildikleri KUR'AN'ın o İLÂHİ VASFI'nın gözden kaçmasına sebep olur. Bu da ne ALLAH'ın hoşuna gider, ne de MUHAMMED'in ne ALİ'nin!.. Hiç bir ALEVİ'nin kendi dinini böyle bir duruma düşürmesi doğru olmaz!
Nitekim 2000'E DOĞRU gibi dergiler, TURAN DURSUN gibi kendini bilmezler ve SELMAN RÜŞDİ gibi hıristiyan ajanları hep bu meseleyi öne sürmüşlerdir. Hiç bir ALEVİ'nin buna âlet olmaması gerekir.
İkincisi, hiç bir âyetin o dönemde KUR'AN'dan çıkarılması mümkün değildi. Çünkü KUR'AN henüz derlenmemişti bile! Sayfalar halinde dağınık duruyor, ancak pek çok kişi tümünü ezbere biliyordu. Eğer ALİ'nin halifeliği ile alâkalı bir ayet olsaydı, o hafızlardan birisi mutlaka ortaya çıkar ve bunu hatırlatırdı!.. O dönemin MÜSLÜMANLAR'ından hiç birinin aklına da, buna karşı çıkmak gelmezdi.
Eğer ALİ, HİLAFET peşinde olsaydı, ve böyle bir âyet bulunsaydı, ilk önce kendisi bunu dile getirmez miydi?.. ve ALLAH'IN ARSLANI' nın karşısına kimse dikilemezdi. ALİ'nin kendisi ile ilgili, hem de HİLAFET görevi veren bir âyeti unutması mümkün mü?..
KUR'AN'ın değişmemiş olduğuna dair diğer delillileri, OSMAN'IN HİLAFETİ bölümünde vereceğiz.
Hz. MUHAMMED'in ALİ'ye "VELİ" demesine gelince; VELAYET ile HİLAFET'in, hatta İMAMET'in birbirinden ayrı şeyler olduğunu da ilerde belirteceğiz.
VELAYET ve HİLAFET o dönemde dahi aynı anlama gelmiyor olmalı ki; ALİ de dahil olmak üzere, İSLAM'ın ileri gelenleri Hz. MUHAMMED'in VEDA HACCI'na dayanarak bir HİLAFET tartışması açmamışlardır. < BR>
Şu halde bu olayı 1. Bölüm'deki PRENSİPLER'imiz ışığında değerlendirmek gerekir. Yani, her şey ALLAH'tan olduğuna göre, ALİ o makama en uygun kişi görünse de, EBUBEKİR'in HALİFE olması TANRI'nın TAKDİR'i idi! Bunu kimse değiştiremezdi!
ALLAH'ın "yanlış"ı TAKDİR etmesi söz konusu olamıyacağına göre, BEKTAŞİ edebi gereği EYVALLAH demekten başka yapacak yoktur!
Hemen belirtelim ki, EBUBEKİR bir hata yapmış, ALİ'ye danışmamış, şartları zorlıyarak onun fikrini almamıştır... Alsaydı, belki yine sonuç değişmeyecek, ama bugün dahi süren tartışmaların çoğu ortadan kalkacaktı.
OLAN'ın en HAYIRLI olduğuna dair bir işaret te HADİSLER'de vardır. Hz. MUHAMMED ölümünden hemen önceki rahatsızlığında pek halsiz olduğu için,
- "EBUBEKİR'e söyleyin de, namazı kıldırsın," diye buyurmuş. AYŞE bunu duyunca,
- "Ya RESULULLAH, EBUBEKİR yufka yüreklidir, ağlamaya başlar, kıldıramaz,"
demiş. Hz. MUHAMMED yine israr etmiş. O esnada cemaatten ABDULLAH BİN ZEM'A, ÖMER'i görüp,
- "Kalk, namazı sen kıldır,"
demiş. ÖMER mihraba geçmiş... Ancak Hz. MUHAMMED, ÖMER'in sesini işitince,
- "EBUBEKİR nerede? İşin böyle olmasını ALLAH da istemez, MÜSLÜMANLAR da,"
diyerek EBUBEKİR'in aranmasında israr etmiş. Sonra ALİ'ye dayanarak mescide geçmiş ve EBUBEKİR'in arkasında namaz kılmış.
Bu olayın önemi nedir?.. Hz. MUHAMMED hasta olduğu için kıldıramadığı namazı EBUBEKİR'in kıldırmasını istiyor. ÖMER başa geçince, biraz da kızarak, NAMAZ'ı kesip EBUBEKİR'i bulmalarını emrediyor... ve sonra da onun arkasında, onun imamlığında namaz kılıyor...
(Bakınız: Tecrid-i Sarih Tercümesi 2. Cild, sf. 631-641)
Bizce bu olayın önemi, başka bir HADİS'te vurgulanmaktadır:
"Hiç bir PEYGAMBER kavminden biri kendine İMAM olmadıkça ÂLEM-İ UKBA'ya intikal etmemiştir."
EBUBEKİR, PEYGAMBERİMİZ'in vefatına kadar imamlığı sürdürmüştür.... İşte bu olay, bizce açık olmasa da Hz. MUHAMMED'in yerini kimin alacağını gösteren bir işarettir. Daha doğrusu, OLAN'ın en HAYIRLI SONUÇ olduğuna delildir.
ÖMER'in ve UBEYDE'nin "MUHAMMED'in öne çıkardığı zatın önüne kim geçebilir?" demeleri, ÖMER'in BİAT etmeden önce, "RESULULLAH hasta iken namazda seni HALİFE yaptı, ver elini BİAT edeyim," demesi işte bu olayla ilgidir.
Sonucun HAYIRLI olduğunun bir delil de, ALİ'nin BİAT ederken, "EBUBEKİR HİLAFET'E HERKESTEN ÇOK LÂYIKTIR," sözüdür. Zaten ŞAH ALİ HAYDAR'ın LÂYIK olmayan birine BİAT etmesi, MÜMKÜN DEĞİLDİR!
ALİ'nin sonradan "Söyliyecek şeyim çok ama, ALLAH'ıma kavuşuncaya kadar ağzımı açmıyacağım," demesi, türlü yorumlara yol açmıştır... Ama bizce bu olayların ışığında yorumlanması gerekir. Yani, ALİ kendisine danışılmamasına kırılmıştır. Ama en çok adının İSLAM'a nifak sokmak isteyen EBÜ SÜFYAN gibileri tarafından kullanılmasından rahatsız olmuştur. Hayatının sonuna kadar da bu tür mücadelenin dışında kalmayı tercih etmiş, kendisine verilen görevleri yerine getirmekle yetinmiştir.
Hz. ALİ'nin PEYGAMBERİMİZ'e akrabalığını öne sürerek HİLAFET'in onun hakkı olduğu iddialarına katılmıyoruz...
Evet, ALİ, PEYGAMBERİMİZ'in amcası EBU TALİB'in oğlu idi. Ama başka AMCA OĞULLARI da vardı. Hele bunlardan ikisi Hz. MUHAMMED'e zulmeden EBU LEHEB'in oğulları idi. Kaldı ki, öz AMCASI ABBAS hayatta idi. Eğer akrabalık söz konusu ise, belki ABBAS bu makama daha uygun düşerdi.
PEYGAMBER'İN KIZI ile evli olmak ta sebep gösterilemez... Evet, ALİ, Hz. MUHAMMED'in kızı FATMA ile evliydi ama OSMAN da PEYGAMBER'in DAMADI idi. Hem de ilk karısı ölünce Hz. MUHAMMED ona ikinci bir kızını, ÜMMÜ GÜLSÜM'ü vermişti. OSMAN bu yüzden "çifte nurla nurlanmış" mânâasına gelen ZİNNUREYN lâkabıyla anılırdı. PEYGAMBERİMİZ'in bu iki kızı daha önce EBU LEHEB'in oğulları ile evliydiler. Ancak İSLAMİYET yayılmaya başlayınca oğullar eşlerini boşamışlardı... Yani onlar dahi "eski damat" sıfatıyla halifeliğe aday olabilirlerdi!.. Kaldı ki, EBUBEKİR, PEYGAMBERİMİZ'in KAYINPEDER'i idi...
Kısacası, KIZ ALIP-VERME söz konusu olduğu takdirde HALİFELİK onun da hakkı sayılırdı, ama o zaman da başka adaylar çıkardı. ÖMER de PEYGAMBERİMİZ'in KAYINPEDER'i idi, kızı HAFSA, HZ. MUHAMMED'in eşi idi. Ayrıca MEKKE'nin fethine kadar PEYGAMBERİMİZ'in baş düşmanı EBU SÜFYAN da onun KAYINPEDER'i idi. Kızı ÜMMÜ HANİFE , MUAVİYE'nin kardeşi, ilk müslümanlardan idi, HABEŞİSTAN'a kocası ile birlikte hicret etmiş, kocası orada ölünce PEYGAMBERİMİZ kendisini nikâhına almıştı.
Yeri gelmişken, hiç dillendirilmeyen bir başka gerçeği de burada açıklayalım.
ALİ, PEYGAMBERİMİZ'in damadı... Peki, ALİ'nin damadı kim?.. ALİ'nin PEYGAMBERİMİZ'in kısı FATMA'dan olan ÜMMÜ GÜLSÜM adlı kızı, halifeliği döneminde ÖMER ile evlenmiş, bu evlilikten RUKİYE adlı bir kız ile ZEYD adlı bir oğlan torunu olmuştur ALİ'nin!..
Yani ALİ, ÖMER'in KAYINPEDER'iydi!
Ne var ki bunların hiç biri İLAHİ TAKDİR'i değiştirecek, yönlendirecek hususlar değildir! Olması gereken olmuştur!.. EYVALLAH demekten başka yapacak yoktur.
Kimse kimsenin mertebesini bilemez ama, VELİLİK bakımından ALİ herkesten üstün idi. PEYGAMBERİMİZ bu hususa VEDA HACCI HUTBESİ'nde işaret etmişti. Ve şurası da muhakkaktır ki, ALİ eğer BİAT etmeseydi, EBUBEKİR'in işi gerçekten zor olurdu. İSLAMİYET daha başlangıçta büyük sıkıntılara düçar olurdu.
Peki ama, ALİ'nin kendisinin itiraz etmediği, farklı düşünse bile karşı çıkmadığı HALİFELİK sırası, neden başkalarına dert olmaktadır?..
Bizce bunun geçmişte yatan bir tek sebebi vardır.
Bazı kişiler, küllenmiş eski AİLE KAVGALARI'nı su yüzüne çıkarmak için bir bahane bulmuşlardır. Hatta bu kişiler, ALİ de dahil olmak üzere halifeleri ŞEHİT edecek kadar ileri gitmişlerdir. PEYGAMBER'in zamanında sinmek durumunda olanlar, sonradan İKTİDAR'da olana karşı MUHALİF gördükleri ALİ'yi tutmayı menfaatleri icabı saymışlardır.
EBU SÜFYAN bunun en açık örneğidir!..
Biz ALEVİ-SÜNNİ sürtüşmesi gibi gösterilmek istenen olayların arkasında ARAP AİLE ve KABİLE KAVGALARI olduğuna inanıyoruz. Olaylar da bizi doğruluyor.
605 yılında HÂCER-ÜL ESVED'in nakli olayı, HİCRET'ten hemen önce Hz. MUHAMMED'i öldürme planları yapılırken HAŞİM OĞULLARI'nın intikam duygusunu önlemek için her kabileden bir kişinin ona çullanmasına karar verilmesi, VEDA HACCI HUTBESİ'nde PEYGAMBERİMİZ'in bütün KAN DAVALARI'nın sone erdiğini israrla belirtmesi, hep bu AİLE KAVGALARI ile ilgili idi.
Nitekim 632 yılında Hz. MUHAMMED'in vefatından sonra EBUBEKİR'in OYBİRLİĞİ ile HALİFE olması da sorunları çözmeye yetmemişti. Sonuca EBUBEKİR'in babası bile inanamamış, "ABDÜ MENAF OĞULLARI da razı olmuş mu? MİGİRE OĞULLARI da razı olmuş mu?"diye her bir hısım aileyi tek tek sormuş, sonra da ALLAH'a şükretmişti.
Ancak sorunlar bundan ibaret değildi...MEKKE, MEDİNE ve TAİF'teki kabileler İSLAM'da sebat etmişler, ama bazı uzak ARAP kabileleri "Biz namaz kılarız, lâkin ZEKÂT vermeyiz," diye hemen bazı DİNİ ESASLAR'dan uzaklaşmışlardı. Bir kısmı da tamamen eski dinlerine dönmüştü. MÜNAFIKLIK, yani MÜSLÜMAN görünüp eski inancında bildiğini okuma, almış yürümüştü. Bu sapmaların İSLAM'a nasıl fesat kattığını ilerde göreceğiz. (bakınız: NOTLAR 5)
YEMEN'de biri, AMMAN'da bir başkası PEYGAMBERLİK davasına kalkışmış, hele AMMAN'daki halkı isyana bile sürüklemişti. ESED OĞULLARI'ndan TALHA sapıtmış, "Bana Zünun adlı bir melek vahiy getiriyor" demiş, GUTFAN, HAVAZİN ve TABİE kabilelerini kendine çekmişti. YEMAME'de HANİFE OĞULLARI'ndan SİCAH adlı bir KADIN da gene PEYGAMBER olduğunu iddia etmiş, kendi kabilesiyle SAGLEB OĞULLARI'nı etrafına toplamış, yağma ve talana başlamıştı...
HALİFE EBUBEKİR'in ilk işi bu isyanları bastırmak oldu.
Bu esnada cereyan eden bir olay hem ALİ'nin büyüklüğünü, hem de HALİFE ile arasında bir düşmanlık olmadığını açıkça göstermektedir...
HALİFE EBUBEKİR askerle birlikte asilerle çarpışmaya gitmek istiyordu. Hatta hazırlanıp devesine binmişti. ALİ devenin yularını tuttu:
- "Nereye ya HALİFE?..VALLAHİ sana bir hal olursa, İSLAM bundan sonra intizam bulmaz,"
dedi. ASHAB da onu tasdik edince, HALİFE MEDİNE'de kaldı.
EBUBEKİR'in 2 yıl süren halifeliği sırasında ilerde çok sözü edilecek olan FEDEK olayı cereyan etti... HAYBER'in fethi sırasında FEDEKLİLER sulh için Hz. MUHAMMED'e başvurmuşlar ve kendisine bir hurmalık hediye etmişlerdi. Bu hurmalık PEYGAMBER'in hayatı kendinde kaldığı gibi, vefatında da kızı FATMA işletiyordu.
EBUBEKİR HALİFELİK görevini üstlendikten bir süre sonra FATMA'nın adamlarını çıkardı, hurmalığı da BEYT-ÜL MÂL'e aldı, yani DEVLET MALI saydı. Bunu yaparken "Biz MİRAS bırakmayız. Ne terkedersek SADAKA'dır," HADİS'inin gereğini yerine getirdiğine inanmıştı.
FATMA bunun üzerine HALİFE'nin huzuruna çıkarak,
- "Babam bunu bana sağlığında verdi, MİRAS değil, HİBE'dir,"
dedi. Kocası ALİ ile bir kadını şahit gösterdi. HALİFE de,
- "Ey RESULULLAH'ın kızı! Sen de bilirsin ki, ya iki erkek, ya da bir erkek iki kadın şahit gerekir," dedi.
Tartışma sürdü gitti. İki taraf ta AYET ve HADİSLER'e dayanıyor, ancak bir sonuç elde edilemiyordu.
Aslında iki tarafın da İYİNİYET'inden şüphe edilemez!.. FATMA elbette ki yalan söylemiyordu. Hurmalık ona verilmişti. Ancak EBUBEKİR de HALİFELİK sorumluluğu ile iltimas yapıyor görünmekten kaçınıyor, İSLAMİ KURALLAR'a uygun bir karar vermek istiyordu.
Bu olay ilerde hep EBUBEKİR'in "EHl-İ BEYT düşmanı" gösterilmesine yol açmıştır. FEDEK HURMALIĞI tartışması sonraki halifeler zamanında da sürmüş, kimi PEYGAMBER SOYU'na vermiş, kimi geri almıştır... Bu da artniyetlilere fırsat vermiş, konu günümüze kadar uzayıp gelmiştir.
Bizce ilk kararın (doğru veya yanlış) değiştirilmemesi daha uygun olur, mesele kapanır giderdi.
Bu konuda değerlendirilmesi gereken iki husus daha vardır.... Birincisi, ALİ'nin, eşinin HİBE tartışmasının dışnda kalması, şahitlik ile yetinmesidir. ALİ bu yüzden HALİFE EBUBEKİR ile olan münasebetini değiştirmemiştir...
İkincisi ise bir asılsız iddiadır... Güya FEDEK yüzünden ve^"EBUBEKİR'in kışkırtması sonucu ÖMER'in bir grup insanla birlikte FATMA'nın evini yakmaya gittiği, FATMA'yı tekmeleyip çocuğunu düşürttüğü ve kısa bir süre sonra da ölümüne sebep olduğu" öne sürülür!
Biz bu iddiayı hem çok İNSAFSIZ, hem de MANTIKSIZ buluyoruz... Bir defa ÖMER'in adam toplayıp yakmaya yürüdüğü ev aynı zamanda ALİ'nin evidir!... Kim böyle bir şeye cesaret edebilirdi ki?.. ALİ GİBİ YİĞİT, ZÜLFİKÂR GİBİ KILIÇ olacak ta, evini basan, karısını tekmeleyen, çocuğunu öldüren kişinin yanına bunları bırakacak???
Hiç bu mümkün mü?.. Buna inanmak, Hz. ALİ'ye "korkak" demek anlamına gelir, hakarettir!..
Hiç bu mümkün mü?
Böyle bir adama, yani ÖMER'e, EBUBEKİR'in ölümünden sonra ALİ hiç BİAT eder miydi?.. Alevi kardeşlerimizin bundan uzak durması gerekir.
PEYGAMBERİMİZ'in çok sevdiği bu üç insan (ALİ, EBUBEKİR, ÖMER) arasında beşeri hatalardan kaynaklanan tatsız olaylar cereyan etmiş olabilir... Ama insanlığa yakışmayan, ZULÜM, EZİYET, DÜŞMANLIK asla söz konusu olamaz!.. Kaldı ki, böyle bir olay ne ALİ'nin, ne de ondan sonra gelen 11 İMAM'ın yazdıklarında yer almamaktadır.
Tarihî açıdan bakarsak, EBUBEKİR'in 2 yıllık halifeliği sırasında daha ziyade isyanlar ile uğraşılmış, PEYGAMBERİMİZ'in vefatının yarattığı kargaşanın yatıştırılmasına çalışılmış, bir de IRAK'ın fethine girişilmişti. Bu arada çok hayırlı bir olay da KUR'AN sahifelerinin bir araya getirilmesi olmuştur.
Sahte KADIN peygamber SİCAH'ın isyanı sırasında YEMAME'de pek çok KURAA, yani KUR'AN'ın tümümü ezbere bilen kişi, ŞEHİT olmuştu. O tarihe kadar dağınık bir halde, deriler, tahta parçaları üzerine yazılı bulunan ayetler derlenmesi, hafızlar tarafından kontrol edilerek bir BÜTÜN haline getirilmesi şart olmuştu. ÖMER'in bu konudaki uyarısı üzerine EBUBEKİR sayfaları toplattı. Hepsine birden MUSHAF dendi. Bu esnada ALİ, HALİFE'nin KÂTİB'i idi!.. Bu sebeple "kendisi ile ilgili ayetlerin KUR'AN'dan çıkarıldiği" iddiası son derece mesnetsizdir.
Ne EBUBEKİR'in HALİFE seçilmesi sırasında, ne de KUR'AN'ın toplatılması sırasında böyle bir olay cereyan etmemiştir.
Şimdi akla şu soru gelebilir:
Peki, EBUBEKİR bir karışıklık sonucu doğan ihtiyaca cevap olarak HALİFELİK makamına getirildi... Ya ondan sonra ne oldu? Yani EBUBEKİR'den sonra ne oldu? Niye ALİ başa geçmedi?
EBUBEKİR vefatına yakın bu konu üzerinde durmuş, İSLAMİ ESASLAR'a uygun İSTİŞARE'de bulunmuş, etrafındakilere ÖMER hakkında ne düşündüklerini sormuştu... Ki, büyük bir ihtimal ile, bunların arasında ALİ de vardı... Neticede kendisine HALEF olarak ÖMER'i göstermiştir.
EBUBEKİR'in halifeliği kendi sülalesine bırakmak gibi bir düşüncesi asla olmamış, tek endişesi kendisinden sonra ortalığın yeniden HALİFE seçimi konusuyla karışması olmuştur. Bu yüzden de meseleye hayatta iken bir çözüm getirmek istemiştir. Onun tercihi HERKESİN TERCİHİ olmuş, vefatından sonra ALİ derhal ÖMER'e BİAT etmiştir! (634)
CANLAR!... Görüldüğü gibi EBUBEKİR'in HALİFE seçilmesinin de, HALİFELİK yaptığı 2 yılın da ALEVİLİK'le, SÜNNİLİK'le, TÜRKLER'le hiç bir alâkası yoktur!
Daha ortaya ŞİA-Şİİ tabirleri dahi çıkmamıştır!
Öyleyse sürtüşmenin başlangıcını başka yerde aramak gerekir!
Bir kere daha belirtelim ki, ALİ, HALİFE EBUBEKİR'e BİAT etmişti!... HAŞİM OĞULLARI, yani ailesi de, o tarihte ALİ'Yİ SEVENLER de BİAT etmişti!..
Peki, söyleyin CANLAR!..Hal böyle iken, BU DEVİRDE ALİ'Yİ SEVENLER'in, ALİ'NİN YOLUNDA OLANLAR'ın, yani ALEVİLER'in EBUBEKİR'in HİLAFET'ine itiraz etmeleri doğru olur mu?..Böyle bir davranış, ALİ'NİN YOLU'ndan ayrılmak olmaz mı?.Hele ki bu 1400 YILLIK meseleyi MÜSLÜMANLAR arasında AYIRIM yapmak için kullanmak, ALİ'nin hoşuna gider mi?
GİTMEZ ELBETTE!..ne ALLAH'ın, ne MUHAMMED'in, ne de ALİ'nin hoşuna gitmez!
Biz diyoruz ki, ALEVİLER ile SÜNNİLER arasındaki şimdiki farklı görüş, ve inançlar EBUBEKİR DÖNEMİ'nde başlamadığı gibi, ÖMER DÖNEMİ'nde de yoktur. O dönemde hele TÜRKLER'in bu olaylarla hiç bir ilgisi bulunmamaktadır. Bugüne yansıtılmak istenen sürtüşme o zamanın ARAP AİLE KAVGALARI'ndan ibarettir!..
Buyurun, okuyun!.. İnanmazsanız, bir de siz araştırın!
EBUBEKİR'in kendisinden sonra ÖMER'in HALİFE olması konusunu etrafına, bu arada ALİ'ye danıştığını, bu konudaki TERCİH'ine kimsenin itiraz etmediğini, vefatı üzerine de herkesin hemen ÖMER'e BİAT ettiğini daha önce yazmıştık.
(Bakınız: EBUBEKİR'İN HİLAFETİ- 2 )
Burada tekrar belirtmek isteriz ki, 2. HALİFE ÖMER'in bu görevi gelmesi de İCMA-İ ÜMMET ile, yani o dönemin Hz. ALİ'nin de dahil olduğu İSLAM ileri gelenlerinin OYBİRLİĞİ olmuştur.
Şu halde, o dönemde ALİ'nin itiraz etmediğine, bugün ALİ'NİN YOLUNDA GİDENLER'in itiraz etmesi uygun olmaz!
ÖMER bu görevi üstlenmeden önce, yani HALİFE EBUBEKİR zamanında KADILIK yapıyordu. ALİ ise HALİFE'nin KÂTİB'i idi. ÖMER kendisi HALİFE olunca ALİ'yi KADILIK görevine getirdi. ALİ de canla başla bu görevi üstlendi, hakkıyla da yerine getirdi.
ÖMER'in HALİFELİK DÖNEMİ hep fetihler ile geçmiştir. İRAN'ın elinden IRAK alındı. ROMALILAR'ın elinde olan ŞAM fethedildi. KUDÜS ve URFA alındı.
(Bakınız: NOTLAR, 7)
Bu seferler sırasında ganimet alabildiğine arttı. PEYGAMBERİMİZ'in "ARAPLAR zengin olacak, ve ahlâk bozulacak" sözünü hatırlatan olaylar cereyan etmeye başladı. HALİFE ÖMER yamalı hırka giyerken, kumandanları pahalı elbiseler, süslü atlar ile dolaşıyorlardı.
ÖMER toplanan ganimetin adaletli dağıtılması için defter tutulmasını emretti. BEYT-ÜL MAL'den yapılacak dağıtımın HALİFE'den başlamasını bizzat ALİ teklif etti. ÖMER, "RESULULLAH'ın akrabalarından başlarım, sonra sıra ile giderim," cevabını verdi.
Şimdi bir an durup düşünelim: Eğer daha önce anlattığımız "FATMA'yı tekmeleme" olayı doğru olsaydı, ALİ hiç ÖMER'in emrinde görev kabul eder miydi?.. ÖMER'in bu sözüne, "EHL-İ BEYT'e saygı göstermek şimdi mi aklına geldi?" diye cevap vermez miydi?..
Demek ki, böyle bir olay cereyan etmemiştir... Kaldı ki, ÖMER ALİ'nin kızı ÜMMÜ GÜLSÜM ile evliydi... Yani, HZ. ALİ, kızını büyüğü ve dostu HZ. ÖMER'e vermişti!.. Kendisi nasıl PEYGAMBERİMİZ'in damadı ise, HZ. ÖMER de HZ. ALİ'nin damadı idi ve ÜMMÜ GÜLSÜM'den olan çocukları HZ. ALİ'nin muhterem torunlarıydı!... Bu gerçekleri maalesef ALEVİ kardeşlerimiz bilmez!.
Konuya dönersek, DİVAN adı verilen bu defterlere göre PEYGAMBERİMİZ'in AMCASI ABBAS'a 12.000, ALİ'ye 8.000, BEDİR SAVAŞI'na katılanlara 5.000, HUDEYBİYE BARIŞI'na kadar MÜSLÜMAN olanlara 4.000 dirhem yıllık verildi. ALİ'nin oğulları HASAN ve HÜSEYİN BEDR EHLİ'nden sayıldı. PEYGAMBER'in zevcelerine 10.000, AYŞE'ye 12.000 dinar yıllık bağlandı. Ancak AYŞE ayırım olmasın diye 10.000 dinar aldı. Sonra kadınlara da aynı esas üzerine yıllık hediye tahsis edildi.
Görüldüğü gibi ÖMER'de de, EBUBEKİR gibi, bir EHL-İ BEYT düşmanlığı, onların düşmanlarını kayırma gibi bir tavır yoktur.
Ayrıca İSLAM'da kadınların adam yerine konmadığı iddiasının koca bir yalan olduğu ortadadır.
ÜMEYYE ailesinden ve diğer KUREYŞ ileri gelenlerinden bazıları kendilerine düşeni az buldular. ÖMER onlara rütbeye değil, İSLAM'a giriş sırasına riayet ettiğini anlattı. Kölelere de ARAPLAR'la aynı miktarı verdi. İSLAM'ın ırk, renk ve mevki ayırımı yapmadığını da bu olay çok açık gösterir..
Sonra kendi durumunu sordu:
- "Ben HALİFE olmadan önce ticaret ile uğraşır idim, şimdi bu görevle meşgulüm. Ticareti bıraktım. Bana da bu maldan hisse düşer mi?"
dedi. ALİ önce sustu....Sonra,
- "Sana ve ailene yetecek kadarını al. Fazlası sana HELÂL olmaz!" dedi.
ÖMER, dostu ALİ'nin kararlarına çok değer verirdi.
- "ALİ olmasaydı, ÖMER helâak olurdu,"
sözü pek meşhurdur... Bu konuda da ona uydu. Fakat şahsi ihtiyaç miktarını az tuttuğu için daima sıkıntı çekti.
Bu olay, şimdiki politikacıların, ülkeyi idare edenlerin her türlü lüksü kendileri için mubah görmelerinin yanısıra, deveyi hamuduyla yutmaları gözönünde tutulursa, ne kadar ibret vericidir!..
DOĞU ANADOLU, MISIR ve İRAN (642) da ÖMER zamanında fethedildi. İRANLILAR çok çabuk, lâkin HARB ile DİN değiştirdiklerinden, ilerde bu ülkede hep sorun çıktı. ŞİİLİK tartışmaları daima İRANLILAR tarafından desteklendi, ki bu durum hâlâ sürmektedir.
ÖMER'in en büyük hizmetlerinden biri de IKTA sistemini ihdas etmesidir. Yani bir TOPRAK reformu yapmasıdır... Ondan sonraki İSLAM DEVLETİ'nde, SELÇUKLULAR'da ve OSMANLILAR'da kullanılan bu sistem ile TOPRAK ferdin değil, DEVLET'in MALI sayılıyordu. Tarıma elverişli boyutlarda bölünüyor, ve şahıslara tahsis ediliyordu. Eğer o kişinin oğlu yine çiftçilik ile uğraşırsa, toprak onda kalıyor, uğraşmaz ise alınıp uğraşacak başka birine veriliyordu. HAS, TIMAR, ZEAMET de bu IKTA sisteminin bir devamı idi.
Hz. ÖMER'in ADALET'inden bahsedenlerin, İSLAM'ın ilk günlerini örnek aldıklarını iddia edenlerin; HAVA'nın, SU'yun, DENİZLER, GÖLLER, ORMANLAR,MADENLER ve bütün TOPRAKLAR'ın aslında bütün MİLLETİN MALI olduğunu hiç dile getirmemelerini anlamak mümkün mü?..
İslamcı, dinci, tarikatçı, muhafazakâr geçinen partilerin bu konuda en ufak bir şey söylememeleri, dinî sadece istismar ettiklerinin bir delili değil midir?..
Her neyse.. 10 yıl HALİFELİK yapan ÖMER, son yıllarında daima kendisinden sonra kimin HALİFE olması gerektiğini düşünüyordu. En çok üzerinde durduğu isim de ALİ idi.
EBUBEKİR zamanında 30 yaşlarında olan ALİ, ÖMER'in son zamanlarında 40-45 arasında idi. Çok cana yakın, mizaha, lâtifeye düşkün bir kişiliği vardı. ÖMER İSE HALİFE'nin çok ciddi olması gerektiğini düşünüyordu. ALİ hakkındaki tek tereddütü bu idi...
ÖMER, bu konuda bir girişimde bulunamadan EBU LÜLÜ adındaki bir KÖLE tarafından namaz kılarken ŞEHİT edildi. Vefatında bir hayli borcu olduğu, hiç malının olmadığı görüldü. (644)
ÖMER'in FEDEK HURMALIĞI'nı PEYGAMBER SOYU'na iade ettiği rivayet edilir.
ÖMER, ölmeden önce ALİ ile OSMAN'ın dahil olacağı 6 kişilik bir heyetin kendi içinden birini HALİFE seçmesini tavsiye edecek fırsatı bulabildi. Bu 6 kişiyi tek tek çağırıp, HALİFE oldukları takdirde ailelerini halkın başına yük etmemelerini istedi. Halifeliği kendi sülâlesine bırakmak aklının köşesinden bile geçmediği gibi, yerine gelecek HALİFE'nin ailesini kayırmasından da çok korkuyordu.
ÖMER'in ŞEHADET'inden sonra bu 6 kişi toplandı. Ancak MISIR Valisi AMR ile KUFE Valisi MUGİRE kapıya dayandılar. Ağırlıklarını koymak istediler... Böylece HALİFE seçiminde ilk defa İSTİŞARE'nin yanısıra MÜCADELE ve MÜDAHALE söz konusu oluyordu.
Bu kişiler kapıdan uzaklaştırıldıktan sonra toplantı devam etti. HAŞİM OĞULLARI ALİ'yi, ÜMEYYE OĞULLARI da OSMAN'ı HALİFE olarak görmek istiyordu.
ALİ, PEYGAMBERİMİZ'in vefatından sonra geçen 12 yıl içinde İLK DEFA HALİFELİK görevine talip oldu!.. Ve dedi ki:
- "Bu bizim hakkımız!.. Verilirse alırız, verilmezse, biner devemize gideriz!"
Arkasından da şu önemli görüşünü ekledi:
- "Korkarım ki, bu meclisten sonra kılıçlar konuşmaya, ahidlere ihanet edilmeye başlanır!"
ALİ bu sözleri ile bu mecliste alınacak kararın bölünmeye, İKTİDAR MÜCADELESİ'ne yol açabileceğini, onun için de çok dikkatli davranılmasını istemişti!
Meclisteki 3. önemli kişi ABDURRAHMAN BİN AVF idi. Rivayete göre, ÖMER yukardaki vasiyetinden biraz önce ABDURRAHMAN'a halifeliği teklif etmiş, o da "Sen tavsiye eder misin?" diye sormuştu. ÖMER, "Etmem," deyince ABDURRAHMAN da görevi kabul etmemişti. İşte bu zat HALİFELİK'ten feragat edince adaylar ikiye indi. ABDURRAHMAN, tarafların rızası ile HAKEM oldu.
ABDURRAHMAN önce ALİ'ye sordu:
"Sen kendin aday olmasaydın, kimi seçerdin?" Ali,
- "OSMAN'ı," diye cevap verdi... OSMAN'a sordu:
"Sen kimi seçerdin?" O da,
"ALİ'yi" dedi... Bunun üzerine başlayan görüşmeler üç gün uzadı gitti.
HAŞİM OĞULLARI da, ÜMEYYE OĞULLARI da ABDURRAHMAN'a kendi adaylarını seçmesi için baskı yapıyorlardı.
Meclisteki 6 kişiden biri olan SAD'ın,
- "ABDURRAHMAN, artık bir karar ver!"
demesi ve diğerlerinin sesini çıkarmaması üzerine durum birden değişti. 6 kişiye verilmiş olan HALİFE'yi seçme görevi sadece ABDURRAHMAN'a bırakılmış oldu!
ABDURRAHMAN, ALİ'yi çağırdı,
- "ALLAH'ın KİTAB'ını, RESULULLAH'ın SÜNNET'ini ve İKİ HALİFE'nin yolunu takip edeceğine söz ver,"
dedi. ALİ de o muhteşem tevazuu ile,
-"İLMİM ve TAKATIM yettiği kadar," diye cevap verdi.
Sonra aynı soru OSMAN'a tevcih edildi. OSMAN,
- "Veririm!" dedi. ABDURRAHMAN da,
- "YARABBİ, şahit ol!..Boynumdaki emaneti OSMAN'ın boynuna koydum,"
dedi ve OSMAN böylece HALİFE seçilmiş oldu!
Tartışması çok yapılan bu olaydan sonra, ABDURRAHMAN'a niye ALİ'yi seçmediği sorulunca,
- "Benim suçum yok. Ben ALİ'ye BİAT'i düşünerek ona yöneldim. Ama o TAKATIM KADAR diye tereddütlü bir cevap verdi. Halbuki OSMAN kayıtsız kabul etti,"
demiştir...
Bizce ABDURRAHMAN'ın davranışında bir artniyet yoktur. Ama ALİ'nin sözündeki tevazu ifadesini "tereddüt" olarak yorumlamış, beşeri bir hataya düşmüştür! Elbette ki, ALİ de görevi OSMAN kadar yapabilirdi, ama o, OSMAN kadar büyük konuşmamıştır!
ABDURRAHMAN bu SEZGİ NOKSANLIĞI'nın sıkıntısı çok çekmiştir. OSMAN'ın kızkardeşi ile evli olduğu için onu kayırmakla suçlanmıştır... Ayrıca MISIR Valisi AMR'ın ona bu soruyu kasıtlı sordurduğu, böylece ALİ'yi tuzağa düşürdüğü de rivayet edilir.
Bizce, ne olursa olsun, ABDURRAHMAN iyiniyetli bir kişi idi. Hırslı değildi. 2 defa HALİFE adaylığından feragat etmiştir. Eğer birazcık kastı olsaydı, kendi halifeliği için uğraşırdı. Ama ne yazık ki, ALİ'nin sözünü GÖNLÜ ile değil, AKLI ile değerlendirmiştir. Onun bu hatası TAKDİR-İ İLAHİ'nin OSMAN'ı HİLAFET görevine getirmesine vesile olmuştur!
Tekrar belirtelim ki, ALLAH'IN DEDİĞİ OLUR!..
Eğer ALLAH isteseydi, ALİ, ilk seferde; olmadı, ikinci seferde; yine olmadı, bu üçüncü seferde HALİFE olurdu!
Demek ki, HAYIRLISI böyle imiş!
Şimdi CANLAR!...Şöyle bir durup SÜKUNET ile düşünün.
ÖMER'İN HİLAFETİ sırasında ALEVİLER ile SÜNNİLER arasında bir ayırım yaratacak bir olay var mı?...TÜRKLER'i ilgilendiren bir husus var mı?..
Ve tekrar belirtiyoruz: ŞAHLAR ŞAHI ALİ, EBUBEKİR'in vasiyetine uyup ÖMER'e derhal BİAT etmiş, onun KADISI olmuş, savaşlarında yer almış... EHL-İ BEYT ve bütün HAŞİM OĞULLARI, yani PEYGAMBER'in akrabaları ona uymuş... O DÖNEMİN bütün ALİ SEVENLER'i, bütün PEYGAMBER DOSTLARI ona uymuş!..
Peki, BU DÖNEM'in ALİ SEVENLER'i, ALEVİLER'i neden hâlâ HİLAFET kavgası yapar?.. Hiç YOL EHLİ'ne yakışır mı?
ALİ'nin hatırı için artık buna bir son vermek, EYVALLAH demek gerekmez mi?
Biz diyoruz ki, ALEVİLER ile SÜNNİLER arasında günümüzde görünen farklılıkların ne EBUBEKİR'in HİLAFET'i ile, ne ÖMER'in HİLAFET'i ile, ne de biraz sonra okuyacağınız OSMAN'ın HİLAFET'i ile bir alâkası yoktur!.. Bunlar tamamen o dönem ARAPLAR'ının AİLE KAVGALARI'ndan ibarettir! Yalnız OSMAN'la birlikte işin içine bir de İKTİDAR hırsı karışmıştır! Şimdi o günleri gözden geçirelim.
OSMAN'ın nasıl HALİFE ÖMER'in vasiyeti üzerine 6 kişilik bir heyet tarafından HALİFE seçildiğini anlatmıştık...
ALİ her nekadar bu seçimle mağdur edildiyse
de, OSMAN'a derhal BİAT'ten kaçınmamıştır.
Bizce ALİ'nin ilk "hakkının yendiği" HALİFELİK seçimi budur. Çünkü kendisi İLK DEFA bu seçimde aday olmuş ve son ana kadar adaylıktan çekilmemişti.
Ne var ki, İLAHİ TAKDİR onun bu sefer de HALİFE olması yönünde tecelli etmemiştir... Yani, cereyan eden olayda bizim anlıyamadığımız bir HİKMET vardır. Aslında tecelli açısından bakılırsa, yenen bir hak ta yoktur. Öyle olması gerekiyordu, öyle olmuştur!
ALİ'nin seçim sırasında belirtiği gibi, OSMAN'ın HALİFELİK dönemi anarşi ve kargaşanın başladığı dönemdir. Kendisi zaten yaşlı idi. Belki de bilmeyerek ailesi ÜMEYYE OĞULLARI'nın yüksek mevkilere gelmesine, güçlenmesine sebep oldu. Bu da HAŞİM OĞULLARI'nın ve diğer ailelerin düşmanlığı çekti. Çoğu doğru olmayan ithamlar altında kaldı.
Ancak OSMAN'ın bir hatası vardır ki, geçiştirilemez. Bildiğimiz kadarı ile, İSTİŞARE'yi ihmal etmiştir. Yani ASHAB'ın dediklerini dinlememiştir, İSLAM DEVLET GELENEĞİ olan DANIŞMA'ya uymamıştır... Çoğu konuda, "Bu benim İÇTİHAD'ımdır," der, kendi düşündüğünü uygulardı.
İÇTİHAT, İSLAM'da çok önemli bir yer tutar. Yeni durumlara göre yeni hükümler vermek, kurallar koymak demektir. Hatta "İçtihatçılar isabetli hüküm verirlerse on sevap, hata ederlerse bir sevap kazanırlar," denilerek İÇTİHAT teşvik edilmiştir. Bunun amacı İSLAMİ UYGULAMALAR'ı ZAMAN'a ve ZEMİN'e göre en makbul hale getirebilmektir.
OSMAN'ın bu sözün etkisinde kalmış olması mümkündür. Ne var ki, İÇTİHAT, İSTİŞARE'yi, KIYAS'ı, İCMA-İ ÜMMET'i ortadan kaldırmaz. Yani yeni durumları daha önceki olaylar ile kıyaslamayı, alimlere, tecrübelilere danışmayı, ve halkın düşüncelerini göz önünde tutmayı engellemez. OSMAN maalesef bazı olaylarda böyle
davranmamıştır. Ayrıca Hz. MUHAMMED'le alay ettiği için kınanan AS'ın oğlu hilekâr MERVAN'ı kendine SIR KÂTİBİ yapmıştır. AS, EBU SÜFYAN'ın amcası idi. Babası da, MERVAN da bu görevden önce TAİF'te sürgünde idiler. OSMAN onları sürgünden kurtarmış, MERVAN'a da önemli bir görev vermiştir.
Aslında onun devri zaten zorluklarla doluydu. İSLAM toprakları PEYGAMBERİMİZ'in zamanındakinden 100 kat daha genişlemişti. Halkın çoğu yeni MÜSLÜMAN olmuştu. İdaresi güçtü. Bu yüzden herkes şikayet ediyor ve her kötü olaydan dolayı MEDİNE'yi sorumlu tutuyordu. TALHA BASRA'da, SAD BİN VAKKAS KUFE'de, AMR MISIR'da vali idi. ŞAM'a da akrabası EBU SÜFYAN'ın oğlu MUAVİYE'yi vali tayin etmişti.
Hele bu son olay bir çok münakaşalara sebep olmuştu. ŞAM, DOĞU ROMALILAR'dan, yani BİZANS'tan alındığı için modern, zengin, oturmuş bir şehir idi. Halbuki MEDİNE hâlâ bir kısmında bedevilerin oturduğu mütevazı bir yerdi.
Zeki bir adam olan MUAVİYE ta o zamandan ŞAM'ın üstünlüğünü farketmişti. Daha ÖMER zamanında ŞAM'a gitmiş, orada sabırla küçük görevlerde hizmet etmişti. Vali olunca da gizli yürüttüğü faaliyeti açığa döktü. Zaten ŞAM, atası ÜMEYYE'nin çok önceden 10 yıl sürgüne gittiği şehirdi. ÜMEYYE OĞULLARI'nın orada etkisi vardı.
(Bakınız:ARAP, KABİLE VE AİLE DEMEKTİR! )
MUAVİYE, ŞAM'daki ROMA kültüründen yararlanarak ordusunu ROMA harb usüllerine göre eğitti. Bu arada hem SIR KÂTİBİ, hem de VEZİR görevi sürdüren MERVAN da boş durmuyor, zaman zaman OSMAN'ın mührünü kullanarak entrikalar çeviriyordu... İşte OSMAN bu iki kişiye bu imkânları sağladığı için haklı olarak çok suçlanmıştır.
Aslında ALİ'nin sezdiği ve seçim sırasında dile getirdiği gibi, OSMAN'ın HİLAFET'i ARAPLAR arasında büyük bir değişikliğe yol açmıştı. Hz. MUHAMMED'in PEYGAMBER olmasıyla HAŞIM OĞULLARI'nın KUREYŞ içindeki liderliği pekişmiş, ÜMEYYE OĞULLARI ikinci planda kalmıştı. Ama OSMAN'la birlikte ÜMEYYE OĞULLARI, sonraki adıyla EMEVİLER öne çıkmış oluyordu. Bu durum, sosyal bir sarsıntıya yol açmış, çoğu kimseyi huzursuz etmişti. Bu sarsıntı ve sıkıntıları, OSMAN'ın birbirini takip eden hataları daha da arttırmıştır.
Peki, bu gidişat karşısında ALİ ne yapıyordu?.. İddia edildiği gibi köşesine mi çekilmişti?..OSMAN'a kinlenmiş miydi?..Kendi halifeliği için mücadeleye mi hazırlanıyordu?
Hayır!.. Bunların hiç biri değil!.. ALİ, OSMAN'a da derhal BİAT etmişti. Mümkün olduğu kadar yanından ayrılmıyor, OSMAN yetersiz kaldığı, zaaf gösterdiği için, bu yaşlı zata yardımcı oluyor, sık sık yol gösteriyordu.
OSMAN bu fikirleri çoğu zaman kabulleniyor, ama valilerine söz geçiremiyordu. ÜMEYYE ailesinin zulmü gün geçtikçe artıyordu. ALİ, HAŞİM OĞULLARI'nı yatıştırmaya çalışıyor, ama daha önce söylediği gibi kılıçların çekilmesini önlemek gittikçe güçleşiyordu. Olayın iki AİLE arasında tıpkı İSLAMİYET öncesi gibi bir düşmanlık halini alması önlenemiyordu.
Nisbeten sakin geçen ilk 6 yıldan sonra bozgunculuk ve ayaklanmalar artmıştı. ROMALILAR'ın, BİZANLILAR'ın, İRANLILAR'ın, YAHUDİLER'in bazı kötü âdetleri İSLAM'a karışmaya, fesat katmaya başladı. Zenginlik başa belâ getirdi. Kumandanlar, valiler ROMALILAR'dan gördükleri zevk ve sefahat âlemlerine daldılar. Hep ön planda olan PEYGAMBERİMİZ'in ASHAB'ı, bu dönemde ya ölmüş, ya da çok yaşlanmış olduğu için etkisini kaybetmişti. KUREYŞLİLER eski anlayışlarına dönmüşler, kendilerini herkesten üstün görmeye başlamışlardı. Bu da diğer kabileleri, ARAP olmıyan MÜSLÜMANLAR'ı incitiyordu. MECUSİLER ve YAHUDİLER de hallerinden memnun olmayan KÛFE, MISIR, BASRA ahalisi gibi seslerini yükseltmeye başlamışlardı.
Nihayet acı son yaklaştı... (656) Bu mağdur insanlardan büyük gruplar HAC için, ve MERVAN'dan şikayet için MEDİNE'ye geldiler. Şikayetlerinde haklı olmalarına rağmen, herhalde bozguncu davranışlarından dolayı ALİ de dahil olmak üzere kimse onlara aracılık etmek istemedi.
O hafta CUMA günü bu kişiler "intikam, intikam" diye bağırarak sokaklarda koşmaya başladılar. ALİ bunlardan birini durdurdu, sebebini sordu. Adam kendileri hakkında ölüm emri yazılı bir kâğıt bulduklarını söyledi. Halbuki OSMAN'ın böyle bir şeyden haberi yoktu. Yazıyı MERVAN yazmıştı!..
Ama OSMAN, isyancıların "MERVAN'ın teslimi ve HALİFELİK'ten çekilmesi" talebini reddetti. İsyancılar onu evinde 40 gün kadar kuşattılar. MEDİNELİ ASHAB'ın çoğu bu durumdan üzülerek şehri terketti. TALHA, ZÜBEYR, ALİ kaldı ve OSMAN'a yardıma çalıştı. Ama başaramayıp onlar da evlerine çekildiler. ALİ oğlu HASAN'ı HALİFE'yi korumakla görevlendirdi.
OSMAN'ın yakınları asilerle harb etmek istiyordu. Ama OSMAN yumuşak tavırlı biri idi. Zaten şimdiye kadarki sıkıntıların temelinde bu yumuşak ve kararsız mizacı yatıyordu. Kabul etmedi.
- "Ben MÜSLÜMAN kanı döken ilk İMAM olmam. PEYGAMBER'in yanından da ayrılmam,"
dedi. Şehri de terketmedi.
Bir perşembe gecesi rüyasında PEYGAMBERİMİZ'i, EBUBEKİR'i, ÖMER'i gördü. Hz. MUHAMMED kendisine, "Oruçluyuz, iftara seni bekliyoruz," dedi. Ertesi CUMA gününü KUR'AN okumakla geçirdi... Akşama doğru asiler hücuma geçtiler. Kapıda nöbet tutmakta olan ALİ'nin oğlu HASAN'ı yaralayıp içeri girdiler ve OSMAN'ı okumakta olduğu KUR'AN'ın başında ŞEHİT ettiler!... Asilerin korkusundan cenazesi ancak iki gün sonra ve sadece 17 kişi ile kaldırıldı.
Bir rivayete göre OSMAN, EBUBEKİR'in oğlu MUHAMMED'i MISIR'a vali tayin etmiş... Ancak MERVAN onun mührünü kullanarak MISIR'a "Gelir gelmez öldürün," diye ferman yazmış. Tesadüfen mektubu götüren kişi MUHAMMED ile karşılaşmış, mesele anlaşılmış. MUHAMMED, MEDİNE'ye dönüp halkı OSMAN aleyhine kışkırtmış...
Bu rivayet EBUBEKİR'i kötülemek için uydurulmuş olabilir. Ancak, eğer doğruysa, o zaman AİLELER arası HUSUMET'in ve MAKAM HIRSI'nın boyutlarını göstermesi bakımından ibret verecidir.
OSMAN'ın hakkında öne sürülen yersiz iddialardan çoğu, arkasında bıraktığı büyük servetten kaynaklandı... Halbuki İLK HALİFE EBUBEKİR'den sadece bir kaftan, bir deve, bir de köle kalmış, onlar da vasiyeti gereği BEYT-ÜL MAL'e irad kaydedilmişti...DEVLET hazinesinden kendisi için çok az para alan ÖMER ise, ardında büyük bir borç bırakmıştı... OSMAN'dan geriye büyük bir servet kalınca, bazıları onun DEVLET parası yediğini ve çevresine yedirdiğini düşündüler... Ancak kendisi zaten zengin bir aileden geliyordu.
Bu yüzden biz, PEYGAMBERİMİZ'i son gün rüyasında gören muhterem bir zatın bilerek kimseye birşey yedirdiği inancında değiliz. Onun hatası yumuşak başlı ve çevresini dinlemez oluşu idi. Bunun bedelini de canıyla ödedi.
Burada bir açıklama yapmamız gerekmektedir. SÜNNİLER'in çoğu PEYGAMBERİMİZ'in "Ne mutlu beni görene!.. Ne mutlu beni göreni görene!" sözünden hareketle o dönem insanların eleştirilmesinden hoşlanmazlar. Saygı açısından bu doğrudur...
Ancak TARİHİ OLAYLAR'ın incelenmesinde, hele ALEVİ-SÜNNİ sürtüşmesinin ortadan kalkması için yapılan bir araştırmada kişilerin BEŞER yönünün değerlendirilmesi kaçınılmazdır. PRENSİPLER yazısında çok açık olarak belirttiğimiz gibi, KUL HATASIZ OLMAZ!.. MUHAMMED bile ÖNCE ALLAH'IN KULU, SONRA O'NUN PEYGAMBERİ'dir. O yüzden dir ki, biz PEYGAMBER dışındaki kişiler için "HAZRET" ifadesini sık kullanmadık çünkü onları TARİH içindeki herhangi bir ŞAHSİYET olarak aldık. Onların hem BEŞERİ HATALAR'ından bahsedip hem de HAZRET demek doğru olmazdı.
Şurasını hemen belirtelim ki, ALEVİ-SÜNNİ tartışmalarının sonuç alınamaz biçimde sürmesinin bir sebebi de, her iki tarafın da bazı kişilere "toz kondurmak istememesi"dir... Halbuki hepsinin TANRI NURU olan ÖZ'lerinin yanı sıra, bir de ölüp giden BEŞER yönleri vardır. Ve bu olaylar işte bu BEŞER yönlerinden kaynaklanmıştır.
Kaldığımız yerden devam edersek, ALEVİLER ve ŞİİLER arasında yaygın olan "KUR'AN'dan ALİ ile ilgili ayetlerin çıkarıldığı" iddiasından, OSMAN da nasibini almaktadır... Çünkü EBUBEKİR tarafından bir araya getirilen sayfaları sıraya koydurmuş, ve yeni nüshalar yazdırıp bunları dört bir yana göndermiş, bu suretle yeni MÜSLÜMAN olan ülkelerin de KUR'AN'dan nasibini almasını sağlamıştı. Bu arada düzensiz bir şekilde yazılmış olan ve hepsi eksik olan KUR'AN parçalarını da toplatmış ve imha ettirmişti. İşte bu noktada OSMAN için "Asıl KUR'AN'ı yaktırdı" iftirası, 2000'E DOĞRU dergisi gibi pek çok dergi ve kitapta dile getirilmiştir.
Şimdi sorarız:
Eğer OSMAN asıl KUR'AN'ı yaktırmış olsaydı, ALİ hiç onun yanında kalır mıydı?.. Son gününde oğlu HASAN'a onun kapısında nöbet tutturur muydu?.. Bir kişi çıkacak, asıl KUR'AN'ı yakıp yok edecek, ALİ GİBİ YİĞİT, ZÜLFİKAR GİBİ KILIÇ onun kellesini almayacak!.. Bu mümkün mü?
Eğer OSMAN'ın yazdırdığı yeni nüshalarda hatalı bir şey olsaydı, BİR TEK HARFİ bile değişseydi, ALİ kendi HALİFE olunca da bunu düzeltmeseydi, ALLAH İNDİNDE ALİ'nin hali nice olurdu?.. Bütün MÜSLÜMANLAR'ın VELİSİ ALİ, hiç eksik, yanlış KUR'AN yazılmasına, dağıtılmasına izin verir miydi?
Görüldüğü gibi, biraz MANTIK, biraz İZ'AN, biraz İNSAF ile HAKİKAT'in tesbiti hiç te zor değildir! Bu soruların cevabı bellidir. İddianın sebebi, kaynağı da bellidir... Ona da ilerde değineceğiz...
Bazı kaynaklarda KUR'AN'ın ALİ NÜSHASI diye geçen bir düzenleme vardır. Bu, ALİ'nin kendisi için yaptığı bir TERTİP çalışmasıdır ki, ayetleri İNİŞ sırasına göre dizmekten ibarettir. ALİ ayetlerin derin mânâsını daha iyi kavramak için iniş sebebini de göz önünde bulundurarak yorum yapabilme amacıyla bu çalışmayı yürütmüştür... Bu şekilde hazırlanmış bir İngilizce KUR'AN meali piyasada mevcuttur. (THE KORAN, tercüme: J.M.Rodwell) Ancak halka hitap için Hz. MUHAMMED'in buyurduğu şekilde sureler halinde dizilmiş KUR'AN elbette ki daha uygundur. Zaten bütün dünyada ALEVİ-SÜNNİ-Şİİ MÜSLÜMANLAR tarafından kullanılan TASNİF te budur.
OSMAN'ın 12 yıllık HİLAFET'i sırasında pek çok iyi olay da cereyan etmiştir. Ordu ve donanma güçlenmiş, KIBRIS ve RODOS alınmıştır... MÜSLÜMANLAR onun zamanında bütün KUZEY AFRİKA'yı aşarak İSPANYA'ya geçtiler. TARIK BİN ZİYAD'ın İSPANYA'ya geçtikten sonra gemilerini yaktırarak askerlerin geri dönüş ihtimalini ortadan kaldırması meşhurdur... Böylece koca yarımada kısa zamanda İSLAM egemenliği altına girmişti... ASYA'da HORASAN ve TABERİSTAN bu dönemde fetholundu.
Kısacası PEYGAMBERİMİZ'in pek methettiği, iki kızını verdiği OSMAN'ın hataları yanında, unutulmaz hizmetleri de vardır.
Bir süredir KUR'AN'a saldırılar çoğaldı... Bunların bir kısmı İSLAMİYET'i "Arap dini", KUR'AN'ı da "Muhammed'in kitabı" şeklinde küçümsemeye çalışırken, bir kısmı da sözde "dine saygı" ve "vicdan hürriyeti" kisvesi altında bir "Türkçe ibadet" teranesi tutturdular... Biz her ikisini de tehlikeli buluyoruz.
Bizim insanımız zaten TÜRKÇE ibadet eder. Yatarken, kalkarken, yemek yerken, hatta ölmüşlerimize MEVLUT okuturken hep TÜRKÇE ibadet eder... Çok şükür, ATATÜRK'ün sayesinde KUR'AN tercümeleri, tefsirleri, HADİS tercümelerini de TÜRKÇE okuma imkanına kavuşmuştur.
Ama istenen bu değildir!.. İstenen KUR'AN'ın ASLI'nın TÜRK İNSANI'ndan uzaklaştırılmasıdır. Diğer MÜSLÜMAN ülkelerle rabıtamızın tamamen kesilmesi, BATI'dan başka dünyanın hiç bir kesimiyle ilgilenmememizdir!.. İşte biz bunu tehlikeli buluyoruz.
KUR'AN'ın MÂNÂ'sı kadar LÂFZ'ı da bir mucizedir. Yani her KELİME'si, hatta her HARF'i İTİNAYLA SEÇİLMİŞ'tir. İndiği andan itibaren öyle muhafaza edilmiş, kıyamete kadar da edilecektir! Çünkü bu ALLAH'ın VAAD'idir!.. Ve KUR'AN-I KERİM indiği andan itibaren değişmeyen tek DİN KİTABI'dır! Aslının her müslümanın evinde bulunabildiği TEK DİN KİTABI'dır!
KUR'AN'daki mucizevi yapıyı inceleyen bir çok araştırma yayınlanmıştır. Bunlar daha çok 19 sayısının özelliği üzerinde durmuşlardır. Her ne kadar bu araştırmayı yapanlardan birisi, sonradan sapıtıp kendi hesaplarına uymuyor diye, KUR'AN'dan bazı ayetleri çıkartmak istemiş ise de, araştırmalar gerçeği ifade etmekte idi. KUR'AN gerçekten 19 sayısı ile şifrelenmiş, onun ayetleri ile oynanması bu sayı sayesinde engellenmiştir. MÜDDESİR Suresi 30-31. ayetler "ONUN ÜSTÜNDE 19 VAR!" diyerek bu hususu belirtir ve hemen ardından gelen ayetler de, KUR'AN'la oynamaya kalkanın ne çeşit bir CEHENNEM azabı ile karşılaşacağını anlatır.
Bu sistem nasıl işliyor, isterseniz bir misal ile anlatmaya çalışalım. Mesela, KUR'AN'da "ALLAH, ALİ'yi HALİFE yapmanızı istiyor" diye bir ayet olsaydı, ve birisi bunu çıkarsaydı, KUR'AN'da derhal bir eksiklik meydana gelir ve bu derhal göze çarpardı!..Çünkü ALLAH kelimesi KUR'AN'da 2698 kere geçer ve bu rakam 19 sayısına bölünebilir. Bir tek ALLAH kelimesinin çıkarılması, derhal bu işlemi aksatacaktır!..
İş burada da bitmez. ALLAH kelimesini, bir yerden çıkartıp, başka bir yere koymaya çalışsanız da olmaz!.. Çünkü pek çok anahtar harfin KUR'AN'daki sayısı da bellidir ve 19'a bölünebilir!.. O harflerden bir tanesi yok etseniz, veya sayısını arttırsanız, derhal eksiklik göze çarpar!
İşin enteresan tarafı, 19 sayısının bu MATEMATİK özelliği, yani asal sayı olması ile sağladığı bu GÜVENLİK SİSTEMİ, ancak 20. asırda görülebilmiştir... Son yıllara kadar KUR'AN ile ilgilenen alim ve mutasavvıflar "onun üstünde 19 var" ifadesini 19 meleğe, 19 hikmete, hatta arkasından gelen cehennem ayetini göz önünde tutarak 19 zebaniye yormuşlardır. İşin özüne inememişlerdir...
Yani, Yüce ALLAH gönderdiği KİTAB'ın sırrını, nüsha sayısının az olduğu dönemlerde insanlardan gizlemiş, her türlü oyunu engellemiştir!.. Artık dünyada o kadar çok KUR'AN NÜSHASI vardır ki, kimse çıkıp onu değiştiremez. Bu yüzden 19 sayısının hikmeti de açığa çıkmıştır.
Tekrar edelim, KUR'AN'dan değil bir AYET, bir KELİME; bir tek HARF bile çalmak mümkün değildir!..
Mesela başında ELİF, LÂM, MİM gibi tek harflerin olduğu sürelerde, bu harflerin sayısı hep 19'un katlarıdır. Bir tanesi bile eksilse hemen dikkat çeker!
Bunlardan bir tanesi 7. suredir. ARAF Suresi... Başında ELİF, LÂM, MİM, SAD vardır... Bu surenin 69. ayetinde geçen BASTATAN kelimesi aslında SİN harfi ile yazılması gerekirken, PEYGAMBERİMİZ SAD ile kayda geçmesini buyurmuştur... Halbuki aynı BASTATAN kelimesi BAKARA Suresinin 247. ayetinde, olması gerektiği gibi, SİN ile yazılıdır... Evinizdeki KUR'AN-I KERİM'i açarsanız, ARAF Suresinin 69. ayetindeki BASTATAN kelimesinin SAD ile yazılmış olduğunu, ancak GEREĞİ GİBİ okunsun diye üzerine bir SİN harfi konmuş olduğunu görürsünüz!..
Acaba PEYGAMBERİMİZ 1400 yıl önce neden böyle bir zahmete girmişti?.. Eğer BASTATAN kelimesi SİN ile okunacaksa, neden SAD ile yazılmıştı?...
Çünkü O süredeki ELİF, LAM, MİM, SAD kelimeselerinin toplamının 19'a bölünebilmesi için bir SAD harfi GEREKLİ idi de, ondan! (5358/19=282)
Kaldı ki, o SAD harfinin görevi orada da bitmez... SAD harfi ile başlıyan üç suredeki SAD sayısı da bu kurala uyar. (152/19=8) (7., 19. ve 38. sureler)
Gördünüz mü KUR'AN nasıl korunuyormuş?..
Her ne kadar HZ. EBUBEKİR ilk defa KUR'AN sayfalarını bir araya toplatmış, HZ. OSMAN da bu toplanmış sayfaları TERTİP ettirmiş ve yeni nüshalar yazılmasını sağlamış ise de; PEYGAMBERİMİZ'in,
- "CEBRÂİL her yıl KUR'AN'ın TERTİB'i için gelirdi. Bu yıl iki kere geldi. Ecelimin yaklaştığını görüyorum," HADİS'inden, ilk TERTİB'in HZ. MUHAMMED tarafından ve son derece büyük bir itina ile yapıldığını anlıyoruz.
İşte bu nedenledir ki, hiç bir ALEVİ kardeşimizin "ALİ'yi HALİFE yapmamak için KUR'AN'dan ayet çıkardılar" demesi, doğru olmaz!.. Hele bu yazıyı okuduktan, gerçeği öğrendikten sonra bunu derse, büyük günaha girer...
Çünkü böyle bir ifade, önce ALLAH'a "yalancı" demek anlamına gelir, sonra da Hz. MUHAMMED'e ve ALİ'ye hakaret etmiş olunur!.. Ki, edebe sığmaz!..
Öyle ya, Yüce ALLAH, "KUR'AN'ı Biz indirdik ve elbetteki kıyamete kadar onu Biz koruyacağız!" demiyor mu?.. Bir ALEVİ kalkar da, "KUR'AN eksik" derse, bu ALLAH'a hâşâ, "sen vaadini tutmadın, yalancısın" demektir!.. Öte yandan Hz. MUHAMMED'e "Sen görevini yapmadın, ölmeden önce KUR'AN'ı derleyip düzene sokmadın, suçlusun" diye çatmaktır...
Hele ALİ'nin durumu daha da kötü olur. Bu söz ona, "Sen kendinle ilgili ayeti bile hatırlamadın, hiç dile getirip hakkını korumadın. Hepsinden beteri, HALİFE olduğunda KUR'AN'ın eksiğini tamamlamadın, ne biçim adamsın?" demektir!..
İşte bazı densizler hiç düşünmeden bu anlama gelecek ifadeler kullanıyorlar! Ne diyelim!.. ALLAH islah etsin!
Hemen ekliyelim ki, KUR'AN'ın tanziminde OSMAN'ın herhangi bir hilesi, günahı yoktur. Tam tersine büyük hizmeti olmuştur. Hayırla yadedilmesi gerekir.