13 Nisan 2016

KENDİNİZE AZIK EDİNİN


KENDİNİZE AZIK EDİNİN


Şüphesiz ki, Azığın En Hayırlısı Takvâdır.” (Bakara: 197) “Dini Allah’a Has Kılarak İhlâs İle Kulluk Et. İyi Bil ki Hâlis Din Ancak Allah’ındır.” (Zümer: 2-3)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:“-Müferridler yarışı kazandılar!”  “-Müferridler kimlerdir yâ Resulellah?” “-Onlar o kimselerdir ki, Allah-u Teâlâ’nın zikrine bütün benlikleri ile dalmışlardır, başka şeylerle uğraşmazlar. Bu zikir onlardan yüklerini indirmiştir, kıyamete hafif olarak gelirler.” (Hâkim)

Hakikat Dergimizin 79. sayısında “Saâdet-i Ebediye’nin yarışını kimler kazandı?” başlığı altındaki yazıda geçen iki Hadis-i şerif’in mânâsının okuyanlar tarafından anlaşılmadığı görülünce, anlayabilecekleri bir tarzda izah etmemiz zaruri oldu. Lüzumuna binaen tekrar neşrediyoruz.
Cenab-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Ey Ebu Zerr! Gemiyi yenile, çünkü deniz derindir. Tekmil azığını al, çünkü sefer uzaktır. Yükünü hafiflet, çünkü dağlar arasında yol sarp ve meşakkatlidir. Amelini halis kıl, çünkü iyiyi kötüden ayırt eden Allah basirdir, her şeyi her yapılanı görür.”
Şimdi bu Hadis-i şerif’i izah edelim:
“Yâ Ebâ Zerr! Gemiyi yenile.”
Yani daima Kelime-i tevhid’le meşgul ol.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif’lerinde:
“İmanınızı yenileyiniz. “Lâilahe illallah” Kelime-i tevhidini çokça söyleyiniz.” buyurmuşlardır. (C. sağir: 3581)
Yaratılmışlar “Lâ”dan ibarettir. “İllâllah”ta kalabilmek için dâima Kelime-i tevhid’i yâdet, imanını yenile.
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Bir kimse hulûs-u kalp ile ‘Lâilâhe illâllah’ derse cennete girer.” (C.sağîr)
Bir kardeş rüyasında bir adama: “Lâilâhe illâllah” deyip deyip yumrukla vuruyormuş. Öyle ki adam bir kuş kadar küçülmüş. Bıraktığında yavaş yavaş yine büyümeye başlıyormuş.
Düşman düşmandır, hemen karşına nefis dikilir. Dünya denizi de zaten seni bekliyor.
Allah-u Teâlâ’dan gafil kaldığın anda gemin su alır batarsın. Daima yenilemek lâzım ki, gemi o dünya denizine batmasın. Hele bugün! Biraz uyudun mu battın gitti. O batanlar çok konuşur, fakat battığını bilmez.
“Çünkü deniz derindir.”
Gafil olursan dünya denizine batarsın, bir daha çıkamazsın, boğulup gidersin. Ebedi hayatın yok olur. Dünyaya batanlar bir daha kolay kolay çıkamıyor. Arâyiş-i kâzibeden kurtulmak için bu Hadis-i şerif’i gerçekten yaşamamız gerekiyor
Nitekim Abdülkâdir-i Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Bir kurtarıcı olarak ellerinden tutar, dünya denizinden çeker çıkarır.” (Fethür-Rabbani. 5.Meclis)
Bu sözler ve bu nasihatlar da dünya denizinden tutup çıkarmaktadır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyuruyorlar:
“Siz kendisine dünyaya rağbet göstermemek ve az konuşmak hasleti verilmiş bir kimse gördüğünüz zaman ona yaklaşınız (sözlerini dikkatle dinleyiniz). Çünkü o kimse hikmetli söz söyler.” (İbn-i Mâce: 4101)
“Tekmil azığını al.”
Ahirete taalluk eden bütün sermayeni topla, çünkü bir daha dönüşü olmayan bir yola çıkıyoruz.
Kiralık evlerde oturmakta olan kiracıların bir evden bir eve taşınırken bütün eşyasını beraberinde götürüp, sevdiği mallarından bir tek halı, bir tek havlu bile bırakmayacağı herkesçe bilindiği halde; her şeye muhtaç olan kabir evine gidenlerin, sevdiği eşyalarından kısmen olsun beraberinde bir şey getirmemeleri gerçekten hayret verici bir durumdur.
Halbuki sen ebedî bir sefere çıkıyorsun, bir daha dönüş de yok. Ahiret için tarlanı dünyada ek ki, orada azığın hazır olsun. Yolcu olduğunu unutma. Çantan elinde bulunsun.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Dünyada garip, yahut yolcu gibi ol, nefsini ehl-i kuburdan (kabirde imiş gibi) say!” (Tirmizi)
Bir insanda bu halin bulunması çok faydalıdır. Çünkü garip insan kötülük yapamaz. Yolcu ise eline çantasını almış yol almakla meşguldür. Sonra kabirde bulunanların hali ile hallenmemiz tavsiye ediliyor. Şimdiden kabre girmiş gibi. Çünkü ölüme mahkûmuz.
Nefis ölmeyi hiç istemez. Onu bu hususta terbiye etmek için birinci planda ölümü çok anmak ve çöl yolculuğuna çıkacak olan bir insanın bu tehlikeli yolculuktan başka bir şey düşünmediği gibi düşünmek lâzımdır.
Orada eyvah dememek için insan dünyaya niçin geldiğini, nereye gideceğini, niçin yaratıldığını ve ne yapmasının gerektiğini şimdiden düşünmeli, vukuu muhakkak olan ölüm için elde fırsat dilde ruhsat varken hep hazırlıklı bulunmaya çalışmalıdır. Kazanıldığı zaman, ebedi bir hayat kazanılmış olacak.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun. Herkes yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun, çünkü Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Haşr: 18)
Çanta elinde hazır olsun. “İrcıîy!” davetinin ne zaman geleceği belli değil, amma gelecek. Her nefes insanı kabre çekiyor, ömür tükeniyor. Ölüm ve kabir için hazırlıklı olan kimse, ölümden irkilmez. Davet geldiği zaman hemen göçer. O zaten teslim olmuştu, emir bekliyordu, emir de geldi.
Kalanla giden arasında bir gün fark var. İşte geldik işte gidiyoruz. Bugün üstteyiz yarın alttayız. Bugün yataktayız yarın topraktayız. Bu akşam burada, yarın akşam oradayız. Vaktimiz gelince hep gideceğiz de emir bekliyoruz.
Hayat yolculuktur, sen yolcusun. Yapabildiğini yap, bugünkü işini yarına bırakma.
“Çünkü sefer uzaktır.”
Âlem-i berzaha gidiyorsun, yolculuk uzun olduğu gibi dönüşü de yok. Çantayı sakın bırakma, bıraktığın anda davet gelebilir. Hazırlıklı bulun, vasiyetini yapmayı da unutma.
Âyet-i kerime’de buyurulduğu üzere:
“Rabbim! Beni dünyaya geri döndür. Belki yapmadan bıraktığımı tamamlar ve sâlih amel işlerim.” (Müminun: 99-100)
Demek orada hiç fayda vermeyecektir. Çünkü Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyurulmaktadır:
“Hayır! Bu söylediği sadece kendi lâfıdır. Tekrar diriltilip kaldırılacakları güne kadar, önlerinde geriye dönmekten onları alıkoyan bir berzah vardır. “ (Müminun: 100)
“Yükünü hafiflet.”
Dönüşü olmayan ahiret gününde hafif olmak, hiç şüphesiz ki bahtiyarlıkların en büyüğüdür.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“-Müferridler yarışı kazandılar!”
“-Müferridler kimlerdir yâ Resulellah?”
“-Onlar o kimselerdir ki, Allah-u Teâlâ’nın zikrine bütün benlikleri ile dalmışlardır, başka şeylerle uğraşmazlar.
Bu zikir onlardan yüklerini indirmiştir, kıyamete hafif olarak gelirler.” (Hâkim)
Bu müferridler iki türlüdür:
Birincisi ahiret müferridi.
İkincisi dünya müferridi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin bu Hadis-i şerif’lerinde tarif buyurduğu müferridler ahiret müferridleridir.
Dünya müferridlerini de biz açacağız size.
Ahiret müferridleri bütün benlikleri ile âlemlerin Rabbine yönelmişler, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin nurlu yolu üzerindedirler. Dünya malının ağırlık olduğunu, hesaba mucip olduğunu bilirler. Onlarda hiç dünya malı bulunmaz. Dünyada iken yavaş yavaş dünya yüklerini sırtlarından attıkları için hesapları kolaylaşmıştır.
Bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruluyor:
“Kulum beni zikrettiği zaman ben onunla beraberim.” (Buhârî)
Allah-u Teâlâ’nın zikrine öylesine dalmışlardır ki, rikkatli bir kalp ile yalnız şunu isterler:
“Allah’ım! Rızânı ve hoşnutluğunu diliyoruz. Bize o rikkatli kalbi ver ve o kalp ile yürüt.”
Onlar Allah-u Teâlâ’dan hiçbir şey istemezler. Onlarda başka bir arzu yoktur ve yaşamaz.
Allah-u Teâlâ murad ederse kulunu istediği gibi hallendirir, o halleri O koyar ve o kul o hallerle hemhâl olur.
Bu hale vâsıl olanlar çok az kişidir, âdeta tek kişi.
“Yükünü hafiflet, çünkü dağlar arasındaki yol sarp ve meşakkatlidir.”
Gerçekten Allah-u Teâlâ insanları inceden inceye suale tâbi tutacak ve zerreden hesaba çekecek.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Yer müthiş bir sarsıntı ile sarsıldığı zaman!
Yer bütün ağırlığını dışarıya çıkardığı zaman. İnsanın: ‘Buna ne oluyor?’ dediği zaman!
İşte o gün yer, üzerinde herkesin ne iş yaptığını haber verir.
Çünkü Rabbin ona konuşmasını emretmiştir.
O gün insanlar, yaptıklarının kendilerine gösterilmesi için gruplar halinde (ilâhî divana) çıkarlar.
Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onun mükâfatını görür.
Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun cezasını görür.” (Zilzâl: 1-8)
İnsanoğlu başıboş bırakıldığını zanneder. Halbuki iş onun sandığı ve düşündüğü gibi değildir. Kıyamet gününde ona soracak ve yaptıklarının cezasını görecektir.
Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Fakat o, sarp geçidi geçmeye katlanamadı. Sarp geçidin ne olduğunu bilir misin?” (Beled: 11-12)
Allah-u Teâlâ bu sarp geçidin ne olduğunu sormakla engelin büyüklüğünü ve aşmanın güçlüğünü beyan buyurmuş oluyor.
İnsanla cennete varan yol üzerinde bulunan bu sarp geçit, ancak Allah-u Teâlâ’nın bahşedeceği imanla aşılabilir. Kullarına karşı engin merhamet sahibi olan Allah-u Teâlâ bu geçidi katetme yolunu da göstermiş oluyor.
Bu sarp geçidi geçmesi, yokuşu açması için Allah yolunda cömertlik yapması, bu uğurda gayret sarfetmesi gerekmektedir.
Allah-u Teâlâ bu sarp geçidi aşmada imanın en büyük âmil olduğunu, müminlerin birbirine Allah yolunda zahmet ve güçlüklere tahammül etmeleri için sabrı tavsiye etmelerini, mahlûkata merhamet hususunda birbirine tavsiyede bulunmalarını beyan buyuruyor:
“Sonra iman edenlerden olmak, birbirine sabrı tavsiye edenlerden, merhametlilerden olmayı tavsiye edenlerden olmaktır.
İşte bunlar sağ tarafta yerlerini alan sağın adamlarıdır.” (Beled: 17-18)
Bu Âyet-i kerime’lerde yapılan iyiliklerin, amel ve ibadetlerin ancak imanla birlikte yapıldığı takdirde menfaat vereceği belirtilmektedir.
Kitapları sağ tarafından verilecek olan Ashâb-ı yemin, hem kendilerine hem de başkalarına huzur ve menfaat veren kimselerdir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Asır sûre-i şerif’inde buyuruyor ki:
“Asra yemin olsun ki, insan gerçekten hüsran içindedir. Ancak iman edip amel-i sâlih işleyenler, birbirlerine Hakk’ı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesnâdır.” (Asır: 1-3)
Burada görülüyor ki bütün insanlar hüsran içindedirler, ancak iman edenler kurtuluyor. İnsan iman edip amel etmezse, o iman onu kurtaramıyor.
Kişi iman etmekle beraber, amel-i sâlih işlerse, Hakk’ı bilir Hakk’ı tavsiye ederse, Hakk’ta sabreder ve sabrı tavsiye ederse hüsrandan kurtulmuş oluyor.
Buradaki sabır, kötülüklerden içtinab etmek ve ettirmektir.
Bu Asır sûre-i şerif’inde öyle incelikler var ki, Allah-u Teâlâ lütfetmeyip hiçbir Âyet-i kerime indirmeseydi, nizam-ı ilâhî için bu sûre-i şerif kâfi gelirdi.
Buna rağmen yine herkes tehlikededir. Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“İnsanlar helâk olmuşlardır, ancak âlimler müstesna. Âlimler de helâk olmuşlardır, amel edenler müstesna. Amel edenler de helâk olmuşlardır, ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahipleri de büyük tehlike üzerindedir.” (K. Hafâ)
Bu Hadis-i şerif’e bakılırsa durum cidden çok korkunçtur. Bu korkunçluğu arzedeceğimiz ikinci Hadis-i şerif daha bariz bir şekilde belirtmektedir.
Bu helâk olanlar kimlerdir? Sayıları ne kadardır?
Bu hususta Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Said-i Hudrî -radiyallahu anh- Hazretlerinden rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“(Kıyamet günü) Allah Tebâreke ve Teâlâ: ‘Ey Âdem!’ buyuracak. O da icabet ederek: ‘Buyur Yâ Rabbi! Buyruğunu bekliyorum. Bahtiyarlık ve her hayır senin emir ve fermanında tecelli eder.’ diyecek.
Allah-u Teâlâ: ‘Cehenneme gidecekleri seç.’ buyuracak. Âdem Peygamber: ‘Cehenneme gönderileceklerin sayıları ne kadardır?’ diye soracak. Allah-u Teâlâ: ‘Binde biri cennete, dokuzyüzdoksandokuzu cehenneme!’ diye cevap verecek.
Cenab-ı Hakk Âdem peygambere böyle buyurduğu sırada, bunu duyan çocuklar ihtiyarlayacak, her hamile kadın çocuğunu düşürecek.
Ve o anda mahşer halkını sarhoş sanırsın, halbuki onlar hiç de sarhoş değillerdir. Bununla beraber Allah’ın azabı çok şiddetlidir.” (Buharî. Tecrid-i Sarih: 1373)
Bu öyle bir duyuruş ki; bir taraftan Âdem Aleyhisselâm’a duyuruyor, bir taraftan halka duruyor, bir taraftan da kıyamet kopuyor. Bu öyle bir andır.
Allah-u Teâlâ bu Hadis-i şerif’leri teyid eden bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa, O’na yaraşır şekilde öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.” (Âl-i imran: 102)
Bu Âyet-i kerime karşısında bir âlim değil, bir veli değil, peygamberler dahi korktu.
Yusuf Aleyhisselâm Hazret-i Allah’a münâcât yaparken:
“Allah’ım! Müslüman olarak ruhumu al ve beni sâlihler zümresine kat!” diye niyaz etti. (Yusuf: 101)
Bir peygamber iken Allah-u Teâlâ’ya sığınıyor.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz “Sizden hiç kimse amel ve ibadeti ile kurtulamaz.” buyurdular. Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Efendilerimiz “Sen de mi yâ Resulellah?” diye sordukları zaman “Evet” buyurdular, “Meğer Allah-u Teâlâ rahmeti ve fazlı ile beni koruya.” (Müslim)
Demek ki bir insanın kendisine dayanması, kendisine güvenmesi, ibadetlerini ileri sürmesi en büyük cehalettir. Bu güvenenlerin hepsi, nefis putuna dayanmaktan ileri gelir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Ümmetim benden sonra yetmişüç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna, diğerleri hep ateştedir.
– Onlar kimlerdir Yâ Resulellah?
Benim ve Ashâbımın yolunda olanlardır.” (Ebû Davud)
İnsanların helâk olduğunu belirten Hadis-i şerif umuma âit, bu Hadis-i şerif ise hususa yani Resulullah Aleyhisselâm’ın ümmetine âittir.
Yetmişiki fırka cehenneme giriyor. Acaba sen hangi fırkadansın bir düşün!
“Amelini halis kıl”
Amel ve ibadetlerde ihlâs üzere bulunmak, her işte yalnız Allah rızâsını gözetmek, O’nun rızâsından başka şeyleri karıştırmamak şarttır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Ve yalnız Rabbine rağbet et!” (İnşirah: 8)
O’nun dışındaki sebep veya gayelerde duraklayıp kalma, başka maksada bağlanma, bütün niyet ve çalışmalarında ancak O’na yönel. Allah için çalışana Allah yeter.
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“O gün ki ne mallar fayda verir, ne de oğullar. Meğer ki Allah’a tamamen salim ve temiz bir kalp ile gelenler ola.” (Şuarâ: 88-89)
Ahirette geçer para kalb-i selimdir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruyor:
“Dini Allah’a has kılarak ihlâs ile kulluk et. Dikkat edin, halis din Allah’ındır.” (Zümer: 2-3)
Allah-u Teâlâ kendi rızâsına mahsus olandan başkasını kabul etmez.
“Amelini halis kıl. Çünkü Allah basirdir, her şeyi her yapılanı görür.”
İmam-ı Şârani -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Ben Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin kırkbin Hadis-i şerif’ini ezberledim. Sonra onların içinden kırkını seçtim. O kırklar içinden dördünü, dördünün içinden de birini seçtim. Eğer bununla amel edersem kurtulacağıma kanaat getirdim.
Buyururlar ki:
“Dünyada kalacağın kadar dünya için çalış. Ahirette kalacağın kadar ahiret için çalış. Allah’a muhtaç olduğun kadar Allah için amel işle. Cehennem azabına tahammülün nisbetinde da orası için çalış.”
Dünya hayaldir, ne ki varsa serî’üz-zevaldir. Ahiret de ebedîdir. Şu halde ebedi hayatının sermayesi için çalış.
Nitekim Allah-u Teâla Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Kendinize azık edinin. Şüphesiz ki azığın en hayırlısı takvâdır.” (Bakara: 197)
Allah-u Teâlâ dünya hayatında yolculuk için kullarına azık edinmelerini emredince, ahiret için de azık edinmelerinin yolunu göstermektedir.
Âyet-i kerime’den anlaşıldığına göre; insan için iki yolculuk kararlaştırılmıştır. Birisi dünyada yolculuk, birisi de dünyadan yolculuktur. Dünyada yolculuk için yiyecek, içecek, binecek ve gerektiğinde harcayacak azık lâzım olduğu gibi, dünyadan yolculuk için de azık lâzımdır. Bu da mârifetullah ve muhabbetullahla, O’nun hıfz-u himayesi altına girmekle olur. Bu takvâ azığı diğerinden daha hayırlıdır.
“Ey akıl sahipleri! Benden korkun!” (Bakara: 197)

Benim emirlerime aykırı davranmaktan sakının.

Fatih Sultan Mehmed




Fatih Sultan Mehmed
Osmanlı topraklarına saldıran Karaman beyini cezalandırdıktan sonra, ilk iş olarak İstanbul’un fethi hazırlıklarına başladı. Bizansı ortadan kaldırmayı kafasına koymuştu. Projesini bizzat kendisinin yaptığı Rumelihisarı denilen azametli kale dört ayda bitirildi. Asya kıyısında Yıldırım’ın inşâ ettirdiği Anadolu hisarı vardı, böylece boğaz kesilmiş oldu.
Kışı Edirne’de geçirerek savaş hazırlıkları yaptı. Ortaçağ insanının hafsalasının alamayacağı azamette, iki tonluk gülle savurabilen, ikibin asker tarafından çekilen muazzam toplar döktürdü. 6 Nisan 1453’de muhasara başladı. 22 Nisan gecesi yetmiş parçalık donanma Kasımpaşa sırtlarından kaydırılarak Haliç’e indirildi. Sultan Mehmed’in karadan gemi yürütmesi akıllara durgunluk vermişti. 29 Mayıs günü sabah namazını müteakip yapılan duadan ve hükümdarın hitabesinden sonra yapılan nihai taarruzda İstanbul fethedildi.
Osmanlı bayrağını Topkapı üzerinde gören ve o andan itibaren Fatih ünvanını alan Sultan Mehmed, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin müjdesine mazhar olmanın verdiği sevinçle atından inip yere kapandı ve Allah-u Teâlâ’ya hamd ve senâda bulundu.
Resulullah Aleyhisselâm Fetih’ten sekizyüz sene kadar evvel bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştu:
“Kostantiniyye muhakkak fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır, onu fetheden askerler ne güzel askerlerdir.” (Ahmed bin Hanbel)
İstanbul’u fethettiğinde Fatih Sultan Mehmed 21 yaşında idi. 30 Yıllık hükümdarlığı sırasında yirmiden fazla devleti ve bu arada iki imparatorluğu tarih sahnesinden silmiş, topraklar kendisinden bir asır sonra 20 milyon kilometre kareye ulaşmıştır.
Devrinde 308 cami yapılmış, büyük âlimler yetişmiş, mühim eserler yazılmıştır. Fatih, her sene en son keşiflere göre ordunun silahlarını yeniletmiş, ikinci derecede bir deniz kuvveti olarak teslim aldığı donanmayı, dünyanın birinci deniz kuvveti haline getirmiştir.
Ortaçağ’ı kapatarak Yeni Çağ’ı açan Fatih Sultan Mehmed Han, güya ihtida edip Yakup Paşa adını alan Venedikli bir yahudi tarafından zehirlenerek şehid edilmiştir. Vefat ettiğinde 49 yaşında idi ve nereye yapılacağını kendisinden başka kimsenin bilmediği bir sefere çıkıyordu.
Fatih Sultan Mehmet Han, hıristiyan mimarla, muhakeme esnasında gayri ihtiyari bir adım önde bulunmuştu. Bunu gören kadı Hızır Efendi;
“Beyim geç şuraya hasmının yanında dur.” diyerek kendilerini ikaz etmişti.

Fatih Sultan Mehmet döneminde, cami yapmak amacıyla arsası elinden alınan bir kişinin kadıya müracaat etmesi sonucu, kadı Fatih Sultan Mehmet’i suçlu bulmuştu. Adama arsası iade edildi.

Sultan Murad:


Sultan Murad
Derviş gazi diye anılan, kahramanlığı yanında bir gönül adamı olan Sultan Murad; Varna ve Kosova gibi iki büyük meydan savaşı kazanmış, İstanbul’u muhasara etmiş, Fatih Sultan Mehmet gibi evlât yetiştirmiştir. Osmanlılar onun zamanında dünyanın birinci devleti haline geldiler.
Haçlı orduları 1444’de Osmanlı topraklarına doğru yürümüşlerdi. Sultan Murad Han 40 bin kişilik ordusu ile Balkanları aşıp düşmanı Varna’da yakaladı. Demir zırhlarla kaplı haçlı ordusunu gören hükümdar ellerini kaldırarak niyazda bulundu:
“İlâhi! Mümin kullarını benim günahımın çokluğundan ötürü küffar elinde zebun etme. İlâhi! Habib’in hürmeti için, ümmetini sen sakla ve sen mansur ve muzaffer eyle!”
Bu içli duâdan sonra mücahidler “Âmin... Âmin...” sesleriyle düşmanın üzerine atıldılar, çembere alınan haçlılar imha edildiler.
Sultan Murad müstesna dehâda devlet adamı ve kumandan idi. Halk tarafından en çok sevilip sayılan bir hükümdar olarak bilinir. Halka karşı daima teveccühkâr, fakirlere karşı cömertti. Bu lütuflarını hıristiyanlara da gösterirdi. İnce ruhlu, hassas bir insandı. İlmî sohbetleri sever, ulemâyı himaye eder, onlara muayyen tahsisat verirdi.

Hacı Bayram Velî -kuddise sırruh- Hazretlerini Edirne’ye dâvet etmiş, günlerce başbaşa sohbet etmişlerdi. Kendisini müridliğe kabul buyurması için ricada bulunduğunda bu isteği reddedilerek şu cevabı almıştı. “Hünkârım! Sizin işiniz başka, bizim işimiz başkadır. Her işte Allah’ın rızası vardır. Senin bir günlük adaletle hükmetmen, altmış yıllık nafile ibadetten hayırlıdır.”

Yıldırım Beyazid




Yıldırım Beyazid
Yıldırım Bayezid; ülkesinde demir gibi bir disiplin ve mükemmel bir âsâyiş kurdu. İlmi ve ulemâyı sever, şikâyeti olan şikâyetini bizzat kendisine duyurabilir, haklıysa isteği hemen yerine getirilirdi. Bir kimse tek başına eşya yükü ile, hiç rahatsız edilmeksizin memleketi bir baştan öbür başa geçebilirdi.
Kosova savaşından yedi yıl sonra Hıristiyan Avrupa 130 bin kişilik bir ordu ile Osmanlıların üzerine yürümüştü. Sultan Beyazid, kendisine Yıldırım ünvanını kazandıran bir süratle Niğbolu’ya gelerek düşmanın önünü kesti. Yapılan savaşta mağrur haçlı ordusuna Niğbolu mezar oldu, 100 bin ölü, 10 bin esir verdiler. Savaş sonunda esir düşen düşman kumandanı Korkusuz Jan“Başımıza Yıldırım düştü” demiştir.

Murad Hüdâvendigâr




Murad Hüdâvendigâr
Murad Hüdâvendigâr, samimi bir müslüman, dâhi bir asker ve âdil bir devlet adamı idi. Dervişlere ve ulemayâ hizmet etmekle tanınmıştır. “Derviş gazilerin, şeyhlerin sultanı” diye anılır.
Hangi şehirde bulunursa bulunsun, Cuma namazını cemaatle kılar, namazdan sonra fakirlere sadaka dağıtırdı. Fethettiği yerlerde kurduğu adaletli ve âlîcenap idare sayesinde gayr-i müslim halk, bir daha Bizans hakimiyetini aramamışlardır.
Haçlı ordusuna karşı savaşılacağı zaman şöyle bir niyazda bulunmuştur:
“Yâ Rabbi! Bunca kere duâmı kabul edip beni mahrum bırakmadın. Yine benim duamı kabul eyle. Mülk ve kul senindir. Sen kime dilersen ona verirsin. Ben nâçiz bir kulunum. Sen benim fikrimi ve sırlarımı bilirsin. Benim maksadım mal ve mülk değildir. Ben yalnız senin hâlis rızânı isterim. Bu müminleri küffar elinde mağlup edip helâk eyleme. Yâ Rabbi! Bunca nüfusun katline beni sebep eyleme. Onları mansur ve muzaffer eyle. Bu müminlerden bir tekinin ölümünü bana gösterme. Askerim için ruhumu teslim etmeye râzıyım. Onlar için ben canımı kurban ederim. Tek sen kabul eyle. Yâ Rabbi! Müminlerin uğruna beni fedâ kıl. Evvelce beni gazi kıldın, şimdi şehadet nasip eyle.”
Sekiz saat gibi kısa bir zaman içinde haçlılar büyük bir bozguna uğradılar. Sultan Murad savaş alanını gezerken bir sırplı tarafından hançerlenerek şehid edilmiştir.

Osman Gazi



Osman Gazi
Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Gazi de devletin temellerini adalet üzerine kurmuş ve bu adalet sayesinde dünyaya hüküm eden bir devlet haline gelmişti.
Osman Gazi son derece dinine bağlı, adaletli, Allah yolunda cihaddan bir an bile geri durmayan bir mücahid idi. Osman Gazi oğlu Orhan Gazi’ye şöyle vasiyette bulunmuştu:
“Allah’ın buyruğundan gayrı iş işlemeyesin. Bilmediğini şeriat ulemasından sorup anlayasın. İyice bilmeyince bir işe başlamayasın. Sana itaat edenleri hoş tutasın. Askerine in’am ve ihsanı eksik etmeyesin ki, ihsanın kulcağızadır. Zalim olma. Âlemi adaletle şenlendir. Cihadı terk etmeyerek beni şâd et. Ulemâya riâyet eyle ki, şeriat işleri nizam bulsun. Nerde bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbal ve hilm göster. Askerine ve malına gurur getirip şeriat ehlinden uzaklaşma. Bizim maksadımız kuru bir kavga ve cihangirlik davası değildir. Yolumuz Allah yoludur. Maksadımız Allah’ın dinini yaymaktır.”

Sultan Alparslan



Sultan Alparslan
Sultan Alparslan Anadolu’nun kapılarını müslüman Türklere açmıştır. Ömrü at üzerinde ve cenk meydanlarında geçen bu büyük hükümdar, aynı zamanda adaletiyle de herkesin gönlünde taht kurmuştu.
Devlet idaresinde istikrarı sağladıktan sonra fetihlere başladı.
Malazgirt Savaşı öncesi, topluca kılınan bir Cuma namazının ardından askerinin karşısına geçti. Üzerinde kefene benzeyen beyaz bir elbise vardı. “İşte ben kefenimi giydim. Şehid düşersem beni böylece gömünüz.” dedi. Atından inerek secdeye kapandı. “Yâ Rabb! Seni kendime vekil yapıyorum. Azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda savaşıyorum. Ey Allah’ım! Niyetim halistir, bana yardım et. Sözlerimde hilaf varsa beni kahret.” diyerek, gözleri dolu dolu, secdeden başını kaldırdı ve sözlerine şöyle devam etti:
“Burada Allah’tan başka sultan yoktur. Emir ve kader tamamıyla onun elindedir. Bunun için benimle birlikte savaşmakta veya savaşmamak için uzaklaşmakta serbestsiniz.”

Dokuz yıl süren hükümdarlığı sırasında büyük işler başarmış, devletin sınırlarını Anadolu içlerine kadar genişletmiştir

Selâhaddin Eyyûbî



Selâhaddin Eyyûbî
Ortaçağın en büyük İslâm kumandanlarından olduğu gibi, İslâm tarihinin de en büyük kumandanlarından birisidir.
1169 yılında Mısır sultanı oldu. Mısır’da şiîliğin bütün izlerini yok etti. Ehl-i sünnet mezhebini tekrar kurdu. Bir daha şiîliğe dönülmemesi için çok akıllıca tedbirler aldı. Bu işi yumuşaklıkla ve büyük maharetle yaptı, hiçbir sertlik göstermedi.
Sudan, Suriye, Hicaz, Yemen ve civar memleketlerde hakimiyetini kurdu. Dünyanın en büyük ve en kudretli hükümdarlarından birisi haline geldi.
Hayatının onbir yıllık kısmını, Suriye ve Filistin’de haçlılarla mücadele ile geçirdi.
1186 yılında büyük haçlı ordusunu imha ederek, ortaçağın en büyük muharebelerinden birini kazandı, Kudüs yolunu açtı.

88 yıldır Hırıstiyan hakimiyetinde bulunan ve müslümanların üçüncü kutsal şehri olan Kudüs-ü şerif’i Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den sonra ikinci olarak fethetti. Kısa bir zamanda bütün Filistin’den haçlıları kovdu.

Ömer Bin Abdülaziz




Ömer Bin Abdülaziz:

Ömer bin Abdülaziz, Mekke ve Medine’nin valiliği yapmıştı. Medine’ye gider gitmez ulemadan on kişi seçerek davet etti. Onlara “Sizi istişare yapmak ve yardımcı olmanız için çağırdım. Kendi fikrime göre iş yapmak istemiyorum. Her hususta size danışacağım. Memurlarımdan birinin halka zulmettiğini duyarsanız bana bildiriniz.” dedi. Onlar da bu durumdan çok memnun oldular. Zulmü kaldırmak için her türlü yardımı yaptılar.
Halka hitaben yaptığı ilk konuşması çok manidardı.
“Ben Cenâb-ı Hakk’a itaat ettikçe siz de bana itaat ediniz. Ben Cenâb-ı Hakk’a isyan edersem siz de bana isyan ediniz.”
İcraata getirdiği adalet, vergi sistemindeki ıslahât halkta öyle bir memnuniyet hasıl etmişti ki, kendisini Mehdi sananlar bile olmuştu.
Halife seçildiği vakit dağ başlarındaki çobanlar:
“Halkın başına geçen bu salih kul kimdir?” diye sormaya başladılar.
Kendilerine:
“Bu zâtın salih olduğunu nereden bildiniz?” denilince şu cevabı verdiler:
“Çünkü ne zaman başa âdil birisi geçerse, o vakit kurtlar koyunlarımıza saldırmazlar.”
İkibuçuk sene gibi kısa bir zamanda memleketin iktisadi hayatı her taraftan öylesine düzelmişti ki, Mısır gibi bazı yerlerde zekât verecek fakir kalmamıştı.
Halife olmazdan önceki hayatı ile, halife olduktan, devlet mesuliyetini üzerine aldıktan sonraki hayat ve yaşayışı arasında çok büyük değişmeler olmuştur.
Halife olmazdan önce dörtyüz dirheme alınan elbiseyi beğenmez, kaba bulurdu. Halife olduktan sonra ondört dirhemlik elbise için “Sübhânellah! Ne güzel, ne hoş, ne zarif elbise!” diyerek takdirle karşılamıştı.
Halife olur olmaz kağıt tahsisatını kısmıştı. Medine vâlisi Ebu Bekir bin Hazm, bir mektup yazarak tahsisatın arttırılmasını talep edince şu cevabı aldı:
“Kaleminin ucunu incelt, satırları sık tut, ihtiyaçlarını ayrı ayrı değil toptan yaz. Ben müslümanların malından, lüzumsuz sarfiyata tahsisat ayıramam.”
Bidat ve hurafeler kök salmaya başladığı için Hadis-i şerif’leri toplatarak, Sünnet-i seniyye’yi ihya etmiştir. Ömer bin Abdülaziz’in adaleti, gayet güzel işler yapması, İslâm memleketlerini huzura erdirmesi neticesinde Hind ve Berberi’lerden altı milyon kişinin iki yıl içinde müslüman olmaları tarihte görülmemiş bir hadisedir. Hatta Türklerin müslüman olmalarında çok büyük amil olmuştur.
Daima üzüntülü ve düşünceli görünürdü. Sebebini soran azatlı kölesine “Doğudan batıya kadar Ümmet-i Muhammed’in hukukunu korumak bana vazife oldu. Bundan büyük üzüntü mü olur?” diye cevap verdi.
Birçok geliri vardı, halife olunca hepsini dağıttı. Hanımı da ondan geri kalmadı, nesi varsa Beytül-mâl’e bağışladı.

Emevî halifelerinden Ömer bin Abdülaziz iki sene beş ay olan halifeliği döneminde, kıyamete kadar adının anılmasını sağlayacak bir şekilde adalet gerçekleştirdi. Bunca yıllar kökleşmiş olan kötü âdetleri ortadan kaldırdı. Zâlim olan vâlileri ve memurları azletti. Yerlerine o makamlara en lâyık olan kişileri seçti.

Hazret-i Ebu Bekir -Radiyallahu Anh- Hazret-i Ömer -Radiyallahu Anh- Hazret-i Osman -Radiyallahu Anh- Hazret-i Ali -Radiyallahu Anh-



Hazret-i Ebu Bekir -Radiyallahu Anh-
Hazret-i Ömer -Radiyallahu Anh-
Hazret-i Osman -Radiyallahu Anh-
Hazret-i Ali -Radiyallahu Anh-

Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Resulullah Aleyhisselâm’ın en sâdık dostu idi. Onun âhirete intikal etmesinden sonra kendisi hiç istemediği halde müslümanlar onu halife seçtiler. Biat edildiği gün minbere çıkarak hilâfeti süresince takip edeceği yolun hülâsasını anlattı.
Şöyle buyurdu:
“Ey Müslümanlar! Sizin en hayırlınız olmadığım halde riyaset makamına geçirilmiş bulunuyorum. Eğer vazifemi gereği gibi güzel yaparsam bana yardım ediniz. Yanılırsam beni doğrultunuz. Doğruluk emanet, yalancılık hıyanettir. Zayıf olanınız hakkını alıncaya kadar benim nazarımda kuvvetlidir. Kuvvetli olan da, hak sahibi kendisinden hakkını alıncaya kadar zayıftır.
Bir millet Allah yolunda cihadı bırakacak olursa, Allah o milleti belâya uğratır.
Ben Allah’a ve Peygamber’e itaat ettiğim sürece siz de bana itaat ediniz. Eğer Allah’a ve Peygamber’ine isyan edersem siz de bana itaat etmekle mükellef değilsiniz.
Haydi şimdi namaza kalkınız. Allah-u Teâlâ’nın rahmetine nâil olasınız.”
İki sene dört ay bu makamda kaldı. İslâmiyete çok büyük hizmetleri dokundu.
Tecrübe görmüş Ashâb-ı kiram’la her hususta istişare yapıp, onların görüşlerinden istifade etmekle beraber, mühim ve âni karar verilmesi gereken durumlarda derhal karar vermiş ve haiz olduğu devlet başkanlığının bütün salâhiyetlerini dirayetle kullanmıştı.
Mütevâzi fakat vakarlı bir insandı. Vazife ve mesuliyet işlerinde zerre kadar müsamaha göstermediği gibi, din ve devlet işlerinde en küçük bir tereddüte ve müsamahaya göz yummazdı.
Halkın dertlerine ortak olur, yoksullara yardım ederdi.
Şu sözleri ne kadar arza şâyândır:

“Doğru sözlü olun, yağcılık, tabasbus etmeyin! Konuştuklarınız açık olsun! Kendinizin bile inanmadığı şeyleri söylemeyin! Allah’a ve Resulü’ne ‘şöyle diyorlar’ diye âyet ve hadise iftira etmeyin! Makam, mevki, para, kadın... gibi menfaatler için, Allah yolunda taviz verip, yalan söylemeyin, çünkü münafık olursunuz! ‘Allah’ın kanunlarına isyan ederek, akabinde, ‘ben de müslümanım, ben de hacı çocuğuyum’ diye müslümanları kandırmayın!” buyurmaktadır.

Hazret-i Ömer -Radiyallahu Anh-:
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- halife olunca, İslâm’ın kendisine verdiği dirayetle maliye, adliye, nafia, maarif, ordu gibi bütün idari şubeleriyle mücehhez bir devlet kurmuştu.
Onun devrinde İslâmiyet çok uzaklara kadar yayıldı. Muhtelif milletler muhtelif ırklar bir araya toplanmıştı. Gösterdiği adalet ve tarafsızlık sayesinde halk İslâm’a ısınıyor ve bağlanıyordu. Bu muazzam sahalara huzur ve emniyet hakim olmuştu.
Daha önceleri zâlim bir idare altında inleyen insanlar, İslâm adaleti sayesinde emniyet içinde yaşadılar.
Onun hükümetini herkese kabul ettiren ve beğendiren ve onun sert emirlerini sükunetle icra etmelerini temin eden başlıca vasfı insaf ve adaletidir. İstisnasız herkese aynı muameleyi yapardı.
Gözünden hiçbir şey kaçmazdı. Irak’ta isyan edenler, Şam’da mükâfat kazananlar onun tarafından bilinirdi.
Başarı sebeplerinden birisi de onun âmir ve memur seçme hususunda büyük bir isabet göstermesidir. Muhtelif mevkilere en münasip, en ehliyetli zevâtı tayin etmiş, her insana lâyık olduğu vazifeyi vermişti. Akrabalarından hiç kimseyi bir memuriyete tayin etmemiştir.
Onun nazarında bir vali, halkın bir ferdi gibiydi. Adaleti tatbik ederken halktan bir kişi ile bir valiyi ayırdetmezdi. En küçük bir fert, bir âmirden şikâyetçi olursa, adalet önünde eşit şartlarda hesap verirlerdi. Çünkü onun prensibi şu idi: “En zayıfınızda olsa, haklı ise bence en kuvvetlidir. En kuvvetliniz haksız ise bence en zayıf olanınızdır.”
Devlet hazinesine pek çok dikkat eder, bir kimsenin hazineden en ufak bir şey gasbetmesine imkân bırakmazdı. Mülkî amirlerden kaynağı belli olmayan servetlerinin hesabını sorardı.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- birisinden şartlı olarak bir at satın aldı. Atı beğenirse parasını ödeyecekti. At denenmek için bir biniciye verildiğinde sakatlandı, Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- de atı almaktan vazgeçti. Fakat atın sahibi atını geri almak istemiyordu. Halifeden dâvâcı olarak kadı Şüreyh’e başvurdu.
Kadı Şüreyh şu hükmü verdi:
“At, sahibinin rızâsı ile denendi ise geri verilebilir, değilse verilmez.”
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- kadı Şüreyh’in verdiği bu hükmü doğru buldu, atın parasını da ödedi.
Hacc mevsiminde valileri Kâbe’de toplar, halkın huzurunda hepsini, vazifeleri sırasında yaptıkları icraatlardan dolayı hesaba çekerdi. Vâliler böyle bir durumda suçları sebebiyle halkın karşısına çıkmaya cesaret edemeyecekleri için, halka haksızlık yapmaktan çekinirlerdi. Nitekim Sa’d bin Ebi Vakkas -radiyallahu anh- gibi en değerli valileri Hacc mevsiminde Kâbe’de toplamış ve şikâyetçilerle yüzleştirmiştir.
Bir defasında toplanan halka şöyle dedi:
“Ey insanlar! Ben valilerimi sizin topraklarınıza, mallarınıza ve namuslarınıza zarar versin diye göndermedim. Sizin meselelerinizi halletmesi için gönderdim. Kime bunun dışında bir şey yapılmışsa ayağa kalksın!”
Bir kimse ayağa kalkarak:
“Yâ emirel-müminin! Valin bana yüz kırbaç vurdu.” dedi.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- valiye “Niçin vurdun?” diye sordu. Adama da “Kalk sen de ona vur!” dedi.
Bunun üzerine Amr bin Âs -radiyallahu anh- ayağa kalkarak:
“Yâ emirel-müminin! Eğer böyle yapmaya kalkarsan, şikâyetin ardı arkası kesilmez. Ve bu, senden sonra geleceklerin uyma mecburiyetinde kalacağı bir âdet olur.” dedi.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- “Resulullah Aleyhisselâm’ın kendi şahsında kısas yaptığını gördüğüm hâlde ben kısas yapmayayım mı?” diye sordu. Amr -radiyallahu anh- “Onu bize bırak, biz kendisini râzı ederiz.” deyince Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- “Haydi onu râzı edin öyleyse.” dedi. Her kırbaç vuruşuna iki dinar olmak üzere ikiyüz dinar diyet vererek onu râzı ettiler. (İbn-i Sa’d)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Bahreyn valisi İbn-i Carûd’un Ediryas adında bir adamı yakalayıp, düşman adına casusluk yaptığı ve düşmana sığınma niyetinde olduğu gerekçesiyle boynunu vurduğunu duydu.
Ediryas boynu vurulmak üzere iken “Neredesin yâ Ömer, neredesin yâ Ömer!” diye bağırmıştı.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- valiye mektup yazarak Medine’ye gelmesini emretti. Valiyi beklemekteyken o, elinde bir mızrakla geldi. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- “Ediryas’a ne yaptın, Ediryas’a ne yaptın?” diyerek, valinin tepesine dikildi ve mızrakla vurdu.
Vali “Yâ emirel-müminin! O, müslümanların sırlarını düşmanlara yazıyor ve onlara sığınmak niyetindeydi.” dedi. Hazret-i Ömer celâlli bir şekilde şöyle buyurdu:
“Onu niyetinden ötürü öldürdün öyle mi? Hangimizin kalbinde kötülük yok? Eğer bunun âdet hâline gelme korkusu olmasa, bu sebeple seni öldürürdüm.” dedi. (Kenzül-ummâl)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Câbiye’ye geldiğinde zımmîlerden dilenen bir ihtiyarı görünce durumunu sordu. “Bu ihtiyarlamış ve zayıflamış bir zimmîdir.” denildi. Bunu öğrenen halife, ihtiyarın cizye verme mükellefiyetini kaldırdı ve “Onu ihtiyarlayıp, sıhhatten düşünceye kadar cizye ile mükellef tutuyorsunuz, sonra da sokağa atıyorsunuz.” dedi. Ailesi de olduğu halde hazineden ona on dirhem maaş bağladı. (Kenzül-ummâl)

Hazret-i Osman -Radiyallahu Anh-:
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in şehadetinden sonra halife olan Hazret-i Osman -radiyallahu anh- son derece mütevazi olmakla beraber o derece cesur idi. Hiçbir felâket karşısında sarsılmaz, her musibeti derin bir tevekkül ile karşılardı, oniki sene süren hilâfetinin altı senesi emniyet içinde geçti. İdare muhkem esaslar üzerine kurulduğundan her yerde âsâyiş hakimdi.
Herşeyini Hazret-i Allah’ın dâvâsı uğruna feda eden Hazret-i Osman -radiyallahu anh- Efendimiz hilafet makamında iken bile devletten bir tek kuruş maaş almamıştır.
Hazret-i Osman -radiyallahu anh- kölesine “Vaktiyle ben senin bir kulağını kıvırmıştım. Haydi benden öcünü al.” dedi. Köle kulağını tuttuğunda “Sıkı çek yavrum. Kısas dünyadadır, ahirette kısas yoktur.” dedi. (Tâberani)

Hazret-i Ali -Radiyallahu Anh-:
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-; Hazret-i Osman -radiyallahu anh-in şehadetinden sonraki karışık hengamede halife seçilmiş, bu işin içinden son derece kararlılıkla çıkmak ve akl-ı selim dâiresinde hareket ederek halletmek için çaba harcamıştı. Dahili vahdeti temin etmek için çalıştı. Samimiyet, fedâkârlık, kahramanlık gibi yüksek vasıflar bakımından müstesna bir mevkiye sahipti.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- bir gün hizmetçisiyle beraber çarşıya çıkmıştı. Ketenden yapılmış iki elbise satın aldı ve hizmetçisine “Bunlardan birini kendin için beğen al.” buyurdu. Hizmetçi bu emir üzerine en iyisini kendisine ayırdı.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- elbisesini giydi. Yenleri biraz uzun gelmişti. O kısımları kesti ve Cuma namazına gitti. Bu durum herkesin dikkatini çekiyordu. İkisi de yeni elbise giymişler, fakat hizmetçisinin giydiği elbise daha güzel.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-e Isfahan’dan ganimet gelmişti. Bu ganimeti yedi kısma ayırdı. Bir de bütün ekmek vardı. Onu da yedi parçaya bölerek her parçasını bir payın üzerine koydu. Sonra yedi kumandanı çağırdı. Aralarında kura çekerek bunları kumandanlarına verdi. (İmâm-ı Şâfi. Müsned)
Ca’da bin Hübeyre Hazret-i Ali -radiyallahu anh-e gelerek “Yâ Emirel-müminin! Sana iki adam gelecek. Onlardan biri, seni kendisinden daha çok sever. Diğeri ise, şayet seni boğazlamaya gücü yetse çekinmeden boğazlar. İlkini ikincisine tercih ederek hüküm verirsen iyi olur.” dedi.
Hazret-i Ali eliyle Ca’de’nin göğsüne vurdu ve “Onlar geldiklerinde ben bana düşeni yaparım. Fakat kalplerinde olan şeyin hesabını Allah’a verecektir.” buyurdu. (Kenzü’l ummâl)

DEVLET MALINDAN ÇALMAK



DEVLET MALINDAN ÇALMAK

“Bir şeyi gizlice almak, hırsızlık yapmak” mânâlarına gelen gulûl; taksim edilmeden önce ganimet mallarından bir şey çalmak demektir. “Devlet malına hıyanet etmek” de bu türdendir.
Uhud savaşında Ayneyn geçidine yerleştirilen okçuların kendilerine ganimetten pay verilmeyeceği endişesiyle yerlerini terketmesi ve bunun sonucunda müslümanların büyük zarar görmesi dolayısıyla nâzil olan Âyet-i kerime’de bir Peygamber’in ganimetlerin taksiminde haksızlık yapmayacağı belirtilmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Bir peygamber için ganimet malına ihanet etmek olur şey değildir.” (Âl-i imran: 161)
Ganimet malından gizli bir şey çalmak emanete hıyanet etmektir. Devlet malından çalma ve onları kötüye kullanma da böyledir.
“Kim bu hıyanetliği yaparsa, kıyamet gününde hıyanet ettiği şeyle gelir.” (Âl-i imran: 161)
Çalmış olduğu şeylerle orada bulunanların huzurunda rezil olur.
“Sonra herkese kazandığı tastamam verilir ve onlara aslâ zulmedilmez.” (Âl-i imran: 161)
İsyankârın cezası artırılmayacağı gibi, itaatkârın sevabı da eksiltilmez.
Vahiy Resulullah Aleyhisselâm’a zaman zaman nâzil oluyordu. Bu sebeple ona karşı hâinlik eden kimse hakkında vahiy geliyordu. Bundan dolayı o kimse hakkında ahiret azabının yanı sıra, dünyada rezil ve rüsvay olunacağı da bahis mevzuu oluyordu.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
“Hayber savaşının vukû bulduğu gün Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in ashâbından birkaç kişi gelerek ‘Filân şehit, filân şehittir!..’ dediler. Nihayet bir kişinin yanına vararak ‘Bu da şehittir!’ dediler.
Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
“Hayır! Ben onu aşırdığı bir hırka yahut yağmurluktan dolayı cehennemde gördüm.” buyurdu.
Sonra da:
“Ey Hattab oğlu! Git de: ‘Cennete müminlerden başkası giremez.’ diye topluluğun içinde nidâ et!’ buyurdu.
Ben de çıktım ve:
‘Dikkat! Cennete müminlerden başkası giremez!’ diye nidâ ettim.” (Müslim: 114)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile birlikte Hayber savaşına çıktık. Allah da bize fethi müyesser kıldı. Ganimet olarak altın ve gümüş almadık. Sadece eşya, yiyecek ve giyecek aldık. Sonra Vâdil-kurâ’ya çekildik. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in kölesi gölgeliğe girmek için ayağa kalktı. Bu esnada kendisine bir ok isabet etti, eceli de bundan oldu.
Bunun üzerine biz ‘Ona şehadet mübarek olsun yâ Resulellah!’ dedik.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
‘Hayır! Muhammed’in nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Hayber’de taksim edilmemiş olan ganimetlerden almış olduğu şu hırka ateş olmuş, onun üzerinde alev alev yanmaktadır.’ buyurdu.
Herkesi bir korku almıştı. Derken bir kimse bir veya iki adet pabuç tasması getirdi ve: ‘Yâ Resulellah! Bunu Hayber’de almıştım’ dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“Ateşten bir pabuç tasması, yahut ateşten iki pabuç tasması!” (Müslim: 115)
Görülüyor ki çalınan şeyler ateş haline getirilerek hıyanet edenler onlarla azab edilecektir.
Yine görülüyor ki hâin harpte öldürülse bile ona şehit denilemez.
Bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Kimin ruhu şu üç şeyden uzak olarak bedenini terkederse cennete girer: Kibir, hâinlik ve borç.” (Tirmizî - İbn-i Mâce)
Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ-nın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in seferde eşyasına bakan Kirkire adında biri vardı, günün birinde öldü.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- onun için:
‘Bu adam cehennemliktir!’ buyurdu.
Ashâb: ‘Acaba neden ki?’ diye bakmaya gittiler. Ganimet malından aşırmış bir abayı yanında buldular.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 1283)
Bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyuruyorlar:
“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir kimsenin, müslümanların ganimetinden (devlet malından) olan bir hayvana, zayıf düşürüp de öyle geri verecek şekilde binmesi helâl değildir.
Allah’a ve ahiret gününe inanan bir kimsenin bir elbise eskitip de öyle geri verecek şekilde giymesi helâl değildir.” (Ebu Dâvud)
Rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh-ı ganimetleri korumakla vazifelendirmişti. Derken bir kimse gelerek: “Selman! Elbisem yırtık idi. Ganimetten bir iğne iplik alıp onu diktim. Bana günah var mı?” diye sordu. Selman -radiyallahu anh-: “Herşey miktara göredir.” diye cevap verdi. Bunun üzerine o kimse elbisesinden o ipliği çekip çıkararak, ganimet malının içine kattı.
Yine rivayet edildiğine göre bir kimse ganimet içinden bir veya iki ayakkabı bağı alıp: “Bunları Hayber günü ben ele geçirmiştim.” dedi.
Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Cehennemde olan bir veya iki ayakkabı bağı!” buyurdu. (Buhârî - Müslim)
Adiyy bin Amîre el-Kindî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre “Ben Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in şöyle söylediğini işittim.” demiştir.
“Sizden herhangi bir kimseyi memur tayin ettiğimizde, o bizden bir iğneyi veya iğneden daha değersiz bir şeyi gizleyecek olursa bu bir hıyanettir. Kıyamet gününde onunla gelir.”
Bunun üzerine Ensar’dan siyah bir kimse ayağa kalkarak: “Yâ Resulellah! Bana verdiğin memuriyeti geri al!” dedi. Ben onu hâlâ görür gibiyim.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-: “Bu da ne demek oluyor?” diye sordu. O kimse: “Senin şöyle şöyle söylediğini işittim.” deyince, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“Ben aynı şeyleri şimdi bir kere daha söylüyorum. Sizden kimi bir vazifeye tayin edersek, az çok ne elde ettiyse getirsin. Ondan kendisine, tarafımızdan verileni alsın, men edilenden kaçınsın.” (Müslim: 1833)
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise:
“Bir yumurta bile çalsa, Allah hırsıza lânet etsin.” buyuruyorlar. (Buhârî - Müslim)
Lânetçi değil dâvetçi olarak gönderildiğini beyan buyurduğu halde, hırsızlık yapanlara lânet etmesi, hırsızlığın çok ciddi ve olumsuz tesirlerinin olduğunu göstermektedir.
Nefsinin şehvetine uyarak başkasının hukukuna gizlice el uzatmak, kendisinin hakkı bulunmayan bir malı Allah-u Teâlâ görmüyormuş gibi çalmaya kalkışmak, elbette Allah-u Teâlâ’nın izzetine bir tecavüz ve gizliden gizliye bir harptir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Zâni zinâ ederken mümin olarak zinâ etmez. Hırsız çalarken mümin olarak çalmaz. Şarabı içerken dahi sarhoş mümin olarak içmez.” (Müslim: 57)
Bir insanı öldürmek veya dövmek, bir uzvuna zarar vermek haram olduğu gibi, malını almak da haramdır. Bu işte kul hakkı vardır.

İslâm, kıyamete kadar bakî kalacak hükümleriyle insanlık haysiyet ve şerefini koruduğu gibi cana, mala ve ırza saldırıyı da en büyük günahlardan telâkki etmiştir.

HAİNLERİ SAVUNMAK HIYANETTİR



HAİNLERİ SAVUNMAK HIYANETTİR

Nice münafıklar sûret-i haktan görünüyorlar, haince maksatlarına nail olmak için her türlü hilelere başvuruyorlar. Hakikat ile dalâleti ayıramayan gafiller ise onlara aldanıyorlar. Bu noktada ne büyük kayıplara uğradıklarının farkında bile değiller.
Bir Âyet-i kerime’de:
“O halde sakın kâfirlere arka çıkma!” buyuruluyor. (Kasas: 86)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Allah’a isyan eden kimseye itaat yoktur.” (İbn-i Mâce: 2865)
Allah-u Teâlâ haksızların haksızlığını, hainlerin hainliklerini bildiği halde zulüm ve hainliğe yardım edenlere, Hakk’ın hükümlerini esas almayıp kendi arzusuna tâbi olanlara karşı bir tehdit mahiyetinde olmak üzere Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Kendilerine hainlik edenleri savunma. Çünkü Allah hain günahkârları sevmez.” (Nisâ: 107)
Sevmemekle kalmaz buğzeder, onu ikaba ve azaba uğratır.
Onlar zâhirde başkalarına hainlik ediyorlarsa da, gerçekte kendi nefislerine hıyanet etmektedirler. Bu hıyanetleri sebebiyle cezaların en şiddetlisine sebep olan bir günaha kendilerini mahkûm ettiler.
Haine taraftar olmak ve onları savunmak da bir hıyanettir. Allah-u Teâlâ hain günahkârları sevmediğine göre, bir müslüman nasıl olur da onları savunmaya kalkışır?
“Onlardan hiçbir günahkâra veya hiçbir nanköre itaat etme!” (İnsan: 4)
“Bunlar (hâinliklerini) insanlardan gizler de Allah’tan gizlemezler. Oysa O, râzı olmayacağı sözü geceleyin uydurup düzdükleri zaman onlarla beraberdi.” (Nisâ: 108)
Bu gibi kimseler zihinlerinde veya aralarında hâinlikler düşünürler. Allah-u Teâlâ’nın hoşlanmayacağı bir takım kararlar alırlar. Bunları yaparken de Allah’tan korkmazlar, insanlardan son derece çekinirler ve onları aldatmaya çalışırlar.
Bu gibi hâinlere taraf olup onları savunanlar, onlardan yana mücadele edenler hakkında nasıl bir sonuç hazırlandığına dair Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“İşte siz öyle kimselersiniz ki, dünya hayatında onlara taraf çıkıp savunuyorsunuz.
Peki kıyamet gününde Allah’ın huzurunda onları kim savunacak? Yahut onlara kim vekil olacak?” (Nisâ: 109)
Onları azap ile yakaladığı zaman ahirette onları kim savunmaya kalkışabilir? Allah-u Teâlâ’nın azabından ve intikamından onları kim koruyabilir?
Kişiler o hâinleri savunmakla onları kurtarmış olmadıkları gibi, aksine onların mesuliyetlerine iştirak ederek kendi nefislerine de hâinlik etmiş, kendilerini aldatmış ve zulmetmiş oluyorlar.
Halkın karşısına çıkarlar, onları aldatmak için dinden imandan bahsederler. Aslını bu perde altında gizlemeye çalışırlar.
Bu hale neden düştüler?
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Ey inananlar! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin. Allah’ın aleyhinize apaçık bir ferman vermesini mi istersiniz?” (Nisâ: 144)
Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edindikleri için bu hale düşmüşlerdir, icraatlarını ona göre yaparlar. Devlet işlerini bozma azminde ve gayretinde olurlar. İyileri ve ehil olanları vazifeden alırlar, o işle hiç ilgisi olmayan naehil kimseleri iş başına getirirler. Yani işe adam değil de adama iş verirler.
Böyle olunca da işler bütünüyle naehlinde olduğu için, devlet düzeni tamamen bozulur. Büyük huzursuzluklar başgösterir. Bu durum devletin çökmesine sebep olur.

Devlet ittifaktan doğduğu gibi, ittifaksızlıktan ötürü de çöküntüler husule gelir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...