TÜRKLER
Dünyânın en eski, asîl, büyük devletler kurup, pek çok meşhûr şahsiyetler yetiştiren medenî milletlerinden. Türkler, İkinci Âdem de denilen Nuh aleyhisselâmın oğullarından Yâfes’in Türk adlı oğlunun neslindendir.
Türk kelimesinin mânâsı kuvvetli demektir.
Çin kaynaklarına göre, miğfer, terk edilmiş, usta demirci, güçlü, kuvvetli; İslâm kaynaklarında ise; olgunluk çağı, deniz kıyısında oturan adam, cezb etmek gibi mânâlara gelmektedir. Türk kelimesine, türemek, mahlûk, yaratık, yeni adam, kânun ve nizâm sahibi mânâları da verilmektedir. Türk kelimesinin cins isim olarak güç-kuvvet, sıfat hâli ile güçlü-kuvvetli mânâsında olduğu, bir Türkçe vesikadan anlaşılmaktadır. Türk kelimesine çeşitli milletler, başka başka zamanlarda birbirine benzer, aynı ve zıddı mânâlar da vermişlerdir. İran Türk edebiyatında kelime, güzel mânâsına da kullanılmıştır.
Coğrafî ad olarak Türkhia (Türkiye) tâbiri ise altıncı asırdaki Bizans kaynaklarında Orta Asya için kullanılmıştır. Dokuzuncu ve onuncu asırda Volga’dan Orta Asya’ya kadar olan sahaya denilirdi. Bu da, Doğu ve Batı Türkiye olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Doğu Türkiye Hazarların, Batı Türkiye ise Türk asıllı Macarların ülkeleri idi. Memlûklülerin ilk zamanlarında Mısır’a da Türkiye deniliyordu. Selçuklular zamanında on ikinci asırdan îtibâren Anadolu’ya Türkiye denilmeye başlandı. Türk kelimesini Türk devletinin resmî adı olarak ilk defa kullanan, milâdî yedi ve sekizinci yüzyıllarda hüküm süren (681-745) Göktürk Devleti idi.
Nuh aleyhisselâmın oğlu Yâfes mü’min idi. Evlâdı çoğalınca, onlara reîs olmuşdu. Hepsi, dedelerinin gösterdiği gibi Allahü teâlâya ibâdet ediyordu. Yâfes, nehirden geçerken boğulunca, Türk ismindeki küçük oğlu, babasının yerini tuttu. Gittikçe artan nesli Türk adıyla anıldı. Bu Türkler, ecdadı gibi müslüman, sabırlı ve çalışkan insanlardı. Zamanla çoğalarak Asya’ya yayıldılar. Türklerin başlarına geçen bâzı zâlim hükümdarlar, semavî dîni bozarak, onları puta taptırmaya başladılar. Bugün Sibirya’da yaşayan Yakutlar bunlardan olup, hâlâ puta tapmaktadırlar. Dinden uzaklaştıkça eski medeniyet ve ahlâklarını da kaybetmişlerdir.
Türkler, mîlâddan çok önceleri târih sahnesine çıktılar. En eski Türk kavmi, Çinlilerin Hiongnu dedikleri mîlâddan önce üçüncü asrın başından îtibâren târih sahnesinde görülen Hunlardır. Bu kavmin anayurdu Tienşan’ın kuzey kesimi ile batıdaki Altay dağları, Orta Urallar ve Hazar denizinin kuzey hudûdları içinde kalan vadi idi. Şenyu denilen hükümdarlarının ordugâhı, Orhun ırmağı kıyısında bulunuyordu. Nüfûs çoğalması ve fütuhat isteği gibi iki büyük sebeble yayılmağa başladılar ve. Çin hudûdlarına kadar olan bölgeyi ele geçirdiler.
Türklerin kurduğu en eski devlet olan Hunlar, aynı zamanda Türk askerî teşkîlât ve idareciliğinin de kurucularıdır. Osmanlılar zamanı dâhil olmak üzere, bütün târih boyunca Türk teşkilâtının baş kaidesi olan sağ ve sol ikili nizâm, Hunlar tarafından kurulmuştur. Hun ordusu on bin, bin, yüz ve on kişilik grublar hâlinde onlu sisteme göre teşkil edilmişti. Keçe çadırları içinde oturuyor ve besledikleri koyun, at ve sığır sürülerinden elde ettikleri ürünle geçiniyorlardı.
Hunlar, M.Ö. üçüncü asrın, sonlarında, Sarı ırmağının kıvrım yaptığı alana gelerek, Çin içlerine doğru akınlara başladılar. Çinliler, bu Türk kavminin süvarileri karşısında tutunamayıp ağır mağlûbiyetlere uğradılar. Böylece Çin hâkimi olan Tişin hanedanı Çin şeddini tamamlamaya çalıştı.
Türk kavimlerini toplayıp, imparatorluk hâlinde birleştiren Teoman Yabgu’dur. Tuman da denilen Teoman Yabgu, M.Ö. 220 senesinde Hun tahtına geçmiş ve Türk devletinin kurucusu olmuştur. Teoman’ın oğlu ve halefi Mete, devleti çok büyük bir imparatorluk hâline getirdi.
Çinlilerin Mao-t’un dedikleri Mete, Türk destanlarına Oğuz Hân şeklinde aksetmiştir. M.Ö. 209’dan 174’e kadar saltanat süren bu hükümdar, tamamlanan Çin Seddi’ni aşarak Çin’e girmeyi başarmıştır. Büyük Okyanus ile Hazar denizinin kuzey kıyıları ve Sibirya ile Himâlayaları feth etmiş, Kuzey Çin’in bâzı eyâletlerini de almıştır. Türk toplumu bu devirde aristokratik bir toplumdu. Büyük askerî makamlar, asil ailelerin tekelindeydi ve çok defa babadan oğula geçerdi. Tarkan denen bu aileler vergiden muaftı. Büyük kurultay denen meclise asiller katılıp fikir söyleseler de, Yabgu’nun sözüne îtirâz olmazdı. Türklerin en büyük millî dehâlarının teşkilâtçılıkları olduğuna tarihçiler dikkat çekmektedir. Bir avuç Türk’ün, Çin ve Hindistan gibi birâlemin üzerine gidip, büyük devletler kurması Türkler için olağan hâdiselerdi. Oğuz Hân destanının kahramanı olan Mete’den sonra, büyük Türk hakanlığı uzun müddet Kuzey Asya hâkimiyetini koruyamadı. Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayrıldı. Çinlilerle uzun mücâdelelere giriştiler. M.S. 216 yılında Hun hanedanı sona erdi. Bu devleti takiben aynı bölgede kurulan Tabgaç hanedanı, Türklerin, Çinliler üzerindeki hâkimiyetini devam ettirdi.
Dördüncü asrın başlarında Altay dağları havâlisinde yaşıyan bir Hun kavmi, batı Türkistan’a göçerek, burada Ak-Hun Devleti’ni kurdu. Ak-Hunlar, 441 senesinde Semerkand, Buhara ve Belh çevresini ele geçirerek, İran Sâsânî Devleti ile komşu oldular. Bir süre sonra Horasan’a sefer düzenleyen Türkler, Sâsânî hükümdarı Şehinşâh Fîrûz’u mağlûb ettiler. Ak-Hunlar bu parlak zaferden sonra tam bir asır Türkistan ve Afganistan’ın kudretli hâkimi olarak hüküm sürdüler. Altıncı asrın başlarında Ak-Hunlar ülkelerini Göktürklere bırakmak mecburiyetinde kalarak onların tâbiiyyeti altına girdiler.
Tabgaç hanedanından sonra 394’den 552 senesine kadar Avar hanedanı saltanat sürdü. 552 senesinde Türk hakanlığının başına Göktürkler geçti. 630 yıllarından önceki elli senelik bir suskunluktan sonra, 745’e kadar iktidarda kalan bu hanedan, Türk târihinin akışına yön veren en mühim devletlerden birinin silsilesidir. Göktürklerin kurucusu, Uluğ Yabgu’nun oğulları olan Bumin ve İstemi Kağan adlı iki kardeştir. Büyük Okyanus ile Karadeniz arasında uzayan Büyük Türk Hâkanlığı’nın, İran ve Bizanslılarla münâsebetleri olmuştur. Asıl mücâdeleleri ise Çinlilerle olup, onlarla bir ölüm-kalım savaşı vermişlerdir. Türk taht şehri Otüken, ormanlar içinde, Orhun ırmağı ile Selenga ırmağı’nın Tamir kolu arasındaydı. Göktürkler devrinde Doğu Türkistan’da Türkler çoğunluğu elde etmiş ve Batı Türkistan da Türkleşmeye başlamıştı.
Göktürkler devrinin en önemli eseri Orhun Âbideleri’dir. Göktürk yazısı ile yazılan üç âbide 725-735 seneleri arasında diktirilmiştir. Burada, Bilge Kağan ile kardeşi başkumandan Kül Tiğin’in ve Bilge Kağan’ın kayınpederi olan Vezir Bilge Tonyukuk’un bir ara Çin esaretine düşen Türk devletini yeniden kalkındırmak için yaptıkları gayretler anlatılır ve gelecek Türk nesillerinin bu tecrübelerden istifâdeleri istenir. Ayrıca istiklâl fikri verilir. 745’de Göktürklerin yıkılması üzerine, Uygur hanedanı Büyük Türk Hakanlığı tahtına geçti. Uygurlar devrinde Türkistan tamamen Türkleşti ve İranlı unsurlar dillerini bırakarak eridi. Bir kısmı da batıya çekildi. 840’da kuzeyden gelen Kırgızlar, Uygurları bugünkü Moğolistan’dan sürünce, Doğu Türkistan’a yerleştiler. İlk Uygur hakanı olan Kutluğ Bilge Kül Kağan, atalarının inancında idi. Uygurlar devrinde Türklük bir din arayışı içine girdi. Aralarında; maniheizm, budizm, hattâ hıristiyanlık yayıldı. Bu devirde Türkler, yerleşik medeniyete geçerek, Doğu Türkistan’da pek çok şehir kurdular ve kurulu şehirleri genişlettiler. Uygur alfabesi ile binlerce eser tercüme edildi. Kâğıt ve matbaa kullandıkları için bâzı kitapları günümüze kadar ulaşan Uygurlar, bugünkü Moğolistan’ı kaybettikten sonra imparatorluk olmaktan çıktılar. Türkistan ve Kansu’da yaşayan bir Türk hanedanı iken 840’da Karahanlı hâkimiyetine girdiler.
468’den 965’e kadar diğer bir Türk kavmi olan Hazarlar, Kuzey Karadeniz ve Kafkasya’da kudretli, yüksek kültürlü bir hakanlık kurdular. Bir kısmı müslüman olan Hazarların kağan denen hakanları daha çok Musevî dînine girdiler ve bu dîne giren yegâne Türk kitlesini teşkil ettiler.
Avrupa’ya, en evvel gelen Türkler Hunlardı. Hunlar, kısa boylu, fakat açlık, susuzluk ve yorgunluk nedir bilmeyen ve şimşek sür’atiyle giden atları, hedeflerini şaşırmayan okları ile kısa zamanda, büyük zaferler kazandılar. Hunlar 374 senesinden önce Ural-İtil ırmakları arasındaki sahada yaşıyorlardı. Kafkas dağları ile Don ırmağı arasında yaşayan Alanlar kavmi üzerine hücûm ederek, Avrupa’daki ilk savaşlarını kazandılar. Hunlar 374 senesinde, başlarında bulunan Balamir’in idaresi altında Don ırmağını geçerek Avrupa’da büyük fetihlere başladılar. Gotları mağlûb ederek tâbiiyyetleri altına aldılar ve 405 senesinde Macar ovasını ele geçirdiler. Bizansa akınlar yapan, Fransa’ya kadar Avrupa kıtasını yağmalayan büyük hükümdarları Atilla’nın adı Avrupalı kavimler arasında unutulmayarak zamanımıza kadar gelmiştir. Atilla’nın 453 senesinde ölümünden bir süre sonra, Avrupa Hun İmparatorluğu yıkıldı. Bir kısmı Rusya’daki yurtlarına dönerken, bir kısmı da, Orta Avrupa’da kalarak zamanla oradaki kavimlere karıştılar. Hunlardan sonra Avrupa’ya altıncı asırda Avarlar göç ederek, bu günkü Macaristan’a yerleşti ve burada kurdukları devlet, dokuzuncu asra kadar devam etti.
Avarlardan sonra onuncu asırda Peçenekler, Balkanlar ve Karadeniz’in kuzeyinde kudretli bir devlet kurdular. Peçenekleri takiben, Uzlar ve Kıpçaklar Avrupa’ya yerleşerek, Balkanlarda bir müddet hâkimiyet sürdükten sonra hıristiyan olup, Slavlaşarak Türklüklerini kaybettiler.
Sekizinci asırla on üçüncü asır arasında yaşıyan en tanınmış Türk kavimleri; Uygurlar, Kırgızlar, Kıpçaklar, Karluklar, Peçenekler ve Oğuzlardı. Uygurlar, Göktürkler zamanında Altay dağlarının kuzey doğusunda yaşıyorlardı. 745’de Göktürk hanedanına son vererek kendi hanedanlıklarını kurdular. Göktürkler zamanında Baykal gölü ile “Yenisey arasındaki Sayan dağları havâlisinde yaşıyan Kırgızlar, umumiyetle mavi gözlü ve sarışın idiler. Dokuzuncu ve onuncu asırda müslüman tüccarlar vasıtasıyla İslâmiyet’i kabul ettiler. Kıpçaklar, Büyük Kıymek kavminin en önemli kolu idi. On birinci asrın ikinci yarısında Sirderya Irmağı’nın kuzeyindeki bozkırın önemli kısmına hâkim oldular. Moğol istilâsı sırasında esir alınan genç Kıpçak Türkleri İslâm ülkelerine satılmıştır. Bunlar; Bağdâd Abbasî halîfeleri, Türkiye Seçlukluları ve Eyyûbîlerin hassa ordularında hizmet etmişler ve 1250 yılında Mısır’da asırlarca devam edecek olan Memlûklü Devleti’ni kurmuşlardır.
Karluklar, Göktürk imparatorluğuna dâhil en önemli Türk kavimlerinden birisi idi. Göktürkler zamanında Balkaş Gölü’nün doğu kıyıları ile Kara İrtiş ırmağı kıyılarında oturuyorlardı. Dokuzuncu asrın ortalarından on üçüncü asra kadar Ceyhun ve Tarım ırmağı ve Balkaş gölü arasındaki Türk ülkelerini idare eden Karahanlı hanedanı Karluk kavmindendir. Oğuzlar, Türk camiasının bel kemiğini teşkil eden mühim ve en büyük koldur. Târihteki en büyük ve en muhteşem devletleri onlar kurdular. Göktürkler, Selçuklular, Osmanlılar, Oğuzların birer kolu idi.
Türkler ve İslâmiyet: Türklerin İslâmiyet’i kabul edişleri beşeriyet târihinin en önemli olaylarından biridir. Zîrâ, Türkler kısa zamanda hıristiyan dünyâsının karşısına İslâm’ın bayrakdârı olarak çıkmıştır. Türklerin inanç ve telakkileri ile İslâm dîninin esasları ara sında pek çok benzer taraflar bulunmakta idi. Şemseddîn Sami, Kâmûs-ul-a’lâm isimli eserinde Türk’ün asaleti ile İslâmiyet’in şerefi bir araya gelmeden çok önce, Asûrîler Türkistan’a girerek Türkleri, güneşe, yıldızlara tapınmaya alıştırmıştı demektedir. Türk hakanları, asaletleri ve uyanık olmaları sebebi ile İslâmiyet’e mâni olmayıp, yayılması için çok gayret gösterdiler, islâmiyet’in ahlâkî kaideleri Türklerin alblik yâni gazilik anlayışına uygundu. Özellikle İslâmiyet’in cihâd emri, Türk’ün fetih görüşünü destekliyordu. Bunun yanında pek çok âmil, Türklerin islâm dînine fıtraten girmelerini kolaylaştırmıştır.
Abbasîler devrinde halîfenin hassa askerleri ve inzibat birlikleri arasında Türkler de bulunmaktaydı. Bunlar Taşkend, Fergana ve Mâverâünnehr’den gelmekteydiler. Dokuzuncu asırda kalabalık aileler hâlinde gelişleri hızlandı; valilik, kumandanlık ve saray nazırlığı gibi yüksek makamlara geçerek devlet hizmetinde geniş bir yere sâhib oldular. Afşin, Boğa el-Kebîr, Boğa es-Sagîr gibi Türk kumandanlarının idaresinde dört bin Türk askerinin barındığı Samarra, Türklerin ihtiyâcına ve Türk zevkine göre kurulmuş bir şehirdi. Halîfe Me’mûn (813-833) zamanında Azerbaycan’da dînî-siyâsî nitelikte sapık bir fırka olan hürremîler ortaya çıkmış ve kuvvetlenmişlerdi. İran’daki eski Mazdek ihtilâlini andıran bu hareketin başında Bâbek adında biri bulunuyordu. Üzerine gönderilen kuvvetleri mağlûbeden Bâbek’in din ve devlet için ciddî bir tehlike hâlini alması üzerine halîfe, Türk kumandanı Afşin’i Bâbek üzerine gönderdi. Afşin üç sene süren çetin bir mücâdeleden sonra 838’de Bâbek’in kalabalık tarafdârlarını dağıttı. Kendisini de yakalayarak öldürttü. Bu suretle sapık bir cereyanı ortadan kaldırmış oldu. Afşin, el-Mu’tasım’ın Ankara civarında Bizans’a karşı kazandığı savaşta da yararlılık gösterdi (Bkz. Afşin). Türklerden Boğa el-Kebîr’in başkumandanlığı sırasında Abbasîler, Bedevîlere, Ermenilere ve Bizans’a karşı başarılar elde ettiler.
El-Mütevekkil zamanında Abbasî Devleti’nin en önde gelen üç şahsiyeti Türktü. Onuncu asrın ilk yarısında emîr-ül-ümerâlığa iki Türk kumandanı Beckem ve Tuzun getirilmişti. Türklerin Bağdâd’da idareyi ele almaları üzerine uzak eyâletlerde bulunan Türk valiler, müstakil birer hükümdar gibi hareket etmeğe başladılar. İlk Müslüman-Türk devletlerinden bâzıları bu suretle kuruldu. Bunlar arasında Mısır’daki Tûlûnoğulları Devleti (868-905), Ahmed bin Tülün isminde birîürk kumandanı tarafından kurulmuştur. Ahmed bin Tülün, Dokuz Oğuz Türklerinden idi. İbn-i Tülün, Mısır’ı birçok mîmârî eserle süslemiştir. Tûlûnlular Devleti, 905’de sona ermiş ve yerine az zaman sonra Tuğaçoğlu Mehmed’in kurduğu Türk ihşidîler Devleti ortaya çıkmıştır (Bkz. Tûlûnoğulları-İhşidîler).
İlk müslüman Türk devletleri Karahanlılar, Gazneliler ve Selçuklular idi. Karahanlılar 920 senesinde islâmiyet’i resmî din olarak kabul etti. Karahanlılar arasında İslâm dîninin yayıcısı, Abdülkerîm Satuk Buğra Hân’ın oğlu Mûsâ Baytaş oldu. Karahanlı hükümdarı, 999 senesinde Abbasî halîfesi tarafından İslâm hükümdarı olarak tanındı. Hakanlığın sınırları Balasagun, Ozkend ve havalisine, Tarım havzasının batı kısmına, Balkaş gölüne, Hindikuş, Karakurum dağları dolaylarına kadar yayıldı. Ülke, doğu ve batı diye ikiye ayrılmıştı. Doğu Karahanlılar 1090, Batı Karahanlılar ise 1089’da Selçuklulara bağlandılar. Karahanlılar devrinde 200 bin çadır Türk halkı İslâmiyet’i kabul etmiştir (Bkz. Karahanlılar).
962 senesinde Alb Tekin adlı birîürk kumandanı Afganistan’ın Gazne şehrini zabtederek Gazneliler Devleti’ni kurdu. 977’de devletin başına Sevük Tekin geçti. Sevük Tekin, iyi bir devlet adamı, mahir bir kumandan idi. Bütün Afganistan ile Horasan ve İran’ın doğu kısımlarını idaresi altına aldı. Hindistan’a zaferle netîcelenen bir sefer düzenledi. Oğlu ve halefi olan Mahmûd, yalnız Gazneli Devleti’nin değil Türk târihinin de en büyük simalarından biridir. Hindistan’a on yedi defa sefer düzenleyerek büyük zaferler kazanmış, bu ülkede İslâmiyet’in köklü şekilde yerleşip inkişâfında önemli rol oynamıştır. Gazneli Mahmûd, aynı zamanda İran’ın orta eyâletleri ile Harezm topraklarını da ülkesine katarak zamanının en büyük hükümdarı olmuş ve Abbasî halîfesinden ilk defa olarak, sultan ünvanını almıştır. Gazneliler, 1040 senesinden sonra Selçuklulara tâbi oldular. 1186 senesinde de Gurlular tarafından tamamen ortadan kaldırıldılar (Bkz. Gazneliler).
Onuncu asrın ikinci yarısında Seyhun nehri kıyısı ile bunun kuzeyinde yaşıyan Oğuzlar, Semerkand ve Buhara taraflarına inmeye başlamışlardı. Buhara taraflarına inen Oğuzların başında Kınık boyundan Selçuk Bey’in oğulları vardı. Selçuk Bey’in torunlarından Tuğrul ve Çağrı beyler, çetin şartlar içinde Selçuklu Devleti’ni kurdular. Tuğrul Bey, 1064 senesinde vefat ettiği zaman, kurduğu devletin sınırları Ceyhun’dan Fırat’a kadar uzanıyordu. Yerine geçen Alb Arslan, 1071’de Malazgird ovasında Bizanslıları mağlûb ederek Anadolu’nun Türk ülkesi olmasını sağladı. Bu zaferden sonra Anadolu’nun fethine Kutalmış Bey’in oğulları me’mûr edildiler. Kutalmışoğlu Süleyman Şah, büyük zaferler kazanarak Üsküdar’a kadar gelmiş ve İznik’i hükümet merkezi yaparak Türkiye Selçuklu Devleti’ni kurmuştur. Süleyman Şâh’tan sonra Birinci Kılıç Arslan, Birinci Mes’ûd ve İkinci Kılıç Arslan Türkiye Selçuklu Devleti’nin başına geçerek, Türk milletine büyük hizmetler vermişlerdir. On üçüncü asırda Moğol istilâsı, İran, Horasan ve Mâverâünnehr ta raflarında yaşayan âlim ve evliyanın hemen hepsinin Anadolu’ya gelmelerine sebeb olmuştur. Bu istilâ Selçuklu Devleti’ni de ortadan kaldırmış, fakat çok geçmeden yüksek yaylalarda yaşıyan Türkmen beyleri Anadolu’yu istilâcıların elinden kurtarmışlardır. Bu Türkmen beylerinden birisi de Osman Bey idi. 1299’dan itibaren gelişen Osmanlılar, manevî yapısı ve teşkilâtı bakımından Selçuklu Türklüğünden, devr aldığı bir çok değerlerle cihanın en büyük devletlerinden birini kurmağa muvaffak olmuşlardır.
Söğüt’de kurulan Osmanlı Devlet’i, kısa zamanda Batı, Anadolu’ya hâkim olarak 1356’da Rumeli’ye ayak bastı. Bu geçiş çok mütevazı başlamakla beraber, şiddetli haçlı mukabelesi ile karşılaşıldı. Fakat fevkalâde bir kudret ve üstün vasıflara sâhib olan Osmanlılar, haçlıları 1363’de Edirne civarında Sırpsındığı mevkü ile 1389’da Kosova ve 1396’da Niğbolu’da hezimete uğratmışlardır. Böylece bu gazi devlet Rumeli’de yerleşerek, Anadolu’da yayılma ve ilhaklarla genişlemiş ve Malatya’ya kadar uzanmıştır. Niğbolu zaferi, hıristiyan Avrupa’nın müslüman Türklere mağlûbiyetini tescil etmiş ve Türk ilerleyişini durdurmak mümkün olmamıştır. Hıristiyan Batı âlemine gâlib gelen Osmanlıların, doğuda Tîmûr Hân’a mağlûb olması, Anadolu’daki birliği tekrar parçalamıştır. Ancak fetret devrinde sarsıntı Rumeli’de değil, Anadolu’da olmuştur.
Fetret devrinden sonra devletin başına geçen ve ikinci kurucu olarak adlandırılan Çelebi Sultan Mehmed Hân, Osmanlı Devleti’ni tekrar canlandırdı. Oğlu Sultan İkinci Murâd Hân, 1444’de Varna ve 1448’de İkinci Kosova meydan muharebelerinde haçlılara karşı yeni zaferler kazandı. Osmanlılar bu suretle Anadolu’da Türk ve İslâm’ın maddî ve manevî mîrâsmı toplayarak, yeni bir fikir ve medeniyet sentezi kurdular.
Türk târihinde ilk defa olarak, Osmanlıların merkezî bir devlet sistemi ile meydana çıkması büyük bir siyâsî yenilik oldu. Gerçekte Osmanlı hânedânı, diğer Anadolu beyleri gibi millî örf ve geleneklerini muhafaza ettiği hâlde, devletin taksim edilemez mukaddes bir varlık olduğunu kavramış, şehzadelerin ve boy beylerinin siyâsî hâkimiyete ortak olmalarına imkân vermemiş ve bu sayede merkeziyetçi, sağlam, istikrarlı bir devlet ortaya çıkarmayı başarmıştı. Fâtih Sultan Mehmed Hân, Anadolu beylerinin ve kendi içinde gelişen devleti sarsıcı hanedanların geriye kalanlarını bertaraf ederek merkeziyetçi otoriteyi daha da sağlamlaştırdı. Dâima devlet birliği şuuruna ve nizâm-ı âlem mefkuresine bağlanan Osmanlı inancı bakımından, Sultan İkinci Bâyezîd Hân’ın; “Osmanlı Devleti öyle başı örtülü namuslu bir gelindir ki, iki kişinin talebirâa tahammül edemez” sözü çok yerinde ve pek önemlidir.
İslâm birliğini sağlamak ve Anadolu’dan şiî-Safevî propagandasını kaldırmak istiyen Yavuz Sultan Selîm Hân, Şah İsmail üzerine sefer düzenledi. Şah İsmail’i saf dışı bıraktıktan sonra yıldırım sür’ati ile Mısır ordularını 1516 Mercidabık ve 1517 Ridâniye zaferleri ile mağlûb etti. Bu zaferlerden sonra bütün Arab ülkeleri Yavuz’un hâkimiyeti altına girdi. Bu durum üzerine Mekke ve Medîne emîri mukaddes şehirlerin anahtarlarını Sâhib-ül-Haremeyn ünvanı ile Yavuz Sultan Selîm Hân’a teslim etti. Fakat o, bu ünvanı kabul etmeyip; “Benim için, o mübarek makamların hizmetçisi olmaktan daha büyük şeref olamaz. Bana Hâdim-ül-Haremeyn deyin!” demiştir. Yıldırım sür’ati ile kıtaların fethini sekiz senelik saltanatına sıkıştıran bu büyük fâtihin, cihan hâkimiyeti teşebbüsüne ve Avrupa’yı fethe kararlı olması tabiî idi. Fakat ecel onun dünyâyı tek ve yüksek nizâma kavuşturmasına fırsat vermedi.
Sultan Birinci Süleyman Hân’ın yarım asır süren saltanatı, Türk ve Osmanlı cihan sulhu dâvasının en yüksek ve kudretli devrini teşkil eder. Zamanında Türk ordusu 1526’da mutlak bir zafer kazandı ve Orta Avrupa yolu Türklere açıldı. Artık Osmanlı ordusu Orta Avrupa’yı çiğniyor, Viyana’yı geride bırakarak Gratz, Merburg, Gûnis gibi bir çok Alman şehrini fethediyordu.
Onaltıncı asrın sonları ile on yedinci asırda Osmanlı sivâsî kudreti gibi ictimâi nizâmı da kuvvetini devam ettirmiştir. Devlet; liyâkat, ahlâk, maddî ve manevî disiplin ve çalışma üzerine kurulmuştu. Osmanlıda, şahsî meziyet ve kabiliyetten başka hiç bir şeye kıymet verilmezdi. Herkes liyâkat, bilgi, ahlâk ve seciyesine göre bir mevkiye tâyin edilirdi. Ahlâksız, bilgisiz ve tenbeller hiç bir zaman yüksek mevkilere çıkamazlardı. Osmanlıların muvaffakiyeti ve bütün dünyâya hâkim olmalarının hikmeti bu idi.
On yedinci asrın ikinci yarısından sonra devletin siyâsî ve askerî kudretinde zaaf başlamış, idâri ve ilmî müesseselerde bozukluklar meydana çıkmış, bunun netîcesinde gerileme başlamıştır. Anadolu’da çıkan ve memleketi harâb ve perişan eden kızılbaş teşvikli celâli ayaklanmalarını bastırmak için çok büyük gayretler sarf etmek ve uzun seneler uğraşmak îcâb etmişti. Amerika’nın keşfi ile götürülen Afrikalı köleler, nice zulümlerle Avrupalı zâlimler için bol bol gümüş çıkardılar. Avrupa yoluyla Osmanlı ülkesine de bol miktarda giren gümüş, fiyatları altüst etti. Gümüş olan Osmanlı akçesinin değeri düştü. Devletin düştüğü zor durumdan kurtarılması için zaman zaman hükümdar ve devlet adamlarının giriştikleri teşebbüsler, müsbet netîceler verdi ise de, bilhassa yeniçerilerin çıkardıkları isyanlar bunların devamlılığını baltaladı.
Türkler, on yedinci asırda da Avrupa’ya medeniyet verici durumda iken, on sekizinci asırdan itibaren alıcı olmağa ve iktibaslar yapmaya mecbur bulunduklarını kabul etmişlerdir. On sekizinci asrın başlarından İtibaren tahta geçen pâdişâhların hemen hepsi bu gerilemenin farkına varmışlar, batıdan faydalanarak, ıslahat yapmak istemişlerdir. Sultan İkinci Mahmûd Hân, yeni, düzenli bir ordu kurduğu gibi, hükümet teşkilât ve usûllerinde değişiklik yapmıştır. Bu faydalı yenilik hareketleri yanında, siyâsî bakımdan bir çok felâketler vuku buldu. Fransız İnkilâbı’nın ortaya attığı milliyetçilik fikirlerinin Osmanlı ülkesinde ırkçılık şeklinde yayılması, dış tahrikli Sırp ve Yunan isyanları, Avrupa devletlerinin kendi çıkarları için hâdiselere müdâhale ederek işi çıkmaza sokmaları, Rusya’nın emperyalist ve an’anevî siyâsetine uygun olarak harp açması, Mısır valisi Mehmed Ali Paşa’nın isyanları bu felâketlerin başlıcalarıchr. Bütün bu karışıklıkların hâili için çâreler arayan Osmanlı pâdişâhı Sultan İkinci Mahmûd Hân, Avrupa’daki teknik ilerlemeden istifâde niyeti ile hocalar getirtti. İlk defa 1834 yılında Avrupa’ya talebe gönderdi. Avrupa başşehirlerinde daimî büyükelçilikler kurdu. Fakat Avrupa’ya gönderilen bâzı talebeler, fen alanındaki ilerlemelerini alacakları yerde, nefislerini tatmin peşine düştüler. Hıristiyan Avrupalının köhneleşmiş ahlâkına tâlib oldular. Ahlâkî ve mânevi değerlerini kaybederek, Osmanlı ülkesine dönen bu talebelerin ilk işi, kendilerini para ve kadınla elde eden O’smanlı düşmanlarının menfaatleri için çalışmalara başlamak oldu. İngilizler tarafından yetiştirilip mason yapılan Londra büyükelçisi Mustafa Reşîd Paşa, Sultan Mahmûd Hân’ın vefatından sonra on altı yaşında pâdişâh olan Abdülmecîd Hân’ı Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu’nun îlânına ikna etti.
İngiliz büyükelçisi karşısında tir tir titreyen Mustafa Reşîd Paşa tarafından hazırlanarak 3 Kasım 1839’da ilân edilen Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu ile yeni düzene ait esaslar belirlendi. Osmanlının isteklerinden çok Avrupalıların arzularına uygun olarak hazırlanan bu fermanda, müslümanlardan çok hıristiyan tebeanın menfeatı gözetilmişti. Tanzîmât-ı Hayriye Fermanı denerek yeni ve parlak bir devir açtığı iddia edilen bu hatt-ı hümâyûnla, Müslüman ve gayr-i müslim bütün tebeanın ırz, namus ve can güvenliğinin sağlanacağı, verginin ve askerlik işlerinin düzenli bir usûle bağlanacağı vâd ediliyor ve bu fermana dayanılarak çıkarılacak kânunlara saygı gösterileceği belirtiliyordu. Tanzîmât döneminde hukuk, askerlik, eğitim, öğretim ve idare alanlarında bir çok değişiklikler yapıldı. Gülhâne hattının eşitlik ilkesine rağmen, askerlik mükellefiyetine yalnız müslümanlar tâbi kılınarak gayr-i müslimler muaf tutuldu.
Fransız inkılâbı neticesinde dünyâya yayılan milliyetçilik fikirleri ile ülkede isyanlar çıktı. Neticede âsîlere idarî imtiyazlar ve muhtariyet verilmesi, Avrupa’ya ilim için giden gençlerin, Avrupa bilim ve siyâset adamlarının Türkiye ve Türkler hakkındaki musbet ve menfî fikir ve kanâatlerini öğrenmeye başlamaları gibi bâzı sebebler, Osmanlı Devleti içindeki çeşitli kavimlerin millî şuur ve millî devlet fikirlerini kuvvetlendirmiş ve çözülme hareketleri başlamıştır. Bunun yanısıra, tebeanın kamu önünde ve siyâsî haklar yönündeki eşitliğini kâfî görmeyerek, meşrutî bir hükümet idâresinin kurulması için mücâdeleye girişen ve Osmanlı düşmanı devleler tarafından desteklenen Genç Osmanlılarda idareye karşı hoşnutsuzluk başgösterdi. Genç Osmanlıların fikirlerini paylaşan Midhat Paşa, pâdişâhın fikir ve icraatına muhalefet eden Serasker Hüseyn Avni Paşa ve Rüştü Paşa, birlik olup Sultan Abdülazîz Hân’ı şehîd ederek Beşinci Murâd’ı tahta çıkardılar. Sultan Murâd Hân, hastalığı sebebiyle üç ay sonra tahttan indirilerek, veliahd Abdülhamîd, Ağustos 1876’da tahta çıkarıldı.
Sultan İkinci Abdülhamîd Hân’ın tahta çıktığı 1876 senesi, Türk târihinin gerçek dönüm noktalarından biri oldu. Dâhilde pek çok mesele vardı. Dışarda ise Midhat Paşa’nın arzu ve isteği ile Rusya ile bir savaş yaklaşıyordu. Avrupa devletlerinin Osmanlı hakimiyetindeki hıristiyan tebeayı durmadan kışkırtmaları bilhassa Balkanlarda bir kaç eyâletin kan, ateş, isyan ve huzursuzluk içine düşmezine yol açtı. Mâlî durum bir hayli zayıflamış, Tanzimat’la verilen tâvizlerle Osmanlı sanayü ve ticâreti çökertilmişti. Ayrıca devletin coğrafî durumu yabancı istilâ ve müdâhalelere açıktı. Türk olmayan eyâletler, Avrupa devletlerinde olduğu gibi, sömürge muamelesi görmediği, anavatanın birer parçası sayıldığı hâlde, dışa dayalı isyanlar durmak bilmiyordu. Devamlı dış baskılar ve bitip tükenmek bilmeyen savaşlar, devletin kalkınmasını engelliyordu. Avrupa devletlerinin kendi çıkarları için tahrik ettikleri Ermenilerin muhtariyet elde etmek gayesiyle ihtilâlci komiteler kurarak ülkede hâdise çıkarmaya başlamaları, devlet için ayrı bir meşgale oldu. Ayrıca Bulgar, Yunan ve Sırp çetelerinin meydana getirdikleri hâdiseler, devleti uğraştırdığı gibi, yabancı müdâhalelere yol açtı.
Sultan İkinci Abdülhamîd, batı devletleri ve Rusya’nın her türlü baskıları karşısında, devlet birliğini korumak için tek çıkar yolun, müslüman tebeayı din bağıyla bütünleştirmek olduğunu biliyor ve bu birliğin yalnız Osmanlı ülkesinde değil, diğer müslümanlar arasında da te’sisine çalışıyordu. Memleketin iktisadî kalkınmasına çok önem verdi. Ulaştırma ve haberleşme sahalarında ıslahat, eğitim konusunda ciddî hamleler yaptı. İngiltere ve Fransa’nın dostluk ve yardımlarına güvenilmediğinden, Alman dostluğuna önem vererek denge sağlamaya çalıştı. Zamanla Sultan’ın idaresine karşı doğan muhalefet, Genç Türkler denilen kişiler tarafından ilerletilerek İttihâd ve Terakki Cemiyeti adı altında siyâsî bir teşkilât kuruldu. Bunların baskısı ile 23 Temmuz 1908’de meşrûtiyet rejimi yeniden yürürlüğe, konuldu. İttihadcıların tertibi ile 31 Mart Vak’ası olarak bilinen bir ayaklanma çıkarıldı. Hâdiseyle alâkası olmadığı halde Pâdişâh, bu bahaneyle, tahttan indirilip, yerine Beşinci Mehmed Reşâd tahta çıkarıldı. İktidara cemiyet tarafdârı devlet adamları getirildi ve o zamana kadar idâri işlere karışmayan İttihâd ve Terakkî Cemiyeti, söz sahibi oldu. 1912’de başlayan Balkan harbinde Osmanlı ordusunun yenilmesi üzerine, Enver Bey’in başkanlığında küçük bir subay topluluğu, Ocak 1913’de Bâb-ı âlîyi basarak sadrâzam Kâmil Paşa’yı istifaya zorladı. Böylece İttihâd ve Terakkî Cemiyeti devletin mukadderatını doğrudan ele aldı ve sonunda kötü bir akıbete yol açtı. Devleti 1918 senesi sonlarına kadar, keyfî bir tarzda yönetti. Sultan Vahideddîn tahta geçtiği zaman devletin sonu gelmişti.
Yeni iktidar zamanında felâketler birbirini tâkib etti ve devletin çöküşü hızlandı. Trablusgarb, Balkan savaşları ve nihayet ittifak devletleri safında girilen Birinci Dünyâ Savaşı, devletin yıkılışının başlangıcı oldu. Savaş sonunda imzalanan Mondros Mütârekesi ile Osmanlı Devleti baştan başa işgal edildi. Bütün imkânsızlıklara rağmen başlatılan, zaferlerle sona eren ve Millî Mücâdele diye bilinen Türk İstiklâl Savaşı sonunda, 24 Temmuz 1923’de imzalanan Lozan Andlaşması ile bu harbin neticeleri alındı ve nihayet 29 Ekim 1923’de Cumhuriyet îlân edildi.
Bugün Uzakdoğudaki Sakalin adalarından, batıdaki Balkan adacığına kadar iki Avrupa kıtası büyüklüğünde bir alanda yaşayan Türklerin ekseriyeti Rusya ile Çin ve İran hudutları içinde bulunmaktadır.
Türk milletinin müstakil millî devleti olarak Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti bulunmaktadır.
Türk devletleri: Türkler, uzun bir geçmişe sahiptir. Târihte aktif bir rol oynayıp, pek çok siyâsî teşekküller meydana getirmişlerdir. Bunların sayısı yüzün, üzerinde olup, çoğu birbirinin devamı mâhiyetinde iktidarlardır. Ülkenin hanedan mensupları arasında paylaşılması, devletin adı, târihi, sayısı ve bütünlüğü anlayışında çeşitlilik arz eder. Türk devletleri; Asya, Avrupa, Afrika, Asya-Avrupa, Asya-Afrika, Asya-Avrupa-Afrika kıt’aları üzerinde kurulmuştur.
Kültür ve medeniyet: İlk müslüman Türk devletlerinden olan Karahanlılarda, ülkenin doğusunu idare eden büyük hakana Arslan Hân adı verilirdi. Onun hâkimiyeti altında batı bölgelerini Buğra ünvanını taşıyan diğer bir hân idare etmekteydi.. Sonra devlet merkezinde hakanlara vekâlet eden, Erkan, Sağun gibi ünvanlar alan İligler ve Tekin diye anılan şehzadeler geliyordu. Ayrıca bir danışma kurulu vardı.
Hükümdarlığı halîfe tarafından tasdîk edilen Gazne hükümdarı Mahmûd, Sultan ünvanını ilk defa kullanan hükümdar olarak bilinir. Daha sonra bu ünvan bütün İslâm devlet başkanları tarafından kullanılmıştır. Anadolu Türkmen beyliklerinde, atabeyliklerde de sultan ünvanı kullanılmıştır. İslâmiyet’te devlet başkanı olan halîfe, Allah’ın elçisi olan Peygamberimize vekillik ettiği için bütün müslümanların başı idi. O, insanların dünyâ ve âhiret bütün işleri dâhil İslâmiyet’in emir ve yasaklarını yerine getirmekle mes’ûldü. Türk cihan hâkimiyeti düşüncesi, güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar dünyânın Türk hükümdarları tarafından idare edilmesi gerektiği esâsına dayanıyordu. On birinci asır yazarlarından Kaşgarlı Mahmûd şöyle demektedir: “Allah, devlet güneşini Türklerin burcunda doğurmuş, göklerdeki dâirelere benzeyen devletleri onun saltanatı etrafında döndürmüş, Türkleri yeryüzünün hâkimi yapmıştır.”
Oğuz destânındaki ok motifi, Göktürk kitabelerinde zaptı düşünülen istikâmetlere önceden prenslerin tâyin edilmesi, Türk kültüründeki cihan hâkimiyeti ülküsünün işareti idi. Selçuklular Dandanakan savaşının hemen arkasından bir savaş meclisi toplamışlar ve burada fütuhat yönlerini ve vazife alacak başbuğları kararlaştırmışlardı. Malazgird muharebesi ve Anadolu’nun fethi de, cihan hâkimiyeti ülküsünün bir sonucu idi.
Türk sultanları topluluklar arasında sosyal, kültürel, dînî müsamaha bakımından herhangi bir fark kabul etmemişler, herkese eşit hak ve adalet tanımışlardır. İslâmî Türk devletlerinde çeşitli boylara mensûb, türlü diller konuşan ve ayrı dinlere mensûb olanların kültürlerine dokunulmamıştır. Bu prensip, Osmanlı devrinde de devam etmiştir. Türklerin İslâm kültürünü tam anlamı ile benimsemeleri neticesinde, İslâmiyet, Türkler için başlıca dayanak hâline gelmiştir. Haçlı orduları hıristiyanlık dâvası ile harekete geçerek İslâm ülkelerini ağır tehdit altına aldıkları zaman ve daha sonra, asırlarca süren bu batılı zihniyet karşısında Türkler için İslâm inanç ve hissi en büyük güç kaynağı oldu. Böylece Türklüğü yükseltmek ve İslâmiyet’i yüceltmek düşüncesi, fütuhatı hıristiyan dünyâsına dönük Osmanlı Devleti’nde, en yüksek seviyeye ulaşmıştır.
Müslüman-Türk devletlerinde, kendilerine ülkeden bir bölgenin idaresi verilen hanedan üyeleri, melik diye anılırdı. Bunlar, yarı müstakil bir surette hareket ederlerdi. Bulunduklarrbölgede asıl devlet merkezindekine benzer bir dîvân kuruluşuna da sahiptiler. Ayrıca vezir ve askerî kuvvetleri vardı. Halîfe, sultan ve kendi adlarına hutbe okuturlar, bağlı olarak para bastırırlardı. Bu melikler, merkezdeki sultan tarafından temsil edilen yüksek iktidarı tanırlardı. Siyâsî temasları veya giriştikleri savaşları asıl devletin ana siyâseti çerçevesinde yürütürlerdi. Ancak melik olmak, ülkenin bir parçasını şahsî mülk hâline getirmek ve onu kendi keyfine göre idare etmek değildi.
Hükümdarın vefatı veya şiddetli bir dış istilâ gibi hâdiseler netîcesi, merkezde iktidar boşluğu gelince, devlet bütünlüğü bozulmağa yüz tutar, iktidara sâhib olmak için şehzadeler birbiriyle mücâdeleye girişirlerdi. Bu durum, Selçuklu Devleti’nin daha uzun ömürlü olmasını önlemiştir. Ancak Osmanlılar, bunu göz önüne alarak hâkimiyetin bölünmemesi prensibini gerçekleştirip devleti altı asırdan fazla ayakta tutabilmişlerdir. Aynı husus Göktürklerde, İlteriş Kağan ile kardeşi Kapağan Kağan’ın çocukları arasında da görülmüştür.
Büyük Selçuklu Devleti zamanında, islâm medeniyeti çok yüksek bir seviyeye ulaşmıştır. Selçuklu sultanları, devleti adaletle idare etmeye büyük önem verirler ve devletin devamını bunda görürlerdi. Sultanlar, haftanın belirli günlerinde devlet ileri gelenlerini ve kumandanları kabul ederlerdi. Halkın şikâyetlerini dinler, devlete karşı işlenen suçlara bakan yüksek mahkemeye başkanlık yaparlardı. Saray teşkilâtı doğrudan doğruya sultânın şahsına bağlıydı ve vazifelilerin hepsi onun en güvenilir adamları arasından seçilirdi.
Türkler, devlet kurdukları zaman Orta Doğu’daki kültür çevresinin en önemli unsuru şüphesiz din idi. İslâmî emirlerden biri de bu dîni yaymaktı. Aslında cihâd inancı Türklerin fetih düşüncelerine de uygun düşüyordu. Bu bakımdan islâmiyet uğruna mücâdeleye girişen Karahanlılar, Mâverâünnehr’deki eski kültür merkezleri Buhara ve Semerkand’da yaptıkları gibi daha doğuda Balasagun ve Kaşgar’da İslâmiyet’i yaygınlaştıran müesseseler meydana getirmişlerdi. İç Asya’nın dağlık bölgelerinden gelen Türklere müslüman olmaları için hanlık arazisinde yer verilmişti. Karahanlı idarecileri, en çok Uygurların müslüman olmasını hedef almışlardı. Maniheist ve budist olan bu Türk topluluğunun İslâmiyet’e kazandırılmasını istiyorlardı.
Gaznelilerde devlet-halk birliğini sağlayan ilk unsur islâmiyet’ti. Gazneliler, Afganlılar ve Gurlularla çetin muharebelere girişerek, onları İslâmiyet’e kazandırmaya çalışıyorlardı. Müslümanlık, Sultan Mahmûd’un oğulları ve Delhi sultanları vasıtasıyla daha da yaygınlaştırılmıştı. Anadolu’nun fethinde tam bir cihâd havasına girilmişti. Bizans topraklarının kurtarılması gerektiği yolundaki İslâm dünyasındaki mevcut umûmî kanâat, Türk başbuğlarına kuvvetli bir manevî destek sağlamıştır. Böylece gelişen İslâmiyet ve Türklük birliği şuuru, haçlıların bütün gayretlerini boşa çıkardı. Moğol istilâsına karşı da aynı îmân gücü ile karşı koyuldu.
Müslüman-Türk devletleri, Ehl-i sünnet inancına sâhib idiler. İslâm dünyâsında Türkler, esâsı Eshâb-ı kiram düşmanlığına dayanan râfızîlik inancına düşen İranlılarla çok uğraşmışlardır. Daha ilk belirdiği anlardan îtibâren siyâsî bir nitelik almış olan râfızîlik, on birinci asırda Mısır’daki Fatımî Devleti tarafından, Ehl-i sünnet İslâm memleketlerini karışıklığa düşürmek için, kuvvetli bir propaganda silâhı olarak kullanılıyordu. Büveyhîler, Fâtımîlerle sıkı münâsebet halindeydi. O zamanki İran’ın hemen her tarafında çeşitli isimler altında pek çok râfızî görüş türemişti. Hâlbuki Türk sultanlarının vazifesi siyâsî birlik yanında manevî birliği de kurup yaşatmaktı. Selçuklular devrinde bu durum, doğru bir inanç bayrağı altında toplamak şeklinde düzenlenmişti. Râfızî-Fâtımî ve yine râfızî-Büveyhî devletinin yıkıcı propagandalarından memleketi kurtarmak isteyen Sultan Alb Arslan, Bağdad gibi önemli merkezlerde kurduğu medreseler vasıtasıyla Ehl-i sünnet îtikâdının doğru olarak öğretilmesine çalıştı. Selçuklular, ayrıca yine Fâtımîler tarafından desteklenen bâtınîler ile uğraşmak zorunda kalmışlardır.
Selçukluların bu siyâseti, Eyyûbîler tarafından da tâkib edildi. Mıcır Memlûklü sultanları, Delhi Türk Sultanlığı, Türkmen beylikleri, Atabeylikler, Tîmûrlular ve Akkoyunlular da aynı yolda yürüdüler. Fakat bu muazzam siyâset, Moğol istilâsı ile ağır bir darbe yemiş, Orta Doğu’yu işgal hareketine katılan Moğol idarecileri ve kitlelerin büyük çoğunluğu putperest ve kısmen hıristiyan olduklarından, müslümanlara hiç bir din hürriyeti tanınmamıştır. Ayrıca Moğollar, İslâm dünyâsında, kendi hâkimiyetleri uğruna din adamlarına ve halka büyük zulüm ve işkence yapmışlardır.
Müslüman-Türk devletlerinde din ve fen ilimlerinin gelişmesi için çok gayret sarfedilmişti. Gazne, Delhi kültür çevresinde tanınmış Türk âlimleri yetişmişti. Türk hâkimiyeti devrinde büyük fıkıh, hadîs, kelâm, tefsîr ve fen âlimleri yetişti. On birinci asırda Hemedânî, Şihristâhî, Begâvî; Harezmşâhlar zamanında, Zemahşerî, Fahrüddîn-i Râzî; Eyyûbîler devrinde Âmidî, ilim ve fikir hayâtında büyük eserler ortaya koymuşlardır. Sonraki asırlarda Kadı Beydâvî, Urmevî, Kutbeddîn Şîrâzî, Tasavvufda; Ahmed-i Yesevî, Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî, Süleyman Ata, Ubeydullah-ı Ahrâr gibi büyükler, hep Türk hâkimiyeti döneminde yetişmişlerdir.
Müsbet ilimler sahasında da büyük ilerlemeler kaydedildi. Trigonometrinin kurucularından Bîrûnî ile İbn-i Türk, matematik ilminin doğudaki başlıca temsilcileri oldular. Çeşitli ilim dallarında yüz ondan fazla eser yazan Bîrûnî, Gazne sarayında yaşamış ve Sultan Mahmûd’un Hind seferine katılmıştı. Matematik, coğrafya, jeoloji, jeodezi, astronomi ve trigonometrik mes’elelere dâir eserler yazan bu büyük âlim, ilim tarihinin dâhilerinden kabul edilmektedir.
Karahanlılar devri manzum ve Türkçe bir eser olan Kutadgu Bilig, Türk devlet düşüncesi, kânun anlayışı, hâkimiyet telakkisi ve siyâsî görüşleri bakımından şaheserdir. 1060 yılında Balasagunlu Yûsuf Has Hâcib’in, Kaşgar’da yazarak Buğra Hân’a sunduğu, Uygur ve İslâmî Türk yazısı ile nüshaları bulunan bu eser, İslâmî devrin ilkâbidelerindendir.
Selçuklular devrinde eğitim ve öğretim en yüksek seviyeye ulaşmıştır. Bu dönemde sultanlar, devlet adamları, hâtûnlar ve tabiblerin gayretleriyle yeni müesseseler kurularak, her biri tıb fakültesi mâhiyetinde Kayseri, Sivas, Konyadivriği, Çankırı ve Kastamonu’da hastahâneler ve medreseler yapılmıştır.
Müslüman-Türk devletlerinde, büyük kısmı şaheser sayılacak derecede; mîmârî, kitabe, hat, tezhib, süsleme, minyatür, çini, halı, kilim gibi mükemmel san’at eserleri yapılmıştır. Asya içlerinden Akdeniz’e, Oğuz bozkırlarından Hindistan ortalarına ve Mısır’a kadar uzanan geniş sahada o devrin Türk devletlerinden kalma saray, cami, mescid, imaret, han, hamam, dâr-üş-şifâ, medrese, hânekâh, türbe, künbet, şadırvan, çeşme, sebil, kale, sur ve mezar sandukası gibi binlerce san’at eseri günümüze kadar gelmiştir. Bunlar arasında mîmârî eserlerin çoğunda; çini kaplı, renkli yazılı ince tezyinat yer alırdı. Türkler bu çağda san’at dünyâsına önemli yenilikler getirmişlerdir. Medrese ve medrese-câmi mimarîsi, çift kubbe inşâatı, silindir biçiminde bâzan yivli yüksek ince minare tipi, demet sütün, sivri kemer, pencerelerin katlar hâlinde sıralanması, kubbe yapımında Türk üçgenleri, dikdörtgen veya beş köşeli mihrâblar bunların belli başlılarındandır. Yazı, minyatür, tezhîb ve süslemede büyük hamleler olmuştur. Taş işçiliği, kuyumculuk, kakmacılık, bakır işçiliği, zırh, kemer, kalkan, mineli cam yapımı, seramik, dokumacılık, halıcılık ile döküm san’atının en zarif örnekleri verilmiştir. Bunların taşınabilir olanları hâlâ Türk ve dünyâ müzelerinin gözde eserleri durumundadır. Taşınamaz olanları ise, Türk’ün ayak bastığı her yere açıkhava müzesi manzarası verir.
Karahanlılarda halk dili ve edebî dil Türkçe idi. Gazneli ve Harezmşâhlar sarayında Türkçe konuşulurdu. Delhi Türk Sultanlığı’nda idareci tabaka ve ordu mensupları da Türkçe konuşuyordu. Selçuklularda da böyleydi, halkın ekseriyeti ile ordunun dili Türkçe idi. Bu devletlerde resmî yazışmaların Farsça ve Arabça olması veya ilmî eserlerin bu dillerde yazılması İslâm dünyâsının ortak dili olmasından doğuyordu. Müslüman-Türk devletlerinde Türkçe’nin önemini gösteren vesîkalardan biri, on birinci asırda Kaşgarlı Mahmûd tarafından Bağdâd’da yazılan Dîvânü Lügat-it-Türk’tür. Müellif, bu eserini Türk olmayanların Türkçe öğrenmek ihtiyâcını karşılamak üzere yazdığını kaydetmektedir. Selçuklu teşkîlâtında çok önemli yeri bulunan. Atabeglik müessesesi, Türklerin İslâm dünyâsına getirdiği bir yenilikti. Osmanlılarda bunlara Lala denmiştir.
Üç kıt’anın ortasında ve iç denizler üzerinde kurulan Osmanlı Devleti, Türk milletinin en büyük eserini, Türk, İslâm ve cihan hâkimiyeti târihinin de en yüksek siyâsî teşkîlâtını temsil eder. Osmanlı Devleti siyâsî istikrarı, sosyal adaleti ve bünyesinin sağlamlığı, kavimler ve dinler arasında kurduğu ahengi Nizâm-ı âlem şuur ve iradesiyle çok yüksek ve ince idare sistemi, kudretli ordusu, yüksek askerî tekniği, geniş hukukî fâaliyetleri ve nihayet edebiyat, san’at ve mimarîde vücûda getirdiği ihtişamlı eserleri ile de târihte müstesna mevkiini almıştır. Osmanlı devri, bu aza, meti, hiç bir devlete nasîb olmayan, zengin yerli ve yabancı târih kaynakları, muazzam arşivleri ile çok geniş bir şekilde tedkik imkânlarını bahşetmektedir.
Osmanlılarda eğitim ve öğretim her seviyede yapılırdı. Sibyan mektebinden üniversite mahiyetindeki dâr-ül-fünûn ve medrese ile medrese-i mütehassisin denilen ihtisas müesseselerine kadar geniş bir teşkîlât vardı. Osmanlı eğitim sistemi, İslâm terbiyesi ve örfe göreydi. Öğretimde İslâmî esaslar temel alındığından ve her müslüman Kur’ân-ı kerîm okumasını bildiğinden, Osmanlıca da Kur’ân harfleri ve ilâvelerinden meydana geldiğinden, müslümanlar arasında okuma-yazma nisbeti yüzde yüze yakındı. Gayr-i müslim tebeadan dağ ve mağaralarda yaşayıp, medeniyeti kabul etmeyen mutaassıblar varsa da, Osmanlı hoşgörüsü bunlara baskı yapmaktan uzaktı. Osmanlının bütün memlekete şâmil eğitim ve öğretim müesseseleri olduğu gibi, gayr-i müslim ve yabancıların da okulları vardı. Eğitim ve öğretim her devirde yaygın ve mükemmel olmasına rağmen, Sultan İkinci Abdülhamîd Hân zamanında daha da artıp, mükemmelleşti. Memleketin her köşesine aynı şekilde ve değerde liseler yapıldı. Bunların bâzısı hâlâ açılış günlerinin târihini taşıyan sağlam, eğitim ve öğretim seviyesi yüksek olan Türkiye’nin en meşhûr liseleridir. Osmanlı eğitim ve öğretim sisteminde öğrenci-öğretmen ve velî münâsebetleri mükemmel olup, hocaya hürmet gösterilirdi. Hoca da talebesine şefkatle muamele ederdi. Dînimiz talebeyi sopa ile dövmeyi yasak ettiğinden, okullarda falaka ve dayak yoktu.
Osmanlılarda bütün dînî, fennî, sosyal ilimler ve teknik bilgiler, kuruluşundan sonuna kadar her seviyede öğretilip, tatbik edilerek yayıldı. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda, kurucuların etrafında Türkiye Selçukluları devrinde yetişen âlim ve velîler vardı. Osman Gazi’den Vahideddîn Hân’a kadar bütün Osmanlı sultanları ilme hizmet edip, âlimlere hürmet göstererek onların teveccühünü kazanmışlardı. Memleketin her tarafında açılan ilim yuvaları ışık ve feyz kaynağı oldu. Osmanlılar devrinde yapılan mektep ve medreselerden, yazılan kitap ve diğer eserlerin bâzılarından imkânlar ölçüsünde hâlâ faydalanılmaktadır. Eserlerin çokluğu ve tasnif edilememesi, eldekilerin toplanamaması, bir kısmının çalınarak Avrupa’ya ve diğer ülkelere kaçırılması, bir kısmının Türkiye toprakları dışında kalması, kültür eserlerimizin Osmanlılar devrinde akıllara durgunluk verecek derecede olduğunu göstermektedir. Bütün bunlar Osmanlıların ilme ve kültüre verdikleri değeri göstermektedir. Ne yazık ki, Osmanlı Türkçesi de bu eserlere paralellik göstermekte ve kelime hazînesi hâlâ bilinmemektedir. Osmanlılar devrinde dînî ilimlerden; ilm-i tefsîr, ilm-i usûl-i hadîs, ilm-i hadîs, ilm-i usûl-i kelâm, ilm-i kelâm, ilm-i usûl-i fıkıh, ilm-i fıkıh, ilm-i ahlâk da denilen ilm-i tasavvuf, ilm-i kıraat, akâid, belagat, ilm-i Kur’ân, ilm-i ferâiz, fennî ve sosyal ilimlerde de riyaziye (matematik), hendese (geometri), hey’et (astronomi), ilm-i nebatat (botanik), hikmet-i tâbi’iyye (fizik), ilm-i kimya (kimya), ilm-i tıb, mantık, felsefe, sosyoloji, Doğu ve Batı dilleriyle edebiyatı, Slav dilleri, coğrafya, târih, lügat dâhil bütün ilimler tahsîl edilirdi. Bu ilim sahalarında her devirde pek çok âlim yetişip, kıymetli eserler bırakarak ilme hizmet ettiler. Lügatçiliğimiz bugün bile İkinci Sultan Abdülhamîd devrini geçememiştir.
Türk-İslâm devletlerinde cemiyet: Sınıfsız bir toplum hayâtı vardı. Köle vardı fakat, Osmanlı ülkesinden alınmazdı. Kölelik devamlı değildi. Âzad edilip, hürriyete kavuşarak devlet kademesinde vazife alabilirdi. Köylü hür olup, sertlik (toprağa bağlı kölelik) yoktu. Bütün dünyâ müslümanlarını ilgilendiren halifelik makamı da 1516 senesinden îtibâren Osmanlı pâdişâhları eliyle müslüman-Türklere geçti. Osmanlılar devrinde, gayr-i müslimlere ve Türklere verilen kendi din ve dillerinde, mâbed ve okul açıp ibâdetlerini yapabilme hürriyet ve hoşgörüsü günümüzün hiç bir liberal, kapitalist, komünist ve dikta rejiminin imkân tanınmadığı ölçüde serbestti. Müslüman-Türklerde İslâm ahlâkı hâkimdi. Umûmî kaideler dâhil, herkes islâm ahlâkına ve örfe uymak mecbûriyetindeydi. Vatanseverlik, vekâr, büyüğe hürmet, küçüğe şefkat, vefa ve sadâkat, hayırseverlik, cömertlik, merhamet ve müsamaha, tevekkül, namus, temizlik, hayvan ve bitki sevgisi, his, kıymet ve idealleri başlığı altında toplanabilen ahlâk ölçülerine titizlikle riâyet edilirdi. Güzel ahlâk, kıymet ölçüleri sayesinde Türk toprakları emniyet ve huzur içinde idi ve kardeşlik havası hâkimdi. Sultan İkinci Abdülhamîd Hân zamanında Osmanlı ülkesinde bulunan Edmendo da Amicis Costantinopoli adlı eserinde; “Paşasından sokak satıcısına kadar istisnasız her Türk’te vekâr, ağırbaşlılık ve asillik ihtişamı vardır. Hepsi derece farkları olmasına rağmen aynı terbiyeyle yetiştirilmişlerdir. Kıyafetleri farklı olmasa, İstanbul’da bir başka tabakanın olduğu belli değildir... İstanbul’un Türk halkı, Avrupa’nın en nâzik ve kibar cemâatidir. En ıssız sokaklarda bile bir yabancı için küçük bir hakarete uğrama tehlikesi yoktur. Namaz kılınırken bile bir hıristiyan camiye girip, müslüman ibâdetini seyr edebilir. Size bakmazlar bile, küstahça bir bakış değil, sizinle ilgilenen mütecessis bir nazar dahi göremezsiniz. Kahkaha ve kadın sesi duyamazsınız. Fuhuşla ilgili en küçük bir tezahüre şâhid olmak imkân dışıdır. Sokaklarda bir yerde birikmek, yolu tıkamak, yüksek sesle konuşmak, çarşıda bir dükkânı lüzumundan fazla işgal etmek, ayıp sayılır...” demektedir.
Rum isyanının baş planlayıcısı Patrik Gregoryus, Rus çarı Aleksandr’a yazdığı mektupda müslüman-Türk’ün ahlâk ve seviyesini çok güzel ifâde etmektedir. Bu ibret verici mektup şöyledir: “Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak mümkün değildir. Çünkü Türkler, müslüman oldukları için çok sabırlı, mukavemetli insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzet-i îmân sahibidirler. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından, kadere rızâ göstermelerinden, an’anelerinin kuvvetinden, pâdişâhlarına, devlet adamlarına, kumandanlarına, büyüklerine olan itaat duygularından gelmektedir. Türkler zekîdirler ve kendilerini müsbet yolda sevk-i idare edecek reîslere sâhib oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gayet kanaatkardırlar. Onların bütün meziyetleri, hattâ kahramanlık ve şecaat duyguları da an’anelerine olan bağlılıklarından, ahlâklarının salâbetinden gelmektedir. Türklerde evvelâ itaat duygusunu kırmak ve manevî bağlarını parçalamak, dînî sağlamlığı zayıflatmak îcâb eder. Bunun en kısa yolu millî gelenekleri ile maneviyâtlarına uymayan haricî fikirler ve hareketlere alıştırmaktır. Maneviyâtları sarsıldığı gün, Türklerin kendilerinden şeklen çok kudretli kalabalık ve zahiren hâkim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve onları maddî vâsıtaların üstünlüğü ile yıkmak kolay olacaktır. Bu sebeple Osmanlı Devleti’ni tasfiye için yalnız harb meydanlarındaki zaferler kâfîdeğildir. Hattâ sâdece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyet ve vekârını tahrik edeceğinden, hakikatlerine nüfuz edebileceklerine sebeb olabilir. Yapılacak şey, hissettirmeden, bünyelerindeki tahribi tamamlamaktır.”
Türkler müslüman olduktan sonra her gittikleri yere, adalet, fazîlet ve medeniyet götürmüşlerdir. Bugün medenî olduklarını söyleyen Avrupa ülkeleri medeniyeti müslüman Türklerden öğrenmişlerdir.
Türk devletlerini ve milletini asırlar boyunca ayakta tutan, yaşatan büyük ve başlıca kuvvet îmândır ve İslâm dîninde çok kuvvetli bulunan adalet, iyilik, doğruluk ve fedakârlık kudretidir.
Türkler ve spor: Büyük ve mükemmel devletler kuran Türkler, millî târihlerini askerî zaferlerle süslemişlerdir. Sulh zamanlarında da çok iyi sporcu olmaları, muvaffakiyet sırlarından biridir. Bedenî kabiliyetlerinin üstün şekilde gelişmesi, her cins harb silâhlarını kullanmaktaki maharetleri sayesinde çok zaman bire iki, bire üç nisbetinde kalabalık düşmanlarına karşı parlak meydan muharebeleri kazanmışlardır.
Türklerin meşgul olduğu sporlar, dâima savaşla ilgilidir. Ata binmek, cirit oynamak, güreş, okçuluk, kılıç, gürz ve matrak tâlimi, hışt atmak, koşu, tokmak oyunu, av gibi sporlar bunların başlıcalarıdır. Ata binmek, çok eski çağlardan beri Türkler için yaya yürümek kadar tabu bir şeydi. Türkler, adetâ at sırtında doğar ve at sırtında ölürlerdi. Orta ve ön Asya’da yetişen cüsse itibariyle biraz küçük, lâkin yorgunluğa, sıcak ve soğuğa, her türlü eziyete, sıkıntıya fevkalâde dayanıklı, çok sür’atli ve terbiye olunmak kabiliyeti yüksek Türk atları, sahiplerini Çin Seddi’nden Orta Avrupa’ya kadar şerefle taşımışlardır. Nitekim, bütün Türk devletlerinde seferi kuvvetin esâsını süvari teşkil etmiş ve bunlar harblerin kazanılmasında büyük rol oynamışlardır. Osmanlı Devleti’nde de gerek Kapıkulu Süvârisi’nin ve gerekse Timarlı Sipâhi’nin ehemmiyeti çok büyük olduğu gibi, vezir ve beylerbeylerin kapı halkı hemen hemen tamamen atlı idi.
Ata ve biniciliğe çok önem veren Türkler, eskiden beri at yarışları ve at üzerinde silâh kullanma müsabakaları tertib ederlerdi. Cirit bunların en önemlisi idi. Cirit, bir kol boyunda, ucunda temren denilen demirden delici kısmı olan bir silâh olup, kurutulmuş kayın veya şimşir ağacından yapılırdı. Harbde, süvari hücûm ettiği vakit ciriti düşmana fırlatırdı. Ciridi uzun mesafeye atmakta Türkler pek hünerli olup, görenler hayrette kalırlardı.
Güreş ise, Türklerin çok eski millî sporu idi. Göğüs göğüse yapılan muharebelerde güreş bilenin dâima üstün çıkacağı şüphesiz olduğu için, bu spor dalı Türkler arasında çok rağbet görmüş ve gelişmiştir. Türklerin asıl millî güreşi yağsız Karakucak güreşi idi. Sonraları Rumeli’ye mahsûs olan yağlı güreşlere de yer verilmiştir.
Okçuluk, Türklerin meşhûr sporlarındandır. Çok eski zamanlardan beri harb sahasında kendileriyle karşılaşanlar, Türklerin ok atmadaki ustalıklarından hayranlıkla bahsetmişlerdir. Türkler kısa fakat çok kuvvetli yaylar kullanırlardı. Oku gerek piyade ve gerekse süvari olarak kullanmakta emsalleri yoktu. Sür’atle giden bir atın üzerinden hedefe isabetli ok atarlardı. Ökmeydanında kurulan meşhûr kemankeşler ocağı, on beş ve on altıncı asırda emsalsiz üstadlar yetiştirmiştir. Burada lodos, poyraz, gün doğusu, batı, kıble, karayel, yıldız gibi istikâmetlerde esen rüzgârlara göre atılan kamış ve tahta oklarla kurulan menziller, yâni kırılan rekorlar erişilemeyecek kadar yüksektir.
Türkler, kılıç kullanmakta da ustaydılar. Bu şimşirbazlık denilen bir sporun, yâni bugünküeskrim sporunun doğmasına sebeb olmuştur. Türk kılıçları başlıca yatağan ve pala olmak üzere iki kısımdı. Yatağan Yeniçeri silâhlarından olup, meşhûr kıvrık Türk kılıcı idi. Pala ise, daha ziyâde bahriye askeri ve süvariler tarafından kullanılırdı. Pala; düz, genişliği ucuna doğru biraz artan ve bu yüzden hafifçe öne kıvrık gibi görünen bir silâhtı. Türklerin gürzleri de meşhûrdu. Bunlar, yekpare saplı veya zincir saplı olurlardı. Spor için ise somak veya mermer gürz kullanılırdı. Tâlim gürzleri iki yüz okka (256. 5 kg) kadar olurdu. Bununla müsabakalardan önce çok idman yapılırdı. Gürz, sağ ve sol elde muhtelif istikâmetlerde muayyen kaidelerle çevrilip sallanarak, kaldırılıp indirilerek kullanılırdı.
Türklerin en dikkati çeken sporu muhakkak ki tokmaktır. Bu oyun, bugünkü futbolun babası olup, Orta Asya’da çok makbul bir spordu. Meşhûr Ali Kuşcu’nun kısaltarakîürkçeyeçevirdiğiTârih-i Hata ve Hoten adlı, aslı o taraflara giden bir İranlı tüccar tarafından yazılmış eserde; Türklerin öküz ödünü şişirip ayak topu oynadıkları, yahut ata binerek değnekle bu topa vurmak suretiyle müsabakalar tertib ettikleri nakledilmektedir. İşte meşhûr tokmak oyunu budur.Tokmak aslında tabanı kösele olmayıp, üstü gibi deriden yapılmış kısa konçlu bir çeşit çizmenin adıdır. Öküz ödünden yapılan top oynanırken, ayağa bu giyildiği için adına tokmak oyunu denmiştir.
Bütün bu sporlarda muvaffak olmanın en büyük mükâfatı, kazanılan nam ve şandı. Bu sporlar, Türk milletini ve bilhassa askerî kuvvetleri kuvvetli, çevik, mahir, meşakkate dayanıklı, iyi silâhşor, soğukkanlı, dâima muzaffer, mükemmel muharipler hâline getirmiş, onlarda kendilerini her zaman zaferden zafere götüren bu hassalarını muhafaza için sulh zamanlarında da tâlim ve sporu terk etmemişlerdi. İdmanlarını her zaman seve seve yapan Türkler; bu sayede iyi bir spor terbiyesine ve bunun te’min ettiği maddî ve manevî faydalara sâhib olmuşlardır.
Fransız generallerinden Comde de Borneval, 1740 târihinde basılan “Anecdotes venitiennes et Turques du nouveoux memoires du comte de Bonnevel” ismindeki eserinin ikinci cildinin 215. sahîfesinde şöyle diyor:
“Haksızlık, faiz alıp verme, hep kendini düşünme, bencillik ve hırsızlık gibi suçlar, Türkler arasında bilinmeyen şeylerdir. Hâsılı, ister vicdanî bir inanıştan, ister ceza korkusundan olsun, gösterdikleri dürüstlüğe insan çok defa hayran kalır ve doğruluklarına şaşar.
Bu memlekette yaşıyan hıristiyanlar ve bilhassa Rumlar öyle değildir. Sık sık çarptırıldıkları cezalara rağmen bunlar, hıristiyanlığı ihlâl eden bir ahlâksızlık içinde yaşarlar. Türk adliyesinin selâhiyyetinde olmayan Frenklere gelince, ben onların hareketlerinden bahsetmemeye kendimi mecbur hissediyorum. Bu hususta ağız açmamayı tercih ediyorum.
Türklerin bariz vasıfları, askerliğe dayanan cesaret ve sadâkat gibi faziletler olmuştur. Cesaretlerinden bahse hacet yoktur. Bütün dünyâ, bidayetten bugüne kadar cesaretin, Türklerin atadan kalma irsî hasleti olduğunu bilir. Sadâkatlerinde gösterdikleri ısrarda bundan aşağı değildir ve muhtelif istikâmetlerde kendini göstermiştir.
. . . Türkler islâmiyet’i, kabul ettikleri günden bugüne kadar, sarsılmayan bir cesaret ve tereddüde düşmeyen bir sadâkatle müdâfaa etmişlerdir. Bu din hakkında ne fazla bir münâkaşaya düşmüşler, ne de onu başka milletlere zorla kabul ettirmeğe çalışmışlardır; fakat taarruza uğradığı zaman Türkler onu ön safta müdâfaa etmişlerdir. Aynı surette Türkler, bütün münâsebetlerinde bu asker ruhunu göstermişler, her hangi bir emri alır almaz münâkaşa etmeden, mutî bir asker sıfatı ile itaat etmişlerdir.”
İki ordu karşı karşıya. Bir tarafta rakamların zor ifâde ettiği Bizans ordusu. Karşı tarafta bu yığına karşı inanmış, sayıca az fakat maneviyâtı kuvvetli Türk ordusu. Alb Arslan, dökülecek kanlardan mes’ûl olmamak için imparatora sulh teklifinde bulundu. Mağrur Bizans imparatoru Romanos Diogenes; “Ben ve ordum İsfehan’da, atlarım da Hemedan’da kışlar” diyerek teklifi reddetti. Elçiler ona şu manidar cevâbı verdiler: “Atlarınızın Hemedan’da kışlıyacakları belli ama, sizin nerede kışlıyacağınızı Allah bilir.”
Artık savaş kaçınılmaz oldu. Günlerden Cum’a, vakit öğle... Heyecan son noktasına gelmişti. Cum’a ayrıca mü’minlerin bayramıydı. Biraz sonra başlayacak olan savaşta kim bilir kimler Allah yolunda kurban olacak ve çok özledikleri şehâdet mertebesine kavuşarak hakîkî bayramı yapacaklardı.
Sultan Alb Arslan ve kahraman ordusu, cephede hep birlikte Cum’a namazını kıldılar. Göz yaşları arasında yapılan duadan sonra, beyaz elbisesini giyen Alb Arslan, atının kuyruğunu kendi elleri ile düğümledikten sonra, gözlerinden yaşlar boşanırken; “Allah’ım! Seni kendime vekil yapıyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin rızân için savaşıyorum. Allah’ım! Ordumu muzaffer eyle! Günahlarım sebebiyle onları kahreyleme! Allah’ım! Niyetim hâlistir. Bana yardım et. Sözlerimde yalan varsa beni kahreyle!...” diye yalvardı. Sonra doğruldu ve bir sıçrayışta atına bindi. Gözlen çakmak gibi yanıyordu. Ordusuna bir göz gezdirdikten sonra; “Beylerim! Yiğitlerim! Dîn-i islâm’a hizmette yarış eden gazilerim!” Mücâhidler atlarının üzerinde dikkat kesilmişler, Sultanlarının sözlerini heyecanla dinliyorlardı. Alb Arslan, büyük bir azimle; “İşte şehîdlik kefenini giydim! Allahü teâlânın rızâsı için, içinizden bir nefer gibi çarpışacağım. Eğer şehâdet mertebesine kavuşursam, bu beyaz elbisem kefenim olsun! O zaman, oğlumuz Melikşâh elbet başbuğdur!...” dediği an, hey açandan bir yay kirişi gibi titreyen mücâhidler, hep bir ağızdan; “Allah, seni başımızdan eksik etmesin Sultânım!...” dediler. Her birinin gözleri alev alev yanıyor, biran öncedüşmanın üzerine atılmak istiyorlardı.
Alb Arslan, kahraman askerlerini bir baba şefkati ile süzdükten sonra; “Küffârın sayısı çok, silâhları fazla! Sayımız az, fakat Allahü teâlâ bizimle!... Bütün müslümanların, camilerde bizim için dua ettiği bu saatte, kendimi düşman üzerine atmak istiyorum. Ya muzaffer oluruz veya şehîd olarak Cennet’e gideriz. Bugün burada sultan yoktur, ben de sizlerden biriyim, isteyen dönüp gidebilir, haklarımızı onlara helâl ettik!...” derken, iyice bilenmiş olan gaziler hep birlikte; “Hâşâ... Ölmek var, dönmek yok Sultânım!” dediler. Sultan Alb Arslan, son sözünü söylemek üzere sağ elindeki kılıcını havaya kaldırıp; “Cenâb-ı Hak gazanızı mübarek eylesin!...” dediği an, koca ova, mücâhidlerin; “Âmîn! Âmîn!...” sesleri ile çınladı.
Atabeg İmâdüddîn Zengî, 1144 senesinde Urfahanlı kontluğunu ortadan kaldırınca, Avrupa’da Alman imparatoru Üçüncü Konrad ve Fransa kralı Yedinci St. Loufs idaresinde ve ilk defa hükümdarlar seviyesinde ikinci haçlı seferi teşekkül etti. Bizans imparatoru Manuel’in haçlılara ihanet eden rehberler idaresinde sapa yollardan sevkettiği ve Türklerin baskınlarına mâruz bıraktığı Alman ordusu, 25 Ekim 1147 senesinde, Eskişehir havâlisinde Selçuklu Türkleri tarafından perişan edildi; geri dönenlerin mühim bir kısmı da Rumların tecâvüzleriyle yok oldu. Bu akıbeti gören Fransa kralı, Selçuklu ülkesinden geçmenin imkânsızlığını anlayarak, Efes-Denizli-Antalya yolunu tâkib etti. Bununla beraber, yolda Türkmen hücûmlarıyle hayli zayiat veren St. Louis, Antalya’ya vardı; ordunun bir kısmı ile gemilere binerek Suriye’ye geçti. Antalya civarında kalanlar, Türklerin hücûmları ve Rumların yağmaları, açlık ve hastalıkla perişan oldu. Türkler, bu haçlılara acıyarak kendilerine ekmek ve para dağıttılar; hastalarını tedavi ettiler. Rumlardan te’min ettikleri haçlı paralarını onların düşkünlerine dağıttılar. Türklerin şefkat ve merhametini gören üç binden fazla Frank’ın müslüman olduğu rivayet edilir. Rumların hıyanetini ve Türklerin insanlığını anlatan bir haçlı yazar “Ey hıyanetten daha zâlim olan merhamet!” feryâdıyle Türklerin şefkat ve iyiliği ile haçlıların dinlerini satın aldıklarını, bununla beraber din değiştirme hususunda hıristiyanlara hiç bir baskı yapmadıklarını da ilâve eder. Böylece, Bizanslılara dindaş diye yardıma gelen haçlılar, bu seferler sonunda Rumlara düşman ve Türklere hayran olarak dönmüşlerdir.