02 Aralık 2014

Diyanet İşleri Başkanlığı (İLMİHAL I-İLMİHAL II)



Diyanet İşleri Başkanlığı 
(İLMİHAL I-İLMİHAL II)


İLMİHAL
II
=======================================
İLMİHAL
I

SA’DÎ ŞÎRÂZÎ


SA’DÎ ŞÎRÂZÎ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muslihüddîn bin Muhlis eş-Şirâzî olup, künyesi Ebû Abdullah’tır. Sa’dî mahlasıdır. 589 (m. 1193) senesinde Şîrâz’da doğdu. 691 (m. 1292) senesinde orada vefât etti. Kabri, Şirâz’ın kuzeydoğusundadır. Oniki sene çocukluğu dışında, Sa’dî Şîrâzî, yüziki senelik ömrünün otuz senesini ilim tahsili ile, otuz senesini seyahat ve askerlikle, otuz senesini de talebe yetiştirmekle ve ibâdetle geçirdi.
Sa’dî Şîrâzî, küçük yaşta yetim kaldı. İlk tahsilini Şîrâz’da Abdülkâdir-i Geylânî’nin halîfesinin derslerinde tamamlıyarak kemâle geldi. Moğol istilâsı üzerine Bağdad’a gitti. Bağdad’da Nizâmiyye Medresesi’nde meşhûr Ebü’l-Ferec İbni Cevzî’den ilim öğrendi ve bir müddet bu medresede ilim tahsili ile meşgûl oldu. Burada tahsilini tamamladıktan sonra, İslâm memleketlerini gezmeye başladı. Anadolu, Mısır, Suriye, Dehlî, Azerbaycan ve Belh’e uğradı. Buralarda, Şihâbüddîn Sühreverdî başta olmak üzere birçok âlim ile görüştü. Bu esnada Moğollar ve Haçlılarla yapılan savaşlara katılıp, cihâd etti. Bir defasında Haçlılara esîr düştü. 655 (m. 1257) senesinde tekrar Şîrâz’a döndü. Bu sırada, devlet başkanı Ebû Bekr, Moğollarla sulh yaptı. Memleketi rahata kavuşturdu. Bu hükümdâr tarafından iyi bir kabûl gören Sa’dî, onun adına aynı sene Bostan adlı eserini ve bir yıl sonra aynı şekilde kendisine büyük saygı gösteren Veliahd ikinci Sa’d adına da Gülistan adlı eserini yazdı. Bu eserleri sayesinde kısa zamanda şöhreti memleketinin dışına taştı. Birkaç sene sonra, hamileri olan Ebû Bekr bin Sa’d bin Zengî ve oğlu ikinci Sa’d vefât etti. Yerine küçük yaşta bulunan ikinci Sa’d’ın oğlu Muhammed geçti. Bu hükümdârla birlikte Salgurlu hânedanı çöktü, 663 (m. 1264) senesinde Moğol hâkimiyeti altına girdi. Bu karışıklıklar esnasında Sa’dî tekrar Şîrâz’dan ayrıldı. Mekke’ye gitti. Hac yaptı, ömründe ondört kerre hacca gitti.
Eserleri: Şâirin manzûm ve nesir olan eserleri ölümünden sonra külliyât halinde bir araya toplanmıştır. Bu külliyât, sonradan Bîsütûn diye şöhret bulan Übey bin Ahmed bin Ebî Bekr tarafından, biri 726 (m. 1325) senesinde, diğeri de 735 (m. 1334) senesinde olmak üzere iki defa düzenlenmiştir. İlki, kaside ve gazellerin ilk harfine göre ve ikinci tertîb ise son harfine göre yapılmıştır. Külliyât, 16 kitap ve 6 risale olmak üzere 22 eseri ihtivâ etmektedir. Ancak külliyâta, mevcût isimlerin hepsinin bizzat müellif tarafından mı konulduğu kat’î olarak bilinememektedir. Külliyâtta bulunan eserler şunlardır: 1. Takrîr-i Dibace, 2. Mecâlis-i Pencgâne, 3. Suâl-i sâhib-dîvân, 4. Akl-u aşk, 5. Nasîhat-ül-mülûk, 6. Risâle-i Selâse; Mülâkat-ı Şeyh Sa’dî bâ Abakahan, risâle-i Tingiyânû, risâle-i Melik Şemsüddîn, 7. Kasâid-i Arabî, 8. Mülemmaât, 9. Terciat, 10. Tayyibat, 11. Bedâyi’, 12. Havatim, 13. Gazelliyyât-i kadîm, 14. Sâhibiye, 15. Mukatta’at, 16. Rubâiyat, 17. Müfredat, 18. Hubsiyat, 19. Hezliyat, 20. Mudhikat, 21. Gülistan: Gülistan, nesir kısımlar arasına bir takım manzûmeler ilâvesiyle meydana gelmiş bir önsöz ve 8 bölümden ibârettir, 1. bölüm; hükümdârların hâl ve hareketleri, 2. bölüm; dervişlerin ahlâkı, 3. bölüm; kanâatin fazileti, 4. bölüm; susmanın faydası, 5. bölüm; sevgi ve gençlik, 6. bölüm; takatsizlik ve ihtiyârlık, 7. bölüm; terbiyenin önemi, 8. bölüm; sohbet âdabı ile ilgili hikâye ve menkıbeleri ihtivâ etmektedir. Bu hikâyelerin bir kısmı kendi müşâhedelerine, bir kısmı da İslâm âlimlerinin sohbetlerinde duyduklarına ve okuduklarına dayanmaktadır. Eser, uslûb ve tertîb bakımından mükemmeldir. Bütün bölümler sıralanırken birbirleriyle irtibâtlıdır. Nesir ve manzûm kısımlar arasında bir nisbet sağlanmış ve fikirler kısa ve açık bir şekilde ifâde edilmiştir. Hemen hemen bütün dünyâ kütüphânelerinde Gülüstân’ın yazma nüshaları vardır. Eser Avrupa’da ilk defa Latince tercümesi ile birlikte, 1651’de Amsterdam’da neşredilmiştir. Türkçe’ye ve birçok doğu ve batı dillerine tercümesi yapılmıştır. Sa’dînin bu eseri birçok kimseler tarafından taklid edilmiştir.
22. Bostan: Manzûm eserlerinin başında gelir. Asıl ismi Sa’dînâme’dir. Ancak bu eser, şarkta ve batıda daha çok Bostan adıyla tanınmaktadır. Bostan; adâlet, ihsân, ahlâk, mertlik, tevâzu, rızâ, kanâat, terbiye, şükür, tövbe ve münâcaat gibi konuları içine alan 10 bölümden ibârettir. Bostân’da hikâye ve menkıbeler kısa, öz ve güzel olarak yazılmıştır, ifâdeler her bakımdan sağlamdır. Bostan da, Gülistan gibi asırlarca İslâm âleminde büyük rağbet görmüş, medreselerde ders kitabı olarak okunmuş, birçok şerh ve tercümeleri yapılmıştır. Yakın zamana kadar Anadolu’da okunan Bostan, muhtelif kimseler tarafından şerh ve tercüme edilmiştir.
Sa’di’nin külliyâtında, Bostan ve Gülistân’dan sonra yer alan Farsça ve Arabca kasideleri; bir hükümdârın veya devlet erkânının medhinden ziyâde onları dâima insanlığa, âdil olmaya da’vet eden bir nevî nasîhatnâmedir. Kaside mahiyetinde gazelleri de vardır. Bostan ve Gülistân’da aynı beyitlerin tekrarına çok rastlanır.
Bîsütûn’un tertîbine göre kasidelerden sonra Mulammaat gelmektedir. Bunu müteakip, sırası ile 20 bendlik terciât ve hayatını, gençlik, olgunluk ve ihtiyârlık devrine göre tertîb edilmiş tayyibât, bedâyi’, bevâtim, gazelliyyât-ı kadîm ile dört kısımdan ibâret ve dört divân teşkil eden gazeller gelmektedir. Sa’dî, şiirde bilhassa gazelleri ile şöhret buldu. Gazeli, bugünkü müstakil edebi şekil hâline getiren o oldu. Gazellerinde tasvirleri canlı ve duygularını rahatça ifâde etmiştir. Medresede elde ettiği bilgileri, seyahatleri sırasında uğradığı muhtelif merkezlerdeki âlimlerle sohbet, tecrübe ve görgüsünün mahsûlü olan malzemeyi eserlerinde kullandı. Onun eserlerinde bu malzeme ve fikirler ölçülü-biçili ve insanı sıkmayacak tarzda edebî san’atlara başvurulmak sûreti ile işlenmiştir. Sa’dî, İran’da gazeli müstakil bir edebi şekil hâline getirmesi yanında, yeni bir nesir üslûbunun da sahibi sayılır. O, biri sâde sayılan, biri resmi haberleşmede kullanılan ve diğeri de cümle sonları kafiyeli olan nesir tarzlarını da bulmuş idi.
Gülistân’dan ba’zı bölümler:
“Mihnet, sâdece yüce Allaha mahsûstur. O’nun emirlerini yapmak, ma’nevî yakınlığa sebeb olur ve şükür edildikçe ni’metlerini bollaştırır. İnsanın ciğerlerine giren her nefes hayatı uzatır, kişiye can verir. Ciğerden çıkan her kirli nefes ise, insana ferahlık verir. O hâlde nefes alıp verme birer ni’mettir. Ni’mete şükür etmek vâcibdir. Kimin gücü ve lisânı yetebilir. Hak teâlâya hakkıyla şükür etmeğe. Kulun yapabileceği en iyi iş, Allahü teâlâya karşı olan kusurunu bilip, O’ndan af dilemesidir. O’nun rahmeti her yeri kaplamış, verdiği ni’metler her yere yayılmıştır. Allahü teâlâ kulunun kusuru dolayısıyla, onun rızkını kesmez.”
“Ey kardeş! Bu dünyâ kimseye kalmaz. Gönlünü, herşeyi yaratan Allahü teâlâya bağla. Sana bu kâfidir. Dünyâ mülküne güvenip bel bağlama. Çünkü bu dünyâda senin gibi birçokları yaşamış ve sonunda ölüp gitmiştir. Diyelim ki en sonunda ölüm vardır ve bu can ölüm yolunu tutacaktır. O hâlde ister taht üzerinde can vermişsin, ister toprak üzerinde ne fark eder?”
“Hikâye olunur ki Bir sultan halkına çok eza ve cefâ eder, halkın mallarını gasbederdi. Sultânın zulmü o kadar ileri gitti ki, halk o beldeden akın akın kaçmaya başladı. Halkın azalmasıyla, hazîne boşaldı, devletin gücü zayıfladı. Düşmanlar sağdan soldan saldırmaya başladı. Birgün pâdişâhın meclisinde Şehname kitabını okuyorlardı. Okudukları bahis Dahhak’ın saltanattan halli ve Feridun’un sultan olması hakkında idi. Vezir, Pâdişâha; “Feridun’un hazinesi, malı, mülkü, hizmetçileri ve adamları yok iken nasıl oldu da pâdişâh oldu?” diye sorunca, pâdişâh; “İşitmişsindir, bir takım halk onu büyük bir istekle desteklediler, onu kuvvetlendirdiler. Böylece pâdişâh oldu” diye cevap verdi. Bunun üzerine vezir; “Madem ki halkın toplanmasına pâdişâh sebeb oluyor, sen niye halkını eziyor, perişan ediyorsun? Yoksa sen pâdişâh olmak istemiyor musun?” dedi. Beyt tercümesi:
Sevmek lâzım halkı ve askeri cân-ı gönülden,
Çünkü halkı sayesinde hüküm sürer sultân.

Pâdişâh, vezire; “Dağılan asker ve halkın toplanması için ne yapmalıdır?” diye sorunca, vezir; “Pâdişâh, âdil ve merhametli olmalıdır. Pâdişâh âdil ve merhametli olursa, halk onun etrâfında toplanır ve rahat olarak yaşar. Hâlbuki sende bu ikisi de yok” dedi. Fârisî şiir tercümesi:
Nasıl ki kurt çoban olamaz,
Zâlim de padişahlık yapamaz.

Zulmün temelini atan hükümdâr,
Saltanatın direğini yıkmış olur.

Vezirin bu sözleri pâdişâhın hoşuna gitmedi. Veziri hapse attırdı. Çok geçmeden pâdişâhın amcasının çocukları saltanat da’vasına düştüler. Etrâflarına bir ordu toplayarak pâdişâha hücum ettiler. Pâdişâhın zulmünden bezen halk da pâdişâha karşı baş kaldırdılar. Sonunda pâdişâh tahtını kaybetti. Saltanat, amcasının çocuklarının eline geçti.Şiir tercümesi:
Zâlim pâdişâha felâket gününde,
Güçlü düşmanı kesilir dostu bile.

İyi muâmele de bulunsa halka,
Olur bir ordu bütün halkı ona.”

Hikâye: Bir pâdişâhın acemi bir kölesi vardı. Birgün bu köle ile gemiye binmişti. Köle şimdiye kadar hiç gemiye binmemiş ve deniz görmemiş idi. Gemi yolculuğunun bir takım sıkıntıları ve zorlukları vardı. Köle, gemi limandan ayrıldığı andan i’tibâren titremeye başladı. Ne yaptılarsa köleyi sâkinleştiremediler. Gemide âlim bir kişi vardı. Hükümdâra; “Müsâade ederseniz ben onu susturayım” dedi. Hükümdâr da o zâta izin verdi. O zât, köleyi denize attırdı. Köle birkaç kere suya battı, çıktı. Geminin bir tarafına can havliyle tutundu. Onu saçından tutup gemiye aldılar. Bu olaydan sonra köle, köşesinde sessiz ve sakin olarak oturdu. Hükümdâr âlimden bu işin hikmetini sordu. O da; “Köle suya girmeden evvel, gemideki selâmetin kadrini ve kıymetini bilmiyordu, işte huzûrla, saadet ve sıhhat de böyledir. Huzûr içinde yaşıyan, mes’ûd olan, bir felâkete uğramadıkça, o huzûr ve saadetin kıymetini bilmez. İnsan hasta olmadıkça da, sağlığının kıymetini bilmez” dedi. Fârisî beyt tercümesi:
Bir belâya ve felâkete uğradığında mahzûn olma,
Cenâb-ı Hakkın nice gizli lütufları vardır onda.”

Hikâye: Pâdişâhlardan biri, korkunç bir hastalığa tutulmuştu. Bir grup doktor; “Şu sıfatlara hâiz bir insanın safra kesesi, bu hastalığın ilâcı olabilir” diye fikir birliği ettiler. Pâdişâhın emri ile o sıfatlara hâiz bir kimse aradılar. Sonunda istenilen sıfatlara hâiz bir köylü çocuğu buldular. Anası ve babasıyla birlikte pâdişâhın huzûruna getirdiler. Pâdişâh kadıyı da huzûruna çağırdı. Kâdı, pâdişâhın bu hastalıktan kurtulması için çocuğun öldürülmesine fetvâ verdi. Pâdişâh, çocuğun anne ve babasına büyük miktarda mal, mülk ve para vererek, çocuğun öldürülmesi için onlardan muvafakat aldı. Cellat, çocuğun başını kesmek için tam kılıcı kaldırdığı zaman, çocuk, başını semâya kaldırdı. Kendi kendine birşeyler söyliyerek gülümsedi. Bu durumu gören pâdişâh; “Bu hâlde gülmenin sırası mı? Başını semâya kaldırıp ne söylüyorsun?” diye sordu. Çocuk şu cevâbı verdi: “Pâdişâhım! Bir çocuğun nazı, anası ve babasına geçer. Bir da’vâyı hâlletmesi için kadıya gidilir. Pâdişâhtan da adâlet istenir. Hâlbuki, anam ve babam da geçici dünyâ malı için öldürülmeme râzı oldular. Kâdı, kanımın boş yere dökülmesine fetvâ verdi. Siz ise sağlığınızı benim mazlûmen Ölümümde görüyor ve buluyorsunuz. Bu durumda Allahü teâlâdan başka bir sığınağım kalmadı. O’na yalvardım. Çünkü Allahü teâlâ âdil ve merhametlidir. Bunu bildiğim ve O’ndan yardım ümîd ettiğim için sevincimden güldüm.” Çocuğun bu sözlerine pâdişâh çok üzüldü ve; “Bu çocuğun haksız yere kanının dökülmesinden benim ölmem daha iyidir” dedi. Sonra çocuğun alnından öptü. Ona birçok hediyeler vererek gönderdi.”
Hikâye: Allahü teâlânın sevgili kullarından bir zât, bir sahrada oturuyordu. O sırada oradan zamanın pâdişâhı geçti. O zât, kanâat âleminde oturup, dünyâ ile hiçbir alış-verişi olmayan bir kimse olduğundan, başını kaldırıp, göz ucuyla dahi olsa hükümdâra bakmadı. Pâdişâh bu duruma sinirlenerek; “Bunda insaniyetten eser yoktur” gibi ağır sözler söyledi. Vezir o zâta; “Buradan, senin önünden bu toprakların sahibi olan pâdişâh geçti. Neden ona saygı göstermedin? Terbiye gereğini neden yerine getirmedin?” deyince, o zât vezire; “Pâdişâha de ki; “Ey hükümdâr, bu gibi şeyleri, senden isteyen ve ihsân bekleyenden bekle. Bir de şunu iyi bil ki, hükümdârlar, milleti korumak için pâdişâh olmuşlardır. Yoksa millet, onlara tapınmak için yaratılmamışlardır” dedi.
Fârisî iki şiir tercümesi:
Her ne kadar devlet ve saltanat sayesinde,
Dünyalık herşey hükümdârın elinde ise de,

Pâdişâhlar, âciz halkının koruyucusudur.
Koyun çobana değil, çoban koyuna lâzımdır.

Gelir bir zaman kavuşmuş olursun muradına,
Zevk ü sefâ içinde derin hayâllere dalma.

Birgün gelecek gireceksin toprağın altına,
Yok orada fark pâdişâh ile köle arasında.

Bu durumu vezir pâdişâha söyleyince, pâdişâh doğru konuştuğunu görerek, o zâtın bir isteği olup olmadığını sordu. O zât da ondan, kendisini rahat bırakmasını istedi. Bunun üzerine pâdişâh; “Bana bir nasihat ver” dedi. O zât şu şiiri söyledi:
Bugün elinde var iken fırsat,
Âhıret hazırlığı yap hemen.

Çünkü sende bulunan bu kudret,
Elden ele geçer gider dâim.”

Hikâye: Birgün ben (Sa’dî Şîrâzî) bir gemiye binmiştim. Geminin yanında bir kayık battı ve iki kardeş bir girdaba düştü. Gemide bulunan bir zât gemiciye; “Bu iki kardeşi kurtar, sana yüz dinar vereyim” dedi. Gemici suya atlayarak ancak birini kurtarabildi. Diğeri boğulup öldü. Ben gemiciye; “Demek ömrü bu kadarmış. Ecel onu çektiği için onu kurtarmakta geciktin” dedim. O da güldü ve; “Dediğin doğrudur. Fakat ben, ilkönce bu kişiyi kurtarmak istedim. Çünkü bir vakitler çölde kalmıştım. Bu kişi beni deveye bindirdi ve bana yardım etti. Ötekisi ise bana kamayla vurmuştu ve bana kötülük yapmıştı” dedi. Ben de: “Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîmde meâlen ne güzel buyuruyor “Kim bir iyilik yaparsa, kendine iyilik yapmış olur. Kim de kötülük yaparsa, yine kendine kötülük yapmış olur” (Fussilet-46). Fârisî şiir tercümesi:
Yapma kötülük kimseye,
Çalış kalb kırmamaya.

Yardım et, işini gör herkesin,
Düşer bir işin onlara da senin.”

Hikâye: Müellif kendisi anlatır: Çok iyi hatırlıyorum. Çocukluğumda ibâdete çok hevesli idim. Geceleri kalkar, beni yaratan Rabbime karşı ibâdetle meşgûl olurdum. Bir gece babamla bütün gece hiç uyumadık, Kur’ân-ı kerîm okuyorduk. Bu sırada ev halkı derin bir uykuda idi. Babama; “Ne olurdu bunlardan biri de kalkıp Allahü teâlânın yolunda iki rek’at namaz kılsa idi. Ölü gibi uyuyorlar” dedim. Babam bunun üzerine şu cevâbı verdi: “Bir tanecik oğlum! Keşke sen de uyusaydın da, onların gıybetini yapmasaydın.” Fârisî kıt’a tercümesi.
Kendini çok beğenen kibirli bir kişi,
Gurûrundan göremez kendinden başkasını.
Olsaydı Hak teâlâyı görecek bir gözü,
Göremezdi kendinden daha âciz olanı.

Lokman Hakîm’e; “Edebi kimden öğrendin” diye sorduklarında; “Edebsizden! Çünkü edebsizin bana hoş gelmeyen hareketlerini yapmaktan kaçındım” dedi. Fârisî beyt tercümesi:
Masal sanana, masal gibi olur.
Kıymet bilene, çok faydalı olur.

Hikâye: Bir defa, Rum hükümdârı Herakliüs, Peygamberimize ( aleyhisselâm ) birkaç hediye göndermişti. Bu hediyelerden biri, bir doktor idi. Doktor gelince dedi ki: “Efendim! İmparator hazretleri, beni size hizmet için gönderdi. Hastalarınıza bedava bakacağım! Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) kabûl buyurdu. Emr eyledi, bir ev verdiler. Hergün nefis yiyecek, içecek götürdüler. Günler aylar geçti. Hiçbir müslüman, doktora gelmedi. Doktor utanarak huzûra geldi ve “Efendim! Buraya, size hizmet etmeğe geldim. Bugüne kadar, bir hasta bile gelmedi. Boş oturdum, yiyip-içip, rahat ettim. Artık gideyim” diye izin isteyince, Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) tebessüm buyurdu ve; “Sen bilirsin; eğer daha kalırsan, misâfire hizmet etmek, ona ikram etmek, müslümanların başta gelen vazîfesidir. Gidersen de uğurlar olsun! Yalnız şunu bil ki, burada senelerce kalsan, sana kimse gelmez. Çünkü, Eshâbım hasta olmaz! İslâm dîni, hasta olmamak yolunu göstermiştir. Eshâbım temizliğe çok dikkat eder. Acıkmadıkça birşey yemez ve sofradan doymadan önce kalkar” dedi. Fârisî kıt’a tercümesi:
Asık bir çehre ile gitme dostunun yanına,
Gidersen böyle, zehir edersin hayâtı ona.
Bir dilekte bulunmak için git neş’ eli,
Güler yüzlü olanın, reddedilmez isteği.”

“Ne kadar okursan oku, ne kadar öğrenirsen öğren. Ne kadar bilgi edinirsen edin. Onunla amel etmedikçe câhilsin. Üzerine birkaç kitap yüklenmesiyle merkeb âlim olur mu? O akılsız, sırtındakinin odun mu, yoksa kitap mı olduğunu bile bilmez!”
“Hikmet Günah işlemekten çekinmeyen âlim, elinde meş’âle tutan köre benzer. Herkese yol gösterir, fakat kendisi göremez.”
“Hikmet Dünyâ, iki yolculuk arasında bir duraktır. Dîni dünyâya satanların, ya’nî sırf dünyâ için yaşayanların merkepten farkı yoktur.”
“Teşbih: ilim okuyup, öğrenip de amel etmeyen kimse, tarlayı sürüp de tohum ekmeyen kimseye benzer.”
Hikâye: Bir grup eşkiya bir dağa yerleşip, gelip geçen kervanları soyuyorlardı. O beldenin halkı onlardan usanmıştı. Üzerlerine gönderilen askerler, arazinin dağlık olması yüzünden onları yakalayamamıştı. Eşkiyanın saklandığı yere ulaşmak çok güçtü. Çünkü, sarp dağın tepesini sığınak yapmışlardı. Halk birbirleriyle, bunlarla nasıl başa çıkabilecekleri hakkında meşveret ettiler. Sonunda onların bulunduğu yerin yakınlarına bir gözcü diktiler. Bir gece bu eşkiyalar bir yeri soymak için gittiler. O zaman gözcü gelip durumu bildirdi. Güçlü kuvvetli birkaç yiğit, onların saklandıkları yerin oyuklarına gizlendiler.
Eşkiyalar, çalıp çırptıkları mallarla dönüp geldiler. Çok yorgun olduklarından uyuya kaldılar. Oyuklara saklanan yiğitler onları kıskıvrak yakaladılar. Ertesi gün pâdişâh huzûruna çıkarılan eşkiyaların hepsinin öldürülmesine karar verildi. Aralarında bir çocuk vardı. Daha çok küçüktü. Pâdişâhın huzûrunda bulunan vezirlerden biri, bu çocuğun affedilmesini isteyerek; “Bu çocuk daha ömrünün baharında, daha dünyâdan birşey anlamamış. Çocuğun affını pâdişâhımın cömert ve keremli ahlâkından dilerim” dedi. Pâdişâh bunu uygun görmiyerek; “Karakteri bozuk kimseler, iyilerin nûrundan istifâde edemezler. Kabiliyeti olmıyan bir kimseyi terbiye etmeye çalışmak, kubbe üzerinde ceviz durdurmaya çalışmak gibidir. En iyisi bunun gibi insanların nesillerini tüketmelidir. Böyle yapmamak, ateşi söndürüp korunu bırakmak ve yılanı öldürüp, yavrusunu saklamak demektir. Bu da akıllı bir kişinin işi değildir” dedi vezîr, pâdişâhın bu sözlerini beğendi ve şöyle dedi: “Dediğiniz doğrudur ve gerçektir. Bu, eşkiya ile düşüp kalktığı için onların huyunu alır. Fakat ben sanıyorum ki, bu genç iyilerle beraber olursa iyi ahlâklı olur. Daha çocuktur. Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîfte; “Bütün çocuklar, müslümanlığa uygun ve elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları, sonra anaları, babaları Hıristiyan, yahudi ve dinsiz yapar” buyuruyor.” Fârisî kı’a tercümesi:
Kaybetti peygamberin ailesi olma şerefini,
Kötülerle arkadaşlık ettiği için Hazreti Lût’un eşi.
Eshâb-ı Kehf’in köpeği onlarla olunca beraber,
Kavuştu haşr olunma şerefine, mü’minlerle beraber.

Vezirin bu sözlerini pâdişâhın huzûrunda bulunanlar da desteklediler. Bunun üzerine pâdişâh; “Bunu uygun bulmuyorum ama, haydi sizin hatırınız için bağışladım” dedi. Böylece vezir, çocuğu alıp evine götürdü. En iyi şekilde doyurdu. Bir hoca tutup en güzel şekilde terbiye etti. O kadar iyi yetiştirdi ki, herkes onu medh ediyordu. Vezir, pâdişâha; “O bağışladığınız genç, akıllı kimselerin terbiyesinde edebli bir kişi oldu. Eski kötülüklerinden hiçbir eser kalmadı” dedi. Pâdişâh vezirin sözlerine gülerek şu beyti söyledi:
Kurt yavrusu insanlar arasında büyüse bile,
Kurt olur en sonunda, gösterir kurtluğunu yine.

İki yıl bu ahvâl üzere geçti. Çocuk bayağı büyüdü. Mahalledeki bir takım ahlâksız kişilerle arkadaşlık yapmaya başladı. Onların grubuna dâhil oldu. Oğlan bir fırsatını bulunca, veziri ve iki oğlunu öldürdü. Vezirin evinden bir miktar para ve eşya alarak, babası gibi eşkiyalığa başladı. Bunun üzerine pâdişâh şöyle dedi: “Nasıl ki kötü bir demirden iyi bir kılıç olmazsa, kötü bir insan da, Allahü teâlânın sevgili kulu olan bir evliyâ tarafından terbiye edilmedikçe, iyi bir insan olamaz.”
Hikâye: Şöyle anlatılır: Bir pâdişah, birgün suçsuz bir kölenin öldürülmesini emretti. Köle hayâtından ümidi kesince, kendi lisanıyla sultâna küfretmeye başladı. Sultan meraklanarak; “Bu köle ne diyor?” diye sordu. Huzûrunda bulunan iyi kalbli bir vezir, “Efendim! Bu köle; “Rabbinizden mağfiret istemeğe ve Cennete girmeğe koşunuz. Bunun için çalışınız! Cennetin büyüklüğü, gökler ve yer küresi kadardır. Cennet, Allahü teâlâdan korkanlar için hazırlandı. Bunlar, az bulunsa da, mallarını Allah yolunda verirler, öfkelerini belli etmezler. Herkesi affederler. Allahü teâlâ, ihsân edenleri sever” (Âl-i İmrân-133) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyor” dedi. Bunun üzerine sultan, o köleyi affetti. Fakat birinci vezire muhalif başka bir vezir ise; “Pâdişâhım! Bize yakışan şey, pâdişâhımızın huzûrunda yalan söylemeyip, doğruyu konuşmaktır. Bu köle size küfretti ve yakışık almaz sözler söyledi” dedi. Bu sözler üzerine hükümdârın canı sıkıldı ve bu vezire; “Onun yalanını, senin doğru sözünden daha çok beğendim. Çünkü onun yalanı, duruma göre uygun idi. Onda iyilik ve hayır maksadı vardı. Seninkinde ise hased ve kötülük var. İyilik dururken, kötülükten ne çıkar? Eskiden söylenmiş olan şu meşhûr sözü bilmez misin? “Hayırlı netice veren bir işin, iyi bir şekilde bitmesi için sarf edilen yalan söz, fenâlık ve fitne çıkaran doğru sözden daha iyidir” dedi.”
Hikâye: Bir şehzâdeye, babasından hazineler dolusu bir miras kalmıştı. Bu şehzâde sultan olunca, kerem ve ihsân elini açtı. Tam bir cömertlik örneği göstererek, babasından kalan pekçok malı ve serveti, halka ve askerlere dağıttı. Beyt tercümesi:
Öd ağacı bir tabla üzerinde veremez güzel koku,
Amber gibi kokar, ateşin üzerine koydun mu onu.

Genç sultânın, akılsız, düşüncesiz olan bir veziri, ona nasihat edeceğini zannederek; “Senden önceki sultanlar bu hazineyi, lüzumlu bir gün için çalışıp biriktirdiler. Sen yaptığın bu cömertlikten vazgeç. Önümüzde ve arkamızda düşmanlar var. İhtiyâç zamanı ne yaparsın?” dedi. Genç sultânın bu sözlere canı çok sıkıldı. Zira bu sözler, kendi yüksek ahlâkına aykırı idi. Kaşlarını çatarak o vezirine; “Allahü teâlâ beni bu ülkeye, yedirmem ve ihsânda bulunmam için pâdişâh yaptı. Ben bekçi değilim ki, malın ve servetin bekçiliğini yapayım, onları hazinelerde saklıyayım” dedi.”
“Hikâye Sultan Nûşirevân birgün ava çıktı. Yakaladığı hayvanlardan bir kebap yapılmasını emretti. Yemek hazırlandı. Fakat tuz yoktu. Tuz almak için bir hizmetçisini köye gönderen Nûşirevân ona; “Tuzu para ile satın al. Parasız almak âdet olmasın ve köy bu yüzden harâb olmasın” dedi. Oradakiler; “Bir parça tuzun parasız alınmasından ne çıkar?” dediler. Bunun üzerine sultan Nûşirevân onlara; “Zulüm, dünyâda ilk zamanlar az imiş. Her gelen onu bir miktar arttırdı. Bugün ise çok şiddetli bir dereceye ulaştı. Eğer hükümdâr, halkından birinin bahçesinden bir elma koparıp yerse, hizmetçileri ve adamları, o elma ağacını kökünden sökerler. Şayet bir sultan bir yumurta almak sûretiyle haksızlık yaparsa, askerleri bin tavuğu şişe geçirip kebap yaparlar” diye cevap verdi.Beyt tercümesi:
Dünyâda kalmaz, halka zulüm eden zâlim,
Birgün ölür, la’net ile anılır dâim.”

Hikâye: Tümsek bir yerde otla bağlanmış bir demet taze gül gördüm. Kendi kendime; “Nasıl oluyor da bu değersiz ot, güllerle bir arada bulunuyor” dedim. Ot, bu hafif sesimi duyarak ağladı ve şöyle dedi: “Sus! Hiç kerem sahibi insanlar dostlarını unutur mu? Güzel değilim. Kokum yok. Fakat ben de bu güllerin yetiştiği bahçede bittim.” Bunun üzerine ben; “Ben de kerîm olan Allahü teâlânın bir kuluyum. O’nun ni’metleriyle beslenip büyümüş ve yetişmişim. Allahü teâlâya karşı herhangi iyi bir hünerim yok ise de, O’ndan umduğum bir lütuftur. Ümit için bir sermâyem, servetim ve taatim yok ise de, cenâb-ı Hak yine de kulu için bir çâre bulur ve onu kurtarır. Âdet olduğu gibi köle azâd edenler, ihtiyâr köleleri azâd ederler. Ey dünyâyı süsleyen Allahım! Bu ihtiyâr kulunu affeyle! Ey Sa’dî, rızâ Kâ’besinin yolunu tut. Bedbaht diye, başını bu kapıdan çevirene denir. Zîrâ bu kapıdan başka bir kapı bulamaz” dedim.”
Hikâye: Mısır’da iki kardeş vardı. Biri ilim öğreniyor, öbürü de mal kazanmak ve zengin olmakla vaktini geçiriyordu, İlim öğrenen, zamanın derin âlimi oldu. Diğeri ise Mısır’ın en zengini ve Mâliye vekîli oldu. Bu yüksek, fakat dünyâ makamına erişen kardeş, ilim öğrenerek âlim olan kardeşine hakaret gözüyle bakarak; “Ben saltanata eriştim, sen ise fakirlikte kaldın” dedi. Âlim olan ona; “Kardeşim! Ben Rabbime şükretmeliyim. Zira ben, Peygamberlerin mirasına kondum. Hadîs-i şerîfte; “Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir”buyuruluyor. Sen ise Fir’avnların, Kârunların mirasına ya’nî mala ve Mısır ülkesine nail oldun” diye cevap verdi.”
Hikâye: Horasanlı iki zât, birlikte bir seyahate çıkmışlardı. Bunlardan biri çok zayıf olup, üç gecede bir yemek yerdi. Diğeri ise güçlü kuvvetli, iri yarı olup, günde üç kere yemek yerdi. Nasıl oldu ise bir şehirde bunlar, casusluk suçundan yakalandılar. Onları bir odaya hapis ettiler. İki hafta sonunda suçları olmadığı anlaşıldı. Odanın kapısını açtıklarında, iri yarı, güçlü-kuvvetli olanın ölmüş olduğunu, zayıf ve çelimsiz olanın ise sağ-sâlim olduğunu gördüler. Herkes bu duruma şaşırdı, içlerinden bir zât; “Bu işte hayret edilecek hiçbir şey yok. Normal olanı olmuş. Aksi olsaydı ben şaşırırdım. Ölen kuvvetli idi, fakat açlığa takati yoktu. Çok yemeğe alışmış idi. Yiyecek bulamayınca açlığa dayanamayarak öldü. Bu ise, ya’nî zayıf olanı açlığa alışkın olduğu için, bu sayede kurtuldu” diye onlara durumu açıkladı. Şiir tercümesi:
“Bir insan az yemek yemeğe alışmış ise,
Karşılaştığı sıkıntıları kolayca yener.
Bolluğa ve boğazına düşkün olan ise,
Darda kaldığı gün sıkıntı ile ölür gider.”

Hikâye: Sa’dî Şîrâzî kendisi anlatır: Bir tüccârla tanıştım. Yüzelli deve yükü ticâret malı ve kırk kölesi vardı. Bir gece beni Kış adasındaki evine götürdü. Bütün gece durmadan boş şeylerden konuştu. Kâh filân ortağım Türkistan’dadır, filân malım Hindistan’dadır. Bu kâğıt falan mülkün tapusudur diyor, kâh da İskenderiyye’ye gideceğim, oranın havası güzeldi, diyordu. Bir ara; “Ey Sa’dî! Bir seyahatim daha var. O ticârete de çıkarsam, artık ticâretten vaz geçip bir köşeye oturacağım ve ömrümün sonuna kadar istirahat edeceğim” dedi. Ben de; “Hayrola! Bu defa nereye gideceksiniz?” diye sordum. O da; “Çin’e İran kükürdü götüreceğim, işittiğime göre orada iyi para ediyormuş. Oradan Çin kâseleri getirip, Rum diyarına götüreceğim. Rum diyârının ipekli kumaşlarını Hindistan’a götürüp, oranın çeliğini Haleb’e, Haleb’in cam eşyasını Yemen’e, Yemen kumaşlarını da İran’a getireceğim. Artık ondan sonra ticâreti bırakıp bir köşeye çekileceğim” dedi. Tacir o kadar boş hayâller kurdu ki, artık konuşmaya takati kalmadı. Bana dönerek; “Yâ Sa’di! Sen de biraz konuş. Birşeyler söyle” dedi. Bunun üzerine ben de; “Gör çölünde bir kervanbaşı, katırdan düşünce şöyle demiş: “Dünyalık peşine düşenlerin aç gözünü, ya kanâat veya mezar toprağı doldurur” dedim.”
Hikâye: Güçlü kuvvetli bir kişi, işlerinin ters gitmesinden dolayı babasına giderek; “Babacığım, bana müsâade et de, bir seyahata çıkayım. Kolumun gücü-kuvvetiyle bir iş yaparım ve servete kavuşurum” dedi. Babası da; “Oğlum! Hayalperest olma, kanâat sahibi ol. Sana büyüklerden birinin bir sözünü söyliyeyim de dinle: Devlet, çalışmakta değil, kanâattedir. Körün gözüne sürme çekmek boşuna gayrettir” dedi. Beyt tercümesi:
Saçının her bir telinde, olsa ikiyüz hünerin,
Nasîbinde yok ise, neye yarar ma’rifetlerin.”

“Hikmet: Sırrını dostlarına dahi açma. Ne bilirsin, belki de birgün gelir, dostun sana düşman olur. Elinden gelen her fenâlığı düşmanına yapma. Çünkü onunla birgün dost olabilirsin. Gizlemek istediğin sırrını kimseye söyleme. Çünkü kimse senin sırrını senden daha iyi saklıyamaz. Senin sırrına kimse senden daha emîn olamaz.”
Bostân’dan ba’zı bölümler:
“Kudretiyle canı ve hikmetiyle dilde konuşmayı yaratan, kullarına acıyan, kimsesizlerin yardımcısı, hatâları affedici ve özürleri kabûl eden Allahü teâlânın adıyla bu eseri yazmaya başlıyorum.
O öyle büyüktür ki, O’nun kapısından yüz çeviren, kurtuluşa eremez. Kibirli ve mağrur hükümdârlar bile O’nun kapısının eşiğine baş koyarak yalvarır. O kendine karşı gelenleri hemen cezalandırmaz, özür diliyenleri de reddetmez. Günahları gördüğü hâlde hilm ile örter. Bir kuluna günah işlediğinden dolayı gazâb etse bile, o kul tövbe edince onun günahını affeder.
O’nun bir eşi, benzeri ve zıddı yoktur, insanların ve meleklerin tâatlarına ihtiyâcı yoktur. Bütün yaratıkların sahibi O’dur. Büyüklük ve benlik, yalnız ve yalnız O’na yakışır. O birinin başına tâlih tâcını giydirir, birini de tahtından kara toprağa indirir. Bahtiyarlık, bedbahtlık, herşey onun emriyle olur. Perde ardında yapılan kötü işleri görür. Fakat perdenin üzerine bir perde daha örter. O, âciz ve yokluk içinde bunalıp kalanlara rahmet eder. Yalvaranların duâlarını kabûl eder. O, iyi işleri yapanı beğenir. Kader kalemiyle ana rahmindeki yavruya şekil verir ve bir nakış gibi işler. Ay ile güneşi gemi gibi doğudan batıya sevk eder.
O’nun bilmediği hiçbir zerre yoktur. Açık ve gizli O’nun yanında birdir. O, “Ol!” dedi, yokluktan varlık meydana geldi. O’ndan başka kim yoktan var edebilir? O, henüz olmamış olanları, açığa vurulmamış sırları bilir. Yeri ve gökleri kudretiyle tutan, kıyâmet günü mahşerde kurulacak Mahkeme-i Kübrâ’nın hâkimi O’dur.
O, kendine ulaşmanın yolunu göstermiştir. O’na ulaşmak bir denizdir. Bu denizde, ancak iyi amel işleyen ve bir âlime tâbi olan gider ve muradına erer. Bir âlimin arkasından gitmeyen yolunu kaybeder ve helak olur. Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) gösterdiği yola aykırı yol tutan, ulaşmak istediğine hiçbir zaman ulaşamaz.”
“Peygamberimiz Hazreti Muhammed ( aleyhisselâm ) en güzel ahlâklı, iyi huylu ve güzel adetlidir. Bütün insanların Peygamberi ve şefâatçisidir. O, Peygamberlerin İmâmı, doğru yolun önderi, Allahü teâlânın emînidir. Beşerin şefaatçisi, Kıyâmet gününün efendisi, hidâyet yolunun rehberi ve mahşer divânının en başta oturanıdır. Bütün nûrlar, onun nûrunun ışığıdır. O, Lâ ilahe illallah güzel sözünün “Lâ”sı ile, Lât putunu paramparça etti. Uzza’yı hor ve hakîr, İslâmiyeti azîz kıldı. Ona gelen kitap, önceki ümmetlere gelen kitapları hükümsüz kıldı. Doğduğu gece Kisrâ’nın sarayı sarsıldı. Ey en büyük Peygamber! Seni övmek için cildlerle kitap yazılsa, yine seni lâyıkı ile övemez. Ey bütün yaratıkların Nebisi! Sana, senin Eshâbına ve senin izinde gidenlere salât-ü selâm olsun.”
“Sıkıntı çekmemiş olanlar, iyi günün kıymetini bilemez. Sıhhatli kimse de, ıstırap içinde uykusuz kalmadıkça, sıhhatin şükrünü yapmayı aklına getiremez.”
Hikâye: Sarhoşun biri içkili bir hâlde câmiye girip, mihraba kadar yürüdü. Orada yüzünü secdeye koyup; “Yâ Rabbî! Beni Cennet-i âlâna koy!” diye yalvarmaya başladı. Bu sırada câminin müezzini gelerek ona; “Ey gâfil kişi, ne amel yaptın ki Cenneti istiyorsun? Bu hâlle O’na yalvarılır mı?” deyince, sarhoş ağlıyarak ona şu cevâbı verdi; “Müezzin efendi! Ben sarhoşum, fakat sen, günahkâr bir kulun Allahü teâlânın lütfunu ümîd etmesini tuhaf görüyorsun. Ben senden özür dilemiyorum ki! Kıyâmet gününe kadar açık olacak tövbe kapısından Allahü teâlâya yalvarıyorum. O kerîmdir. Kulunun elinden tutar. O’nun af ve mağfireti o kadar büyüktür ki, ben suçuma büyük demekten utanırım.”
Hikâye: Siyahî bir kimseye çirkinsin dendi. Adam öyle bir cevap verdi ki, söyleyen bu sözü söylediğine pişman oldu. O sözü söyleyene siyahi; “Sûretimi ve şeklimi ben yapmadım ki, beni ayıplıyorsun. Çirkin isem sana ne? Güzeli, çirkini yaratan ben değilim ki.”
Hikâye: Allahü teâlânın sevgili kullarından biri, bir kaplanın üstüne binmiş ve elinde ise bir yılan tutarak, sanki ata binmiş gibi gidiyordu. Birisi ona; “Ey Allah yolunda giden Allahın kulu! Bu gittiğin yolda bana kılavuz ol, beni de götür. Sen ne yaptın ki, bu yırtıcı hayvanlar sana tâbi oldu?” diye sorunca; “Kaplan, yılan, fil ve birçok yırtıcı hayvan bana tâbi oluyorsa bunda şaşılacak ne var ki? Sen de Allahü teâlâya bağlan. O zaman görürsün ki, herkes ve herşey sana bağlı olur. Sen Hak teâlânın hükmüne tâbi olursan, herkes ve herşey de senin hükmüne tâbi olur” dedi.
Bir hükümdâr, Allahü teâlânın emrini yerine getirirse, cenâb-ı Hak da onu korur ve ona yardım eder.”
“Kızılarslan ile bir âlimin hikâyesi: Kızılarslanın çok sağlam bir kalesi vardı. Kalenin yolu kıvrım kıvrım idi. Güzel bir bahçe içinde adetâ lâcivert bir tabağın ortasındaki yumurta gibi, çok az bulunur bir kale idi. Birgün bu kaleye, uzak yoldan gelen, gün görmüş, derin bilgili, ma’rifet ve hüner sahibi, çok güzel konuşan, her sözü hikmetli bir zât geldi ve Kızılarslan’ın huzûruna kabûl edildi. Kızılarslan o zâta; “Bunca yerleri gezdiniz. Hiç bu kadar muhkem ve güzel bir kale gördünüz mü?” diye sorunca, o da; “Evet, burası güzel bir kaledir. Lâkin bana göre muhkem değildir. Senden önce burası kudretli pâdişâhların elinde idi. Burada bir müddet oturdular, sonra da bırakıp gittiler. Senden sonra da başka hükümdârlar da gelip burada oturacaklar ve senin ümit ağacından onlar da yemiş yiyecekler. Babanın zamanını düşün ve onun saltanat devrini hatırla da, kendini böyle düşüncelerden kurtar. Bak Allahü teâlâ, babanı, bir pula bile hükmü geçmediği yere nasıl soktu. Baban herkesten ve herşeyden ümidini kesti. Ümidi, yalnız Allahü teâlânın fazlına kaldı” cevâbını verdi.”
Hikâye: Bir âbid Hicaz’a giderken, yolda her adımda iki rek’at namaz kılardı. O kadar aşk ve şevk içinde idi ki, ayağındaki dikeni bile çıkarmadı. Âbid bu yolda böyle giderken, birdenbire gurûrlanmaya ve kendini beğenmeye başladı. Karşısına mel’ûn şeytan çıkarak; “Kimse senden daha güzel ve iyi ibâdet edemez. Ancak bu kadar olur. Bundan fazlası can sağlığı” dedi. Şeytanın bu sözleri onu daha da kibirlendirdi ve o sırada aniden yol üzerindeki bir kuyuya düştü. Allahü teâlânın lütfu erişmese, âbid tamâmiyle yoldan sapacaktı. O sırada gâibden bir ses; “Ey mübârek kişi Yaptığın bu ibâdetlerle Allahü teâlânın katında bir mevki elde ettiğini ve O’na lâyık bir ibâdet yaptığını zannetme. İyilikle bir gönül elde etmek, bin rek’at namaz kılmaktan daha iyidir” dedi.”
Hikâye: Bir kişi, yolda ayakları olmıyan bir tilki gördü ve Hak teâlânın bu lütfuna hayret ederek; “Bu hayvanın ayakları yok. Ne yer, ne içer ve nasıl geçinir?” diye düşündü. Tam bu sırada, çakal avlamış bir arslan oraya gelerek, avladığı çakalı yedi. Artıkları ile de tilki karnını doyurdu. O kişi, diğer birgün tilkinin başka bir vesile ile karnının doyduğunu görünce şöyle dedi; “Madem ki tilkinin rızkı ayağına kadar geldi. O hâlde zahmete girip karınca gibi çalışmama ne lüzum var.
Gidip bir köşede oturur rızkımı beklerim.” Adamcağız uzun süre bekledi. Ne gelen var, ne giden. Açlıktan bir deri bir kemik kaldı. Bulunduğu mescidin mihrabından doğru gelen şöyle bir ses duydu; “Ey kötü düşünen kişi! Kendini sakat kötürüm bir tilki yerine koyma. Kalk arslan gibi ol. Öyle çalış ki, arslan gibi senden artık kalsın. Arslan gibi ensesi kalın iken, çaresiz kalmış tilki gibi oturan kişiden, köpek daha iyidir. Çalış, rızkını kazan. Hem kendin ye, hem de başkalarını doyur. Başkasının artığına göz koyma. Kolunun kuvvetiyle ve gayret göstererek nasîbini elde et ve başkalarını da rahat ettir. Alçaklar gibi onun bunun eline bakma. Ey genç! Kendini düşürüp de, aman elimden tutun deme. Aksine, ihtiyâr fakirin elinden tut. Allahü teâlâ kime lütufta bulunur bilir misin? Halk kimin sayesinde huzûra kavuşursa, Hak teâlâ ona ihsân ve keremde bulunur. Allahü teâlânın kullarına yardımda bulunan kimseler, hem dünyâ, hem de âhırette iyilik görürler.”
Hikâye: Birgün bir beldeye Rum diyarından bir genç geldi. Bu akıllı bir genç idi. Oranın halkı onu misâfir ettiler. Birgün orada bulunan bir evliyâ zât o gence; “Şuradaki câmi tozlanmıştır. Ötesinde berisinde çerçöp birikmiştir. Oraya git. Sil, süpür ve temizle” dedi. Genç bu sözü işittikten sonra, hemen orayı terk etti. Bir daha onu gören olmadı. Orada bulunan talebeler, “Bu misâfir gencin elinden bir iş gelmiyor. O yüzden bir daha buraya uğramadı” dediler. Birgün o büyük zatın talebelerinden biri o gence rastladı ve ona; “Sen iyi bir harekette bulunmadın. Sen kendini beğenmiş bir gençsin. Sen bilmez misin ki, insanlar, hizmetle ve çalışmakla yükselirler” dedi. O genç ağlıyarak şu cevâbı verdi: “Ey gönül ehli dostum! Ben hoca efendiden emir alır almaz, temizlemek, silip süpürmek için o câmiye gittim. Fakat gördüm ki, câmi tertemiz. Ne toz var, ne toprak. Meğerse orada kirli olan sâdece ben imişim. Câminin temizlenmesinden maksad, benim temizlenmem idi.” Yükselmek isteyen mütevâzi olmalı. Yücelik damına çıkmak için, alçak gönüllülükten başka merdiven yoktur. Akıllı ve hakiki irfan sahibi kimse, meyva dalı gibi alçak gönüllü olur.”
Hikâye: Gönül ehli bir zât, kendi boyu kadar bir ev yaptırmış idi. Bir arkadaşı ona; “Bundan daha iyisini yaptırmaya kudretin, vardı, niye yaptırmadın?” diye sordu, O zât da; “Bundan daha yükseğini yaptırmaktan ne çıkar? Bırakıp gidecek olduktan sonra bu kadarı da yeter” dedi”
Hikâye: Hârezmşâh sülâlesinden Sultan Alâeddîn Tüküş, hizmetçilerinden birine bir sır söyledi ve sakın kimseye söyleme diye tenbîhte bulundu. Sultan bu sırrını tam bir yıl saklamış ve kimseye söylememiş idi. Sırrını hizmetçisine söyledikten sonra duymadık kimse kalmamış oldu. Sultan bu sırrının ortaya çıkmasına çok kızdı ve o hizmetçisinin boynunun vurulmasını emr etti. Hizmetçilerinden biri sultana; “Şevketli sultânım! Hizmetçilerini boş yere öldürme. Kabahatin büyüğü sende. Sır sende iken etrâfı kapalı bir pınar gibi idi. Sen onun etrâfını açtın. Su yayıldı, sel olup etrâfa dağıldı, Artık önü alınmaz” dedi.
Dostum! Kimseye sırrını söyleme. Sen birisine söylersen, o da bir başkasına söyler. Mücevheratı hazinedara teslim et, ama sırrını kendine sakla?
Hikâye: Bir hükümdârın oğlu attan düştü ve boyun kemikleri birbirine girdi. Öyle ki, boynu, fil boynu gibi gövdesine battı, Başını çevirebilmek için bütün gövdesini döndürüyordu. Ülkesindeki bütün doktorlar tedâvisinde âciz kaldılar. Yalnız başka ülkeden gelen bir doktor, şehzâdenin başını eski hâline getirebildi ve damarlarıyla kemiklerini düzeltti. O doktor olmasaydı, şehzâde sakat kalacak, belki de ölüp gidecekti. Şehzâde iyi olduktan sonra, iyi eden doktor, şehzâdeyi ve babasını ziyârete gitti, iyiliği takdîr etmeyen nankör hükümdâr ile şehzâde, ona hiç yüz vermediler. Doktor kendisine reva görülen bu muâmeleden müteessir oldu ve hükümdâr ile oğlu utanacakları yerde, doktor utanarak başını yere eğdi. Kalkıp giderken şöyle mırıldanıyordu; “Ben onun boynunu çevirip eski hâline koymasaydım, bugün yüzünü benden çeviremezdi.” Doktor gördüğü bu hareket karşısında ve hükümdârla oğlundan öç almak üzere ona bir tohum gönderdi ve şu haberi yolladı: “Şehzâde bunu buhurdana koyup yaksın. Çok güzel ve şifalı bir tütsüdür.” Şehzâde, doktorun gönderdiği o tohumu yaktıktan sonra dumanından aksırdı. Aksırınca da başı eskisi gibi çarpıldı. Pâdişâhın emriyle o doktoru çok aradılar, fakat bir türlü bulamadılar. Kendisinden özür dileyeceklerdi. Ne çâre iş işten geçmişti.
Cenâb-ı Hakka şükürden yüz çevirme ki, yarın mahşer günü boynu bükük kalmayasın.”
Hikâye: Bir fıkıh âlimi, yere yıkılmış bir sarhoşun yanından geçerken, kendi halini düşünerek böbürlendi Sarhoşa göz ucuyla bile bakmaya tenezzül etmedi. Sarhoş başını kaldırarak fıkıh âlimine; “Ey iyi zât! Kavuştuğun bu ni’mete şükret. Sakın büyüklenme. Zira kibirden mahrûmiyet hâsıl olur. Birini zincire vurulmuş görürsen gülme. Senin de başına gelebilir. Mukadderatın belli olmaz. Belki birgün sen de sarhoş olup yerlerde sürünebilirsin” dedi.”
Sa’dî Şîrâzî buyurdu ki: “Hak teâlânın lütuf ve ihsân buyurduğu bahta ve rızka kanâat etmeyen kimse, Rabbini bilmemiş ve O’na itaat etmemiş olur. Ey bir yerde durmayan, sebat etmeyen, rızk için didinip duran, koşan kişi! Sâkin ol, yuvarlanan taş üzerinde ot bitmez.”
“Ey akıllı kimse! ister iyi, ister kötü olsun, kimsenin arkasından konuşma. Çünkü hakkında konuştuğun kişi gerçekten kötü ise, onu kendine düşman etmiş olursun. İyi ise, çok kötü bir iş yapmış olursun. Biri sana gelip de filân adam kötüdür derse, iyi bil ki o kendi kusurunu söylemiş olur.”
“Birisi şu ibretli sözü söyledi: Gıybet edecek olursam, anamdan başkasının gıybetini etmem. Zîrâ böylece sevâblarım anama yazılmış olur!
Ey iyi insan! Bir insanın iki şeyi dostlarına haramdır. Birisi; onun malını haksız yere alarak yemek, diğeri; arkasından iyi olmayan şekilde konuşmaktır. Biri senin yanında başkasının aleyhinde konuşuyorsa, zannetme ki başkasının yanında seni medheder. Benim nazarımda bu dünyâda en akıllı insan, kendisiyle meşgûl olup, başkalarından gâfil olandır.”
“Düşmandan lâf getiren, insana düşmandan daha büyük düşmandır. Ey lâf taşıyıcı! Düşmanım bile yüzüme karşı kötü şey söylemiyor. Sen ondan daha büyük düşman olmasan, onun arkamdan söylediğini, gelip de yüzüme karşı söyler misin? Söz taşıyan, eski düşmanlıkları yeniler, kinleri tazeler. En yumuşak insanları bile çileden çıkarır. Uyuyan fitneyi uyandıran kimseden en kısa zamanda kaç! Kavga iki kişi arasında yanan bir ateşe benzer. Söz taşıyıcı ise, o ateşin sönmemesi için odun taşıyan oduncu gibidir.”
“Ey insanoğlu! Adının unutulmamasını istersen, çocuğuna ilim, hüner, ma’rifet öğret ve onu akıllı fikirli yetiştir. Böyle yaparsan, arkanda seni rahmette anan bir kişi bırakmış olursun.”
“Ey yüzünde nûr kalmamış kişi Kalbini temiz tut Kararmış ayna iyi göstermez. Yarın, azâba müstehak olmamanın yolunu ara. Başkalarının ayıplarını arama. Başkalarının ayıbını araştırmakla meşgûl olan, kendi ayıplarını göremez.”
“Dil; şükretmek içindir. Rabbini bilen, dilini gıybet için kullanmaz. Kulak; Kur’ân-ı kerîm ve nasihat dinlemek içindir. Bâtıl ve boş sözler için değildir. İki göz; Allahü teâlânın kudret ve san’atını görmek içindir. Eşin dostun ayıbını görmek için değildir.”
“Cenâb-ı Hak kulunu yoktan var etti. Eline cömertlik, başına da secde kabiliyeti verdi. Aksi takdîrde, ne el cömertlik, ne baş secde edebilirdi”
“Dil ile kulak, kalbin anahtarıdır. Dil söylemeseydi, gönüllerin esrârı gizli kalırdı. Kulak iyi bilgileri duymasaydı, insan nasıl bilgi sahibi olurdu.”
“Yavrum! Gençlikte, nefsin arzuları insanı kapladığı gibi ilim öğrenilecek, ibâdet yapılacak en kârlı zaman da gençliktir. Gençlikte şehvetin, asabiyetin kapladığı anlarda, dinin bir emrini yerine getirmek, ihtiyârlıkta yapılan aynı ibâdetten çok üstün ve kıymetli olur.”
“Oğlum! Günah yükünün altına girme. Zîrâ o ağırdır ve kaldıramazsın, iyilerin tuttukları yoldan yürü, git. Dileyen, bu bahtiyarlığı bulur. Sen alçak şeytanın kuyruğuna yapışmışsın. İyilere ne vakit erişebileceğini bilmem. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ), ancak onun yolundan, gidenlere şefaat edecektir.”
“Ey fakir! Sen hak yolunda oyun çocuğu sayılırsın. Büyüklerin eteğini bırakma. Mayası bozuk kimselerle düşüp kalkarsan, izzet ve vekarını kaybedersin. O hâlde büyüklerin eteğine yapış. Talebeler, çocuktan daha âcizdir. Hocalar ise muhkem duvar gibidir. Yeni yürüyen çocuk, duvara tutunarak yürür. Sen de yeni yürüyen çocuk gibi, âlimlerin muhkem duvarına tutunarak yürü.”
“Ey insanoğlu! Bugün günahlarından korkar isen, yarın birşeyden korkmazsın.”
“Yâ Rabbî! Bize kereminle nazar kıl. Biz kullarından ancak hatâ sâdır olur. Yâ ilâhi! Senin rızkınla beslendik. Senin ihsân ve lütuflarına alıştık. Yâ Rabbî! Bizi bu dünyâda azîz kıldın, öbür dünyâda da azîz kılmanı senden umarız. Azîz eden de sensin, zelîl eden de sensin. Senin azîz kıldığın kimse horluk görmez. Yâ İlâhi! İzzetin hakkı için beni zelîl etme ve günahlarımdan dolayı beni utandırma. Başıma benim gibisini musallat etme. Ukûbet çekeçeksem, senin elinle olsun. Dünyâda en kötü şey, bir insanın kendisi gibi birisinden cefâ çekmesidir.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Nefehat-ül-üns sh. 681
2) Bostan ve Gülistân
3) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 106, 887, 1060
4) Rehber Ansiklopedisi cild-15, sh. 17

EFENDİ PDF E-KİTAP Beyaz Türklerin Büyük Sırrı Soner Yalçın






EFENDİPDF E-KİTAP 
Beyaz Türklerin 
Büyük Sırrı
Soner Yalçın

TARİHTE NELER OLDU Öldürülen Osmanlı Şehzadeleri ve Devrilen Padişahlar



Öldürülen Osmanlı Şehzadeleri ve Devrilen Padişahlar


Bir hanedan saltanatı olan Osmanlı’nın bizzat kendi hanedan mensupları için de aslında nasıl bir cehennem olduğuna Çetin Altan’ın “Tarihin Saklanan Yüzü” adlı eserinde biraz ışık tutulmaktadır. Aşağıda Osmanlı’nın kurucusu Osman Bey zamanından başlayarak Sultan Vahidettin’e kadar devrilen 17 padişah ve öldürülen sayısız şehzade ile ilgili (1298 – 1922 arası) tarihin o kitaptan alınma bir özetini bulacaksınız.
Osmanlı’nın Osman Bey eliyle kurulduğu söylenen o yıllarda “Ayasofya” bir tapınak olarak inşa edilişinin sekiz yüzüncü yılını idrak etmektedir. Marko Polo’nun karadan yaptığı Uzakdoğu gezisi de, tam bizim Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş yıllarına rastlar. 1271-1295 arasıdır. Ne var ki, Marko Polo’nun anılarını o dönemin büyük İtalyan yazarı Rustichello, gezginin ağzından ne kadar düzgün, düzenli ve çekici olarak kaleme almış. Oysa bizim Osmanlı devletinin kuruluşuyla ilgili anlatımlar düzensiz, çelişkili, karmakarışık ve çoğunlukla da sonradan geliştirilmiş yakıştırmalarla doludur…
Kişi hak ve özgürlükleri daha 1215’te, yani Osmanlı devletinin kurulmasından seksen beş yıl önce İngiltere’de “Magna Carta Libertatum” yasasıyla güvence altına alınmıştı. O temel yasada şöyle deniyordu: Hiçbir özgür kişi, kendi denklerinin hukuken geçerli bir hükmü ya da ülke yasalarının gerektirdiği durumlar dışında tutuklanamaz, hapse atılamaz, mallarından ve yasal haklarından yoksun bırakılamaz, sürgüne gönderilemez ya da hiçbir biçimde zarara uğratılamaz; biz (kral olarak) ona saldırmayacağımız gibi, kimseyi de üzerine saldırtmayacağız.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı Osmanlı Devleti’nin kuruluş yılları hakkında “beylik kurdukları zamanların tarihi pek karışık olup, eldeki malumatın mühim bir kısmı sonradan yazılmış eserlere dayanmaktadır” der. Prof. Paul Wittek ise “Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğuşu” adlı eserinde “Osmanlı Devleti’nin Kayı aşiretinden geldiği iddiası tümden reddederek, bu iddianın ilk kez II. Murat döneminde ortaya atılıp, ondan sonra benimsendiğini ve hiçbir belgeye dayanmadığını” iddia ediyor. Tarihçi Danşimend de aynı kanıda… Orhan döneminde basılan ilk sikkenin altında, minicik bir “V” damgası görülmüş. İşte bu “V” damgası Kayı aşiretinin simgesi kabul edildiğinden Osmanlı Devleti’nin Oğuz Türklerine bağlı Kayı aşiretinden geldiğinin tek son belgesi olmuştur. O yüzden de başka hiçbir kanıtı bulunmayan bu Kayı aşireti konusunda bir şüpheli durum hep var olacaktır.



Neşri’nin Cihannüma adlı eserinde yazıldığına göre babası Ertuğrul Bey’in ölümünden sonra Kayı aşiretinin başına geçen Osman Bey kendisine siyasi rakip olarak gördüğü (o sıralarda doksan yaşlarında olan) amcası Dündar Bey’i bizzat kendi eliyle ve okla öldürmüştür (yıl 1298).

Devletin kuruluşuyla başlayan bu cinayetlerden ikincisi 62 yıl sonra I. Murat tarafından işlendi. Üçüncüsü de onun tarafından, dördüncüsü de. İki kardeşini de kendine başkaldıran oğlunu da ilk öldürmüş padişah odur. Rivayet edilir ki bir de merhum ağabeyi Süleyman Paşa’nın oğlu Melik Nasır’ı öldürmüş.
I. Murat (Hüdavendigâr) Osmanlı’nın ikinci padişahı Orhan Gazi’nin oğlu ve Osmanlı’nın üçüncü padişahıdır. Kendisi Halil ve İbrahim adlı iki kardeşini Eskişehir’de yakalayarak öldürttükten sonra iktidar olmuştur. Kendisine başkaldırdığını düşündüğü oğlu Savcı Beyin de önce gözlerini kızgın demirle kör edip daha sonra öldürtmüştür. Savcı Bey’in öldürülmesi Osmanlı hanedan cinayetlerinin dördüncüsüdür.
I. Murat’ın ilk eşi Marya (Gülçiçek) Hatun’dan doğan büyük oğlu Yıldırım Beyazıt hanedan cinayetlerinin beşincisini işlemiştir. Babası 1. Kosova savaşında ölmesi üzerine kendisi onun yerine geçer geçmez (daha savaş sürmekte iken) kardeşi Şehzade Yakup’u baban çağırıyor diye çağırtarak boğdurmuş, babasıyla ikisinin cesetlerini Bursa’ya göndererek defnettirmiştir (1389).
Yıldırım Beyazıt on üç yıl süren saltanatından sonra savaş alanında yenilip tutsak edilerek tahtından indirilen ilk ve tek Osmanlı padişahı olmuştur. (1402) Kendisi Osmanlı’yı yenen Timur’un tutsaklığında bir yıl kadar yaşadıktan sonra kırk iki yaşında ölmüş. Timur, Yıldırım’ın cenazesini babasıyla birlikte tutsak aldığı Musa Çelebi’ye vererek Çelebi’yi de özgür bırakmış. Musa Çelebi, Yıldırım’ın cenazesini Bursa’ya getirip orada defnetmiştir.
Ankara Savaşı sırasında Yıldırım Beyazıt’ın altı oğlu hayattadır. Süleyman, Mustafa, Musa, İsa, Mehmet ve Kasım. Bunlar Olga, Olivera, ve Devlet Hatun isimli üç eşten olmadır. Hangisi hangisinden tam belli değil. Yenilgiden sonra oğullar arasındaki bölünme ve on bir yıl kadar süren kavgalardan sonra 1413 yılında Çelebi Mehmet’in iktidara hâkim olmasıyla Osmanlı’nın yeniden kurulduğu söylenebilir. Kardeşlerden Mustafa savaşta kayboldu. Süleyman, Musa, İsa, Mehmet Çelebi aralarında sürekli mücadele ettiler. Önce Mehmet Çelebi İsa’yı Eskişehir’de yakalayıp boğdurttu. Sonra Musa Çelebi ağabeyi Süleyman Çelebiyi boğdurttu. Daha sonra Musa Çelebi Mehmet Çelebiden kaçarken bir su arkına düşüp boğuldu. Ölen üç kardeş de Bursa’da babalarının yanına gömüldüler. Savaş sırasında çok küçük olduğu için Bursa’da kalan en küçük kardeş de Kasım Bizans İmparatoruna rehin verildiğinden İstanbul’da kalıp Bizanslı olmuştur. Böylece Mehmet Çelebi 1413 yılında tek hak sahibi olarak iktidara geçer. Kaybolan Mustafa Çelebi de 1418’de ortaya çıkmış, Yıldırım’ın özbeöz oğlu olduğu halde adı Düzmece Mustafa olarak kalmıştır. Bu yeniden kuruluş yıllarının iktidarı olduğundan ona da Padişah değil Çelebi denmiştir.
1. Mehmet 1421’de otuz üç yaşında iken bir av kazası sonucu öldü. Cesedinin iç organları sökülüp, cesetten çıkartılan organlar cesedin bulunduğu odaya gömüldükten ve içi boş ceset temizlendikten sonra tahnit edilerek yatırıldığı yatakta sanki canlıymış pozu verilerek kırk gün Edirne sarayında saklandı. Bütün bu operasyonun maksadı Mustafa Çelebi’nin çıkıp gelerek tahtta hak iddia etmesinin önüne geçmekti. Mehmet Çelebi öldüğünde arkasında üç tane oğul bırakmıştı. 18 yaşındaki Murat, 13 yaşındaki Mustafa, 9 yaşındaki Mahmut. Kırk günün sonunda büyük oğul Murat sancak beyi olduğu Amasya’dan Bursa’ya geldi ve babasının ölümüyle birlikte kendisinin de padişahlığı ilan edildi.
On sekiz yaşındaki II. Murat’ın padişahlığını ilan etmesiyle birlikte amcası Mustafa Çelebi de Edirne’de hükümdarlığını ilan etti. Tahta çıkışının birinci yılında amcasıyla savaşa tutuşan II. Murat sonunda Çelebi Mustafa’yı Edirne’deki hisar burcuna astırdı (1422). Bir yıl sonra da on üç yaşındaki öz kardeşi şehzade Mustafa’yı İznik’te yakalatıp bir incir ağacının dibinde boğdurduktan sonra Bursa’da babası I. Mehmet’in yanına gömdürdü (1423). Daha da küçük yaştaki öbür iki kardeşleri Mahmut ile Yusuf’un da sadece kızgın demirle gözlerini çıkartıp kör ettirmekle yetinmiştir.
Osmanlı’yı bizim altı yüz yıllık bir bütün halinde görmek hoşumuza gitse bile yüz-yüz elli yılda bir kanlı anarşi dalgalarıyla iktidar boşluklarına uğramıştır. Çok şehzade öldürülmüş, çok padişah devrilmiştir. Egemenlikte mutlak bir tekel sağlamak amacıyla işlenmiş olan siyasal cinayetler, otoriteyi keskinleştireceğine devleti -birbirine eklenen sigaralar gibi- hiç bitmeyen ayaklanmaların kızgın fırını içine çekmiştir. Osmanlı İmparatorluğu, genişledikçe genişlemiş, sonra da küçüldükçe küçülmüş, ama hiçbir zaman çağını gerçekten yakalayacak güçlü birikimli ve sürekli bir kalkınma içine girememiştir.
Osmanlı’nın zaman zaman kimlerle anlaşıp, kimlerle dövüştüğü ortada… Hıristiyanlar kadar Müslümanlarla da savaşmış, Müslümanlarla anlaştığı kadar Hıristiyanlarla da anlaşmış, kendine özgü, garip ve geometrisiz bir egemenliktir Osmanlılık…
Murat, tıpkı babası Mehmet Çelebi gibi, inme inerek öldü. O sırada kırk dokuz yaşındaydı. Toplam otuz yıl kalmıştı iktidarda. Oğlu II. Mehmet, Manisa’dan Edirne’ye gelinceye kadar, ölümü on altı gün gizlendi. Tarih 1451. Çelebi Mehmet’ten sonra ölümü gizlenen ikinci padişahtı II. Murat. Ve Bursa’ya gömülen son padişah da o olacaktı.

Akla burada bir başka soru daha takılıyor. Mehmet Çelebi’yle oğlu II. Murat inme iner inmez gerçekten hemen ölmüşler miydi? Yoksa felçli bir padişahın padişahlık edemeyeceğini düşünenler, onlara belgesi olmayan bir kolaylık mı göstermişlerdi? Kim bilir?
II. Mehmet, 18 Şubat 1451’de Edirne’de üçüncü defa hükümdar olduğu zaman yaşı on dokuzla yirmi arasında İdi. Sultan Murat öldüğü zaman Mehmet’ten başka İsfendiyar Bey’in torunu olan haremi Hatice Sultan’dan henüz süt emen Ahmet adında bir çocuğu olmuştu. Acele Edirne’ye gelen yeni hükümdarın emriyle bu çocuk boğuldu…

Ve II. Sultan Mehmet, bu olaydan yirmi yedi yıl, “Magna Carta”dan ise 262 yıl sonra, (karındaşların nizam-ı âlem içün katlitmek münasibdür – padişah olan şehzadenin kardeşlerini öldürebileceği), o ünlü fratrisit yasasını kaleme alacaktı. Kendisi de zaten ilk örneğini verip emzikteki kardeşi Ahmet’i öldürterek böyle bir “teamül”ü başlatmıştı. Kendisi ayrıca Bizans’la bir anlaşma yapmıştı. Bu anlaşmaya göre, Bizans’ın elinde bulunan Osmanlı hanedanına mensup Şehzade Orhan’ın salıverilmemesi için Çorlu ve çevresi Bizans’a terk ediliyor ve daha önceki padişahlar gibi Bizans’a yılda üç yüz bin akçe ödenmesi kabul ediliyordu. Kimdi bu Şehzade Orhan? Babası kimdi, anası kimdi, hangi padişahın oğlu yahut torunuydu? Kim bilir? Bunu bilmiyoruz işte…
Otuz yıl iktidarda kaldıktan sonra, kırk dokuz yaşında dünyadan ayrılan Fatih’in, zehirlenerek öldürüldüğü iddiaları da boşuna çıkmamıştır ortaya… Bizans’ı yıkmak yerine, onun başına geçme aranışı, besbelli ki pek hazmedilememiştir çevresinde…
Fatih II. Mehmet, on dokuz yaşında Edirne’de tahta çıktığı sırada, Johannes Gutenberg, Almanya’nın Mainz kentinde ilk matbaayı icat etmişti bile… 1495’te II. Beyazıt, kardeşi Cem’in öldürülmesi için Papa’ya üç yüz bin altın önerdiği sıralarda da Kristof Kolomb, çoktan Atlas Okyanusunu geçmiş ve “Yeni Dünya’da koloniler kurmaya başlamıştı.
Biz İstanbul’u almasına aldık, ama iki şeyi de o sıralarda atladık; biri matbaanın icadını, öteki okyanusların keşfini… Batı’yla Doğu arasındaki “çağdaştık” uçurumlarının büyümesinde bu iki faktörün etkisi, durmadan kendi kendisinin karesiyle şahlanan bir rol oynadı…
Sultan Mehmet’in çağdaşı olan Âşık Paşazade, Fatih’in ölümünü imalı bir dille şöyle anlatıyor: “Vefatına sebep ayağunda zahmet vardı. Tabibler Macundan aciz oldular. Ahir tabibler cem oldu, ittifak ittüler. Ayağından kan aldular. Zahmet ziyade oldu. Şarab-ı fariğ verdüler. Allah rahmetine vardı.” Hekimler nasıl bir ilaç vermişlerse, Fatih o ilacı içer içmez ölmüş. Hem de yine Âşık Paşazade’nin deyimiyle “ciğeri doğranarak…” Yani acılardan kıvranarak… Tarih 1481
.
Ve Âşık Paşazade, Fatih’in ağzından sorar: Neyçün bana kıydı tabibler? Bilerek mi kıydılar, bilmeyerek mi? Bu soru da sonsuza dek yanıtsız kalacak…

Fatih’in ölümünden sonra oğlu II. Beyazıt ile kendisinden on bir yaş küçük olan kardeşi Cem arasındaki iktidar kavgası, tam bir anarşi ortamı içinde başlamıştı. II. Beyazıt otuz dört, Cem Sultan da yirmi üç yaşındaydı. Fatih ölünce, Karamani Mehmet Paşa, Amasya Valisi olan Beyazıt’a haber göndermiş, ama el altından Konya valisi olan Cem’e de, ağabeyinden daha önce gelivermesi için haber göndermişti.
Beyazıt’ı tutan Yeniçeriler, Cem’e uçurulan haberi öğrendiler ve hem Karamani’yi parçaladılar, hem de birçok konağı yağmaladılar. Sonunda II. Beyazıt hükümdar oldu ama Cem’le kavga bitmedi. Cem, Rodos şövalyelerine sığındı.
Şövalyeler bir yandan II. Beyazıt’la pazarlığa giriştiler, bir yandan da Osmanlı Sultanı’nın Rodos’u kuşatmasından korktuklarından Cem’i Fransa’ya götürdüler. II. Beyazıt, şövalyelere yılda kırk beş bin altın vermeyi kabul ederken, Fransa Kralı’yla da, ödeyeceği haracın hesabını yapmaya başladı. O sırada Mısır’daki annesiyle karısı da kendisini kurtarmak için yine Rodos şövalyelerine boyna para veriyorlar, Şövalyeler, Cem’i bazen tekrar Rodos’a getiriyor, bazen tekrar Fransa’ya götürüyorlardı.

Cem’in oradan oraya tutsak olarak dolaştırılması yedi yıl sürdü. Sonunda Fransa Kralı ve şövalyeler, Papa ile anlaştılar. Cem, Papa’ya teslim edildi. Beyazıt’ın yılda ödediği kırk bin altından artık Papa da pay alıyordu. Kardeşinden kesinkes kurtulmak azminde olan Beyazıt, Cem’in öldürülmesi karşılığı üç yüz bin altın ödeyeceğini bildirdi. Bunu öğrenen Fransa Kralı VIII Charles İtalya seferi sırasında Cem’i o tarihteki Papa’dan aldı. Ve tam o günlerde Cem, yüzü gözü şişerek öldü. Tarih 22 Şubat 1495. Söylentilere göre Papa Alexandre Borgia, Cem’i zehirledikten sonra teslim etmişti. Cem öldüğünde otuz dört yaşındaydı.

Beyazıt, kardeşi Cem’in öldürülmesi için Papa'ya üç yüz bin altın ödemişti



Fatih Sultan Mehmet, -belki çok garip görünecek ama- sağlığında Beyazıt’la, Cem’in birer oğlunu yani kendi öz torunlarından ikisini yanında rehin tutuyordu.

Beyazıt yahut Cem, kazara Fatih’e baş kaldırırlarsa, Fatih de onların oğullarını, yani kendi öz torunlarını öldürecekti… Bize İstanbul’u armağan eden Sultan II. Mehmet’in, kendi çocukları arasında kurduğu iktidar denklemi böyleydi.
Beyazıt’ın oğlunun adı Korkut, Cem’in oğlunun adı da Oğuz Han’dı. II. Beyazıt tahta çıktıktan sonra, Edirne’de bir ziyafet vermiş ve ziyafete Fatih’in eski veziriazamlarından Gedik Ahmet Paşa’yı da davet etmişti. Gedik Ahmet Paşa, Cem yanlısıydı ve Cem’in oğlu Oğuz Han’ı bir süre koruyup kollamıştı.
II. Beyazıt, ziyafet sırasında Gedik Ahmet Paşa’ya “ölüm” işareti olan kara kaftan armağan etti ve yemeğin sonunda da kendisini cellâtlara boğdurttu. Sonra da İstanbul muhafızı İskender Paşa’ya şu fermanı gönderdi: “Kulum İskender! Biti sana vasıl olduğu gibi bilesin ki Gedik’i tepeledim; gereklidir ki sen de Cem’in oğluna mecal vermeyip boğdurasın ki gayet mühimdir…”
İskender Paşa boğdurttu Cem’in oğlu Oğuz Han’ı. Tarih 1483. Yani Cem’in ölümünden on iki yıl önce…
Cem’in diğer oğlu Murat, Mısır’da ailesinden ayrılarak Rodos’a gelmiş ve orada kalarak Katolik olmuştur. Rodos, Kanuni Sultan Süleyman zamanında zapt edilince, ele geçen Murat İle oğulları öldürülüp, iki kızıyla zevcesi İstanbul’a yollanmıştır. Cem’in üçüncü oğlu Ali hakkında bir bilgimiz yoktur. Yalnız bunun bir kızı olduğunu biliyoruz.”

Fatih’in yerine yirmi dokuz yaşında hükümdar olan Sultan Beyazıt-i Velî, otuz yıllık iktidarı sonunda bir hayli yorulmuş ve ruhsal çöküntülere düşmüştü. Sekiz oğlu olmuş, kendisi altmış yaşına geldiğinde, bunların sadece üçü hayatta kalmıştı: Ahmet, Korkut ve Selim… ; Kendisi sağlığında iktidarı bırakmayacağına dair küçük oğlu Selim’e söz vermiş olduğu halde bir gün o sözü yok sayıp “…Muaccelen Ahmet Han’ı getürün ve mülkü sahibine vîrem, tahtı vârisine teslim kılam” diye bir ferman buyurmuştu”
Selim, babasının fermanını haber aldı ve kendisine verilmiş olan sözün çiğnendiğini görerek, kırk bin kişilik bir kuvvetle Çorlu’da babasının kuvvetlerinin bulunduğu “Karıştıran” ovasına geldi. Sözde babasını ziyaret ederek elini öpmeye gelmişti.
Şehzade Ahmet’in padişah olmasını isteyenler, II. Beyazıt’ı Selim’e karşı kışkırtmak için, padişahın içinde bulunduğu saltanat arabasının perdelerini açtılar ve: Elinizi öpmeye gelen oğlunuzun kuvvetini görün; tertipli ve silahlı askerlerle oğul, babayı böyle mi ziyaret eder, dediler. Sonuçta, II. Beyazıt’la oğlu Selim arasında savaş başladı. Selim’in kuvvetleri bozuldu. Selim de kaçtı.
Artık Ahmet’in hükümdarlığı kesinleşmiş gibiydi. Padişah olmak için kalktı, İstanbul yakınlarına geldi. Ne var ki Ahmet’in İstanbul’a girmek için babasından izin istediği akşam, üç bin yeniçeri “Ahmet’i istemezük” diye ayaklandı.
Veziriazam Hersekzade Ahmet Paşa’nın, ikinci vezir Koca Mustafa Paşa’nın, Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa’nın, Kazaskerlerden Müeyyedzade Abdurahman ve Nişancı Tacizade Cafer Çelebi’lerin evlerini yağma ettiler. Veziriazam, korkudan saklandı ve hemen azledildi.
Ahmet de Anadolu’ya geri döndü ve yeğeni şehzade Mehmet’in vali olduğu Konya’yı kuşattı. Yeniçeriler, Selim’in padişah olmasında diretiyordu. Sultan II. Beyazıt, çaresiz Selim’i İstanbul’a davet etti.
Selim kalkıp geldi İstanbul’a, ama babasıyla sarayda değil, açık havada at üstünde konuşmayı kabul etti. Saraya girerse tuzağa düşürülmekten korkuyordu. Baba oğul konuştular. II. Beyazıt, “Asker neredeyse ben oradayım” diyerek, tahtı oğlu Yavuz Selim’e ister istemez terk etti. II. Beyazıt, Yavuz’a tahtı bırakırken ufak bir ricada bulunmuştu: “Sana karşı koymadıkları sürece kardeşlerini öldürme”. Yavuz: Hı… hı… demişti. Eski padişahın artık tek isteği yılda iki milyon akçe maaşla, Dimetoka’ya gitmekti.
İsteği kabul edildi ve görkemli bir heyetle yola çıkarıldı. Yeni padişah Yavuz Selim de, babasını uğurladı. Ama II. Beyazıt, daha Dimetoka’ya varmadan Çorlu civarında ansızın ölüverdi. Çünkü Yavuz, babasını hem tahttan indirmiş, hem de zehirletmişti. Böylece I. Beyazıt’tan sonra zorla tahttan indirilmiş ikinci padişah da II. Beyazıt oluyordu. I. Beyazıt’ı Ankara Savaşı’nda Timur devirmişti. II. Beyazıt’ı da oğlu Yavuz Selim devirmiş oldu. Tarih, Nisan 1512.

Yavuz Selim de onca siyasal cinayete rağmen ancak sekiz yıl kalabildi iktidarda.



Yavuz, şehzade boğdurmaya önce ölmüş ağabeylerinin çocuklarından başladı. Bursa’ya geldi… Ve… İlk olarak merhum ağabeyi Şehinşah’ın oğlu Mehmet’i boğdurdu. Sonra merhum ağabeyi Mahmut’un oğulları Musa, Emin ve Orhan’ı boğdurdu. Sonra merhum ağabeyi Alemşah’ın oğlu Osman’ı boğdurdu. Sonra da sıra hayattaki iki ağabeyine geldi, Korkut’la, Ahmet’e…

Gerçi şehzade Korkut (Fatih’in rehin tuttuğu torunu): Benim vicdanımda mülk ve devlete cidden rağbet yoktur, muradım bir köşede huzur edip devam-ı devletiniz duasına muvazebettir, diyordu ama…
Yavuz da yaş tahtaya basmak istemiyordu. Tuttu önde gelen kişilerin ağzından şehzade Korkut’a “başkaldırmayı öneren” kışkırtıcı mektuplar yazdı…
Korkut da bu oyuna düştü ve gerekirse saltanata sahip çıkabileceğini açığa vurdu. VAY… Demek hâlâ hırsı vardı şehzade Korkut’un… Yavuz, Bursa’dan kalkıp doğru Manisa’ya şehzade Korkut’un sarayını kuşatmaya gitti.
Korkut haber aldı Yavuz’un geldiğini. Yükte hafif pahada ağır ne varsa toparlayıp, sakalını da beyaza boyayarak sarayının arka kapısından tüydü. Üç hafta kadar mağaralarda saklandı. Bir köylü saklandığı yeri ihbar etti. Yavuz’un adamları yakaladılar Korkut’u. Bursa’ya getirilirken de bir gece Emet kasabasında uyuduğu sırada, Kapıcıbaşı Sinan Ağa tarafından kementle boğuldu. Cesedi Bursa’da Orhan Gazi türbesine gömüldü.
Şehzade Korkut’un oğlu, Yavuz Selim’in yanında rehin duruyordu. Yavuz onu da boğdurdu. Sıra geldi Yavuz’un ikinci ağabeyi şehzade Ahmet’e… Yavuz önce şehzade Ahmet’le gizli gizli mektuplaşan veziriazam Koca Mustafa Paşa’yı Bursa’da boğdurdu.
Sonra şehzade Korkut’a uyguladığı yöntemi, şehzade Ahmet’e de uyguladı. Devlet adamlarının ağzından kendisine şu mealde mektuplar yazdı: “Şehzadelerin ve veziriazam Koca Mustafa Paşa’nın katlinden çok muzdarip ve zor durumdayız. Ordunuzla Bursa’ya gelirseniz, size hemen İltihak edeceğiz…”

Şehzade Ahmet inandı bu mektuplara… Ve Bursa’yı kuşatmak için yola çıktı.
Yenişehir Ovası’nda ordular karşılaştı. Şehzade Ahmet, yazılan mektupların uydurma olduğunu anlamıştı ama iş işten geçmişti. Savaşı sürdürmek zorunda kaldı. Ordusu bozuldu, kendisi de attan düşerek yakalandı.

Padişah olan küçük kardeşi Yavuz Selim’in karşısına getirdiler şehzade Ahmet’i. Hayatının bağışlanmasını rica etti Yavuz’dan… Sultan Selim kulak asmadı bu ricaya ve şehzade Ahmet’i hemen boğdurttu. Ahmet’i de, Korkut’u boğmuş olan Kapıcıbaşı Sinan Ağa boğdu kementle…
Şehzade Ahmet’in oğullarına gelince: Süleyman ile Aleaddin, Kahire’ye kaçıp orada vebadan öldüler. Murat, Şah İsmail’in yanına kaçtı, orada öldü. On beş yaşındaki Kasım da Memluk Sultanı Gavri’nin yanına kaçtı.
Yavuz Selim, Mısır’ı zapte gidince… Kasım, kölelerinin ihbarı üstüne Yavuz’un adamları tarafından yakalandı ve zindana kondu.
O sırada Sultan Selim Şam’daydı. Kasım’ın yakalandığını kendisine bildirme olanağı yoktu. Üstelik Kasım’ın her an kaçırılması da söz konusuydu…

Yavuz Selim’in adamları, düşündüler, taşındılar, şehzade Ahmet’in oğlu şehzade Kasım’ı öldürmeye karar verdiler ve kendisini boğduktan sonra, başını keserek bir çekmece içinde Yavuz Selim’e götürdüler…
Şehzade Ahmet’in Osman adındaki oğlunun ne olduğu ise pek bilinmiyor.
Fatih yasası, sadece “karındaşların” katline izin verirken, uygulamada “öldürme eylemi” şehzadelerin çocuklarını da kapsamıştır.

O kadar ki Hammer’a göre, sade şehzadeler ve şehzadelerin oğulları değil, padişah kızlarının oğulları dahi doğar doğmaz boğularak öldürülüyorlardı.
Bütün bu siyasal cinayet bolluğu yine de Osmanlı İmparatorluğunda iktidar kavgalarıyla, sık sık baş gösteren ve gitgide kronikleşen ayaklanmaları önleyememiştir.
Yavuz Selim de onca siyasal cinayete rağmen ancak sekiz yıl kalabildi iktidarda. Elli yaşında sırtında çıkan bir “şiri pençe” yüzünden ayrıldı dünyadan… Tarih 1520. Oğlu Kanuni Sultan Süleyman’ın ise öldüreceği erkek kardeşi yoktu. O sadece kendisine kafa tutan iki oğluyla bazı torunlarını ve büyük amcası Cem’in oğluyla torunlarını öldürttü.
Haydi, bu kez de azıcık sinematografik bir girişle başlayalım yazıya. Yıl 1522… Rodos’un denize bakan tepelerinden birindeki “ErimoCastro” şatosunun avlusu…
Ayaklarında kısa konçlu şövalye botlarıyla, bacaklarına sımsıkı yapışık siyah bir Şövalye çorap-pantolu; sırtında fitilli dilimleriyle mor kadifeden, geniş omuzlu, daracık belli bir şövalye ceketi; belinde, dört parmak kalınlığında, ortası tokalı bir şövalye kemeri ve sapı sedef kakmalı bir hançer bulunan orta yaşlı bir adam, kuşkulu bakışlarla avludaki arabaya eşya yükleyip duran uşakları izliyor…
Yanında, kendisi gibi giyinmiş yirmi yaşlarında bir delikanlı duruyor; onun da yanında, şapkası tül peçeli, uzun roplu bir hanım ve iki genç kız var…
Besbelli ki şatodaki aile, bir yerlere gitmeye hazırlanıyor. Derken.,.
Başı tolgalı, eli kargılı bir yığın asker giriveriyor şatonun avlusuna ve şövalye ailesinin çevresini kuşatarak, tutukluyorlar hepsini…
Tutuklananlar, Fatih Sultan Mehmet’in Cem Sultan’dan olma torunu Şehzade Murat ile onun oğlu Şehzade Cem ve karısıyla iki kızıdır,
Kanuni Sultan Süleyman, 1520’de babası Yavuz Selim’in yerine tahta çıktığı zaman yirmi beş yaşındaydı. Büyük amcası Cem Sultan’ın Alexandre Borgia tarafından zehirlenerek öldürüldüğü yıl, yani 1495’te doğmuştu.
Tahta çıkmasından iki yıl sonra Rodos’u kuşatıp orasını zapt etti. Ve adanın bundan böyle Osmanlı egemenliğine geçtiğini kabul eden anlaşmaya da gizli bir madde koydurdu.
Rodos şövalyelerinin başkanı Villiers de L’lsle Adam, Cem Sultan’ın Rodos’ta yaşamakta olan şehzadesi Murat’la ailesini kendisine teslim edecekti. Kanuni’nin aşırı ısrarı üstüne, Rodos şövalyelerinin başkanı, Cem’in elli yaşındaki oğlu Şehzade Murat’la oğlu Cem’i ve karısıyla İki kızını tutuklatıp, I. Süleyman’a teslim etti.

Şimdi olayı bir de İsmail Hami Danişmend’in anlatımından okuyalım: “Bu prensin hangi tarihte Mısır’dan Rodos’a gelip şövalyelere iltica ettiği belli değildir. …Belki de Yavuz’un Mısır seferi esnasında Kahire’den kaçıp Rodos’a can atmıştır. Şehzade Murat, Rodos’ta pekiyi karşılanmış ve kendisine ‘Erimocastro’ şatosu tahsis edilmiştir.

…Karısıyla çocukları da yanında bulunan Şehzade Murat, Rodos muhasarasında şehrin içine çekilmiş ve şehir teslim olduğu zaman mağluplarla beraber, Avrupa’ya kaçmak üzere şövalye kıyafetine girip, bir yahut iki oğluyla beraber yolculuğa hazırlanmıştır.

Villiers de L’lsle Adam, antlaşmadaki gizli madde gereğince, zavallı Şehzade Murat’la ailesini Kanuni’ye teslim etmiştir. Sultan Cem’in, dünyaya gelmiş olmaktan başka bir kabahati olmayan o bedbaht varisi, bir yahut iki oğluyla beraber 27 Aralık 1522 Cumartesi gönü boğularak idam edilmiş ve karısıyla iki kızı da İstanbul’a gönderilmiştir.”
Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı da şöyle yazıyor:

“Sultan Süleyman bunlara Müslüman mı, Hıristiyan mı olduklarını sordu, Murat Hıristiyan olduklarını söyledi; bunun üzerine Murat ile oğlu Cem boğdurulup karısı ile iki kızı İstanbul’a gönderildi…

Yavuz Selim, sekiz yıllık bir iktidardan sonra 1520’de, elli yaşındayken öldüğü zaman, arkasında altı kız çocuğuyla sadece bir erkek çocuğu bırakmıştı. O nedenle de Sultan I. Süleyman olarak tahta çıkan o erkek çocuğu, Uzunçarşılı’nın dediği gibi, “kendisine rakip olacak kardeşleri bulunmadığından dolayı, kardeş cesedi üstüne basarak çıkmamıştı tahta.” 1300’de devleti kuran Osman Gazi’den Kanuni’ye kadar sıralanan dokuz padişah arasında, Orhan Gazi’den başka, aile yakınlarından birilerini öldürmemiş hiç kimse yoktu.
Erkek kardeşi bulunmadığı için Kanuni, ellerini kana bulaştırmadan iktidara gelmiş İkinci Osmanlı hükümdarı sayılacaktı nerdeyse… Ama olmadı…
Padişahlığının ikinci yılı bitiminde Rodos’u alınca, büyük amcası Cem’in oğluyla torununu inat ve ısrarla yakalatıp, laf ola boğdurttu ikisini de… Oysa her ikisi de din değiştirip Katolik olmuş oldukları için, siyasal bir rekabete girişmelerinin, binde bir dahi olasılığı yoktu.
Kanuni Sultan Süleyman ki, tahta çıktıktan sonra, o zamana kadar gizli tutulmuş bir erkek kardeşi olduğunu öğrenmiş ve ona asla dokunmamıştı. O kardeşin adı Üveys Paşa’ydı. Yavuz Selim’in şehzadeliği sırasında, bir cariyeyle olan ilişkisinden dünyaya gelmişti. Cariye Yavuz’dan gebe kalınca, kendisi önemli kişilerden birisiyle evlendirilmiş ve doğum gizli tutulmuştu. Bebek de Yavuz’un sarayına alınmıştı.
I.Süleyman, gizli kardeşi Üveys Paşayı öldürmek şöyle dursun, Yemen’e (biraz uzakça dahi olsa) beylerbeyi olarak atadı.
Ve Üveys Paşa’nın oralarda, çıkan bir ayaklanmada öldürüldüğünü öğrenince de, gözleri dola dola:
O benim baba bir kardeşimdi diye bir süre içini çekti. Tarih 1545.
Kendisine: Onu niçin fitne ihtimaline binaen öldürtmediniz? diye sorulduğu zaman da şu yanıtı vermişti: “Gönlümdeki Allah korkusu o işe daima engel olmuştur.”

Gizli kardeşi Üveys Paşa’yı öldürtmesine gönlündeki Allah korkusunun engel olduğu Kanuni Sultan Süleyman, işin içine Hürrem Sultanla damadı Rüstem Paşa’nın kışkırtmaları girince, en yakın dostu ve veziriazamı İbrahim Paşa’yı da gözünü kırpmadan boğdurtacaktır, oğlu Şehzade Mustafa’yı da, hatta Hürrem’in ölümünden sonra hızını alamayıp ikinci oğlu Şehzade Beyazıt’ı da ve hatta onların çocuklarını, yani özbeöz torunlarını da…
Kanuni Sultan Süleyman’ın büyük oğlu Şehzade Mustafa, Kanuni henüz Manisa’da şehzade iken, Lehistan kökenli okluğu söylenen Mahidevran Sultan’dan doğmuştu.
Ne yapmalı ki Mahidevran Sultan’a çok çabuk yeni bir kuma geldi, bir Rus papazının kızı olduğu söylenen Roksalan, yani Osmanlı tarihlerindeki adıyla, Hürrem Sultan…
Hürrem Sultan da dört oğlan çocuğu doğurdu I. Süleyman’a: Selim, Beyazıt, Mehmet ve Cihangir…
Bunlardan Şehzade Mehmet, Manisa sancak beyiyken genç yaşta öldü. (Kanuni’nin padişah olduğu yıllarda da peş peşe üç oğlu ölmüştü. Üçü de küçük yaştaydılar.)

Ve I. Süleyman kırkını aşınca ve hükümdarlığının on altıncı yılına basınca… Hürrem Sultan düşünmeye başlamıştı. Sultan Süleyman ölecek olursa, yerine kim geçecekti?
Gerçi Şehzade Mustafa en büyük şehzadeydi ama Hürrem kendi doğurduğu Şehzade Beyazıt’ın hünkâr olmasını istiyordu. En büyük engel, padişahın hem çocukluk arkadaşı, hem de on üç yıllık veziriazamı Makbul İbrahim Paşa’ydı.
İbrahim Paşa, Şehzade Mustafa’dan yanaydı. Öyleyse önce İbrahim Paşa engelini ortadan kaldırmak gerekiyordu. Kulaktan kulağa hemen bir fısıltı dolaştırılmaya başlandı: Veziriazam İbrahim Paşa, padişah olma sevdası güdüyor…
Sonunda Kanuni’nin kulağına kadar geldi bu söylentiler. Kanuni de zaten bir hayli şımarmış olan İbrahim Paşa’ya kızıyordu… Veziriazam, Ramazan ayının 22. gecesi,6 Mart 1536’da, saraya davet olundu ve o gece saraydaki dairesinde uyurken, cellât Ali’yle yardımcıları tarafından boğularak öldürüldü.
Aradan geçti on yedi yıl… Kanuni Sultan Süleyman neredeyse altmışına dayanmıştı…
Hayattaki dört oğlundan Şehzade Mustafa otuz dokuz, Selim otuz, Beyazıt yirmi sekiz, Cihangir de yirmi üç yaşındaydılar… Ve babaları yaşlandıkça hepsinin de kaygısı artıyordu. Hürrem Sultan’ın derdi, ne yapıp yapıp oğlu Şehzade Beyazıt’ı padişah yapmaktı… Büyük Şehzade Mustafa hakkında bir çürütme tezgâhı hazırlandı.

Şöyle ki: Veziriazam Rüstem Paşa, Kanuni ile Hürrem Sultan’ın damadıydı. Ve çok yakındı Hürrem Sultan’a…
Oturdu, Şehzade Mustafa’nın Iran Şahı’yla gizlice mektuplaştığını gösteren birtakım uydurma mektuplar yazmaya başladı. Mektupların altına Mustafa’nın taklit ettiği imzasını atıyordu.

O sıralarda Iran Şahı Tahmasb, Osmanlıya karşı saldırıya geçmişti. Kanuni Sultan Süleyman da, İstanbul’da kalmış ve İran’ın üstüne Rüstem Paşa’yı göndermişti.
Veziriazam Rüstem Paşa, Aksaray’a gelince durdu ve Kanuni’ye şu haberi gönderdi:
‘’Asker, Şehzade Mustafa’ya eğilimli. Kocadığı için sefere çıkamayan padişahı tahttan indirip, yerine Mustafa’yı çıkarmak gerektiği, söylentileri dolaşıyor. Padişahın bizzat gelerek ordunun başına geçmesi için, orduyu Aksaray’da bekletiyorum,”
Kanuni Sultan Süleyman bu haberi alınca Rüstem Paşa’yı geri çağırdı. 1553 Ağustos’unun sonlarında da Iran seferine bizzat kendisi çıktı.

Bundan sonrasını Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın anlatımından okuyalım:

“…(Kanuni’nin yönettiği) Ordu Bolvadin’e gelince, Manisa Valisi Şehzade Selim, orduya gelerek el öptü. Bundan sonra padişah, Konya Ereğlisi’ni geçip Aktepe konağına gelince, sefere katılacak olan Şehzade Musta­fa, orduya iltihak ederek çadırı kuruldu.

Ertesi günü, kanun üzere ileri gelen devlet adamları Mustafa’nın çadırına gidip el öptüler ve hilat giydiler! Bundan sonra şehzade, babasının elini öpmek üzere divanhane çadırına geldi. Vezirler selamlayıp, önüne düşüp, çadıra kadar getirdiler; çadıra girdiği zaman, babasını göremeyince şaşırdı. Yedi dilsiz kendisini karşıladılar ve hemen üstüne atılarak boğmak istediler. Şehzade Mustafa bunların elinden kurtulup babasının yanına doğru kaçarken saray hademelerinden Zal Mahmut Ağa arkasından yetişip şehzadeyi altına alıp boğdu.”
Şehzade Mustafa boğulurken, Kanuni Sultan Süleyman da aynı çadırın içinde bir perdenin gerisinde miydi, değil miydi; tartışmalıdır.
Mustafa’nın boğulmasına yardımcı olan Zal Mahmut, sonradan vezir olmuş olan Zal Mahmut Paşa’dır. Pehlivanlığıyla ünlüymüş.
Mustafa’yı kurtarmak için peşinden içeri girmek isteyen adamları ise, divanhane çadırının kapısı önünde öldürülmüş.
Bir söylentiye göre de Şehzade Mustafa’yı boğmaya kalkan yedi dilsiz cellât, daha önce Makbul İbrahim Paşa’nın boğulmasına yardım eden dilsiz cellâtlarmış.

Mustafa’nın öldürüldüğünü öğrenen yeniçeriler, Veziriazam Rüstem Paşa’ya karşı ayaklanmaya kalkmışlar. Kanuni Sultan Süleyman da, hemen o sırada Rüstem Paşa’yı veziriazamlıktan azletmiş.
Kanuni’nin pek sevdiği için yanından hiç ayırmadığı kamburumsu ama ince, zarif, şair küçük bir oğlu daha vardır, Cihangir. Cihangir’in de annesi Hürrem Sultan’dır.
Ancak Cihangir, öz ağabeylerinden çok, üvey ağabeyi Şehzade Mustafa’ya hayranmış. Onun Aktepe’de nasıl boğularak öldürüldüğünü görünce, bu karabasanlı ağır acıya dayanamamış ve aynı yıl o da ölmüştür.

Mustafa’nın öldürülmesiyle ilişkili olarak, ikinci bir siyasal cinayet daha işlenmiş. Onu da İsmail Hami Danişmend’den öğreniyoruz:

“Bu büyük faciayı, ikinci bir facia daha takip etmiştir, Osmanlı kaynaklarında sessiz geçildiği halde batı kaynaklarına akseden bir rivayete göre Sultan Mustafa’nın Bursa veyahut Amasya’da bulunan küçük yaştaki oğlu da dedesinin emriyle bugünlerde anasının kucağından alınıp boğularak idam edilmiştir.”

Taşlıcalı Yahya Bey, Şehzade Mustafa’nın öldürtülmesi üstüne, o yıllarda yeniçerilerin ağzından düşmeyen bir mersiye yazmıştır.
Şöyle başlayan bir mersiye: “Meded meded ki cihanın yıkıldı

Biz İstanbul’u almasına aldık, ama iki şeyi de o sıralarda atladık; biri matbaanın icadını, öteki okyanusların keşfini… Batı’yla Doğu arasındaki “çağdaştık” uçurumlarının büyümesinde bu iki faktörün etkisi, durmadan kendi kendisinin karesiyle şahlanan bir rol oynadı…

Sultan Mehmet’in çağdaşı olan Âşık Paşazade, Fatih’in ölümünü imalı bir dille şöyle anlatıyor: “ bir yanı Ecel Celalileri aldı Mustafa Hanı…
Rüstem Paşa, ikinci kez veziriazam olduğu zaman, bu mersiyeyi yazmış olmasından ötürü Taşlıcalı Yahya Bey’i öldürtmeye kalkmış, ancak Kanuni bu idama karşı çıkmış ve Taşlıcalı’yı otuz bin akçelik bir zeamet ile Izvornik Sancağı’na göndererek, İstanbul’dan uzaklaştırmıştır.

Ve tuhaf bir rastlantı, Kanuni’nin yerine oğlu Beyazıt’ı hazırlamak için onca hainane planlar yapıp, kanlı dolaplar çeviren Hürrem Sultan, I. Süleyman’dan sekiz yıl önce, Şubat 1558’de ölüvermiştir.
İki oğlu da birbirine düşmüşler; Şehzade Beyazıt, İran’a kaçmak zorunda kalmış ve orada çocuklarıyla birlikte boğularak öldürülmüştür. 1300’den 1566’ya kadar saltanat sürmüş on padişah içinde Sultan I. Süleyman, oğlu Savcı Bey’i öldüren Sultan I. Murat’tan sonra, evladını idam ettiren ikinci padişah olmuştur; hem de bir değil iki evladını…

I. Süleyman muhteşem olmasına muhteşemdi. Ama anlaşılıyor ki acımasız olmasına da aşırı acımasızdı.
Bizde “Cumhuriyetçilik” anlayışıyla inancının, geçmişten kaynaklanan köklü bir düşünce akımına dayanma­ması ve antik çağlarla da köprü kuran “cumhuriyetçi bir felsefenin” yüzyıllar içinde derinliğine işlenerek, toplumun ortak bilincine, damla damla mal edilmemiş olması; ister istemez Osmanlı tarihini de/strong tabulaştırarak, önünde her zaman diz çökülmesi gereken bir toteme çevirmiştir.

Osmanlı İmparatorluğunun politikalarıyla Osmanlı sultanlarını, yerden yere çalarak ilk kez kim eleştirmiştir biliyor musunuz?
Gazi Mustafa Kemal…
1 Mart 1922’de Büyük Millet Meclisi’nin üçüncü toplantı yılını açarken yaptığı konuşmada şöyle diyordu:
…yedi asırdan beri cihanın dört bir köşesine sevk ederek kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve yedi asırdan beri emeklerini ellerinden alıp israf eylediğimiz ve buna mukabil daima tahkir ve tezlil ile mukabele ettiğimiz ve bunca fedakârlık ve ihsanlarına karşı nankörlük, küstahlık, zorbalıkla uşak seviyesine indirmek istediğimiz, bu gerçek sahibin huzurunda (o zamanki Türk köylülerini kastediyor) bugün utanç ve saygı ile hakiki durumumuzu alalım…

İzmir İktisat Kongresi’nde yaptığı konuşmada da şöyle diyordu:

… bizim milletimiz de böyle Fatihlerin arkasında serserilik etmiş ve kendi ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara (İktisaden güçlenmiş olan ülkelere) mağlup olmuştur…

Yirmi beş yıl kadar önce bir gün, Gazi’nin bu eleştirilerindeki yıldırımlı cümlelerden birini, tırnak içinde bir yazıma almıştım. Bir hafta sonra C.Savcılığı’ndan bir çağrı geldi.

Savcı, Gazi’ye ait olan cümlede suç unsuru görmüştü. Yazıda Gazi’nin adı geçmediği için de; beni, daha önce açtığı davaların uzantısında bir kez daha zora sokmak fırsatını yakaladığına inanıp, hakkımda yeni bir soruşturma başlatmaya kalkmıştı. (Yazar düşmanlığı gerçekten çok gelişmiştir bizde)
Sorgulamada, içinde suç unsuru bulunduğu iddia edilen cümlenin Atatürk’e ait olduğunu söyledim ve kaynağını gösterdim.
Savcı: O zaman başka, dedi, keşke o sözü Atatürk’ün söylemiş olduğunu da yazsaydınız…
O zamanki Cumhuriyet Savcısı’nın ceza hukuku anlayışına göre, yazılan söz Gazi’ye ait olunca nurani ve rahmani; başkasına ait olunca da melunane ve iblisane oluyordu…

Sivil yahut militer, yüreğinde yanan vatan aşkının ateşiyle başa geçip bozuklukları düzeltmek ve resmi siyah arabalarda egemenliğini fosurdatmak isteyen yüzlerce politikacı, yerli yersiz “Atatürk şöyle dedi, Atatürk böyle dedi” diye az gırtlak patlatmamıştır.
Bir tanesinin nutkunda dahi, Gazi’nin Osmanlı sultanları hakkında İzmir iktisat Kongresi’nde yapmış olduğu geniş analizlerden bir tek alıntı bulamazsınız.
Neden? Çünkü beyinselliklerinin öz elektriğinde, “Cumhuriyetçilik felsefesinin” elektronları yoktur. Cumhuriyetçiliğin ne olup ne olmadığını tüm boyutlarıyla algılayamadan, demokrasi taklidi yapmaya kalkınca, anlamsız ve belalı bir takım kör dövüşlerinden kurtulamamak da olağandır.
KANUNİ Sultan Süleyman’ın büyük oğlu Şehzade Mustafa’yı boğdurtmasına, damadı ve veziriazamı Rüstem Paşa neden olmuştu. Şehzade Mustafa’nın babası aleyhinde İran şanıyla mektuplaştığını iddia ederek, altına Mustafa’nın imzasını taklit edip attığı, bir takım uydurma mektuplar yazmıştı. Bu yetmemiş, ayrıca Mustafa’nın yeniçeriyle bir olup Kanuni’yi devirme hesaplan içinde olduğu haberlerini uçurmuştu padişaha…
Rüstem Paşa, Hürrem Sultan’ın da damadıydı. Kanuni’nin ondan olma kızı Mihrimah Sultan’ın kocasıydı.
Ve Hürrem Sultan, kendi oğullarından şehzade Beyazıt’ın tahta çıkması için, damadıyla birlikte hazırlıyordu bütün bu kumpasları.

Sultan Süleyman’ın kumandasındaki ordu Iran üstüne giderken, Konya Ereğlisi’nden sonra Aktepe mevkiinde Şehzade Mustafa idam edilince, yeniçeriler öfkelenmişti. Kanuni de ortalığı yatıştırmak için veziriazam Rüstem Paşa’yı o an azletmiş, yerine Kara Ahmet Paşa’yı veziriazam yapmıştı.
Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Rüstem Paşa hakkında şunları yazıyor:

“Rüstem Paşa İkinci defa veziriazam oluncaya kadar zevcesine alt (Mihrimah Sultan) Üsküdar’daki sayfiyesinde oturmuş, zevcesi ile kayınvalidesinin çevirdikleri dolap neticesinde Kara Ahmet Paşa katledilin­ce, Rüstem Paşa davet edilerek İkinci defa veziriazam tayin olunmuştur.

Hürrem Sultan, kızı Mihrimah Sultan ve kocası veziriazam Rüstem Paşa’nın, -I. Süleyman’ın da onayıyla- gerçekleştirdikleri siyasal cinayetler listesine bir bakalım:
Veziriazam Makbul İbrahim Paşa (Şehzade Mustafa yanlısı olduğu için.) Şehzade Mustafa… Veziriazam Kara Ahmet Paşa (Rüstem Paşa’nın yerine geçtiği için.)

Rüstem Paşa’nın bütün bu kanlı entrikalarla sağlanmış serveti, ne kadardı acaba?
Onların da bir bölümünü sıralayalım: Bin yedi yüz köle. iki bin dokuz yüz savaş atı. Bin yüz altı deve. Yedi yüz bin sikke-i hasene (altın). Beş bin dikilmiş kaftan ve elbise. Bin yüz adet üsküf. Altı yüz gümüş eyer, beş yüz altın eyer, bin beş yüz gümüş at başlığı ve yüz otuz çift altın üzengi… Kalıp altın, nakit altın ve gümüşle karışık altın. Gümüş eşya ve mücevherat bunların dışında…

Bütün bunlar imparatorluğun zenginliğine uygun bir servet ölçüsünü aşıyordu. Kanuni ölüp de yerine Sarı Selim geçtiği zaman, yeniçeriye dağıtılacak cülus akçesi bulmakta zorluk çekilmiş ve yeniçeri bir ayaklanma gösterisi yapmıştı.
Şehzade Mustafa’nın idamı ve onun acısına dayanamayarak ölen Şehzade Cihangir’den sonra, Kanuni Sultan Süleyman’ın sadece iki oğlu kalmıştı hayatta: Şehzade Selim ve Şehzade Beyazıt… ikisi de Hürrem’den doğmuştu.

Ve küçük kardeş, Beyazıt, annesinin, kız kardeşinin ve eniştesi Rüstem Paşa’nın kanlı çabaları sonunda, artık yürekten inanıyordu ki, babasının yerine kendisi padişah olacaktır. Şehzade Selim de, annesinin, kardeşi Beyazıt için çalıştığını biliyor ve şöyle diyordu: Tevekkel-tü ta-al-Allah, mukadderat ne ise o olur.
Siz gelin görün ki, 1558 Şubat’ında Hürrem Sultan birden ölüverdi. Kanuni ölürse, yerine oğlu Beyazıt’ı çıkarmak için her türlü kanlı üçkâğıdı çevirmiş ve Kanuni’nin ölümünden tam sekiz yıl önce ayrılıvermişti dünyadan…
Hürrem Sultan’ın ölümüyle Şehzade Selim ve Şehzade Beyazıt, gözü dönmüş iki boğa gibi birbirlerine düştüler. Sultan Süleyman, oğulları arasındaki bu çekişmeyi hafifletmek için bir çare düşündü.
Şehzade Selim’i Manisa Valiliğinden alıp, Konya’ya atadı. Şehzade Beyazıt’ı da, Kütahya’dan Amasya’ya… Selim hemen itaat etti babasının fermanına… Beyazıt’ın ise içine bir kurt düştü… Neden İstanbul’a yakın olan Kütahya’dan, çok daha uzak olan Amasya’ya gönderiliyordu? Babası ölünce çarçabuk başkente gelip tahta çıkamasın diye mi?
Ve direndi Amasya’ya gitmemekte.
I. Süleyman her iki oğluna da, nasihatçi olarak iki vezir gönderdi; Selim’e, o zamanlar henüz veziriazamlığa çıkmamış olan Sokullu Mehmet Paşa’yı; Beyazıt’a da Vezir Pertev Paşa’yı…

Kanuni Süleyman, oğulları kavgayı sürdürürlerse tahtı yeğeni Osman-Şah Bey’e bırakacağını da söylüyordu. Osman-Şah Bey, Yavuz’un kızı ve Kanuni’nin kız kardeşi Hatice Sultan’ın oğluydu. Ve o sıralarda damat Rüstem Paşa ikinci kez veziriazam olmuştu. Rüstem Paşa’nın rakibi ve düşmanı olan bir Lala Mustafa Paşa vardı. Şehzade Beyazıt’ın emrinde ve ona bağlı olan bir paşaydı. Rüstem Paşa ikinci kez veziriazam olduğunda, Lala Mustafa Paşa’dan öç almak için, allem kallem onu Şehzade Selim’in yanına göndertti. Selim, kardeşini tutmuş olan Lala Paşa’yı ezip mahvetsin diye…
Ama hesap ters çıktı. Lala Mustafa Paşa, birinci sınıf bir Selim yandaşı ve birinci sınıf bir Beyazıt düşmanı kesildi. Ve Beyazıt’ı tuzağa düşürmek için bir mektup tezgâhı da o kurdu.
Şehzade Selim’in bilgisi altında, Şehzade Beyazıt’a, “Selim’in yok edilmesi gerektiğini” anlatan mektuplar yazıyordu.
Beyazıt, Lala Mustafa Paşa’yı kendisinden bildiği için, o da Selim’i nasıl yok edeceğinin planlarını Lala Paşa’ya mektuplarla iletiyordu. Lala Mustafa Paşa da Beyazıt’ın mektuplarını babası Kanuni Sultan Süleyman’a gönderiyordu.

Kanuni Sultan Süleyman, oğlu Beyazıt’a nasihat mektupları yazıyordu: “Beyazıt Han’ım, biraderinle nifak ve şikakı defetmek husul-i meramına sebeptir, benim hayır duamı almak istersen bundan sonra bu yakışıksız hallerden sakın…”
Lala Mustafa Paşa, padişahın küçük oğluna gönderdiği mektupları yolda yakalatıyor ve mektubu götüren ulağı da öldürüyordu. Ve bütün bu serkeşlikle terslikleri Şehzade Beyazıt’ın yaptığını bildiriyordu Kanuni’ye…

Beyazıt’ın babasından özür dileyen mektupları da yolda yakalanıyor ve o mektuplar da I. Süleyman’ın eline geçmiyordu. (Tam bir gerilimli sinema senaryosu).
Veziriazam Rüstem Paşa, Selim’in yanındaki Lala Mustafa Paşa’nın “mektuplar” konusunda çevirdiği hokkabazlığı öğrenmişti. Ne var ki, vaktiyle Şehzade Beyazıt’ı tutup, Şehzade Mustafa’yı öldürtmüş olduğu için, bir kez daha savunamıyordu Beyazıt’ı…

Lala Mustafa Paşa da, veziriazam Rüstem Paşa’nın Beyazıt’ı kışkırttığını söylüyordu Sultan Süleyman’a… Bu yüzden padişah, veziriazamının söylediklerine hiç güvenmiyordu.
Şimdi bundan sonrasını Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın kaleminden okuyalım: “Nihayet bu hileli hareketlerin tesiri görülüp, maiyyetine epey kuvvet toplamasının ve kardeşi Selim üzerine gitmek istemesi üzerine Beyazıt, babasına karşı asi ilan edilerek Sokullu Mehmet Paşa kumandasıyla İstanbul’dan kuvvet sevk edildi. Beyazıt, Selim ile yaptığı Konya muharebesinde evvela galip gelmiş ise de sonra bozularak Amasya’ya kaçtı; İş İşten geçtikten sonra Lala Mustafa Paşa’nın kendisini İğfal ettiğine vakıf olup babasına affı için arızalar takdim ettiyse de, bunlar da yolda Lala Mustafa Paşam eline geçerek imha edildi. Neticede derdini babasına anlatmaya muvaffak olamayan Beyazıt, dört oğlunu yanına alıp, haremini Amasya’da bırakarak bin kadar adamıyla İran’a gitmek üzere yola çıktı.”
Ve yine Uzunçarşılı’nın kaleminden: “Sultan Süleyman tarafından İran Şahı Tahmasb Han’a yazılan namede Beyazıt’ın teslimi veya idam olunması ısrarla Şah’tan İstenmiş ve üç defa heyet gidip gelmişti. Padişah Şah’a birçok para vaat ettiği gibi saltanat rakibinden kurtulan Şehzade Selim de İran Şahı’na heyet ve hediyeler yolladı. Nihayet üçüncü defa olarak giden Van Beylerbeyi Hüsrev Paşa ve Kapıcıbaşı Sinan Ağa ve Selim tarafından da gönderilen Çavuşbaşı Ali Ağa’dan mürekkep heyet, Şah Tahmasb’ı ikna ve itme ile Şehzadeyi, Selim’in adamları teslim alıp onu orada dört oğluyla boğdular.”
“Şah, Beyazıt’ı teslim etmeyeceğine ve öldürmeyeceğine dair yemin etmiş olduğundan durumu nazikti. Bu yemin işi için bir tevil çaresi bulundu. Şah, Şehzade’yi Padişah’a teslim etmeyerek, Selim’in göndereceği heyete teslim edeceğini bildirdi ve öyle yapıldı.” Tarih 1561,
Şu da İsmail Hami Danişmend’in açıkladığı bir ayrıntı: “Beyazıt’ın Orhan, Abdullah, Mehmet, Mahmut ve Osman isimlerinde beş oğlu vardır; bunların ilk dördü babalarıyla beraber İran’da şehit edilmiş ve üç yaşlarında bulunduğu rivayet edilen en küçük oğlu Osman da babasının İran’a firarı üzerine Amasya’dan nakledilmiş olduğu Bursa’da anasının kucağından alınarak boğulmuştur.”
Osmanlı tarihi çok daha derinliğine incelendiğinde, bizdeki politika kavgalarının hangi tür alışkanlıklardan geliştiğini ve zaman zaman gölgesini günümüz demokrasisine dahi nasıl yansıttığını sanırım daha açık anlarız.
Kanuni Sultan Süleyman, kırk altı yıl sürmüş saltanatlıyla, otuz altı padişah içinde en uzun saltanat rekorunu kırdıktan sonra, Zigetvar seferinde yetmiş bir yaşındayken öldü. Tarih 1566.
Tahta çıktığında 6 kız kardeşinden başka hiç erkek kardeşi olmadığı için kardeş öldürmek zorunda kalmamıştı. Ancak yine de iktidarı sırasında büyük amcası Cem Sultan’ın oğluyla torununu kendi iki oğlunu ve altı tane de erkek torununu boğdurttu. ‘ öldüğü zaman tahtın sadece bir vârisi vardı, hayattaki tek oğlu II. Selim yahut Sarı Selim.
Sarı Selim ehli keyif bir adamdı. Kafayı çekmesini sevdiği için adı aynı zamanda Sarhoş Selim’e çıkmıştı. İki özelliğinden biri, zevkine pek düşkün olmasıydı, ikincisi de, -iktidara geçtikten sonra – ne ailesinden, ne de veziriazamlarından kimseyi öldürmemiş olması…
Orduyla birlikte sefere çıkmayan ilk padişah odur, İstanbul’da ölmüş olan ilk padişah da odur. Uzunçarşılı’nın yazdığına göre, şehzadeliğinde henüz çok gençken yakın dostu Celâl Bey’le oturmuş içiyorlarmış. Bir ara kadehini kaldırarak sormuş:
“Halk arasında bizim için ne derler, saltanatı kime tahmin ederler?”

Celal Bey de, Sultan Mustafa’yı askerin, Şehzade Beyazıt’ı da Hürrem Sultan’la babasının ve Rüstem Paşa’nın tuttuğunu, onların bu tür uğraşları yanında, kendisinin hiçbir önlem almadığını söylemiş.
Selim: “Sultan Mustafa’yı en kuvvetlisi istesin, Beyazıt Han’ı ana ve babası talep etsin; Selim fakire de mevlası rağbet etsin; biz sefamızı görelim, yarının sahibi var” demiş. Ve kalkıp tuttuğu kadehi dikmiş başına.

II. Selim kırk dört yaşında, on birinci Osmanlı padişahı olarak çıktı tahta… Babası Kanuni’nin son veziriazamı Sokullu Mehmet Paşa’ya kızını verdi ve tüm devlet yönetimini ona bırakarak, sekiz yıllık iktidarı süresince “rahat ve huzur içinde sadece keyfederek yaşadı.”
Bir gün sarayda yaptırmış olduğu hamamı gezdiği sırada, ayağı kayarak düşüp hastalanmış ve bir süre sonra da -bir söylentiye göre- bir şişe Kıbrıs şarabı içip, ölmüştür. Tarih Aralık 1574.
Siz kaderin cilvesine bakın ki, padişah Sarhoş Selim’in adını taşıyan en evrensel anıt, Mimar Sinan’ın Edirne’de yapmış olduğu Selimiye Camii’dir.
Divan şiirini sevenler de günümüzde bile hâlâ sık sık anımsarlar ondan arta kalmış olan şu güzel beyiti: Biz bülbül-l muhrik-dem-i şekva-yı firakız. Ateş kesilir geçse saba gülşenimizde.
II. Selim’in on bir çocuğu vardı; yedi oğlan, dört kız. Yedi şehzadeden Mehmet, kendisinden iki yıl önce ölmüştü. Ve kendisi de ölünce, veziriazam Sokulu Mehmet Paşa, Manisa’da sancak beyi olan en büyük Şehzade Murat’a çarçabuk haber göndererek, tahta çıkmaya Murat’ı davet etti.
İstanbul’da bulunan öteki beş şehzade, babaları II. Selim’in öldüğünden habersiz tutuldular. Şehzade Murat, Manisa’dan koştura koştura Mudanya kıyısına geldi. Sözde kendisini Kaptan Kılıç Ali Paşa alacaktı. Ama ortalıkta ne Kılıç Ali Paşa vardı, ne de donanması. Sultan Murat, Mudanya kıyısında bir rastlantı olarak bulunan Tevkiî Feridun Bey’in kayığına bindi.
Yedi saat boyunca sert bir lodos rüzgârında, kaygılana çalkalana, çalkalana kaygılana, bin bir zorlukla sonunda Sarayburnu’nda karaya çıkabildi.

III. Murat’ın ilk yaptığı şey saraydaki beş erkek kardeşini derhal boğdurtmak oldu. Şehzade Süleyman, Şehzade Mustafa, Şehzade Cihangir, Şehzade Abdullah ve Şehzade Osman hemen hemen aynı anda öldürüldüler.
Ve II. Selim’in, saraydan çıkan cenazesini, büyük oğlu tarafından boğdurulmuş, beş küçük oğlunun cenazesi izledi.
Ön birinci Osmanlı padişahı ile beş şehzadesi aynı gün, Ayasofya Camii yanındaki türbeye gömüldüler. 21 Aralık 1574.

I. Murat iki kardeşiyle bir oğlunu öldürmüştü.

II. Murat, amcası Mustafa ile kardeşi küçük Mustafa’yı öldürmüş, öteki iki kardeşinin de gözlerini çıkartmıştı.
III. Murat, beş kardeşini birden aynı anda boğdurarak, Murat’lar arasında kardeş öldürme rekorunu kırmış oldu. Kendisi o zaman yirmi dokuz yaşındaydı.

Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, III. Murat’ın padişah olur olmaz kardeşlerini öldürmesiyle İlgili olarak şöyle yazıyor:

“Kanuni Süleyman, cülus ettiği zaman kendisinden başka şehzade bulunmadığı için kardeş kanı dökülmemiş ve yarım asırdan fazla bir zaman geçmesi sebebiyle kanlı cülus İşi unutulmuştu. Sultan Murat’ın cülusu ile beş şehzadenin boğulması halkta acıklı bir tesir bırakmıştır.

III. Murat döneminde, sarayın içi de tam bir curcuna dönemi yaşamaya başladı.
Venedik’in önde gelen büyük ailelerinden Bafo’ların hoş ve çekimli kızı -ki babası Korfu Adası valisiydi – Türk korsanlarına tutsak düşüp Osmanlı sarayına sunulmuştu.

III. Murat da, Osmanlı tarihinde Safiye Sultan diye bilinen Bafo’ya iyice tutulmuştu. Safiye Sultan’ın bir dediği iki olmuyordu.
Ancak III. Murat’ın bir de çokbilmiş anası vardı, Yahudi kökenli olduğu söylenen Nurbanu Sultan… Oğlu, bu Venedikli cilve kumkumasından soğusun diye, III. Murat’a boyna yeni cariyeler sunuyordu. Öyle ki Murat’ın hoşlandığı gözdelerinin sayısı kırka, ilgilendiği cariyelerin sayısı da beş yüze çıkmıştı.

Bu arada Nurbanu Sultan’ın ölümünden sonra, bir de Canfeda Kadın çıktı sahneye; hem de çok bilmiş saraylılardan Raziye Hatun’la birlikte. Canfeda Kalfa, padişaha sunulacak cariyelerin eğitiminden sorumluydu. Ve hem saray ilişkilerinde, hem de hükümet işlerinde akıl almaz bir etkinliğe sahipti. Eh… Raziye Hatun da, az çok öyleydi…
III. Murat’ın yirmi bir yıllık iktidarı süresince, babası olduğu çocukların sayısı yüzü bir hayli aştı… Kimi tarih­çiye göre yüz dört oldu, kimi tarihçiye göre yüz on dört.
Böylece Osmanlı sultanları arasında çocuk yapma rekorunu da o kirdi; Bu sürü sepet çocuk ordusundan, boyna birileri ölüyor ve yine onlara boyna birileri ekleniyordu. III. Murat 1595’te kırk dokuz yaşındayken öldüğü zaman, arkasında tam kırk yedi tane çocuk bırakmıştı. Bunlardan yirmisi erkek, yirmi yedisi de kızdı. Erkeklerin en büyüğü o sıralarda yirmi dokuz yaşında olan Şehzade Mehmet’ti. Safiye Sultan’dan; o büyük Venedik ailesi Bafo’ların cilveli, hoş ve ihtiras şeytanlı kızından doğmuştu.
Şehzade Mehmet, babası III. Murat’ın yerine, Sultan III. Mehmet olarak çıkar ‘çıkmaz, erkek kardeşlerinin on dokuzunu da boğdurttu. Babası III. Murat, sadece “Sultan Murat’lar” arasında en çok kardeş öldürme rekoruna sahipti. III. Mehmet, tüm Osmanlı padişahları arasında ve bir daha asla kırılamayacak biçimde sahip oldu bu rekora… Ayrıca boğdurttuğu iki ergin şehzadeden daha önce hamile kalmış olan yedi cariyeyi de, ilerde ne olur ne olmaz, diye denize attırdı. Ve bir de on altı yaşındaki büyük oğlu Şehzade Mahmud’u boğdurttu. Böylece I. Murat’la, I. Süleyman’dan sonra oğlunu öldüren üçüncü padişah da yine o oldu.
Şehzade Mahmut, kendisine saygı duyduğu şeyh efendilerden birinin etkisi altında, padişah babasının aleyhinde mektuplar yazmaya başlamış bazı önemli kişilere… Mektuplar kızlar ağası aracılığıyla elde edilmiş. Ve Şehzade Mahmut önce hapsedilmiş. Sonra da boğdurulmuş. Ve annesi de denize atılmış. Ve ayrıca büyük şehzadeyi bu yola iten şeyh efendi de denize atılmış. Ve bu işe bulaşmış daha kimler varsa, hepsi denize atılmış. Tarih Haziran 1603. III. Mehmet de bu olaydan yedi ay sonra, otuz yedi yaşındayken ölmüş. Ancak sekiz yıl sürebilmiş iktidarı.
Sultan III. Mehmet arkasında iki oğul bırakmıştı. Ön dört yaşındaki Ahmet’le, on üç yaşındaki Mustafa… On dört yaşında tahta çıkan I. Ahmet’in değil çocuğu, henüz sünneti bile yoktu.
Babası III. Mehmet, unutmuştu şehzadelerinin sünnetini. Oysa kendisi için kendi babası III. Murat, dillere destan öyle bir sünnet düğünü yapmıştı ki, iki ay süreyle tüm İstanbul tam bir Osmanlı karnavalının şenliğini yaşamıştı. Kim bilir belki de Sultan Mehmet, kendi sünnetinin çok uzun sürmüş olan o şenlikleri sırasında bir hayli sıkıldığı için unutmuştu oğullarının sünnetini…
Henüz sünnet olmadan tahta çıkmış bulunan I. Ahmet, kardeşi on üç yaşındaki Mustafa’yı boğdurtursa ve sonra kazara kendisine de bir emrihak vaki olursa, Osmanlı tahtı sahipsiz kalacaktı. Onun için Mustafa’yı “akılca zayıftır size bir ziyanı dokunmaz” gerekçesiyle boğdurtmadılar ve kendisini bir kafese kapamakla yetindiler. Böylece Fatih’in 1477’den sonra resmileştirdiği “kardeşin kardeşi öldürme” yasası, sünnet bile olmadan padişah olmuş Ahmet’in küçüklüğü yüzünden azıcık rafa kalktı.
Sultan I. Ahmet’i de tahta çıktıktan sonra sünnet ettiler.
I. Ahmet, on dört yıl kalabildi iktidarda ve yirmi sekiz yaşındayken öldü. Tarih 1617. Sultan I. Ahmet, sünnet olmadan tahta çıkmış, ama yirmi sekiz yaşında öldüğü zaman arkasında bir Sultanahmet Camii ve yedi şehzade bırakmıştı: Osman, Mehmet, Murat, Beyazıt, Süleyman, Kasım ve İbrahim. En büyük Şehzade Osman, henüz on üçündeydi. Ve ilk kez tahta, bir padişahtan sonra — çok küçük olduğu için— oğlu değil, kardeşi çıktı.

Kanuni’yle birlikte kendiliğinden yeni bir gelenek başlamıştı. Tahta çıkan şehzadeler ya hayatta tek olan şehzadelerdi, ya en büyük olan şehzadelerdi. Ve I. Ahmet’ten sonra yeni bir gelenek daha başlıyor, ölen padişahın kardeşi Mustafa tahta çıkıyordu. Tarih 1617.
I. Mustafa, tahta çıktığı zaman yirmi yedi yaşındaydı. Ne var ki düpedüz deliydi. Cinneti saklanamayacak bir duruma geldiğinden, saltanatı ancak üç ay on gün sürebildi ve kendisini tahttan indirdiler.
Böylece I. Mustafa da, Timur’un yenip tutsak alarak tahttan indirdiği I. Beyazıt’tan ve Yavuz Selim’in ordu tehdidiyle tahttan indirdiği babası II. Beyazıt’tan sonra, kendi iradesi dışında tahttan indirilmiş üçüncü padişah oluyordu.
Mustafa’nın üç aylık saltanatından sonra, Osmanlı tahtına ister istemez I. Ahmet’in büyük şehzadesi on üç yaşındaki II. Osman çıkarıldı. Tarih 1618.
II. Osman’ın, tarihsel lakabıyla Genç Osman’ın, altı erkek kardeşi vardı. Çocuk padişah bir süre dokunmadı onların hayatına. Hepsi kapatıldıkları kafeslerde, her gün cellât bekleyerek, nefes alıp vermeye devam ettiler. Ancak II. Osman, iktidarının üçüncü yılında Lehistan seferine çıkarken, kendisinin yokluğunda herhangi bir “olupbitti” olasılığını engellemek için, altı kardeşinden en büyüğü olan Şehzade Mehmet’i boğdurttu. Tarih 1621.
Oysa bir yıl sonra kendisini de yeniçeriler devirip öldürecek ve tarihe Osmanlı sultanları arasında tahttan indirilmiş dördüncü, ama tahttan indirildikten sonra öldürülmüş ilk padişah olarak geçecekti.
Saray dışındaki idam uygulamaları, çokçası mahkûmun palayla kafası kesilerek yapılırken, hanedan üyesi olan kişiler neden kementle boğularak öldürülüyordu?
Bu konuda Prof. Ahmet Mumcu, “Osmanlı Devleti’nde Siyaseten Kati” adlı yapıtında şöyle diyor:

“Kanunname gereğince (Fatih yasası), idam edilen kardeş ve yeğenlerin katli için soruşturma ve yargılama yapılması ve fetva alınması gereksizdir. Zira onlar, kanun gereğince ‘yaşaması mümkün olmayan’ kimselerdir. Bu yüzden cülus vaki olunca derhal katledilirler. Bu hal kardeş katlini doğuran sebeplerin ortaya çıkardığı bir usuldür.
…Hanedan üyelerinin İdamının İnfazında ise eski Türk-Moğol geleneğine büyük bir titizlikle riayet edilirdi. Osmanlı Devleti’nde kuruluşundan itibaren, katledilen bütün hanedan üyeleri ‘kanları akıtılmadan’ yani boğularak idam edilmişlerdir.

Frazer’in İncelemelerine göre kan en önemli tabulardan birisidir. Bu tabuya dünyanın çeşitli yerlerinde rastlanır. Orta Asya’da da bu göze çarpar. Moğollar, yenecek hayvanları bile kan dökmeden öldürürler ve bu hususa riayet etmeyeni idam ederlerdi.
…Bu yasağın hanedan üyelerine de yaydırılmasının sebebi anlaşılmaktadır. Bildiğimiz gibi hanedan kutsaldır. O halde kutsal olan bu kimselerin katlinde kanlarının akıtılmaması gerektir.

…İdam edilecek bütün hanedan üyeleri mutlaka kement ile boğulurlar, doğum anında katledilecek yavrular da göbekleri düğümlenerek öldürülürlerdi. Zira onların bile kanlarının akıtılması Osmanlı hanedanına saygısızlık addedilirdi. Hanedan üyelerinin kanlarının akıtılmadan idam edilmesine yalnız III. Selim’in katli istisna teşkil eder. Bunun dışında kan akıtmama yasağına riayet edilmiştir.”
“…Yüksek devlet memurları da asil sayılarak, istisnaları dışında bu yasağa riayet edilerek idam edilmişlerdir.” “Katledilen hanedan üyesinin cesedine ihtimam edilir. Kafası kesilmez. Ekseriya babalarının türbelerine gömülürler. Mamafih tabii ki bu hususlarda istisnalar olabilir.”
Örneğin Yıldırım’dan sonraki kardeşler kavgası sırasında Edirne’de saltanat kurmuş olan Süleyman Çelebi’yi katledenler onu boğduktan sonra, kestikleri kafasını kardeşi Musa Çelebiye götürmüşlerdir. Bundan sonra Musa Çelebi’nin de ortadan kaldırılması sırasında cesedinden kafası kesilerek kopartılmış ve kardeşi Mehmet Çelebi’ye götürülmüştür.
Osmanlı Devleti’nin kurulduğu 1300 yılından, II. Osman’ın zorla tahttan indirildiği 1622 yılına kadar, tam on altı hükümdar gelip geçmiştir iktidardan.
II. Osman’ın öldürülmesinden sonra ikinci kez tahta çıkan Deli Mustafa, akli dengesini tümden yitirmişti. Her yönde anarşi kol geziyordu. Hazine ise tamtakırdı. Sarayın önde gelen kişileri, kendi aralarında karar alıp, Deli Mustafa’yı 9 Eylül 1623 Pazar günü, ikinci kez yine indirdiler tahttan ve yerine o tarihte I. Ahmet’in en büyük şehzadesi olan on bir yaşındaki IV. Murat’ı çıkardılar.
IV. Murat da önce, tıpkı II. Osman gibi kardeşlerine dokunmadı. Hani nerdeyse Fatih’in yasası artık iyice uygulamadan çıkmak üzereydi.
Ne var ki dış seferlere çıkarken, içerde beklenmedik bir iktidar değişikliği olmasından kaygı duyuyordu. Bu yüzden Revan seferine başlamadan kardeşlerinin en büyükleri olan Şehzade Beyazıt ile Şehzade Süleyman’ı boğdurttu, Tarih 1635.
Bağdat seferine çıkarken de Şehzade Kasım’ı boğdurttu. 1638. Böylece yirmi sekiz yaşında ölen I. Ahmet’in yedi şehzadesinden sadece ikisi kalmıştı hayatta. Biri iktidardaki IV. Murat, öteki de saray kafesindeki şehzade İbrahim.
IV. Murat’ın saltanatı on yedi yıl sürdü. O da babası gibi yirmi sekiz yaşında ölüverdi. Hem de dünyaya hiçbir şehzade getirmeden. Tarih 1640. Tahtın tek varisi, IV. Murat’ın son kardeşi I. İbrahim’di.
Amcası Deli Mustafa gibi akli dengesi tam olmadığından, onun da adı Deli İbrahim’e çıktı. İktidarı sekiz yıl sürdü. Askeri ocaklardan samur vergisi almaya kalkması üstüne, yeniçerilerle birlikte Şeyhülislam Abdurrahim Efendi ile ulema ve bazı önde gelen kişiler, Sultan I. İbrahim’i tahttan indirip, yerine yedi yaşındaki büyük oğlu IV. Mehmet’i geçirdiler. 7 Ağustos 1648 Cumartesi.
Sonradan Şeyhülislam olan Bahai Efendi, I. İbrahim’in tahttan indirildikten sonra kapatıldığı yeri şöyle anlatıyor:

“Hemen hayyen (diri diri) defnolundu; zira bir gusülhane ve bir abdesthane ile bir ocağı havi iki küçük oda ile bacası gökyüzüne bakan bir ocak ve bir yemek sahanı sığacak kadar bir pencere yeri olup başka hiçbir taraf görünmez idi.

Bundan sonra ne olup bittiğini Uzunçarşılı’nın kaleminden okuyalım: “Bu kadar ihtimam gösterilen hapis hayatı, Sultan İbrahim’in dışarı çıkabilmesini önledi ise de ağlayıp bağırmasına tahammül edilmez olmuştu. Hatta bazı Enderunluların, aralarında görüşerek kendisini tekrar cülus ettirmek istedikleri dışarıdan duyulduğu gibi, kapıkulu süvarileri de, padişah henüz çocuktur, memleket işlerini bilmez, yine babasının hükümdar olması lazım gelir, yollu sözlerle ve İbrahim’in hal’ine itiraza başlamaları üzerine devlet ekranı telaşa düşüp ‘Mademki İbrahim hayattadır, nizam-ı âlem olamaz’ diye ağalarla beraber öldürülmesine karar verdiler.

…(Ocaklının sadarete getirdiği) Veziriazam’la Şeyhülislam’ın adamları, İbrahim’in bulunduğu yerin kapısını yıktılar; öldürülmek istendiğini anlayan İbrahim:
“Beni göz göre göre öldürüyorlar, benim iyiliğimi görmüş olanlardan bana acıyacak kimse yok mu? Diye feryada başlamıştı. Taş yürekli cellât Kara Ali bile kaçmış, bir tarafa sinmişti. Veziriazam Sofu Mehmet Paşa, Kara Ali’yi saklandığı yerden çıkararak döve döve Sultan İbrahim’i boğmaya götürdü…”

Deli İbrahim boğularak öldürüldüğünde otuz beş yaşındaydı.
On sekiz padişah arasında zorla tahttan indirilmiş dördüncü ve indirildikten sonra da öldürülmüş ikinci padişah oluyordu.
Gerçi Yavuz Selim de, babası II. Beyazıt’ı tahtından indirdikten sonra zehirleterek öldürtmüştü ama o ölüm bir ayaklanma sonucu ve bir idam biçiminde olmamıştı.


IV. Mehmet de tıpkı dedesi I. Ahmet gibi padişah olduktan sonra veziriazam kucağında sünnet olmuştu



İbrahim’in yedi yaşında tahta çıkarılan büyük oğlu IV. Mehmet, tıpkı dedesi I. Ahmet gibi padişah olduktan sonra veziriazam kucağında sünnet oldu. Ve tam otuz dokuz yıl kaldı iktidarda. Avlanmayı çok sevdiği için adı Avcı Mehmet’e çıkmıştı. Babaannesi Kösem Sultan, Avcı ilk tahta çıktığında, onu zehirletmek istemişti. Böylece Avcı’nın annesi Turhan Sultan devre dışı kalacaktı. Ve altmış beş yaşındaki Kösem’in, kocası I. Ahmet ve oğullan IV. Murat’la Deli İbrahim dönemlerinde çok güçlü öten borusu, yeniden çınlamaya başlayacaktı. Kösem’in komplosu haber alındı ve küçük Mehmet, babaannesini perde ipiyle boğdurtarak öldürttü. Avcı Mehmet de otuz dokuz yıllık iktidarının sonunda, veziriazamlıktakini üstüne birtakım kulis entrikalarıyla ilgili olarak sarayın önde gelen kişilerinin kararı ve kendilerini yeniçerilerin desteklemesiyle tahtından zorla indirildi. 1687.

Yerine kardeşi II. Süleyman geçirildi.
Ağabeyi Avcı Mehmet’in iktidarı boyunca kafeste hapis yatan II. Süleyman, kendini tahta çıkarmak için gelenleri, canına almaya gelen bir infaz heyeti sanarak, Kızlar Ağası’na: İzalemiz emrolundu ise söyle, iki rekât namaz kılayım. Andan sonra emri yerine getir, çocukluğumdan beri kırk yıldır hapis çekerim, her gün ölmektense bir gün evvel ölmek yeğdir, bir can için ne bu çektiğimiz korku” diye ağlamaya başlamıştı. Ağa ise öpmek için Süleyman’ın ayağına kapanmış şöyle diyordu: Estağfurullah hâşâ ki size bir kast ola, taht kurulmuş, cümle kulların size bakar…

II. Süleyman kafesten çıkarıldığında, üstü başı perişandı. Hemen bir samur kürk getirip giydirdiler ve öyle çıkardılar tahta. 9 Kasım 1687. Süleyman kırk yedi yaşındaydı o tarihte.
Tahttan indirilen Avcı Mehmet’e gelince… Kızlar ağası Ali Ağa, yeni padişah II. Süleyman’ın hatt-ı hümayununu getirdi kendisine ve: Muradullah bu imiş, buyurun hapishaneye, dedi. IV. Mehmet sordu: Bize katl var mıdır? Ağa: Hayır, dedi, sadece hapis emrolundunuz.
Ve IV. Mehmet, iki oğlu Mustafa ve Ahmet’le birlikte kardeşi Süleyman’ın kırk yıldır oturduğu Şimşirlik Dairesi’ne götürülerek kafese kondu. …Elli üç yaşına kadar beş yıl daha yaşadı ve Ocak 1963’te öldü. Annesi Turhan Sultan’ın yaptırmış olduğu Yeni cami’deki türbeye defnedildi.
Avcı, on dokuz padişah arasında devrilmiş altıncı padişah oluyordu.
Oğulları II. Mustafa ile III. Ahmet de, yine ilerde tek tek devrileceklerdi.

Fransız Devrimi, kendisiyle başlayan dönemi, monarşi döneminden giyotinle kesercesine koparıp ayırmıştır. Kültür birikimlerinin ortak bahçesi ise aşırı bir bağnazlıkla tümden tarumar edilmemiştir. Bizde ise tam tersi oldu. Cumhuriyet dönemi, monarşi dönemlerinin egemenler despotluğundan kendini bir türlü kurtaramadı. Buna karşılık kültür birikimlerinin ortak bahçeleri temelinden depreme uğratıldı.
Bir gün Yakup Kadri Karaosmanoğlu’yla Ankara Palas’ta baş başa öğle yemeği yerken, kendisine bu sakatlıkla çarpıklığın nereden kaynaklandığını sormuştum. Ankara’nın devlet yönetecek kadroları yoktu. “Hepsi yavaş yavaş Osmanlı Babıâli’sinden taşındı Ankara’ya. Onlar da eskiden bildiklerini yeniden okumaya koyuldular”, demişti.
Eski bildiklerini, Cumhuriyet döneminde de okumayı sürdüren, Osmanlı Babıâli’sinin değeri öneminin çok altındaki “bakiyyet-üs-süyuf’u…
Abdülhamit’le I. Vahdettin dışında, Osmanlı övgüsü, eski zamanlardakini de aşan bir abartma kanatlanmasına ulaştı.
Öyle ki, kaydıra, yuttura, yuvarlaya bir yakıştırmacılık yelpazeciliği, karşı çıkılmaz bir resmi felsefe halini aldı.
Tarih üstündeki bilimsel arantılarla, analitik bakışlar ve sanatsal yaklaşımlar bir kıyıya itilince, beyinsel yaratıcılık ve özellikle de yazarlık iyice mumyalanmış oldu.

Kendi masallarının içine gömülen megalomanik bir rüzgârlanma sarhoşluğu ise; bilimsel gerçeklerle sanatsal yaratıcılıkların, ikiz aynalar gibi birbirini sonsuzlaştırdığı evrensel platformlarda, çok prestij kaybettirdi bize…
Ayrıca toplumu, gerçek dışı avuntuların içine soktuk. Ve tarihsel olaylarda asla kıyas-lamalı bir gerçekçiliğe yönetemedik. Bu da genç kuşakların dikkat ve ilgisini, dünyadaki değişik dönemlerin özelliklerine karşı diri ve taze tutma yerine, onları iyice pörsütüp yoz bir şişirmeciliğe sürükledi.
Osmanlı Babıâli’sinin eski esnafı, belki böylece kendi değersizliğini, “önemli kişi” görüntüleriyle maskelemeyi başardı, ama Cumhuriyet’in de yeni bir dönem olma iddiasını bir hayli küllendirdi.
Sonuç, 20. yüzyılda da çağı yakalayamadık; hak ve hukuk anlayışından hâlâ yoksun bulunduğumuz suçlamalarından da yakamızı kurtaramadık.
Onaltıncı yüzyıl, Rabelais gibi, Montaigne gibi, Cervantes gibi büyük romancılarla, yazar ve düşünürlerin çıktığı; edebiyatla felsefede Rönesans’ın yıldız yıldız çiçeklendiği bir yüzyıldır…
Bizde ise o yüzyılda saray okumuşları, hangi şehzadeyi padişah yapıp, hangi şehzadeyi kazıklarım diye düzmece mektuplar yazmakla uğraşıyorlardı. Fuzuli gibi, Baki gibi büyük ozanlar ise, şiirin içinde, ama düzyazı ile matbaa üretiminin çok dışındaydılar.
Şayet yazı ve düşünce yaratıcılığı, bizde de geleneksel bir kurumlaşma göstermiş olsaydı; 20. yüzyılın ilk yarısında ne Refik Halit’i yirmi iki yıl sürgünde tutar; ne Nazım’la Kemal Tahir’i on dört yıl hapiste tutar; ne Sabahattin Ali’yi kafasına odun vurarak öldürürdük…
Yazı ve yazar düşmanlığı tefrikasının, bitip tükenmediği cumhuriyetlerle demokrasilerde; tarih de, kendi gerçeklerinin canlılığında değil, resmi görüş yakıştırmacılığının, sarkık bir terlik ponponu iğretiliğinde kalıyor. On yedinci yüz yıl biterken Osmanlı egemenleri hâlâ daha, öldürme ve ölme saraları içinde, dış dünyalardaki gelişmelerden habersiz, kendi yüceliklerinin hipnozlarına kilitlenmiş duruyorlardı.
IV. Mehmet, otuz dokuz yıllık bir iktidardan sonra tahttan indirilip yerine kardeşi II. Süleyman çıkarıldığı zaman, kimsenin ne yeni keşfedilen basınç yasalarından haberi vardı, ne Amerika’dan Avrupa’ya akan altınlardan, ne de Batı tiyatrolarından…
Tahttan indirilince, oğullarıyla kardeşlerinin kapalı tutulduğu kafese konan Avcı Mehmet, ne halt etmeye annesi Turhan Sultan’ın sözünü dinleyerek kardeşi Süleyman’ı boğdurtmadığına yanıyordu.

Osmanlı sarayında kardeşin kardeşi öldürme dönemi artık kapanmıştı. Her şehzade yaş sırasıyla, birbirinden sonra tahta çıkıyordu. Yani artık kendiliğinden “seniorat” düzeni denilen, kardeşlerin yaş sırasına göre hükümdar olma düzeni kabul edilmiş oluyordu.
Avcı Mehmet’in kardeşi II. Süleyman dört yıllık bir iktidardan sonra, kırk dokuz yaşında öldü. 1691. Yerine, kırk sekiz yaşındaki küçük kardeşi II. Ahmet geçti. Onun da iktidarı dört yıla yakın sürdü. Kırk üç yıl boyunca bir kafesin içinde, her iki ağabeyinden sonra padişah olmayı beklemiş; ne çare ki bu uzun bekleyişe karşı, sadece üç yıl, sekiz ay, yirmi beş günlük bir saltanatla yetinmek zorunda kalarak, elli iki yaşında dünyadan ayrılmıştı. 1695.
Deli İbrahim’in üç oğlu da padişahlık sırasını savmış olduğu için, artık sıra Avcı Mehmet’in büyük şehzadesi II. Mustafa’ya gelmişti. I. Mustafa otuz iki yaşında hükümdar oldu. Osmanlı tahtı 18. yüzyıla onun padişahlığında girdi.
Kendisi iktidarda sekiz yıl kalacak ve tıpkı babası, dedesi ve dedesinin büyük ağabeyi gibi saltanattan yeniçerinin ayaklanmasıyla indirilecekti.

Ve o güne dek tahta çıkmış yirmi iki hükümdar içinde, yedinci devrik padişah olmak da ona rastlayacaktı.
Olayların özeti:
1- II. Mustafa da, tıpkı babası Avcı Mehmet gibi, Edirne’de oturup avlanmaya meraklı idi… İstanbul’la yeterince ilgilenmiyordu.

2- Şehzadeliğindeki hocası Feyzullah Efendi’yi, yanına getirtip, Şeyhülislam yapmıştı. Feyzullah Efendi ise, tüm devleti kendisinin yönettiği inancıyla ne oldum delisi olmuş, hısım akrabasını en üst yerlere yerleştirmiş, karşısında da bir yığın düşman biriktirmişti.
3- Veziriazam Rami Mehmet Paşa’nın da göz yummasıyla İstanbul’da bir başkaldırı örgütü kuruldu, örgüt büyüdükçe büyüdü. Adeta İstanbul’a el koydular ve Edirne’deki II. Mustafa’ya bir kesin uyarı heyeti gönderdiler, Özellikle Şeyhülislam Feyzullah Efendi’yle oğlu ve yakınlarının azledilerek kendilerine teslim edilmeleri isteniyordu.
4- Feyzullah Efendi, Edirne’ye gelen heyetin ne istediğini bildiği için, heyet üyelerini Edirne dışına sürdürdü. Padişah bu olayı geç öğrendi. Ve Feyzullah Efendi’yi hemen azletti ama iş işten geçmişti.
5- İstanbul’daki isyancılar, II. Mustafa’nın kardeşi III. Ahmet’i padişah ilan ettikten sonra Edirne’ye yürüdüler. Edirne’deki askerde II. Mustafa’ya sadık kalacağına dair “Kuran-“ Kerim, ekmek, tuz ve kılıç” üstüne yemin ettiği halde, İstanbul kuvvetleri Edirne yakınlarına gelip mevzilenince, onlarla birleşiverdi. Bunun üzerine II. Mustafa Edirne sarayında annesinin yanına gelerek:

“Kul beni tahttan indirmişler, yerine karındaşım Sultan Ahmet’i padişah eylemişler; Allah mübarek eyleye, evlatlarım ve hassaten cariyelerim kendiye Allah emaneti olsun“, demiş ve beş oğluyla birlikte, biraderi Ahmet’in Edirne’deyken oturtulduğu ‘daire-i uzlet’e çekilmişti.

6- Azledilip Erzurum’a sürülen Feyzullah Efendi, Edirne’ye geri getirtilerek oğullarıyla birlikte zindana atıldı ve kendilerine servetlerinin yerlerini söylemeleri için ağır işkenceler yapıldı. Feyzullah Efendi de, oğulları da işkenceye dayandılar ve hiçbir şey söylemediler.
Yeni padişah III. Ahmet’in izniyle, eski Şeyhülislam Feyzullah Efendi, zindandan çıkarılarak bir hamal beygirine bindirildi ve Bitpazarı’na getirilerek orada kafası kesildi.

“Bundan sonra ayak takımından bazıları, maktulün ayağına ip takmışlar ve zorla öç yüz kadar Hıristiyan’ın eline verip, papazlara ayin yaptırarak bir buçuk saatlik yerden yeniçeri karargâhına getirdikten sonra cesedi Tunca Nehri’ne atmışlardır. Başı bir sırığa takılıp gezdirildikten sonra, o da Tunca Nehri’ne atılmıştır.
Bir zaman sonra kendisini sevenler, cesedini gizlice Tunca’dan çıkarıp Edirne’de Sitti Sultan Camii yakınındaki Abdülkerim mektebinin avlusuna gömmüşler.” .

II. Mustafa, gerek bir anda patlayıp büyüyen olaylar, gerek tahttan indikten sonraki bunalımlı günler sırasında, sağlığını iyice yitirmiş ve yatağa düşmüştü. O arada mesanesi de tıkandığından bir daha yataktan kalkamadı. 29 Ocak 1704 Cumartesi günü, kırk bir yaşında dünyadan ayrıldı. Babası Avcı Mehmet’in Yeni cami’deki Türbesinde onun ayakucuna defnedildi. Tarihlerin “I. Edirne vakası” diye adlandırdığı ayaklanmaların bir sonucu da bu…
Şehzadeler, artık eskisi gibi ne padişah olunca boğdurtuyorlardı küçük kardeşlerini; ne de padişahken devrilen ağabeylerinin tahtına geçince, devrik büyük kardeşlerini.
Ne de olsa 18. yüzyıla girilmişti. Veziriazamların arada sırada boğdurulması sürse de, şehzadelerin öldürülmesi mayna olmuştu. Kardeşler, tıkıldıktan kafeslerde, yaş sırasına göre padişah olma gününü bekliyorlardı. Her padişahın en büyük oğlunun tahta çıktığı “primogenitur” düzeni, Kanuni’den I. Ahmet’e kadar sürmüş; sonra da -olayların zorlamasıyla- yerini “seniorat” düzenine bırakmıştı. Saltanat babadan sadece büyük oğula değil, yaş sırasına göre kardeşten kardeşe de kalmaya başlamıştı.
Prof. Ahmet Mumcu, “seniorat” düzeninin, yeni bir siyasal cinayet türü geliştirdiğini söyleyerek şunları yazıyor:

“Kardeş katlinin kalkması, başka çeşit bir katlin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Sarayda, Özel dairelerinde bir çeşit hapis hayatı yaşayarak, saltanat sıralarını bekleyen şehzadeler, sınırlı sayıda cariyeler ile temasta bulunabilirlerdi. Bu cariyelere temastan önce ve sonra çeşit çeşit, gebeliğe engel olucu ilaçlar içirilirdi. Eğer bu ilaçlar gebeliği önleyemezse o zaman çocuk, doğar doğmaz, derhal öldürülürdü. Bu çirkin geleneğin ne zaman kalktığını kesin olarak bilemiyoruz. Herhalde XIX. yüzyıl başına kadar devam etmiş olmalıdır.”

Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı da “Osmanlı Devleti’nde Saray Teşkilatı” isimli kitabında şehzadelerle ilgili şu bilgileri veriyor:

“Şehzadeler inziva hayatında cariyeler tarafından tahsil görürler ve bazıları can sıkıntısından vakit geçirmek için mücevhercilik, kuyumculuk, tornacılık gibi sanat öğrenirler; ok ve yay yaparlar, bağa ve fildişi ve abanoz işlerler, sahtiyan üstüne nakış yaparlar, yazı yazarlar ve Kuran-ı Kerim İstinsah ederlerdi. Birinci Mahmut (devrik II. Mustafa’nın oğlu) mücevhercilikte mahirdi.
Şehzadeler bu kafes hayatında yaşarken yetişmiş ve teehhül çağına gelmiş iseler hizmetindeki cariyelerle vukua gelen temasta cariye gebe kalıp çocuk doğurursa, doğan çocuk derhal ifna edilirdi; fakat bazen habersizce doğan çocuğun hariçte bir sütanaya verilip büyütüldüğü vaki; fakat pek enderdi. Mesela I. Abdülhamit’in (devrik III. Ahmet’in oğlu) kafes hayatında iken doğan bir kızı bu surette büyütülmüş ve kendisine Ahretlik Hanım denilmişti.”

I. Mustafa’nın yerine çıkan kardeşi II. Ahmet, padişah olduğu zaman yirmi dokuz yaşındaydı. Onunla Osmanlı tarihinde bir başka dönem daha başlıyordu. Daha ince, daha süzülmüş, daha renkli ve hayatın sade kahrı değil, tadı da olduğunu görmeye başlayan bir dönem…
Sonradan Yahya Kemal’in “Lale Devri” adını taktığı bu dönemin gerçek mimarı, Veziriazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’ydı.
İcadından 289 yıl sonra da olsa, ilk matbaa Nevşehirli zamanında kuruldu İstanbul’da, ilk basılan kitap Vanlı Mehmet bin Mustafa’nın ‘Vankulu Lûgatı’ydı… Tarih 31 Ocak 1729, Bin nüsha basılmış ve ciltsiz olarak tanesinin 35 kuruştan satılması, İstanbul kadısınca uygun görülmüş.


İhtilalcilerin iktidara getirdiği Lale Devri Sultanı III. Ahmet de Patrona Halil’in başını çektiği bir sokak ayaklanmasıyla tahttan indirilmişti



Üçüncü Ahmet’in saltanatı yirmi yedi yıl sürdü. Ve Patrona Halil’in başını çektiği bir sokak ayaklanmasıyla tahttan indirildi. Böylece 23 padişah arasında devrik sekizinci hükümdar olmak talihsizliği de ona rastladı.

Bugün devlet arşivlerinde henüz elden geçirilerek derlenip düzenlenmemiş doksan milyona yakın belge bulunduğu söylenir.
Kendi aile ortamlarımızda da, daha önce yaşamış olanlardan arta kalmış mektupları, fotoğrafları kitapları, yazıları, defterleri doğru dürüst toparlayarak, kuşaklardan kuşaklara miras kalacak bir aile arşivi yaratmaya merak sarmış kaç insanımız vardır?
Ne mezarlıklarımızın açık seçik bir planıyla envanterlerini yapmışızdır; ne eski mahkeme kararlarını bilgisayarlara yükleyerek hukukçularla toplumun yararlanabileceği bir adalet arşivi kurabilmişizdir ne de geçmişteki yaşamlarla günümüz arasında sevimli bir el sıkışmayı canlı tutabilmişizdir…
Örneğin otuz altı padişahtan on dördünün devrilmiş olması, neden kamuoyuna tam mal edilmemiştir bilinmez…
Bunlardan sekizincisi de Lale Devri’nin ünlü padişahı III. Ahmet’ti. Ağabeyi II. Mustafa’nın devrilmesinden sonra, 1703’te otuz yaşındayken tahta çıktı. Yirmi yedi yıl kaldı iktidarda.
Patrona Halil olayı diye bilinen, pek de büyük sayılamayacak bir halk ayaklanmasıyla tahtından inmek zorunda bırakıldı. Tarih 1730. Patrona Halil ayaklanması, değişik büyüteçler altına konarak, tekrar tekrar incelenmesi gereken tuhaf bir olay…
Toplumdaki üretim kurumlarıyla, ona bağlı yaşam biçimlerinde eski alışkanlıklarla köklü bir geleneksellik ağırlığını sürdürürken, saray çevreleriyle o çevrelerin uzantısında daha renkli, daha ince, daha zarif bir dönemin kendiliğinden uç göstermesi; gönüllerinde yatan aslanlara rağmen aradıkları itibarı bir türlü bulamamış olan sarıklı ve kavuklu Osmanlı politikacılarına tam bir provokasyon ortamı yaratmıştı.
Sokağı ayaklandıracak kışkırtıcı kundaklamaların her türlü fitili hazırdı.
Kaldı ki artık pek bir işe yaramadığı iyice ortaya çıkan yeniçeri örgütünü değiştirmek için de bazı yeni girişimler başlamıştı.
III. Ahmet’in veziriazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, Üsküdar’da yeni bir kışla yaptırarak, Fransa’dan getirttiği uzmanlarla, askerlikte çağdaş yöntemler uygulamaya kalkmıştı.

Lale Devri sultanı III. Ahmet’in devrilmesiyle sonuçlanan olayların özetine _ kısaca bir göz atalım:
1- Nevşehirli Damat İbrahim Paşa 10 Mayıs 1718’de veziriazam oldu. Kendisi altmışına yakındı. Karısı da III. Ahmet’in on dört yaşındaki dul kızı Fatma Sultan’dı,

2- Veziriazam Damat İbrahim Paşa’nın sadarete çıkmasından iki ay kadar sonra, 17 Temmuz 1718’de, neredey­se tüm İstanbul’u bir kül yığınına çeviren büyük bir yangın felaketi yaşandı.
Bir hafta boyunca süren yangılar, binlerce insanı evsiz barksız bıraktı. Her semtte kol kol yağmacı çeteleri türedi.

3- Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, yanıp yıkılmış İstanbul’u yeni baştan kurdu. Salı Pazarı’nda Eminabad, Ferahabad; Alibeyköy yakınlarında Hüsrevabad, Defterdar’da Neşatabad ve Kâğıthane’de Sadabad kasırları da bu arada yapıldı. Kâğıthane deresinin yatağı değiştirildi, her iki kıyısına mermer rıhtımlı kanallar açıldı.
Bütün bunlar ne kadar zamanda oldu biliyor musunuz, altmış günde.

4- III. Ahmet’in Sadabad Kasrı’ndaki görkemli eğlenceleriyle birlikte, Osmanlı tarihinde de yeni bir dönem başlamıştı; İstanbul artık yaşamasını ve eğlenmesini öğreniyordu.
Her yer lale bahçeleriyle donanmıştı. Baharla yaz aylarındaki Çırağan sefalarının gecelerine, zamanın ünlü ozanlarıyla musikişinasları katılır, kaplumbağaların üstüne dikilmiş yüzlerce kıpırtılı mumun titrek ışıkları içinde, perisel masallar yaşanırdı.
Kışın ise ağırlık helva sohbetlerine kayardı.

5- Rus Çarı Büyük yahut Deli Petro, Tebriz’i ele geçirmişti. Bundan yüreklenen İranlılar da Osmanlı hudutlarında saldırıya geçmişlerdi.
III. Ahmet, yeni savaşlara girmenin astarı yüzünden pahalıya mal olacağına inanıyordu. Savaşa gitmeye tümden boş veriyormuş gibi görünmek de hoş değildi. Halk ayaklanabilirdi.

6- Tarihte kimsenin aklına gelmemiş bir iş yapıldı. Savaşa gitmeden savaşa çıkılıyormuş gibi görkemli bir tiyatro hazırlandı.
Parlak bir savaş alayıyla Üsküdar’a geçildi. Bu sırada bütün donanma da kıyı boyunca Boğaz’a doğru açılıyordu. Bu geçit töreni dört saat sürdü.

Üsküdar’da da halkı kandırmak için her türlü önlem alınmıştı.
“Bir yandan padişahın tuğları çekiliyor, III. Ahmet, çevresindeki uzun sorguçlu silahlı muhafız takımının ortasında at üzerinde gidiyordu. Arkada sarayın ileri gelenleri, padişahın kılıcını, yedek sarığını, aptes İbriğini taşıyordu. Halkta, savaş ilanı düşüncesini uyandırmak için her çareye başvurulmuştu. Fakat Kadıköy’e gelindiğinde, alay dağılmış, herkes kasırlara ve Boğaziçi’ndeki yalılara dönerek yeniden zevk ve sefa âlemlerine dalınmıştı. Bu aldatmacanın foyası çabucak ortaya çıkmış, halkın kızgınlığını daha da artırmıştı’’(Suikastlar ve Ayaklanmalar Tarihi)
7- İlk ayaklanma belirtileri, düzmece seferberlik tiyatrosundan iki ay sonra _ kendini gösterdi. Ayaklanmayı perde arkasından İstanbul kadısı Zülâli Hasan Efendi ile Ayasofya vaizi Ispirzade Ahmet Efendi yönetiyordu. Patrona Halil ve adamları aslında o ikisinin kuklasıydı.
8- Ayaklanmaya katılanlar, akşam evlerine döndüklerinde ortalıkta kırk-elli kişi ya kalmış ya kalmamıştı. Saray ise gereksiz bir telaş içindeydi. Sancak-ı şerifi çıkarıp adam toplama derdine düşmüş, ama onu da becerememişti.
9- İsyancılar, Damat İbrahim Paşa ile iki damadının ve bir de Şeyhülislam Abdullah Efendi’nin kellelerini istiyorlardı.
İbrahim Paşa’nın damatlarından biri, Kaptan-ı Derya Kaymak Mustafa Paşa, öteki de sadaret kethüdası Mehmet Paşa idi. Ayrıca kellesi istenenlerin toplamı 37 kişiye varıyordu.

10- III. Ahmet’in kız kardeşi Hatice Sultan, padişaha “İsyancıların istediği kelleleri ver, tahtını kurtar” demişti.
Bundan sonrasını Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın kaleminden okuyalım.

III. Ahmet, asilere teslim edilmesi istenen İbrahim, Mustafa ve Mehmet paşaları kurtaramayacağını anlayınca, kendisini indirilmekten kurtarma kaygısına düştü. Asilerin yaptıkları tayinleri kabul etti. Damadı İbrahim Paşa İle diğer ikisinin diri diri asiler eline teslim edilmeleri muvafık görülmediğinden, padişahın mührü İbrahim Paşa’dan alındıktan sonra, kapı arasına gönderilip, daha evvel oraya gönderilen iki damadı İle beraber boğularak cesetleri Alayköşkü duvarından dışarı atılmak istendiyse de, sonra bundan vazgeçilerek, bir öküz arabasıyla At Meydanı’na yollandı…
Sarayda boğulan üç vezirin cesedi At Meydanı’na getirildikten sonra asiler, saltanat tebeddülü hakkındaki maksatlarını yavaş yavaş meydana koyarak:
“Kusur kalan cümle şöyle dursun; Sultan İbrahim nice oldu? Bunun bize cevabını versin”, dediler.

Kastettikleri Sultan İbrahim, III. Ahmet’in küçük amcası Sultan II. Ahmet’in oğluydu.
Avcı IV. Mehmet tahttan indirilince önce kardeşleri II. Süleyman’la, II. Ahmet tahta geçmişti. Sonra da büyük oğlu II. Mustafa…

Yeniçeriler Sultan II. Mustafa’yı devirdikleri zaman bir süre kararsız kalmışlardı; II. Mustafa’nın kardeşi III. Ahmet’i mi tahta geçirelim; yoksa Avcı’nın küçük kardeşi II. Ahmet’in oğlu İbrahim’imi, diye…
III. Ahmet’in tahta çıkması uygun görülmüştü. Ve bir süre sonra da Sultan III. Ahmet (söylentilere göre) yeğeni Sultan İbrahim’i boğdurmuştu.
Onun için şimdi isyancılar:
- Sultan İbrahim nice oldu? diye bağırıyorlardı.

Besbelli ki Patrona Halil’in adamları, III. Ahmet’in de tahtta kalmasını istemiyorlardı. Hem de veziri azamıyla onun iki damadını da boğdurtup cesetlerini kendilerine vermiş olduğu halde…
Ve şöyle diyorlardı:

Padişahımız İbrahim Paşa’yı saklayıp; kürkçü Manol’u ona feda eylemiş. Halife olan bir padişaha böyle yalan yakışır mı?

Oysa İbrahim Paşa’yı tanıyor ve boğulup kendilerine verilen cesedin, İbrahim Paşa’nın cesedi olduğunu biliyorlardı.

Ama bela çıkarmak istiyorlardı.
Nevşehirli İbrahim Paşa’nın cesedini, bir hamal beygirine yükleyip, Bab-ı Hümayun önüne getirmeye kalktılar. Yolda ceset attan düştü. Bunun üstüne boğazına bir ip takıp, ipi atini kuyruğuna bağladılar ve cesedi sürükleyerek götürdüler Bab-ı Hümayun’a…

Bağırıp çağırıyorlardı: Bu ceset İbrahim Paşa’nın cesedi, değil.
Sultan Ahmet, Alay Köşkü penceresini açarak:
– O değilse yarın asıl kendisini verelim, demiş ve pencereyi kapatmış, sonra da saltanattan çekilmeye karar vermişti. Tarih 2 Ekim 1730.

III. Ahmet’in yerine devrik ağabeyi II. Mustafa’nın oğlu, I. Mahmut geçti. Sultan Ahmet haremdeki dairesine çekildi.

“Bütün isteklerini elde eden isyancılar, bununla da yetinmemiş, İstanbul’un çeşitli semtlerine dağılarak yağmaya başlamışlardı. Bir hafta sonra on iki yıl içinde binlerce altın liraya yaptırılan kasır ve köşklerden, dünyaya ün salan lale bahçelerinden geriye yalnızca yıkıntılar kalmıştı.”

Sultan Ahmet, tahttan indirildikten sonra daha beş yıl yaşamış ve 13 Haziran 1736’da, altmış üç yaşındayken ölmüştür. Kabri, Yeni-cami türbesindedir.
Osmanlı İmparatorluğunun son bulmasına kadar daha böyle altı padişah devrilecekti.
Padişahlar, şehzadeler, veziriazamlar da dahil, kimsenin güvencesinin olmadığı bir imparatorluktu Osmanlı İmparatorluğu…
Kimin, kimi, ne zaman devireceği de belli olmazdı, kimin, kimi, ne zaman öldüreceği de…

Bundan kırk beş, elli yıl önce; bizim lisedeki tarih hocaları, o zamana dek yüzlerce öğrenci yetiştirmiş, sağlam donatımlı, üst düzey insanlar oldukları halde, kuru kuruya yazılmış okul kitaplarının pek dışına çıkmazlar; bizlerde daha derinliğine bir tarih zevkiyle, bir tarih merakı uyandırmaktan adeta kaçınırlardı.
Genellikle uyguladıkları yöntem, kitapta çalışacağımız bölümleri işaretleyip, sonra da o bölümlerden sıramız geldikçe hepimizi tek tek kara tahta önünde sözlüye kaldırmaktı.
Bazen da hiç beklemediğimiz bir gün, sınıfa girince: Birer beyaz kâğıt çıkarın, der ve yazılı yaparlardı.

Çoğumuzda hoşafın yağı kesilirdi.
Kimimiz, dirsek dürtmeleriyle yanımızdakinden yardım ister; kimimiz hocaya sezdirmeden ileri doğru azıcık meyillenip önümüzdekinin yazdıklarından bir şeyler koparmaya çalışırdık.

Kopyacılıkta şampiyonluğu tekellerinde tutanlar ise, ne olur ne olmaz diye daha önceden yırtıp, rulo halinde, sıranın altındaki raptiyelenmiş lastikler arasına sıkıştırdıkları kitap sayfalarında, soruların yanıtını bulmaya uğraşırlardı.
Bomba Halit, diye bir tarih hocamız vardı. Yazılılarda kürsünün tepesine çıkıp ayakta durur, tüm sınıfı gözlerinin projektörleriyle sınav sonuna kadar tarardı.
Kendine özgü bir sınav türü icat etmişti,
Soruları toptan yazdırmazdı. Her sorduğunun yanıtı için iki dakikalık bir zaman süresi tanır ve iki dakika dolunca:
“Yazamadıysan çek X’i diye bağırıp öteki soruya geçerdi.
Bomba Halit’in sınav kâğıtlarını okumadığını ve sadece X’leri sayarak, kaç soruya yanıt verilmemişse, notu ona göre attığını anlamıştık.

Artık o kürsünün tepesine çıkıp, soruyu sordu mu, yanıtını bilmesek de X’i çekmiyor, aklımızdan bir şeyler uyduruyorduk. Daha doğrusu kuşku uyandırmamak için, iki yahut üç X’le yetiniyor ve beleşinden 8’leri, 7’leri topluyorduk.
Sonradan dostum olan Bomba Halit’e, okuldayken kendisine karşı yaptığımız bu madrabazlığı anlatmıştım.

“Sen öyle zannet” demişti. “Kıtırcıları saptayıp, önce onları sözlüye kaldırmak için yapardım o testleri… En hoşuma giden de hangi savaşı sorsam, genellikle Galatasaray-Fener maçından bölümler yazmalarıydı.”
Bomba Halit’le de, daha başka tarihçi dostlarımla da, özellikle Osmanlı tarihinin neden salt bir kahramanlar resmigeçidiymiş gibi sunulmak istendiğini çok konuştuk.
Değişik Osmanlı dönemlerinden hemen hepsi, üstünde inceden inceye durulması gereken garip bir anarşi tayfunuydu.
Bu, bitmez tükenmez anarşinin kökünde-ki zehirli kaynak, neden hiç kurutulamadı?

Nasıl oldu da otuz altı padişahtan on dördü, kendi iradelerinin dışında indirildi tahttan?
öğrenci kuşaklarında bu merak uyandırılamadığı zaman, tarih sorularına Galatasaray-Fener maçı yazarak yanıt vermek de adeta doğallaşıyordu.
Patrona Halil ayaklanması sonucu tahtından inen Lale Devri Padişahı III. Ahmet, hiç şehzade boğdurdu mu? Patrona’nın adamları, Sultan III, Ahmet’in “küçük amcası H.Ahmet’in oğlu” yeğeni şehzade İbrahim’i boğdurduğu iddiasındaydılar?
Prof. Uzunçarşılı ise bu konuda şöyle yazıyor:

“…yirmi iki yaşında vefat eden ve veliaht olan bu şehzadenin cenazesi Darüssaade kapısı önünde teneşir tahtasına konulduğu zaman, halkın fikr-i fasidini izale için padişahın emriyle vezirler, ulema ve ocak ağaları, açıp baktıktan sonra gasl olunmuş ve bir su-i kasdi olmadığı görülmüştür.”

1754-1757 arasında üç yıl iktidarda kalmış olan III. Osman da, o sırada kırk iki yaşında olan (küçük amcası III. Ahmet’in oğlu) yeğeni veliaht Şehzade Mehmet’i boğdurtmuştur. Tarih, Aralık 1756.
Tahta çıkmadan öldürülmüş son veliaht şehzade de Mehmet olmuştur.
Öldürülmüş şehzadelerle devrilmiş padişahları, becerebildiğimiz kadarıyla anlatmaya çalışırken, nihayet sıra III. Selim’e geldi. Kendisi devrilmiş padişahların dokuzuncusu… Genel sıralamada ise yirmi sekizinci padişah.

Osmanlı döneminde hayat vatandaş için kölelik devletliler için ise vahşet demekti. Şehzade olarak doğanların yüzde doksanını yağlı kement beklerken, Sultan olanların da yarısı kendi askerlerinin ihaneti ile öldürülürdü. Hepsinin de ömürleri çok kısa ve cefa doluydu, zevkü sefa sadece halka değil devletlilere de haram idi.



1789’da, Fransız devriminin başladığı yıl, yirmi dokuz yaşındayken çıktı tahta…
Osmanlı devletinin çağdaş bir devlet olamadığı, gün günden daha çok berraklaşıp aynalaşıyordu.
Daha 17. yüzyılın başında bunu sezenler olmuş ve Yeniçeri ocağını değiştirip yenilemek dahi düşünülmüştü.
Sultan II. Osman’ın tahttan indirilip husyeleri sıkılarak öldürülmesinin de öz nedeni asıl buydu.

18. yüzyılın ortasına doğru II. Ahmet’in vezir-i azamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın da Üsküdar’da bir kışla yaptırarak, Fransa’dan getirttiği uzmanlarla askerlikte yeni bir yöntem uygulamaya başlaması; Patrona Halil ayaklanmasının gizli fitillerinden en etkilisini tutuşturmuştur.
III. Ahmet tahttan indirilmiş, Nevşehirli’nin isyancılara teslim edilen cesedi paramparça edilmişti; hem de “bu ceset İbrahim Paşa’nın değil” naralarıyla yer gök inletilmişti.
Şimdi de Selim, “Nizam-ı Cedid” Yeni Düzen diye devleti modernleştirmede yeni atılımlara kalkmıştı.
Yine Fransa’dan ordu ve tersane işlerinde çalışacak uzmanlar getirilmiş, yeniçeri örgütü dışında, yeni bir ordunun biçimlendirilmesi için de “Talimli Asker Nezareti ” diye bir bakanlık kurulmuştu.
Bu konuda Prof Enver Ziya Karal şöyle diyor;

“Nizam-ı Cedid programının yürütülmesi için, kuvvetli bir ıslahatçı ekibin varlığı, aydın sınıfın ıslahat düşüncesini açık gönül ile kabul etmesi ve imparatorlukta bir barış devrinin kurulması gerekli idi. Halbuki III. Selim devrinde, bu şartların hiçbir vakit ve hiç bir suretle gerçekleşmediği görülmektedir.

Gerçekten de o dönemde camilerde şu tür vaazlar veriliyordu;

Askere setre pantol giydirilip imanına halel getiren, önlerine muallim diye Frenkleri düşüren padişaha elbette Allah yardımını çok görür.”

Enver Ziya Karal’a göre:
Bu propaganda’nın tesiri en çok yeniçeriler arasında görüldü ve o kadar görüldü ki, onlardan birine bir gün latife olarak:
- Nizam-ı Cedid olur musunuz? Denildikte,
- Hâşâ, Moskof olurum, Nizam-ı Cedid olmam diye cevap vermiştir.
Tutucularla yenilikçiler Trakya’da silahlı bir iç savaşa girmek üzereydiler. III. Selim, belanın daha büyümemesi için savaşı önledi, Tarih 1806,

II. Mustafa’nın asker zoruyla Edirne’de devrilmesine nasıl “I. Edirne Vakası” denmişse buna da II. Edirne vakası denmiştir.
Özet olarak III. Selim’in tahttan indirilerek öldürülmesi şöyle olmuştur:

1 –Boğaz’daki kalelere Trabzon dolaylarından iki bin kadar “yamak asker” getirilip yerleştirilmişti. “Nizam-ı Cedid” kılığına girmeyiz, diye önce onlar ayaklandı. 1807. İçlerinden Kabakçı Mustafa’yı başlarına lider seçtiler.

2- Kabakçı Mustafa, ayaklanmanın nedenini halka şöyle açıkladı:
“Ey ahali, meramımız Nizam-ı Cedid belasını kaldırmaktır. Başka niyetimiz yoktur. Müslüman olanlar, kendilerini ocaklı bilenler bizimle beraber olsunlar”

3- III. Selim’in yeğeni veliaht Şehzade Mustafa ve Şeyhülislam Topal Ataullah Efendi, Kabakçı’yı tutuyorlardı.

Vezir-i Azam vekili Köse Mustafa Paşa da, “Yamaklar Ayaklanması’nı bastıracağına basit bir iş diye padişahı uyuttu. Yoksa yeni kurulan “Nizam-ı Cedid” askeri çok çabuk bastırabilirdi olayı.

4- III. Selim Nizam-ı Cedid’in kaldırıldığına dair bir hatt-ı hümayun yazdı. Vezir-i Azam vekili Musa Paşa da el altından Kabakçı’ya on bir kişilik bir “kurban” listesi gönderdi. Kabakçı da “kurban” listesindekileri öldürmek için III. Selim’den istedi.
5. III. Selim, listede adları olanları Kabakçı Mustafa ile adamlarına teslim etti. İsyancılar da “on bir kurbanı” korkunç işkencelerle paramparça ettiler.
6- Bu kez de III. Selim’in tahttan indirilmesi sorunu getirildi gündeme. İstanbul kadısı, Yeniçerilerle şu sorunu tartışıyordu; “Bundan sonra bu padişaha emniyet olmaz. Sultan Selim’in saltanatta istiklali yok. Hükümeti birtakım zalimlerin eline verdi. Kendisi zevk-ü sefa ile meşgul. Devlete getirdikleri de fukaraya ve reayaya zulüm yapıyorlar; böyle bir padişahın hilafeti sahih midir?”
7- Şeyhülislam Topal Ataullah Efendi “değildir” cevabını verdi ve “hal fetvası”nı yazdı.
8- İsyancılar, “Sultan Selim’i istemiyoruz. Sultan Mustafa efendimizi istiyoruz” diye bağırıp çağırıyorlardı.
Ve III. Selim padişahlıktan çekildiğini açıkladı. 1807

9- IV. Mustafa padişah oldu. Ancak bu olaya pek kızmış biri vardı, eski bir “Serhat Beyi” olan Alemdar Mustafa Paşa..
10- Alemdar Mustafa Paşa, önce yeni padişah IV. Mustafa ile Vezir-i Azam’ı Çelebi Mustafa Paşa’nın güvenlerini kazandı. Ve III. Selim’in devrilmesinden bir yıl kadar sonra, saraydan izin alarak ordusuyla Rumeli’den İstanbul’a geldi.
11- Ve ayni gün Babıâli’yi basarak, Çelebi Mustafa Paşa’dan sadaret mührünü aldı. Tarih 28 Temmuz 1808
12- IV. Mustafa ve adamları korku içindeydiler. Önlerinde tek bir kurtuluş yolu vardı. Devrik II. Selim’le yeni padişahın yirmi dört yaşındaki küçük kardeşi Mahmut’u, Alemdar saraya gelmeden öldürürlerse, Osmanlı hanedanından sadece bir IV. Mustafa kalacaktı hayatta. Böyle bir durumda da IV. Mustafa’yı kimse tahttan indiremezdi.
13- Bu kanlı plan hemen uygulandı. Alemdar saray kapısından içeri girdiği sırada, IV. Mustafa’nın adamları dairesinde kitap okumakta olan III. Selim’i hançerleye hançerleye öldürdüler. Vakit olmadığı için, hanedan üyelerine uygulanan “boğarak, kan dökmeden öldürme” geleneği rafa kaldırılmıştı.
14- Cellât ekibi, Selim’i öldürdükten sonra Şehzade Mahmut’un dairesine koştu. Oradaki Cevahir Kalfa diye yürekli bir cariye gelenlerin gözlerine kül fırlattı. O sırada birkaç kişi de Şehzade Mahmut’u bacadan dama çıkararak kurtardı.
15- Alemdar Mustafa Paşa, IV. Mustafa’yı tahttan indirdi, yerine yirmi dört yaşındaki küçük kardeşi şehzade Mahmut’u çıkardı. 

Sultan II. Mahmut



Ve Sultan II. Mahmut sonunda ağabeyi IV. Mustafa’yı boğdurttu.

Böylece IV. Mustafa tahttan indirilmiş padişahların onuncusu oluyordu. Eğer Yavuz Selim’in tahttan indirildikten sonra zehirleyerek öldürdüğü babası II. Beyazıt’ı saymazsak; IV. Mustafa, Genç Osman, Deli İbrahim, III. Selim’den sonra öldürülmüş padişahların da dördüncüsü oluyordu. Tarih 1808.
Genel sıralamada kendisi 29. Padişahtı.
Bizim gençliğimizdeki yazılı tarih sınavlarında bazı arkadaşlar yanıtını bilmedikleri bir soru geldiği zaman, sorunun karşılığını boş bırakmamak için, Galatasaray – Fener maçından bölümler aktarırlardı.
Şayet hoca, kâğıtları okumadan sadece göz gezdirmekle yetinirse, yanıtı verilmemiş soru bolluğu dikkatini çekmesin diye.
Bir futbol maçı kadar bile ilgi uyandırmamış bir tarih olur mu hiç?
Tabii tarihin gerçek yüzü geri planlara itilip, tarih diye ortaya sadece mehter takımının davul gümbürtüsü çıkartılırsa o başka.

Geldik kitabın sonuna.
Bizde Osmanlı tarihiyle ilgili yazıların en düğmüklü yanı nedir biliyor musunuz? Ülkeyle o ülkeyi yönetmiş olan Osmanlı ailesinin, aşırı ölçüde özdeş, daha doğrusu “aynı şey” sayılması.

Ne Rus İmparatorluğuyla, bu imparatorluğu yönetmiş olan Romanov’lar; ne Fransa İmparatorluğu’yla, onun yönetimini elinde tutmuş olan Bourbon’lar; ne Avusturya İmparatorluğu’yla, onun ünlü hanedanı Habsburg’lar; yönettikleri ülkelerle bu kadar özdeş ve bu kadar “aynı şey” olarak görülmüştür.
Rusça Romanov’ca değildi. Fransızca da Bourbon’ca değildi. Almanca da Habsburg’ca olmadığı gibi. Oysa bizim ülkemiz de Osmanlı ülkesiydi, imparatorluğumuz da Osmanlı İmparatorluğu’ydu; dilimiz de Osmanlıca’ydı.

Öyleyse bizler kimdik? Sadece bir tek ailenin kulları mı?
Her kul, kulluğunu ettiği kişilerin “Çok büyük, çok üstün, çok değerli, çok güçlü, çok bahadır, çok kutsal vs. olduğuna kendini inandırarak; neden onunla eşit değil de, ona kul olduğuna dair bir gerekçe yaratır.
Ve bu görünmez gerekçe, toplumsal bir koşullanmaya döner sonunda.
Öyle bir koşullanma ki, kullar da, kulluğunu ettikleri kişilerin başarılarından kendilerine onur payı çıkarmaya başlarlar.
Böylesi bir “kulluk” alışkanlığıyla kireçlenmesini kıramadıkça, toplumu, havasız bir mağarada kalıplaşıp kalmaktan kurtarma olanağı yoktur.
Bir toplumun yaşamsal solunumu, özgün düşünce fırtınalarının taşıdığı taze oksijenlerle güçlenip gelişebilir ancak.
Her hanedan gibi, Osmanlı hanedanı da bir aileydi. Ne var ki bu ailenin tarihi – imparatorluk tarihinden ayrı olarak hiç yazılmadı. Eğer anaları, babaları, dedeleri, nineleri, kayınpederleri, kayınvalideleri, gelinleri, damatları, torunları vs. ile kimin kim olduğunu belirleyen bir Osmanoğulları ansiklopedisi yapılmış olsa idi sanırız yoğun ilgi görürdü.
Osmanlı ailesi neden birbirini yemekten kurtulamadı ve kendini aşamadı?

Bunun analizlerini yapmak ayrı bir konu. Bana sorarsanız, “kişisel ve sınırsız bir irade hipnozu”, akılcı ve kendi kendini doğrulama kaygısı taşıyan her türlü düzenlemeyle tutarlığın ötesine taşıyordu… Ve kanlı boğuşmalarla, anlamsız bir kaosun içinde yuvarlanıp durmaktan bir türlü kurtulamıyordu. Boyuna kardeş kardeşi öldürüyor, boyuna yeniçeriler ayaklanıyor. Sık sık padişahlar devriliyor ve ekonomik yapı hiçbir şahlanma göstermiyordu. Hukuksal yapının da hiçbir gelişme göstermemesi gibi.

Devrilmiş onuncu padişah olan IV. ” sayılması.
Mustafa’dan sonra kardeşi II. Mahmut çıktı tahta. 1808.
Yeniçeri yine ayaklandı. IV. Mustafa’yı devirip yerine II. Mahmut’u çıkarttıktan sonra vezir-i azamlığa getirilmiş olan Alemdar Mustafa Paşa’yı öldürdü.

Yeniçerinin asıl derdi II. Mahmut’u alaşağı etmek ve saltanata eski devrik padişah IV. Mustafa’yı bir kez daha oturtmaktı.
II. Mahmut otuz bir yıl kaldı iktidarda. Yeniçeri Ocağı’nın binlerce adamını kılıçtan geçirerek ağaçlara astı. Tarih 1826. Bu eski ve yozlaşmış ocağın ortadan kaldırılmasına “Vak’a-i Hayriye” (Hayırlı Olay) dendi.

Sultan II. Mahmut elli beş yaşında öldü. 1839. Yerine on altı yaşındaki Sultan Abdülmecit geçti.
Bir ara saltanatın, büyük kardeşten sonra gelen kardeşe değil de, doğrudan babadan oğla geçmesini düşünmüştü.
Vezir-i azam Mehmet Paşa, böyle bir uygulama için küçük kardeşi Şehzade Abdülaziz’i boğdurtması gerektiğini ima etmişti.
Prof. Enver Ziya Karal’a göre Abdülmecit, “bu imalı teklifi nefretle karşılamıştı. “
Sultan Mecit, yirmi iki yıl kaldı iktidarda ve devrilmeden öldü. Tarih 1861.

Sultan Abdülmecit’in yerine, kardeşi Sultan Abdülaziz geçtiği zaman otuz bir yaşstrongında idi. On beş yıl kaldı iktidarda. Ve tahttan zorla indirildi. Böylece Sultan Aziz genel sıralamada otuz ikinci padişah, devrik padişahlar arasında da on birinci oluyordu.
Yeni ve gizli bir siyasal kuruluş olan ve “Hürriyet” isteyen “Yeni Osmanlılar” Avrupa’da eyleme geçmişlerdi. “Talebe- i ulum” da eyleme geçmişti.
Sarayın önde gelen vezir, nazır ve komutanları 30 mayıs 1876 günü bir hükümet darbesi yaparak Sultan Abdülaziz’i tahttan indirdiler. Sultan Aziz, tahttan indirildiğinin dördüncü günü bilekleri kesilmiş ölü olarak bulundu. Bu bir cinayet mi, yoksa bir intihar mıydı? Hala aydınlatılmış değil.

Sultan Aziz’in yerine, Abdülmecit’in büyük oğlu V. Murat çıkarıldı. Otuz altı yaşında idi. Mayıs’tan Ağustos’a kadar dört ay kalabildi iktidarda. 31 Mayıs 1876’da çıkmıştı tahta, 31 Ağustos 1876’da indirildi ve Çırağan Sarayı’nda gözaltına alındı.
Çevresindeki nazırlar, el altından kardeşi II. Abdülhamit ile anlaşmışlar ve V. Murat’ın ruhsal sağlığı açısından, sıkı bir kontrolden geçmesi gerektiğini düşünerek, Avrupa’dan özel doktorlar getirmişlerdi. Doktorlar V. Murat’ın akli dengesinin yerinde olmadığına dair rapor verdiler. Tahttan hemen indirilmesine güçlü bir gerekçe oldu bu rapor. Genel sıralamada otuz üçüncü padişahtı; devrik padişahlar arasında on ikinci.

1876’da otuz dört yaşında tahta çıkan Sultan II. Abdülhamit, otuz üç yıl kaldı iktidarda. 
Sonra da zorla indirildi tahtından. 1909. O da on üçüncü devrik padişah oldu.



Eski tarihle 31 Mart 1325 (yani 13 Nisan 1909) ‘da bir ayaklanma oldu İstanbul’da. Selanik’te kurulan Hareket Ordusu, 23 – 24 Nisan gecesi İstanbul’a girerek ayaklanmayı bastırdı. II. Abdülhamit bu ayaklanmayı kışkırttığı gerekçesiyle 27 Nisan’da indirildi tahtından ve Selanik’e götürüldü. Üç yıl kaldı Selanik’te. 1912’de tekrar İstanbul’a getirildi ve Beylerbeyi Sarayı’nda gözaltına alındı. 10 Şubat 1918’de orada öldü.

1909’da altmış beş yaşında tahta çıkarılan Sultan Reşat, Sultan Abdülmecit’in üçüncü oğluydu. Onu kimse devirmedi. Dokuz yıl kaldı iktidarda ve yetmiş dört yaşındayken eceliyle öldü.
Abdülmecit’in dördüncü oğlu Sultan Vahdettin 1918’de elli yedi yaşında çıktı tahta… Dört yıl sürdü saltanatı. 17 Ekim 1922’de bir İngiliz zırhlısına binerek, saltanatından da, İstanbul’dan da ayrıldı. Böylece hem otuz altıncı son padişah oldu, hem de devrilmiş on dördüncü padişah.



Yıldırım Beyazıt’ın tutsak düşmesinden sonraki “kardeşler kavgası” döneminde, ayni anda saltanat sürdürmüş şehzadeler vardır. Süleyman Çelebi gibi, Musa Çelebi gibi; II. Murat döneminde (Düzmece) Mustafa Çelebi gibi.

Dış kaynaklardan bazıları, onları da Osmanlı Padişahları arasında gösteriyor. O değerlendirmeye göre de padişah sayısı otuz dokuza, devrik sayısı on yediye çıkmış oluyor. Hani neredeyse yarı yarıya…
Osmanlı egemenleriyle Osmanlı dünyası bir de psikolojik ve psiko-sosyolojik yönden ele alınarak, enine boyun dört dörtlük incelenseydi. .
Belki o zaman sanatta da, yaratıcılıkta da, düşüncede de, gözlemcilik, gerçekçilik ve yorumculukta da, evrensel ölçüleri yakalar ve beyinsellik bayrağını çağın en önünde koşturanların arasına girerdik.

İsa’dan önce 5. Yüzyılda Delfi’deki Apollon tapınağının üstünde ünlü bir yazı vardı: “Kendi Kendini Tanı” Sokrates’in ağzından düşürmediği bir sözdü bu.
Ne insanlar kendi kendilerini tam tanıyabilirler, ne de toplumlar. ,Ama savsaklamadan, kaytarmadan ve daha gerçeğini bulmaya çalışarak, sürekli kendini tanıma çabaları; sade geçmişte değil, her dönemde “Var olma ufuklarını avuç menzili içinde tutabilmenin tek yöntemi galiba.
Gönül ister ki bizim de avuçlarımız, her gerçeğe daha içten, daha yüreklice yaklaşsın.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...