12 Mart 2018

Tarihte Müslümanlara Yapılan Vahşet Ve Katliamlar

Tarihte Müslümanlara Yapılan Vahşet Ve Katliamlar

Tarihte Müslümanlara Yapılan Vahşet Ve Katliamlar

Batı ülkelerinin tarihinde, vahşet, yamyamlık, katliam, soykırım, işkence, tecavüz, yağmalama, sömürme adeta sıradan eylemlerdir

Batı ülkelerinin tarihinde, vahşet, yamyamlık, katliam, soykırım, işkence, tecavüz, yağmalama, sömürme adeta sıradan eylemlerdir.   Târihte İslâm’ın nezâfetini, şefkat ve adâletini gösteren pek çok misâller bulunduğu gibi; insanlıktan çıkmış olan küfür ehlinin gaddarlık, zulüm ve vahşetini sergileyen pek çok örnekler de mevcuttur. Haçlı seferleri’nden günümüze kadar süregelen haçlı barbarlığı ve yahudi ve hıristiyanların kendi dinlerinden olmayanlara, husûsiyetle müslümanlara yaptıkları zulüm ve katliamlar bunun en açık delilleridir.   Roger Graudy’nin sunduğu şu tespit, küffârın asırlardır hiç değişmeyen bu husustaki tavrını özetler mâhiyettedir:   “Batı, katliam yapma istidâdına sahiptir. Size neleri hatırlatayım ki? Amerikan kızılderililerinin imhâ edilmesini mi? Esir ticaretini mi? Hiroşima’yı mı? Auschwitz’i mi? hıristiyan batı uygarlığı budur!.. 

Biliyor musunuz ki; dünyadaki zenginliklerin yüzde 80’i, nüfusun yüzde 20’si tarafından kontrol edilmekte ve tüketilmektedir? Yılda 40 milyon kişi ölmektedir ki, bu da gün başına bir Hiroşima demektir. Önce ateşi alevlendiriyorlar, sonra da itfaiyecilik oyunu oynuyorlar! Hâlâ haçlı seferleri devrini yaşamaktayız...” (İsmail Çolak, “Yeni Dünya Düzeninde Osmanlı’yı Aramak”, s. 37, bas.: İstanbul, 2000.)   Asırlar boyunca müslümanlara her türlü vahşet ve barbarlığı uygulayan, sonra da utanmadan bu vahşet ve barbarlığı müslümanlara atfetmeye kalkışan küffar devletleri; târih boyunca ortaya attıkları çirkin yalan ve ftirâlarını bugün de çeşitli yollarla sürdürmekte; cehâlet, zulüm ve vahşetle dolu olan karanlık geçmişlerine bakmadan; İslâm’ı terör dini, müslümanları da terörist gibi göstermeye cür’et etmektedirler.       

HAÇLI VAHŞETİNİ PATRİK VE RÂHİPLER KÖRÜKLEMİŞTİ:   
Haçlı seferleri’nde barbar hıristiyanların zulüm ve katliâmda had safhaya ulaşması, tamâmen seferleri başlatan Papa II. Urban’ın ve kilisede çığırtkanlık yapan adamlarının kışkırtma ve tahriklerinden ileri geliyordu. Çünkü kilisede türlü mel’anetler işleyen râhip ve papazlar, zâten câhil oldukları için hıristiyanlığa inanan şuursuz ve anlayışsız halkı; müslümanları öldürdükleri taktirde günahlarından arınacaklarını, endüljansa sâhip olacaklarını, Kutsal ruh’u ve İsâ’yı hoşnut kılacaklarını ve buna benzer asılsız safsataları telkin ederek azdırmaya, kin ve nefretlerini uyandırıp müslümanları topyekün ortadan kaldırmaya teşvik ediyorlardı.   Allah-u Teâlâ küffârın müslümanlara karşı gönüllerinde besledikleri kin ve nefretin büyüklüğüne dikkati çekerek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:   

“Onlar size fenalık etmekten aslâ geri kalmazlar, size sıkıntı verecek şeyleri isteyip dururlar. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinin gizledikleri ise daha büyüktür!   Eğer düşünürseniz, âyetleri size açıklamış bulunuyoruz.” (Âl-i imrân: 118)   Bu Âyet-i kerime küfre ve kâfirlere meyledenler için bir ihtardır. Yâni size bu ilâhî hükümleri hatırlatıyoruz ki, onlardan her zaman uzak durun ve tehlikelerinden sakınmak için dâimâ uyanık bulunun. Onlara bu gözle bakma istidâdını kaybedenler bu tehlikeyi idrakten de mahrum kalmışlardır. Bu ilâhî hüküm hatırdan çıkarılmamalı, bugün ellerine fırsat geçse yine aynı şeyi yapacakları unutulmamalıdır.   

Haçlı seferleri’nin kışkırtıcılığını üstlenen Papa II. Urban, arka plânda tamâmen siyâsî menfaatler elde etmeyi arzuladığı hâlde, “Kutsal savaş” nidâlarıyla hıristiyan halkı galeyâna getirip müslümanların üzerine salarken, onları kışkırtmak için her türlü yalan ve hîleye başvuruyor, uydurduğu asılsız iğvâlarla gönüllerindeki kin ve nefret hislerini canlandırıp harekete geçirmeye çalışıyordu:   “Lânetlenmiş bir millet, hıristiyan beldelerini kasıp kavurdu, ateş ve zulüm yağdırdı. Bu alçaklıkların intikamını, Tanrı’nın kahramanlıkta diğer milletlerden üstün kıldığı (!) sizlerden başka kim alabilir? Vazifelerin en önemlisi mukaddes Kudüs’ü kurtarmak, mukaddes yerleri istilâ eden pis milletten kutsal yerleri geri almaktır.”   “Tanrı, İsa’ya tapanların yardımına koşmaya ve topraklarından uzaklarda, o lânetli ırkı kökünden kazımaya, ister şövalye, ister halktan olsun, ister zengin ister yoksul olsun, herkesi sık sık dâvet etmeniz için, İsa’nın bayrağını taşıyan sizleri benim ağzımdan teşvik etmektedir.” (Fuad Carım, “Haçlı Seferleri ve Kruvazadlar”, s. 10.)   

Haçlı seferlerinde hıristiyan çapulcu sürüsüne önderlik edenlerden Saint Bernard ise, etrafında topladığı kuru kalabalığa şöyle diyordu:   “Kendisini düşmanlarına karşı savunmayanları cezâlandıracağını bildirmeye ulu Tanrı beni görevlendirmiştir. Hemen silâha sarılın; savaşta hepinizi mukaddes bir hınç canlandırsın ve hıristiyanlık âlemi, elçinin ‘Kılıcını kana batırmayana yazıklar olsun!’ sözleriyle çınlasın...” (Fuad Carım, “Haçlı Seferleri ve Kruvazadlar”, s. 12.)   Bu asâletsiz papaz takımı, bu gibi sözlerle, etraflarındaki câhillere her ne kadar kendilerinin ilâhî bir vazife gördüklerini ispatlamaya çalışmışlarsa da, aralarındaki insaf ve vicdan sâhibi bâzı papazları dahi kandıramamışlardır.   Nitekim bölge halkına her türlü vahşeti, katli ve dayanılmaz işkenceyi revâ gören, insanlıktan zerre kadar nasip alamamış bu barbar haçlı sürüsünün çirkin katliamlarından tiksinen L. Pierre Anquetil adlı râhip, yazdığı eserde: “Sâdece dinî hislerle hareket eden pek az haçlı vardı” derken; yine yapılan çirkin işlere tahammül edemeyen İngiliz târihçi Thomas Fuller’de; “Şeytanın aşağılık hizmetkârlarının Allah’ın askeri hâline geldiklerini görmek çok hazin bir şeydi!..” diyerek, haçlı gürûhunun katliamlarından duyduğu utanç ve nefreti dile getirmişti.(Thomas Fuller - Holywar “Kutsal Savaş veya Haçlı Seferleri Tarihi”, c. 1, Bölüm 24.)   

Vahşet ve yamyamlık duygularını müslümanların etleriyle ve kanlarıyla bastırmak için yola koyulan haçlı gürûhu, iddiâ edildiği gibi soylu ve asil (!) askerlerden değil, aksine tamâmen dengesi bozuk, çürük-çarık, seviyesiz mahlûklardan ibâret olan “suçlular, bulaşıcı hastalık taşıyanlar, günahkârlar, dinsizler, kutsal şeylere karşı saygısız hırsız ve haydutlar, kâtiller, kendi ana veya babasını öldürenler, yalancı tanıklıktan suçlu olanlar, zinâ işleyen erkekler, vatan hâinleri, korsanlar, fâhişe tüccarları, ayyaşlar, tâlih oyuncuları, ikiyüzlü keşişler, genelevde yaşamak için kocalarını terk eden kadınlar ve gerçek eşlerini bırakıp yerine başkalarını alan erkekler”den meydana geliyordu. (“Batı’nın Doğu Politikasının Ahlâken İflâsı”, trc.: Ziyad Ebuzziyâ, Ankara, 1988, s. 100, 105.)   Haçlıları temsil makâmında bulunmasına rağmen râhip Fleury de haçlı seferlerine katılan hıristiyan süvârileri hakkında; “Haçlı seferi, borca boğulmuş kimselere borçlarından kurtulmak için, mücrimlerin ve mahkûmların cezâ çekmemeleri için, kilise nizamlarına uymamaktan disiplin cezalarına çarptırılmış ruhbanın affedilmeleri için, manastırın ağır hayatına dayanamayan rahiplerin manastırı terk edebilmeleri için, hayat kadınlarına mesleklerini daha serbestçe icrâ imkânı bulabilmeleri için fırsatlar ve kolaylıklar bahşediyordu. Bunlar gözönüne alınarak, haçlı gürûhunun ne gibi insanlardan oluştuğu düşünülsün!” demekten kendini alamıyordu.(R. C. Financane, “Soldiers of the Faith: Crusaders and Muslims at War”, s. 39. bas.: London, 1983.)       

HAÇLILAR’IN KATLETTİKLERİ TÜRKLER’İN ETLERİNİ KIZARTIP YEMELERİ:   
Fransız Akademisi üyelerinden Funck Bretano’nun ifâdesine göre; vahşî hayvan sürülerinden farksız olan haçlı gürûhu 1096 yılında Anadolu topraklarına saldırdıklarında, İznik civârında yakaladıkları müslüman çocukları parçalamışlar, etlerini şişlere geçirip ateşte kızartmışlar ve henüz pişmeden çiğ çiğ yutmuşlardı. Antakya’ya ulaştıklarında ise, başlarındaki kan içi papaz Pierre I’Ermit’in ısrârıyla, yerlerde yatan şehid Türkler’in cesedlerini birer birer toplamışlar, etlerini kemiklerinden ayırmışlar; sonra da tuzlamış, pişirmiş ve karınlarını bununla doyurmuşlardı. Onlar kızarttıkları müslüman etleriyle iştahlarını (!) tatmin ederken, ölenlerin zincire vurulmuş olan yakınları da surlardan büyük bir acı ve çâresizlik içinde, gözyaşları dökerek olup biteni seyrediyorlardı.   Brentano eserinde devamla, Fransızlar’ın millî destan (!) olarak kabul ettikleri “Chanson d’Antioche”den şu tüyler ürpertici satırları nakleder:   “Antakya önlerinde açlıktan şikâyet eden haçlılara, hıristiyan din adamı (!) Pierre I’Ermit şu tavsiyede bulunur: ‘Açlığınızın sebebi korkaklığınızdır. Türk cesedlerini toplayın! Tuzlayarak pişirilirse daha lezzetli olur!..” Bunun üzerine haçlılar onun dediğini yaptılar.” (Funck Brentano, “Les Croisades”, Paris 1934, s. 24.)   Bugün kendilerini medenî olarak tanıtmaya çalışan ve müslüman devletlere kendilerince medeniyet dersi vermeye kalkışan batılı ülkelerin nasıl bir dinî ve millî geçmişe sâhip olduklarını, soylarının ve köklerinin nasıl bir asla dayandığını bu gibi “Millî Destan”larından açıkça görmek mümkündür. 

Bugün ellerine fırsat geçse, yine aynı şeyleri yapacaklarında şüphe yoktur. (Avrupa dillerinin ilk yazılı eserleri arasındaki bu gibi birçok destan, Türkler aleyhindeki söz ve iftiralarla doludur.)   Gözlerini kan ve vahşet bürümüş olan haçlı gürûhu yalnız bu kadarıyla kalmamışlar, Antakya’ya saldırdıklarında yaklaşık on bin Türk’ü boğazlayarak, bölgedeki bütün câmileri yakmışlardı. Nitekim hâdiseyi bizzat gözleriyle gören papaz Lemoine yapılan yağma ve katliamdan bahsederken; “Bizimkiler sokakları dolaşıyor, rastladıkları çocuklarla ihtiyarları paramparça ediyorlardı. Ancak o gün herkes boğazlanamadı. Ertesi gün bizimkiler geri kalanları kestiler.” demişti.(Funck Brentano, “Les Croisades”, Paris 1934, s. 57)   Hıristiyan târihçilerinden Ch. Mills ise, Fransa kralı I. Philippe’nin torunu olan Bohémond’un mide bulandırıcı bir gaddarlığından söz ederek:   “Antakya’da Bohémond, birkaç Türk esirini boğazlattı; herkesin gözü önünde kızarttı. Sonra seyredenlere seslenerek, iştahını tatmin etmek için geldiğini söyledi.” diyordu.(Ch. Mills, “Histoire des Croisades - Haçlı Seferleri Tarihi”, s. 66, 183.)   

Kana susamış olan azgın haçlı sürüsü, Halep’in Maarra kasabasını ele geçirdikten sonra baş gösteren açlıkta da; on beş gün boyunca bataklıkta kalmış olan binlerce müslümanın çürümüş ve kokmuş cesedlerini birer birer parçalamış, sonra da oturup tuzlayarak büyük bir iştahla yutmuşlardı.   Haçlı gürûhunun elebaşıları 1099 milâdî yılında papaya gönderdikleri mektupta, Maarra’da hüküm süren kıtlıkta, karınlarını öldürdükleri müslümanların etlerini yiyerek doyurduklarını açık açık söylemekten çekinmiyorlardı.   Nitekim Fransız târihçilerinden Rudolf of Caen de, onların bu iğrenç fiillerinden behsederek şöyle diyordu: “Askerlerimiz Maarra’da dinsizlerin (müslümanların) yetişkinlerini yemek kazanlarında kaynar suyla haşladılar; çocukları şişlere geçirerek öldürdüler ve sonra da ızgarada pişirip yediler.” (Amin Maalouf, “The Crusades Through Arab Eyes”; London, al-Saqi Books, bas.: 1984, s. 38.)   

Birinci Haçlı seferi’nin meydana geldiği 1099 yılında, Frank kumandanı Raymond Maaratü’n-Nu’man şehrini işgâl etmiş ve bu esnâda yüz binden fazla müslümanı hunharca ve acımasızca katletmişti. Aralarında her türlü pislik ve necislik yaygın olduğu için, bu esnâda haçlılar arasında şiddetli bir kıtlık ve salgın başgöstermişti. Frank ordusunda bulunan ve yaşananlara şâhid olan bir hıristiyanın ifâdesine göre, insanlıkla hiçbir alâkaları bulunmayan bu barbar sürüsü, açlıklarını yerde yatan kokmuş müslümanların etini yiyerek bastırmaya çalışmışlardı:   “Öylesine kıtlık vardı ki, adamlarımız bir süre önce öldürdükleri kimselerin butlarından parçalar kopartıp ateşte kızartıyor ve daha tam pişmeden vahşi ağızlarıyla eti silip süpürüyorlardı.”(“The Crusades Through Arab Eyes”, s. 38-39.)       

HAÇLILARIN İĞRENÇ İCRAATLARI:   
Haçlıların barbarlık ve azgınlıkları, tiksindirici iş ve icraatları yalnız bunlarla sınırlı değildi. Funck Brentano’nun zikrettiği şu mide bulandırıcı sahneler, hayvan sürüsünden farksız olan bu medeniyetsiz gürûhun, insanların değil, hayvanların bile yapamayacağı çirkinlikte işlere bulaştıklarını göstermektedir:   “Bizimkiler susuzluklarını giderebilmek için at ve eşeklerin damarlarını kesip kanlarını ve idrarlarını içtiler. Bazıları lâğımlara kuşaklarını ve paçavralarını daldırıp, bunlarda toplanan suyu emerlerdi. Kimi de arkadaşının idrarını avuçlarına doldurarak içerdi.” (Funck Brentano, “Les Croisades”, s. 76-78, bas.: Paris, 1934.)       

KUDÜS’TE SEL OLUP AKAN MÜSLÜMAN KANI:   
Kudüs’ü istilâ eden vahşî haçlı sürüleri 1096 yılında yetmiş bin müslümanı kılıçtan geçirmişler, yaptıkları bu büyük katliam yetmezmiş gibi, Hazret-i Ömer Câmii’ne sığınan on bin müslüman’ı da boğazlayarak şehid etmişlerdi. Müslümanların kısa bir süre önce huzur ve güven içinde yaşadıkları topraklar, haçlı sürülerinin işgâlinden sonra âdetâ bir mezbahaya dönmüştü.   Birinci Haçlı seferi’nde müslümanların katledilmesine öncülük eden Godefroy de Bouillon, etrâfındaki cânîlere müslümanların etini pişirmelerini tavsiye eden Papa II. Urban’a yazdığı mektupta, Kudüs topraklarını müslümanların kanlarıyla sulamaktan ve kendince “İsâ’nın rûhunu hoşnut etme”yi başarmaktan (!) duyduğu vahşî sevinci, akılları donduran bir üslûpla şöyle bildiriyordu:   “Kudüs’te bulunan bütün Müslümanları katlettik, malûmunuz olsun ki, Süleyman mâbedinde atlarımızın diz kapaklarına kadar Müslüman kanına batmış olarak yüzüyoruz!.” (Necati Kotan, “Tarih Fıkraları”, İstanbul, 1988, s. 80)   Üç gün boyunca Kudüs sokaklarını remen kana boyayan, bütün Kudüs’ü parçalanmış müslüman cesedleriyle dolduran, en kanlı cânîlere dahî parmak ısırtan bu eşi-benzeri görülmemiş vahşet, başka bir kaynakta şöyle târif ediliyordu:   “Haçlılar şehri istilâ ederken, Kudüs’te öldürülen Müslümanların kanının ayak bileği hizâsına çıktığı söyleniyordu.” (Louis Brehier, “Histoire Anonyme De La Premiére Croisade”, bas.: Paris, 1924.)   

ÖLDÜRÜLENLERİN ÇOĞU DA KADIN VE ÇOCUKTU!..   
Gaddarlığın ve vahşetin çığırından çıktığı; insanlık târihinin bir benzerine rastlamadığı, başlı başına bir barbarlık numûnesi olan Kudüs katliâmı başka bir eserde şu sözlerle anlatıyordu: “Katliâm korkunçtu!.. Öldürülenlerin kanları sokaklarda akıyor, atıyla gezenlerin üzerine sıçrıyordu. Akşam karanlığında haçlılar, sevinçten haykırarak kiliseye geldiler ve kana bulanmış ellerini âyin için uzattılar.” (G. E. Perry, “The Middle East: Fourteen Islamic Centuries Englewood Cliffs”, s. 78, bas.: 1983.)   İlk Haçlı seferi’ne bizzat iştirak etmiş bir şövalyenin, daha sonra kaleme aldığı hâtıralarında bizzat görgü şâhidi olarak aktardığı şu mâlumat da en az yukarıdaki kadar tüyler ürperticidir: “Böyle bir katliâmı o güne kadar hiç kimse ne duymuş, ne de görmüştü! Ölüler piramitler şeklinde yığınlar hâline getirilerek yakıldı. Sayılarının ne olduğunu Tanrı bilir.” (T. G. Djuvara, “Türkiye’yi Parçalamak İçin 100 Plân”, s. 37, bas.: İstanbul, 1979.)   Diğer yandan el-Bara şehrinde, büyük-küçük, kadın-erkek demeden bütün şehir ahâlisi kılıçtan geçirilmiş; Hayfa’da ise şehri savunan müslüman askerler ve ahâli, kendileri için emin bir yer olduğu söylenerek, dikili bir haç etrafında toplanmış ve ardından hepsi merhametsizce doğranmıştır. Trablus’taki katliâmı ise, ismi bilinmeyen şövalye: “Adamlarımız onları dağıttı ve birçoğunu öldürdü. Şehirde içeceğimiz suların bulunduğu tanklar bile kan ile kirlenmişti.” diye anlatacaktı.

 (“Türkiye’yi Parçalamak İçin 100 Plân”, s. 37.)   Haçlılar, Kudüs’te işlerini bitirdiklerinde şehir tamamen insan cesetleriyle dolmuştu. Ortaçağ tarihçilerinden Fulcherius Carnotensis, gerçekleşen katliâmın dehşetinden şöyle söz ediyordu: “Şövalye ve askerlerimiz, öldürdükleri insanların midelerini deşip, bağırsaklarının içlerini boşalttılar ve sağken yuttukları altınları aldılar. Bütün evlere giren askerlerimiz, bir kişinin bile sağ kalmasına izin vermediler. Hattâ bebeklerin ve yalvaran kadınların bile!..” Ünlü Arap târihçisi Ebu’l-Fidâ ise “el-Bidâye ve’n-Nihâye” adlı eserinin ilgili kısmında; “Öldürülenlerin büyük bir kısmı Müslümanların ileri gelenleri, âlimleri ve mukaddes mekâna mücâvir olan âbid ve zâhidleriydi.” demekteydi.   Kan ve ete doymayan insan kasaplarının katliâmı, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin bir türlü bitmek tükenmek bilmiyordu. Bunun en büyük örneklerinden biri, Üçüncü Haçlı seferi’ni başlatan İngiliz kralı Aslan Yürekli (!) Richard’ın, bağışlayacağına söz verdiği üç bin müslüman esiri hunharca katletmesiyle ortaya çıkıyordu.   

Nitekim “Histoire des Croisades” adını taşıyan dönemin en önemli târih kaynağının yazarı olan Ch. Mills, milletinin başında bulunan bu kana susamış canavarın, insanlığa sığmayacak kadar çirkin olan bu tavrını: “Kanlı Richard, silâhsız ve savunmasız düşmanlarının boğazlanarak denize atılmalarını emretmiş, ancak hunharlıktan daha aşağılık bir tamah hırsıyla hareket ederek, büyük fidye vererek kendilerini kurtarmak imkânına sahip kimseleri bu âkıbetten uzak tutmuştu.” diyerek kınamıştı.(Ch. Mills, “Histoire des Croisades - Haçlı Seferleri Tarihi”, s. 183.)   Oysa Üçüncü Haçlı seferi’nden sonra Selâhaddin Eyyûbi Hazretleri’nin, büyük bir yenilgiye uğrattığı hıristiyan ordusundan tek bir esiri bile öldürmeye insâfı ve vicdânı elvermemişti. Onları katletmek şöyle dursun, çoğunu tek kuruş bile fidye ödemeden salıvermişti.   Bizans imparatoru Alexis Komnen’in kızı Anna, “Alexis Comnen’in Hayatı” adlı kitabında “Barbarlar” diye târif ettiği haçlıların sergiledikleri vahşetten söz ederken: “En büyük eğlencelerinden biri rastladıkları Müslüman çocukları öldürmek, kızartmak ve yemekti.” diyor; Fuller de bu çocukların çok küçük yaşlarda olduklarına dikkati çekerek; “Boğazlanmamaları için yalvarmasını bile bilmeyen, henüz konuşmaya başlamamış çocuklar, zayıflıkları, kahraman bir savaşçının darbeleri karşısında umumiyetle bağışlanma sebebi olan kadınlar bile boğazlandı.” diyordu.(Thomas Fuller - Holywar, “Kutsal Savaş veya Haçlı Seferleri Tarihi”, c. 1, Bölüm 24.)   

Alman Tarihçi L. Heeren kendisi de bir hıristiyan olmasına rağmen, insanlık târihi boyunca haçlıların yaptığı çirkin katliâmların bir benzerine rastlanmadığını ifâde ederek: “Bunlar Moğollar veya dinsiz kavimlerin taşkınlıklarıyla meydana gelmiyor, onlardan daha da barbar olan hıristiyanlarca yapılıyordu!” demişti. (L. Heeren, “Essai sur I’influence des Croisades - Haçlı Seferlerinin Tesiri Üzerine Deneme”, s. 414.)   Haçlılar’ın Kudüs’e ulaştıklarında yaptıkları katliam ve mezâlimi, Tyre Başpiskoposu William ise “Historia Rerum in Partihus Transmarins Gestarum” adlı eserinde bütün ayrıntılarıyla tasvir ederek şöyle diyordu:   “Karşılaştıkları her düşmanı, hiçbir ayrıma tabi tutmaksızın yere serdiler. Her taraf kan gölüne dönmüştü, her yerde parçalanmış kafa kümeleri vardı. Katledilenlerin cesedlerini çiğnemeden bir yerden bir yere yürümek imkânsızdı. Komutanlar, zaten değişik yolları zorluyarak şehrin hemen hemen merkezine yaklaşmışlar ve ilerledikçe târif etmek için kelimelerin âciz kaldığı bir katliam yapmışlardı. Arkalarında, düşman kanına susamış ve kendilerini yıkıma adamış bir insan topluluğunun öncüsü?”   

“Katledilen çok sayıdaki insan manzarasına, nefret duymaksızın bakmak imkansızdı; her yerde cesed parçaları kol geziyordu. Zemin maktullerin kanlarıyla doluydu. O, sadece kafası gövdesinden ayrılmış ve kötürüm edilen organların, bunlara bakan herkesin tiksintisini uyandıracak şekilde, her tarafa dağılmış cesedler manzarası değildi. Bunlara bakmak, gâliplere, katillerin kendisine bile korkunç geliyordu. Kafadan ayaklara damlayan kanlar, onlarla karşılaşan herkesi dehşete boğuyordu. Sadece Mâbed’in duvarlarında yaklaşık on bin müslümanın yok edildiği bildirilmiştir. İlaveten, şehrin her köşesinde, caddelerde ve mahallelerde uzanan cesetlerin sayısının da bundan az olmadığı tahmin edilmektedir.”   “Askerlerin geri kalanları, ölümden kurtulmak için dar girişlere ve ara yollara saklanmaları muhtemel hayatta kalan sefilleri aramak için şehirde aramadık yer bırakmadılar. Bunlar halkın gözü önünde sürüklenerek koyun gibi boğazlandılar. Bazıları çeteler halinde evlere girerek aile reislerine, bunların eşlerine, çocuklarına ve aile fertlerine her türlü işkenceyi revâ görmüşlerdir. Bu kurbanlar, sefil bir şekilde ölmeleri için ya kılıçtan geçiriliyor ya da yüksek bir yerden kafa üstü yere atılıyordu. Her yağmacı yağmaladığı evin, eşyâlarıyla birlikte dâimî sahibi oluyordu. Çünkü şehrin zaptedilmesinden önce haçlılar, şehri güç kullanarak ele geçirdikten sonra kim tecâvüz yoluyla kendi nâmına birşey kazanırsa, onun mülkiyet hakkına sahip olacağı konusunda anlaşmışlardı. Bunun sonucunda, haçlılar şehri didik didik aradılar ve insanları pervâsızca katlettiler.” (Z. Serdar - M. W. Davies, “Batı Irkçılığının Kaynakları”, s. 39-40. )     

ENDÜLÜS’TEKİ MÜSLÜMANLARIN HIRİSTİYANLAR TARAFINDAN HUNHARCA KATLEDİLİŞİ:   
Müslümanların Endülüs’te büyük bir medeniyet kurmalarını hazmedemeyen İspanyol kilisesi, hâkimiyetleri altında bulunan Endülüs’lü müslümanlara hıristiyan olmaları veyâ bölgeyi terketmeleri yönünde baskı yapmaya başlamış; kısa bir müddet sonra Engizisyon mahkemeleri aracılığıyla, bölgedeki müslüman halka uygulanan baskı, yapılan işkence ve şiddet son haddine varmıştı.   Gustave le Bon, İspanya’daki hıristiyanların müslümanlara yaptıkları barbarlık ve zulmün vahşet ve soykırım seviyesine ulaştığını “Civilasition des Arabes” adlı eserinde şöyle anlatır:   “Zafer kazanan hıristiyanların mağlûp Müslümanlar’a karşı icrâ ettikleri her çeşit zulüm ve katliamların hikâyelerini titremeden okumak mümkün değildir! Onları zorla vaftiz ettirdiler. Kutsal (!) Engizisyon mahkemelerine teslim ederek kabil olduğu kadar diri diri yakılmalarını sağladılar. Bu işleri kestirmeden halletmek için de Tuleytule başrahibi hıristiyanlığı kabul etmeyen bütün Araplar’ın kılıçtan geçirilmelerini emretti. Dominiken tarikatı papazı daha da kestirme hareket etti. Kadın ve çocuklar dâhil, ne kadar müslüman varsa kafalarının uçurulması emrini verdi. İspanya’nın yüksek tabakasını, aydınlarını ve sanâyicilerini teşkil eden üç milyon Arap ya öldürüldü, ya da yarımadadan dışarı atıldı. Sekiz asırdan beri Avrupa’nın üzerine ışık saçan parlak medeniyetleri ebediyyen söndü. Bu korkunç katliamlar yanında, ‘Saint Barteleni Gecesi’ (Protestanların katolikler tarafından katledilme gecesi) basit bir arbede gibi kalır. Şunu da itiraf etmek gerekir ki, en vahşî istilâcılar arasında bile, bu derece korkunç katliamlarda bulunan tek bir kimse gösterilemez!” (Gustave le Bon, “Civilasition des Arabes”, s. 129, 160.)   Bu onların, küfürleri nedeniyle kalplerinin kaskatı oluşundan, gönüllerinde merhametten eser dahî bulunmayışından ileri geliyordu.      

 KAZIKLI VOYVODA’NIN UYGULADIĞI KATLİAM VE VAHŞET:   
Macarlar’ın ‘Drakul’, yani şeytan, Ulahlar’ın ‘Çpelpuç’, yani cellâd, Türkler’in de “Kazıklı Voyvoda” diye isimlendirdiği, ölümünden asırlar sonra filmlere konu olan III. Vlad Tepeş, Fâtih Sultan Mehmed Han döneminde Eflâk voyvodalığına tâyin edilen, ancak kendi halkına uyguladığı görülmemiş işkenceler ve pâdişâha karşı yeltendiği isyan nedeniyle alaşağı edilen zâlim ve gaddar bir kimseydi. Hattâ bu sebeple, dönemin târihçilerinden Tursun Bey “Târîh-i Ebu’l-Feth” adlı eserinde onu “Keferenin Haccac’ı” diye isimlendirmişti.   Kazıklı Voyvoda’nın en sevdiği cezâ yöntemi kazık işkencesiydi. Yemek yerken, kazıklara oturtulmuş insanların çığlıklar içinde can çekişmesini seyrederdi. Hayvanları da kazığa oturtur, öldüttüğü annelerin kızartılmış etlerini çocuklarına zorla yedirirdi. Bazen de annelerin göğüslerini kestirip yerine çocukların başlarını diktirir; insanları doğrayarak çömlek içinde pişirtirdi.   Onun binlerce insanı nasıl acımasızca katlettiğini dönemin papalık elçisi Modrusa şöyle târif etmekteydi:   “Kimilerini arabanın tekerlekleri altında kemiklerini kırdırarak öldürttü, kimilerinin bağırsaklarına varıncaya kadar derilerini yüzdürttü; kimilerini ya kazıklara geçirtti, ya da kor hâlindeki kömürlerin üzerine yatırttı, kimilerinin ise başlarını, göbeklerini, göğüslerini deldirtti; kazıklara otutarak, kazığın ağızlarından çıkmasını sağladı. Böylece, hiçbir işkence yöntemini ihmâl etmedi. 

Annelerin göğüslerine kazıklar saplayıp, bebeklerini bu kazıkların üzerine attırdı.” (Zeynep Dramalı, “Canavarlar Galerisinin Esas Oğlanı: Drakula”, Hürriyet Tarih dergisi, 5 Şubat 2003, s. 5.)   Vahşet ve gaddarlıkta sınır tanımayan Kazıklı Voyvada’nın en büyük düşmanı, himâyeleri altında yaşadığı Türkler’di. Bu hıncını tatmin için bir defâsında kazıklara vurulmuş ve işkenceler içinde can vermekte olan Türkler’in karşısına geçerek, onlara baka baka saray halkıyla birlikte büyük bir iştahla yemek yemişti. Eline Türk esir geçtiğinde ayaklarındaki derinin yüzülmesini ve meydana çıkan kırmızı etlerin tuz ile oğuşturulmasını, sonra da elem ve azabın daha da artması için keçilere yalattırılmasını emrederdi. Fâtih Sultan Mehmed tarafından kendisine gönderilen Osmanlı elçileri, sarıklarını başlarından çıkarıp önünde eğilmeyi kabul etmeyince, sarıklarını üçer çivi ile başlarına çiviletmişti.   Târih kaynaklarında bu hâdiseden şöyle bahsedilir:   

“Bir gün Türk elçileri geldi. Voyvada’nın huzuruna çıkınca onu kendi geleneklerine uygun şekilde selâmladılar. Sarıklarını çıkarmamışlardı. Drakula sordu: ‘Büyük bir prensin huzurundasınız, niçin böyle davranıyorsunuz?’ Osmanlı elçileri dediler ki: ‘Bizim ülkemizde gelenek bu şekildedir!’ Bunun üzerine Drakula, ‘Ben de geleneğinizi pekiştireceğim!’ diyerek, elçilerin sarıklarının kafalarına çivilerle, bir daha çıkarılamayacak şekilde çakılmasını emretti. Ardından da ‘Şimdi gidin pâdişahınıza söyleyin, sizin geleneklerinize boyun eğmem!’ dedi. Ancak kafalarına sarıkları çivilenmiş elçiler, hayatlarını kaybettiklerinden mesajı ulaştıramadılar.” (Zeynep Dramalı, “Canavarlar Galerisinin Esas Oğlanı: Drakula”, a.g.d., s. 5.)   

Drakula’nın korkunç işkenceleri yalnız Müslüman Türkler’le sınırlı kalmıyordu. Kendi halkından gömleği çok kısa ve pantolonu dar bir köylünün karısını, kocasını ortalıkta böyle dolaştırdığı için önce kazığa geçirtti, sonra da adamı yeni bir kadınla evlendirip, yeni kadına da kocasına iyi bakmazsa adamın eski karısının durumuna düşeceğini tenbihledi. Voyvoda’nın zulmünden korkan zavallı kadın, herhangi bir sebeple Drakula’nın öfkesini üstüne çekmemek için, ömrü boyunca saçını süpürge ederek kocasına baktı. Evli bir kadın evlilik dışı bir ilişki kurarsa, ya tenâsül uzvunu kestirir, ya da diri diri derisini yüzdürür; sonra da derisi yüzülmüş vücüdu ve deriyi ayrı ayrı şehirlerin ana meydanlarında halka teşhir ettirirdi. Aynı cezâyı bekâretini koruyamayan kızlara ve namuslarına sahip çıkmayan dullara da tatbik ettirirdi.   Târih boyunca yaşamış en zâlim ve gaddar hükümdarlardan biri olan Kazıklı Voyvoda’nın yaptığı zulümler haddi aşmış, işlediği korkunç cinâyetler artık mide bulandırıcı bir hâl almıştı. Sefilliğine bakmadan Osmanlı Devleti’ne başkaldırmaya kalkışan acımasız voyvodanın defteri, çok geçmeden cihan hükümdârı Fâtih Sultan Mehmed Hân tarafından dürüldü ve yaktığı fitne ve katliam ateşi bir daha alevlenmemek üzere söndü.   Pâdişah’ın kudretli pençesiyle köşeye kıstırılan Kazıklı’nın saltanat ve iktidârı tamâmen dağılmakla kalmadı, binbir güçlükle kaçıp sığındığı Macaristan’da kıskıvrak yakalanarak başı gövdesinden ayrıldı.    

YAHUDİLERİN FİLİSTİN’DE YAPTIKLARI SOYKIRIM VE VAHŞET:   
İsmâil Çolak’ın “Filistin’de Yamyamlara Şapka Çıkarttıran Haçlı-Siyon Barbarlığı” adlı makâlesindeki şu tespitleri, Osmanlı Devleti’nin yıkılışından sonra Arap yarımadasını kan gölüne çeviren yahudi vahşetini özetleyecek mâhiyettedir:   “Haçlı Seferlerinden asırlar sonra Osmanlı hâkimiyetinin sona ermesiyle beraber, bölge ikinci bir şedit/kanlı barbarlık ve soykırım dalgasıyla daha karşılaşacaktı: “Siyonist Vahşet”... Osmanlı’nın bıraktığı boşluğu sonuna kadar değerlendiren Siyonistler, İngilizlerin de desteğini arkalarına alarak Filistin’de bir Yahudi Devleti kurabilmek için siyasî arenada sarfedilen mücadeleler kadar Yahudi göçmenlerin Filistin’e yerleşmelerini, toprak sâhibi olmalarını ve nüfus bakımından çoğunluğu ele geçirmelerini de oldukça önemsiyorlardı. Göçmenlere daha fazla yer açabilmek için ne kadar fazla Filistinli katledilirse kâr düşüncesiyle hareket eden Siyonistler, Kudüs ve Filistin’i kana bulamaya şu parolayla ahdetmişlerdi: ‘Vatansız bir halk için halksız bir vatan!’ (Alan R. Taylor, ‘İsrail’in Doğuşu’, bas.: İstanbul, 1992. s. 1362.)   

Kendilerine gönderilen Peygamberleri dahi fütursuzca katleden, yeryüzünün en bozguncu ve lânetlik kavmi olan Yahudiler, Filistinlileri yok ederken (aynen haçlı papazlarının yaptığı gibi) muharref Tevrat’ın şu hâlis barbarlık tavsiyelerini düstur ediniyorlardı: ‘Rabbin Musa’ya emretmiş olduğu gibi bütün erkekleri öldürdüler, kadınları esir aldılar, bütün şehirleri yaktılar... Bütün erkek çocukları ve bir erkekle karı koca hayatı yaşamış bütün kadınları öldürün. Fakat bütün bâkireleri kendinize saklayın!’ (Edward Said, “Oryantalizm”, s. 477, trc.: S. Ayaz, bas.: İstanbul, 1989.) Avrupa’da soykırıma mâruz kalan yahudiler, bu defa aynı yöntemle kendileri Filistin’de soykırımın daniskasına girişmekte bir mahzur görmeyeceklerdi. Bu cümleden olarak, 1900’lerin başında Filistin’deki yahudi nüfus yüzde 10’un altındayken, programlı çalışmalar netîcesinde, 1920’lerde 100 bine, 1930’larda 232 bine, 1947’de de 630 bine çıkaracaklardı.   Bu faaliyetler başlangıçta sözde gâyet mâsumâne yöntemlerle icrâ edilirken 1930’lu yıllardan îtibaren İngiliz mandasının da teşvikiyle yerini tamamen terörist metodlara ve toplu katliamlara bırakacaktı. Haganah, Irgun ve Stern gibi Siyonist terör örgütleri, İsrail’in kuruluş sürecinde eylemlerde bulunup, her türlü insanlık dışı yola müracaat etmekten çekinmeyeceklerdi. Soykırımın en âlâsını irtikap ederek Filistin köylerini boşaltıyor, Yahudi göçmenlere yeni yerleşim alanları açıyorlardı. 

Misâlen, 1947-1948 arasında 500’den fazla kent, kasaba ve köye kanlı baskınlar tertipleyip haritadan silerek, 950 bin olan Filistinli sayısını 138 bine düşürmenin üstesinden gelmeyi becermişlerdi. Terörün amacı apaçık ortadaydı; ya öldürüp yok etmek, ya tedhiş hareketleriyle kaçırtmak ya da hiçbiri olmazsa köleleştirerek yaşamaya mahkûm etmek. Tel Aviv Belediye Başkanlarından General Shlomo Lahat, günümüze uzanan çizgide değişmeyen bahis konusu ‘Siyonist taktiği’ şöyle sloganlaştırmıştı: ‘Filistinliler bu topraklarda köle olarak yaşamayı kabul edinceye kadar katliamı sürdürmeliyiz!..’   Nitekim dediklerini de yaptılar; 1 Ocak 1948’de Filistin’de 600 bin Yahudi, bunun iki misli Arap yaşarken; 1 Ocak 1950’de Arapların sayısını soykırım ve tehcirle 150 bine indirmeye muvaffak oldular. İsrail’in kuruluşundan Arap-İsrail Savaşı’na değin yurtlarından sürülen Filistinli mültecilerin sayısı 5 milyona ulaşacaktı. Kısacası Filistin, şirretlikte sınır tanımayan Siyonistlerin eliyle, koca bir kan gölüne, kabristana ve ıssızlığa dönüşen talihsiz bir diyar haline getirilecekti. 

Ve Filistin’i Müslüman’dan arındırma faaliyetleri zincirleme bir surette kesintisiz olarak toplu gösterime sunulan birbirinden kanlı katliamlarla idame edecekti: Kral Davut katliamı, Deir Yasin katliamı, Saf Saf Köyü katliamı, Kibya Köyü katliamı...   Hele Eylül 1982’deki ‘Sabra ve Şatila Katliamı’, Haçlı Seferleri esnasındaki emsâllerini hiç de aratmayacak türde, dünyayı insanlığından utandıracak ve kanını kelimenin tam anlamıyla donduracak çaptaydı ve emri veren de Savunma Bakanı hüviyetiyle ‘Beyrut Kasabı’, ‘Buldozer’ nâmıyla müsemmâ, Haganah’ın azılılarından Ariel Şaron idi. İsrail’in Lübnan’ı işgâli sırasında, Filistinli mültecilerin yaşadığı kamplar kuşatılmış ve kundaktaki bebeklerden eli silahsız hareket eden binlerce masum insana dek (çoğu çocuk 2500 kişi) hunharca kurşuna dizilmişlerdi. Sokaklar haçlı seferlerini andırırcasına üst üste yığılan cesetlerle dolmuş ve kan kokusu tahammül edilmez bir hâl almıştı.   Bu ve bundan sonraki katliamların en baş fâillerinden olan Ariel Şaron’un aşağıdaki sözlerinin haçlı seferlerine komuta eden kan içici canavarlardan hiçbir farkı yoktu: ‘Yemin ederim ki; eğer ben sıradan bir İsrail vatandaşı olsaydım, gördüğüm her Filistinli’yi yakardım, acı çekerek ölmesini sağlardım. Refah’ta 750 Filistinli’yi öldürmüştüm. Arap kızlarına tecavüz etmelerini sağlayarak askerlerimi cesaretlendirmeye çalışıyordum. Filistinli kadınlar yahudilerin ancak kölesi olabilir. Biz onlara istediğimizi yapabiliriz. 

Kimse bize ne yapmamız gerektiğini söyleyemez. Ama biz herkese ne yapacağını söyleriz!..’ Şaron ve diğer Siyonist teröristler, kanlı eylemlerinde daima, İsrail’in kurucusu Ben Gurion’un şu doktrini istikâmetinde hareket ediyorlardı: ‘Kadın ve çocuklar dâhil savunmasız, mâsum insanları acımasızca vurmak gerekir.’   Şaron ve avânelerinin insanlıktan zerrece nasibini almamış menhûs anlayışı İsrail’in Filistin’lilere bakışı ve muamelesinde de kendisini belli etmiştir. İsrail’in gözünde, kendisine karşı direnen Filistin’liler ya ahmak bir vahşî ya da varlık olarak ciddiye alınmayacak kemiyetten öte bir anlam ifâde etmemiştir. Zirâ yasalara göre, ancak yahudinin tam vatandaşlık hakkı mevcuttur ve muhâcereti hiçbir sûrette tahdîde tâbî değildir. Vatanı gasp edilen toprakların gerçek sâhibi Filistin’lilere ise, ‘daha az gelişmiş’ olduklarından ötürü yahudilerden daha az ve basit haklar tanınmıştır.   Buraya kadar zikrini ettiğimiz gerçekleri, istisnaî bir vicdan ehli hakikatperest ve ‘onlardan birisi’ olarak İsrailli muhalif yazar İsrael Şamir’in şu muhteşem itiraf tespitleri adeta taçlandırmaktadır: ‘Yahudi ordumuz sivilleri öldürüyor, evleri yıkıyor, milyonları açlığa mahkûm ediyor ve Filistin köylerini ablukaya alıyor; işlediğimiz suçlar Çeçenistan ve Afganistan’daki Rus zulmünü, Vietnam’daki Amerikan zulmünü, Bosna’daki Sırp zulmünü geçti. Alman Nazilerinin sevmediğimiz yanı nedir; ırkçılıkları mı? Bizim ırkçılığımız daha az ve daha az zehirsiz değil! Biz ırkçılığa başkası öyle olduğunda karşıyız. Biz ölüm mangalarına ve gizli operasyonlara bize karşı yapıldığı sürece karşıyız. 

Kendi kâtillerimiz, yahudi özel kuvvetleri bizim övünç kaynağımız. Yahudi devleti, yasal olarak cinayet mangaları bulunduran, katliam politikası güden, Ortaçağ işkenceleri uygulayan dünyadaki tek yerdir!..’ (İsrael Şamir, ‘Kaybedilen Ateş İmtihanı’, trc.: A. Ünaltay, Yarın Dergisi, Mayıs - 2002.)   İsrail bildik terörist taktik ve usûlleri, şiddeti ve toplu kıyım ölçeği daha da büyütülmüş bir vaziyette bugün de bütün hızıyla sürdürmektedir. Geride bıraktığımız yıl İsrail, güyâ terörle mücadele yalanını kalkan yaparak Filistin topraklarını yine kana ve jenoside boğmaya muvaffak oldu. Binlerce insan tanklardan ve uçaklardan atılan tonlarca bombanın altınca can verdi ve feryad ü figanları yere göğe sığmadı. Bu defa ki katliamların tarihteki emsâllerinden tek farkı, telekomünikasyon imkânlarının altın çağında yaşayan sözüm ona medenî dünyanın gözü önünde canlı yayın eşliğinde yapılmasıydı. Yüz binlerce Filistinlinin hayatı ve geleceği, sınıfta kalması bir kez daha tescillenen yahudi medeniyetinin insafsızlık ve azgınlığı altında mükerreren karardı. hıristiyanlar bahis konusu olduğunda kıyametler kopartan ve hümanizm edebiyatında mangalda kül bırakmayan sözde çağdaş Batı her zamanki alışkanlığıyla bunlara da sağır sultan kesilmeyi tercih etmişti.   

Tüm dünyanın kahredici duyarsızlığı sayesinde Siyonist vahşet ve soykırım olanca şirretliğiyle maalesef rutinleşmiş ve kanıksanmış bir hâlde devam etmektedir. Dünya kamuoyu, Bosna ve Kosova’da patlak veren Sırp katliamına gösterdiği duyarlı ve caydırıcı tepkiyi, Filistin’de yıllardır süre giden İsrail barbarlığına karşı aynı ölçüde göstermekten imtinâ etmemelidir. İslâm Dünyası’nın göbeğindeki bu zulüm ve fitne odağının etkisiz hâle getirilmesi Müslümanların ve tüm medenî dünyanın insanlık ve boyun borcudur. Şaron ve hempalarının tıpkı Miloşeviç gibi savaş suçlusu sıfatıyla yargılanmaması; daha da mühimi Batı ve işbirlikçisi İsrail’e, tarihten bugüne irtikap ettikleri katliamların hesabının sorulmaması insanlık âlemi için en âlâ bir kara leke ve ayıp olarak yeter de artar bile. 

Şurası katî bir gerçek ki, haçlılar ve Siyonistler, Kudüs ve Filistin’de hep terör estirdiler, kan ve gözyaşına doymak bilmediler; o hâlde bölgenin aradığı ideal barış ve saâdeti, geçmişte olduğu gibi bugün de, yine İslâm’ın insancıl, âdil, müsâmahakâr ve kuşatıcı inanç ve yönetim anlayışı hakiki mânâda tesis edebilecektir.   Zulüm ile âbâd olanın âhiri mutlaka berbat olacaktır.” (İsmâil Çolak, “Filistin’de Yamyamlara Şapka Çıkarttıran Haçlı-Siyon Barbarlığı”, Vuslat Dergisi / 10. 01. 2006, sayı: 55.)   Hakikat Dergisi

Noktanın Sonsuzluğu -2-


 Noktanın Sonsuzluğu -2-

Dikkat: Bu e-Kitapçığı görüntü ayarınızı %100'e ayarlayarak okumanız tavsiye edilir. 

Sunu Gönül; Allah'ın, gözle görülmeyen bahr-ı ahadiyet âlemidir ve nasıl Allah bir ise gönül de birdir. tohumunu kâinat olarak geliştirmiş, o kâinat ağacından da yine insan tohumu meydana Allah, evvelce anlatılanlardan da bildiğimiz gibi, önce tohum olarak insanı yaratmış, bu insan örtülü olursa, o zaman hiç bir şey görülemez. İnsan, Allah'ı kalbinde bulabilirse miraç etmiş olur. getirmiştir. İnsan kendi kalp aynasına dikkatle nazar ettiğinde kendini görür, ama kalp, gaflet örtüsüyle Damla, denize düşerse "deniz" adını alır ama o zaman da damlalığından eser kalmaz. Bir damla ile denizin terkibi aynı olsa da damlaya deniz demek mümkün değildir. "Noktanın Sonsuzluğu", tasavvufun temel kavramlarını, derinlemesine açıklayan bir oluşan kitabın ikinci cildi İnsan Bedeni, Ruh ve Bedenle İlişkisi, Akıl, Nefs, kaynak kitaptır. 

Lütfi Filiz'in yıllar süren sohbetleri, konuşmadaki akıcı üslup korunarak ve dilin anlaşılır olmasına özen gösterilerek derlenmiştir. Dört ciltten Huy-Ahlak-Karakter, Aşk-Sevgi, Gönül, İnsanın Yaratılışı, İnsan Hayatı, İnsanın tarafından derlenerek size e-kitapçık olarak sunulmuştur. Kaynak: www.noktaninsonsuzlugu.com Dünyevi Hayatı, Uhrevî Hayat ve İnsan Terbiyesi konularını içermektedir. Okuyacaklarınız; söz konusu eserden sizin için seçilenlerdir. 2 yorumsuz

 Noktanın Sonsuzluğu -2- Lütfi Filiz Düşüncenin Veni Dünyası yazarların, aydınlanmışların ilimsel üretimlerini www.yorumsuz.net.tc Basım: Eylül 2006 Zamansız-Sonsuz Boyutun kapısını açmak için . . Kozmik Bilinç için . . Olanların ÖTESİNE gitmek için . . Olanların ardındaki ŞİFRELERİ çözmek için . . 

 Yayın Listemiz >» Sayfa 52. ..58 - yorumsuz bildiri - sizlerle paylaşmaktan başka bir arzumuz yoktur. İnsanlığa gerçekleri anlattığına inandığımız düşünürlerin, bu arzumuzu yerine getirmemiz için, önümüzü açık etmesini diliyoruz; Biz bir başka insanı değişim-dönüşüme uğratanlayız. Bizim yapabileceğimiz tek şey; hoşgörü ve sevginin girebileceği bir alan, bir boşluk yaratmaktır. değişim-dönüşümün meydana gelebileceği, Evreni (algılayamadıklarımız dahil) yöneten ve Dileğimiz size yararlı olabilmek... 

 19 - Bedensel İhtiyaçlar farklı adlarla işaret edilen Yüce Gücün, 'Eğer bu duanın gerçekleşmesi, bizler ve tüm yaşam adına en iyisi olacaksa...' Noktanın Sonsuzluğu -2- Düşüncenin Veni Dünyası yorumsuz Lütfi Filiz www.yorumsuz.net.tc 8 - Oluşum ve Devran Sayfa Sayfa 5 - Maddi Beden - Manevi Beden 31 - Beden Organları 33 - Cilt 17 - Yaşam Nedir? 33 - Yüz 17 - Bedenin Gelişimi 35 - Gözler İnsanda beden görünen, ruh ise görünmeyen âlem olarak yaratılmıştır. Görünmeyen 36 - Kulaklar 20 - Bedene Bakma Zorunluluğu 37 - Ağız 24 - Vücudun Korunma Mekanizmaları ve Hastalık 37 - Dişler 31 - Yaşlılık ve Ölüm 38 - Dalak 39 - Akciğer 38 - Kol ve Bacaklar Düşüncenin Veni Dünyası yorumsuz 40 - Beyin ve Sinir Sistemi 39 - Karaciğer 39 - Kan www.yorumsuz.net.tc 44 - Kalp Maddi Beden - Manevi Beden 52 -

Yayın Listemiz 5 Noktanın Sonsuzluğu daha iyi göstermeye başlar. âleme günümüzde enerji adı verilmektedir. Eskiden Şems-i Mutlak denirdi ve insanın, bu güneşin bir ışın hüzmesinden ibaret olduğu söylenirdi. gösterebilmesi için gerekli bir kap, bir alet olarak düşünülmelidir. İnsan bu alete iyi Mananın hakimiyeti madde sayesinde belli olur. Bu nedenle, beden; ruh ve aklın kendini beden çok süflidir. Ancak, aynı bedenin, süflilikten kurtulduğu takdirde çok ulvi olduğunu bakarsa, o zaman: "Alet yapar, el övünür" atasözü gereğince; ruh da, akıl da kendini Kâinatta genel bir kural olarak: hakikat, hayalde gizlenmiş; hayalse, hakikate perde olmuştur. Hakikat tecelli etmezse, hayal ne kımıldayabilir, ne de konuşabilir. Onun için Hakk, halk ilişkisi aynen, karagöz oyunundaki karagöz oynatıcısı ile karagöz ilişkisine Beden, Hakk'ın suretidir. 

Ama onda nefis, yani şehvet de olduğu için, şehvete esir olan benzer. Hakk perde arkasından kitabını okumazsa, halkın gıkı bile çıkamaz. da bilmek gerekir. elbiseden ibaret olduğunu söyleriz. Çünkü, bizi insan yapan şey, ilk yaratılan olarak Maddi insan bedeninin kâinattan meydana gelmiş olduğu kimsenin itiraz edemeyeceği bir gerçektir. Son zamanlarda bu bedende altmış trilyon hücre, yüz bin kilometre kan damarı, ve her kadının yumurtalıklarında kırk bin yumurta hücresi bulunduğu Darvvin ve taraftarları, sadece bu bedeni görüp, içteki nefha-yı İlâhi yi gözardı ederek, söylenmektedir. düşünemiyor. 

Halbuki, bedenin gerçeği bu değildir. Bedenimizin, isimlendirilmiş bir mana insanın maymundan geldiğini iddia ederler. Biz ise: bu bedenin, içteki o nefha için bir zikredilen o cevherdir. Gerisi sonradan ve nur olan insan için yaratılmıştır. Darvvin'cilerin Her gelen camesin kor, bir camekândır bu" anlattıkları sadece elbisedir. "Dünya denilen iki kapılı bir handır bu girerken bize bir elbise verdiğini, bizim de çıkarken bu elbiseyi asıp, gittiğimizi anlatmak diyen, dünyanın; bir ucundan girilip, diğer ucundan çıkılıncaya kadarki süre içinde, istemiştir. <93-2> diye geçmektedir. İnsanın karanlık olan kısmı budur. 
<93-2>
<93-2>Ruh veya canı ise aydınlık İnsanların çoğu: "Beden" dendiğinde etten, kemikten yapılmış olanın dışında bir şey yönü vardır ki, esas beden budur. Yaptığımız bir hata kalbimizden çıkar mı? Benim çıkmıyor. Onun için de daima: "Allah affetsin" diyorum. Hazret-i Ömer'in: "İki şey var ki, aklımdan hiç gitmiyor. Hatırladıkça, biri için ağlıyor, diğeri için gülüyorum" diyerek İnsanın maddi bedeni ve bu bedenle geçirdiği yaşamı Kur'an'da: "Gece" <92-l>, anlattığı olaylar bu söylediğimizin delilidir. Kızını diri diri gömüşü, müslüman oluşundan sonra tüm günahları affedildiği halde, bir türlü kalbinden çıkmamıştır. 
<93-2><92-l>
<93-2><92-l> Beden denen bu yapı insanın, Allah tarafından yapılmış esas kabridir. Bunun içinde âleme aittir. Bedenin de, ulvi ve süfli kısımları vardır. Bunlar göbekle birbirinden ayrılmıştır. Allah, insanları, ulvi taraftan verdiği sütle besleyip, geliştirmektedir. Bedenin süfli taraflarını atamayız. Çünkü, oradan nesli idame ettiren nur yaratılmakta, yani: "Karanlıktan nur çıkarır" <2-257> gerçekleştirilmektedir. Bu sebeple karanlığı da siyah görünmektedir ve Hacer-ül Esved gibi çok değerlidir. 
<93-2><92-l><2-257>
<93-2><92-l><2-257>Bu yüzden örtme zarureti inkâr etmemek, lüzumsuz saymamak lazımdır. Zira o karanlık, nurunun şiddetinden doğmuştur. insanı iyiliğe yöneltir. Münkir ise: adından da anlaşılacağı üzere inkarcı, yani negatiftir. neler gizlidir neler... Onları gizleyen hicab-ı Kibriya'dır. Kimse kimsenin gönlünden geçenin ne olduğunu bilemez. İnsan-ı Kâmil hariç... Çünkü, onun, ilerde göreceğimiz Beden denen bu kabirde "Bin bir adlı Mehmet" olarak nitelendirilen tüm esmalar vardır. gibi, sekiz çeşit görüşü vardır. 
<93-2><92-l><2-257>
<93-2><92-l><2-257> Münkir: İnkâr eden, nekir ise: Örtülmüş olan anlamına gelir. Bunlar insanda bulunan Münkir, nekir melekleri (Pozitif ve negatiflikler) bu bedendedir ve her an insana zıt emirler vermektedir. "Deveye boynun neden eğri diye sormuşlar. Nerem doğru ki diye cevap vermiş" diye bir iki zıt duygunun ismidir. Nekir bilir, ama örtülü olduğu için kendini gösteremez. Sadece, Bu ikisinin çatışması insanı yakıp, kavurur ve cehennemde yaşatır. Kendini bilenlerin kaldırmış olmaları nedeniyledir. şüpheden arınıp, cennete kavuşması, bu iki zıt duygu arasındaki çatışmayı ortadan İnsan bedeni davul gibidir. Tokmağı vurmadan ses çıkartmaz. Onu, içinden bir çıkıyor diye merak ediyoruz. 
<93-2><92-l><2-257>
<93-2><92-l><2-257>Doğuşatlar ve ilhamlar, o içten gelen vuruşun sonucudur. tokmaklayan vardır, ama biz tokmaklayanı göremediğimiz için, davuldan bu ses nasıl Tokmak kuvvetli vurursa insanın konuşmaları bile vecize, yahut şiir şeklinde olur. İstek, arzu ve duaların amacı, bu tokmağı harekete geçirmektir. bahsedileceği için burada sadece ismi verilmiştir. söz vardır. Burada deve diye nitelendirilen şey dışardan bakıldığında bir sürü eğrilikleri görülen bu bedendir. Ruhu uyanmış olanların bedeni hız kazanacağı için develeri, hecin Bu sembollerin ortaya çıkarılışının nedeni insanları düşünmeye sevk etmek ve devesi halini alır. uyandırmaya çalışmaktır. tarafından ona bahşedilmiş olan bu kesif bedeni dışında, bir de; "Vücud-u Müktesebe" İnsanın: "Vücud-u Mevhube" diye adlandırılan ve kendinin hiç bir dahli olmaksızın, Allah ahiret vücudu vardır. 
<93-2><92-l><2-257>
<93-2><92-l><2-257>Bu vücudun nasıl oluştuğundan ilerki bahislerde geniş bir şekilde diye isimlendirilen ve yaşantısı boyunca kendi çabalarıyla meydana getirdiği latif bir Oluşum ve Devran Mutasavvıfların çoğu, insanın iki annesi olduğunu ve bunlardan birinin kendini bu İnsan olarak dünyaya gelmeden önce nurlar âleminde olduğumuzu ve Allah nasip ettiği için bu dünyaya geldiğimizi evvelce anlatılanlardan biliyoruz. "Allah birdir" <112-1> olduğunu biliyoruz, ama O, adeta bir^bütünü ikiye ayırmışçasına, insanları erkek ve bunları tıpkı bir elmanın iki yarısı gibi birbirlerine ayna yapmıştır. kadın olarak çift yaratmış ve böylece, Âdem'de gizli olan Havva'yı meydana çıkararak, İnsanın meydana gelmesinde baba sema, anne rahmi ise toprak olarak kabul edilir. halinde kendini göstermiştir. 
<93-2><92-l><2-257><112-1>
<93-2><92-l><2-257><112-1> Anne ile babanın birleşmesi, en üstün yerden, en alta, zemine bir akım oluşması demektir. Bu birleşme semada olsaydı şimşek olarak kalırdı. Arzda olduğu için insan izahat, şişmiş bir balon gibi olan kâinatın sönüp ufacık bir insan hücresinde toplanışını dünyaya getiren anne, diğerinin de öbür dünyaya götürecek olan mürşidi olduğunu söylerler. Ancak, bunlara bir üçüncü anne olarak toprak anneyi de eklemek gerekir. Çünkü, böyle düşünmezsek, "Bundan bin sene önce neredeydik" sorusuna cevap olamazdık. Çünkü, yoktan bir şey var olamaz. Var, sadece vardan olur. O halde: "Velev veremeyiz. 
<93-2><92-l><2-257><112-1>
<93-2><92-l><2-257><112-1>Biz, bugün varsak, evvelce de vardık. Evvelce olmasaydık, bugün de ki, sır olarak bile var olsak, neredeydik" dendiğinde, toprakta olduğumuz hücresi olarak bu âleme geldik. Yiyecekler kâinattaki her şeyi ihtiva ettiği için, o hücrede söylenecektir. Bu topraktan bin bir esma ile çıkan gıdalarla beslenip, sonunda insan de her şey vardır ve her şeyi kendinde toplayan bu hücre insanı meydana getirmiştir. Bu çırpınışının nedeni budur. Çünkü, bizim ahirete doğuşumuz bu anamız sayesinde anlatmak için yeterlidir. 
<93-2><92-l><2-257><112-1>
<93-2><92-l><2-257><112-1>O halde, bu iki anneye bir üçüncü anneyi, "Toprak anne"yi de ilave etmek gerekmektedir. olduğu için biz sadece bunlar üzerinde duruyoruz. Anlatılanları bir kere daha kısaca İşin aslına bakılırsa, insanın pek çok annesi vardır, ama bunlardan üçü çok önemli özetleyecek olursak: sema, annelik görevini ise arz dediğimiz toprak yapar. Çünkü, gökten (Baba) yağmur İnsanın ilk annesinin kâinat olduğunu söylememiz gerekir. Kâinatta, babalık görevini yağmasa, topraktan (Anne) mahsul alınamaz. olacaktır. Bu doğuşu yapmadan ahirette insan elbisesi giymemiz mümkün değildir. 
<93-2><92-l><2-257><112-1>
<93-2><92-l><2-257><112-1> İkinci anne: Bizi dünyaya getiren dünyevi annedir. Üçüncü anne ise: Bu iki annenin birleştiği nokta olan Peygamber'dir. O'nun kâinata ve dolayısıyla hepimize: "Ümmetim" yani "Çocuklarım" deyişinin ve "Ah ümmetim" diye suları akan ve her tarafı yemyeşil, rengârenk bir ortama çıkartmaya çalışıyoruz" Kâinattaki her şey gibi, insan da atomlardan, bu atomların insan planına uygun olarak toplanmasından meydana gelmiştir. Toplanma, aleni değil, gizli bir ortamda, yani ana İlk insan oluşumu toprak anada, kokmuş bir balçıkta gerçekleşmiştir. Balçığın kokmuş rahminde olmaktadır. olmasının nedeni, diğer hayvanların ona zarar vermesini ve oraya yaklaşmalarını ananın özetinden ibarettir. engellemektir. 
<93-2><92-l><2-257><112-1>
<93-2><92-l><2-257><112-1>Bu nedenle esas ana; toprak anadır. Bizi doğuran anamız ise, o toprak karşısında meleklerin onlara: "Sen burada kandan başka bir şey görmüyorsun, biz seni Eskiler, ana rahmindeki çocukların: "Ben rahatım, beni çıkarmayın" diye direttiğini, meleklerin onları iterek, zorla çıkarttığını ve böylece rahatları bozulduğu ve istemedikleri bir ortama çıktıkları için doğar doğmaz ağladıklarını söylerler. Onların ilk diretmeleri "Hazret-i Âdem'in toprağı kâinattan alındı" deniyor. 
<93-2><92-l><2-257><112-1>
<93-2><92-l><2-257><112-1>Bu söz bedeni için doğrudur. Canı demelerine rağmen, çocukları ikna edip, ortam değiştirmeye razı edemediklerini iddia ederler ki, bu benzetme bizim için de geçerlidir. Bize de: "Bu dünya çok dar, ahiret çok daha geniş ve güzeldir" denmesine rağmen, burada kalmayı tercih ediyoruz. Fakat, bir daralma veya bir şişip, bir sönme (Uzay bilginlerinin zig-zag dediği olay) hadisesi hayatımızın devamını sağlayan ve kalbimizde dahi geçerliliğini gösteren bir genişleyip, İnsan; insan haline gelebilmek için cemat (Taşlar, madenler), bitki ve hayvan değişmez bir kanun olduğundan, çocuk nasıl dünyaya geldiyse, biz de, istemesek bile öbür dünyaya gideceğiz. insandaki, onu insan yapan akıl dediğimiz unsur, bir nurdur ve Allah'ın nefhasıdır. âlemlerinden geçmiştir. 
<93-2><92-l><2-257><112-1>
<93-2><92-l><2-257><112-1>Bu geçiş, "Nefis" de denen insan bedeninin oluşabilmesi için şarttır. İnsan nefsine düşkündür, çünkü, nefis bir tavus kuşu gibi, güzeldir. Ama ahadiyete neşredilip, buradaki alıcı vasıtasıyla ahadiyetten vahidiyete intikal ise nefha-yı İlâhidir. Nefha-yı ilâhi, insanda iki türlüdür. Birincisi: bedenin nefhası, yani oksijendir. İnsan bedeni oksijensiz yaşayamaz. Oksijeni havadan alır ve karbondioksit olarak yine "Nefha-yı Rahim", yahut "Rahimiyet Nefhası" vardır ki, bunun ne olduğunu biliyorsunuz. havaya iade eder. Buna: "Nefha-yı Rahman", yahut "Rahmaniyet Nefhası" denir. 
<93-2><92-l><2-257><112-1>
<93-2><92-l><2-257><112-1>Bir de İşte, bu iki nefhanın birleşmesi: "Bismillâhirrahmânirrahîym'dir. Sadece: ilgili nefhadır) ihtiyaç oluşudur. Bu iki nefha birleşecektir ki, insan meydana gelebilsin. "Bismillâhirrahmân" veya "Bismillâhirrahîym" denmeyişinin nedeni; insanda, hem Rahman nefhasına (bu bedenle ilgili nefhadır), hem de Rahim nefhasına (Bu da ruhla ettirilmekte, yani görülür hale getirilmektedir. Neşriyat ahadiyette olmaktadır. Ahadiyet İnsan vücudu milyarlarca noktacıktan meydana gelmiştir. Amerika'daki bir yazı veya resim, nasıl faks veya televizyon yayınıyla buraya naklediliyorsa, insan da vahidiyetten normal sıcaklığını idame ettirebilmektedir. ise görülmez. 
<93-2><92-l><2-257><112-1>
<93-2><92-l><2-257><112-1>Görülen, ahadiyetten neşredilen ışınların kâinattaki yansımasıdır. Bu nedenle ben bir şiirimde: "Kâinat bir ceset ruhu Mevlâna" demiştim. Bu durum, görünen insan bedeni açısından doğrudur. Görünmeyen kısımlar ise İnsan-ı Kâmil'de toplanır ki, o da Allah'ın aynası olan tek bir nurdur. Zaten kâinatın yaratılmasındaki amaç da o tek, Vücudumuz anasır-ı erbaadan, yani hava, su, toprak ve ateş olarak bilinen dört 12 yani vahid olanı oluşturabilmektir. etmemiştir. unsurdan yaratılırken, Allah, daima kendini zikreden kalbi de içine koymayı ihmal Çünkü, ateşi meydana getiren, havadaki oksijenin yakıcı özelliğidir. 
<93-2><92-l><2-257><112-1>
<93-2><92-l><2-257><112-1>Ateş, oksijen Bu unsurlardan dördüncüsü olan ateş, ilk üçünün birleşmesiyle ortaya çıkmaktadır. yanma işlemi durmaktadır. O zaman da biz bu kalıp için: "Öldü" diyoruz. Vücut vasıtasıyla oluşmaktadır. Latif âlemin malı olan oksijen, yani hava, alınmadığı takdirde bedendeki hücrelerin bir kısmı ölmekte (Neşrolmakta), buna karşılık alınan gıdalardan hücrelerimizdeki yanma işlemi, latif olan o oksijen sayesinde olmakta ve vücudumuz Zamanı gelip, oksijen girişi kesilince yanma durur ve insan ölür. Ölümü takiben beden çürür, parçalanır, moleküllerine ve atomlarına ayrılır, yani enerjiye dönüşür. 
<93-2><92-l><2-257><112-1>
<93-2><92-l><2-257><112-1>Böylece, enerjiden gelen beden yine enerji halini almış, yani "Her şey aslına rücu eder" kuralı Burada, enerjinin toplanması ve bir beden oluşturmasına; "Haşir", bunun tekrar gerçekleşmiş olur. dağılmasına ise: "Neşir" denmiştir. İleride daha geniş olarak anlatacağımız bu haşir, olduğunu anlamış olurlar. Bilmeyenler ise, başlarına geldiğinde öğreneceklerdir. Çünkü, neşir olayını bilenler, size söylediğim "Haşri, neşir burda gördük" mısraının da ne demek bundan kaçış yoktur. Bilenler korkudan kurtulur, selamete çıkıp, İslam olurlar; İnsandaki haşir neşir veya ölüp dirilme olayı devamlı olarak cereyan etmektedir. Her an bilmeyenlerse, karanlıkta kaldıkları için korku içinde: "Ölünce ne olacak" diye sorup, durular. 
<93-2><92-l><2-257><112-1>
<93-2><92-l><2-257><112-1>İşte, bilenle, bilmeyenin farkı budur. 13 önce "Efal-i İlahi" bahsinde de anlatmış ve "kün"ün "feyekûn"den çıktığını belirtmiştik. yeni hücreler meydana gelmekte, yani haşir gerçekleşmektedir. Eğer bu olay devamlı olmasa ve sadece haşirde kalınsa, biz yiye yiye büyüyüp, birer tepe halini alırdık. Haşir neşir olayının denizlerde görülenine de: "Med - Cezir" (Gel-git) adı verilir. Bu olayın ilerde kıyamet bahsinde anlatacağız. haşr-i kübra ve haşr-i sugra, yahut kıyamet-i kübra ve kıyamet-i sugra diye bilinenini hücreler imha edilip, atılırken, onların yerine yeni ve sağlıklı hücreler oluşturulmaktadır. İnsanın beden hücreleri alınan gıdalarla her an yenilenmekte, eskiyen ve hastalıklı olan Bu faaliyet hastalıkların iyileşmesinde de etkinliğini göstermektedir. oluşan kan hücrelerinin kana verilmesiyse, zindeliğe neden olur. 
<93-2><92-l><2-257><112-1>
<93-2><92-l><2-257><112-1>Onun için, yorgunluk: İnsanın hissettiği yorgunluk ve zindeliğin nedeni, bu hücre değişimleridir. Ölen hücrelerin imhası, örneğin: Kan hücrelerinin dalakta tahribi, bedensel yorgunluğa; yeni İmha ve yenileme olayı aynı seviyede olmadığından büyüme, gelişme ve ihtiyarlama "feyekûn" (Oluverdi) <3-47> , yani dinlenmedir. Ölenlerin yerini yeni hücrelerin alması ise: o feyekûn'dan doğan "kün" (Ol) <3-47> emridir. Bunların ne demek olduğunu daha ancak Allah bilir. Çünkü, kendini kendinden başka bilen yoktur. "Hudut ve sayı açısından dediğimiz değişimler ortaya çıkmaktadır. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47>Eğer böyle olmasaydı, insanlar doğdukları şekilde, bebek olarak kalırdı. Büyüme ve yaşlanma olayı; yeni oluşturulan hücrelerin, gidenlerin aynısı olmadığını göstermekte ve devir hadisesinin doğruluğunu Her şeyin devri kendine göredir. Bu konuda dünyayı ele alacak olursak: Dünyanın kendi ispatlamaktadır. güneş etrafında devretmesine ise: "Yıl" dendiğini herkes bilir. Ama bunlara ilaveten bir etrafında devretmesine: "Gün", ayın dünya etrafında devretmesine: "Ay", dünyanın kurala göre onun da hareket etmesi zorunludur. Güneşin hareketini göremeyişimizin de manzumelerin devri vardır. Güneş, çok kimsenin zannettiği gibi sabit değildir. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47>Genel Her manzume bir âlemdir ve her âlemin de kendine göre bir güneşi, bir ayı ve bir nedeni, bizim de aynı manzume içinde bulunmamız ve güneş sistemiyle birlikte bir başka manzume etrafında hareket ediyor olmamızdır. dünyası vardır. Niyazi Hazretlerinin: "Benim bin kamerim, bin güneşim var" deyişinin nedeni budur. Aslında sonsuz güneş ve sonsuz ay vardır ve bunların gerçek sayısını sonsuz" oluşu sebebiyle, hududu da, sonsuzluğu da Kendi'nindir. Kullar, ancak, Allah'ın kendilerine verdiği kadarını bilebilirler. önce de, kendindeki her şeyi içinde topladığı, ancak mikroskopla görülebilen bir hücre İnsanın kendi âlemi kâinattır. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47>Kâinat küçülüp, bir insan halini almıştır. İnsan olmadan halindeydi. cinsiyetini babadan gelen bu spermler tayin eder. Bu gerçeği bilmeyenler, çocukları kız Sperm adını verdiğimiz bu hücrelerin yarısı erkek, yarısı dişidir, Bu nedenle, çocuğun olduğunda suçu karılarının üzerine atarlar ki, bu doğru değildir. kaldırmıştır. Keza, suni döllenme ve tüp bebek uygulamaları, tıp teknolojisindeki Bugün teknoloji pek çok şeyi kolaylaştırmıştır. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47>Mesela: Kuluçka makineleri yumurtadan civciv çıkması için tavuğun günlerce yumurta üzerinde oturma mecburiyetini ortadan terkip dışarda oluşturulabilmesine rağmen, meydana getirilen bu yapıya can gelişmelerin oldukça çarpıcı örneklerini teşkil etmektedir. Ancak, bunların hepsinde canlı hücre veya yumurta kullanılmaktadır. Yumurtanın ve hücrenin terkibi bilinmesine ve bu hayvanlar yararlanır. Hayvanlar o posadan alabileceklerini aldıktan sonra geri kalanını, verilememektedir. Zira, can vermek Allah'a mahsustur. Bu gerçeği unutmadan modern teknolojiden istifade etmek ve o teknolojiyi bu esasa göre değerlendirmek lazımdır. Aynı şekilde, tavuk yumurtasının döllenmiş yumurta olması mecburiyeti de ortadan 15 "İkide bir bilindi, kaldırılamamıştır. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47>Çünkü, birin meydana çıkabilmesi için ikiye ihtiyaç vardır. Aslına bakıldığında, o ikinin de Bir'den meydana geldiği görülür. O Bir, müspet ve menfi Birde iki silindi" deyişimizin nedeni budur. birleşmesi tekrar Bir'i meydana getirmekte ve bu birleşip, ayrışma hayatın sırrını olarak ikiye ayrılmıştır. Bunu evvelki anlattıklarımızdan biliyoruz. Bu müspet ile menfinin oluşturmaktadır. isterken, diğer taraftan en aşağı âlemde olması dolayısıyla hayvani arzulardan İnsanda iyilik, yani müspetlik hakimdir. Onun için insan, bir taraftan her şeyin iyi olmasını tamamen âri olamaz. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47>Çünkü, o da kendisidir ve buraya o âlemlerden geçerek gelmiştir. Bedenimiz aldığı gıdaların enerjisinden istifade edip, posasını atar. O posadan da Her insanın kendine has bir vücut kokusu vardır. Bu koku kâinattan aldıklarının teshike uğramış, ruhlaşmış halinin belirtisidir. kendilerinden daha iptidai canlıların istifade etmesi için çıkartır. O daha primitif canlılar Mikroskop altında hücresel bazda müşahede edilen bu olayın ilahi âlemdeki örneği da alabileceklerini aldıktan sonra, onların çıkarttıklarını toprak alır ve kendine katar. Bu nedenle toprak hazinet-ül esmadır. Hazret-i Şah-ı Velâyet'in Ebu Turab olarak 16 anılmasının nedeni budur. Çünkü topraktaki hassalar, yani esrar (Sırlar) ona açıklanmıştır. âfakta; gökten yağan yağmurla, enfüsteyse; "Sema-yı Din" denen beyinden bedene Bu açıklanma olayı kendi kendine gerçekleşmez. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47>Mutlaka bir izdivacı gerektirir. Bu izdivaç nüzul eden düşüncelerin, bedenle izdivacından doğan fikir çocuklarının ortaya çıkmasıyla O hücrenin büyüyüp insan halini almasıyla kâinatın düşüncesi, özü insanda ortaya belli olur. Bizim, "İnsan kâinatın özetidir" derken anlatmak istediklerimize bu da dahildir. Çünkü, kâinat denen şey, gözle görülmeyen küçücük bir insan hücresinin içine sığınıştır. İşte, döllenme veya fekondasyon dediğimiz olay budur. Geri kalan spermler ne yapar? çıkmış oluyor. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47> Bir santimetreküp insan menisinde milyonlarca sperm olduğunu biliyoruz. Bunların hepsi, hücum edercesine yumurta hücresine yönelir ve adeta o hücrenin kapısını çalarlar, ama kapı bunlardan sadece bir tanesine açılır. O içeri girdikten sonra da kapı hemen kapanır. Bedenin Gelişimi İçeri girene yardım olsun diye erir ve yok olurlar. beşeriyet âlemidir. Dünyada milyonlarca insanın oluşma nedeni, kapıdan içeri alınacak o tek insanı meydana getirebilmektir. Tıpkı spermlerde olduğu gibi... Beşeriyetin geri kalanı ne olur? Toprak olur. O topraktan bitki meydana gelir. O bitkileri hayvanlar yer. Sonuçta, insanların o bitki veya onu yiyen hayvanları yiyerek aldıkları enerjiden yeni bir insan hücresi meydana gelmesine yardım etmiş olur. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47>Bu hücrenin ana rahminde Yaşam dediğimiz şey; bir ölüp, bir dirilmeden ibarettir. Buradan ölünüp, oraya doğulur; gelişmesiyle de, ağlaya ağlaya dünyaya gelen bir bebek olarak kendini tekrar bu âlemde bulur. 17 Yaşam Nedir? oradan ölünüp, buraya doğulur. Tek yerde kalınsaydı hayat olmazdı. "O iki denizi olur. O zaman ikilik ortadan kalkar. Bu Bir, yine ikiye bölünür, tekrar vuslatla birleşir ve birbirine kavuşmak üzere bırakıverdi, aralarında birleşmelerini engelleyen bir berzah vardır" <55-19> âyetleri bu iki âlemdeki keyfiyeti anlatmaktadır. Birleşme vuslatta hayat böyle devam edip, gider. Bu da değişmez kanunlardan biridir. Kanun, hükmünü Bedensel âlemlerindeki bu değişimler insanın manevi âlemi için de geçerlidir. Bunu, tek hücrelilerde de gösterir, çok hücrelilerde de... 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19>Hatt bazı iptidai çok hücrelileri ikiye ayırdığımızda yaşamlarının devam ettiği görülebilir ki, bunun örneği toprak solucanlarıdır. Doğumundan itibaren bedensel fonksiyonlarını inceleyecek olursak görürüz ki: İnsan, önce, bir süre dinlemekle işe başlamaktadır. Bebek, dinlediklerini beyin kasetine yerleştirir ve sonra "Konuş" emrini aldığında, deposunda biriktirdiklerini sırasıyla; önce heceler ve tek tek kelimeler, daha sonra da cümleler halinde çıkartmaya başlar. Bu nedenle sükut Allah'ın ihsanıdır ve kazanç mahallidir. Konuşmaysa, sarf mahallidir. İnsan tamamen hareketsizdir. Sonra bitki gibi, bazı dış etkenlerle kitlesel olarak hareket kazanmadan sarf edemez ki... Durum, ilerde göreceğimiz seyr-i sülükte de böyledir. etmeye başlar. Anneler bunu, karınlarında tekmelenme hissi olarak ifade ederler. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19> İnsanın yürümesi de aynı şekide gelişir. Çocuk ana rahmindeyken önceleri taş gibi, Hareketli çocuklar zeki olurlar. Onların hareketlilikleri, içlerindeki cevherin Doğumu müteakip hareketlenirler, ama bu hareketleri bilinçsizdir. Bir süre sonra hayvan mertebesine gelip, dört ayak üstünde yürümeye başlarlar. Buna: "Emekleme" denir. 18 fazlalığındandır. Bu durum, proton sayısı fazla olan atomlarda hareketliliğin (Fazla Daha sonra kıyam edip, ayağa kalkar ve insanlığa adım atarlar. Her yediğimiz şey topraktan alınmadır ve bu nedenle bedenin hammaddesidir. İnsan, sayıdaki elektron hareketinin) fazla oluşuna benzer. ilerde, "Sülük" bahsinde daha geniş bir şekilde anlatacağız. İnsan bedeni göbek ile ikiye ayrılmıştır. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19>Çocuk, anne rahminde göbek bağı vasıtasıyla kanla beslenip, gelişir. Doğumdan sonra rahmet şefkate dönüştüğünden, bu kez beslenme kanla değil, sütle olmaya başlar. Belirli bir yaştan sonra sütten de kesilir ve kendi gıdasını kâinattan kendisi çıkartarak hayatını devam ettirir. Bu durum el tutanlar için de böyledir ve ilerde Mürit bahsinde geniş olarak anlatılacaktır. denge noktası olan göbekte, ikisi de genital bölgelerde, yani aşağıdadır. Göbek, ulvi ve İnsanda, on iki tane burç vardır. Bunlardan yedisi kafada, ikisi göğüste, biri terazinin süfli, yahut aydınlık ve karanlık bölgelerin birleştiği noktadır. Aslında o karanlık dediğimiz Zira alt kısım karanlık olduğu için yabancıya açılmaz, onu ancak ehli açabilir. Ehil haline kısımlar da insan neslinin devamlılığını sağladığı için nur-u esvettir. Ben bu konulara pek girmek istemiyorum. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19>Çünkü yanlış anlamalara neden olabiliyor. Nitekim, bu konularla uğraşanlar arasında istismar edilenler olduğu malumdur. gelmek için de nikâh şarttır. 19 İslamiyetin ilk devirlerinde, diğer dinlerde olduğu gibi, şarabın serbest bırakılmış İnsanın tüm hücreleri her yedi yılda bir tamamen değişir ve yenilenir. Bu nedenle insana yedi yaşına kadar mükellefiyet verilmemiştir. İnsan, on dört yaşından itibaren bir başka kâinattaki her şeyden meydana gelmiş olduğu için, azar azar da olsa her şeyi yemelidir. devreye girer ve bu devreleri her yedi yılda bir değişir. Bedensel İhtiyaçlar Bu yapılmadığı takdirde tek taraflı beslenmeden bahsedilir ki, bu da insanda beslenme için çeşitli gıdalar alarak beslenmek gerekir. bozukluğu yaratmak suretiyle bedeni ölüme götürür. Böyle bir durumla karşılaşmamak Maaş: Maişeti temin eden para demektir. İnsan, önce bedenine bakacak, yani işe akl-ı Allah, insanı ana karnında kanla, çocukken de sütle beslemiştir. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19>İnsan yaşlandıkça çocuklaştığına göre ileri yaşlarda, gençlik çağlarındaki beslenme alışkanlıklarından vazgeçip, hafif gıdalara daha fazla itibar etmek zorundadır. yağ içinde yüzdürülmüyorsa, insan da gıdası ile alacağı yağ miktarını iyi ayarlamak maaş ile başlayacaktır ki, gerisini getirebilsin. İnsan vücudunun, beslenebilmek için tıpkı bir makine gibi yağlanmaya, yani yağa da ihtiyacı vardır. Ama nasıl makine yağsız çalışmaz denip, yağ fıçısına batırılmıyor, yahut zorundadır. glikoza dönüştürülmekte, sonra yakılabilmektedir. Mana alemindeki şaraben tahura, madde âleminde üzümde tecelli ettiği için, vücut ancak bununla, yani glikozla beslenebilmekte ve sadece glikozu yakıp, onun enerjisinden istifade edebilmekte; tıpkı her sevgiyi aşka çevirdiği gibi, her gıdayı glikoza çevirerek kullanmaktadır. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19>Diğer gıdalar, yani proteinler ve yağlar da önce karaciğerde Çünkü, nehy edilenlerin (Yasaklananların) hepsi insan bedeni için zararlı olan şeylerdir. olmasının nedeni budur. Ancak, içmesini bilemeyince yavaş yavaş kısıtlamalar getirilmiş ve sonunda tamamen yasaklanmıştır. Fakat, bu yasaklama insan vücudunun alkol Alkol olarak içip, keyif aldığımız şey aslında, şaraben tahuranın suyunun suyunun suyu almaması demek değildir. Çünkü, vücut her meyveden alkol almaktadır. bundan kat be kat etkin olan şaraben tahuranın ne hale getireceğini tahmin etmek sayılabilir. Bu kadar sulandırılmış olan şarap insanı bu derece sarhoş edebiliyorsa, bu dünyanın malı olduğu için şaraben tahura etkisi göstermez. Çünkü şaraben tahura, herhalde pek zor olmasa gerektir. Ama, bu iki sarhoşluk arasında bir fark vardır. Alkol, İnsan "Âdem oğullarına mükerremiyet verdik" <17-70> gereğince mükerremdir. Kerim insanın beyin hücrelerini açıp, zekâsını arttırarak insanı sarhoş ettiği halde, bu âlemin alkolü bunun tersini yapmaktadır. Bedene Bakma Zorunluluğu bekleyemeyiz. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70>O halde insanın ilk yapması gereken şey; bedenini her türlü alışkanlığın olan bu emanete, yani bedenimize iyi bakmazsak emanete hıyanet etmiş oluruz ki, bu durumda; "Allah hainleri sevmez" <8-58> âyeti nedeniyle Allah'ın bizi sevmesini davranış değildir. esaretinden kurtarmak olmalıdır. Belirli bir tasavvufi eğitim almış insan nazarında her şey Hakk'tır. Bu durumda: "Neden 21 Allah'ın hiç bir şeye ihtiyacı yoktur. Kendinden başka şeylere muhtaç olan insandır, insan bazı şeyler yasaklanmıştır" sorusu insanın aklına takılır. Bunun nedeni çok basittir. bedenidir. Kişi, bedenine iyi bakarsa sağlıklı yaşar. Aksi halde sıkıntıyı çekecek olan yine kendisidir. Çünkü, sağlık olmazsa, saadet olamaz. Sıhhatin de maddisi ve manevisi yerde manevi sağlıktan bahsedilemeyeceği için biz daima: "İnsan önce bedenine vardır. Maddi sıhhatin ön planda tutulmasında fayda vardır. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58>Maddi sağlığın olmadığı olmadığı takdirde, insanda ne din kalır, ne diyanet, ne de dünya... Peygamberimiz'in: bakmalıdır" diyoruz. Zira beden, emanet-i İlâhi olan ruhun muhafazasıdır. Beden sağlıklı "İlim ikidir. Önce beden ilmi, sonra din ilmi" buyurmasının sebebi de budur. koruyabilmek için zarfa iyi bakmak gerekir. Zarfı yırtıp açan, mektubu ve mektupta İnsanın bir mektup, bedenin ise bunun zarfı olduğundan evvelce bahsetmiştik. Gerek mektup, gerekse zarf, ikisi de kâğıttan yapılır, ama görevleri farklıdır. Mektubu ama bunlardan mümkün olduğunca çabuk vazgeçmelidir. Aksi halde, emanete hıyanet yazılanları meydana çıkarır. O zaman mektubun gizliliği kalmaz. Okuyanlar arasında muhtevasını beğenenler olabileceği gibi, beğenmeyenler, hatt beğenmediği için yırtıp atmak isteyenler de olur. Onun için zarfı iyi korumak lazımdır. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58> İnsan, gençliğinde bazı aşırılıklara ve bedenine zarar verecek işlere bulaşmış olabilir bahis konusu olur ki, Allah: "Allah hainleri sevmez" <8-58> olduğu için, bu doğru bir olmaz. Beden olmadığındaysa, ne hayat olabilir, ne de namaz... Bedenin insana emanet İnsan bedeninin muhafızlarının başında ağız gelir. Oradan geçenlere dikkat edilmezse, emanet olarak verilmiş bu beden elden gidiverir. Gençlik çağlarında alınan gıdanın biraz fazla olması mahzurlu değildir. Ama, büyüme çağı durduktan sonra insan gıdasına dikkat etmek zorundadır. Hele hele yaşlılıkta, daha da Doğrudur, ama boğazdan gelen canın boğazdan çıktığının unutulmaması şartıyla... dikkatli olmak gerekir. Halk arasında: "Can boğazdan gelir" diye bir söz vardır. Bu nedenle, bedene bakmanın bir yolu; hastalık halleri dışında ve sağlıklı olunduğu Çünkü, insanın önemli olan tarafı maddi bedeni değil, manevi beden dediğimiz gerçek devrede, bedenin hayvansal taraflarını azaltmak için biraz az hayvansal gıda almaktır. vücudu, yani düşünce âlemidir. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58>Onun için, insanın biraz az yemesinde fayda vardır. salgılarının artmasına sebep olur. Bu da hazmın gözde başladığının delilidir. Böyle yapmak, en azından hazımsızlık problemini ortadan kaldırır. Her ne kadar tıpta hazmın ağızda başladığından bahsediliryorsa da, esas hazım gözde başlar. Çünkü, Lokma deyip de geçmemek lazımdır. Çünkü, lokma namazdır. Lokma olmadı mı, beden güzel bir sofranın görülmesi derhal, tükrük salgısı başta olmak üzere, tüm hazım Her insan kendinden mesul olduğu için kendini bilip, ona göre hareket etmelidir. "Sultan Aziz bir oturuşta bir koyunu yermiş" diyerek, aynı şeyi ben de yapmaya kalkarsam, ya Allah, merhametini kullarına da vermiş olduğu halde, insanlar çok kere kendilerine patlarım veya yarıda pes etmek zorunda kalırım. edilişi ve bu emaneti koruma emrinin verilişi boşuna değildir. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58> Bu sebeple, bedeni küçümsememek lazımdır, çünkü, dağların, taşların dayanamadığı zati tecelliye dayanabilen yegâne yapı o bedendir. Kuvvetlenmekten gaye, dayanma gücünü arttırabilmektir. İnsan, görse de, görmese de emanet Allah'ındır. Allah: "Hiç kör ile gören eşit olur mu" <6-50> demekle, gören ve görmeyenin eşit olamayacağını ifade etmiştir. yenen şeyler, insanın içinde kara bir duman halinden sonra ateş olup, yiyenin içini İnsanın, sağlıklı olabilmek için, helal lokma ile beslenmesi lazımdır. Kara para ile alınıp, kavurur. Çünkü, insanın manevi hastalığını giderecek ilaçlar da, madde olarak vücuda karın, kalça, bel gibi kısımlarında, adeta kışlık gıda stoku gibi biriktirir. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50>Mafsal gibi girdikten sonra enerji haline dönüştürülmektedir. İnsan, beslenmesini bilmez ve harcayabileceğinden fazla kalori alırsa, (Özellikle de karbonhidrat şeklinde) karaciğer bunları yağ haline getirip, vücudun az hareketli olan için söylenmiştir. Vücutta biriktirilen yağlar, insanın gıda bulamadığı zamanlarda işe hareketli kısımlarda yenilenme fazla olduğu için yağ birikmez. Çünkü, hareketli yerler, hata kabul etmeyen vücut bölümleridir. "Hareket devaların başıdır" sözü bunu anlatmak ters taraftan esen bir rüzgâr evi yerlebir ediverir. yarar. Bu durumda, beden bu stokları kullanarak enerji açığını kapatır. Emanet olduğu için bedene iyi bakmak, emanete hiyanet etmemek gerekir. Neden? 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50>Çünkü, bedende Beytullah vardır ve bu, Kâbe gibi kul yapısı değil, bizzat Allah yapısıdır. merhamet etmez ve Allah tarafından kendilerine sun-u İlâhi olarak bahşedilmiş bedenlerine iyi bakmayıp, onu harap eder, böylece de, emanete hıyanet etmiş olurlar. Hatt pek çoğu, bedenin Allah'ın eseri olduğunu dahi inkâr edip, bu büyük eseri düşünenlerin tabiattan öteyi zevk edememeleri, ve tabiat kanunlarını kimin koymuş küçümsercesine: "Bunu tabiat yarattı" demeyi marifet sayarlar. Bunun nedeni; böyle olduğunu anlayamamış olmalarıdır. Anlayabilmek için hidayete ermek gerekir. elbisenin eskimesine: "Hastalık", eskiyen yerlerine konan yamalara: "İlaç", yamama işini 24 Vücudun Korunma Mekanizmaları ve Hastalık Bedeni, insanın gerçek varlığı olan ruhun elbisesi olarak nitelendirmek mümkündür. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50>Bu yama tutmaz ve kullanılamaz olur ki, buna da: "Ölüm" diyoruz. Ama, şunu hiç bir zaman yapan terziye de: "Doktor" demek yanlış olmayacaktır. Beden elbisesi iyice eskiyince, terzi ne kadar usta, yama ne kadar bol olursa olsun, göre: Eski bir evde oturan yaşlı kocakarının evi bir yağmurda akmaya başlar. Kadın bir unutmamak lazımdır ki, insana: "Geri dön" emri gelmeden ölüm denen olay gerçekleşemez. Bu anlattıklarımızı Mevlâna, Mesnevi'de bir kocakarı hikayesiyle anlatmıştır. Hikâyeye Yine tamirci çağırılır. Bu durum bir kaç kez daha tekrarlandıktan sonra, bir gün şiddetli ve tamirci bulup, çatıyı aktartır. Bir süre sonra duvarından bir çatırtı duyulur. Yine bir tamirci bulunup, oraya bir destek konur. Sonra yine bir başka yerden bir başka çatırtı duyulur. almaktayız.
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50> Ama, Allah öyle bir sistem kurmuş ki, vücudumuz, o aldığımız mikroplarla bir İşte, insan bedeni de bu kocakarının evi gibidir. Hastalık, ilaç, ameliyat derken, bir ecel rüzgârı onu toptan götürüverir. Allah, insanı hasta yaratmamış, hastalık istidadı ile yaratmıştır. İnsanı hasta eden ef'alidir. Kendini korumayan hastalanır. Çiftçiler, berekettir diye kar yağışını severler. Çünkü kar, toprağın ve tohumun üstünü örterek, onları yavaş yavaş suya doyurur. Karın, mikrop kırıcı bir etkisi de olduğu için, çok kar yağan memleketlerde ve karın çok olduğu mevsimlerde nezle, grip gibi 25 Hastalık insan için dertir diye algılanır. Ama, Allah bu derdi kullarına kendini hatırlatmak hasalıklara pek sık rastlanmaz. pek anmaz. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50>Allah, ufak bir dert verip, insana kendini hatırlattıktan sonra, o derdin için merhametinden verir. Çünkü, insan, sağlığı ve refahı yerinde olduğu sürece Allah'ı devasını da verir. İnsanların da, saatler gibi bu etkenlerle ayarı bozulur. Bozulan, yani hastalanan bir İnsan vücudu saate benzer. Sıcak, soğuk ve ani hava basıncı değişikliklerinden etkilenir. vücudun düzelmesi için akla ve ilme ihtiyaç vardır. yüklenmekten ürküp, telaşlandılar, ve insan yüklendi" <33-72> denmekle, insanın her Her şey Allah'tandır. Biz, burada kulluk vasfında ve ikilik âlemindeyiz. Her türlü belâ insan içindir. Çünkü, Kur'an'da: "Biz emaneti semalara, arza ve dağlara teklif ettik, onlar her an bunlarla temas halindeyiz. Bunların bir miktarını da devamlı olarak vücudumuza türlü sıkıntıya direnip, dayanacağı anlatılmaktadır. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72>Bunun anlamı şudur: Çevremizde milyonlarca, gözle görülmeyen, mikrop adı verilen canlı bulunmaktadır ve biz taraftan mücadele ederken, diğer taraftan da kendini onlara bağışık duruma getiren maddi değildir. Bu maddi hastalıkların yanında bir de manevi olanları vardır. Bunlara antikorlar üretmektedir. Buna biz: "Aşılanma" diyoruz ve çoğumuz, ağız, burun veya ciltten vücudumuza giren pek çok mikroba karşı bağışıklık kazanmış durumdayız. Bağışıklık; vücudumuza dışardan gelen mikrop adlı misafirlerin tanımasını ve onların faydalı mı, zararlı mı olduğunun anlaşılmasını sağlar. Evvelce karşılaşılmayan değişik bir Bu kararsızlık ve tanıyamama, yani bağışıklık olmaması, mikropla mücadeleyi bir süre mikrop alındığında, vücut onun dost mu, düşman mı olduğunu anlamakta tereddüt eder. durdurur ki, bu da hastalığa yol açar. İnsan vücudu zararlı mikropları hemen muhasara altına alır. Mesela: Kolumuzda bir Vücuda giren mikropların faydalı, yani dost olanları da vardır. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72>Bunlara örnek olarak; sütü yoğurt haline getiren mayadaki mikropları gösterebiliriz. tutup, onların kana karışmasını ve tüm vücudu işgal etmesini engellemeye çalışır. Ama, çıban çıksa, koltuğumuzun altında bir beze meydana gelir. Bu beze dediğimiz şey, vücudun kendini korumak için oluşturduğu bir kaledir. O beze veya bezeler mikropları engelleyemediği zaman doktora müracaat etmek lazımdır. birlikte gitmeyeceği için, kişi ölse bile hastalık burada kalmaya mahkûmdur. Hastalık insan için bir arazdır. Gölge gibidir, geçicidir. Bazı hastalıklar çabuk geçer, bazıları uzun süre devam eder. Hatt insanı öldürebilenleri bile vardır. Ama, insanla için halk edip, Lokmanlık vermiş olan yine Allah'tır. Allah böylece, dıştan doktorun verdiği İnsanın bedeni de bir arazdır. Çünkü, esas olan o beden değil, bedenin içindekidir. İnsanın özünde hastalık olmaz, çünkü, öz cevherdir. Hastalık özde değil, araz durumunda olan bedende veya düşüncede olur. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72>Onun için insanın tüm hastalıkları örnek olarak halk arasında delilik diye nitelendirilen rahatsızlıkları ve hallusinasyonları gösterebiliriz. olayları algılayabilecek bir yapıda yaratmıştır. Bu frekans hudutları aşıldığında, aşanlar Allah insanı, bedensel kapasite itibariyle, belirli frekanslar arasında cereyan eden bağlamayacaktır. anormal olarak kabul edilir ve "Deli" diye nitelendirilir. Ama tabii bu hudutlar Allah'ı diye tarif edilebilir. Hallusinasyonlar tıpkı rüyalara benzer. Rüyadan farkı, uykuda değil Hallusinasyon ise: "İnsanın iç alemindeki olayların dış âlemde müşahede edilmesidir" uyanıkken görülmesidir. Olay: kişinin, hayalindekini karşısında, yahut dışında yaptırılmaktadır. görmesinden başka bir şey değildir. Nasıl insana rüyasında bir şeyler yaptırılıyor, veya bir şeyler yedirilip, içiriliyorsa; hallusinasyonda da aynı şeyler kişi uyanıkken yolla geçmeyen hastalıklar için dışardan yardım gerekir ki, bunun için de doktora gidilir. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72> İnsan vücudu; doktoru, eczacısı, eczanesi kendinde olan bir yapıya sahiptir. Pek çok hastalığın tedavisini bu vücut yaptığı için, hastalıkların çoğu kendi kendine geçer. Bu Bazılarının: "Bana Allah bakar, doktor gerekmez" demesi ham bir hayalden başka bir O halde esas doktor bâtınîdir ve içeridedir. Dışardaki doktorlar bunun yansımasından oluşmuşlardır. Ancak bu dışardakileri de inkâr etmemek lazımdır, çünkü, onlar aslın devası olmayan hastalık vermedim" demektedir. Ancak, çarelerinin bulunması için biraz temsilcisidir. şey değildir. Bu sözü söylemeleri de Allah'ı bilmediklerini gösterir. Çünkü, doktor bir anlamda: "Ben size şah damarınızdan daha yakınım" <50-16> Diyen'in hüvezzahir esmasından gayrı değildir. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16>Bize o doktor vasıtasıyla bakıp, şifa veren ve onu derde deva ilaçlarla, içten de kendi yardımıyla kulunu tedavi eder. Lokmanlık diye nitelendirilen şey; Allah'ın Lokman'a verdiği tıp bilgisidir. Ama bu bilgi, Lokman Hekim'i ölümden kurtaramamıştır. Lokman Hekim tüm hastalıkların devasını ve eczaların özelliklerini bildiği halde, kendisi dizanteriden ölmüştür. Bu hastalığa yakalandığında öğrencileri, her ilacın özelliklerini bildiği halde, kendini niçin tedavi etmediğini sorduklarında: Lokman Hekim, ilacı suya atıp, onun suyu katı bir madde haline getirdiğini gösterdikten sonra: "Siz ilacın etkilediğini zannediyorsunuz, etkilememiş, neticede ölmüştür. ama o ilacın etkisi, ona o emri verendendir. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16>Esmasını alıverdiği anda o ilacın etkisi kalmaz" diyerek, işin aslını anlatmıştır. Sonra kendisi de ilacı almış, ama ilaç onu iyileştirmeyebilir, hatt ona zararlı olabilir. Onun için rastgele ilaç almaktan kaçınmak İlaçların etkisi kişiden kişiye değişir. Bir insana iyi gelen bir ilaç bir başka kişide, velev ki hastalıkları aynı bile olsa, aynı etkiyi göstermeyebilir. Birini iyileştiren, bir diğerini verdiğimiz laboratuvarlarımız imal edip, bedenimizin istifadesine sunmaktadır. lazımdır. Bugün pek çok hastalık vardır ki, daha doktorlar bile ne olduğunu bilmemektedir. Aynı şekilde daha laboratuvara girmemiş ve etkisi tespit edilmemiş nice ilaçlar vardır. görünmesi) rol oynamaktadır. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16>Normal bir bedenle yaşayanların, daima, kendilerini Bunların pek çoğunu da, bizim haberimiz bile olmadan beyin ve karaciğer adını Yeni bir hastalık çıktığında herkes şaşırıyor. Bugün herkesin adını bilip, tedavisini bilmediği iki hastalık vardır. Bunlardan biri vücut hücrelerindeki itidalin bozulması sonucu oluşan kanser, diğeri AİDS'tir. Allah, bunların da devasını verecektir. Çünkü, O: "Ben Zaten bu hastalıklar, her ne kadar Allah'ın insanlara verdiği bir ceza olarak nitelendirilse zaman geçecektir. de, aslında, insanlığı felaketten korumak için Allah'ın merhametinden verdiği, birer uyarı Her hastalık bize sağlığımızın değerini bilmemiz için birer derstir. Bu dersler olmasa, biz olarak düşünülmelidir. hep sağlıklı kalacağımızı düşünüp, şükründen uzaklaşır ve Allah lafzını unutuveririz. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16>Ama da, böylece, bağırta bağırta bize Kendi'ni hatırlatıyor. 29 hastalığa yakalanınca, sabaha kadar "Allah Allah" diye inleyip O'nu hatırlayıveriyoruz. O koymuştur. İnsanlar bu kurallara uymayıp, hayvan gibi yaşamakta ısrar edince, bu kez Allah, insanların hayvanca değil, insanca bir hayat sürmelerini sağlamak için kurallar karşılarına AİDS denen hastalığı çıkartmıştır. Bazıları bunun virütik, yahut anormal Her davranışın mükâfatını da, mücazatını da verecek olan Allah'tır. İşte, insanın proteinden kaynaklanan bir hastalık olduğunu söyleyecektir. Doğrudur, ama, o etkeni yaratan Allah değil midir? yöntemine dönmektedir. hayvanca yaşamakta ısrarının cezası bu AİDS olmuştur. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16>Bir süre sonra bunun çaresi bulunacaktır. Ama, o zamana kadar da insanlar, seks konusunda insanca hareket etmeyi öğrenmiş ve benimsemiş olacaklardır. Nitekim, bugün çok kimse hastalığa yakalanma korkusundan dolayı atipik ilişkilerden uzaklaşmakta ve doğru olan eski evlilik Burada akraba evliliği yapmak gibi hatalı düşüncelerin temessülü (Bir şekle bürünüp, AİDSİn kanla bulaşması bile, insanların, kötülüklerden korunmak için dikkatli olması ve zararlı kimselerden uzaklaşması gerektiğini gösterir. noksansız ve kusursuz yarattığı için Allah'a şükretmeleri gerekir. Doğuştan gelen bedensel rahatsızlıklar ve anomaliler genetik hatalardan kaynaklanır. da: "İşlerin en hayırlısı vasat olanıdır" prensibini benimsemelidir. Ayrıca, fazla kiloların Dünya da, şehirler de, bedenimiz de her an yıkılıp, yapılmaktadır. Şehirlerdeki yıkılıp, yapılmaları görüyoruz. Kendi bedenimizdekileriyse göremiyoruz. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16>Vücudumuzdaki tüm olduğuna göre, insan vücudunda ne kadar hücre değişiyorsa, kâinatta da o kadar yıldız kan hücreleri, her yüz yirmi günde bir tamamen yenilenmektedir. Kâinatın özeti 30 değişiyor ve ölenlerinin yerine yenileri meydana geliyor demektir. ondan. Bu da gösteriyor ki: iş bizde değil, Allah'tadır. Zaten, baki olan da; o Bu değişim ve hücre yenilenmesi, neden aklımıza yeni şeyler getirip, eskileri götürmüyor? Çünkü, O'nun güneşinin hüzmeleri hep oraya vurup durmaktadır da görünmeyendir. Çünkü, mana O'dur. Burada akla: "Madde O'nun değil midir" sorusu zayıf kimseler daha fazla üşürler. Şişmanlarda kömür yerine geçen yakıt, yani yağ daha takılacaktır. Madde, O'nun evidir ve kendini oradan gösterecektir. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16>Çünkü: "Kalb-i mümin Beytu İlah "tır. fazladır. Yağın, kanın oksijeniyle yanması sonucu ortaya çıkan enerji sayesinde insanın İnsan bedensel bakımdan zayıf veya şişman olabilir. Şişmanlar fazla üşümez. Genelde üzere yağ haline çevirir ve depo eder. Gerektiğinde de o depodan alır ve yine enerji vücut ısısı sabit tutulur. Yakıt fazla verilmişse, enerji fazlalaşır ve insan terlemeye başlar. Çünkü, terleme vücudu soğutma yöntemlerinin başında gelir. Tıpkı terleyen Alınan gıdalardaki enerji fazla geldiğinde vücut bu fazla enerjiyi, gereğinde kullanmak testinin içindeki suyu soğuk tutması gibi... Biz, madem ki, o vücudun birer parçasıyız; ha ölüp, toprak altına konmuş ve onun haline çevirerek kullanır. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16>Bu çevirme işini yapan organ karaciğerdir. Enerji kuvvet demektir. Kuvvetin karşılığı ise melektir. Aşırı şişmanlık gibi, aşırı zayıflık da iyi değildir. İnsan her konuda olduğu gibi bu konuda kısa zamanda verilmesi de doğru değildir. Zayıflama yavaş yavaş olmalıdır. Yaşlılık ve Ölüm Her insanda tüm azalar vardır. İnsan gelişirken bu azalardan bir kısmı daha fazla, bir kısmıysa daha az gelişir. Bu durum yaşlanmada da aynıdır ve her insanın bir uzvu, diğer uzuvlarından daha fazla ve daha hızlı yaşlanır. Onun için kimi insan beyninin, kimisi Çoğunun ölüm nedeni de bu şikâyetçi olduğu organına ait bir hastalıktır. kalbinin, kimi de böbrek veya midesinin daha erken yaşlanmasından şikâyet eder. kolay ihtiyarlamaz. Kafanın genç kalabilmesi; iyi düşüncelerle dolu, yani cennette Genelde, bedeni ihtiyarlatan kafanın ihtiyarlamasıdır. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16>Kafası genç olanın bedeni kolay olmasını gerektirir. Zaten, Allah'ı bilen cennet-i irfandadır. âyetiyle belirtilmiştir. Bu durumun ne demek olduğunu bir şiirimde: "On sekiz bin âlem İnsan öldüğünde canının nereye gittiğini, ehl-i şeriat dahil kimse sormamaktadır. Bu konu Kur'an'da: "de ki: biz Allah'tan geldik ve sonunda O'na döneceğiz" <2-156> ederler. Ey iman edenler ona salât edin, selâm verin ve teslim olun" <33-56> diyerek kâmil insandır" mısraı ile açıklamıştım. Hepimiz insandan geldik ve yine insanda toplanacağız. Bunun böyle olduğunu Kur'an: "Allah ve melekleri peygamber'e salât tasdik etmektedir. Buradaki: "ey el tutup inananlar" demektir. Beden Organları karaciğer böbrek başta olmak üzere pek çok organ değiştirilmekte, ama bu değişiklikler 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56>Her şeyin olduğu gibi, organların da bir maddi, bir de manevi yönü vardır. Maddi olan organ değiştirilebilir. Fakat organın manevi veçhesi değişmez. Nitekim günümüzde kalp, kişinin manevi yapısında, yani kişiliğini oluşturan düşünce sisteminde değişikliğe neden 32 olmamaktadır. İnsanın yüzü cemalullahtır ve Allah'ın insana verdiği kitabın ön sayfası, yani Fatiha'sıdır. Organ bağışının doğru olup, olmadığı münakaşa edilmektedir. Bu münakaşa; vücudun bir bütün, bizlerin de o bütünün birer parçası olduğumuzun bilinmemesinden toprak adı verilen bölümüne dahil olmuşuz, ha bir veya bir kaç organımızı bir başka kaynaklanmaktadır. kişiye vererek, aynı vücudun bir başka parçasına dahil olmuşuz, hiç bir şey fark etmeyecektir. Onun için organ nakli ve bağışının hiç bir mahzuru yoktur. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56>Hatt, o olacaktır. bağışlanan organ, daha kestirme yoldan dünyaya dönmüş olacağı için memnun bile İnsanda, hayat için olmazsa olmaz durumda olan beş organ olduğunu, bunların kalp, Altmış yaşımı geçtiğim için benim organ bağışımı kabul etmediler, ama şahsen gençlerin bağışta bulunmalarına taraftarım. Allah, kâinat ve ilâhi mertebelerden bahsederken anlattığımız iç ve dış meselesi, insan beyin, kan, karaciğer ve böbrekler olduğunu evvelce belirtmiş ve bu beş organın hazerat-ı hamse-i ilâhi'ye tekabül ettiğini yazmıştık. Hiç bir beden fonksiyonu insanın kendi elinde değildir. Buna insanın görüp, işitmesi de bedeni için de geçerlidir. İnsanda vücudu besleyen atardamarlar derinden, artıkları toplayan toplardamarlar ise yüzeysel olarak geçer. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56>Zaten görünen de bu Kulaklarım biraz ağırlaştı, ama bazen çok iyi duyuyorum, bazen de hiç duymuyorum. Bu toplardamarlardır. dahildir. İnsanın öyle zamanları olur ki kulağı bazı şeyleri iyi duymaz olur, ama bazen de 33 da benim elimde olan bir şey değil... öyle olur ki, iyi duymayan kulak normal işitir oluverir. Ben bunu kendimden biliyorum. Dıştaki güneşin leke yapmasının nedeni; sıcaktan oluşan ter habbeciklerinin ışığı kırması Cilt İnsan ağacının kabuğu mesabesindedir (durumundadır). En fazla etkilendiği tabii şey güneştir. Bu, içteki güneş de olabilir, dıştaki güneş de... Ama hangisi olursa olsun, etkisi, lekeler şeklinde belli olur. olursa, göz yine mevcut olduğu halde, görme fonksiyonu kaybolur ve biz bir şey veya bir kısmının mercek etkisi yaparak ışığın şiddetini arttırmasıdır. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56> İçteki güneş ise sıkıntı güneşidir. Bu da yakıcıdır ve sonuçta lekeler oluşmasına neden olur. Şems-i mutlak ve şems-i mukayyet diye adlandırılan iki güneşin ciltteki etkileri bunlardır. Yüz Fatiha güzel olmazsa, göz ondan nasibini alamaz. Bazıları: "İçi güzel olsun yeter" derler. Evet. doğrudur, ama herkes içe bakmasını bilemeyeceği için insanın içinin de, dışının da güzel olması istenir ki, herkes ondan hoşlansın. sevaptır" deyimidir. Ama biz güzeli bilmediğimiz için güzelin suretine bakıyor ve o suret "Allah güzeldir ve güzeli sever" sözünün halk arasındaki karşılığı: "Güzele bakmak İnsanın bedensel güzelliği; ayın, on dördündeki parlaklığına benzer ve geçicidir. Allah'ın bozulunca, güzel yerinde durduğu halde, onu tanıyamıyor ve güzelliği gitti diye ondan kaçmaya başlıyoruz. Onun için insan, hiç bir zaman güzelliğine güvenmemelidir. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56>Çünkü güzellik, onun güzelliği ise kalıcı olduğundan, dışa değil, daima o iç güzelliğe bakmak gerekir. Buna da: "Mecazdan geçip, hakikate gelmek" denir. Biz, O'nu bilmediğimiz için aksine güzel diyoruz. görünüşüne o güzelliği verenindir. Kişinin: "Güzelim" dediği şeyin aslı topraktır ve sonunda yine toprak olacaktır. O toprağı hayattayken güzel gösteren, ona yansıyandır. "Hakk görüşüyle baksan vech-i hasene Biz, güzellik diye hayale tapıyoruz. Taptığımız bir gölgeden başka bir şey değildir. Eğer bilinçlenir de, o güzelliği yapana taparsak, o zaman gölge silinir ve o gölgede, asla Gözler insanın içinin aynasıdır. Böyle olduğu bilindiği için, doktorlar önce hastanın tapmış oluruz. Yazılır defter-i a'maline bin bir hasene" beytinin anlamı budur. Bu anlattıklarımızın en güzel ispatı; sevgilisi ölen kişinin onu gömmesidir. Sevileni, canlıyken sevdirip, güzel gösteren Allah'ın nurudur. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56>O nur da kendinden ayrı olmadığı gözüne bakarlar. Balıkların bile tazeliği gözlerinden anlaşılır. Halk arasında: "Gözler için, resme değil, ressama yönelmek ve ressamı istemek lazımdır. 35 Gözler için, o bir işe yaramayacaktır. İkincide, söylenenler bir taraftan girip, diğer taraftan konuşur" diye bir söz vardır ve bu, anlayanlar için doğrudur. Göz bir pencereden ibarettir. O pencereden girenler beyinde şekillenip, renklenir. Pencere kapanır, beyne nakil yollarında veya beynin algılama merkezinde bir arıza Gözün aldanma ve aldatma ihtimali daha fazla olduğu için Kur'an'da, göz kulağa göremez oluruz. nazaran ikinci planda tutulmuş ve daima: "Duyar, görür" <17-1>, <40-20>, <40-56>, <42-ll> vs. denerek kulağa öncelik verilmiştir. ândadır.. İnsan dış gözle bile kilometrelerce mesafeyi görebilirken, âna tâbi kalp İnsanda bir de: "Basiret" denen kalp gözü vardır. Bu gözün görüşü zamanda değil, gözüyle neler görmez... şeyden bahsedilemez. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>İnkârda olanların inkâr nedeni, basiret gözlerinin kapalı Dış göz, aldanabildiği için her an şüphededir, ama basirette göz aldanması diye bir olmasıdır. İnsanda kalp gözü veya bilgi gözü denen şeyi anlatabilmek için misalen: bir mühendisin kapıları, salonu, balkonları, mutfağı, tuvaleti, banyosu, v.s. yi kafasında şekillendirdikten kafasında bina planı yapmasını ele almak mümkündür. Mühendis, binanın kaç odalı olacağını, neresinden girilip, neresinden çıkılacağını, odalarının konumunu, pencereleri, ve bitmiş olarak düşüncesinde gördükten sonra, gördüğünü bir proje halinde kağıda İnsanda, kulağın gözden önde geldiğini söylemiştik. Bunun delili: kör peygamber olduğu geçirecektir. Hatt projeden anlayamayanlar için bir de maketini yapacak, inşaata bundan sonra başlayacaktır. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>İşte, kâinat da böyle oluşmuştur ki, bundan evvelce halde, sağır peygamber olmamasıdır. Gözleri görmeyen peygamber Hazret-i Yakup'tur. bahsetmiştik. Kulaklar de deposu boş kalır. Şimdi, böylelerine dudak hareketleriyle konuşma öğretmektedirler. Gözleri önce kör olmuş, sonra oğlu Yusuf'un gömleğini gözüne sürünce açılmıştır. Sağırlık, doğuştan olursa, dilsizliğe neden olur. Doğuştan dilsiz olanlarda neden, çocuğun işitmemesidir. İşitemeyince, duyduklarını depo edemez. Bir şey kapamadığı için Allah kimseye işitme zorluğu vermesin. Bu dilek tüm duyular için geçerlidir. Çünkü, İnsanın vücut yapısını bir ağaca benzetmek mümkündür. Bunun esas kısmı gövdesidir. hepsinin yeri ayrıdır. Kulağın önemini belirtmek için anlatılan bir hikaye vardır. Hikayeye göre: çıkacağı için, o da makbul değildir. Böyleleri için: "Söyle, söyle faydasızdır" denir. Ama İnsan üç çeşittir. Birincide, kulak tıkalıdır ve ne söylenirse söylensin içeri girmeyeceği üçüncüde, söylenenler içerde kalacağı için, onların, ilerde destur verildiğinde, dışarı boşaltacak dolu bir depoları olacaktır. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>Zaten izin verilmezse içindekileri boşaltmak kişinin elinde değildir. Bir şiirimizde: 37 "Bir emirdir çeviren arş ile kürs-i feleği Buna memur oluyor yerle göğün her meleği" verilebilir. Çünkü, bu ikinci ağız ilim ağzıdır ve izinle açılır. diyerek, bu gerçeği anlatmak istemiştik. Ağız "Neden yüzde göz, kulak ve burun delikleri çift olarak yaratılmış da ağız tek olmuştur" diye bir soru sorulabilir. Bunun cevabı: "İkinci ağız deliği içerde olduğu için" diye Azı dişleri, insanın et yiyebilmesi için girintili, çıkıntılı olduğu gibi, ayrıca köpek dişleriyle Dişler İnsanlar bazı gıdalarını bitkilerden, bazılarını da hayvanlardan alırlar. Bu nedenle dişleri inişli, çıkışlı, yani, hem kesip, parçalayacak; hem de ezip, öğütecek şekilde yaratılmıştır. oluşan yerdir. Otobur hayvanların dişleri insanlarınki gibi değil, düzdür. de takviye edilmiştir. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>Bu tip dişler daha ziyade etobur canlılarda bulunur. Onun için insan, hem İllâ (Herşey), hem de Lâ (Hiçbirşey)dır. Bu diş yapısı dahi, insanın Lâ ile İllâ arasında, yani berzahta olduğunu göstermektedir. Berzah: İki şeyin çarpışması sonucu 38 ve hayvanlar o mevsimde içgüdüleriyle hareket ederek çiftleşip, nesillerinin devamını Dalak Her zerrenin bir kabri vardır. İnsandaki kan hücrelerinin kabri de dalaktır. Genital Organlar hayvanlarda Allah'ın kurduğu düzene uygun olarak devam eder. Belirli bir mevsimi vardır Hayvanlarda bulunan her his insanda da vardır. Örneğin: Şehvet hissi... Bu, Kan dolaşımında hiç bir zaman geri dönüş olmaması, Allah'ta rücu olmadığını gösterir. sağlarlar. Ama insanda böyle midir ya? İnsan, yaz, kış, soğuk, sıcak demeden, her zaman şehvete yönelebilir. Çünkü, yaratılışı buna müsaittir. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>Bu yapıya sahip oluşu nedeniyle de, iş belirli kurallara bağlanmıştır. Kol ve Bacaklar Buraları iyi düşünüp, hayvanla insan arasındaki farkı iyi değerlendirmek gerekir. Zira kalp oradadır. Diğer kısımlar, yani kollar ve bacaklar, bu ağacın dalları gibidir. Bu dalların ucunda parmaklar bulunur ki, bunlar; meyve veren, yani eser yaratan kısımlarıdır. Ağaçların tek istisnası kiraz ağacı olmasına rağmen, onda bile, uç kısımlarda daha çok kiraz bulunur. Neş'e-i ilâhi çok çeşitli olduğu için insanların marifetleri de çok çeşitlidir. Bazı insanların İnsan hayatının devam edebilmesi için bedenin temizlenmesi şarttır. Bu işi de akciğerler elinden çok iş gelir ve bu yüzden bunlara: "Çok yönlü insanlar" denir. 39 Akciğer üstlenmiştir. Akciğerler bu işi nefha-yı ilâhiyi kullanmak suretiyle yapmaktadır. Nefha: İnsanın içinde koca bir şehir, koca bir ülke, hatta koca bir kâinat vardır. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>Karaciğerin Nefes demektir. Akciğerlerin küçük dolaşımdaki, yahut tasavvufî tabirle, küçük devrandaki rolünden evvelce bahsettiğimiz için, burada tekrarlamayacağız. Karaciğer Karaciğerin yeri mahall-i evhamdır. Siroz nedeni ise evhamlılıktır. İnsanın evhamlı olması yaptığı kimyasal reaksiyonları, aynı sürede yapabilmek için kaç kimyagere ihtiyaç olduğunu hiç düşündük mü? karaciğerin yükünü çok arttırır. Kan İnsanın aldığı gıdalar, esmalarına göre farklı enerji türleri oluşturur ve bunların her temizlik organlarına (böbrek, akciğer, karaciğer) götürmektir. Kan, organları dolaşırken, birinin görevi ayrıdır. Kanın görevi: farklı enerjileri verecek proenerji durumundaki gıdaları, gitmesi gereken organ hücrelerine ulaştırmak ve onlardaki atık maddeleri alıp, her organ ne tür maddeye ihtiyacı varsa, kendine lazım olanı alır. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>Hiç bir organ kendisi Kur'an'daki: Ak ve karadeliklerin enfüsi delaleti de bu alış verişten başka bir şey değildir. için gerekli olmayan bir maddeyi almaya kalkmaz. Kimsenin işine yaramadığı için kanda kalan maddelerse, böbrekler tarafından dışarı atılır. Hayatın devamı için her şeyin belirli 40 bir intizam içinde ve yerli yerince yürümesi şarttır. diğer taraftan sevilen yine kendisidir" diye de ifade edebiliriz. Çünkü, O'nsuz bir zerre Bu delikler, vücutta enerjinin toplanmasını ve dağılmasını sağlarlar. Zaten hayatın sırrı da; bu bir dağılıp, bir toplanmanın devamlılığında gizlidir. Daima ileri giden kanın nihai hedefi yine kalptir. Küçük dolaşımda nefes-i rahmanla dolup temizlenen kan, büyük dolaşımda hücreleri ateşlemektedir. Nefes-i rahman olmazsa hücrelerdeki ateşlenme durur ve hayat son Varın yok, yokun var olması; maddi ve manevi, sağır ve kebir kavramları bir simetrinin bulur. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll> Beyin ve Sinir Sistemi beyninin sol yarısı, bedenin sağ tarafına; sağ yarısı ise, bedenin sol tarafına komuta sonucudur. Allah, aynı simetriyi insan vücudunda da meydana getirmiştir. İnsan Allah'ta da, insandaki omurilik soğanına benzer birleşme noktaları vardır. eder. Bu ikisinin birleşme yeri omurilik soğanıdır ki, buraya iğne batırılsa insan ölür. Yazılanlar beyine yazılmaktadır. Tıpkı levh-i mahfuz gibi... Burada kalp bir yansıtıcıdır. İnsan beyni, levh-i mahfuzun temsilcisidir. Kalpten yansıyan her şey beyindeki hücrelerce zapt edilir ve böylece bu hücrelerin her biri birer âlem olur. âlem olduğuna göre, herkes, önce kendini bilmelidir. İnsanın kendini bilebilmesi için; Kalpten yansıyanlar beynimize, aklımıza yansımaktadır. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>Beyin hücrelerinin her biri birer bedenine bakması, onu esaretten kurtarıp, kendi kumandası altına alması icap eder. Beyin, bir ağacın kökleri gibidir. Gözle görülmez, ama ağacın beslenmesini sağlar. Kişi, kendine verdiği "Yeme", "İçme" gibi emirleri uygulayıp, kendini esaretten kurtardığında, bu durum onun için bir huy haline gelir ve artık, kişinin kapıları açılmış olur. görevi yapar ve tıpkı bir düşünce kitaplığı gibidir. Bu düşünceler zamanı geldiğinde, İnsandaki ruhsal fonksiyonların ayarlanması ve insanın dünyaya adaptasyonunun sağlanması beynin görevidir. Beyindeki, yahut tasavvufi tabiriyle: "Arş-ür Rahman"daki tüm hücreler, A'yan-ı Sabite ilâhinin zuhuru için kendinden kendine olur, yani bu anda kişi bir taraftan konuşan, beyinden fikir olarak alınır, harf elbisesi giydirildikten sonra kelime ve cümle haline getirilip, mananın tecellisi (Meydana çıkarılması) sağlanır. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>Mana tecellisi, muhabbet-i gerçekleştirebilirler. Bu nazar devamlı olarak uyarıyı doğuran hücrelere tevcih edilirse, o diğer taraftan dinleyen, yahut veren ve alan durumundadır. Bunu: "Bir taraftan seven, yoktur. Böyle olduğu için de, büyük nezafet (Temizlik, tam sağlık ve selamet) gereklidir. Allah'ta eğrilik, hastalık gibi kusurlar olamayacağı için, O'nun aynası olan insanda da İnsan, her zaman söylediğimiz gibi, kâinatın özetidir. O halde insanda da Kurb-u feraiz manen bunların olmaması lazım gelir. sinirlerle ulaştırması ve o sinirler vasıtasıyla dış uyarıların kendisine iletilmesidir. Tabii, ve kurb-u nevafilin örneği olması lazımdır ki, bu da: beynin, emirlerini, ilgili organlara iletilmesinin de kurb-u nevafile karşılık olduğunu ayrıca söylemeye hacet yoktur sanırım. emirlerin ulaştırılmasının kurb-u feraiz, sinirler vasıtasıyla dış uyarıların beyne Tıp adamları insan beyninin en çok yüzde on beşinin fonksiyonel durumda olduğunu, kadar çok şey bulunduğunu anlamak zor değildir. yüzde seksen beşinin ise, ne işe yaradığının bilinmediğini söylemektedirler. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>Beyindeki her hücrenin bir âlem olduğu düşünülürse, beyin hakkında öğrenilmesi gereken ne İnsanın sinir sistemi, kâinatın çaılşma düzeni gibi tam bir intizam içindedir. Örneğin: kalkar. Aynı durum kâinatta da vardır. Bir emir çıktığı anda, o emri yerine getirecek Beyinden "Kolunu kaldır" emri çıktığında, kolu kaldıracak kaslara "Kasıl" emri verilirken, karşıt grup adalelere de "Gevşe" emri verilir. Kol, bu iki emrin birlikte uygulanmasıyla içinde yerine getirilir. sisteme ait tali (yan) emirler de birlikte çıkar ve yerine ulaşır. Böylece, emir bir denge hareketi yaptıran bir melek vardır. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>O melek beyindeki bir hücre veya hücre grubundan İnsanlardaki tikler merkezden gelen uyarılır sonucu oluşmaktadır. Bunlardan kurtulmanın yolu şühudtan geçer. Beyindeki hücreleri fazla boş bırakmaya gelmez, çünkü boş bırakıldığında ortaya çıkan başıboş emirler "Tik" dediğimiz hareketlerin huy haline gelmesine neden olur. Yani, vücut, o hareketleri meleke haline getirir. Her İnsanda, iki türlü irade vardır. Biri; bizim: "Kendi irademiz" dediğimiz hareket ettirme çıkan emirleri yerine iletir ve o adalelerin kasılmasını sağlar. Hareketi engelleyebilmek için, onu doğuran merkeze şühud etmek lazımdır. Tabii, bu şühud dış gözle değil, iç hücre veya hücreler baskı altına girer ve istediğini yapamaz olur. Boş bırakıldığındaysa gözle olacaktır. Bunu yapamayanlar; Efendi'lerini rabıtaya alıp, bu işi onun nazarıyla tekrar eski durumuna döner. İnsanı, iyi veya kötü, harekete getiren şey, merkezdeki hücrelerin faaliyetidir. O hücreler terbiye edilirse mesele yoktur, ama terbiye edilmedikleri takdirde, bildiklerini yapmaya melek vardır. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>Her meleğe de, emir veren daha üstün bir melek vardır. En üstün melek başlarlar. Çünkü, her hücre bir esmanın etkisindedir. Her esmayı faaliyete geçiren bir ise, insanın kendisidir. İşte, insanın meleklerden üstün oluşu budur. 43 diğer kimseler için tamamen irade dışı diye nitelendirilen hareketleri bile geçici olarak Öyle insanlar vardır ki, bu bahsettiğimiz ihtiyari veya gayrı ihtiyari hareketlerin yanında, kontrolleri altına alabilirler. Buna örnek olarak Hint Fakirlerini göstermek mümkündür. süre için nefesimizi tutarak, bunun bir benzerini gerçekleştirebiliriz. Bu hususta ihtiyari Bunların içinde, bir süre için kalp atışlarını durdurabilenler bile vardır. Bu yaptıkları iş, gayrı ihtiyari olan bir hareketin bir süre için ihtiyari hale getirilmesidir. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>Biz de, kısa bir Çünkü, bunların fonksiyonel merkezleri beynin derin tabakalarında ve omurilik ve gayrı ihtiyari kelimeleri yerine, iradi ve gayrı iradi tabirlerini kullanmak ta mümkündür. Bazı gayrı iradi fonksiyonların iradi hale getirilmesi olanaksızdır. Mesela: Karaciğer, "Refleks" denir. Refleksler, omuriliğin kontrolü altındadır. Bunların da bir kısmını iradi böbrek, mide, barsak, pankreas v.s. gibi organ fonksiyonları iradi olarak durdurulamaz. soğanındadır. Bu kısımlardan çıkan emirler, düşünce fonksiyonlarıyla ilgili beyin korteksinin kontrolü altında değildir. kontrol altına almak mümkündür. Çünkü, kontrol altına alınamayan hareketler beynin İnsan vücudunda kontrol dışı oluşan, vücudun korunmasına yönelik hareketlere: İnsanda beyin âna, beden ise zamana çalışır. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>Dünyanın da ahiretin de insanda, beyinde derin tabakalarından ve omurilik soğanından doğan hareketlerdir. İnsanların otonom sinir sistemi Allah'ın emrindedir. Bir heyecan anında adrenalin salgısını arttıran Allah'tır ve bunun amacı, kişiyi şokun etkisinden kurtarmaktır. Keza, kalp atım sayısını ihtiyaca göre ayarlayan da, yine Allah'tır. 44 gücümüz, diğeri ise; tıp dilinde: "Refleks" diye bilinen ve biz istemesek bile, bizi korumaya yönelik hareketleri yaptıran iradedir. Bu ikinci durumda düşünecek zamanımız yoktur. O ânla iş yapar, biz ise zamanla... oluşunun nedeni bu, yani, beynin ânda oluşudur. Allah, zamandan münezzeh olup, anda bulunduğu için, geçmişi de, şu anı da, geleceği de kendinde toplar. İyi düşünceler, hormonların dengeli salgılanmasını sağlar. Kötü düşünceler ise; vücuttaki asit karakterdeki salgıların artmasına, ve bu yolla en azından gastrit ve ülser gibi hastalıkların ortaya çıkmasına yol açar. Kalp süveyda'nın hayat noktası oluşudur. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>O nokta çalışmadığı zaman geri kalanlar işe Tasavvufta organ olarak beynin değil, kalbin esas alınmasının nedeni; kalpteki nokta-yı yaramaz. Allah'ın nazar-ı İlâhisi, daima; "Fuad" da denen, o noktaya nazırdır. Yapılan bir Kalb-i mümin beytulllah, Kalb-i mümin hazainullah, Kalb-i mümin arşullah, "Bir şeyin doğru mu, eğri mi olduğunu anlamak için kalbe bakılmasının nedeni budur. Allah, her zerrede mevcut olduğu halde, insana kalbinden hitap eder, yani yeri orasıdır. müşkülünüzü halledecek kimse bulamazsanız kalbinize danışın, o size doğruyu söyler", Burada kastedilen, kalbin et olan kısmı değil, manevi varlığıdır. Nasıl insan dendiğinde "Bir insan kırk gün takva üzere bulunursa onun kalbinden hikmet pınarları fışkırır", Hadisleri buna işarettir. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>Takva: Yeme, içme dahil, dünyevi hiç bir şey düşünmemek onun bir maddi, bir de manevi varlığı olduğu kabul ediliyorsa, insanın tüm organlarında anlamını içerir. Riyazat meselesi de bundan çıkmıştır. 45 sondadır. Ancak, daima müessir olanın İllâ, müteessir olan ise Lâ olduğunu hatırdan (Özellikle kalbinde) da aynı durum dikkate alınmalıdır. İnsanın kalbi Allah'ın evidir. Fakat, o evi şeytanın evi haline getirmek de mümkündür. Kâinatta her şey müspet ile menfiden oluştuğu için, Kelime-i Tevhitte de inkâr ve ikrar vardır. İnkârı, yani negatif olan Lâ'sı başta, ispatı, ikrarı, yahut pozitifi olan İllâ'sı Allah'ın hakiki evi olan kalbimizi şeytana tahsis etmiş olduğumuz da maalesef, bir çıkartmamak lazımdır. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>Bu durumda, bir insan ne kadar inkâr ederse etsin, sonunda ispatın elinden kurtulamayacak demektir. Bunun daha kolay anlaşılır bir açıklaması: "Hiç kimse Allah'ın elinden kurtulamaz, çünkü, O müspettir" cümlesiyle yapılabilir. Bu ilave etmekte fayda vardır. noktada; kâinatın da, Allah'ı ispat eden bir delil olması dolayısıyla, müspet olduğunu insanın kalp hanesidir, Mamur hale getirilmesi gereken orasıdır. Çünkü kalp, semavi, gerçektir. Bu nedenle huylarımız kötüleşmiş, berbat olmuştur. Kalp evimizi iyice temizleyip, mamur hale getirmediğimiz sürece, Allah'ın oraya gelmesini beklememiz anlamsız olur. Çünkü, kalp iyice temizlenip, şeytani düşüncelerden arınmadıkça Allah oraya gelmez. yüksek bir âlemdir. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll> Bir şiirimizde: "Padişah konmaz saraya, hane mamur olmadan" mısraıyla kastedilen, kısımlarda bir ilâ bir buçuk saati bulabilir. Mutasavvıflar iki Kâbe'den bahsederler. Bunlardan birisi; Beytullah da denen, Hazret-i İbrahim'in, Allah'ın emrettiği yere inşa ettiği Kâbe'dir. Orada, Hacer-i Esvet'in karşısında 46 Makam-ı İbrahim vardır. Tavafa oradan başlanır ve yedi kez dönülür. Her dönüşün yakın olursa on beş dakikada tamamlanır. Merkezden uzaklaştıkça süre uzar ve en uzak adına: "Şavt" denir. Yedi tur tamamlandığında tavaf bitmiş olur. Bu dönüşler merkeze âleme ziyaret şeklindedir. Biz de öyle yapıp, iç âlemden bu âleme gelmedik mi? İşin aslına bakılırsa, bu Kâbe bir semboldür. Çünkü, onu kul yapmıştır. Hakiki kâbe ise insanın kalbidir. Bu nedenle, daima: "Allah, Allah" diyerek atmakta ve O'nu zikretmektedir. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>Bir taraftan: "Kalb-i mümin beytullah" denirken, diğer taraftan Allah'ın: "Yere, göğe sığmadım mümin kulumun kalbine sığdım" buyurmasının nedeni budur. Allah, bu sözüyle, kendi evine gelebileceğini ima etmektedir. Bu geliş, iç âlemden dış (Canlılığını) ömrü boyunca devam ettirebilmektir. Beyt-i Mamur'daki tavaf süresi de, Ama sonunda yine geldiğimiz yere döneceğiz. Geldiğimiz ve gideceğimiz yer, bildiğimiz gibi, bizim asli vatanımızdır. Burası, bizim için bir misafirhaneden ibarettir. Burada, Neresi olacak, büyük gönül âlemidir... devamlı olarak sıla hasreti çekiyor, vatanımızı özlüyoruz. Esas vatanımız neresidir? Beyt-i Mamur, aslında imar edilip gelmiştir. İnsana düşen, onun bu muammeriyetini İkinci Kâbe ise: "Beyt-i Mamur" adını alır ve "Gökteki sürüş (Haberci) meleklerinin yurdu" olarak nitelendirilir. Esas imar edilmesi gereken beyt (Ev) budur. Beyt-i Mamur olan kalbi, kulun hiç bir dahli olmaksızın, bizzat yapmıştır. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll>Ana rahmindeki Kâbe'deki tavaf süresi gibi, merkezden uzaklaşıldıkça uzar. "Arş-ür rahman melâikesinin iki kulağı arası beş yüz yıllık mesafedir" sözü, bu durumu anlatabilmek için söylenmiştir. 47 Allah, kalbin nakşını daima yapmaktadır. İnsana düşen; oradaki putları, yani kendi âyetlerini âfakta ve enfüste geçerli kılmıştır. Örneğin: Mekke'yi mübarek kılıp, orayı düşünceleriyle meydana getirip, ilâhlaştırdığı fikirleri temizlemek, atmaktır. Allah, insanların toplanma yeri yapması işin âfaki yönüdür. Enfüste ise, herkesin kendi Kabe'si âlemde: "Mübarek Mekke" <3-96> demeye başlamıştır. ve o Kabe'de kendi putları vardır. Âfaki olan Kabe'yi Mekke'de Allah yaptırmıştır. Ama, onu kullarının eliyle yaptırdığı halde, hayatın dördüncü ayında kalbin atmaya başlamasında, insanın hiç bir etkinliği yoktur. İnsanı, nasıl ana rahminde elli, ayaklı, gözlü, kulaklı, yani her şeyi tam ve yerli yerinde yarattıysa, onun kalbi olan Kâbe-i muazzamayı da, içindeki nokta-yı süveyda denilen nazargâh-ı İlâhidir. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll><3-96>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll><3-96>"Kalbin aksi kâinat" dendiğine göre, kevnuniyet âlemindeki Mekke Hacer-i Esvet'iyle birlikte, bizzat oluşturmuştur. Nokta-yı süveyda denen o nokta, görünen âlem, o mananın zuhuruyla ortaya çıkıp, bu adı almış, o kalpteki insanlar da bu de, kalbin aksinden olma bir keyfiyettir. O halde, kalp denen şey: aslında bir manadır ve davranışlarını düzeltmesi halinde, esas amaç olan: "Din-i tabii" hayata geçmiş olur. İnsanın ıslah olması, kalbini okumaya başlaması ile mümkündür. Bu, kişinin her şeyi, her zaman doğru söyleyen vicdanına danışarak yapması demektir. Çünkü, vicdan, insanın rahattır ve mutludur, yani cennettedir. kusurlarını gösterir. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll><3-96>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll><3-96>Eğer kişinin vicdanı rahatsa, o zaman kendisi de huzurludur, "İnsan kendini nasıl affedecektir" sorusu ortaya çıkar. Bunun yolu, iyi huylar kazanmak Kusur işleyen bir kimse kendini affetmediği sürece, Allah da onu affetmeyecekir. Burada: ve kötülüklerden kurtulmaktan geçer. oradan tecelli eder. İşte, manen kalbe çok fazla önem verilmesinin nedeni budur. Her insanın yaptıklarını vicdanına danışarak yapması ve vicdanının emirlerine göre 48 yalansız ortamda her şey doğru ve düzgün gider. Çünkü, beka âleminin tüm sırları Böylece, insanlarda şüphenin doğmasına neden olan yalan ortadan kalkacağından, kalpte tecelli etmektedir. Bunu: "Zat sırrının yansıdığı yer kalp aynasıdır", yahut: "Beka sırları bu aynadan görünmektedir" diyerek de anlatabiliriz. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll><3-96>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll><3-96>Bu duruma göre: yok, varda; var zannettiğimiz yokta (gölgede) göründüğü gibi, bunun tersi de olmaktadır. Çünkü, var da, yokta görünmektedir. Yani, göremediğimiz için yok zannettiğimiz varlık, görüp de her şeyi tüm olarak bilendir" <57-3> âyeti gereği; evvelinin, ahirinin, zahir ve bâtınının burası masdar (sudur, çıkış yeri) dır ve "O evveldir, o ahirdir, o zahirdir o bâtındır, ve o birleşme yeridir. Bu nedenledir ki: kalp, Muhammediyet makamıdır ve Muhammed zübde-i kâinat" dendiği zaman, eli kalp üzerine koymak âdet haline getirilmiştir, ama Kalp, insanın maddi ve manevi hayat noktasıdır. Allah'ın iki parmağı arasında oynatarak takallüb ettirdiği (yönünü değiştirdiği) ve kâh cemal, kâh celaliyle tecelli ettiği yer burasıdır. İnsanın; kâh neşeli, kâh sıkıntılı oluşunun sebebi de, bu tecellilerin birbirini takip etmesidir. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll><3-96><57-3>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll><3-96><57-3>Çünkü kalp, hangi esma etkisinde olursa olsun kendine, yani aynasına yansıyan tecelliyatı, sema-yı arşın icmaldeki temsilcisi olan beyne aksettirmektedir. Bu gerekir. yüzden beyin kapasitesi hudutlu, kalp kapasitesi, yani aşk ve istekler ise hudutsuzdur diye bilinir. Böyle olunca da, kaybolmuş bir hazine olan hikmeti nerede bulursak almamız önce:
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll><3-96><57-3> < Euzubillahimineşşeytanirracim > 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll><3-96><57-3>"Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım" Kalbin manevi kısmı sun-u ilâhidir ve zübde-i kâinattır. Mevlüt'te: "Hülâsa-yı mevcudat, çok kimse bu hareketi, nedenini bilmeden yapar. Nedeni: Hazret-i Muhammed'in İnsan kendi kalp aynasına dikkatle nazar ettiğinde kendini görür, ama kalp, gaflet gerçekten orada bulunuşudur. İnsanlar da O'nu kalplerinde arayacaklardır. örtüsüyle örtülü olursa, o zaman hiç bir şey görülemez. hikâyesinde anlattığımız gibi, aynadaki görüntü de kaybolur ve hiç bir şey görünmez Aynada görünen birdir, ama iki görünür. O Bir, çekiliverdiği anda, evvelce şaşı çırak olur. İnsan, Allah'ı kalbinde bulabilirse miraç etmiş olur. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll><3-96><57-3>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll><3-96><57-3>Bulamadığı takdirde ise, kalbinin denip, sonra besmele çekiliyor diye düşünmek lazımdır. Bunun nedeni: Peygamberimiz'in Beytullah değil, şeytanın evi olacağını unutmamalıdır. Kur'an okumaya başlarken Şeytanın adı neden Rahman'dan önce anılıyor, yani niçin sonra da: "Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla" diyerek, Kabe'de yaptığı işlemi, kendi kalp Kâbemiz'de tekrarlamaya çalışmamız gerektiğini anlatmaktır. Peygamberimiz Kabe'yi fethettiğinde, önce içindeki putları atmıştır. Biz de Beytullah olan kalp Kâbemiz'i açmadan evvel, içindeki şeytanı çıkarabilmek için, önce onu anıyor ve Şeytan veya şeytanın putları nelerdir? Kötü huylar, dedikodular, fesatlıklar v.s... 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll><3-96><57-3>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll><3-96><57-3>Bu tip "Sığınırım" diyerek, ondan, Allah'a sığınıyoruz. olmadığı için, Allah, sadece temiz yüreklere girer. Kalp temizlenmeden, orada Allah'ı kötü huylar, insanın kalbinde şeytan işi olan birer puttan ibarettir. Allah'ta böyle şeyler şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım" diyerek, şeytanın eserlerini kalbimizden atıyor, bulmak mümkün değildir. Onun için önce: "Kovulmuş 50 Kur'anı okumaya başlıyoruz. yalanlayanlar"<6-21>,<7-37> vb. âyet-i kerimeleridir. Allah, her şeyi bilir, kul ise, kalbi Kalp, manevi yönden, evvelden ayarlanmış ve kendisine yüklenmiş olan programını gerçekleştirmek için zuhur âlemine gelmiş, ilâhi bir kompüter olarak da düşünülebilir. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll><3-96><57-3><6-21><7-37>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll><3-96><57-3><6-21><7-37> Kaza ve kader, yahut yazılanın başa gelmesi meselesi de buradan çıkmaktadır. Bu olmuşlardır. Kaderiye, Mu'tezile v.s. bunlara örnek olarak gösterilebilir. noktada, meselenin aslını anlayamayanlar pek çok mezhebin türemesine neden "Gördüğünü kalbi yalanlamadı" <53-ll> olduğu için, bir şeyin iyi mi, kötü mü olduğunu İnsanın aklı da kalbine, vicdanına bağlıdır. Bu bağlılığın ispatı vecd halidir. Kalp danışmalıdır" denmektedir. Ama, insan bile bile yalan söylerse, o zaman Allah'a iftira insana haber verir. Onun için: "İnsan içinden çıkamadığı bir durumda kalbine etmiş olur ki, bunun Kur'an'daki karşılığı: "Allah'a iftira eden ve O'nu temizlendikten sonra kalbe döner ve oradan tekrar vücuda pompalanır. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll><3-96><57-3><6-21><7-37><53-ll>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll><3-96><57-3><6-21><7-37><53-ll>Vücutta kirlenen nazargâh-ı ilâhi olduğu için, sezer. Çünkü, Allah kalbe nazır olduğundan, bu nazarının bir ucu kendinde, diğer ucu ise kulunun kalbinde demektir. İyilik ve kötülüğün, insanın kalbine ferahlık ve sıkıntı, yahut genişlik ve darlık olarak aksetmesinin sebebi budur. Kalbin anatomik, yani maddi kısmı; daha basit tabiriyle et kısmı da mühimdir. Çünkü, on İnsana ferahlık veren şey iyi, sıkıntı veren şey ise kötüdür. ulur. İsmi de çoktur. Bunlar arasında en bilinenleri: Gönül, Fuad, Yürek ve Kalptir. olarak kanı bir taraftan temizlenmek üzere akciğerlere gönderirken, diğer tarafından da Maddi yönden bakıldığında kalp bir pompadan ibarettir. Bu öyle bir pompadır ki, devamlı akciğerden gelen temiz kanı, oksijenlenebilsin ve beslenebilsin diye vücudun tüm yapmış, sonra pek çok kalp nakli daha yapılmıştır. Bu nakiller kişilerde şahsiyet hücrelerine sevk etmektedir. İnsanın kanı akciğerlerde, nefesle alınan oksijenle adeta yanarak, oksijenize olup, kan da kalbe döner ve yine temizlenmek üzere akciğerlere pompalanır. 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll><3-96><57-3><6-21><7-37><53-ll>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll><3-96><57-3><6-21><7-37><53-ll>Orada karbondioksiti atılıp, nefes-i rahmanla temizlendikten sonra tekrar kalbe döndürülür. Böylece bir, iki ile haşir neşir olmuş ve üçleme ortaya çıkmış olur. Aynı olay, insandaki şekliyle, âfakta da tafsili olarak meydana gelmektedir. Kâinatın pislenmeye: "Dünya cifedir, talibi köpeklerdir", temizlendikten sonraki haline de: "Allah, bekası olan nefes-i rahman da, arzda kirlenenleri böyle temizlemektedir. Bu nedenle semalar ve arzın nurudur" <24-35> denmektedir. Kâinata: "İnsanın kalbi", onun özetine de: "İnsan-ı kâmil" denmesinin nedeni bu, yani değişikliklerine neden olmamaktadır. Onun için maddi kalbin değiştirilmesinin manevi kâmil'in, kâinatın küçültülmüş bir modeli gibi olmasıdır. Kalp fonksiyonlarının benzerliği de bu söylediklerimizi desteklemiyor mu? • Beyin Fırtınası -Online Sohbetler Kalbin maddi olan kısmı transplantasyonla değiştirilebilmektedir. Bunu ilk kez Barnard kalple ilişkisi olmadığı artık ispatlanmıştır. İkinci kitabın sonu... 
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll><3-96><57-3><6-21><7-37><53-ll><24-35>
<93-2><92-l><2-257><112-1><3-47><3-47><55-19><17-70><8-58><8-58><6-50><33-72><50-16><2-156><33-56><17-1><40-20><40-56><42-ll><3-96><57-3><6-21><7-37><53-ll><24-35> Yayın Listemiz Yayın Listemiz »> Sayfa 52... 58 Aşağıdaki e-Kitap ve programlar sizin için hazırlanmıştır. www.yorumsuz.net.tc adresinden Noktanın Sonsuzluğu -1- Ücretsiz indirebilirsiniz !. Düşüncenin Vfeni Dünyası www.yommsuz.net.tc yorumsuz Derin Akıl Derin Yürek Alt Beyin 'in Deşifresi / Bireyin Alt Beyinsel Eğitimi The Secret -SIR Sessiz Sorular Sessiz Cevaplar Holografik bakış Fîhi Mâ-Fîh -2- Dua ve Zikir -2- Dua ve Zikir -1- • Tam 12 'den Vuran Sözler Fîhi Mâ-Fîh -1- Cinlerin Deşifresi • O'ndan İşaretler • Gizli Gülşen -2- • Ölümden Sonra Yaşam • Etkili Sözler 5 / Mesnevi Bahçesi • Düşmamn Kardeşin Değildir • Yeni Keşifler -3- • Altın Tavsiyeler -2- • Altın Tavsiyeler -1- • Tayy-i Mekân (Mekan Değiştirme) • Hayat Ağacı (Kundalini) • Ökneden evvel Ölmek • Metafizik Kaynaklara göre 3. Dünya Savaşı • İbret • Benim Adım CENİN -2- • Enneagram /Materyalist mistisizm akımı • Benim Adım CENİN - 1 - • Meşhurların Rüyaları- Kapılan Aralayan Şifre • Orta Dünya 'nın İşgali • Ortadoğu - Vaat Edilmiş Topraklar • Muhyiddin-i Arabi-Risalelerden Alıntılar • İnsan ve Din -2- • Kuantum Düşüncede İslami Motifler • Terör Tekeli A.B.D. • Dünyayı Yöneten gizli Örgütler • İnsan ve Din -1- • Amerika'nın Matruşkası • Aşk Penceresinden Asr-ı Saadet • Okunası, Çok Önemli Konular • "B" SIRRINA ERMEK • Cuma Notları -2- • Avrupa Birliğine NEDEN HAYIR ! • Kur 'anla Kucaklaşmak • Yeni Keşifler -2- • Psikolojik Harekât • Gerçeğin Öğretisi/TASAVVUF • Oruç 'un Sırlan • Türkiye ya "Büyük Türkiye" olacak ya da 'Yok" Olacak • İstihbarat • Yorumsuz Seyir • Bilinç Ötesi Boyut RÜYALAR • Parapsikoloji ve Parapsikolojik Harp • Kıyamet Halleri • Hz. İbrahim'in Mirası Hz. Musa'nın Asa 'sı ve KUND ALİNİ • CFR ve Yeni Dünya Düzeni • Yeni Büyük Oyun / Yeni Soğuk Savaş • İnternette Tıp Haberleri -1- • Ölüm Terapisi • Yeni Keşifler -1- • Cemil Meriç Anısına • Vatikan'ın Gizli yüzü • İz Bırakanlar • Sonsuz Boyuta Açılmak - Zikir • Bilinmeyen Vatikan II • Cuma Notları I • Tapınak Şövalyeleri - Gizli Dünya Devleti • Bilinmeyen Vatikan I • Günün Yorumu • Sorgulayan Beyinlerin Kendine Soruları • Allah'ı Bilmek • Tsunami Altındaki gerçekler -H. A. A. R. P • Allah indinde DİN 2. Bölüm • Mir 'at ül İrfan (İrfan Aynası) • Avrupa Birliği 'nin Türkiye Politikaları • Allah indinde DİN 1. Bölüm • Depresyon • G. O. P ya da HAÇLILAR MI? • AVRUPA BİRLİĞİ VE CHRISTENDOME KAVRAMI • MARDUK ya da KAOS • GİZ 'h Gülşen 1 • [Astroloji-Program] Astro Yükselen • En Büyük Sır- İlluminati Şeytani Bilinci • Psikospritüel Kriz • [Astroloji-Program] Yıldızlar Altında • Aynadaki Evren • Tao'cu Uygulamanın Temelleri (Kültür Serisi- 1) • Din 'i Anlamada Reform • [Astroloji-Program] PopHR • MARDUK 'Yakın Gelecek ' mi? • Metafizik Mucizeler ya da Yanılgılar • Kur'an-ı Kerim Meali (Microsoft Reader formatında) • Dik Bahçene Solayım! • Uzaylılar • Düşünen Beyinlere Hiç Okunmamış Yazılar II • Sonsuzluğu kucaklamış aşkın sembolü Hallac-ı Mansur • Din, Maneviyat, Psikoloji, Psikiatri • Evrenin Sırları • İbn Arabi ile ilgili araştırma Serüvenim • Etkili Sözler III • Zamansızlık (timelessness) • Beynimizi Kim Kullanıyor ? • Yorumsuz Katalog (Güncellendi) • Çağdaş Bakışla Allah • Hangi Evreni Algılamaktayız? • Gönül Uyandırma • Yorumsuz Katalog • Kıyametin Deşifresi • Taş'taki Güç... Mutluluğunuz için... • Etkili Sözler II • Rüya Yorumu • Çağdaş Bakışla Cennet, Cehennem • Kader Gerçeği • Holografik Beyin ve Evren • Evrensel Sırlar • Rüyanın Dışındaki Rüya • [Astroloji-Program] Canopus • Düşünen Beyinlere Hiç Okunmamış Yazılar • Mesajlar I • [Astroloji-Program] Planetium • Uzaylıların İçyüzü • Tanrı yok Allah var • Reenkarnasyon Aldatmacası • Astroloji- Yeni Millennium 'un Popüler Bilimi • Modern Bilim ZİKİR 'i Keşfetti • Etkili Sözler I • Çağdaş Bakışla Din " • Yıldızların Altında Düşüncenin Vfeni Dünyası yOrUlTİSUZ www.yorumsviz.net.tc

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...