03 Ocak 2014

Evrenin "İlk Sebep"i ve "Tabiat-üstü" Meselesi

 
 
 
 
Evrenin "İlk Sebep"i ve "Tabiat-üstü" Meselesi
Evren, mevcut şeylerin tümüdür. Başka bir deyişle, evren, -sadece dünya, gezegenler, yıldızlar, galaksiler, uzay değil- mevcut olmuş, halen mevcut olan, mevcut olacak herşeydir. Böyle anlaşılan bir evren için bir "sebep" gerekmeyeceği aşikardır. Fakat, aklın büyük filozofu Aristo bile, evrene bir "İlk Sebep" üzerine uzun argümanlar yapar. Eski Yunan Felsefesi'nde bir "İlk Sebep" veya bir "İlk Muharrik" olarak nitelenen ve evrenin başlangıcını açıkladığı farz olunan "tabiat-üstü" bir kuvvet, dini felsefelerin haklılık iddialarının da temelinde yatar.

"Tabiat-üstü" üzerindeki en eski argümanlardan biri, "Ontolojik (Varlıkbilgisel) Argüman" olarak bilinir. ("On": Eski Yunanca Varlık) "Bilincin Önceliği" nosyonunun tipik bir örneği olan bu argüman -mesela, Rene Descartes'ın (1596-1650) felsefesinde- şuna benzer geliştirilir:

1. Bir Mükemmel Varlık düşünüyorum. Bu Mükemmel Varlık; sonsuzdur, herşeyi bilir, herşeye güçlüdür, herşeyin yaratıcısıdır.

2. Bu fikir aklıma nereden geldi? Ben, sonlu, sınırlı bir varlık olarak, böyle sonsuz, sınırsız bir Varlık'ı nasıl düşünebilirim?

3. Bu fikir; benim sonlu, sınırlı deneylerimden gelmiş olamaz. Dolayısiyle, bu fikir, benim ruhuma, "tabiat-üstü" bir kuvvet tarafından fıtren ekilmiştir; çünkü, fizik kanunlarının ortaya koyduğuna göre, sonlu, sınırlı bir şey, sonsuz, sınırsız bir şey üretemez. O halde, "tabiat-üstü" bir kuvvet vardır.

Descartes'ın "Cogito, ergo sum" ("Madem ki düşünüyorum; o halde, varım") nosyonunun bir benzeri olan bu argümanı çürütmek için, "Mevcudiyetin Önceliği" aksiyomu karşısında "Bilincin Önceliği" nosyonu konusunda söylenenler tekrarlanmalıdır. Özetle; bir düşüncenin zihinde var olması; realitede, bu düşünceye karşılık olan birşey bulunmasını zorunlu kılmaz; zihin, yanılgıya düşmeye muktedir bir organdır.

"Tabiat-üstü" nosyonunu savunan felsefelerden bazıları, böyle bir kuvvetin varlığının, aklen isbat edilemeyeceğini; bu kuvvetin, hiçbir akli gerekçe aranmadan, inançla kabul edilmesini ister; ve, böyle bir inancın insana yararlı olduğunu iddia eder. İnsan, tabiatı itibariyle akıllı bir canlıdır; dolayısiyle, kendisine neyin yararlı olduğu konusundaki bilgiyi, ancak akıl yoluyla elde edilebilir. İnsandan; kendi aklıyla bulduğu deliller hilafına davranmasını istemek; ondan, kendi tabiatının dikte ettiği tarza rağmen davranmasını istemek demektir. Kendi tabiatına karşı davranan bir canlı, kendi kendini tahribe girişmiş bir canlıdır. Bu kitaptaki felsefe, akla açıkça karşı olanlarla, entellektüel tartışmaya girişilemeyeceğini kabul eder.

Başka bazı felsefeler ise, "tabiat-üstü"nün varlığının aklen isbat edilebileceğini iddia eder. Oysa; "mevcudiyetin önceliği" aksiyomunca ortaya konduğu gibi, böyle bir isbat imkansızdır. Bugüne kadar, "tabiat-üstü"nü akla dayanarak isbatlayacağını öne süren argümanların hepsi çürütülmüştür.

İnsanlar, zihni bağımsızlığa sahiptir; herhangi bir insanın, dilediği herhangi bir şeye, bu arada "tabiat-üstü"ne inanmaya hakkı vardır ve bu onun meselesidir; fakat, bir "tabiat-üstü"nün varlığını isbatlamak için ortaya atılmış argümanların çürütülmesi, "tabiat-üstü"cü felsefelerden bazılarının talep ettiği "akla uygunluk" sıfatının verilmemesini haklı kılan bir zemin yaratmağa yetmelidir.


TARİH FELSEFESİ,"HABİL - KABİL"

 
 
 
 
TARİH-FELSEFESİ,"HABİL - KABİL"
Bu öğretide tarih felsefesi bir bilimsel zorunluluk esasına dayanmakta olup sürekli bir akımdır. Tıpkı insanda olduğu gibi, insanlığın başlangıcından bu yana her yerde baş göstermiş ve tarihi oluşturmuş olan ve iki düşman ve çelişik unsur arasında süregelen bir diyalektik çelişki ve savaşım söz konusudur tarih felsefesinde de. Tarih, insan türünün zaman çizgisindeki devinimidir. İnsan türüyse “küçük dünya”dır; varlığın en yetkin görünümü, yaratılışın tezahürüdür. Doğa ise onda bilince ulaşmıştır; onun çizgisinde evrime, bilinçli ve kendinde olan diri bir olmaya doğru yol alır.

Başka bir deyişle insan, varlığın mutlak irade ve bilinci olan Allah iradesinin tecellisidir. İnsan bu “insanbilim”inde Allah’ın dünyadaki temsilcisi, yeryüzündeki halifesidir. Dolayısıyla, “insan olma” serüveninden ve mahiyetinin oluşma sürecinden ibaret olan insan tarihi, rastlantısal olamaz, olaylarca yaratılmış olamaz, maceracıların oyuncağı olamaz; bu tarihin kof, boş, anlamsız, sonuçsuz ve bilinmez olması olanaksızdır.

Kuşkusuz, tarih, dünyanın öteki gerçeklikleri gibi bir gerçekliktir; bir yerden başlayıp kaçınılmaz olarak bir yere varacaktır. Hedefi olmalıdır tarihin, bir yöne doğru yürümelidir. forumuz.biz'den alınmıştır

Nereden başlamıştır? “Çelişki”nin başlangıcından (!); tıpkı insan gibi.

İnsanın kökenini insanbiliminde şu şekilde tanıdık: İnsan, balçıktan ve Allah’ın ruhundan mürekkeptir. Adem’in öyküsüne bakın bir! “Adem”in öyküsünde insan türünden, gerçek ve felsefi anlamıyla insandan söz edilir. İnsan işte Ademdeki bu “ruh-balçık”, “Allah-Şeytan” savaşımından başlar. Fakat tarihi nereden tanıyoruz? Nereden başlar tarih? Kâbil ile Hâbil’in savaşından.

Adem’in oğullarının her ikisi de beşeridir; doğal birer beşer. Ama birbiriyle savaşmaktadırlar. Biri ötekini öldürür. Buradan başlar insanlık tarihi. Adem’in savaşı özde (türde) gerçekleşen zihinsel bir savaştır. Bu ikisininkiyse hayatta gerçekleşen özdeş savaştır. Dolayısıyla Hâbil ve Kâbil öyküsü, tarih felsefesini, Adem’in öyküsüyse insan felsefesini göstermektedir.

Hâbil ile Kâbil’in savaşı tarihteki iki karşıt cephenin savaşıdır, tarihin diyalektik esasına göre. Dolayısıyla, tarihin de insanınki gibi diyalektik bir hareketi vardır. Bu çelişki de Kâbil’in (Bence çiftçilik düzeninin, tekelci ya da bireysel mülkiyetin temsilcisidir.) Hâbil’i (Bence avcılık çağının ve mülkiyetten önceki ilkel ortaklık döneminin temsilcisidir.) öldürmesiyle başlar. Bundan sonra tarihin sürekli savaşı başlar.

Tarih, baştanbaşa, katil Kâbil kanadıyla, maktül Hâbil kanadı arasında, hâkim kanatla mahkûm kanat arasında olagelen savaşa sahnedir. “Avcı Hâbil”, “mâlik Kâbil” eliyle öldürülür. Yani üretim kaynaklarının genel paylaşım dönemi (hayvancılık ve avcılık çağı) ve kardeşlik ve gerçek iman ruhu, çiftçilik döneminin ve özel mülkiyet düzeninin, dinî aldatmacanın ve başkasının hakkına tecavüz etmenin gerçekleşmesiyle ortadan kalkar, mahkûm olur. O zaman Kâbil, tarihte diri kalır. Hâlâ da ölmemiştir.

Bu konuyu şuradan çıkardım: Adem, oğullarına, ihtilaflarını -Kâbil, kardeşinin güzel nişanlısına tutulmuştu. Bu yüzden ihtilafa düşmüşlerdi. İhtilafı gidermeleri için Allah’a kurban sunmalarını önermişti. Kâbil, kurbanlık olarak bir deste solgun sarı buğday getirmiştir. Hâbil’se kırmızı tüylü genç ve kıymetli bir deve getirir. Bu yüzden Hâbil’i avcılık döneminin temsilcisi, Kâbil’i de çiftçilik döneminin temsilcisi olarak görüyorum. Tarih, hayvancılık, yani avcılık döneminde (ki deve, bu öyküde bu üretim düzeninin göstergesidir) doğa, üretimin kaynağı olmuştur (Orman, deniz, ova ve ırmak). Tüm kabilede üretim aracı olarak el ve tırnak kullanılıyordu daha çok. Kimi zaman da herkesin sahip olabileceği ve kendisinin yapabileceği araçlar vardı. forumuz.biz'den alınmıştır

Üretim kaynaklarında (su ve toprak vs.) ya da üretim araçlarında (öküz, saban vs.), özel ve bireysel mülkiyet bulunmuyordu. Her şey, eşit olarak, herkesin kullanımındaydı. Kardeşlik ruhu (eşitlikten doğan), toplu ruhun kutsanması, toplumsal gelenek, ataya hürmet, ahlaki ödevler karşısında başeğme, toplu yaşayışın sınırlarına mutlak ve kesin boyun eğme, yaratılıştan gelen safâ ve gönül temizliği, dinî vicdan, barış ruhu, sevgi, fedakârlık vb., bu düzende insanın ahlaki özelliklerindendir. Hâbil ise böyle bir insanın temsilcisidir.

İnsanın çiftlikle tanışmasıyla, insan yaşayışı, insan toplumu ve insan tipi, bence tarihin en büyük devrimi olan derin bir devrimin eline düşer. Bu, yeni insanı ortaya çıkaran, güçlü ve kötü insanı, medeniyet ve parçalanma çağını oluşturan bir devrimdir. forumuz.biz'den alınmıştır

Çiftçilik düzeni, doğadaki üretim kaynaklarını sınırladı; üretim araçlarını gelişip üretim ilişkilerini karmaşıklaştırdı! Tarım alanı -orman ve denizin tersine- özgürce, herkesin yetkisinde olmadığından, ilk kez olarak doğadaki bir şeyi kendine özel kılma ve başkalarını ondan yoksun bırakma gereksinimi bilirdi: Bireysel mülkiyet!

Bundan önce, insan toplumunda “birey” yoktu. Kabilenin kendisi bir bireydi. Tek parça toplum -ki herkes bir aile içindeki kardeşlerdir- bölündü. Doğadaki bir toprak parçasının -ki herkesin malıydı; herkesin mülkiyeti altındaydı- bir kişinin hakkı olduğu ve ötekilerin hak sahibi olmadıkları ilk gün, henüz kanun, din, veraset vb. gibi hiçbir kural ve sistem bulunmuyordu. Sadece “güç” vardı. Kabilenin güçlülerinin gücü -ki ortak mülkiyet düzeninde kabilenin koruyucusu ve daha çok toplumsal haysiyet kazanma etkeni ya da daha çok av avlanma etkeniydi; bunların hepsi de kabilenin yararınaydı, şimdi sadece “hak”kın belirlenme kaynağı tekelci yararlanmaların koruyucusu, bireysel mülkiyetin kazanılmasının ilk etkeni olmuştu. Bu yüzden Marx’ın “Mülkiyet, güç kazanma etkenidir.” Şeklindeki görüşü, tarihin bu hassas anında, doğru anlaşılması için doğru yansıtılmalıdır. Şu anlamda ki işin başlangıcında, mülkiyeti bireye özgü kılan etken güç ve kudretti. Güç, bireysel mülkiyeti yarattı. Bireysel mülkiyetse güce süreklilik ve silah verdi; onu yasal, doğal ve meşru kıldı.

Özel mülkiyet, tek parça toplumu ortadan ikiye böldü. Temel, sahiplenme ve bireysel mülkiyet üzerine kurulduğunda, zahitlik edecek, gerçek ve gereksinim duyduğu kadarıyla yetinecek hiç kimse yoktur. O zaman, bu gereksinimin miktarını kendisi belirlemelidir! forumuz.biz'den alınmıştır

Burada, artık bir şey yapamayacağı zaman yetinir; artık istemiyorum diye bir şey yoktur. Önceki Hâbil düzeninde -ya da toplu mülkiyette- herkes, gereksinimi olduğu ölçüde avlanırdı. Çalışmak, gereksinimin giderilmesi için bir araçtı sadece. Üretimde kim daha çok hak etmişse daha çok kazanıyordu. Ama şimdi doğanın açık ve bereketli sofrasından uzaklaşıp sanatın (toprak ve tarım) hakir ve fakir sofrasının başına üşüşerek hırsla, açgözlülükle, aşırı istekle birbirinin canlarına da düştüler.

Bu “yeni toplumsal yaşayış ilişkisi”nde akbabalar, leş yiyen kuşlar (Kâbil’in öyküsünde kargalar) bütün zayıf kuşların kollarını kanatlarını kırarak her birini bir yana sürdüler. Hep birlikte, tek bir sesle, çöllerin bağrında, ırmak kıyılarında, deniz sahillerinde hareket halinde olan göçmen kuşlar grubu gibi bir toplum, şimdi bu özel mülkiyet, tekelcilik leşinin başında vahşice ve kinle dolu bir durumda “kâh beriki ötekine pençe atmakta, kâh öteki berikini gagalamaktadır!”

Sonunda bu insanlık ailesi, özgürlük, barış, hoşgörü ve mutlulukla dolu bu aile, düşman ve çelişik iki kutba dönüşür: Gereksinim ve iş gücünden fazlaca bir toprağa sahip olan bir azınlıkla, bunun tersine açlık çeken ve kol gücü bulunan, ama toprağı ve aracı bulunmayan çoğunluk. Yeni toplumsal ilişkide yazgı açık ve kesindir: Kölelik! İçinde, “kendisi”nden başka hiçbir şeyi bulunmayan, ne toprağı, ne suyu, ne yüzsuyu, ne şerefi, ne soyu, ne sopu, ne ahlâkı, ne izzeti, ne düşüncesi, ne bilgisi, ne hüneri, ne değeri, ne hakkı, ne hakikati, ne ruhu, ne anlamı, ne eğitimi, ne dini ne de dünyası bulunan bir sınıfın yer aldığı toplumsal bir düzen. forumuz.biz'den alınmıştır

Bunlar, hep torağın ürünüdürler. Bahçeden ve tarladan elde edilen çiçek ve meyveler, bu maddi ve manevi ürünlerin üretim kaynaklarının sahibi olan sınıfın, aşağı işler yapmadığından, kendini eğitip bilgi sahibi kılmak ve maneviyata, edebiyata, bilim ve sanata yönelmek için fırsatı, olanakları ve sermayesi bulunan sınıfın tekelinde olacaktır kaçınılmaz olarak.

Her ikisi de, tek ruh taşıyan elbirliği içindeki önceki toplumla birlikte yaşıyor ve tek bir ruhla, tek bir yakınlıkla, tek bir haysiyet ve şerefle: Kabile halinde (!) hayat sürüyordu. Her ikisi de boş ellerle yanyana ormana ve denize gidiyordu. Doğanın servetini, çevrelerindeki hava gibi -ki onda ikisi birlikte soluk alıyordu- ve ülkelerinin gözleri önüne serilen alanları gibi -ki ikisi birlikte oturup seyrediyordu- kabileleriyle birlikte kullanan iki “eşit”ti ve doğal olarak iki “kardeş”ti her ikisi de. Her ikisi de bir Adem’in çocuklarıydı. Adem ise tek bir topraktandı.

Ama şimdi, bu iki kardeş, mülkiyet leşinin başında, birbirinden uzaklaşmış olarak karşı karşıya geçmişti. Aralarında yargıda bulunan tek şey cana kasteden düşmanlıktı! Akrabalık bağı, kölelik bağı olmuştur artık. Eşitlik, ayrılığa kurban edilmiştir; kardeşlik, kardeş katilliğine dönüşmüştür. Din, aldatma ve çıkar sağlama aracı olmuştur; gerisi hiç! İnsanlık ruhu, barış ve sevgi ise kinci ruha, rekabete, mala kulluğa, açgözlülüğe, tekelcilik arayışlarına, aldatmacaya, baskıya, zulme, bencilliğe, taş kalpliliğe, kâtilliğe, hakları ayaklar altına almaya, sultacılığa, üstünlük taslamalara, faziletçiliğe, halkı aşağılamaya, güçsüzü horlamaya, kişisel çıkar yolunda her şeyi ve herkesi ezmeye, kardeşin canına kıymaya, babaya işkence etmeye ve hattâ Allah’ı kandırmaya dönüşmüştür.

Bu şekilde Hâbil (inançlı, barışsever ve fedakar insan) tipiyle Kabil (şehvet kulu, mütecaviz kardeş katili, inançsız ve maddeci insan) tipi arasındaki çelişki, ruh çözümlemesi ve bilimsel, toplumbilimsel irdeleme yoluyla derinlemesine anlaşılabilir. Bu yolla onların çevresi ve işleri de tam açıklığa kavuşur. Böylelikle, her ikisi de aynı soydan, aynı anne-babadan oldukları, aynı eğitimi aldıkları ve aynı aile, çevre ve din içerisinde yetiştikleri halde -ve o çevrede, henüz insan toplumu oluşmadığı ve çeşitli düşünsel çevreler, kültürel havalar, toplumsal gruplar olmadığı varsayıldığında, kardeşlerden her birinin farklı din ve öğretimlerin etkisi altında kaldıkları söylenemez- nasıl olup da birbirlerine bu denli zıt duruma geldikleri ve her birinin başka bir tipin sembolü oldukları öğrenilebilir.

Araştırmada uygulanması gereken bilimsel ve mantıksal yöntem şudur: Her yönden birbirine benzeyen, ama bir yönden birbirinden ayrılan ve çelişen iki olgudan her birinde etkin olan bütün etkenler, neden ve koşullar dizin halinde ortaya konulmalıdır. Bu yapıldıktan sonra her ikisinde ortak ve benzer olan yanları ayıklayarak böylece çelişen ve karşıt etken ya da etkenlere ulaşılmalıdır. Bu iki kardeşin öyküsünde de onların ayrılık yönünü oluşturan tek etken, her birini özel toplumsal ve iktisadi bir konum içine sokan farklı çalışma etkeni ve her ikisinin sahip olduğu çelişik üretim altyapısı ve iktisadi düzendir.

Bu kuramı açıkça pekiştiren şey, Hâbil tipiyle ilkel ortaklık çağı, bağımsız üretim ve avcılık dönemi insanın sınıfsal psikoloji ve toplumsal davranışının tam bir uyum içinde olmasıdır. Kâbil tipiyse, sınıfsal toplum ve kölelik düzeni insanın toplumsal ve sınıfsal ahlâkıyla, efendi psikolojisiyle uyum taşımaktadır.

İkincisi, tefsircilerin ve bilginlerin, Hâbil ve Kâbil kıssasının, Kuran’da nefsin [insanın] öldürülmesinin kınanması için anlatıldığı şeklinde bir yorumda bulunmaları, aslında -Fransızların deyişiyle- konuyu yüzeyselleştirmek ve basit göstermekten başka bir şey değildir. Benim görüşüm, doğru olmasa bile, onların olayı anladıkları ölçüde basit ve az yararlı değildir en azından. İbrahimî dinler, özellikle İslam, bu öyküyü, insan türünün dünyadaki yaşayışının başlangıcının eşiğinde ortaya çıkan ilk büyük olay olarak söz konusu etmektedir. O zaman bu dinlerin bütün hedeflerinin, bu sonucu [tefsircilerin vardığı sonucu] almak istedikleri olduğu inanılır bir şey değildir. Bu öykü, her ne olursa olsun şu tür bir çıkarımda bulunulan sıradan bir ahlakî öyküden daha çok derindir: “Öyleyse, nefsi öldürmenin çirkin bir davranış olduğu ve bizim bu uygunsuz davranışa yaklaşmamamız ve ondan uzaklaşmamız gerektiği açıkça anlaşılmaktadır; hele de o taraf bizim kardeşimizse...!”

Bence, Hâbil’in Kâbil eliyle öldürülmesi, büyük bir değişimden, tarih çizgisindeki hızlı dönüşten, özellikle de, insanın serüveninde baş gösteren en büyük olaydan haber vermekte, onu derinlemesine açıklayıp, hakkında bilimsel, sınıfsal ve toplumbilimsel yorumda bulunmaktadır. Bu büyük olay ve değişim, ilkel komün döneminin son bulması, insanın avlanma yoluyla üretim şeklindeki ilkel eşitlik ve kardeşlik düzeninin (Hâbil) yok oluşu ve çiftçilik yoluyla üretimin, özel mülkiyetin ortaya çıkışının, ilkel sınıflı toplumun ve parçalanma, sömürü, mala kulluk, inançsızlık düzeninin, düşmanlılığın, yarışın, açgözlülüğün, yağmanın, köleliğin ve kardeş katilinin başlayışıdır (Kâbil). Hâbil’in ölüp Kâbil’in hayatta kalmasıyla tarihsel özdeş bir gerçekliktir. Ondan sonra, dinin, hayatın, iktisadın, yönetimin ve halkın alın yazısının Kâbil’in elinde olduğu çıkarımı da ileri ve eleştirel yapısı bulunan gerçekçi bir çözümlemedir. Hâbil’in ardında evlat bırakmadan gitmesi ve şu anki insanların hep Kâbil’den geriye kalmaları(1)da Kâbil’in düzeninde Kâbilci toplum, yönetim, din, ahlâk, görüş, yöneliş ve davranışın genellik taşıdığını, her toplum ve çağa egemen olan yaşamsal düzensizliğin, düşünce ve ahlâk karışıklığının buradan geldiğini göstermektedir.(2)

Bu durum “Ademoğlu”nun yeryüzünde yaşamaya başladığı (Bu ikisinin kız kardeşleriyle evlenmeleri) ilk günün, çelişkinin, düşmanlığın ve en sonunda da “kardeş katli”nin başlangıcıyla bir arada bulunduğunu gösterir. Ayrıca bu durum, şu bilimsel gerçeği kanıtlar: Birincisi, yaşam, toplum ve tarih, çelişki ve savaşım üzerine kuruludur; ikincisi, idealistlerin düşündüğünün tersine, bunun temel etkeni, din inancının gücüne, kardeşlik bağına, hak ve ahlâka üstün gelen iktisat ve cinselliktir.
 

Dr. Ali Şeriati


BİLGİ TÜRLLERİ

 
 
 
BİLGİ TÜRLLERİ
 
a-) GÜNDELİK BİLGİ1. İnsanların gündelik yaşamın akışı içinde sıradan deneyimlerinin bir ürünüdür.
2. Özneldir.(subjektiv)
3. Sezgiseldir;başka deyişle kavrayış yoluyla öğrenilir.
4. Kesin değildir.
5. Sistemli ve tutarlı bilgiler değildir.
6. Yöntemsizdir.
b-) DİNİ BİLGİ1. Kutsala dayanır.
2. İbadet biçimleri ve ahlak kurallarını içerir.
3. İmanı öngörür.
4. Eleştiri ve kuşku kabul etmez
5. Dogmatiktir
NOT:
Dogma: Din yada otoritelerce ileri sürülen bilgilerin kanıt aranmaksızın bilgi sayılması.
c-) SANAT BİLGİSİ1. Yaratıcı hayal gücüne dayanır.
2. Özneldir.
3. Sezgiseldir.
4. Taklitten çok, kavrama ve yorumlamaya dayanır.
5. Ürünleri somuttur.
6. Güzeli amaçlar.
d-) TEKNİK BİLGİ
1. Doğal nesneleri bilimin verilerinden yararlanarak kullanışlı araç gereçler haline dönüştürme işidir.
2. İnsana yarar sağlamak ve insanın yaşamını kolaylaştırmak amacındadır.
3. Teknik bilgi pratik yarar sağlar.
4. Teknik bilgi ile doğa üzerinde egemenlik kurulması amaçlanır.
e-) BİLİMSEL BİLGİ1. Olgulara dayalıdır.
2. Olgular arasındaki neden-sonuç ilişkisini araştırı.
3. Bilimsel bilgi geneldir.
4. Nesneldir.(objektif)
5. Kesindir.
6. Biriken ve ilerleyen bir bilgidir.
7. Tekrarlana bilir.
8. Evrenseldir.
9. Seçici ve eleştiricidir.
10. Akla dayalıdır.
11. Öndeyi sağlar.(önceden tahmin.)
f-) FELSEFİ BİLGİ1. İnsan merak ve hayretinden kaynaklanır.
2. Sistemli, genelleştirilmiş ve birleştirilmiş bilgilerdir.
3. Özneldir.
4. Sonuçları kesin değildir.
5. Yaratıcı düşünmenin bir ürünüdür.
6. Yığılan bir bilgidir.
7. Varlığı bir bütün olarak araştırır.
8. İnsanlığın ortak çabasının ürünü olması itibariyle evrensellik taşır.
9. Sitemli ve tutarlı bilgilerdir.
10. Akıl ve mantık ilkelerine uyar.
11. Doğruyu bulmayı amaçlar.
12. Hem kendine hem de başka bilimlere karşı eleştirici ve kuşkucu bir tavır takınır.

Sosyolojide Kullanılan Yöntem ve Teknikler

 
 
 
 
Sosyolojide
Kullanılan Yöntem ve Teknikler
 
UYARI : Yöntem ve teknik kavramları genellikle yanlış olarak birbirlerinin yerine kullanılmaktadır. Teknik, seçilen yönteme bağlı olarak belirlenen bilgi toplama aracıdır.

Bir araştırmanın başından sonuna kadar izlenmesi gereken düşünsel yoldur. Sosyolojide kullanılan yöntemler şunlardır :
 Tümdengelim : Tümdengelim, gerek akıl gerekse gözlem ve deney yoluyla elde edilmiş genel bir ilkeyi ayrı ayrı olaylara uygulamaktır. Başka bir deyişle, özelin bilgisini genel yargılardan çıkarmaktır.
 Toplumsal değişmenin çok hızlı olduğu dönemlerde suç oranı artar.
 İstanbul’un toplumsal değişme hızı çok fazladır.
 O halde İstanbul’da suç oranı artar.
Yukarıdaki örnekte de görüldüğü gibi tümdengelim yöntemi bize yeni bir bilgi vermez. Genel yargıların içerisindeki saklı olan bilgileri açığa çıkartır.

 Tümevarım : Tümevarım, gözlenen tek tek olgulardan yola çıkarak genel yargılara ulaşmaktır. Başa bir deyişle, tümevarım özelden genele giden bir akıl yürütme türüdür.
 Gözlediğim Seyrek köyünde köyden kente göç oranı azdır.
 Gözlediğim Ortaklar köyünde köyden kente göç oranı azdır.
 Gözlediğim Yanıklar köyünde köyden kente göç oranı azdır.
 Gözlediğim Geren köyünde köyden kente göç oranı azdır.
 O halde sulu tarımın yapıldığı köylerde köyden kente göç oranı azdır.

Tümevarım mı, Tümdengelim mi?

Bilimsel araştırma sürecinde tümevarım ve tümdengelim yöntemleri birbirlerini tamamlar niteliktedir.
Tek tek olgulardan genel ilkelere ulaşılır (tümevarım).
Genel ilkelerden yola çıkılarak varsayımlarda bulunulur (tümdengelim).
Varsayımların doğruluğunu sınamak için deneyler ve incelemeler yapılır. Bu incelemelerin sonucunda genel ilkelere ulaşılır (tümevarım).

 Anoloji : Anoloji, iki benzer olay arasında karşılaştırma yaparak sonuca ulaşmaktır. Arjantin’de enflasyon oranı yüksek olduğundan toplumsal muhalefet fazladır. Yunanistan’da da enflasyon oranı yüksektir. O halde, Yunanistan’da da toplumsal muhalefet fazladır.
UYARI : Anolojinin tümevarım yönteminden farkı şudur : Tümevarım, özelden genele bir akıl yürütmedir, Anoloji ise özelden özele bir akıl yürütmedir.

 Birleştirici Yöntem : Birleştirici yöntemde, incelenen toplumsal olay ile ilgili olan diğer olaylar da göz önüne alınarak açıklamalar yapılır. Çünkü, toplumsal olaylar bir bütündür. Araştırmacı da toplumsal olayların karşılıklı bağlılığına ve etkileşimine dikkat etmek zorundadır.
UYARI : Birleştirici yöntem her ne kadar yöntem olarak anılsa da başlı başına yöntem olmaktan çok, bir yöntem ilkesidir.

 Sosyolojinin Yöntem ve İlkeleri :
 Somutluk : Sosyoloji yer ve zaman bakımından belirli olan olguları inceler. Sosyolog, hayalinde tasarladığı ideal toplum modelleriyle (ütopyalarla) ilgili değildir.
 Nesnellik : Sosyolog, toplumları toplumsal ve bireysel değer yargılarından sıyrılarak inceler.
 Sınırlılık : Sosyolog, hem incelediği konuyu hem de araştırma yaptığı alanı (sahayı) sınırlandırmak zorundadır. Evren araştırmanın kapsadığı alandır. Sosyolog genellikle araştırmasının kapsadığı alandaki bireylerin tümünden bilgi toplayamaz. Sosyolog bu durumda evreni temsil etme yeteneğine sahip birimleri (örneklem gruplarını) seçerek, araştırmasını bu birimler üzerinde sürdürür.
 Karşılıklı bağımlılık : Sosyolog, incelediği değişkenlerle diğer değişkenlerin karşılıklı etkileşim içerisinde olduğunu gözardı etmemelidir. Örneğin, köyden kente göçün nedeni sadece ekonomik nedenlerle açıklanamaz; ekonomik nedenlerin yanı sıra hukuksal, dinsel vb. nedenler de köyden kente göçü etkiler.
 Dinamiklik : Sosyolog, toplumsal olguların zaman ve mekan içinde değiştiğini göz önüne almak zorundadır.
 Bütünlük : Toplumsal olaylar ancak toplumun genel yapısıyla ilişkilendirildiği zaman anlam kazanır.
 Öngörü sağlama : Sosyolog, mevcut verileri değerlendirerek ilerde ortaya çıkabilecek olayları önceden kestirebilir.
 Kavramları açık seçik tanımlama : Sosyolog, araştırmasında kullanacağı kavramları daha araştırma projesinin başında tanımlamaktadır.
• Sosyolojide Kullanılan Başlıca Araştırma Teknikleri
Teknik
Teknik, seçilen yönteme bağlı olarak belirlenen bilgi toplama aracıdır. Sosyolojinin kullandığı belli başlı araştırma teknikleri şunlardır.
 Gözlem : Toplumsal yaşamla ilgili olayları oluşum koşulları içinde amaçlı ve sistemli bir biçimde izlemek ve kaydetmektir. Gözlem çeşitleri şunlardır :
 Belgeler Üzerinde Yapılan Gözlem : Araştırılan konu ile ilgili kitap, yazıt, film ya da ses, kayıt, nesne, istatistik vb. belgeleri incelemektir.
 Kapsamlı Gözlem : Çok sayıda bireyden oluşan bir toplumsal grubun ekonomik, kültürel ve toplumsal özelliklerinin görüşmelerle araştırılmasıdır.
 Yoğun Gözlem : Kapsamlı gözlemin yetersiz kaldığı durumlarda araştırma konusu ile ilgili az sayıda insanla derinlemesine görüşülmesidir.
 Katılarak Gözlem : Araştırmacının incelediği toplumun yaşantısına katılarak bilgi toplamasıdır. Çoğunlukla antropologların kullandığı bir bilgi toplama aracıdır. Katılarak gözlemde ideal olan incelenen kültürün içinde dört mevsim yaşamaktır. Ancak bu zorunlu bir koşul değildir. Katılarak gözlemin olumsuz yönü araştırmacının uzun süre inceleme yaptığı toplumun içinde kalarak objektifliğini yitirmesidir.
 Anket : Anket, kişilerin belirli konulardaki tutumlarını, düşüncelerini saptamak için hazırlanmış soru listesiyle bilgi toplamaktır. Anket uygulanırken genellikle araştırmacılar ile anket uygulayan kişiler karşı karşıya gelmezler. Dağıtılan anketler bireyler tarafından doldurulur.
 Görüşme : Önceden hazırlanmış soruların, araştırma konusuyla ilgili kişilere yüz yüze sorulmasıdır. Görüşmede, anketten farklı olarak görüşmeciyle görüşülen kişi karşı karşıya gelmektedir.
UYARI : Enformel görüşmelerde önceden hazırlanmış sorular doğrudan değil de sohbet havası içinde sorulur.
 Monografi : Aile, köy gibi küçük grupların ya da bir örnek olayın tüm değişkenleriyle derinlemesine bir şekilde incelenmesidir. Monografiler şu şekillerde olabilir :
 Köy-şehir monografileri
 Sendika ve parti gibi kuruluşların monografileri
 Kan davası gibi özel bazı örnek olayları ele alıp inceleyen monografiler.
UYARI : Monografi tekniğinde, diğer tekniklerde olduğu gibi, seçilen birimin evreni temsil etme özelliği göstermesi gerekir.
 Sosyometri : Sosyometri, küçük gruplarda kimin kimden hoşlanıp hoşlanmadığını saptamaya yarayan bir tekniktir. Sosyometri küçük gruplarda yıldız ve itilen kişileri saptamaya yarar. Testin sonuçlarından yararlanarak grubun sosyogramı (ilişki haritası) çıkartılır.
 İstatistik : Sosyolog, diğer tekniklerle toplanılan verilen ne anlama geldiğini ve bunlardan nasıl geçerli sonuçlar çıkartılabileceğini bilmek için istatistiksel tekniklerden yararlanmak zorundadır.

• Bilimsel Araştırma Sürecinin Aşamaları

Kavramsal Model Aşaması
 Araştırma probleminin hissedilmesi, kaynak tarama
 Problemin sınırlandırılması
 Araştırma amacının belirlenmesi
 Varsayımların (denencelerin) ortaya atılması

Araştırma Aşaması
 Araştırma Evreninin belirlenmesi
 İstatistiki tekniklerden yararlanarak araştırma örneklerinin seçilmesi
 Verilerin toplanması
Çözümleme (Analiz) Aşaması
 Verilerin istatistiki tekniklerle işlenmesi, sunulması; verilerin varsayımları doğrulayıp doğrulamadığının belirtilmesi

Bireşim (Sentez) Aşaması
 Çözümleme aşamasında elde edilen sonuçlar yorumlanarak sistematik bilgilere (kuramlara – teorilere) ulaşılır.

FELSEFE TARİHİNİN KÖKENİ

 
 
 
FELSEFE TARİHİNİN KÖKENİ
Thales ’in dünyanın sudan yapılmış olduğu varsayımından çok önceleri Homeros “Okeanos (Yu.deniz) tanrıların babası ve anasıdır” demiştir.
Mezopotamyalıların yaratılış şarkısı da şöyledir ‘Ne göğün ne de yerin adı bunların babası Apsu’yla anası Tiamat’tan çıkan sular tek olarak varken, karmakarışık bulunuyordu.’
Görülüyor ki, ilk Yunan düşünürlerinin geliştirdikleri kavramlar, çok eski toplumlardan gelen halk düşünceleridir. Felsefe tarihinin kökeni İ.Ö. 15 YY’a kadar iner.
İ.Ö 15 YY.’da Baltık kıyılarından ve Güney Rusya'dan gelen, kendilerine Arya (soylu ya da ezoterizmde eski Atlantislilerin öğretmenleri olarak kabul edilen Naakeller) adını veren insan toplulukları önce İran’a sonra Hindistan’a yerleştiler. O çağda, şimdiki İran topraklarının güneyinde Persler, kuzeyinde de Medyayılar vardı. Kimi kaynaklar gerek Hint ve gerek İran’a Tanrı düşüncesinin bu gruplarca getirildiğini ileri sürmekteler. Nitekim bu grupların Indra, Mitra ve Varuna adlı koruyucu tanrılarına eski Hint metinlerinde olduğu gibi eski İran metinlerinde rastlanmaktadır. Bu sava göre aryaların Varuna ’sı İran’da Ahura olmuştur. İlkçağ İran felsefesi de çağdaşları gibi totemcilik ve canlıcılıktan dönüşen bir felsefedir.

İ.Ö 6-10 YY. arasında yaşadığı sanılan büyük İranlı düşünür Zerdüşt’ün kurduğu Mazdeizm 'den önce de ilkel bir Mazdeizm bulunduğu ve bu dinin daha sonra Parsilik adını aldığı bir gerçektir. Zerdüşt, ekonomik yapıya çok önem veren gerçekçi bir düşünürdü. Ona göre, “gerçek dindarlık, oruçla tapınmayla değil, tarım çalışmalarıyla elde edilir” Ahura Mazda ’nın bakışı her zaman çalışkan çiftçinin üstündedir.
Mazdeizm, bir evrim diniydi. Zerdüşt’e göre Dünya evrim yasalarına bağlıdır ve insanlar bu evrimi gerçekleştirmek zorundadırlar. Mazdeizmle birlikte İran topraklarına egemen olan Mitraizm, hemen her ruhsal öğretinin karşısında bir de gizemciliğin (mistisizmin) yer aldığını belirtir. Mitraizm adı verilen İran gizemciliği, aryaların (Hintli Avrupalılar ya da Beyazlar olarak anılanların) Tanrı’sı Mitra’ya dayanmaktadır. Birçok dereceleri gerektiren ve dine girmek bir inisiyasyon törenini zorunlu kılan Mitraizmin ana düşüncesi evrensel kurtuluştur ve amacı insanları fizikötesi gizlere egemen kılarak ölümden önce mutlu etmektir.

HİNT FELSEFESİ
Hint felsefesi geleneksel olarak ruhsal ve gizemsel bir felsefedir. Hindistan genellikle ruhsal felsefenin beşiği sayılır. Hindistan’da en basit inançlar bile bir felsefe değeri taşır. Hint felsefesi dört döneme ayrılır.
1. İ.Ö 15.YY ’dan İ.S 6.YY’a kadar süren Vedik dönem
2. İ.S 6. YY ’dan 10 YY’a kadar süren klasik ya da Brahman-Budacı dönem
3. 10.YY ’dan 18.YY’a kadar süren klasik sonrası ya da Hinducu dönem
4. 18.YY ’dan günümüze kadar gelen yeni dönem

Hindistan’a özgü ruhsal felsefenin ayırt edici niteliği ‘bireysel’ oluşudur. Bu felsefenin dış görünüş altındaki özü öğretilemez ve öğrenilemez. Kişi, kendi kurtuluşunu sağlayacak bu özü ancak derin düşünmesiyle elde edebilir.
Bireysel derin düşünme gizemciliğin de kaynağıdır. Bu bakımdan Hindistan, gizemciliğin de gerçek vatanı sayılmalıdır. Bütün bu öğretilerin kaynağı Hindistan’ın asıl ve en eski yerlileri oldukları kabul edilen Vedaların oluşturdukları Vedacılıktır.
Hindistan’ın ulusal ve en eski dini Vedizm ’dir. Çoktanrıcı Vedacılık giderek çoktanrıcılıkla tek tanırcılığı uzlaştıran Brahmanizmi ve daha sonra da bunların daha bir gelişmişi olan Hinduizmi doğurmuştur. İ.Ö 6. YY ’da bu öğretilerin birer reformu olarak ortaya çıkan Budizm ve Jainizm ise Tanrı’dan pek söz etmez.
Hint çoktanrıcılığı, bir tek tanrının çok görünüşlerini dile getirir. Bu bakımdan temelde bir tek tanrıcılıktır. Tüm doğa Brahman adı altında tanrısal bir tek güç olarak soyutlanmıştır. Bu tek güç insanlara üç ayrı tanrı biçiminde görünür; Brahma,Vişnu,Şiva
Tek gücün üç ayrı görünüşü olan bu üç tanrının da teklikte çokluk olarak çeşitli görünüşleri vardır. Örneğin Şivanın sekiz görünüşü vardır. Brahmanın tekilliği, öğretinin ilkelerinin belirlenmesi açısından iyice anlaşılıp bilindikten sonra tanrılar kolaylıkla birbirlerine de dönüşürler. Örneğin Vişnu kimi yerde Rama, kimi yerde Krişna olur.

Evrensel varlığın birliği, çeşitli görevlerin gerektirdiği çeşitli görünüşlerle böylece çoklaştırılmıştır. Kimi araştırmacılar Hint mitolojisinin çeşitli mitolojilerin kaynağı olduğunu da ileri sürmüşlerdir. Bu araştırmacıların saptadıkları pek çok akla uygun kanıtlara örnek olarak baba tanrı Diyanus Pitar (Yunanlıların Zeus Pater),gece tanrıçası Nakta (Yunanlıların Nyks), rüzgar tanrı Vata (İskandinavların Votan), gök tanrı Varuna (Yunanlıların Uranus, İranlıların Ahura)’sı gösterilebilir.
Hindistan’da, din, sanat ve felsefe gizemsel bir yapı içinde birbirlerine karışmış olarak gelişmiştir. Rig-Veda insanlığın ilk kutsal kitabıdır ve İ.Ö 1500 yıllarında düzenlendiği sanılmaktadır.
İlk ruhsal anlayışın ise Sümer uygarlığından sızdığı sanılan çoktanrıcı bir evren anlayışı olduğu düşünülür. Zecharia Sitchin’de dünya tarihi araştırmalarını, 12 Gezegen türü diğer kitaplarında ve araştırmalarında da aynı sava dayandırır. O da Sümerleri başlangıç kabul eder ve hatta daha ileri giderek Sümer’lerin tanrılarının çok gelişmiş uzaydan gelen bazı uygarlıklar tarafından eğitildiğini yine Sümer tabletlerine ve destanlarına dayandırarak açıklamaya çalışır.
Rig-Veda, günümüzde de incelenen çok kalıcı ve sağlam bir ilke ileri sürmektedir: “Varlığı varlaştıran eylemdir” Antikçağ Yunan Felsefesiyle onun üstüne kurulan daha sonraki felsefelerin pek çok öğeleri eski Hindistan’da işlenmiştir. Budacılık, bu açıdan, en bilinçli ve ilginç düşünsel yapıdır. Bununla birlikte bütün bu ruhsal felsefeler, kabul edilir ki Veda’ların etkisi altındadır.

ÇİN FELSEFESİ

Yeni belgeler Çin uygarlığının sanıldığı kadar eski olmadığını, İ.Ö. 1000 yıllarında başladığını göstermiştir. İ.Ö.4500 yıllarında Çin topraklarında Moğol tipinde ve neolitik uygarlıkta bir halk yaşıyordu. Bu halkın Tibet, Türk ve Tai karışımı olduğu sanılmaktadır.
İ.Ö. 2000 yıllarına doğru bu halkın iki ayrı kültür düzeyinde gelişmeye başladığı ve bu kültürlerden birine Yang-Şao öbürüne Long-Şan adı verildiği saptanmıştır. İ.Ö 1450 yılında Şang devleti kurulmuştur. Doğa güçlerine bağlanmayla başlayan bir din anlayışı, ilkel bir doğa felsefesine dönüşmüştür.
Bu doğa felsefesi, evrenin ve evrendeki her şeyin Chi-Hava-Ruhtan oluştuğunu ileri sürer. Antik çağda Anaximenes ’te havayı ruh olarak ele almıştır. Daha sonra, su, ateş, hava, toprak ve maden de eklenerek bu ilk öğelere tahtayı da katmışlar ve sayı altıya çıkarılmıştır. Bütün nesneler bu öğelerin çeşitli birleşimleriyle oluşuyordu. Daha sonra Yi King-Değişimler Kitabıyla bu öğeler sekize çıkarılmıştır.
Bu öğelerle birlikte maddesel karşılıklı etki anlayışı, Yang (etkin) ve Yin (edilgin) kavramlarıyla dile getirilen karşıt güçler ikiciliği, Yuan (başlangıç) düşüncesi geliştirilmiştir.

Chi

Su

Ateş

Hava

Toprak

Maden

Tahta (Bütün nesneler bu öğelerin birleşiminden oluşur)

Yi-King
değişimler kitabı da eklenir ve Yang-Yin-karşıt güçler iticiliği ile Yuan başlangıç düşüncesi temel alınır Çin felsefesinin özünde; bu bir evren modelidir.

Çin felsefesi İ.Ö. 6 Y.Y.’den beri bu temeller üstünde üç koldan gelişmiştir:

Tao Kiao-Tao Öğretisi

Ju Kiao-Konfüçyüs öğretisi

Şe Kiao-Buda Öğretisi

Çin Budacılığı özel bir nitelik taşımakla birlikte temelde Hint felsefesinin malı olduğundan, Çin’e özgü düşünsel yaşam Taoculukla ve Konfüçyüsçülükte biçimlenir. Eski doğa felsefesini özümseyen bu okullardan Taoculuk, felsefe açısından önemli bir kavram getirir;
- Tao-Yasa ve Wu-wei-eylemsizlik
Antikçağ Yunanlılarıyla karşılaştırılırsa Tao Herakleitos’un logos’una, wu-wei stoacıların apatheia ve Epikuros’un ataraksiasına uygun düşer. Konfüçyüs de kuşkusuz, bir Çin Sokrates’idir.
Antikçağ Yunan felsefesiyle aynı koşutluk Hint felsefesinde de izlenebilir. İ.Ö 4 Y.Y’da Konfüçyüsçülüğe karşı Mo-Tzu’nun kurduğu Moizm öğretisi, tıpkı Platon gibi, toplumun bilgelerce yönetilmesi gerekliliğini savunmuştur. Avrupalılarca törebilimin simgesi sayılan Çinli bilge tipi, bu öğretinin oluşturduğu bir tiptir. Görüldüğü gibi dünyanın öbür bölgelerinde gerçekleşen kurgul felsefe, aşağı yukarı aynı süreçte kapalı Çin’de de olagelmiştir.

MISIR FELSEFESİ

Eski Mısır Felsefesi, Antikçağ dışındaki diğer bütün felsefeler gibi dinsel nitelik taşır. Mısır tarihi İ.Ö 3000 yılına kadar çözülmüştür. Doğa görüşü Mısırda da Hint Felsefesinde olduğu gibi çok tanrıcıdır ama bu çok tanrıcılık tek tanrının değişik görünümlerini dile getirir.
İlk tanrı ya da baş tanrı, evrenin yaratıcısı olduğuna inanılan güneş tanrısı Ra’dır. Toprak (Gebb) ve Gök (Nut) onun yanında yer alırlar, evreni bu tanrılar üçlüsü yönetir. Her köyün ayrı tanrısı vardır, yönetim merkezinin tanrısı bu tanrıların üstüdür. Yönetim merkezi değiştikçe bu üst tanrı da değişir. Mısır toprakları tek yönetimde toplanma çoğunlukla hayvan, azınlıkla bitki ve nesnelerle simgelenen bu tanrılar yerlerini kozmik tanrılara bırakmışladır.
İnsan biçiminde tasarlanan ilk tanrılar, özellikle İsis’le Osiris, çok sonra meydana çıkmışlardır.
Eski Mısır inanç ve felsefesine göre; gerçek ve sonsuz yaşamın öte dünyada olduğu ve bu dünyanın o sonsuz yaşam için bir sınav yeri olduğu düşüncesi geliştirilmiştir. Bu felsefe daha sonraları Hermesçilik adı altında ve gizemsel bir nitelikte, simyacılık ve astrolojiyi de kapsayan ezoterik ve geleneksel bir bilgi ağına dönüşmüştür.
Eski Mısır tanrıları İsis-Osiris ve Serapis’in birçok ulusları etkilediği ve bu etkilerini pek uzun bir süre sürdürdükleri bir gerçektir. Kimi yazarlar din düşüncesinin de kaynağını eski Mısır topraklarında bulmaktadırlar.
Görüldüğü gibi Eski Mısır, Hint, İran,Çin uygarlıklarında felsefenin temelini oluşturan öğeler, antikçağ felsefesi ile paralel benzerlikler sunmaktadır.

Antikçağ Felsefesi ve Eski Mısır
İsa’dan önce 8.YY’da başlayıp, İsa’dan sonra 5.YY’da sona eren bin yıldan çok süren bir tarih aralığının ürünü olan antikçağ ya da diğer adıyla ilkçağ felsefesinde ve filozoflarında, Eski Mısır, Hint, Çin felsefelerinin izine rastlamamak ve aralarında bir paralellik görmemek pek mümkün değil! Bir ağ gibi birbirini tamamlayarak, holistik bir bütünün değişik yönlerini, parçalarını sunarak tarih aralıklarına uzanıvermiş. Bu bilgi örgülerini araştırdıkça hayranlık yerini şaşkınlığa bırakıyor. Şimdi bizde bu tarih aralıklarına kısaca göz gezdirerek, “Bu göğün altında hiçbir şeyin yeni olmadığını” önce kendimize kanıtlamaya çalışıyoruz.
Yeni bir çağı ve yeni bir anlayışı algılayabilmek, hissedebilmek ve entelektüel düzeyde de tatmin olmak için eski ve tarih önemlidir.

“Eskiyi bilirsek, yeniyi daha rahat anlarız.”

ORPHEUS VE ORPHİC ÖĞRETİ

Orphic (Orfe)sözcüğü efsanevi bir şair-şarkıcı-filozof ve ruhsal kişi olan Orpheus adından gelir. Orphic ruhsal öğretisinin Tanrısı, Yunanistan’a; kuzeyden, Trakya'dan gelmiş olan Dionysius’tur.
Bu Tanrı, taşkınlığın, coşkunluğun ve sarhoşluğun bir simgesi. Dionysius değişmelerin ve ışığa kavuşmak isteyenlerin Tanrısıdır. Bu tanrı onuruna düzenlenen törenlerde coşku, sevinç ve aynı zamanda da korku birbirine karışmıştır.
Homer’in Tanrıları ise, idealleştirilmiş insan şekilleriydiler ve bu Tanrılara ibadet için muhteşem ve aydınlık tapınaklar yapılır ve ibadetler, ölçülü merasimler çerçevesinde yürütülürdü.

Yunan’da M.Ö. 5.YY, din, ahlak ve psikoloji ile ilgili konular yüzyılıdır. Bu yüzyılda birinci problem, Tanrıların karakteri konusudur.
Homer’in Tanrıları iyilik ve kötülük bakımından insana benzeyen ama onlardan daha kuvvetli olan ve gamsız mutlu bir hayat süren varlıklardı ve Olymp denen bir sarayda otururlardı.
Oysa, beşinci yüzyılda, Tanrıların, kötülükten uzak ahlak ve fazilet sahibi varlıklar olarak anlaşılmak istendikleri görünmektedir. M.Ö 5:YY.’da görünmeye başlayan Opheus doktrini, hemen aynı kavramları içeren Eleusinian (Elözis) misterleriyle birleşmeye başladı ve özellikle Pythagorasçılığı(Pisagorculuğu) etkiledi. Daha sonra bu öğreti Yeni Pisagorcular ve Yeni Eflatuncular tarafından benimsendi.

Orpheus’çulara göre: “öbür dünyada var olabilmek için bu dünyada çileli bir yaşam sürmek gerekliydi. Bu görüşte ruh Tanrısaldır. İnsanin ilahi ve şeytani iki yönü vardır. Şeytani yönünü eğiterek, dünyaya gelip gitme çemberinden kurtulmak ve ruhu özgürleştirmek mümkündür.”

Ölümden sonra dirilme Orpheus öğretisinin ana prensiplerinden biridir. Bu inanç Pythagorasçılıkta devam etmiştir. Ana gaye, insanın kendisini, bedenin ve tekrar doğuşların esaretinden kurtarmasıdır. Ruhu beden üzerinde hakim kılmak için bilim ve sanatta özellikle matematik, geometri ve müzikten yararlanılır.

FELSEFEDE NEOPLATONİZM/YENİ PLATONCULUK

Yeni Platonculuk adıyla da anılan Neoplatonizm, Antikçağ sonlarında dinle felsefenin birleşmesi ile oluşan sadece filozofik değil daha ziyadesi ile teozofik, Hermetik hatta mistik bir akımdır.
Yeni Platonculuk, her şeyden önce, mistik bir karakter taşıyan Platon felsefesini temel alır. Aristo ve Stoa’dan aldığı etkileri bu temeller üzerine oturur.
Bu teozofik akım Doğu öğretilerinin etkisinde kalarak Aristo, Platon ve Stoa öğretilerinin sentezi ile ortaya çıkan tamamen gizemci ve Hermetik bir akımdır.
Yeni Platonculuk İskenderiye’de Plotinos’tan ziyade onun hocası Ammonius Sakkas tarafından ortaya atıldığından bu öğretiye ‘İskenderiye Okulu’ adı verilir.
İskenderiye Okulu Öğretisi diğer adıyla Neoplatonizm, ilk Hıristiyanlıkla, Müslüman ülkelerde gelişen tasavvufi felsefeyi büyük çapta etkilemiştir. Hatta İslam tasavvufu bu felsefeden doğdu da diyebiliriz.
Sudur (Emanation/Emanasyon) ilkesi Sufizmin temelidir. İslam tasavvufundaki “Külli Ruh, Külli Nefis, Külli Akıl” kavramları hep bu öğretiden kaynaklanmaktadır.
İsa’nın doğumundan sonra Hıristiyanlığın ilk yüzyılında bu Yeni-Platoncu düşünceler Hıristiyanlıkla birleşerek çağlar boyu devam edecek Hıristiyan mistisizminin temelini atmıştır.

Konuyu daha iyi anlamak için Yeni-Platonculuğun geliştiği dönemdeki tarihsel aralığı incelemek gerekir. Çünkü bu dönem içindeki felsefi ve dini olaylar ve Yeni-Platonculuğun ortaya çıkmasına zemin hazırlamışladır.
Tarihi bakımdan Aristo, ilkçağ tarihinin çok önemli bir döneminde yaşamıştır. Onun yaşadığı yıllarda Yunan devletleri, Makedonya ordularının saldırısına uğrayarak siyasi bağımsızlıklarını yitirmişlerdir. Öğrencisi İskender’in Yunanistan üzerinden geçen orduları da Hindistan’a kadar uzanmışlardır.
İskender’in Asya seferiyle ‘Helenistik Çağ’ adı verilen dönem başlamıştır. Yunan kültürünün Akdeniz çevresinde yayılıp bu bölgeyi kültürce Helenleştirmesi demek olan Helenizm de, Yunan kültürü kendi içine kapalı olmaktan çıkmış, Doğu Akdeniz ve Mısırda oturan ulusları birleştiren büyük bir kültür akımının temeli olmuştur.
Bu süreç, İskender’in ölümünden (İ.Ö.323) sonra Doğu Akdeniz çevresinde kurulan Helenistik devletlerde Yunan ve Doğu düşüncelerinin karşılaşıp birbirleriyle kaynaşmasıyla başlamıştır. İki düşüncenin de bu kaynaşması Roma İmparatorluğunda da sürecek, nihayet Hıristiyanlıkta son formuna ulaşacaktır.

İlkçağ kültürünün Aristoteles’ten sonraki başlıca evreleri Helenizm, Roma Felsefesi ve Hıristiyanlıktır. Bu arada Septikler, Epikuros felsefesi, Stoacılık da bu kültür kaynaşmalarına ışık tutmuşlardır.

 

KORKU NEDİR


KORKU NEDİR
1895 yılında Hindistan’da doğan Jiddu krishnamurti, on üç yaşındayken Theosophical Society tarafından geleceği ilan edilen “dünya öğretmeni” olarak seçildi. Krishnamurti kısa zaman içinde güçlü, ödün vermeyen ve sınıflandırılamayan bir öğretmen olarak ortaya çıktı. Konuşmaları ve yazıları herhangi bir özel dinle bağıntılı değildi. Ne Doğu’ya ne de Batı’ya , ama bütün dünyaya aitti. 1929 yılında kendisine yakıştırılan mesihlik imgesini büyük bir kararlılıkla yadsıdı. Çevresinde oluşturulmuş geniş ve zengin örgütü açık bir biçimde dağıttı. Hakikatin yolları olmayan bir ülke olduğunu ve ona herhangi bir biçimsel din, felsefe ya da tarikat aracılığıyla yaklaşılamayacağını açıkladı.

Birlikte korku üzerine konuşacağız. Korku nedir? Korkunun oluşumunu destekleyen etkenler nelerdir? Korkunun nedenlerinden biri karşılaştırma mıdır? Kuşkusuz nedenlerinden biri karşılaştırmadır. Kendinizi ideolojik, psişik, hatta fiziksel açılardan bir başkasıyla karşılaştırdığınızda onun gibi olmaya çalışırken, olamama korkunuz vardır karşılaştırmanın olduğu yerde korkunun olması kaçınılmazdır.
Çoğumuz toplumda bir konum sahibi olmanın sağlayacağı doyumu özleriz, çünkü hiç kimse olmamak bizi korkutur.
Korku yaşamdaki en büyük sorunlardan biridir. Korkuya kapılmış bir zihin, karmaşa, çatıima içinde yaşar, dolayısıyla şiddet yüklü, çarpık ve saldırgan olması kaçınılmazdır.
Korkularınızdan kaçıyorsunuz öyle değil mi? Ama korkudan kaçmak onu yanlızca büyütmektir.
Ben korkuyu belirlilikten belirsizliğe olan hareket olarak adlandırıyorum.
Korkmanıza neden olan bir sözcük ya da bunun anısı ise, bu kesinlikle korku değildir. Bizim korktuğumuz, eskinin- geleceğe yansıtılan şeyin düşümcesinin- yinelenmesidir.
Bilinçli olarak, korkularınızın farkında olabilirsiniz, ama zihninizin daha derin düzeylerinde bunların farkında mısınız? Saklanmış, gizli korkularınızı nasıl ortaya çıkaracaksınız? Başka insanların kuramları, her ne olursa olsun önem taşımaz. Soruyu kendinizden yola çıkarak sormalısınız.
Korkunun bölünemeyeceğini anladığınızda, bu bilinçaltı sorunundan bütünüyle kurtulduğunuzu, psikolog ve psikanalistlerin sizi aldattıklarını göreceksiniz.
Korkunun yanlızca ayrıntılarına baktığınızda ya da korkularınızla birer birer baş etmeye çalıştığınızda, temel konuya hiçbir zaman varamazsınız, bu da korkuyla birlikte yaşamayı öğrenmektir.
Korkunun bir parçası olduğunuzu, bundan ayrı olmadığınızı- korku olduğunuzu- gördüğünüzde, bunun hakkında hiçbir şey yapamazsınız; böylece korku tamamıyla sona erer.
İnsan zihni tüm korkulardan özgür olursa, özgün olanın ne olduğunu bilmek isterse, bunda kendine özgü bir haz ya da bir kaçış aracı aramaz ve bu nedenle, bu sorgulama sırasında tüm yetke ortadan kalkar.
Karşılaştırma korkuyu doğurur. Daha iyi bir yazar olayı ya da daha güzel ve bilgi sahibi olmayı istiyorum. Başkalarından daha çok bilgi sahibi olmayı istiyorum; başarılı olmayı, birinci olmayı, dünyada daha çok üne sahip olmayı istiyorum. Başarı ve ün, psişik olarak karşılaştırmanın özünü oluşturur, bunların aracılığıyla korkuyu sürekli besleriz.
Korku geçmişin bir yanılgısıdır. Şimdiyi düşünürsek korku ortadan kalkar. Bu trenin sesini anımsamak ya da o anda sesi dinlemek gibidir.
K:Şimdi korku nedir? Nasıl oluyor da korku ortaya çıkıyor? Bu korkular nasıl oluşuyor? Bunları bana söyleyebilirmisiniz?
S:Benim için geçmişe olan bağlılıktır.
K:Bu bağlılık sözcüğü ne anlama geliyor? Bir şeye bağımlıyım. Eşyaya, bir inanca, bir kitaba, aileye, karıma bağlı olmakla, bana rahatlık, saygınlık, toplumsal konum sağlayacak şeye bağımlıyım. Peki neden bağımlıyım?
S:Bu toplumsal koşullanmanın bir parçası.
K:Siz,yozlaşmış olan toplumu yarattınız; onu oluşturdunuz. Bu kafese sıkıştınız, bunun bir parçasısınız. Öyleyse, toplumu suçlamayın. Bağımlılığın çağrışımlarını görebiliyor
musunuz? Neden bağımlı sınız?
S:Yanlız hissetmemek için.
K:Bir şeye bağımlıyım,çünkü bu içimdeki boşluğu dolduruyor.
Dün sabah bir çizgi film vardı: Küçük bir oğlan çocuğu, başka bir oğlan çocuğuna“ Büyüdüğümde büyük bir peygamber olacağım; derin hakikatlerden sözedeceğim ama, kimse dinlemeyecek, ” diyordu. Diğer çocuk ise, “ Hiç kimse dinlemeyecekse, neden konuşacaksın? ” diye sordu. ” Ah” dedi öteki çocuk “ Biz peygamberler çok inatçıyız’ . Öyleyse şimdi, korkunuzu öne serdiniz. Buna baktığınızda, boşluğunuzu, yüzeyselliğinizi, önemsenmediğinizi görüyorsunuz ve bundan dolayı korkuyorsunuz. O zaman ne oluyor? Bunu göruyormusunuz, baylar?
S:Kaçmaya çalısırım.
K:Bağlılık aracılığıyla, bağımlılık aracılığıyla kaçmaya çalışırsınız. Ama bağlılığın ve bağımlılığın boşluğunuzu örttüğü gerçeğini gördüğünüz zaman kaçmazsınız değil mi?
S:Yeni şeyler görmekten her zaman korkar mıyız?
K:Korkmaz mıyız? Değişiklikten korkmaz mıyız?
S:Yeni,bilinmeyendir. Bilinmeyenden korkarız.
K:Böylece eskiye tutunuruz ve bu kaçınılmaz olarak korkuyu doğurur, çünkü yaşam değişiyor.
K:Korktuğunuzu fark ettiğinizde, ne olur?
S:Ondan kurtulmaya çalışırım.
K:Ondan kurtulmaya çalıştığınızda ne olur?
S:Onu bastırırsınız.
K:Onu ya bastırısınız ya da ondan kaçarsınız; ondan kurtulmaya çalışmakta catışma vardır, bu da yanlızca korkuyu artırır.
Korkudan kaçmak, sakınmak, bunun hakkında herhangi birşey yapmak, onun sürmesine neden olur. Ancak onu öğrenerek ondan kurtulabiliriz. Öğrenmek için merak etmek ve geçmişin herhangi bir baskısının olmaması gerekir.
Para kaybetmekten korkuyorum, dolayısıyla ne yapıyorum? Bunu düşünmekten sakınarak kaçıyorum. Bu korkudan sakınmanın ne kadar aptalca olduğunu anlıyorum, çünkü öğrendiğim ölçüde korkum çoğalıyor. Korkuyu seyrediyorum ve şu ortaya çıkıyor: Korkuyu kim seyrediyor? Bunu seyreden , bundan kurtulmayı, özgürleşmeyi, bunu aşmayı isteyen arzu mu? Evet, öyle. Korkuyu, bu biçimde seyretmenin yanlızca bolünmeye neden olduğunu ve dolayısıyla korkuyu güçlendirdiğini biliyorum. Bu tıpkı zehirli bir yılan görmeye benzer: yılana dokunma isteği sona erer. Uyuşturucu kullanma isteği, bunun gerçek tehlikesini gördüğümde biter. Ama tehllikesini görmediğim sürece, kaçmaya devam ederim. Korkudan kaçmanın korkuyu güçlendirdiğini görmediğim sürece, kullanmaya devam ederim. Gördüğüm an ise , bundan kaçmam.
K:Eğer siz korku oldığunuzu düşünüyorsanız, korku sizden ayrı bir şey değildir. Ne olur? Ben esmerim. Esmer olmaktan korkuyorum, ama “ Evet, ben esmerim” diyorum ve böylece bu sona eriyor, değil mi? Bundan kaçmıyorum. Öyleyse ne oluyor?
S:Kabul ediyorum
K:Bunu kabul ediyormuyum? Tam tersine, esmer olduğunu unutuyorum.

scorpion:
İnsan neden korkar? Korku temelde ne anlama gelir? Güvensizlik duygusu mu demektir? Güvenlik yaşamın temel unsurlarından biridir, bu yanlızca sizin ve benim için değil, herkes için geçerlidir. Psişik anlamda güvende olmak çok güçtür. Dolayısıyla güvenliği bir inançta, bir sonuçta, milliyetçilikte, bir ailede ya da kendi deneyimimde ararım ve söz konusu deneyim, aile, inanç tehdit edildiğinde ise korku ortaya çıkar.
Korkunun olduğu yerde, özgürlüğün olmadığı açıktır ve özgürlük olmadan kesinlikle sevgi yoktur.
Fiziksel olarak kendini korumak, zehirli yılandan uzak durmaya iten içgüdüsel dürtüler, uçurumun kenarından uzak durmak, tramvayın altına girmekten sakınmak, vb. sağlıklıdır ve normaldir. Ama ben burada, kişinin hastalıktan, ölümden, bir düşmandan korkmasına neden olan psişik bağlamda kendini korumaktan söz ediyorum. İster resim, ister müzik, isterse ilişki aracılığıyla herhangi bir biçimde kendimizi gerçekleştirme yollarını aradığımızda, her zaman korku vardır. Öylayse önemli olan, kişinin kendisi içinde tüm bu sürecin farkında olması, gözlemlemesi, bunun hakkında öğrenmesi ve korkudan nasıl kurtulacağını sormamasıdır.
Hıristiyanların çoğu için, masumiyet sözcüğü yalnızca bir simgedir; ama ben, korkunun olmaması anlamına gelen, gerçek bir masumiyet halinde olmaktan söz ediyorum. Zihin, zaman tünelinden geçmeden, o anda tamamıyla olgundur. Bu ancak, tam bir dikkat olduğunda, her düşüncenin, her sözcüğün ve her hareketin farkında olduğunuzda olanaklıdır.
Sözcükler, anıları ve çağrışımları ortaya çıkarır, ki bunların hepsi bilinçaltının bir bölümüdür ve aynı zamanda korkuyuda oluşturur.
İmge, bir fikir, anı, anımsama, yeniden canlandırmadan başka bir şey değildir. Gerçekten korkudan özgür olmayı istiyorsam, onun hakkında sahip olduğum imgeyi yıkmalıyım ve o da benim hakkımda benimsediği imgeyi yıkmalıdır. Ben, kendiminkini yıkabilirim ya da o kendininkini yıkabilir, ama tek yanlı hareketler, korkuyu doğuran ilişkiden özgürleşmeyi sağlamaz.
Bizlerin- siz genç insanların ve benim- bu korku konusunu ele almamız son derece önemli, çünkü toplum ve sizden yaşlı insanlar, sizin doğru bir biçimde davranmanız için korkunun gerekli olduğunu düşünüyorlar. Öyleyse korku ahlak baskısı olarak kullanılır.
Bedenin doğal tepkileri olduğunu biliyorsunuz değil mi? Bir yılan gördüğünüzde sıçrarsınız. Bu korku değildir,çünkü bu bedenin doğal bir tepkisidir. Bunlar bedenin kendini tehlikeye karşı korumak için verdiği tepkilerdir.
Korkan insan her zaman, “Doğru şeyi yapmalıyım, saygın biri olarak görünmeliyim, insanların ne olduğumu ya da olmadığımı düşünmelerine izin vermemeliyim, ” diye düşünür. Gençliğimizde bunu anlamak,korkuyu anlamak son derece önemlidir. Bizi uymaya zorlayan korkudur, ama korku hakkında konuşabilirsek, bununla ilgili birlikte akıl yürütebilir, birlikte tartışabilir ve düşünebilirsek, bunu anlayabilir ve yapabilirim; ama beni zorunlu tutmak, beni zorlamak, sizden korktuğum için anlamadığım bir şeyi yapmak, yanlış bir eğitim vermek demektir. Değil mi?
Korku bir başka şeyle ilişkili bir şeydir. Bundan sonra, zihni de bilmeniz gerekiyor, zihnin neden korktuğunu bilmelisiniz.
Bilinçli ya da bilinçsiz olarak korku içinde yaşadığımızda, bu büyük bir içsel çatışma ve direnmeyle karanlıkta yaşamaya benzer. Korku ne kadar büyük olursa, gerilim ne kadar büyük olursa, endişe ne kadar büyük olursa, kaçma dürtüsü de o kadar büyük olur.
İnsanın farkında olduğu bilinçli korkuların yanı sıra, zihnin derin katmanlarında keşfedilmemiş korkuları da vardır.
Korku, sizin uzaklaştığınız nesnede değil, gerçek olandan uzaklaşma hareketindedir.
Gizli korkular nasıl ortaya çıkar?Bunlar çözümleme, nedenlerin aranması yoluyla açığa çıkarılabilir mi?Çözümlemenin zaman gerektirdiğini ve korkunun sonunu getirmediğini görmek, aşamalı değişim fikrini bütünüyle bir kenara bırakmaktır; değişim etkeninin kendisi, korkunun başlıca nedenlerinden biridir.
Korku her zaman, bir şeyle ilişki halindedir; kendi kendine var olamaz.
Dünkü acıyı düşünmek, dünkü acının anısını içeren düşünce,yarın yeniden acı çekme korkusunu yansıtır. Dolayısıyla korkuyu oluşturan düşüncedir.korkuyu anlamak için, aynı zamanda hazzı da anlamalısınız.Bu, “Yanlızca haz duymalıyım ve hiç korkum olmamalı, ” diyemeyeceğiniz anlamını taşır; korku, haz olarak adlandırılan madalyonun diğer yüzüdür.
Korku çok çeşitli akıl hastalıklarına yol açar. Kimse Tanrı’ dan korkmaz; ama insanlar, toplumun bakış açısından, başarılı olamamktan, gerçekleştirememekten, fırsata sahip olamamaktan, korkarlar; tüm bunların aracılığıyla da, bu olağanüstü suçluluk duygusu ortaya çıkar- kişi yapmaması gereken bir şeyi yapmıştır, suçluluk duygusu, yapılan hareketin içinde gizlidir; kendisi sağlıklıdır ve diğerleri sağlıksız ve yoksuldur. Zihin ne kadar çok sorgularsa, irdelerse, sorular sorarsa,suçluluk duygusu, kaygılar o denli büyür.
Korkunun olamdığı anda hırs da yoktur, ama bir hareket vardır ki yaptığınız şeyin onaylanması için değil, bu şeyin sevgisi adına yapılır.
Korkuyu sorguluyoruz, bunu derinlemesine irdeleyebilmek için düşüncenin neden korkuyu besleyen geleceğin ve geçmişin bir görüntüsünü yarattığını ve düşüncenin ne olduğunu araştırmalısınız. Bunu anlamadığınız sürece korkuyla yüzleşemezsiniz.
Korkuyla hareket ederseniz, kaybolursunuz.
scorpion:
Korkunun gölgesi olmadan nasıl yaşanacağını bulun. O zaman sevginin ne olduğunu bileceksiniz.
Korkuyu nasıl gözlemliyorsunuz? Bu, anımsadığınız ve yeniden canlandırarak baktığınız bir korku mu? Yoksa gözlemleme olanağı bulamadığınız ve dolayısıyla hala var olan bir korku mu? Zihniniz, korkuya bakmaya gönüllü değil mi? Gerçekte olan ne? Çoğumuz nasıl çözeceğimizi bilmediğimiz için kendi korkularımızı gözlemlemeye, bunlara bakmaya isteksiz değil miyiz? Ya kaçıyor,uzaklaşıyor ya da çözümleme yapıyor ve böylece korkudan kurtulacağımızı düşünüyoruz, ama korku sürüyor. Bu nedenle, söz konusu korkuya nasıl baktığımızı bulmak önemlidir.
Korkuyu nasıl gözlemleriz? Örneğin farklı bir inanç sizi tehdit ediyor. Sizin güçlü bir inancınız var,dolayısıyla bu konuda korkuyorsunuz. Bazı inançlara, deneyimlere, sanılara, yargılara ve değerlendirmelere sahipsiniz. Birisi bunları tehdit ettiğinde ya bunun çevresine bir duvar örüp direnirsiniz ya da saldırıya uğramaktan korkarsınız.korku olarak adlandırdığınız tepkiyi tanırsınız-çünkü bu korkuyu daha önce de duydunuz, bunun anısı belleğinizde saklandı, böylece korku yükseldiğinde bunu tanırsınız değil mi? Öyleyse siz gözlemlemiyorsunuz, korkuyu tanıyorsunuz.
Tanıma zihni korkudan özgürleştirmez. Yanlızca korkuyu güçlendirir. İşleyen iki etken vardır. Söz konusu korkudan farklı olduğunuzu hissedersiniz ve böylece bu korkuyu işleyebilirsiniz, onu denetleyebilir, uzaklaştırabilir, akla uydurabilirsiniz. Böylece o korku hakkında birşeyler yapmış olursunuz, ama bunda bir bölünme vardır-ben ve korku-bu nedenle,bu bölünme çatışmayı getirir. Oysa gözlemlerseniz,korkunun siz olduğunu görürsünüz. Siz korkudan farklı değilsiniz. Gözlemleyenin gözlemlenen olduğu ilkesini, gözlemleyenin söz konusu korku olduğu gerçeğini bir kez kavradığınızda, gözlemlenen ile korku arasında bölünme olmaz.
Korku zamanda bir harekettir. Bu nedenle ilk önce zamanın ne olduğunu dikkatlice inceleyelim. Güneşin doğup batması bağlamında zaman; güneşin doğması ve batması arasındaki süre, zamandır. Bir noktadan diğerine uzanan uzaklığı kaplayacak zamandan söz edebiliriz; sizin buradan evinize gitmeniz zaman alır.bu, ister bir an isterse bir saat olsun,zaman alır.öyleyse fiziksel zaman vardır. Aynı biçimde,psişik zaman vardır: Olacağım,dönüşeceğim; ben bir memurum, ama birgün yönetici olacağım; ben bilgisizim ama bir gün aydınlanacağım.
Zamanın korkuyla olan ilişkisi nedir? İnsanların çoğu korkar-sayısız korkuları vardır: karanlık korkusu, ölüm korkusu, yaşam korkusu, sahip olduklarınızı kaybedebileceğiniz korkusu, karınızın ya da kocanızın neden olduğu korku.bütün dünyada insanlar büyük kaygılara sahiptir ve bu da korkunun bir parçasıdır: gerçekleştirememeye ilişkin kaygılar, kendiniz olmadığınıza ilişkin keygılar, başka insanların size neler yapabileceklerine ilişkin kaygılar gibi. Tüm bunlar bir korkudur. Öyleyse, korku ve zaman arasındaki ilişki nedir? Ayrıca korku ile zaman arasındaki ilişki nedir? Pek çok şeyden korkuyorum, ama korkunun kökenini anlamak istiyorum, çünkü eğer bunu anlayabilirsem, korkunun doğasını , niteliğini, yapısını görebilirsem, korku bitmiş demektir. Ama yanlızca dallarını bulursam, korku devam edecektir. Öyleyse bizim ilgilendiğimiz korkudan nasıl kurtulacağımız değildir; bu düştüğümüz yanılgılardan biridir. Ama korkunun doğasını derinlemesine irdeleyebilirsek,bundan bütünüyle özgür olabileceğiz.
Korkuya neden olan ve beyinde kaydedilen bir olayı anımsarsınız.bu kayıt hala oradadır, böylece şimdi korku duyarım. Böylece söz konusu kayıt korku olgusunu anımsar ve geçmişten dolayı korkuyu tanırım. Korkuya neden olan geçmiş bir olayın bilgisi, tıpkı bir kasette olduğu gibi, beyinde kaydolur. Dolayısıyla beyin korkuya ilişkin bilgi sahibidir. Bilgi korkudur. Korku, şimdi ortaya çıktığında,bellek buna karışır ve “Evet,bunun korku olduğunu biliyorum” der. Bu da, korkuya ilişkin sahip olduğunuz bilginin, “Bu korkudur” demesi anlamına gelir.
Korku, geçmiş bağlamında bilginin hareketidir ve bu bilgi zamandır. Öyleyse korku düşüncenin de bir parçasıdır. Düşünce ve zaman,bilginin hareketleridir. “Yarın” zamandır ve düşünce şöyle der: “İşimi kaybedebilirim.” Beyin kaydetmeyebilir mi? Beyin sürekli kaydeden bir makinedir. Bu kaydedilenler bizim bilgimiz oluverir ve biz bu bilgiyle hareket ederiz.
Dolayısıyla korku, zamanın ve düşüncenin bir hareketidir ve bu bilginin kendisi,bizim yeni,temiz bir şeyi görmemizi engeller. Oysa, korkuya ilk kez ortaya çıktığında bakabilirseniz, bunun tamamıyla farklı bir şey, bir tepki, fiziksel ve psişik bir tepki olduğunu görürsünüz. Öyleyse korku, korkunun kökeni, zamanın ve düşüncenin hareketidir. Ama zamanın ve düşüncenin doğasını ve yapısını anladığınızda-ki bu, korkunun temelini oluşturan zaman ve düşüncenin hareketini sorgulamak ve buna tamamıyla tanıdık olmak anlamına gelir-tam bir dikkat verdiğiniz için, bu dikkatin kendisi korkuyu uzaklaştırır.

REALİST ve İDEALİST PERSONALİZMDEN ÇİZGİLER - 2






REALİST ve İDEALİST PERSONALİZMDEN ÇİZGİLER - 2

İdealist Personalist olarak nitelenen E.S. Brightmanla gelince; O, personalizmi "şahıslar ve şelflerin yegane hakikat olduğu ve tüm kainatı şahısların ve self lerin birbirine tesir ettiği bir toplum ya da sistem olarak gören bir hipotez " olarak tanımlamaktadır.


Tanımda yer alan self ve şahıs kavramları birbirlerinden ayrı birer kavram olup Mounier ve Maritain'in fert ve şahıs ayırımını hatırlatmaktadır. Kendi, kendisi, özü anlamına gelen self, Brightman'a göre "şuurun kompleks bir birliği, şahıs ise potansiyel olarak kendi şuurunda, rasyonel ve ideal seif dir". Yani self bir şuur oluşumu, şahıs ise rasyonel normlarla kendi başına karar verebilen ve değerleri tecrübe edebilen seif dir.



Öte yandan self şuurdaki diğer algılar ve düşüncelerden ayrı ve farklı bir unsur da değildir. O, herhangi bir şuur tecrübesi veya kendini tecrübe eden ve bütünü hedef alan bir işlemdir. Bu durumda self "ben" olarak adlandırdığıma dayalı tüm şuur, tecrübenin tamamı olup, özeldir ve ferdi ferd yapan self idir. Seif Brightman tarafından şuurlu bir tecrübe, kendi kendine varolan bir birlik, bir sistem ve aktif olarak tasvir edilmekte ve amipten Tanrı'ya kadar şuurlu tecrübe etme yeteneğinde olan her türlü varlığı göstermek amacıyla kullanılmaktadır. Kısaca, self kendi kendine tecrübe edebilen, duyusal ve duygusal niteliklere, zaman ve mekan şuuruna ve tecrübesine, teşvik edici kuvvet ve etkiye sahip olabilen, zaman ve mekanı aşabilme yeteneğinde olabilen, anlamın ya da gayenin farkında olabilen, çevreye tepki verebilen ve özel olandır.



Diğer yandan şahıs ise sahip olunan bu özellikleri en üst bir düzeye kadar geliştirebilendir. Bu ise aklın ışığında değerlerin seçilip kazanılması ile mümkündür. Demek ki, şahıs, değerleri kazanma kapasitesine sahip olan self dir. Şahısların aklî ve ideal değerleri kazanma yeteneğine sahip olan self olmaları sebebiyle bütün şahıslar self dir; ancak tüm self '1er şahıs değillerdir. Çünkü her self şahıs olma şansını elde edemez. Herhangi bir ideal değeri gerçekleştirme şansına sahip olmayan insanlar da vardır. Bu insanlar ideal değerleri gerçekleştirme şansına sahip olmayan anormal insanlar olup, şahıs-altı self lerdir.



Bu durumda Brightman için bütün hayvanlar, bitkiler belki de elektronlar bile basit self lerdir. Oysa şahıslar yaşamın yüksek biçimleri ile sınırlıdırlar. Mesela insan bir şahıstır ama bir hayvan şahıs-altı self dir; çünkü insan değerleri yaratma ve hoşlanma yeteneğine sahipken hayvan içgüdü ile yaşayan, geliştirme ve aklileştirmeye muktedir olamayandır. O halde şahıslar, bazı self lerin, değerlerini akim ışığında seçip karar vermesi ve onları ideallerle test etmesi sonucunda gerçekleşirler.



Yine, şahıs-altı varlıklar olabileceği gibi, melek ve ilâhî şahıslar gibi, şahıs-üstü varlıklar da olabilir. Brightman'a göre şuurlu tecrübeler kompleksi olan self den, değerleri gerçekleştirebilen şahsa geçişte sahip olunan biyolojik, fizikî, sosyal ve metafizik çevrelerle ilişki sonucunda self in değerleri kazanması, manevî ve ruhi özelliklerde yüksek bir birliğe ulaşıp şahıs olması zorunludur. Bu sebeple değer şahıs olmak için gerekli unsurdur. Brightman bu durumu şöyle ifade etmektedir: "değer, şuurlu tecrübe olarak şahsiyetin bir vasfıdır ve şahsiyet olmadan değer yoktur".



Değer tecrübenin bütün olgularını birleştirmek zorundadır. Onda hem hazza, hem iradeye, hem zihne, hem de sezgiye ait faktörlerin varlığı kabul edilmelidir. O, haz, istek, zorunluluk ve zihnin-şekillendirdiği rasyonel bir ideal tarafından yorumlanır ve organize edilir. Bu ideal de temel olarak şahsiyetin bir ideali olup diğer idealler tarafından meydana getirilir.



İdeal, şahsın oluşturmak zorunda olduğu bir prensiptir. O bir plandır ve değer bu planla uyumlu yapıdır. İdeal bir örnek, değer bu örneğe uygun bir üründür.



Şahıs ideale doğru hareket eder. Zira değerler ideallere yükseltilebildiği ölçüde şahsiyet gelişir. Brightman için, idealler ile onların gerçekleştirilmesi arasında bir denge olması gerekir. Bu ise ilk ve temel olarak insan hürriyeti ile ilişkilidir. Zira hürriyet olmadan, rasyonel idealler ne biçimlenebilir, ne ayırt edilebilir ne de gerçekleşebilirler.



Bundan başka Brightman' a göre, şahıs ideale doğru hareketinin sonucunda varlığın ya da varoluşun daha üst basamağına ulaşmaya çabalar. Burada self, dolaysız şuurun en üst basamağına şahsiyet de varlığın en üst basamağına ulaşır. Şahsiyetin bu boyutu şahsî gücün çabası ile en üst ideallerin gerçekleştirilmesinden meydana gelir ki Brightman bunu spirit olarak adlandırmaktadır. O'na göre spirit öncelikle şuurlu tecrübe olup, gerçeği şuurun ışğında görmektir. Bu biçimiyle spirit, zihnin, şuurun alt basamaklarından uzaklaşması hareketidir. Her şahsın kendi gücü ve yeteneğiyle ideal amaçlara doğru yönlenmesi, spirit vasıtasıyla olur. Bu durumda şahıs İdeal değerleri geliştirebilen şuurlu bir self, spirit ise ideal değerlere doğru gerçekten şuurlu bir tavır geliştirene kadar şahıs olmaktadır. Küçük bir çocukta spirit henüz uyuma halindedir. Ve çocuk yalnızca potansiyel olarak bir spirit olduğu için bir şahıstır. Fakat, spirituel potansiyeller uyanınca ve onları kullanana kadar çocuk şahıs-altı düzeyde kalır.



Ancak bununla birlikte, beşerî şahıs gerçekten ve bütünüyle spirit olamaz. İnsanın günahları, basit amaçları gururu ve ümitsizliği spiritin hazır düşmanlandır. Bunlar onu temaşa (contemplation) hareketinden alıkoyarlar ve ona âlemdeki spirituel gelişme ümidini kaybettirirler. Brightman' a göre, spirituel gelişme spirituel değerlere ulaşmakla mümkün olur. Spirituel değerler ise Platonik ideler gibi ezelî ve ebedîdirler. Spirituel hayat, ezelî ve ebedî bu değerlere sadakattir. Bu hayat şahsı en yüksek idealini gerçekleştirmeye doğru yönelten hayattır. O gerçekte en iyi, en yüce şahıs olma çabasıdır.



Spirituel hayat, İlahi Zilinin bazı özel, gayeli ve şuurlu bir seçimidir. O, Kutsal bir Spirit' le birlikte tecrübî olarak çalışan ve keşfeden bir hayat süreci olmaktadır. Bundan başka Brightman' a göre kişinin spirituel arzusu insanî spiritin İlahi Spirit'le ilişki kurmasıdır. Bu durum ise rasyonel olarak anlaşılamaz. Zira bizim en üst ideallerimizde Tanrı' run zihninin planları ve amacı işler. Ve bu durum da ibadet tecrübesi ile kuvvetlendirilir. İbadet, insanın spiritinin kinattaki yüceltici etkilere açılmasıdır.



Hakiki ibadette insandaki kutsal spirit , Tanrı'run kutsal Spirili ile buluşur; şahıs Şahıs'a dokunur ve yeni bir hayat ardından gelir. " Spirit .Spiritle buluşur" Brightman, spirit in kainatta yukarı doğru hareket ettiğini ifade eder. Zira spirit in özü olan aksiyon ve aksiyona çağrı yaratmanın kesin başlangıcından hayata gelen, üst düzeylere doğru bir dürtüdür. Buna bağlı olarak spirituel gelişme öncelikle yukarı doğru -Tanrı'ya- dur. Ancak spiritualité'nin amacı hem Tanrı'nın mevcut bilgisine hem de O'nunla birleşmeye ermek olmayıp spirituel ideallerle uyumlu bir hayatın yeniden kurulmasıdır. O aksiyondur, ferdin insanla ve Tanrı'yla yardımlaşmasıdır.



Kısaca Brightman'a göre spirit in çabalarının tümü şahsî gelişmenin en üst biçimi içindir. Şahsiyeti terk etmek hem değerleri hem de varlığı terk etmektir. Görülüyor ki, çağdaş felsefede ortaya çıkan Personalizm, insanı herşeyden önce maddî ve manevî yönü ile bir bütün olarak görme çabasını ortaya koymaktadır.



Böylece yalnızca maddî yönü vurgulayan materyalistlerle yalnızca manevî yönü vurgulayan spritüalistler arasında bir uzlaşma bir sentez oluşturmakta ve bunu şahıs ile fert arasındaki ilişki çerçevesinde yapmaktadır.



Ancak şahıs ile fert arasındaki ilişki ve dolayısıyla şahsiyet varlığın tümünü şahsi şuurlar olarak gören idealist personalizme göre zihnî bir düzende, realist personalizme göre ise şahsî olmayan bir düzen ile şahıs arasındaki ilişkide açığa çıkmaktadır. Bu durum, Maritain ve Mounier de şahsiyetleşmede topluma ve topluma bağlı bir varoluşun önemine dikkat çekme şeklinde görülmekte, Brightman'da ise şelfi ve şahsı, bütünden ayrı parçalarının bir varlığı olmayan ve yapısı bir bütün olarak şuurlu tecrübenin organizasyonu olarak görmesinde ortaya çıkmaktadır.



Şahsiyetleşmede ahlâkın önemine dikkat çeken personalistler değerleri yalnızca şahıslar için ve şahıslarda görmekte ve şahsiyetin dışında değerlerin olmadığını belirtmektedirler. Maritain için ahlâk, insan için gerçekten varolan tek nihaî amaçtır. İnsanın amacı Hristiyan ahlâk felsefesine uygun common goodu elde etmeye çalışmaktır.



Mounier'e göre de şahıs ahlâk sanatıyla yakından ilişkili olup şahıs, ferdin hüneri, seçimi, oluşumu ve zaferi olmaktadır. Aynı şekilde Brightman'da da değerler, self in kazanıp, ruhî ve manevî özelliklerde yüksek bir birliğe ulaşıp şahıs olmasında zorunlu olarak görülmektedir.



Değerleri Hristiyan ahlâkı ve dinî ile bağlantılı düşünen Maritain ve Brightman'ın bu yönleri, onların düşüncesinde dinî motiflerin ağırlığına dikkat çekmektedir. Özellikle spirituel değerlere ve şahsiyetleşmede bunlara verdikleri önem onların düşüncelerini Hristiyan felsefesinin idealleri ile temellendirmeye çalışmalarından kaynaklanmaktadır. Öte yandan kendisi iyi bir Hristiyan olan Mounier- ise düşüncesinde dini motiflerden çok sosyal motiflere ağırlık vermekte ve böylece de çağın popüler akımları Existantializm ile Marksizm arasında bir yol bulmaya çalışmaktadır.
Kaynak NURTEN GÖKALP

REALİST ve İDEALİST PERSONALİZMDEN ÇİZGİLER - 1





REALİST ve İDEALİST PERSONALİZMDEN ÇİZGİLER - 1

Personalizm, şahsın ontolojik esas ve böylece şahsiyetin temel açıklayıcı prensip olduğu bir felsefi sistem veya bakış açısıdır. Özellikle yirminci yüzyılda gelişmiş ancak kökleri itibariyle hem Yunan metafiziğinin hem de Hristiyan dini motiflerinin baskın olduğu Batı düşüncesinin teolojik geleneğinden etkilenmiştir. Bununla birlikte Doğu düşüncesinde de personalist karakterli temayüllere rastlamak mümkündür.

Batı geleneği içindeki personalist düşünce iki farklı kolda gelişmiştir. Realist ve İdealist Personalizm olarak adlandırılan bu iki tip personalizmden; Realist Personalizm, süpernaturalizm ve geleneksel metafiziksel realizmin çerçevesinde; İdealist Personalizm ise metafiziksel idealizme dayalı olarak anlaşılmaktadır'. Varlığın tümünü şahsî şuurlar olarak tanımlayan İdealist Personaüzme göre, "(Var) olmak bir şahıs ya da self veya bir şahıs yada şelfin bazı tecrübeleri ya da fiilleri olmaktır".

Aristoteles'i takip eden Realist Personalistler için de şahsiyet temeldir. Yani, nihaî hakikat, spirituel, supernaturel bir varlıktır. Ancak bununla birlikte zihnî olmayan (non-mental) bir doğal düzen de vardır ki, bu Tanrı tarafından yaratılmış olmakla birlikte esasen şahsi veya spirituel değildir.

Bu çerçevede biz burada bu iki farklı personalizmi; özellikle Avrupa'da gelişen Personalizmin öncülüğünü yapan Jacques Maritain ( 1882-1973) ve Emmanuel Mounier (1905-1950)'in düşünceleri ile Amerika'da gelişen İdealist Personalizmin kurucusu sayılan Edgar Sheffield Brightman'ın (1884-1950) düşüncelerini yukarıda zikredilen sırayla, ana noktaları itibariyle ortaya koymak istiyoruz:

Personalizmi açıklarken şahıstan topluma doğru giden Maritain ve Mounier, işe fert (individual) ile şahıs (person) arasında ayırım yapmakla başlarlar. Zira beşerî varlık iki kutuptan oluşmaktadır. Biri, gerçek şahısla ilgilenmeyen, şahsiyetin gölgesi veya ferdiyeti ile ilgili maddî kutup, diğeri asıl şahsiyeti ile ilişkili spirituel kutuptur. Düşünce tarihinin ilk anlarından beri benzer tipte ayırımların yapıldığı göz önüne alındığında.

Maritain ve Mounier'deki ayırımın farkı nedir? Bu soruya cevap verebilmek için öncelikle bu iki filozofun fert ve şahısa verdikleri anlamlara bakmak gerekir. Maritain'e göre ferdi her türlü maddî şeyin kaynağı olan maddî kutupta, şahsı, hürriyet ve cömertliğin kaynağı olan spirituel kutupta aramak gerekir. Böyle bir durumda da biz ferdiyet ile şahsiyet arasında ayırım yapmak zorunda kalırız.

O'na göre fert zihnin dışında ve yalnızca varolma aktım yerine getirme kapasitesine sahiptir ve bu özellik tüm varlıklarda ortaktır. Bu durumda da bir fert olarak insan, bir türün parçası, ahlaki, tarihi güç ve etkilerle çevrilmiş kozmik bir düzendeki bir nokta olmaktadır.

Ancak insan aynı zamanda bir şahısdır da. Bu durum da göstermektedir ki, fert ile şahıs aslında kesinlikle birbirlerinden ayrılamazlar. Onlar bir insanda mevcut olan iki farklı süreçtir. Fert insanın cismanî ve bedenî yönü ile ilgili iken şahıs insanın spirituel yönü ile ilgilidir. "İnsan fert ve şahıs bütünü olarak vardır ve her ikisi de gelişme biçimlerinde kendi yollarını izlerler" diyen Mounier'de de bu düşünceler açıkça görülmektedir.

Mounier'e göre fert çözülme ve ferdileşme süreci şahıs ise çoğalma ve şahsiyetleşme sürecidir. "Fert hayatın yüzeyinde şahsın dağılmasıdır... Fert şahsın maddede çözülmesidir". diyen Mounier'de bir fert olarak insan, bir türün üyesi, biyolojik ve egoist isteklerinin merkezinde olan olarak düşünülmektedir.

Dikkat edilirse gerek Maritain gerekse Mounier'de fert küçük düşürücü bir manada kullanılmaktadır. Oysa şahıs her iki düşünürde de daha derin bir esrara sahip olarak görülmektedir.

Batının metafiziksel geleneğinde şahsın, hürriyete dayalı, kendinde spirituel bir bütün oluşturan, Tanrı ile karşı karşıya olan ve kainatın bütününde rölatif olarak bağımsız bir hakikat olarak tanımlandığını ifade eden Maritain, şahsiyetin kendi içinde yaratıcı bir akış tarafından ulaşılan nihai bir basan olduğunu belirtir. Zira O'na göre bizim cevherimizde, onun varlığına sahip olmamıza imkan veren bir işaret vardır ki, o bizim ontolojik yapımızın dinamik bir birliğidir ve spirit olarak adlandırılır. O bilgiye ve aşka ihtiyaç hisseder. Bu sebeple her birimiz başkalarına ve başkaları ile iletişim kurmaya ihtiyaç hissederiz. Bu arada Tanrı ile de iletişim kuranz. Tanrıda bir Spirit'tir ve beşerî şahıs; bilme, sevme ve yüceltme yeteneklerine sahip olan spirituel bir ruh, bir hayat prensibine sahip olarak O"ndan meydana gelmiştir.

Maritain ferdiyet ve şahsiyet hakkındaki bu metafıziksel görüşlerinden başka onların ontolojik özellikleri hakkında da şunları söylemektedir: Öncelikle ferdiyet ve şahsiyet bir ve aynı hakikattir. Yani benim bütün varlığım maddeden meydana gelen ferdiyetim ile spiritten meydana gelen şahsi yetimdir. Ancak ferdiyet ile şahsiyet birbirleri ile ilişkilidir. Fillerimin her biri fert ve şahıs olarak aynı fiillerdir ve şahsiyetin yöneldiği en üst bir hedefe doğru yönelerek maddî ferdiyeti zaptetmeye çalışırlar. 

Gelişme şayet maddî ferdiyet yönünde olursa,yasaları kendine göre kavrayıp özümleyen bir ego ortaya çıkacak ve şahsiyet çözülecektir. Ama şayet gelişme spirituel şahsiyet yönünde olursa insan gerçekten şahıs olacaktır. Maritain'e göre tüm bu şahsiyetleşme süreci toplum içinde gerçekleşmektedir. O halde şahsiyetleşmenin ve şahıs olmanın şartı toplumun bir üyesi olmaktır.

Aynı şekilde Mounier de şahsı toplum içinde başkaları ile karşı karşıya geldiği zaman şahıs olarak görmektedir. Çünkü şahıs şahsiyetini ancak başkaları aracılığıyla ortaya koyabilir. Şahsın ilk hareketi başkalanna, bir şahıslar toplumuna, şahısların tabiatıyla şekillenen kurumlara dayanmaktadır.

Mounier'e göre şahıs yalnız başkalanna karşı vardır. Kendini başkalanm bilerek bilir. Kendini yalnızca onlar tarafından bilinen varlıkta bulur. Kısacası "Biz, benden öncedir" . 0 halde şahıs, ahlaken sorumlu insanlardan oluşan bir şahıslar toplumuna yönelerek, kendini başkalan aracılığıyla bulur, ve tanır. Ancak bu şekilde kendini kendindeki fertten saflaştırabilir. Bu ise tabiî eğilim (vocation) olarak adlandmlan ve her şahısta bulunan yaratıcı, canlı bir ilke ile gerçekleşir. Mounier tabii eğilim kavramını angajman kavramı ile bağlantılı olarak düşünür. Bu sayede "şahıs, düşüncesi ile bir yönelişi bulan varlıktır. O angajman ile cisimleşmesini bilir ve bazı şeylerden vazgeçerek başkasına ulaşır"." Bu ise bir hürriyettir. O çekimser kalma hürriyeti değil angaje olma hürriyetidir. Fert ancak, hürriyet ile şahsiyetini gerçekleştirebilir. Çünkü şahıs olmak bir kabul ve üyeliktir. Yani kendini seçme ve kabuldür. Mounier bu konuda "olmak sevmektir. Ama aynı zamanda kendini kabul ve tasdik etmektir" der.

Görülüyor ki, Mounier'e göre şahıs insanın bir seçimi, hüneri, oluşumu ve zaferidir. O, varlıkta, hürriyete dayalı olarak değerlerin tabakalaşmasına bağlı olarak kurulmuş canlı bir birliktir.

Gerek Maritain gerekse Mounier'in şahsiyetleşmede toplumun önemine işaret ettiklerini belirttikten sonra şimdi bu konudaki düşüncelerini biraz daha detaylı bir şekilde ele alalım:

Şahıslar hem şahsî gelişme hem de ihtiyaçları sebebiyle toplum içinde yaşarlar. Bu ihtiyaçlar yalnızca maddî ihtiyaçlar olmayıp varlığın belirli ihtiyaçlarına cevap veren akıl ve faziletle de ilgilidir. Maritain, şahısların diğer şahıslarla ilişki kurduğu, bilgi ve sevgi iletişiminin sağlandığı birtoplumun gerekli olduğuna inanır. Zira O'na göre sosyal bir birim olan şahsın nosyunu ile sosyal bütünün amacı olarak common good (ideal amaç)' un nosyonu arasında bir uyum vardır. Common good bütün şahıslarda ortaktır ve şahıslarda taşınır. Bu ise koloniler veya gruplarda bulunan public good'dan farklıdır. Çünkü public good (ortak iyi) taşınan ve iletilen bir iyi olmayıp sadece fayda esasına dayanır. Oysa common good yalnızca faydalar ve avantajlar sistemi değil, kendinde iyi bir amaç ve hayatın doğruluğudur. Onda temel bir unsur olarak şahısların mümkün maksimum gelişmesi bulunur.

Bu durumda Maritain, sosyal bütünün iyisini temel olarak görmekte ve toplumun her üyesinin şahsı üzerinde çeşitli tarzlarda açığa çıktığını belirtmektedir. Böylece, ancak o topluma giren bir fert insanî bir şahıs olmaktadır. Bahsedilen bu toplum ilahi Şahıslar toplumu ile hayvan toplumu arasındadır. O'nagöre üstte madde ile ferdileşmenin gölgesi olmayan bir saf Şahıslar toplumu, altta, şahıs olmayan ve common goodu bulunmayan maddî fertlerin toplumu bulunur. Böyle bir toplumun common goodu da her bir üyenin goodundan üstündür Ve -her bir üyeyi Aşkın Bütün'e (Transcendent Whole) ve kendi ezelî ebedî gooduna doğru yönlendirir.

Bu bağlamda Maritain'in düşüncelerini şöyle özetleyebiliriz: Şahıs, toplum ilişkisinde ferdin şahıs olabilmek için topluma, toplumun common gooduna ihtiyacı vardır. Böylece şahıs hem kendi içinde bir bütün hem de bir bütünün parçası olmaktadır.

Bir şahıs olması sebebiyle kendi içinde bütün olarak sosyal düzenin üstündedir ve Aşkın Bütün'e dolaysız olarak bağlıdır. Öte yandan bir bütünün parçası olması sebebiyle de sosyal düzene bağlıdır, ve common gooddan pay alır.

Diğer yandan Mounier de şahsiyetin oluşabilmesi için toplumun önemini özellikle de personalist toplumun önemini vurgular. O'na göre "personalist toplumda her şahıs sürekli bir tabiî eğilim bütünlüğünde kendini olgunlaştırır ve kendini aşmaya çaba gösterir".

Şahıs böyle bir toplumdan ayrı bir unsur olarak değerlendirilemez. Zira şahıs kendini toplumun tecrübesinde açığa çıkaran şahıs-üstü bir hareket ile birlikte değerlerin elde edilmesine doğru bir harekete de sahiptir. Ve bu iki hareket ayrılmaz bir bütündür .

Ayrıca toplum şahsı tabiata, başkalarına ve kendisine karşı korur. O bütün bunları kendisini oluşturan kurumlar ve kurumları ortaya koyan şahıslarla yapar. O halde Mounier'e göre de toplum ve şahıs birbirlerine bağlı bütünlerdir.
Nurten GÖKALP

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...