26 Mayıs 2014

Kur’an’da niçin biz diyor ben demiyor?




Kur’an’da niçin biz diyor ben demiyor?

Video Metni

Allah Kur’an’da Niçin “Ben” Demiyor “Biz” Diyor ?

Kur’an, baştan sona Allah’ın birliğini ders verirken, böyle bir soru ile meşgul olmak, niçin Allah “Ben” demiyor da, “Biz” diyor diye düşünmek gerçekten çok acayiptir.
Müslümanın her bir delil ile Kur’an’a karşı imanını ve itikadını kuvvetlendirmesi gerekirken, cevabı son derece basit olan sorularla Kur’an hakkında şüpheye düşmesi gerçekten anlaşılamayacak ve izah edilemeyecek bir durumdur.
Belki de bu basit soru bile, birçok kişinin aklını ve kalbini yaralamış, onu Kur’an hakkında tereddüde düşürmüştür. Bizler, akılları ve kalpleri şüphelerle ve vesveselerle yaralanmış olanlara bir merhem olabilmesi için bu eseri hazırladık.
Şimdi sorumuzun cevabına gelelim, niçin Allah “ben” demiyor da “biz” diyor. Dilerseniz cevabı maddeler halinde öğrenelim:
1- “Biz” tabiri meliklerin ve sultanların tabiridir. Onlar sözlerine ya da mektuplarına başlarken “Biz ki…” diyerek başlarlar.
Zira bu ifadede haşmet ve büyüklük vardır. Allah’ta ezel ve ebedin sultanı ve padişahıdır. Elbette haşmet ve büyüklük ifade eden “Biz” tabirini “Ben” tabirine tercih etmesi azametinin şanındandır.

2- Allah, Kur’an’ın indirilmesi gibi, meleklerinde içinde bulunduğu ve onların vasıta olduğu işlerde “Biz” der ki, bununla, zatı ile birlikte o icraatta vasıta olan meleğe de işaret edilmiş olur.
Mesela “Kur’an’ı biz indirdik” dediğinde “Biz” ifadesinin açılımıyla ayet şöyle anlaşılır: “Kur’an’ı ben, meleklerim vasıtasıyla habibime indirdim” Ya da “Biz gökten bir su indiriyoruz” denildiğinde, yağmur damlalarını indirmekle görevli olan meleğe de dikkat çekilmekte, melek de bu ifadeye dâhil olmaktadır.
Ancak bu meleklerin tesirde hiç bir müdahaleleri yoktur. Çünkü tesiri hakiki sahibi ancak Allah’tır.

3- Genelde yaratılışın anlatıldığı ayetlerde Allah “Ben” der. Mesela “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” ayetinde olduğu gibi.
Ancak yaratılışın anlatıldığı bazı ayetlerde de “Biz” tabiri geçer. Bununla kastedilen ise o anda meleklerin o yaratılışa şahit olduğu ve orada bulunduğudur. Bu ifadeyle Allah kendi sözüne melekleri şahit yapmaktadır.

Mesela “Biz yeri, göğü ve içindekilerini yarattık” denildiğinde, Allah’ın bu yaratmağı tek başına yaptığı ve bunları yaratırken meleklerin hazır ve şahit olduğu anlaşılır.
4- Allah bu ifadeyle bizlere de ders vermekte ve şöyle demektedir: “ ‘Ben’ yerine ‘Biz’ deyin, benlik yapmayın, kendinizi beğenmeyin, kibirden uzak durun, tevazu ile yükselin ve benlikten kurtulmakla insan-ı kâmil olun”

Kur’an ile felsefenin hayata bakışları




Kur’an ile felsefenin hayata bakışları

Video Metni

Kur’an, Kâinattan Niçin Felsefenin Bahsettiği Gibi Bahsetmiyor?

Bu sorunun cevabını bir temsil ile anlayalım: Bir zaman hem dindar, hem de gayet sanatkâr bir hükümdar istedi ki, Kur’an-ı Hâkimin kudsiyetine ve kelimelerindeki mucizeliğe layık bir yazı ile onu yazsın, o mucizeli endama bir elbise giydirsin.
İşte o nakış sahibi zat, Kur’an’ı pek acayip bir tarzda yazdı. Bütün kıymetli mücevherleri yazısında kullandı. Hakikatlerinin çeşitliliğine işaret için, bazı harflerini elmas ve zümrüt ile ve bir kısmını inci ve akik ile diğer bir kısmını pırlanta ve mercan ile ve bir nevini de altın ve gümüş ile yazdı.
Hem öyle bir tarzda süsleyip, nakışladı ki, okumayı bilen ve bilmeyen herkes onu beğenip, seyrinden hayran oldu. Bilhassa hakikat ehlinin nazarında, o kitabın zahiri güzelliği, manasındaki parlak güzelliğin işareti olduğundan,  pek kıymetli bir antika hükmüne geçti.
Sonra o hâkim, şu sanatlı ve süslü Kur’an’ı yabancı bir filozofa ve bir Müslüman âlime gösterdi. Hem imtihan etmek, hem de mükâfat vermek için emretti ki; “Her biriniz, bu kitabın hikmetine dair bir eser yazınız.”
Evvela o filozof, sonra o âlim, ona dair bir kitap yazdılar. Fakat filozofun kitabı, yalnız kitaptaki harflerin nakışlarından, karşılıklı münasebetlerinden, vaziyetlerinden ve mücevherlerinin özelliklerinden bahseder. Manasına hiç ilişmez. Çünkü o ecnebi filozof, Arapça okumayı hiç bilmez. Hatta o nakışlı Kur’an’ı bilmiyor ki, “O bir kitaptır ve manası olan bir yazıdır.” Belki ona, süslü bir antika nazarıyla bakıyor. Bu filozof, gerçi Arapça bilmiyor ama çok iyi bir mühendistir, güzel bir ressamdır, mahir bir kimyagerdir, sarraf bir kuyumcudur. İşte o adam bildiği sanatlara göre eserini yazdı.
Amma Müslüman âlim ise, ona baktığı vakit anladı ki, O Kitab-ı Mübin’dir, Kur’an’ı Hâkimdir. İşte bu hakperest zat, ne görünüşteki süslerine ehemmiyet verdi ve ne de harflerinin nakışlarıyla ilgilendi. Belki öyle bir şeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği meselelerden daha yüce, daha kıymetli, daha latif, daha şerefli ve daha faydalı idi. Çünkü O, kitabın nakışlarının perdesi altında olan kutsi hakikatlerinden ve sırlarından bahsederek, gayet güzel bir tefsir yazdı.
Sonra ikisi eserlerini götürüp, O şan sahibi hâkime takdim ettiler. O hâkim evvela filozofun eserini aldı. Baktı, gördü ki, o kendini beğenen ve tabiatperest adam çok çalışmış, fakat bu kitabın hakiki hikmetini hiç yazmamış, hiçbir manasını anlamamış, belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik etmiş. Çünkü hakikatlerin madeni olan o Kur’an’ı, manasız nakışlar zannederek, mana cihetinde kıymetsizlik ile tahkir etmiş olduğundan, O hikmet sahibi hükümdar, onun eserini başına vurdu, huzurundan çıkardı.
Sonra öteki hakperest âlimin eserine baktı, gördü ki, gayet güzel ve faydalı bir tefsir ve gayet hikmetli ve irşat eden bir teliftir. “Aferin, Bârekallah, işte hikmet budur ve âlim ve hakîm bunun sahibine derler. Öteki adam ise haddini aşmış bir sanatkârdır” dedi.
Sonra onun eserine bir mükâfat olarak, her bir harfine mukabil, tükenmez hazinesinden ‘on altın verilsin’ diye emretti.
Eğer temsili anlayabildin ise bak, hakikatin yüzünü de gör:
Temsildeki o nakışlı ve süslenmiş
Kur’an; Şu sanatla yapılmış, zemini çiçeklerle, seması yıldızlarla süslenmiş kâinat kitabıdır.
O hükümdar ise; Ezel ve ebedin hâkimi olan Allah’tır.
O iki adam ise, birisi yani ecnebisi; felsefe ilmi ve filozoflardır. Diğeri; Kur’an ve talebeleridir.
Evet, Kur’an-ı Kerim, şu kâinat kitabının en âli tercümanıdır. O Kur’an ki, şu kâinatın sayfalarında ve zamanların yapraklarında, kudret kalemi ile yazılan varlık ayetlerini insanlara ve cinlere ders verir. Hem her biri manalı bir kelime hükmünde olan mahlûklara mana-yı harfi nazarıyla bakar. Yani onları yaratan Allah hesabına bakar.
Mesela, aynaya iki türlü bakabilirsiniz,
1- Aynanın bizzat kendisini görmek için bakmak; bu bakışa mana-yı ismi denir.
2- Aynaya, onda tecelli edeni görmek için bakmak. Bu ikinci bakışa ise mana-yı harfi denir. Bu bakışta aynanın bir önemi yoktur. Önemli olan aynada gözükendir.
İşte felsefe, ayna hükmünde olan kâinata, mana-yı ismi ile yani bizzat kendilerinden dolayı bakmışlar.
Kur’an ise, kâinat aynasına, o aynada tecelli eden sanatkârı hesabına bakmış. Onun isim ve sıfatlarını keşfetmiş, “ne güzel yapılmış, ne kadar güzel bir surette sanatkârları olan Allah’ın güzelliğini, gösteriyor” demiş.
Hâlbuki felsefe, kâinatın ve içindeki mahlûkların zahiri süsünde ve güzelliğinde kalmış, sersemleşmiş ve boğulmuş. Şu kâinata Allah hesabına bakmak gerekirken, öyle yapmayıp, mevcudat hesabına bakarak “ne güzel yapılmışa” bedel, “ne güzeldir” demiş ve haddini aşmış.
Bu iki bakış farkını şu temsille de anlayabiliriz;
Antika bir sandalyeyi filozofların önüne koysak, hemen incelemeye başlarlar. Şeklini, yapısını, ağacının ne olduğunu, hangi yılda yapıldığı gibi birçok şeyi araştırırlar. Ancak bu sandalyeyi ‘kimin yaptığı’ ve ‘niçin yaptığı’ konusunu hiç düşünmezler.  Sanki o sandalye tesadüfün eseri.
Hâlbuki Kur’an ve talebeleri, sandalyenin süsünden, ağacının kalitesinden ziyade sanatkârıyla ilgilenir; “Bu sandalyeyi kim yaptı? Niçin yaptı? Bu sandalyenin manası nedir? Bu sandalyenin ustasının isim ve sıfatları nelerdir? Ve bize emirleri var mıdır?” gibi noktalarda yoğunlaşır.
Ya da felsefe ve talebeleri, yere çakılmış bir kazığa bağlı bir at görseler, hemen kazığın, atın ve ipin kendisiyle ilgilenirler. Bu üçü hakkında ciltler dolu kitaplar yazarlar. Ancak “bu at kimin? Bu kazığı yere kim çaktı? Niçin bu atı buraya bağladı? Bu ip nereden geldi? Bunu yapan zat bununla neyi anlatmak istiyor” gibi hakiki hikmetin hiçbir meselesi ile ilgilenmezler. Hâlbuki Kur’an, hakiki hikmet ile ilgilenir ve mezkûr soruların cevaplarını öğretir.
İşte, dünya ve içindekiler gayet sanatla yapılmış birer eserdir. Dünyamız diğer yıldızlarla birlikte manevî ipler ile güneşe bağlanmış, etrafında dönüyoruz. Felsefe sadece şu âlem ve içindeki eşyanın zahiri ile ilgileniyor. Onları birbirine bağlayan kanunlardan bahsediyor.
Bu harikulade eşyanın niçin ve kim tarafından yaratıldığını, bu kanunları kimin koyduğunu hiç düşünmüyor. Hâlbuki Kur’an, her şeyi, sanatkârı olan Allaha bir pencere yapıyor. O eşya ile Allah’ı tanıtmaya çalışıyor ve mevcutlara Onun için bakıyor. Bir sinekten tutun, tâ güneşlere kadar her şeyde Allah’ın isim ve sıfatlarını keşfediyor. Adeta her şey ona göre bir mektup ve bir kaside, içinde sanatkârının isimleri yazılmış. Ve her şey bir hazine, onda ilâhi sıfatlar saklanmış.
Demek felsefe, kâinata mana-yı harfi ile yani bizzat kendileri için bakmış. Kur’an ise mana-yı harfi ile yani sanatkârı olan Allah hesabına bakmış. Elbette kâinata böyle farklı Sebeplerden ve farklı pencerelerden bakan felsefe ile Kur’an’ın, kâinat hakkındaki ifadeleri bir olmayacaktır.
Kur’an-ı Kerim, bu kâinattaki, kıymeti bilinmeyen, adî ve basit şeylerden sayılan, hâlbuki gerçekte harikulade ve Allah’ın kudretinin birer mucizesi olan mevcudat üzerindeki, gaflet ve felsefenin örtmüş olduğu adîlik ve alışkanlık perdesini keskin beyanlarıyla yırtıp, o acayip varlıkları akıl sahiplerine gösterip, ibretli bakışlarını celbedip, akıllara tükenmez bir ilim hazinesi açar.
Mesela der:
“Deveye bakmıyorlar mı, nasıl yaratılmış? Ve semaya bakmıyorlar mı, nasıl yükseltilmiş?
Ve dağlara bakmıyorlar mı, nasıl dikilmiş?
Ve yeryüzüne bakmıyorlar mı, nasıl döşenmiş? Gökten bir su indiren de odur.
İşte onunla her çeşit bitkiyi çıkardık. Ondan da bir yeşillik çıkardık ki, kendisinden üst üste dizilmiş daneler çıkartırız.
Ve hurma ağacından, onun tomurcuğundan da sarkan salkımlar ve üzüm bağları ve birbirine benzeyen ve benzemeyen zeytin ve nar ağaçlarını çıkardık.
Meyve verdiği zaman meyvesine ve olgunlaşmasına bakın! Şüphesiz ki bunda, iman edecek bir kavim için elbette deliller vardır.”
İşte Kur’an, bu ve benzeri ayetleriyle dikkatleri adî ve kıymetsiz zannedilen eşyaya çeker. Onların harikulade bir sanat eseri olduğunu vurgular. Onlara bakmayı, inceliklerini tefekkür etmeği ve onlar ile sanatkârları olan Allah’ı tanımayı ve bilmeyi emreder.
Felsefe ilmi ise, tamamen harikulade olan Allah’ın kudretinin mucizelerini ve eserlerini âdet ve alışkanlık perdesi altında saklayıp, ilgisizcesine üstünden geçer. Yalnız, harikuladelikten düşen ve yaratılışın intizamından çıkan nadir fertleri nazar-ı dikkate arz eder.
Mesela, kudretin bir mucizesi olan insanın yaratılışına adî ve sıradan deyip lakaytlıkla bakar. Fakat üçayaklı ya da iki başlı bir insanı teşhir eder.
Ya da, en latif ve rahmetin bir mucizesi olan bütün yavruların, Allah’ın rahmet hazinesinden, muntazam beslenmelerini ve geçimlerini adî ve sıradan görüp, nankörlük perdesini üstüne çeker. Fakat intizamdan çıkmış, kabilesinden ayrılmış, yalnız olarak gurbete düşmüş, denizin altında olan bir böceğin bir yeşil yaprakla beslenmesini görür, onda tecelli eden lütuf ve keremle bütün balıkçıları ağlatmak ister.
İşte Kur’an-ı Kerim’in ilim ve hikmet ve Allah’ı tanıtmak cihetiyle servet ve zenginliği ve felsefenin ilim ve ibret ve Allah’ı tanıtmak cihetiyle fakirliği ve iflası.

Kuran’ın aciz insana karşı büyük tehdidinin hikmeti.




Kuran’ın aciz insana karşı büyük tehdidinin hikmeti.

Video Metni

Kur’an’ın, aciz insana karşı şiddetli şikayetleri, korkutmaları ve büyük tehdidinin hikmeti nedir?

İnsan acizdir gözle görülemeyen bir mikroba yenik düşecek kadar ve insan fakirdir elindeki sermayesi ise yalnız cüz’i bir ihtiyar ve zayıf bir irade. Hâlbuki ihtiyaçları ve arzuları sonsuza kadar uzanır. Böyle aciz, zayıf ve fakir olan insana karşı Kur’an’ın şiddetli şikâyetleri, büyük tehditleri ve müthiş korkutmalarının hikmetini anlamak için şu gelecek iki temsile bak:
Birinci temsil:
Mesela, şahane bir bağ var ki, nihayetsiz meyveler ve çiçekler içinde bulunuyor. O bağa bakmak için pek çok hizmetkârlar tayin edilmiş. Her birinin farklı vazifeleri var. Bir hizmetkârın vazifesi ise; yalnız o bağa yayılacak ve içilecek suyun kanalındaki deliğin kapağını açmaktır. Kapağı açmalı ki, oradan akan su ile bitkiler, ağaçlar ve bahçenin diğer sakinleri sulansın. Yoksa hepsi susuzluktan ölecek.
Şimdi bu hizmetkâr tembellik etse ve deliğin kapağını açmasa, o bağ da kurusa, acaba böyle bir durumda, o bahçenin diğer bütün hizmetkârlarının bu sersemden şikâyete hakları yok mudur? Elbette vardır. Zira suyu açmamakla bağı kuruttu, diğer hizmetkârların hizmetlerini ve bütün çalışmalarını neticesiz bıraktı. Ve zarar verdi.
İkinci temsil:
Mesela, padişaha ait büyük bir gemide, yüzlerce kişi çalışır. Her birinin farklı vazifeleri vardır. Bir adamın vazifesi ise sadece dümeni kırmaktır. Şimdi o dümenci adam, görünüşü küçük ancak neticesi çok büyük olan şu vazifeyi terk etse ve gemi bir kayaya çarparak devrilse ya da karaya otursa, gemideki diğer bütün vazifedarların hizmetlerinin neticelerine zarar verdiğinden hatta mahvettiğinden, bütün o vazifedarlar namına, gemi sahibi ondan şikayet etse, kusur sahibi dümenci diyebilir mi ki; “Ben âdi, basit bir adamım, ehemmiyetsiz ihmalimden dolayı şu şiddetli azara müstahak değilim.” Elbette diyemez. Zira o adam vazifesini yapmamakla geminin diğer çalışanlarının haklarını zayi etti. Tek bir ihmali ile hadsiz zararları netice verdi.
İşte dünya, temsildeki şahane bağ ve büyük bir gemi hükmündedir. Küfür ve dalalet, azgınlık ve isyan ise; başkasının hukukunu çiğneyen büyük bir cinayettir.

Zira bunların esası ve mayası inkârdır ve reddir. Terktir ve kabul etmemektir. Bu sebepten diğer mevcutların amellerinin neticelerine zarar verdiği gibi, ilahi isimlerin, güzel tecellilerine de perde çeker. Mahlûkatın kıymetlerini binden bire düşürür. Onların vazifelerini inkâr eder, tespihlerini manasızlıkla itham eder.
Mesela güneş, Allah’ın isimlerine bir aynadır.
Varlığı ile Allah’ın Hâlık, Mûcid isimlerine,
Işığıyla Allah’ın Nur ismine,
Büyüklüğü ile Allah’ın Azim, Kebir, Mütekebbir, Âli, Aziz gibi isimlerine,
Işığı ve ısısıyla Allah’ın Rahim, Kerim, Rahman isimlerine ve bunlar gibi her haliyle, Allah’ın diğer isim ve sıfatlarına ayna olmak vazifesiyle memurdur.
Hâlbuki inkâr ve gaflet ile Allah’ı tanımayanlar, güneşin, Allah’ın isimlerine yaptığı bu ayinedarlık vazifesini inkâr ile red ederler.
Elbette güneş, kendisini vazifesizlikle ve manasızlıkla itham edip, başıboş ve serseri zanneden kâfire karşı davacı olacaktır. Sultanı olan Allaha, onu şikâyet edecektir.
Hem “Eser kıymetini, sanatkârından alır” kaidesiyle, güneş, Allah’ın sanatı olmak cihetiyle kıymet kazanıp, antika bir eser hükmünde iken, inkâr gözüyle adi ve kıymetsiz bir ateş topu derecesine düşer. Elbette derecesini binden bire düşüren kâfire karşı davası yine hak ve adalettir.
Hem güneş, Allah’ı bin bir ismi ile tesbih ederken, inkâr, onun tesbihini reddetmek ile onu vazifesizlikle itham eder.
Elbette güneş ve diğer bütün varlıklar kendilerine yapılan bu tecavüzden dolayı, kâfiri, sultanları olan Allaha şikâyet edeceklerdir.
Ve elbette Allah, mahlûkatın hukukunu korumak ve muhafaza etmek için kâfiri şiddetle korkutup, tekrar ve tekrar tehdit edecektir ve etmesi hikmetin ve adaletin tâ kendisidir.
Ve o asi beşer, şiddetli tehditlere elbette müstahaktır ve dehşetli korkutmalara layıktır.

Kur’an Cehennem hakkında ne diyor?




Kur’an Cehennem hakkında ne diyor?

Video Metni

Ey nefsim, şimdi seni bazı Kur’an ayetleriyle baş başa bırakacağım. Bak, Kur’an Cehennem hakkında daha neler diyor. Dinle, neler söylüyor… Eğer hidayetten bir parça nasibin varsa bu ayet-i kerimelerden hisseni alır ve inşallah tövbe edersin:
  • Şüphesiz ki ayetlerimizi inkâr edenleri ateşe sokacağız. Derileri piştikçe azabı duysunlar diye, kendilerine başka deriler vereceğiz. Muhakkak ki Allah azizdir ve hakimdir. (Nisa 56)
  • Cehennemdekiler, cennettekilere: “Bize biraz su akıtın veya Allah’ın size verdiği rızıktan bize de verin.” diye seslenirler. Cennettekiler de: “Allah, bunların ikisini de kâfirlere haram kıldı.” derler. Onlar ki, dinlerini bir eğlence ve oyun yerine koydular ve dünya hayatı kendilerini aldattı. Onlar, bugüne kavuşacaklarını nasıl unuttular ve ayetlerimizi nasıl inkâr ettilerse, biz de bugün onları böyle unuturuz. (Araf 50-51)
  • Ardından da Cehennem vardır, orada kendisine irinli su içirilecektir. Onu yudum yudum içecek, fakat yutamayacaktır. Ölüm ona her taraftan geldiği halde ölmeyecektir. Arkasından da çetin bir azap gelecektir. (İbrahim 17)
  • Cehennem ateşi uzak bir mesafeden kendilerine görününce, onun hışımlanmasını ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına bağlı olarak onun dar bir yerine atıldıkları zaman da oracıkta yok olmayı isterler. Onlara şöyle denilir: Bu gün bir defa yok olmayı değil, nice yok olmaları isteyin! De ki: Bu mu daha hayırlı, yoksa takva sahiplerine vaad olunan ebedilik cenneti mi? (Furkan 12-15)
  • İnkâr edenlere gelince, onlara Cehennem ateşi vardır. Hüküm verilmez ki ölsünler, kendilerinden azap da hafifletilmez. İşte biz, her nankörü böyle cezalandırırız. Onlar, orada şöyle feryat ederler: “Ey Rabbimiz! Bizleri çıkar, yaptıklarımızdan başka salih bir amel yapalım.” Onlara şöyle denir: “Size düşünecek olanın düşüneceği kadar bir ömür vermedik mi? Hem size uyarıcı da gelmişti. O halde tadın azabı. Zalimleri kurtaracak bir yardımcı da yoktur.” (Fatır 36-37)
  • O gün Allah’ın düşmanları cehennem ateşine sürülmek üzere hep bir araya toplanırlar. Nihayet oraya vardıkları zaman kulakları, gözleri ve derileri yaptıkları şeyler hakkında onların aleyhinde şahitlik ederler. Onlar derilerine: “Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?” derler. Derileri de: “Bizi her şeyi konuşturan Allah konuşturdu, sizi ilk defa yaratan da O’dur ve siz yine O’na döndürülüyorsunuz.” derler. Siz kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin aleyhinizde şahitlik edeceğinden korkarak kötülükten sakınmıyordunuz. Yaptıklarınızdan birçoğunu Allah’ın bilmeyeceğini zannediyordunuz. İşte Rabbiniz hakkında beslediğiniz bu zannınız sizi helak etti de zarara uğrayanlardan oldunuz. Şimdi eğer dayanabilirlerse onların yeri ateştir. Yok, eğer hoşnutluğa dönmek isterlerse, artık onlar hoşnut edileceklerden de değildir. (Fussilet 19-24)
  • Rablerini inkâr edenler için Cehennem azabı vardır. O, gidilecek ne kötü bir yerdir! Oraya atıldıklarında, onun kaynarken çıkardığı uğultuyu işitirler. Az daha öfkeden çatlayacak. Her ne zaman oraya bir topluluk atılsa, onun bekçileri onlara: “Size korkutucu bir peygamber gelmemiş miydi?” diye sorarlar. Onlar der ki: “Evet, bize uyarıcı geldi; ama biz yalanladık. Onlara: “Allah hiçbir şey indirmedi, siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz.” dedik. Ve onlar der ki: “Eğer biz dinleseydik yahut düşünüp anlasaydık şu çılgın ateşin halkı arasında bulunmazdık!” (Mülk 6-10)
Cehennem hakkında nakledebileceğimiz daha o kadar çok ayet-i kerime var ki, bu ayet-i kerimeleri toplasak özel bir kitap olur. Biz sadece denizden bir bardak su aldık.
Ey nefsim, işte bazı Kur’an ayetlerini dinledin. Cehennemi işittin. Şimdi aklın başına geldi mi? Yoksa hâlâ Rabbine karşı isyanda ısrar mı ediyorsun? Eğer hâlâ yolunu seçememişsen, biraz da Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in hadis-i şeriflerine kulak ver. Bak, o zat-ı nurani ne diyor, nasıl bir azapla korkutuyor:

Ateşten elbiseler ve kaynar sular




Ateşten elbiseler ve kaynar sular

Video Metni

Elleri boyunlarına bağlı… Zincirlere vurulmuşlar… Yüzlerini ateş bürümüş… Yiyecekleri, zakkum ve dikenli bitkiler… İçecekleri, kaynar su ve irin… Elbiseleri ateşten… Gömlekleri katrandan… Kamçıları demirden… Yatakları ateşten… Başlarından kaynar sular dökülür ve onunla derileri ve karınları eritilir… Oradan çıkmaya ve kurtulmaya çalışırlar; ama kaçış yok!.. Tek arzu ve ümitleri ölmek ve yok olmak…
Bu eserimizde, Allah-u Teâlâ’nın tevfik ve inayetiyle Cehennemi anlatmaya çalışacağız. Muhatabımız, nefsimizdir. Onunla konuşacak; gaflet ve isyanlarının neticesini ona göstermeye çalışacağız. Belki bir ders alır da tövbe eder, nedamet eder, Cehennem gibi bir hapsi olan zata karşı tevazu ve mahviyetle ibadet eder. Biz, nefsimize Kur’an’ın ayetlerini ve Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in hadislerini gösterecek ve sonra onunla hasbihal edeceğiz. Dediğimiz gibi, muhatab sadece nefsimizdir. Kimseyle değil; sadece nefsimizle konuşuyoruz. Biliyoruz ki, zikredilecek ayet-i kerimelerden, en çok hisse almaya muhtaç olan bizleriz. Eğer siz de nefsinizi, nefsimize ders arkadaşı yapmak isterseniz, bu eseri, kendinizi muhatap kabul ederek izleyin. Allah-u Teâlâ bizlere de sizlere de kâmil hidayet versin ve bu eseri mahşer günü yüzümüzün akı eylesin!
Şimdi söz Kur’an’ın… Bak ey nefsim, Kur’an ne diyor ve ne söylüyor, dinle ve ibret al:
“O’nu inkar edenler için ateşten elbiseleri biçilmiştir. Başlarının üzerinden kaynar sular dökülür. Bununla, karınlarındakiler ve derileri eritilir. Onlar için demirden kamçılar vardır. Uğradıkları gamdan dolayı oradan ne zaman çıkmak isteseler, her defasında oraya geri çevrilirler. Ve denilir ki: “Tadın bakalım yakıcı azabı!” (Hac 19-22)
Ayet-i kerimede geçen “kaynar su” ifadesi hakkında Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: Muhakkak ki kaynar su onların başlarına dökülür de kafatasına işler, geçer. Nihayet içine, karnına varır. İçinde olan şey­leri parçalar ve sonunda ayaklarına ulaşır. İşte erime budur. Sonra eski haline çevrilirler. (Ebu Hureyre’den nakledilmiştir. Tirmizî Cehennem 4 / İbn-i Kesir)
Ayet-i kerimede geçen “demirden kamçılar” ifadesi hakkında yine Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: Şayet demirden bir kamçı yer­yüzüne konulmuş olsaydı ve insan ve cinler onu yerden kaldırmak için toplansalardı, onu yerden kaldıramazlardı. (İmam Ahmed’den nakledilmiştir. / İbn-i Kesir)
Başka bir hadis-i şeriflerinde de şöyle buyurmuşlardır: Demirden bir kamçıyla dağa vurulmuş olsaydı; paramparça olurdu. Şayet cehennemdekilerden akan kan ve irinden bir kova dünyaya dökülmüş olsaydı, yeryüzü halkını kokuştururdu. (İmam Ahmed, Ebu Saîd el-Hudrî’den rivayet etmiştir. / İbn-i Kesir)
İbni Abbas hazretleri de “demirden kamçılar” hakkında şöyle der: Bununla onlara vururlar da karşı­sına gelen, isabet ettiği her organ düşer. İşte o zaman, helak olalım, diye dua ederler. (İbn-i Kesir)
Yine Said b. Cübeyr hazretleri “ateşten elbiseler” hakkında şöyle der: “Ateşten” buyruğu “bakırdan” demektir. Bu sözü edi­len elbiseler eritilmiş bakırdandır. Kulla­nılan kap kacak arasında ısıtıldığı zaman harareti ondan daha ağır olacak hiç­bir maden yoktur. (El-Camiu li-l Ahkâmi-l Kur’an)
Şimdi ey nefsim! Rabbinin azabını, ayet-i kerimelerinden işittin. Ve o azabın mahiyetini izah eden hadis-i şerifleri duydun. Acaba ateşten elbise giymeye gücün yeter mi? Başından kaynar suların dökülmesine ve vücudunun onunla eritilmesine dayanabilir misin? Bir darbeyle dağları parçalayan demirden kamçılara hangi kuvvetinle karşı koyacaksın? Yoksa senin, Allah’ın vaadinden ve Kur’an’ın haberlerinden bir şüphen mi var? Eğer “Müslüman’ım” diyorsan zaten şüphen olamaz. O halde neye güveniyorsun? Gel, aklını başına al; yarın değil, şimdi tövbe et ve bir daha günah işlememeye söz ver. Bu sözün, inşallah geçmiş günahlarına bir tövbe ve anlatılan azaptan kurtulmana bir berat olur…

GİDENE KAL DEMEYECEKSİN NIETSZCHE







Gidene kal demeyeceksin. ..

Gidene kal demek zavallılara,
Kalana git demek terbiyesizlere,
Dönmeyene dön demek acizlere,
...Hak edene git demek asillere yakışır
Kimseye hak etmediğinden fazla değer verme,yoksa değersiz olan hep sen olursun...
Düşün...
Kim üzebilir seni senden başka?
Kim doldurabilir içindeki boşluğu sen istemezsen?
Kim mutlu edebilir seni, sen hazır değilsen?
Kim yıkar, yıpratır sen izin vermezsen?
Kim sever seni, sen kendini sevmezsen?
Her şey sende başlar, sende biter...
Yeter ki yürekli ol, tükenme, tüketme, tükettirme içindeki yaşama sevgisini...
Ya çare sizsiniz yada çaresizsiniz. ..

Öyle bir hayat yaşadım ki cenneti de gördüm cehennemi de.
Öyle bir aşk yaşadım ki tutkuyu da gördüm pes etmeyi de.
Bazıları seyrederken hayatı en önden, kendimi bir sahnede buldum Oynadım.
Öyle bir rol vermişlerdi ki okudum okudum anlamadım.
Kendi kendime konuştum bazen evimde, hem kızdım hem güldüm halime.
Sonra dedim ki söz ver kendine
Denizleri seviyorsan dalgaları da seveceksin,
Sevilmek istiyorsan önce sevmeyi bileceksin,
Uçmayı biliyorsan düşmeyi de bileceksin,
Korkarak yaşıyorsan yalnızca hayatı seyredeceksin.
Öyle hayat yaşadım ki son yolculukları erken tanıdım.
Öyle değerliymiş ki zaman hep acele etmem bundan anladım.

NIETSZCHE

İMAN VE KÜFÜR HÜKÜMLERİ 2






İMAN VE KÜFÜR HÜKÜMLERİ 2

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...