02 Temmuz 2014

17 NCİ YÜZYIL FİLOZOFLARI




17 NCİ YÜZYIL FİLOZOFLARI

SPİNOZA
24 Kasım 1632′de Amsterdam’da doğan Spinoza 21 Şubat 1677′de Lahey’de vefat etmiştir. Benedictius de Spinoza veya Bento d’Espinoza olarak da bilinmektedir. René Descartes ve Gottfried Leibniz’le birlikte 17. yüzyıl felsefesinin en önde gelen rasyonalistlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Zamanında anlaşılmayan pek çok filozof gibi Spinoza’da yanlış anlaşılmanın muhatabı olmuş, tuhaf bir çelişkiyle hem en büyük din düşmanlarından biri sayılmış hem de eserinin temel kaynağının Tanrı sevgisi olduğu söylenmiştir. bunlarla birlikte Spinoza’nın tam bir bilge yaşamı yaşadığı belirtilebilir. en büyük eseri Ethica isimli kitaptır.
Spinoza, Hollanda’da ticaretle uğraşan bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Ailesi Yahudi’yi ve Portekiz’den engizisyonunun baskıları dolayısıyla kaçıp önce Nantes’a sonra da Amsterdam’a gelmişlerdi. Bilimsel buluşların, dinsel bölünme ve çatışmaların, siyasal değişikliklerin ve felsefi gelişmelerin yoğun olduğu bir sırada Hollanda’da yaşadı. Spinoza’nın babası ticaretin yanı sıra sosyal alanda da gelişme kaydetmiş ve amsterdam’daki Sinagog’un ve Yahudi okulunun müdürü olmuştu. Ailesi spinoza’nın Yahudi hahamı olarak yetişmesini istemiş ve bu yönde gelişmesi için her türlü eğitim olanaklarını sağlamıştı. Spinoza bu sebeple erken yaşta gittiği Yahudi okullarında ve Sinagoglarda İbranice öğrenmiş, Yahudi ve Arap teologların çalışmalarını öğrenme imkanı bulmuştur.
Spinoza’nın laik ve sorgulayıcı düşünceyle güçlü bağlantısının başlangıcında eğitim sürecinin başlarında yer alan öğretmeni liberal haham olarak bilinen Manasseh ben Israel’in atkisi olduğu söylenebilir.

1650 yılında Franciscus van den Enden’in okulunda Latince, doğa bilimleri ve felsefe okumaya başalmıştır. 1651′de spinoza’nın Descartes’in eserlerini okumaya başladığı söyleniyor. 1652′de babasının tüm karşı çıkışına rağmen Spinoza mercek yontma işine başlar. 1653′de Jan de Witt Hollanda bölgesi konsey yönetimine atanır. 1654′de Spinoza’nın babası Micheal vefat eder. 1655′de Spinoza, Cemaat Mahkemesi tarafından din dışılıkla suçlanır. Bu sorgulamada Tanrı’nın bir bedene sahip olduğunu savunan Spinoza, sonunda hahamlar tarafından din düşmanı olmakla suçlanır ve pişman olması için zorlanır. bu yıl içinde spinoza Tanrı, İnsan ve İnsanın Refahı Üzerine Kısa Bir İnceleme adındaki eserini tamamlar. bu kitap çok güçlü olmakla birlikte spinoza’nın felsefesini tüm temel tezlerini barındıran bir yapıt olarak değerlendirilir.
1656′da 24 yaşındaki genç Spinoza amsterdam Sinagog’u tarafından, her ikisi de Dekartçılığın bir formuna dayanan, Tanrı’nın evren ve doğanın işleyişi olduğu, bir kişiliği olmadığı ve İncil’in Tanrı’nın doğasını öğretmek için mecazi ve simgesel bir kitap olduğu iddialarını savunduğu için Yahudi cemaatinden kovulur. Kovulmasının ardından, ismini Benedictus’a çevirdi. Cherem’in şartları çok kesindi, ceza asla geri alınmazdı. 1660′da Amsterdam Sinagog’u yerel yetkililere Spinoza için her türlü din ve ahlak için bir tehdit diyerek şikayette bulunur.
1661′de spinoza Amsterdam’ı terk eder, yakınlarındaki Rjinsburg’a yerleşir. Etika’sını yazmaya başlar ve hayatının sonuna kadar mektuplaşacağı Henry Oldenburg ile tanışır. 1662′de Tractatus de intellectus emendatione isimli eserini bitirdiği tahmin edilmektedir. 1663′de Lahey yakınlarındaki Voorburg’a ressam Daniel Tydemann ile birlikte yerleşir. 1664 yılında Lahey’de Descartes Felsefesi’nin İlkeleri isimli kitabını yayınlar. Bu kitabın Metafizik Düşünceler adlı çalışması yer almaktadır. Aralık 1664′den Haziran 1665′e kadar amatör bir Kalvinist teolog olan ve spinoza’ya şeytan konusunda sorular soran Blyenbergh ile mektuplaşır. 1665′in son aylarında Oldenburg’a, 1670′te basılacak olan yeni kitabı Teolojik Politik İnceleme’ye çalışmaya başladığını yazar.
Bazı arkadaşları nedeniyle politik kamplaşmalarda taraf olmak durumunda kalmış, yazdığı ve isimsiz olarak yayınladığı Teolojik- Politik İncelemeler kitabı bu kamplaşmalar dolayısıyla tepkiyle karşılanmıştır. Spinoza bu kitabından sonra yazmamaya karar verir. 1670′de Teolojik-Politik İncelemeler amsterdam Kilise Konseyi tarafından dininden dönen bir Yahudi ve Şeytan tarafından cehennemde uydurlmuş ve sayın jan de witt’in bilgisi dahilinde yayınlanmıştır ifadesiyle eleştirilmiştir. Spinoza Lahey’de Stille Veerkade’de yaşamaya başlar.
1671′de Leibniz ona Notita opticae promoteae isimli eserini oda Leibniz’e Teolojik-Politik İncelemeler eserini yollar. 1673′te kendisine teklif edilen Heidelberg Üniversitesi’ndeki felsefe kürsüsünü de reddeder, çünkü din adamlarını rahatsız etmeme koşulu vardır bu önerinin. Etika isimli eserini 1675′te tamamlar. Bu eser belirli bir çevrede dolaşır, tartışılıp, değerlendirilir; fakat Spinoza yaşadığı sırada izin vermediğinden basılmaz. Ölümünden bir yıl önce 1676′da Leibniz ile görüşür. Aynı yıl Lahey Sinodu Teolojik-Politik İncelemeler’in yazarı hakkında takip kararı alır. 21 Şubat 1677′de ölen Spinoza’nın eserleri, Amsterdam’da, arkadaşları tarafından Opera Posthuma politicus, Tractatus de intellectus emendatione, Epistoale, Compendium Grammatices Linguae Hebrae adıyla yayınlanır. 1678′de Spinoza’nın eserleri Flemenkçe, yani kendi dilinde yayınlanır.

FİLOZOF




FİLOZOF

Filozof sözcüğü sevgi ve bilgelik sözcüklerinin birleşmesinden meydana gelmektedir. Bilgeliği seven kişi anlamındadır. Kullanım açısından ise anlamı; felsefe ile uğraşan, felsefe yapan kişidir. İlk Çağ Felsefesi tarihine bakılacak olunursa, öne çıkan filozof tipi, hayatın en yüksek gayesine bilgide bulunan, bilmek için yaşayan ve edindiği bilgileri davranışlarının temeli yapmaya çalışan bir kişiliktir. Tabii ki düşünen herkes filozof değildir ve filozofların popülerlikleriyle ya da şöhretleriyle ilgisi yoktur. Eski kültürlerde bulunan şamanlık, kâhinlik gibi tanrı ile kul arasında aracılık yaptığına inanılan kişilikler Thales (650–548), Empodekles( 495–435) gibi filozofların temsil ettiği felsefi sistemde yerini araştırma ve düşünceye bırakır. İlk Çağ felsefesi tarihinde ortaya çıkan bir çok filozof çoğu kez peygamber, ermiş ve kutsal kişiliklerle de bağdaştırılabilmişlerdir. Bu kişiler, aynı zamanda fizikçi ve bilim adamı kimliklerini de taşımışlardır. Filozoflar, öğretmek ve öğrenmek gayesiyle bir araya gelmiş bilimsel çalışmaya kendisini adamış filozof örneğini sergilemişlerdir. Bu döneme ait filozoflar, siyaset alanında da öne çıkan bir tablo sunmuşlardır. Yine bu dönemde, başlangıç filozoflarından farklı olarak, Anaxagoras (500–428), Demokritos (460–360) ve sonra da Aristoteles (384–322) ’te görüldüğü üzere dış çevreden çok, bakışını kendi düşünce dünyasınaçevirmiş olan bir bilgin, araştırmacı filozof örneklerine rastlamaktayız. Daha sonra hayata daha çok yönelmiş, pratik filozof, erdemli bir yaşama sanatçısı, eğitici bir filozof modeli gelişmiştir. Sokrates böylesi bir filozof tipinin en önemli temsilcisi sayılmıştır. Batı’nın bilimi ile, Doğu’nun dini kültlerinin karşılaştığı Yunan felsefesinin son döneminde daha çok din coşkusu ile dolu olan ve kurtuluşu öğütleyen bir filozof tipi ortaya çıkar. İlk dönemi itibariyle filozof, doğa filozofudur. Daha sonra, ilgi insana yöneldiğinde, Tanrı, insan ve doğayı ilgi sahası edinen filozof ortaya çıkmaktadır. Aristoteles’in bilgi çevresinde oluşan zengin bilgi birikimi, bilimlerin tek tek bağımsızlığına yol açtığı gibi, her bilgi dalı hakkında müstakil çalışmalara yol açmıştır. Bu döneme ait filozof, bilimlerin ayrımlaşmasının neticesinde ortaya çıkan bu karmaşada kendini uğraşı alanı olarak, evren ve hayat ile ilgili genel sorunlara adamıştır. Aristoteles’ten sonraki filozof, doğru yolu ve yaşayışı arayan, öğreten ve bir öğreti geliştiren kişilik olmuştur. Ortaçağ Felsefesi Tarihi de İlk Çağ Felsefe Tarihinde olduğu üzere farklı filozof örneklerine sahiptir.Hıristiyanlığın Batı’da ki egemenliğinin başladığı 3. yüzyılın başında Antik Yunan Düşüncesinin etkisi devam ediyordu. Çiçeron, Epoktehus gibi Romalı filozoflar, daha çok siyaset ve hukuk felsefesini öne çıkarırken, Yunan kültürü ile yetişen bilgin ve filozoflarda Platon (428–347), Aristoteles ve Stoa felsefesinin izinden gidiyorlardı. Ammanious Saccas (172-242) ve öğrencisi Plotinus (205–270)’un kurdukları Yeni Eflatunculukta bu döneme rastlar. İslam filozoflarının din ve felsefeyi uzlaştırma çabalarının bir benzeri de Yahudi kelamcıların Platon ve Stoa felsefelerine duydukları ilgide gözlemlenebilir. Özellikle Philon (25–50)Yahudi kelimesiyle felsefeyi uzlaştırma çabasını gözetmekteydi. Benzer tutumları Hıristiyan filozofları da göstermekteydi. Kendilerine Kilise Babaları denilen Clement (Ö.215) ve Tertullian (155–230) gibi filozoflar, teslis akidesini Platon’un, Plotinos’un ve Stoacı filozofların felsefeleriyle temellendirip uzlaştırmaya çalıştılar. İlk Çağ filozofu ilkin dinden koparak, bilmek için bilme ile salt bilmeden duyulacak sevinç ile başlamış, ancak sonradan bir değişime uğrayarak, pratiğin, ahlaki ödev ve dini heyecanların hizmetine koşmuştur. Orta Çağ filozofu ise kendisine hemen işin başında, ahlaki ödev ile dini heyecan ve gayelerin yer aldığı bir görev yüklemiştir. Orta Çağ filozofuna göre, filozofun temel işlevi, duygu ve kanıda sağlam ve tartışmasız olarak elde bulunanı düşünce ile açıklığa kavuşturmak ve kavramsal olarak dile getirmek olmuştur. Orta Çağ filozofu, sistemini kurarken aslında, antik felsefenin kavramlarını işleyerek kendisine yol açmıştır. Antik felsefenin kavramlarından yararlanma Ortaçağ felsefesinde bununla birlikte iki farklı filozof tipi ortaya çıkarmıştır. Antik felsefeden devşirilen kavramlar kargaşaya yol açmış, kiliseye bağlı Augustinus’un (354–430) temsil ettiği kilise kavramına bağlı filozoflarla, kiliseyi göz önünde bulundurmayan Yeni Plâtoncu filozof tipi ortaya çıkmıştır. Kiliseye bağlı skolâstik filozof için hareket noktası Kilisenin belirlediği ilkeler iken yeni Platoncu için kişisel dindarlık esas olur. Yeni Plâtoncu filozof, cemaatı, yani kiliseyi esas almayıp, kişiyi esas aldığından kişiyi, Tanrı’ya ulaştırmayı kendine görev edinmiştir. Ortaçağda, filozofun temel ilgi alanı din iken, Rönesans’ la birlikte, filozof, kendini her türlü bağlılıktan sıyırmak, yalnız kendine dayanmak ve kendini arayıp bulmanın çabasını sergileyen bir portre çizmiştir. Rönesans filozofu, kendisini sadece deneyin ve aklın sağladığı doğrularla biçimlendirip sınırlandırırken doğruyu bulmak uğrunda savaşmış ve bunu kendisine sonsuz bir ödev olarak telakki etmiştir. Ortaçağ’ın kapalı kilise merkezli ve Latince’ nin baskın olduğu atmosferden kurtulan filozof artık Rönesans’ta kendini gizlemez. Kendi milletinin diliyle, kendi anadiliyle felsefe yapmaya başlamıştır. Ortaçağda filozoflar din adamı iken bu dönemin filozofları Skolastik ayrı bir anlayışla ortaya çıkan yeni üniversitelerin öğrencileri olmuşlardır. Modern felsefede filozofun görevi ve ilgi alanı söz konusu olduğunda, iki temel yaklaşım ortaya çıkmaktadır. Eleştirel filozoflara göre, filozofun başlıca görevi, önermeleri çözümlemek, kavramların kesin anlamlarını ve aralarındaki karşılıklı ilişkileri belirlemektir. Eleştirel filozoflar için, anlamları açıklığa kavuşturmak bir yükümlülüktür. Eleştirel filozofun işlevi; kavramların doğasını sırf incelemek için incelemektir. Kurgusal felsefede filozof, değer sorunlarından, dinsel içermelerden, şiirsel anlatımlardan ve sanatsal duyarlılıklardan kaçınmaz. Kurgusal felsefe, ortalama insanın felsefenin ne olduğuna ilişkin inançlarına daha uygundur. Bu felsefe, daha az kesin olmakla birlikte daha heyecan vericidir. Dilin, açık ve mantıksal bakımdan kesin olup olmadığına bakmaksızın daha geniş manzaralar arar. Kurgunun amacı, yaşama anlamı, bütünlük ve yön vermek üzere, yeterli miktarda büyük parçayı bir araya getirmektir.

NEFS VE AFETLERİ

NEFS VE AFETLERİ 18.1. NEFSİN İKİ YÖNLÜ YARATILMASI 
Allahû Tealâ insanı yaratmış ve ona nefs vermiştir 
2/BAKARA-30: Ve iz kâle rabbuke lil melâiketi innî câilun fîl ardı halîfeh(halîfeten), kâlû e tec’alu fîhâ men yufsidu fîhâ ve yesfikud dimâ(dimâe), ve nahnu nusebbihu bi hamdike ve nukaddisu lek(leke), kâle innî a’lemu mâ lâ tâ’lemûn(tâ’lemûne). Ve Rabbin meleklere: “Muhakkak ki Ben yeryüzünde bir halife kılacağım.” demişti. (Melekler de): “Orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Biz Seni, hamd ile tesbih ve seni takdis ediyoruz.” dediler. (Rabbin de): “Muhakkak ki ben, sizin bilmediklerinizi bilirim.” buyurdu. Burada nefsin zulmâni yönüne işaret edilmektedir. Meleklerde nefs yoktur. Sadece ruhdan ibaret olup, nurdan yaratılmışlardır.Allahû Tealâ insana ihsan ettiği nefsi iki yönlü yaratmıştır. 
 94/İNŞİRÂH (ŞERH)-4: Ve refa’nâ leke zikrek(zikreke). Ve senin için, zikrini yükselttik. uygun bir şekilde tezkiye, terbiye ve tasfiye etmedi
 94/İNŞİRÂH (ŞERH)-5: Fe inne maal usri yusra(yusren). O halde, muhakkak ki zorluk ve kolaylık beraberdir. dırılan nefsin gidebileceği en alt kattır. Yeryüzünde ikâme edilen Âdemoğlunun, nefsini, Allah’a verdiği misaka (yemine Esfeli safilin, ahiret hayatında, cehennemle cezala n )ği sürece iblise tâbî olup, cehennemin en alt katıyla cezalanacaktır. ünü Allah’a verdiği misaka uygun olarak nefsini evvelâ 7 kademede tezkiye, sonra terbiye ve tasfiye etmek suretiyle en güzel biçime dönüştürebilecek şekilde yaratıldığı beyan edilmektedir. Nefs başıboş bırakılıp, tezkiye, terbiye ve tasfiye için, dünya hayatını yaşarken bir şey yapılamazsa, şeytanın insan vücudundaki melcei (sığınağı) olan nefs, şeytanın negatif telkinleriyle, cehennemin en alt katı olan esfeli safiline gidecektir. Eğer nefs tezkiye, terbiye ve tasfiye edilebilirse ahsen-i takvime dönüşerek, ruhun hasletlerine sahip olarak, adeta ikinci bir ruh olur. Nefs iki yönlü bir mahlûktur. 
7/A'RÂF-172: Ve iz ehaze rabbuke min ben Birinci âyette ise, dünya hayatını yaşarken insanın elestu birabbikum gî âdeme min zuhûrihim zurriyyetehum ve eşhedehum alâ enfusihim, e lestu birabbikum, kâlû belâ, şehidnâ, en tekûlû yevmel kıyâmeti innâ kunnâ an hâzâ gâfilîn(gâfilîne). Ve kıyâmet günü, gerçekten biz bundan gâfildik (gâfilleriz) dersiniz diye (dememeniz için), senin Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından onların zürriyetlerini aldığı zaman onları, nefsleri üzerine şahit tuttu. (Allahû Tealâ şöyle buyurdu): “Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?” Dediler ki: “Evet, (Sen, bizim Rabbimizsin), biz şahit olduk.” lemez. Fakat, Allahû Tealâ, ruhun misakini yerine getirebilmesini, nefsin tezkiye olması şartına, nefsin Allah’a verdiği yemini yerine getirme şartına bağlamıştır.
 91/ŞEMS-9: Kad efleha men zekkâhâ. Kim onu (nefsini) tezkiye etmişse felâha (kurtuluşa) ermiştir. 
35/FÂTIR-18: Ve lâ tezirû vâziretun vizre uhrâ, ve in ted’u muskaletun ilâ himlihâ lâ yuhmel minhu ş Nefsin yemini, dünya hayatında 7 tezkiye kademesinde tezkiye olmaktır. Ruhun misaki ise tezkiye olan nefsin her tezkiye kademesine paralel olarak 7 kat yükselerek, 7. kattan sonra 7 âlemi aşarak, varlıklar âleminin son noktasından (Sidretül Münteha'dan) yokluğa geçerek, yoklukta (Adem'de) Allah’ın Zat'ına ulaşması, orada yok olması ve Allah’a teslim olmasıdır. Fizik vücudun yemini (ahd) ise Allah'a kul olmaktır. Fizik vücutta Allah’ın bir temsilcisi olan ruhun, verdiği misaki yerine getirmemesi düşün üey’un ve lev kâne zâ kurbâ, innemâ tunzirullezîne yahşevne rabbehum bil gaybi ve ekâmûs salâh(salâte), ve men tezekkâ fe innemâ yetezekkâ li nefsih(nefsihî), ve ilâllâhil masîr(masîru). Ve yük taşıyan birisi (bir günahkâr) başka birinin yükünü (günahını) yüklenmez. Eğer ağır yüklü kimse, onu (günahlarını) yüklenmeye (başkasını) çağırsa bile ondan hiçbir şey yükletilmez, onun yakını olsa dahi. Sen ancak gaybte Rabbine huşû duyanları ve namazı ikame edenleri uyarırsın. Ve kim tezkiye olursa (nefsini tezkiye ederse), o taktirde bunu sadece kendi nefsi için yapar. Ve dönüş (varış) Allah'adır (Nefs tezkiyesi ile ruh Allah'a döner, ulaşır). Bu da nefsin değişerek en güzel vasfı kazanabilmesi, yani ahsen olmasıdır. Bir üçüncü yemin de fizik vücudun Allah’a kul olacağına, şeytana kul olmayacağına dair ahdidir.

NANA EMİLA ZOLA PDF E-KİTAP




NANA EMİLA ZOLA PDF E-KİTAP

Karanlıkta 33 Yazar Korku Öyküleri Ontolojisi pdf e-kitap





Karanlıkta 33 Yazar Korku Öyküleri Ontolojisi
pdf e-kitap

ROBERT DANKOFF M * Seyyah ı Alem '^|f Evliyâ Çelebinin Dünyaya Bakışı ? " Çeviren: Müfit Cîünay.




 * Seyyah ı Alem"Evliyâ Çelebinin Dünyaya Bakışı ? " 
ROBERT DANKOFF M
Çeviren: Müfit Cîünay.

Örgüt-İnatıç-Davranış’tan Hukuk-ldeoloji’ye pdf e-kitap




Örgüt-İnatıç-Davranış’tan Hukuk-ldeoloji’ye 
pdf e-kitap

DİLİN SERÜVENİ PDF E-KİTAP





DİLİN SERÜVENİ PDF E-KİTAP

SARI SALTIK POPÜLER İSLÂM’IN BALKANLAR’DAKİ DESTANÎ ÖNCÜSÜ (XIII. Yüzyıl) PDF E-KİTAP AHMET YAŞAR OCAK





SARI SALTIK POPÜLER İSLÂM’IN 
BALKANLAR’DAKİ  DESTANÎ ÖNCÜSÜ  
(XIII. Yüzyıl) 
PDF E-KİTAP 
AHMET YAŞAR OCAK

İSLAM TARİHİ EMEVİLER - ABBASİLER PDF E-KİTAP






İSLAM TARİHİ EMEVİLER-ABBASİLER 
PDF E-KİTAP
 

ALAMUT EFSANELERİ PDF E-KİTAP FARHAD DAFTARY






ALAMUT EFSANELERİ PDF E-KİTAP
FARHAD DAFTARY
 

FOTOĞRAFLARLA ÇANAKKALE SAVAŞLARI PDF E-KİTAP






FOTOĞRAFLARLA ÇANAKKALE SAVAŞLARI
 PDF E-KİTAP

VAROLUŞCULUK PDF E-KİTAP





VAROLUŞCULUK PDF E-KİTAP

PLEVNE HATIRALARI (Sebat ve gayret, kıyametten bir alâmet)



PLEVNE HATIRALARI
 (Sebat ve gayret, kıyametten bir alâmet) 
İBRAHİM EDHEM
 ************

KİTLE VE İKTİDAR PDF E-KİTAP Elias Canetti




KİTLE VE İKTİDAR PDF E-KİTAP
 Elias Canetti

PAGANİZMİN DEHASI PDF E-KİTAP MARC ALGE



PAGANİZMİN DEHASI PDF E-KİTAP
 MARC ALGE

GEZGİN PDF E-KİTAP HALİL CİBRAN





GEZGİN PDF E-KİTAP 
HALİL CİBRAN

AMAK-I HAYAL Bu âlemde olan herşey benim sıfatımdır.



Bu âlemde olan herşey benim sıfatımdır. 
 Ben olmasaydım, hiçbirşey olmazdı. Ben “hep”im ya da “hiç”im. Ben “hiç”im ya da “hep”im. Zaten “hiç” ve “hep” aynıdır, tek şeydir. Fakat cahil insanlar aynı şeyi iki farklı isimle anıyorlar. Konuşmanın gerisini varın siz tahmin edin. Hayret içinde kaldım. İstemeden söze karıştım: -Çok tuhaf! “Var” ile “yok” eşit olur mu? Meselâ, ben yok mu? dedim. Deli başını çevirdi ve kahkahayı patlattı: -Vay! Sen “var”sın ha! Acaba “var” mısın? dedi. Yalnızca ben “var”ım.,Çünkü “hiç”im ve “yok”um. Varlığım mutlaktır. Yokluk, bağımlı olan için vardır. Mutlak “varlık” tır, “var”dır. Bunlan söyledikten sonra deli sustu. Sorduğum hiçbir soruya cevap alamadım. Sonunda sorularımdan bıktı. Arkadaşına: “Haydi gidelim. Bu hayvan, bizi, zevkimizden alıkoydu” dedi. Kalkıp gittiler. Ne acayip bir durum: Çok iyi öğrenim gördüğünü iddia eden bir insana, pejmürde bir deli “hayvan” diyordu. Bu fena mülküne ibretle nazar kıl, ey can, Gafleti eyle heba, hail değildir meydan. Hani Sultan Süleyman, hani İskender han? Sat hezar ömrü sürür ile geçir sen bir an. Ne güle, bülbüle bakî a gözüm bağ-ı cihan, Kime yâr oldu muradınca felek—i devr—i zaman* * Ey can! Yok olacak bu âleme ibretle bak. Gafletten kurtul, meydan boş de- ğildir. Sultan Süleyman ve İskender Han neredeler? Yûzbin senelik ömrü neşe içinde geçirsen de, aslında hepsi “bir an”dan ibarettir. A gözüm! Cihan denen bu bahçe ne güle, ne bülbüle kalacaktır. Zaten felek, kime isteğine göre yâr olmuştur. Bu gazel ne kadar da etkileyiciydi. Aynalı Baba bu parçayı bitirip de neyi üflemeye başladığı zaman gözlerimden yaş akıyor- du. Bunlar özlem ve üzüntü gözyaşları mıydı? Yoksa aşk ve zevk gözyaşları mı? Bunu bilmiyorum. Yalnız çok duygulanmıştım. O anki ruhî ve vicdanî hâlimi anlatmak mümkün değil. Aynalı Baba okumaya devam ediyordu: Tamah ve hırsa uyup nefs ile mahkûr olma, Rahatın zail olur, nam-ı meşhur olma! Sohbet-i ârif-i billaha eriş dür olma, Saltanat—ı mesned—i dünya ile mağrur olma Zevk-i dünyaya müptela olmadılar ehl-i kemal Bildiler hasılı hep zill-ü heva lü’b-ü hayal. Zevke teşbihi cihanın hele rüyaya misal, Dâmen-i aşkı tutup buldu kamu feurb-i visal.* *Açgözlülüğe ve hırsa kapılıp nefsin kahrına uğrama. Meşhur biri olma, sonra rahatın kaçar. Allah’ı bilenlerle arkadaş ol, onlardan uzak kalma. Dünya tahtındaki gücünle gururlanma. Kâmil kimseler dünya zevkine kapılmadı. Sonuçta dünyanın bir gölge, boş bir arzu, bir oyuncak ve hayal olduğunu bildiler. Rüyanın gerçekle ne kadar ilgisi varsa, cihanın da zevkle o kadar ilgisi vardır. Herkes aşk eteğini tutarak Allah’a yaklaştı. Kendimden geçecek dereceye gelmiştim. Baba’nın sesini çok yavaş ve âdeta uzaktan geliyormuş gibi duymaktaydım. Ney,şa- şılacak güzellikte sesler çıkarmaya başlamıştı: Yürü, ey seyyah-ı avare yürü, durma yürü! Koymasın rah—ı visalden seni ezyak—ı misal. Bu bedayi, bu letaij, neme rüya ve hayal, Yürü, ey zair—i biçare yürü, durma yürü! Yürü ki, müzhet-i vuslatta teali göresin, Yürü, aslında fena bul, budur etvar-ı kemal. Yürü, alâyişi terk et içersin ke’s-i visal, Yürü ki, saha-i hîçîde tecelli göresin.* * – Ey avare yolcu! Yürü! Durma, yürü! Bu geçici âlemin zevkleri seni Allah’a kavuşmaktan alıkoymasın. Bu eşsiz manzaraların, bu güzelliklerin hepsi yalnızca bir rüya ve hayaldir. Ey zavallı ziyaretçi! Yürü! Durma, yürü! Yürü, kendi aslına kavuş. Kemalin dereceleri bunlardır. Geçici süs ve gösterişi terk edip, yürü ki Allah’a kavuşma kadehinden içesin. Yürü ki, yokluk meydanında Allah’ın kudretini ve sırrını göresin. Buşuun, âlem Bîsebat- u bîkıdem Nerde Havva, Adem? Varsa aklın ey dedem. Dem bu demdir, dem bu dem! Dem bu demdir, dem bu dem! Yâd-ı mazi bahşeder Hayf- ü âlâm-ü keder Olma meşgul-i kader Kimse kalmaz hep gider Dem bu demdir, dem bu dem! Dem bu demdir, dem bu dem! Sen gibi bir saile Heyf değil mi gaile? Olma meşgul hâl ile Derd-i istikbal ile. Dem bu demdir, dem bu dem! Dem bu demdir, dem bu dem! Bu hayatta yok vefa Her günü derd-ü cefa Sen, ey müştak-ı sefa Ömrünü etme heba. Dem bu demdir, dem bu dem! Dem bu demdir, dem bu dem! Kim bilir Ethem imiş Bilmeyen sersem imiş Gayesi bir dem imiş Maadası hem imiş. Dem bu demdir, dem bu dem! Dem bu demdir, dem bu dem!* *Bu olaylar ve bu âlem ezelî ve ebedî değildir. Havva ve Adem nerede? Ey dedem! Aklın varsa an bu andır, an bu an. Geçmişi hatırlamak korku,ıstırap ve keder verir. Kaderle uğraşma. Çünkü kimse kalıcı değildir, herkes gidici- dir. An bu andır, an bu an. Senin gibi bir dilencinin dert ve sıkıntı ile uğraş- ması yazık değil mi?Şimdinin ve geleceğin derdiyle uğraşma! An bu andır, an bu an. Bu hayatta vefa yoktur, her günü dert ve eziyettir. Ey huzura can atan! Ömrünü boşa geçirme. An bu andır, an bu an. Bilen kimse Ethem imiş, bilmeyen ise sersem imiş. Ölüm sırasında hayat sadece bir nefesten ibaret olup, geride kalanlar dert ve keder imiş. An bu andır, an bu an. An bu andır, an bu an. Kısa bir süre sonra neyin sesi hafif ve hoş bir inilti hâlini aldı. O sırada dalmışım. Yeni bir yer görmeye başladım. Belhşehrinde bir evde bulu- nuyordum. Yatağımdan yeni kalkmıştım. Odama bir kadın girdi. Bu kadın benim karımmış. Benimle Farsça ile Sanskritçe arası bir dille konuşuyordu.İşin garip tarafı ben bu dili iyi biliyordum.İki kişiden meydana gelmiş bir insandım. Ben, hem ben idim, hem. Ben oyum ki satvetimden kâinat lerzandır, Ben oyum ki zür—i bâzum hakim—i hercandır. Ben oyum ki her kim olsa serfuru eyler bana, Hâki payim secdegâh-ı zümre-i insandır. Ben oyum ki sîret-i merdîde yoktur benzerim, Hadimin—i barigâhım zümre—i merdandır. Ben oyum ki mizan-ı adlimde müsavi cümle halk, Şehinşahlarla gedalar bence hep yeksandır. Hasılışimşir—i izz—ü kudretiyim lyzid’in, Aşkım ben, satvetimden kâinat lerzandır* Aşk, beni serbest bıraktı. Gülerek: -Haydi! Koca aptal Hikmet, git, rahatına bak! dedi. Meydanda yalnız Aşk kaldı. Ejderhasından indi. Elleri göğ- sünde olduğu hâlde, oldukça yavaş ve ölçülü adımlarla nur peri- sine doğru yürümeye başladı. Onunla arasında üç adım kadar mesafe kaldığı zaman: -Ey, Nur Perisi! Yalnız senin kulunum, dedi ve secdeye kapandı. Sonra: -Ey Hürmüz! Ey Nur! Selâm olsun sana! Zira, karanlıkların değeri seninle bilindi, dedi. Ey dayf-ı bezm-i vücud Anla nedir sırr-ışuûn Yok dem—i vahdette hudud Her ne desen nâmı ânın Cümlede o nokta-i nihan Kâhi esir, kâhi cihan Mevt-ü hayat camı ânın Kâhi güneş, kâhi kamer Kâhi matar, kâhi sehap Kendi ateş, kendişehap Kendi gece, kendi seher Kâhi hacer, kâhi nebat Kâhi nemi, kâhi esed Kendisi ruh, kendisi cesed Kendi hayat, kendi memat Devr ile adem olacak Kendini kendinde bulur Mutlak iken, nokta olur Adem imiş mazhar-ı Hak* * “Ey varlık âleminin misafiri! Gerçeklerin sırrının ne olduğunu anla. Vahdet anının sınırı yoktur. Söylediğin herşey onun adıdır. Çünkü herşeyde gizli olan nokta odur. Bazen fezayı dolduran cevherdir, bazen cihandır. Ölüm ve hayat onun kadehidir. Bazen güneş, bazen aydır. Bazen yağmur, bazen buluttur. Ateş de kendi, alev de kendidir. Gece de kendi, seher de kendidir. Bazen taş, bazen bitkidir. Bazen karınca, bazen arslandır. Ruh da kendisi, ceset de kendisidir. Hayat da kendisi, ölüm de kendisidir. Zamanla yok olunca, kendini kendinde bulur. Mutlak iken nokta olur. Yokluk, Hakk’m kudret eserlerinin göründüğü yerdir.” Allahu ekber! Allahu ekber! Ey sırr—ı vücud—ı bîvücud! Marufsun amma bilinmezsin Zahirsin amma görünmezsin.* *”Allahu ekber! Allahu ekber! Ey varlığın vûcutsuz sırrı! Bilinensin ama bilinmezsin. Görünensin ama görünmezsin.” Doğdu şimdi şems-i idrak âleme istivagâhtır dimag-ı Ademî Nur-i Haktır şeb-çerağ-ı Ademî Ey melâikl Başeğin hep Adem’e.* * “İdrak güneşi şimdi doğdu âleme. Âdem’in aklı, saltanat yeridir. Âdem’in karanlıkları aydınlatan cevheri, Hakk’ın nurudur. Ey melekler! Hepiniz Âdem’e secde edin!” Bu büyük emirden bütün âlemler ve içinde bulunan yaratıklar titredi. Her varlık insanın önünde eğildi. Her zerre lisanı hâl ileşöyle diyordu: Merhaba!.. Merhaba, ey pertev-i sırr-ı vücud! Merhaba, ey zübde-i cümleşuûn! Merhaba, ey memba—ı fehtn—ü fünûn! Merhaba, ey mazhar-ı ikram-ü cûd! Kâinattan sen idin maksud, seni Ey zekâ! Bizler senin miratınız. Nokta sensin, biz senin âyâtımz. Secdegâh sen, kıble-i mabud sen!* *”Merhaba! Merhaba ey varlık sırrının nuru! Merhaba ey tüm oluşların özü! Merhaba ey anlayış ve ilimlerin kaynağı! Merhaba ey Hakk’ın iltifat ve ikramına nail olan! Kâinattan gaye sen idin, sen! Ey Zekâ! Bizler senin aynanız. Nokta sensin, biz senin büyüklüğünü gösteren birer işaretiz. Secde edilecek yer sensin. Hakk’ın kıblesi yine sen!” Gözlerimi açtım. Aynalı Baba’mn hüzün dolu gözleri üze- rime çevriliydi. Çocukların, gördükleri rüyayı hemen söylemesi gibi: -Hepsi secde etti, dedim. -Evet!.. Yalnız nefsindeki gurur, yanişeytan hariç! dedi Aynalı Baba -Ey insan! Yine yaralarımı deştin. Yine hüzün kapılarını açtın. Ah! Ben neyim, neyim? Geçmişte ne olduğumu bilmiyorum. Yalnız bir zamanlar, kâinatta sayılamayacak kadar çok olan bir binanın parçası olduğumu biliyorum. Küçük olmama rağmen vücudumu teşkil eden yirmi otuz tanesi, ilim ve kemaliyle meşhur olmuş âlimlerin, cihangirlikle tanınmış padişahların vücudunda bulunmuştu. Ben de, benzerlerim gibi, o binada gam ve kederden uzak bir yaşam sürüyordum. Birgünşiddetli bir fırtına binayı yerle bir etti. O koca bina milyarlarca parçalara ayrılarak, parçalardan her biri ayrı bir yere uçtu. Bana dedi ki: Ey vahdet! Bahr—i bîpâyân! Sensin mevcezen Kesret—i emvac içinde rûnüma sensin yine Bin isim, yüzbin çeşit vermişsen de kendine Her ne dense, asuman, eflâk, ervah-ı beden Yalnız sensin, sen! Dikkat—ü im’anla baksa çeşm—i insan âleme Asumane, kubbe—i minaya, mihr—i en\ere Âlem-i balâya, arşa, bir de bu es/el yere Dürbûn-i marifetle baksa vech-i Âdeme Yâlnız sensin, sen! Sûmbül-ü reyhanda daşevke ve gıylanda da Dilhıraş—ı feryad—ı arslanın, nevası bülbülün Gonce-işevk-bahsi, bûy-i ruhnüvazı bir gülün Zerre-i camitte de, en ufak hayvanda da Yalnız sensin, sen! Cümle havâssımda, kalpte, akl-ü vicdanımda Şevk-i aşkla mest-ü bîhuşolduğum demlerde Derdnak yârdan mehcur kaldığım demlerde Hasret—ü firkatle sûzan, bıkar ar canımda Yalnız sensin, sen! Ağuş-ı vuslatımda mehlika lerzan iken Cavidanî bir hayatı sığdırırken âne Bîhuş nigeran olurken kar gibi gerdâne Havi—i ulviyette ruhum valih—ü hayran iken Yalnız sensin, sen!* *”Ey Vahdet! Sonsuz deniz! Dalgalanan sensin. Dalgaların çokluğu içinde görünen yine sensin. Kendine bin, yüzbin çeşit isim vermişsen de, gökyüzü, felekler, bedendeki ruh yalnız sensin, sen! SIRRIMDAN BANA HİTAP Matla-ışems-i hüviyyet menşe-i ekvan benim, Memba-ı mânâ-yi kesret mahzen-i ebdan benim. Ben oyum ki, kendi emrimden yarattım âlemi, Hep şuûnumdur bu mevcut, dehr-i bîpayan benim. Ben oyum ki, lâ-mekâmm, lâ-zamanım, lâ-kuyud, Her zamandan, her mekândan münceli imkân benim. Arş benim, kürsi benim, asuman-ı seb’a benim, Madde-û cevher-ü unsur, camid-û hayvan benim. Nûr-i mahzım, sırr-ı mutlak, nokta-iıtlak-ı nân, Hem ruhum, hem meldife, Âdemim, insan benim. Ben o zat-ı mutlakım ki, vasf—u fiilimle ayan, Ey!., tîalık-ı zîşan benim, Rahman benim.* “Hakikat güneşinin doğduğu, kâinatın çıktığı yer benim. Çokluğun kaynağı, bedenlerin hazinesi benim. Ben o varlığım ki, âlemi kendi emrimden yarattım. Bu varlıkların hepsi benim çeşitli durumlarımdır, sonsuz zaman da benim. Ben o, varlığım ki ne mekânım, ne zamanım vardır, hiçbir kayıt altında da de- ğilim. Fakat her zaman, her yerde olagelen şeyler yine benim. Arş b e n i m , kürsü benim, yedi kal gök benim. Madde, cevher, unsur, cansız, canlı herşey benim. Ben sırf nurum; mutlak sır, nun’a konulan noktayım. Ben hem ruhum, hem melekler; Âdem, insan benim. *Ben hem sıfatlan, hem de işleriyle besbelli olan mutlak zatım. Ey Hak yolcusu!Şan ve azamet sahibi olan Halik ve Rahman benim.” Sen o mevcutsun ki senden bir diğer yok müncelî, Her vücuda oldu kayyum sırr-ı mevcudiyetin. BENDEN SIRRIMA CEVAP Ben oyum ki, ben dedikçe maksadımdır kudretin, Ben oyum ki, benliğimden zahir olmuş vahdetin. Farzedersem benliğim senden cüdadır ey vücud, Vehm-i mahzım, hiç vücudu var mı madumiyetin. Bir fakirim ki neyim varsa senindir, bense hiç, Fakr- ıfahrî eldedir ferman-ıvahdaniyetin. Arş—ü kürsi, arz—ü eflâk hep senin emrinle var, Suhf—i ekvan dest—i takdirinle mektup âyetin. Sen o zat-ı bînişansın, lâ-mekânsın, bîzaman, Her ne varsa fi’l-ü evsafın, kemal-i kudretin. * *”Ben öyle bir varlığım ki, “Ben” dediğim zaman bundan kasdettiğim senin kudretindir. Ben öyle bir varlığım ki, senin vahdetin benim benliğimde ortaya çıkmıştır. Ey Yegâne Varlık! Benliğimi senden ayrı olarak düşünecek olursam, bu sırf kuruntudan ibaret birşey olur. Çünkü yok olanın vücudu olmaz. Ben öyle bir fakirim ki, neyim varsa hepsi senindir.Ben yalnızca bir hiçim. Fakr-ı fahrî (gönüllü yoksulluk) senin tekliğine en büyük delildir. Arş, kürsü, yeryüzü, gökler senin emrinle varolmuştur. Kâinatın sayfalan, senin varlığına ve birliğine delil olup, senin kudret elinle yazılmıştır. Sen, mahiyeti bilinmeyen, zaman ve mekâna muhtaç olmayan yüce zatsın. Var olan herşey senin işlerindir, sıfatlarındır; kudretinin sonsuzluğunu gösteren delillerdir. Sen öyle bir varlıksın ki, senden başka görülen hiçbirşey yoktur. Her yerde kudretinin eseri görülür. Senin varlığının sırrı kâinatın temelidir. Herşey se- nin varlığınla vardır.” Alemde meşhud olan bu devran, Tekâmül içindir, kemale doğru. Her nokta cevval, her zerre raksan, Uçup giderler visale doğru. Ekvan, insan koşup giderler, Tutulmaz kapılmaz hayale doğru. İnsan isen gel matlubu anla, Yorulma, gitme celale doğru. Ufk-i ezelde doğan bir güneş, Gider mi acep zevale doğru? îfâte etme kıymetli vakti, Çevir yüzünü cemale doğru.* *”Alemde görülen bu hareket, kemale ulaşıp, olgunlaşmak içindir. Her nokta ve zerre hareket etmekte olup, hepsi Yaratıcısına kavuşmak için uçarak gitmektedir. Kâinat ve insan belirsiz bir hayale doğru koşup gitmektedir. Eğer insan isen, gel, arzu edilmeye değer olanşeyin ne olduğunu anla da Al- lah’ın gazabına sebep olacak yolda yorulma. Ezel ufkunda doğan bir güneş acaba batıp kaybolur mu? Değerli vaktini boşa geçirme! Yüzünü Hak Te- âla’nın cemaline çevir.” “Yolları ne var ayrı ise hep sana aşık Her birisi bir yol ile gülzâra gelirler.” Niyazi-i Misri Bugün Aynalı’n hâlinde bir durgunluk, bakışlarında biraz hüzün vardı. Uzun süre sessiz kalıp, düşüncelere daldık. Ben seyrettiğim garip manzaralan düşünüyor, insanların fikirlerinin bu kadar değişik ve çok oluşunaşaşırıyordum. Aynalı’mn konuşmaya başlamasıyla düşüncelerden sıyrıldım ve kendime geldim. Kalenderâne bir taksimden sonra okumaya başladı: Zahid bize ta’n1 eyleme Hak ismi okur dilimiz Sakın efsane söyleme Hazrete gider yolumuz. Erenlerin çoktur yolu Cümlesine dedik beli 2 Desinler bize deli Usludan yeğdir delimiz. ‘ Ta’n: Kınamak2 Beli: Evet Dalmışım… Büyük bir sarayın içinde, çok küçük bir pencerenin önünde bulunuyordum. Bu pencereden, içine binlerce kişinin sığabileceği genişlikte büyük bir oda görüyordum. Odanın duvarları, benim pencerem gibi küçük pencerelerle doluydu. Herbirinin önünde bir kişi oturmuş, odayı seyrediyordu. Odanın içinde, zümrüt ve yakuttan yapılmış kürsülerin üstünde, başla rında taç olan, çoğunun yüzü peçeli, heybetli ve ağırbaşlı kimse-ler oturuyordu. Ya Rab! Hayatta nedir bu lezzet? Hayata rabteden bu garip kuvvet! Hayat ki bîbeka1 pür derd-ü keder,2 Yine emel o, nedir bu hikmet? Bir anbırakmaz insanı rahat, Bin türlüâlâm,3 derd-i maişet, Çocukluğundaağlar beşikte, Feryatla geçer o vakt—ismet, Civanlığında bin türlü âmâl,4 Şeyhudetinde5 bin türlü minnet, Vakt-i ecelde mazı bir an, Bir an için mi bunca sefalet! Hatifi6 bir ses verdi cevabı, Dedi: Hayatta bu zevk—ü kıymet, Âkiller için seyr—i bedayi,7 Câhiller için yemekleşehvet. 1 Bîbeka: Ebedi olmayan, sona olan. 2Pür derd-ü keder: Dert ve keder dolu. 3Âlâm:Acılar. 4Âmâl:Emeller. 5Şeyhuhet: İhtiyarlık. 6Hatif:Gizli 7 Bedayi: Güzellikler Güneş yanar, âlem döner, Birgün gelir hepsi söner, Eysahib-i ilm-ü hüner, Bilirmisin sebebi kim? Ne gelen var, ne giden var, Ne solan var, ne biten var, Ne gül var, ne diken var, Bilir misin, sebebi kim? Her zerre ferd yoktur eşi, Acep bunlar kimin işi? Eykendini bilmez kişi, Bilirmisin sebebi kim? Haktır desen mânâsı ne? Sebep midir bir kelime? Soruyorum sana yine, Bilirmisin sebebi kim? Hacer-i Esved’i var öp, eğer öpmekse muradın Hiçi pus etmek için hâlet-i bîşan gerek. Canderağuş olunur mu mûtenahi sözlerle Leb değil öpmek için ah-ı can gerek…* *”Eğer birşey öpmek istiyorsan git Hacer-i Esved’i öp! Hiç olmuş bir kim- senin elini öpmek için kendi varlığından sıyrılman gerekir. Belli sayıdaki sözlerle can ve ruh kavranabilir mi? Birşeyi öpmek için dudak değil, tâ gönülden gelen bir “ah” lâzımdır.”Ve körün unvanını arif koyarak Görenin ismine divane denildi. Nice efsaneleri saydırmış ilim İlm-ü irfanına efsane denildi. Sonra üçüncü kişiye giderek, ziyaretimizin sebebini söyleyip, yardımcı olmasını rica ettik. Sürekli yalvanyordum. O da dinliyormuş gibi görünüyordu. Sonunda konuşmamı kesip vereceği cevabı beklemeye başladım.Şöyle dedi: Ona Mecnun mu denilir ki onun Leyla’sı Yeni bir cilve-i şevket ile Mevla olmuş.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...