15 Mart 2016

DÜNYA'DA KAOS YARATAN EMPERYALİST GÜÇLER



DÜNYA'DA KAOS YARATAN EMPERYALİST GÜÇLER

Anadolu'nun genleri dünya haritası gibi



Anadolu'nun genleri dünya haritası gibi
ABD'deki Stanford Üniversitesi'nin araştırması, Anadolu'da yaşayan insanların dünyanın farklı bölgelerine ait 12 farklı gen taşıdığını ortaya koydu. Araştırmaya göre, Anadolu insanı Kuzey Afrika'dan Finlandiya ve Hindistan'a kadar birçok farklı gen taşıyor.
Dünyanın en saygın okullarından ABD’deki Stanford Üniversitesi’nin yaptığı bir araştırma, Anadolu’nun dünyanın en çeşitli gen yapısına sahip bölgelerinden biri olduğunu ortaya koydu. Stanford Üniversitesi Tıp Fakültesi Genetik Bölümü’nün 2003 yılında başlayan araştırmasına göre, Anadolu’da yaşayan insanlar, Sibirya’dan Finlandiya’ya, Orta Asya’dan Balkanlar’a ve
Hindistan’dan Kafkaslara kadar birçok farklı halkın genlerini taşıyor.
Aralarında Türk uzmanların da bulunduğu 15 kişilik geniş bir ekip tarafından yapılan “Anadolu’nun Genetik Profili” isimli araştırmada, Türkiye’deki 95 farklı il ve ilçe merkezinde yapılan araştırmada toplam 523 kişiden alınan örnekler incelendi. Bu kişilerden 79’u kozmopolit bir kent olduğu için İstanbul’dan seçildi. Diğer bölgeler ise iklim, coğrafya, geçiş yolları üzerinde olması gibi niteliklerine göre belirlendi.
En yüksek oran ’J geni’
İşte yapılan araştırmaya göre Anadolu’da yaşayan toplulukların taşıdığı genler
J geni (Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Balkan): Yüzde 33.8
R geni (Avrupa): Yüzde 24
E geni (Afrika ve Güney Avrupa): Yüzde 11.4
G geni (İran ve Kafkas): Yüzde 11
I geni (Kuzey ve Doğu Avrupa): Yüzde 5.2
L geni (Hindistan): Yüzde 4.2
N geni (Sibirya ve Finlandiya): Yüzde 3.9
C, Q ve O geni (Orta Asya): Yüzde 3.4
K geni (Pakistan): Yüzde 2.5
A geni (Afrika): Yüzde 1
Atasoy: Anadolu, ırkların kaynaşma potası
Stanford Üniversitesi’nin araştırmasında çalışan İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü eski Başkanı Prof. Dr. Sevil Atasoy, araştırmada insanın genetik köklerinde hiç değişmeyen iki örneği yani anneden çocuklarına geçen mitokondriyal DNA ve babadan çocuklarına geçen Y Kromozomunun incelendiğini söyledi: “İlk insanları Kenya civarından göçe çıktı ve tamamı Maveraünnehir’i iki kol halinde geçti. Doğu Akdeniz‘le Hint Okyanusu arasında olan bu bölgeden iki kolda Anadolu’ya geldiler. Anadolu, insanlık tarihi için anahtar coğrafyadır. Anadolu üzerinden bir kol Avrupa’ya diğer kol ise Orta Asya ve sonrasında Kuzey, Güney ve Uzak Doğu’ya gittiler. DNA şifrelerimizde dünyanın bütün DNA kökleri bulunmakta. Anadolu tüm ırklar, etnik unsurlar ve medeniyetler için bir kaynaşma potasıdır.”
Türkler Avrupa’nın en karışık halkı
İsviçre merkezli iGenea şirketinin geçen mayıs ayında yaptığı araştırmaya göre ise, Avrupa’da yaşayan halklar arasında genetik anlamda “en karışık ve en az safkan” olan topluluk Türkiye halkı.
Türkiye’de “safkan Türk” tartışması yaratacak araştırma için Avrupa’nın dört bir yanından DNA örnekleri toplayan ve bunlar üzerinde analizler yapan bilim adamları Türkiye’de yaşayan Türkler’in sekiz farklı etnik gruba ait genleri taşıdığını belirledi. Çalışmada Avrupa’da “safkan” olmaya en yakın halkın ise Ruslar olduğu ortaya çıktı.
Ari ırk için İkinci Dünya Savaşı’nı çıkaran Almanların genetik yapısında ise sadece yüzde 25 Cermen genleri bulunduğu ve hatta genlerinin yüzde 10’luk bir kısmının da Yahudi ırkından geldiği belirlendi. iGenea yetkililerinin araştırmanın “en büyük sürprizi” olarak açıkladığı Türkiye sonuçlarına göre Türkiye’de yaşayan insanların genetik yapısı incelendiğinde 8 farklı etnik gruba ait izler bulunuyor.
Avrupa ve Türkiye’nin çevresindeki bölgede bu kadar karmaşık bir genetiğe sahip olan başka bir millet daha yok.
Türklerin taşıdığı genler ise şöyle: 1) Türk, 2) Berberi, 3) Yunan, 4) Alman, 5) Slav, 6) Arap, 7) Yahudi, 8) Balkan (Vatan)

Türklerin Genetik Haritası



Türklerin Genetik Haritası 
Türklerin Genetik Haritası, Türk Geni, Türkiye Türkleri ve Türk Devletlerinin gen havuzları, genetik bütünlükleri ve toplumsal dokusu üzerine araştırma notları.
Türklerin Genetik kökenleri ve gen bütünlüğü meselesi son 50 yıldır süregelen tartışma konusu olmuş, bu hususta ortaya atılan bilimsel bulgular kimi zaman politik, kimi zaman yanlı kimi zaman ise doğru ve rasyonel yorumlanamadığı için bazı tereddütleri beraberinde getirmiştir. Bu doğrultuda Türklerin ve Türkleri ortaya çıkartan çekirdek insan topluluklarının binlerce yıl geriye giden tarih serüvenleri içerisinde sahip oldukları özerklik ve müstakilliği inceleyip kültürel, genetik ve sosyopolitik açıdan incelemek ve anlaşılır bir dilde özetlemek gerekmektedir.

Kozmopolit ve Mozaik Tartışmaları

Son 50 yıldır süre gelen politik tartışmalarda sıkça telaffuz edilen ve Türkiye Cumhuriyeti içerisinde yaşayan toplumlara atfedilen kozmopolitlik ve mozaik kavramları, toplumsal kesimde kimi tereddütler ortaya çıkartmış, bu ifadeler aidiyet kavramı ve milli bütünlük gibi konularda duygusal tepkilere ve reaksiyonlara yol açmıştır. Çoğunlukla konunun karekökünü teşkil eden bilimsel ve tarihsel bulgular bakımından yeterli derinliğe sahip olmayan ve yüzeysel olmaktan öteye gidemeyen bu yorumlar toplum nezdinde mahsurlu düşüncelere yol açmaktadır. 
Söz konusu ifadelerden biri olan Kozmopolit kavramı, kozmo yani evren, polit yani vatandaş kavramlarının bir araya gelmesiyle oluşur. En anlaşılır ifadesiyle Dünya Vatandaşlığı şeklinde tercüme edilebilir. Mozaik ise farklı renklerdeki parçaların bir araya gelmesiyle ortaya çıkan görsel bir sanat ürünüdür. Her iki ifadede esasında Türk Toplumunun melez, karışık ve etnik anlamda çeşitlilik ihtiva eden bir yapıya sahip olduğu düşüncesini ortaya atan hümanist ya da hümanist görünen söylemlerdir. 
Peki gerçekten öylemidir? Bu kanıya nasıl varıldığını ve bu kanıya varanlar tarafından ortaya atılan bulguları tahlil ettiğimizde pek çok yanılgı ile karşılaşıyoruz. 
Bu yanılgıya malzeme olan bazı tespitler şunlardır;
- Bölgesel toplumlar arası kültürel farklılıklar
- Şive, aksan ve dil farklılıkları
- Gen araştırmaları
- İdeolojik ayrılıklar ve aidiyet duygusu
Tüm bu tespitler tarihsel derinlik ve bilimsel gerçeklik ışığında tetkik edildiğinde ortaya çıkan yanılgıları ortadan kaldırmakta, her birinin yanlış algı, eksik bilgi ve kusurlu yönlendirmelerden kaynaklandığını ortaya çıkartmaktadır. 
Bir toplumun genetik ya da kültürel bütünlüğünü tetkik ederken öncelikle Irk olarak ifade edilen genetik toplumsal dokunun ortaya çıktığı süreçleri, ortaya çıkan toplumların millet haline gelmesi ve aidiyet duygusu ile hareket etmeye başlamasını, bu noktadan sonra ise farklı Irk, Millet ve Toplumların nasıl bir araya gelerek çeşitlilik kazandıklarını incelememiz gerekiyor. 

Genlerin ve Temel Irkların Ortaya Çıkışı

Türkler de tıptı diğer tüm milletler gibi insanoğlunun on binlerce yıllık tarihsel serüvenleri neticesinde ortaya çıkmıştır. Ancak 90 bin yıl geriye gittiğimiz zaman tek bir ırk ve tek bir millet ile karşılaşırız. İlk İnsan Adem'in en yakın torunları olan bu millet aynı dili konuşur, aynı alışkanlıklarla yaşarlardı. Genetik bakımdan birbirinin kopyası olan ve sayıları birkaç bini geçmeyen bu az sayıdaki insandan oluşan temel Irk nasıl oldu da ayrışarak birbirlerinden ayrı birer Irk, birer millet haline geldiler? İşte bu sorunun cevabı bugünkü anlamıyla Irkların, Milletlerin ve Toplumların nasıl ayrıştığını, nasıl birbirlerinden farklı genetik yapılara sahip olduğunu anlamamıza yardımcı olacak. 

İnsanoğlu M.ö. 70 Bin'li yıllarda Afrika'dan Arap yarımadasına geçerek Dünya'ya yayılmaya başladılar. Başlangıçta birbirlerine çok benzeyen bu insanlar, yaşam imkanları son derece kısıtlı olan Afrika'dan geniş yaşam alanlarına ulaşabilecekleri Asya'ya ulaştıklarında birbirlerinden ayrı yönlere doğru göç etmeye başladılar. Yaşamsal imkanların daha geniş olduğu bu yeni coğrafya İnsanoğlunun hızla çoğalmasına olanak tanıdı. Sayıları birkaç bini geçmeyen İnsanoğlu önce onbinler, sonra yüzbinlere ulaşan nüfuslara sahip hale geldiler. Onbinlerce yıl süren bu göç dalgaları neticesinde Doğu Asya, Avusturalya, Mezopotamya, Arap Yarımadası ve Kuzey Kutbuna kadar ulaşan insan toplulukları binlerce yıl süren göç dalgaları ile ulaştıkları bu coğrafyalarda farkında olmadan genetik mutasyonlara maruz kaldılar. Farkında olamadılar çünkü ten renklerindeki fark edilemeyecek nispetteki bir değişim bile yüzlerce yıl sürdü. 
Bunun yanında anne ve babadan çocuklarına geçen kromozomlar, milyonda bir gibi nadir bir olasılığın insan sayısının artmasına bağlı olarak daha sık gerçekleşebilmesini söz konusu hale getirdi. Örneğin 1.000 kişilik bir toplumda, 1 milyonda bir gerçekleşmesi söz konusu olan bir olasılık takriben 1000 nesil sonra yani 60.000 yıl içerisinde mümkün olabilirdi. Ancak insan sayısı artınca bu olasılığın gerçekleşme olasılığının süresi daha da kısaldı. Sayıları On binlerle ifade edilmeye başlayan insanoğlunun anneden-babadan çocuklarına kopyalanan kromozomların mutasyona uğrama olasılığı 1.000 yıl gibi bir süreye kadar geriledi. 
Sayıları artan ve geniş coğrafi olanaklardan istifade ederek birbirlerinden bağımsız bölgelere göç etme inisiyatifini gösteren bu toplumlar, M.ö. 70.000'li yıllarda başlayan göç serüvenleri neticesinde 40.000 yıl içerisinde buzul çağının etkisinin azalması ile neredeyse tüm Asya ve Doğu Avrupa'ya yayılmış duruma gelmişlerdi. İçinde bulunduğu toplumdan kopan herhangi bir kol, birkaç bin yıl içinde genetik mutasyonlara uğrayıp bu mutasyonu, diğer toplumlardan izole olmuş bir kitle içerisinde yayınca birbirlerinden kopan ve münasebet kurmayan toplumlar arasında farklılıklar ortaya çıkmaya başladı. 
Kuzey bölgelerine yerleşen toplumlar, yaşadıkları mutasyonlarla çekik gözlü, beyaz tenli ve kalın kemikli bir yapıya dönüşerek bu özelliklerini izole olarak yaşadıkları binlerce yıl boyunca kendi toplumları içerisinde kopyaladılar ve binlerce yıl görüşmedikleri uzak akrabalarından farklı bir genetik yapıya sahip hale geldiler. Benzer şeklide Akdeniz kıyılarına, Uzak Doğu Asya'ya ve Avustralya'ya ulaşan ve burada kendi içlerinde yaşadıkları mutasyonlarla diğer uzak akrabalarından farklı hale geldiler. 
Görüldüğü üzere Irk kavramı genetik mutasyonlardan ve bu mutasyonların diğer toplumlardan izole olarak yaşanıp özümsenmesinden ibarettir. Söz konusu genetik farklılıkların ortaya çıkması ve korunması ise tamamen sosyal faktörlere bağlıdır. Coğrafi olarak birbirlerinden uzak bölgelere göç eden bu toplumlar, binlerce yıl içerisinde ayrışmış, henüz atlar evcilleştirilmediği için ancak mecbur kaldıklarında yaşadıkları bölgeyi değiştirmeye teşebbüs etmişlerdir. 
Buzul çağının etkisini giderek azaltması ile sayıları çoğalan toplumlar, göç etmeyi de tercih etmeyerek bulundukları bölgelerde uzun süre yaşamışlardır. Henüz devletlerin, orduların ve savaşların olmadığı bu ilkel ve karanlık tarihi dönemler Irkların oluşumlarına müsait bir zemin hazırlamıştır. Ancak zamanla insanoğlunun yeteneklerini geliştirmesi ve kalabalıklaşması, ve elbette buzul çağının etkilerinin tamamen ortadan kalkması ile onbinlerce yıl boyunca birbirlerinden ayrışan ve çoğu zaman münasebet kurmayan bu toplumlar karanlık tarihin son evrelerinde (M.ö. 10.000) birbirleri ile münasebet kurmak zorunda kalacak, kaynaşacak, melezleşecek ve bugün düşündüğümüz haliyle ilk Milletleri meydana getireceklerdir. 
İnsanlık tarihi boyunca yaşanan genetik mutasyonlar gen bilimi tarafından kodlanmış ve coğrafi tespitlere dayanan genetik bir harita oluşturabilmiştir. Bu mutasyonların tespit edildiği tarihler ve gerçekleştiği coğrafyalar şu şekildedir;
Gen Kodu 
(Gerçekleştiği Tarih (Milattan Önce), Gerçekleştiği Coğrafya)
  • A İlk İnsan Orta Afrika
  • B 50 Bin Güney Afrika
  • CT 50 Bin Doğu Afrika
  • D 50 Bin Taylant Bölgesi
  • E 50 Bin Kuzey Afrika
  • E1B1A 20 Bin Batı Afrika
  • E1B1B 20 Bin Mısır
  • C 50 Bin Arap Yarımadası
  • F 45 Bin Orta Doğu
  • G 20 Bin Kafkaslar
  • H 30 Bin Hindistan
  • I 25 Bin Ortadoğu
  • J 30 Bin Ortadoğu
  • K 40 Bin Güney Asya
  • L 30 Bin Ortadoğu
  • M 10 Bin Papua Yeni Gine
  • N 10 Bin Kuzey Moğolistan
  • O 35 Bin Doğu Asya
  • O3 35 Bin Doğu Asya
  • P 35 Bin Orta Asya
  • Q 20 Bin Sibirya
  • Q1A3A 10 Bin Kuzey Amerika
  • R 30 Bin Altay
  • R1A 10 Bin Hazar Bölgesi
  • R1B 25 Bin Hazar Bölgesi
  • S 10 Bin Ortadoğu
  • T 10 Bin Ortadoğu
Gen bilimi, genetik mutasyonların M.ö. 10.000'li yıllara kadar devam ettiğini takip etmiştir. Ancak bu tarihten sonra genetik bir mutasyona rastlanmamıştır. Çok ilginçtir ki insanoğlunun sayıları arttıkça genetik mutasyon olasılığı artmış olmasına rağmen M.ö. 10.000'li yıllardan itibaren sayıları çok daha hızlı artmaya başlayan insanoğlu genetik mutasyonlarla karşılaşmamıştır.

Gen Kavramının Ortadan Kalkması

İnsanoğlu, M.ö. 70.000'li yıllarda Afrika'dan çıkıp Dünya'ya yayılmaya başladıktan itibaren geçen 60.000 yıl sürecinde 51 kez genetik mutasyona uğradı. Bu mutasyonların 27'si Erkek genlerinde 24'ü Kadın genlerinde ortaya çıktı. Bu mutasyonların yaşandığı coğrafyalardaki insanlar, diğer toplumlarla münasebet kuramadıkları için izole olarak yaşadılar ve genetik olarak birbirlerinde farklı kalabildiler. Ancak buzul çağının sona ermesi ve yerkürenin hızla ısınması ile İnsanoğlu süratle çoğalmaya ve yaşadıkları coğrafyalardan taşmaya başladılar. Artan nüfus elbette insanoğlunun yeteneklerinin gelişmesine ve daha iyi bir yaşam isteme dürtülerinin artmasına yol açtı. Bu insani beklentiler ilk milletleri ve ilk medeniyetleri ortaya çıkarttı. 
M.Ö. 10.000'li yıllarda ilk Medeniyetlerin ortaya çıkması, 60.000 yıl boyunca süre gelen yaşam şeklini kökünden değiştirdi. Bu tarihe kadar sayıları onbinleri geçmeyen ve diğer coğrafyalardaki insanlar ile münasebet kuramayan insanoğlu, hızla çoğalarak göç yolları aramaya, daha müreffeh yaşam alanları bulmak için yola çıkmaya başladılar. Bu göç hareketleri neticesinde sadece birkaç bin yıl içerisinde büyük medeniyetler kurmaya, krallıklar kurup kanlı savaşlara girişerek hakimiyet alanlarını genişletme çabası içerisine girmeye başladılar. İnsanoğlunun yayılma ve sahip olma dürtüsü neticesinde Dünya artık eskisi gibi bir yer olmaktan çıkmıştır. Bu tarihe kadar binlerce yıl boyunca birbirlerinden kopuk ve izole yaşayan toplumlar adım adım karşı karşıya gelmeye, ittifak kurmaya ve kaynaşmaya başladılar. 
M.ö. 10.000'li yıllar henüz hiçbir milletin söz konusu olmadığı, hiçbir ırk ya da hiçbir toplumun kendisine bir isim vermediği, yalnızca hayatta kalabilme mücadelesinin yaşandığı bir dönem olmuştu. Ancak bu tarihten sonra toplumlar yaşadıkları bölgelere ve toplumlarına isimler vermeye başladılar. Hayatta kalmak dışında bazı dürtüler ortaya çıktı ve eğlenmek, savaşmak, saygınlık, v.b. insani faktörler kendisini göstermeye başladı. 
Evet, insanoğlu kalabalık kitleler halinde ve organize olarak hareket etmeye başlamışlardı. Hatta kendi toplumlarına isim vermeyi, hakimiyet alanlarını çizmeyi bile akıl edebilmişlerdi. Ancak Ilk Irkları ve ilk Milletleri meydana getiren bu büyük ayrışma çok büyük bir kaynaşmayı da beraberinde getirdi. İnsanoğlu artık kısıtlı sayıda topluluklar halinde izole olarak yaşamaktan vazgeçmiş, atı evcilleştirerek hareket kabiliyetini geliştirmiş ve onbinlerce yıl boyunca görüşmedikleri uzak akrabalarıyla tanışmaya başlamışlardı. Bu tarihlerde ne Irkçılık, ne de Milliyetçilik kavramları ortada yoktu. İnsanoğlu daha iyi yaşayabilmek için kalabalıklaşmak ve ortak hareket etmek zorundaydılar. 
Ortaya çıkan bu sosyal keşmekeş, 60.000 yıl süren genetik ayrışmayı yaprakların üzerine vuran bir rüzgar gibi savurarak harmanladı. Ve bu harmanlanma medeniyetlerin henüz kurulmaya başladığı en yakın tarih öncesi devirde gerçekleşti. Bu keşmekeşin en yoğun yaşandığı bölge ise Mezopotamya ve Anadolu oldu.

İlk Genetik Kaynaşma ve İlk Millet

Karanlık tarihin sis perdelerini aralayabildiğimiz bir dönemde gerçekleşen ilk genetik kaynaşma tarihçilerin Amerindler olarak adlandırdığı, genetik kodu Q olan ve 70 Bin yıl önce Afrika'dan çıkıp Kuzey Asya'ya göç eden müstakil bir kavim ile genetik mutasyonlarla teni tamamen beyaza dönüşen, genetik kodu R olan ve tarihçilerin Kafkasoid olarak adlandırdığı bir kavim arasında gerçekleşti. Kuzey Doğu Hazar bölgesinde, M.ö. 8.000'li yıllarda bir araya gelen bu iki toplum kaynaşarak karanlık tarihin en güçlü ve ulaşılabilen en kesin kültürü olan Anav kültürünü meydana getirdiler. 
Görüldüğü gibi tarihin ilk medeniyeti, ilk toplumu yani kendisine isim verebilmiş olmaları hasebiyle ilk Irk'ı genetik bir melezleşme ile ortaya çıkmıştır. Bu genetik kaynaşma, elbette bir tesadüf değil kaçınılmaz bir tezahür olarak karşımıza çıkar. Zira ilk müstakil toplumdan (Anav) sonra birkaç bin yıl sonra ilk medeniyet ve ilk devlet ortaya çıkacaktır. Sümerler, Anav insanlarının M.ö. 8.000'li yıllarda ortaya çıkmasından yaklaşık 4 bin yıl sonra yine bizzat Anav insanları tarafından Mezopotamya'da kuruldu (M.ö. 4.000). Tarihin ilk devleti ve ilk medeniyeti olarak kabul edilen Sümerler, çevresindeki pek çok toplum ve medeniyete de ilham kaynağı oldular. 
Sümer döneminden sonra yer küre, insanoğlu tarafından cehenneme dönüştürülmeye başlamıştı. İlk medeniyeti ve ilk milleti meydana getiren Sümerlerin açtığı çığır, bulunduğu coğrafyada hızla itibar gördü. Sümerlerin birleşerek bir kral önderliğinde hareket etmeleri, liderleri tarafından yönetilen bir toplumu tek bir güç haline getirmeleri bölgede yaşayan diğer toplumları da medeniyet kurmaya teşvik etti. Önce Hurriler, ardından Semitikler tek bir liderin etrafında toplanarak bugünkü anlamıyla, ilkel bile olsa bir Ülke haline geldiler. Ve yerküre ilk medeniyet savaşlarına tanıklık etmeye başladı. 
Mezopotamya'da kurulan ilk model Medeniyetler, kaçınılmaz olarak rekabet etmeye, savaşmaya ve birbirlerini yok etmeye başladılar. Sümer devletinin kurulduğu tarihten sonra geçen 2000 yıl bölgedeki demografik yapıyı kökünden değiştirdi. Sümer devleti yıkıldı, Semitikler güçlenerek büyük bir krallık kurdular, Hurriler, Hattiler ve akabinde Hititler Mezopotamya, Anadolu ve Orta Doğu'yu sadece coğrafi olarak değil demografik olarak da paylaşmaya başladılar. 
Burada en dikkat çekici husus şudur ki; M.ö. 2.000'li yıllarda nüfus bakımından en kalabalık coğrafya Anadolu-Mezopotamya-Orta Doğu hattıydı. Üstelik Afrika'dan başlayan göç hareketleri ile Dünya'ya yayılan insanoğlu, 60 Bin yıl boyunca uğradıkları mutasyonlarla farklılaşmış ancak büyük kitleler halinde tekrar Mezopotamya merkezinde bir araya gelmişlerdi. R Irkı (Beyaz Irk), büyük ölçekte Altay Dağlarından çıkarak Kızılderililerin atası olan Q Irkı (Amerindler) ile kaynaşarak Mezopotamya'ya inmişlerdi. En az 20 Bin yıl boyunca birbirleri ile münasebet kurmayan J Irkı (Semitikler), R ve Q ırklarının melezi Asyalı bir toplum ile savaşarak Mezopotamya'da aynı coğrafyayı bölüştüler. 
M.ö. 2.000'li yıllarda yaşanan ilk siyasi ve demografik kaynaşma ile 60 Bin yıl boyunca genetik olarak ayrışan üç büyük Irkı melezleştirmeye yetmişti. Üstelik bu tarihten sonra siyasi ve demografik gelişmeler daha da artacak, çok daha geniş coğrafyalara yayılarak Mezopotamya'da yaşananlar kendisini tekrar edecektir. 
Mezopotamya'dan hemen sonra Anadolu'ya yayılan medeniyetler çatışması Hattiler ve Hititler, Kuzey Afrika'ya yayılan medeniyetler çatışması ise Semitikler ve Mısırlılar arasında yaşanacaktır. Benzeri demografik kaynaşmalar Uzak Asya'da, Avrupa Steplerinde, hatta Kuzey Kutbu ve Amerika'da bile az ya da çok gerçekleşecek, biyolojik olarak erkeklerde sadece 27 gen tipine ayrılan insanoğlu, gerek kaynaşarak, gerek ayrışarak yüzlerce etnisiteyi ve milleti meydana getireceklerdir.

Irk - Gen - Millet Olgusu

Genetik biliminin sunduğu bilgileri, tarih bilinin sunduğu bulgular ışığında incelediğimizde açıkça görmekteyiz ki; bugünkü anlamı ile Irk kavramı Gen kavramı ile eşdeğer değildir. Gen kavramı, insanoğlunun 70 Bin yıl boyunca yaşadığı biyolojik değişiklikleri ifade eden bir kavram iken, Irk kavramı, toplumların genetik farklılıkları gözetmeksizin bir araya gelerek kendilerine müstakil bir yapı inşa etmelerini ifade etmektedir. Elbette Irkların varlıkları, bünyesindeki toplumların genetik geçmişi ile takip edilebilmekte ve bilimsel bir bulgu olarak mülahaza edilebilmektedir. Ancak İnsanların 70 bin yıl boyunca farkında olmadan yaşadıkları biyolojik değişimler demografik hareketler, göçler, savaşlar ve siyasi çalkantılar ile diğer gen grubuna ait toplumlarla akrabalık bağları geliştirmiştir.
Örnek verecek olursak, genetik olarak izole kalan çok az sayıda toplum vardır. Bunlardan biri Batı Afrika yerlileri, bir diğeri ise Aborjinlerdir. Gen kodu B olan Batı Afrika Yerlileri, coğrafi bakımdan siyasi çalkantılara maruz kalmamış, 70 bin yıl boyunca aynı bölgede yaşayarak biyolojik mutasyona uğrayan diğer toplumlarla münasebet kurmadıkları için genetik olarak bir akrabalık bağı kurmamıştır. Aynı şekilde Avustralya yerlileri olan Aborjinler, ilkel yaşamlarını halen devam ettirmişler, bu bölgeye nüfuz etmeye çalışan toplumlarla münasebet kurmadıkları için genetik bakımdan başkalaşmamışlardır. Oysa Asya ve Avrupa coğrafyaları yaşadığı demografik gelişmeler neticesinde birbirleriyle sıkça akrabalık bağları kurmuş ve adeta birer gen havuzu oluşturmuşlardır. Üstelik bu gen havuzları, iletişim ve ulaşım araçlarının yüksek imkanlara ulaşması ile kaynaşmaya fevkalade müsait durumdadır. Son 100 yıllık dilimi dikkate alacak olursak, özellikle Asya ve Avrupa coğrafyalarında savaşın hızının azalması ve sınırların kati çizgilerle çizilerek toplumların kültürel olarak izole olması hasebiyle genetik alışveriş oldukça azalmıştır. 
Tüm bu tespitler bizi şu sonuca ulaştırmaktadır; Irk, Gen ve Millet kavramları birbirlerinden çok ayrı anlamlar taşımaktadır. Gen, insanoğlunun 70 bin yıllık tarih serüveni içerisinde yaşadığı biyolojik mutasyonları ifade eden bir kavramdır. Irk kavramı ise tarihsel süreçler içerisinde birleşen ve kaynaşan toplumların kendilerini devam ettirebilme yeteneği, yani akrabalık bağının birbirini takip etmesidir. Millet kavramı ise bir insan topluluğunun aynı paydada buluşarak, aynı siyasi otorite etrafında birleşmelerini ifade eder. 
Örneklendirerek açıklayacak olursak, Türk Geni ifadesi bize Türk Irkını meydana getiren toplumun 70 Bin yıl önceye dayanan insanlık tarihinde hangi biyolojik mutasyonları geçirmiş insanlarla akraba oluştuğunu ifade eder. Unutmamak gerekir ki hiçbir Irk, tek başına bir genetik kökenden meydana gelemez. Türk Irkı ifadesi ise binlerce yıl boyunca bir arada yaşayan ve kendisine Türk diyen toplumlarla aramızdaki akrabalık bağını ifade eder.

Türklerin Gen ve Irk Haritası

Günümüzde tam anlamıyla bağımsız 6 büyük Türk Devleti bulunur (Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan). Bunların yanında özerk yapıya sahip yarı bağımsız 15 Cumhuriyet bulunmaktadır (Sincan, Altay, Balkar, Başkurtistan, Çuvaşistan, Dağıstan, Gagavuzya, Kırım, Hakasya, Karaçay, Karakalpakistan, Tataristan, Tuva, Yakutistan). Tüm bu devletlerin coğrafi sınırlarını bir araya getirdiğimizde karşımıza Asya'nın üçte birini oluşturan muazzam bir harita çıkacaktır. Buna paralel olarak nüfuslarını da birleştirirsek Dünya'nın en kalabalık 2. Toplumu karşımıza çıkar. Peki böylesi geniş bir coğrafyaya yayılan bir toplumun genetik ve biyolojik geçmişini araştırmak istersek nelerle karşılaşırız? 
1950'lerden ortaya çıkan ve günümüze kadar gelişerek ve ivme kazanan gen bilimi, insanoğlunun 70 Bin yıl önce yaşayan insanlarla akrabalık bağlarını ortaya koyabilecek seviyeye gelmiştir. Bu noktadan hareketle toplumların hangi genetik toplulukların bir araya gelmesi ile müstakil bir yapıya kavuştuğunu takip edebiliyoruz. Örnek verecek olursak;

Türk Geni Gen Haritası
Yukarıdaki tablo bize pek çok bulgu ve ipucu sunmaktadır. DNA ve Gen araştırmaları alanında bir otorite haline gelen FamlyTreeDNA projesi ile yaklaşık 700.000 insan üzerinde (2014 verilerine göre) Gen araştırması yapılmış, bu araştırmalar neticesinde insanların 70 bin yıl önceki ataları tespit edilebilmiştir. Böylelikle hangi ülkede, yüzde kaç oranında hangi ana etnik gruplardan insanların yaşadığı ana hatları ile ortaya çıkmıştır. 
Bu tabloda görüldüğü üzere Türkiye Türklerinin nüfusunun yaklaşık %40'ı İç Asya, %40'ı Ortadoğu, %12'si Fars, %6'sı Güney Asya kökenli olduğu tespit edilmiştir. Elbette bu rakamlar 70 Milyonluk bir toplumun genetik kökenlerini kesin olarak ortaya çıkartmak için yeterli sayılmayacaktır. Zira bu araştırma 1000 kişinin altındaki denek ile hazırlanmıştır. Bunun yanında sosyal ve coğrafik bakımdan bir etnik kökenin diğerinden daha hızlı üremesi ve çoğalması da geriye dönük tespitleri güçleştirebilmektedir. Ancak bilimsel bakımdan en güçlü referans her halükarda gen araştırmaları olacaktır. 
Tabloda R, C, I, N, P ve Q olarak belirtilen genetik kodlar İç Asya'da yaşamış olan toplumların geçmişte yaşadığı genetik mutasyonları temsil eder. Söz konusu genetik koda sahip insanlar İç Asya'da bir gen havuzu meydana getirmişler ve Türklerin ataları bu coğrafyada yaşamışlardır. 
K ve L olarak belirtilen genetik kodları Güney Asya (Hindistan, Pakistan, V.b.) toplumlarına ait genetik bütünlüğü ifade eder. Her coğrafyada azınlık durumunda olan bu kodlar Asya'dan Mezopotamya'ya göç eden Türkler tarafından sürüklenmiştir. 
J, E ve F olarak belirtilen kodlar ise Arap Yarımadası ve Ortadoğu'nun kadim toplumu olan Semitik toplumları (Araplar, Yahudiler, Ermeniler, v.b.) arasında sıklıkla görülmektedir.
DE ve G genetik kodları ise günümüzde yalnızca Farsi, İrani kavimlerde görünmekte olan oldukça eski ve özerkliğini yitirmiş bir toplumun genetiğini teşkil eder. 
Peki bu bilgi ve bulgular bize neyi anlatıyor? Parçaları bir araya getirince taşlar yerine oturuyor ve Türklerin Anadolu'ya gelmeden önceki ve sonraki genetik kaynaşmalarını gün yüzüne çıkartıyor. 
Türk toplumlarının içerisinde en yoğun asimilasyona uğradığı düşünülen Türkiye Türklerinin gen istatistikleri ile İç Asya'da yaşayan ve gen havuzunun dış etkilerden daha az etkilendiği düşünülen Türk Devletlerinin gen istatistiklerini karşılaştırdığımızda şu sonuçlara varıyoruz;

İlk Göçler ve İlk Genetik Alışverişler

Açıkça görünmektedir ki gen havuzumuzun baş rol oyuncuları İç Asya kökenli genlerden oluşmaktadır. İç Asya'dan 4. yüzyıldan itibaren batıya göç etmeye başlayan, 9 Yüzyıldan itibaren Orta Doğulu kavimlerle münasebet kuran ve 10. Yüzyıldan sonra Orta Doğu - Anadolu hattını ana vatanı haline getiren Türk toplumları, Asya'dan yola çıktıkları dönemde sahip oldukları gen bütünlüğünün en az %40'ını korumuşlardır. Dikkat edilecek olursa Türk'lerin İç Asya'dan çıkışlarından günümüze tam 16 yüzyıl geçmiştir. Bu süreç pek çok toplumu asimile olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakır. Zira herhangi bir toplum, zayıflamaya başladığı zaman kendisinden büyük toplumlar tarafından hem toplumsal hem kültürel olarak kuşatılır, tebaa haline getirilir ve güç dengeleri içerisindeki rolünü kaybeder. Oysa İç Asyalı Türkler bu konuda çok başarılı olmuşlardır. Savaşçı kimlikleri ile hakimiyet altına girmeyi kabul etmeyen, girseler bile mutlaka tekrar özgürleşmenin bir yolunu bulan bu savaşçı kavim, kimliklerini yitirmemiş hatta sayıca azınlık durumuna düştükleri dönemlerde bile kendisinden sayıca üstün olan toplumları hakimiyeti altına alarak yeniden dirilmişlerdir (Bkz. JuanJuanlar, Gazneliler, Memlükler, v.b.).
İç Asyalı Türkler, 3. yüzyılda Büyük Hun devletinin tüm ardılları ile birlikte yıkılması ve Çin hakimiyetine girmesi ile İç Asya'dan Batıya doğru ilk göç hareketlerine başlamışlardı. Önceleri ana yurtlarını terk etmek istemeyen bu savaşçı kavim, Çin Hanlığının baskısına karşı koyamayınca bir kısmı Çin'in tebaası haline gelse de büyük kitlelerle Batı'ya doğru göç hareketlerine girişmişlerdi. Büyük kitlelerle gerçekleşen bu göç hareketleri 5. yüzyıldan itibaren filiz vermeye başlamış, önce Attila Avrupa sınırlarına dayanmış, ardından Eftalitler Orta Doğu'da muazzam bir güç durumuna gelmişlerdi. Yeni taşındıkları coğrafyalarda azınlık durumunda olmalarına rağmen Liderlik ve savaşçılık vasıfları ile çevresindeki toplumların saygısını kazanarak liderliklerini üstlenmişlerdi. Yani asimile olmamış, sayıca azınlık durumunda olsalar bile çevresindeki kalabalık kitleleri asimile etmişlerdi. 
Atilla, Batı'da hükmettiği devleti ile dünyanın en büyük gücü haline gelmiş olan Roma İmparatorluğunu dize getirirken ordusunda yalnızca Türk süvarileri bulunmuyordu. Uzun yıllardır Romalıların başına bela olan Barbar Cermenler (Almanların Ataları) Atilla'ya boyun eğmiş ve onun liderliğini kabul etmiş, Hazardan Avrupa steplerine ilerlerken istila güzergahı üzerinde bulunan ve kendilerini korumaktan daha öteye gidemeyen irili ufaklı savaşçı kabileleri kendisine bağlayarak hem Türklerden hem Avrupalı savaşçılardan muazzam bir ordu kurmuştu. Bugün bu devlet halen ayakta olsaydı muhtemelen gen havuzundaki İç Asyalı gen unsurları %40'ı geçemeyecekti. Aynı şekilde Atilla'nın ayağa kaldırdığı Avrupa Hun Devletinden 30 yıl sonra kurulan Ak Hun Devleti, Aksuvar Kağan tarafından 430 Yılında bağımsızlığını ilan ettiğinde bulundukları Orta Doğu coğrafyasında kendisine tebaa haline getirdiği pek çok Semitik kavim bulunuyordu. Devletçilik ve liderlik vasıfları ile bölgesindeki küçük güçleri bir araya getiren ve büyük bir güç haline gelen Ak Hun İmparatorluğu, tıpkı batı kardeşi Avrupa Hun İmparatorluğu gibi asli unsuru İç Asyalı Türklerden oluşmakla birlikte bünyesine kattığı yerel ve komşu güçlerle kaynaşmış ve gen alışverişinde bulunmuştu. 
İç Asya'dan kopup gelen Türklerin göç serüvenleri daha ilk yüzyıllardan itibaren genetik kaynaşmalara sahne olmuş, böylece Türkler bölgenin yerel halkı içerisinde yerini almıştı. Bu durumu asimilasyon ya da kozmopolitik bir tezahür olarak düşünmek tarihi yorumlayamamak olacaktır. Zira tüm bu siyasi gelişmeler içerisinde Türkler her zaman baş rolü oynamış, kurulan tüm devletler Türk Devlet Töresi ve toplumu Türk Kültürü ile varlıklarını sürdürmüşlerdir. Buna asimilasyon değil ancak genişleme ve yayılma politikası denilebilir. 

Yeni Yurt Orta Doğu

İç Asya'dan kopan ve batıya göç eden Türk kitlelerinin 4. yüzyılda başlayan göç serüvenleri 9. yüzyıldan itibaren hız kazanmaya başladı. Aslında 9. yüzyıl Dünyasının en parlak yükselişi yine İç Asya'da yaşanıyordu. 6. Yüzyılda Batı Asya'da yükselen Avrupa ve Ak Hun İmparatorlukları yıkılıp tarihten silinirken aynı tarihlerde İç Asya'da yeniden bir Türk Dirilişi ortaya çıktı. İç Asyalı Türkler 3 asır süren esaretin zincirlerini kırarak yeniden bağımsızlığına kavuştular ve 2 bin yıllık ana yurtları olan bu bölgede Büyük Göktürk İmparatorluğunun temellerini attılar (552). Türkler, esaret altında yaşadıkları 3 asır boyunca bulundukları coğrafyadaki büyük güç olan Çin'in tebaası durumundaydılar. Ancak yalnız değillerdi. Hun Türkleri döneminden bu yana hem kadim düşmanları hem de kadim müttefikleri olan Moğollar da Çin esareti altında yaşıyorlardı. Hun Devleti döneminde Türk - Moğol ilişkilerinin hem kültürel hem de siyasi münasebetleri esaret altında yaşayan bu iki toplumun kaynaşması için yeterli zemini oluşturmuştu. Aslında müstakil bir toplum olan Moğollar, eski güçlerini kaybettikten sonra asimile olma tehlikesiyle karşı karşıya gelmişlerdi. Zira Hun ardılları olan Türkler Çin'in en batısında bulunuyorlardı ve bu tehdide Moğollar kadar maruz kalmıyorlardı. Oysa Moğollar, Çin hanlığının kuzey hudutlarında yaşadıkları için Çin'in asimilasyon politikalarına daha yoğun biçimde etkileniyorlardı. Bu durum Göktürk Devletinin kurulması ile Moğollar için bir çıkış yolu olmuştur. Çin asimilasyonlarından kaçmak için Göktürk Devletine sığınan Moğollar, müttefik arayışı içerisine girmiş olan Türkler için potansiyel dost haline gelmişlerdi. Böylece Türkler, ana yurtlarında yeni bir gen alışverişinde daha bulundular. Moğol coğrafyasından kaçarak Göktürk Devletine tabi olan moğollar, zamanla Türkleştiler ve Türklerin İç Asya'daki gen havuzu içerisinde yerlerini aldılar. Elbette bu kaynaşma Avrupa ve Ak Hun Devletlerinde olduğu kadar yoğun biçimde gerçekleşmedi. 
En iyimser tahminlere göre bile Türkleşen Moğolların sayısı Göktürk nüfusunun %10'unu geçmeyecektir. 
4. yüzyılda batıya doğru başlayan göç dalgaları ile batılı kavimleri kendisine bağlayan Avrupa Hun ve Ak Hun Devletleri, yıkıldıktan sonra bölgenin demografik yapısı içerisinde yerlerini almış, asimile ettikleri coğrafyada yaşayarak 3 asır boyunca bölge halklarıyla kaynaşmışlardı. İç Asya'da ise Türkler Göktürk Devleti ile yeniden dirilmiş ve Moğollarla küçükte olsa bir gen alışverişi içerisinde bulunmuşlardı. İç Asya'da ve Batı Asya'da yaşanan bu gelişmeler Türk Tarihinin altın devrinin temellerini teşkil ettiler. Göktürk Devleti 650 yılında tamamen yıkılmış, 680 yılında 2. Göktürk Devleti olarak yeniden kurulmuştu. İkinci Göktürk Devletinin kurulduğu dönemde Batıda 3 asır boyunca inzivaya çekilen Ak Hun ardılları küllerinden yeniden doğdular. 630 yılında kurulan Bulgar Devleti İtil bölgesinde güçlenmişti. Hazar Bölgesindeki Türkler ise Hazar Devletini kurmuş, bölgenin en önemli güç unsuru haline gelmeye başlamışlardı. Batıda Hazar Devleti, Doğuda İkinci Göktürk İmparatorluğu halinde yaşayan Türkler giderek güçleniyorlardı. Türklerin devlet kurma becerileri bu tarihlerde kendisini göstermeye başladı. Hazarlar batıda güçleniyor, doğuda ise İkinci Göktürk Devletinin zayıflaması ve yıkılması ile birlikte Türkeşler, Uygurlar, Karluklar peş peşe bağımsızlıklarını ilan ediyorlardı. 9. Yüzyılın sonlarına doğru devam eden bu süreç Karahanlılar döneminde daha büyük bir güç unsuru haline geldiler. 
Karahanlılar Devleti, İç Asya'da bağımsızlık ve güç arayışı içerisine giren Türk Toplumlarını tek bir merkezi idare altına almayı başardı. Hun İmparatorluğu döneminden bu yana kurulan en büyük Türk Devleti olan Karahanlılar, önce Karluk boylarını, ardından Uygur ve bölgede yaşayan diğer irili ufaklı Türk boylarını bünyesine kattı. Elde ettiği güç ile sınırlarını Batıya doğru genişleten Karahanlılar, Orta Doğu'ya doğru ilerleyişini sürdürerek hem İç Asya'daki Çin tehdidinden uzaklaştılar hem de çok daha verimli olan Batı Asya'yı ana yurt haline getirdiler. 
Karahanlıların 10. Yüzyılın ilk çeyreğinde İslamiyeti kabul etmesi ile Türk Tarihinin seyir haritası da değişti. Satuk Buğra Han döneminde (924-955) Müslümanlığa geçen ve İslamiyeti devlet dini olarak kabul eden Karahanlılar, artık yeni komşuları olan Sasaniler ve Araplar ile münasebet kurmaya başladılar. Türklerin Karahanlılar dönemindeki toplumsal komşuluk ilişkileri, Hunlar ve Göktürkler döneminde olduğundan çok da farklı gerçekleşmedi. İslamiyetin kabulü ile yeni dostlar ve yeni düşmanlar kazanan Karahanlılar, genetik anlamda itibar edilebilir bir gen alışverişi içerisine girmediler. Ancak yeni yurtları, Türklerin alışageldiği geleneklerin dışında yönetilmekteydi. İslamiyetin kabulü ile birlikte Türklerin devlet yönetimi de bazı değişikliklere uğradı. 
Karahanlılar Devleti döneminde kurulan Gazneliler ve Selçuklular Türk Coğrafyasının hudutlarını Orta Doğu ve Anadolu'ya kadar genişlettiler. Bu bölgenin kadim toplumları olan Semitik kavimler, İslamiyetin toplum nezdinde yerleşmesi ile birlikte bir bakıma bölgesel özerklik sistemi olan Emirlik ile idare edilmekteydi. Emirler, bir bölgenin özerk valileri gibi davranırlardı. Bir merkeze bağlıydılar ancak kendilerine bağlı birer orduları ve çoğu zaman kendi vergi kuralları bulunurdu. Her Emir, kendi bölgesinin en üst amiri konumundaydı ve güçler ayrılığı gibi bir kavram olmadığı için bölgesel krallıklar gibi idare edilirdi. Merkezi idare ile bağları ise ordu gönderme ve vergi ödemekten öteye geçmezdi. Bu idare biçimi, ister istemez Türklerin yönetim biçimi içerisinde de yerini aldı. Karahanlılar döneminde benimsenmeyen bu yönetim biçimi, Gazne Devleti ve Selçuklu Devletinin temel idare biçimi haline gelmişti. Fethedilen bir vilayete bir Emir atanır, bu Emir bölgenin askeri ve idari anlamda tek olarak atanırdı. Emirler merkezi hükümdara bağlıydılar ancak elde ettikleri güç bu bağın kopması için fazlasıyla elverişliydi. 
Emirlik sisteminin genetik alışverişlere fazlasıyla müsait olduğunu söylememiz yanlış olmaz. Zira Emirler, kendi toplumlarını yönettikleri için bir savaşın kaybedilmesi ya da kazanılması durumunda Emirliğe bağlı olan toplumlar yerlerini değiştirmezler. Yalnızca bir hükümdarın idaresinden çıkar diğer hükümdarın idaresine geçerlerdi. Hatta bir hükümdarın emrinde olan Emir mağlup olduğunda yeni hükümdarına boyun eğerek makamını koruyabilirdi. Böylece tebaa daha kolay hakimiyet altına alınır ve saygı duydukları Emir tarafından kontrol edilebilirdi. 
Emirlik sistemi ile birlikte toplumsal münasebetler ve genetik alışverişlerin gerçekleşmesinin ilk emarelerini Gazne Devleti döneminde görebiliriz. Fars kökenli olan Samaninin yıkılması ile Horasan bölgesindeki Türklerden oluşan bir orduyu komuta eden Alptegin, devlet içerisindeki karışıklıktan istifade ederek baş kaldırdı ve emrindeki askerlerle birlikte Gazne'de bağımsızlığını ilan etti (962). Alptegin Han'ın kurduğu devlet, Samani devletinde olduğu gibi Emirliklerle idare ediliyordu. Alptegin Han'da kurduğu devletini aynı sistem ile yönetmiş, Güney Asya'da güçlenerek bölgesinde önemli bir güç haline gelmişti. Gazne Devleti kurulduğunda yalnızca ordusu ve hükümdarı Türk iken, çevresindeki Hintli ve Semitik toplumlara baş eğdirerek farklı etnik unsurları bir araya getiren bir devlet haline geldi. Gazne Devletinin güçlenmesinden sonra Türk Boylarınında itaat etmesi ile birlikte Türkler, Semitik Kavimler ve Hintlilerden oluşan bir sosyal yapıya sahip hale gelmişti. Hakimiyeti altındaki bölgeleri Emirlik sistemi ile yönetmesi neticesinde de bu kaynaşma daha da yoğunlaştı. 
11. Yüzyıla geldiğimizde Türklerin İç Asya'dan başlayan yolculuğu Doğu Avrupa, İç Asya ve Güney Asya'ya kadar ulaşmıştı. Türkler, tüm bu coğrafyalarda azınlık değil asli yönetici unsur olarak rol almışlar, kendilerine bağladıkları diğer etnik unsurları Türk devlet töresi ve Türk Kültürü ile yönetmişlerdi. Bu siyasi ve toplumsal tezahürler neticesinde Türklerin gen havuzu irili ufaklı katılımlarla daima zenginleşti. Çevresindeki toplumları bünyesine katarak kendi kültürünü kabul ettirdi ve toplumunun bir parçası haline getirdi.

Son Yurt Anadolu

4. Yüzyılda başlayan, 10. yüzyılda ivme kazanan ve 11. yüzyılda zirve noktasına ulaşan Coğrafya değişiklikleri Selçuklu Devleti döneminde son raddesine geldi. İç Asya'dan başlayan göçler önce Avrupa'ya ulaştı. Sonra İç Asya ve Güney Asya'ya. Bölgesel dengelerin yerine oturması ve siyasi çalkantıların azalması ile sınırların kesin çizgilerle belirlenmesi gen alışverişindeki hareketliliğinde yavaşlamasına neden oldu. Asli müstakil unsur olan Hun Türklerinin Karahanlılar ve Gazneliler döneminde yaşadıkları toplumsal münasebetler neticesinde bu toplumların ardılı olan Selçukluların demografik yapısı İç Asya'dakine nispeten bir miktar değişikliğe uğramıştı. Önce Göktürkler döneminde Moğollar ile kaynaşarak Moğol geni olan (C) yi gen havuzu içerisine katmış, ardından Ortadoğu ve Güney Asya'nın gen havuzu içinde olan (K ve L) genleri ile bir miktar kaynaşmıştı. 
İç Asyalı Türklerin Moğol ve Güney Asyalı genleriyle tanışmalarından sonra taşındıkları yeni coğrafyaya ayak uydurmaları da gen alışverişlerini beraberinde getirdi. Gazne Devletini zayıflatan, Karahanlılar Devletinin yıkılmasından sonra ile döneminin en güçlü Türk Devleti olan Selçuklular, diğer Türk Devletlerine nispeten sınırlarını Anadoluya çok daha fazla yaklaştırmıştı. Hazar Çevresinde büyüyen ve güçlenen Selçuklu Devleti, Karahanlılar ve Gazne Devletlerinin zayıflaması ile Türk Boylarının göçleri ile giderek güçlendiler. Oğuz Türklerinin ardılları olan Selçuklular, Türk Töresini diğer Türk Devletlerinden daha güçlü taşımış, aynı şekilde İslamiyete de diğer Türk Devletlerinden daha yüksek bağlılık sergilemişlerdi. Bu bakımdan yalnızca Türklerin değil Abbasilerin zayıflaması ile Arap Dünyasının da itibarını kazanmışlardı. Tüm Bunların yanında, Selçuklular, sınırlarını giderek daha güneye ve daha batıya doğru genişletiyor, İran coğrafyasını hakimiyeti altına alıyordu. Bu durum, iki temel etnik unsur olan Semitikler ve Farsilerle yoğun münasebetleri de beraberinde getirdi. 
Selçuklu Devleti, 1071'de Roma İmparatorluğuna karşı kazandığı büyük zafer ile İslam Dünyasının yeni lideri haline gelmişti. Sürekli birbiriyle savaşan ve zayıflayan Orta Doğu toplumları, mezhep çatışmaları ve hakimiyet kavgalarıyla hem İslam Ordularını zayıflatmış hem de bölgede büyük ve güçlü bir unsurun hakimiyet sağlamasına engel olmuştu. Bu durumu Selçuklu Devleti değiştirdi. Sultan Alparslan döneminde Roma'ya karşı kazanılan zafer neticesinde Abbasi Halifesi Hutbeyi Selçuklu Sultanı adına okutunca Selçukluların misyonu büyük ölçüde değişti. Artık İslam Dünyası Selçuklu Sultanını İslam Ordularının komutanı olarak görmeye başlamıştı. Buna paralel olarak da Selçuklu Sultanları, Abbasi halifesini tehdit eden tüm ayrılıkçı hareketlere karşı hilafet makamını koruyor, Orta Doğunun tüm güç dengelerini kontrol ediyordu. Arap Emirlikleri Selçuklu Ordularının emrine verilmeye başlanınca toplumsal kaynaşma daha da ivme kazandı. 
Selçukluların toplumsal münasebetleri yalnızca Semitik kavimlerle gerçekleşmedi. Aynı zamanda toprakları üzerinde hüküm sürdüğü Farslar, Emirlikler halinde Selçuklu Hükümdarına bağlı durumdaydı. Bununla birlikte İç Asya'dan kopan ve Selçuklu Devletine bağlılığını bildiren Türk Boyları da İran Coğrafyası içerisine yerleşmeye başlamışlardı. Selçuklu Toprakları yoğunlukla Farsların (İraniler) yaşadığı, Türk Boylarının yoğun göçlerle yerleştiği, Arap toplumların ise siyasi ve ekonomik faktörlerle Selçuklu toprakları içerisinde rahatça dolaşabilmeye başladığı bir demografiye sahip duruma gelmişti. Bu durum genetik alışverişleri de kaçınılmaz hale getirdi. Türk toplumu İç Asya, Doğu Avrupa ve Güney Asya'da olduğundan daha yoğun şekilde gen alışverişi ile karşılaştı. Göktürk döneminde aldığı İç Asyalı genlerle önce Gazne Devleti döneminde Moğol geni C'yi bünyesine kattı, ardından Gazne Devleti döneminde K ve L genleri ile münasebet kurdu. Ardından Selçuklu Devleti döneminde Orta Doğu'ya girerek hem Semitik genleri olan E, F ve J ile kaynaştı hem de hakimiyet sürdüğü İran coğrafyasının eski ev sahipleri olan G ve DE ile yoğun bir münasebet kurdu. Böylelikle önce Moğollar, sonra Güney Asyalılar, ardından Farsiler ve beraberinde Semitikler ile kaynaştılar. Üstelik bu münasebetler 16 yüzyıl önce başlayıp son 3 asır boyunca istikrarlı bir şekilde devam etti. 
Selçuklular döneminde başlayan toplumsal münasebetler Osmanlı Devleti döneminde yavaşlasa da sona ermedi. Daha az savaş ve yerleşik hayata geçme konusundaki başarı toplumsal alışverişin hızını azalttı. Osmanlı Devleti döneminde toplumun önceki devirlere göre daha huzurlu yaşaması göçleri ve demografik gelişmeleri yavaşlattı. 6 Yüzyıl boyunca devam eden Osmanlı Devleti dönemi, bölgedeki toplumların tek bir merkez altında yaşaması, aynı kültürü benimsemesi ve aynı dili konuşması için fazlasıyla yeterli bir süreç oldu. Bunun yanında Osmanlı Devleti döneminde, Doğu Avrupa ve Balkanlarda yaşayan ve buraya 4. Yüzyıllarda yerleşerek zamanla bölgedeki etnik unsurlarla genetik alışverişlerde bulunan Türklerde gen havuzu içerisine karışınca günümüz Türkiye Türklerinin genetik haritası son halini almış oldu. Elbette bu süreç Cumhuriyet döneminde sınırların kesin çizgilerle çizilerek sınır geçişlerinin vizeye tabi tutulması ile dış etkilerden neredeyse tamamen izole hale geldi.

Genetik Haritanın Tahlili

Türkiye Türklerinin, İç Asya'dan 16. asır önce başlayan yolculukları esnasında yaşadıkları demografik gelişmeler, genetik alışverişler ve kültürel evrilmeler neticesinde ortaya çıkan gen haritasını tahlil ettiğimizde şu sonuçlara varıyoruz;
16 yüzyıl boyunca yaşanan süreçler neticesinde İç Asya kökenli genler %40 oranında korunmuş, Farsi toplumlardan %12', Semitik kavimler %40', Güney Asyalı kavimlerden %6, 16 Yüzyıl önce Avrupa'ya yerleşen Türkler vasıtasıyla da %1-2'lik bir gen katılımı gerçekleşmiştir. 
Elbette bu veriler yalnızca gen katılımını göstermeyecektir. Zira toplumsal etkileşimler neticesinde gerçekleşen gen katılımı, benzer şekilde Türk toplumlarının diğer Orta Doğu kavimlerinin gen havuzuna da tesir etmiştir. Örneğin bugün İran Devleti içerisinde yaşayan toplumların gen havuzunda İç Ayalı gen katılımı %29 olmuştur. Bu rakam Irak için %24, Suriye için %30 civarındadır. Bugün Orta Doğu'daki ülkelerin nüfuslarında %30 gibi önemli bir oranda Asyalı Genleri mevcuttur, ki bu gen katılımı İç Asya'dan Anadolu'ya göç ederken arkamızda bıraktığımız genetik parçalardır. 
Verileri doğru değerlendirebilmek için kıyas yapmak faydalı olacaktır. Türkiye Türklerinin demografik yapısını, daha az demografik etkiye maruz kaldığı düşünülen Türk Devletleri ile kıyasladığımızda ortaya çıkan rakamlara dikkat çekmek gerekir. Örnek verecek olursak, Kazakistan %90 oranında İç Asyalı genlere sahiptir. Ancak bu %90'lık oranın %35'i Moğol geni olan C'den oluşur. Açıkça görünmektedir ki Kazakların gen havuzu, 13. yüzyılda yaşanan Moğol istilaları neticesinde yoğun şekilde Moğol genleri ile kaynaşmıştır. Moğol genlerini çıkarttığımız zaman Hun Ardıllarına ait olan genetik unsurların oranı %55'lere düşecektir. Türkiye Türklerinin genetik havuzundaki Moğol geninin oranı ise yalnızca %1.3 dür. Anlaşılmaktadır ki bu %1.3'lük oran Göktürk Devleti döneminden bugüne kadar olan süreçte genetik miras olarak süre gelmiştir. Benzeri kıyaslamaları diğer Türk Devletleri ile yaptığımızda da aynı sonuca ulaşırız.
Toplumsal gen havuzu içerisindeki %40'lık asli unsur oranını, söz konusu toplumun asimile olduğu ya da kozmopolit haline geldiği şeklinde yorumlayamayız. Zira bu oran bir toplumun, bünyesine kattığı toplumları aynı milli ve kültürel pota içerisine dahil etmesi için fazlasıyla yeterlidir. Özellikle azınlık olacak kadar zayıf bir kitle ile bünyesinde barındığı toplumun liderliğini üstlenecek güçlü kültürel ve idari yapıya sahip olan Türkler söz konusu olunca bu oran olması gerekenin çok üzerinde bir rakam olarak karşımıza çıkar. 
Kıyaslayacak olursak, genetik Irkçılık ve Ari Irk gibi kavramlar konusunda en iddialı toplumlardan olan Ruslar ve Almanlarda bile belli bir etnik grubun oranı %43 ile %55 arasındadır. Yani rahatlıkla diyebiliriz ki eğer Türkiye Türkleri melez bir toplumsa ya da saf bir ırk değil ise, günümüzde Dünya'da varlığını sürdürebilen hiçbir ülke saf ya da melez olmayan birer Irk olamaz.
Bilimsel çerçeveyi referans alırsak şunu da belirtmek gerekir ki genetik ırkçılık, matematiksel olarak sıfıra eşittir. Zira tüm Irklar, geriye doğru takip edildiğinde tek bir ana Irka yani A haplogrubuna ulaşacaktır. Genetik faktörün referans alınabileceği tek nokta, bir etnik unsurun bir toplum içerisinde ne kadar uzun süre var olduğu ve buna bağlı olarak o toplum içerisindeki aidiyet ruhunun ne denli olgunlaştığıdır. Türkiye'nin demografik yapısı içerisine dahil olan en yeni etnik unsur bile en az 8 asır önce gen havuzuna ve toplum-kültür potası içerisine dahil olmuştur. Bu süre, etnisitenin toplumsal çerçevedeki önemini ortadan kaldırmak için fazlasıyla yeterlidir.

ÖLÜM ÂNI, BEYİN ÖLÜMÜ KRİTERİ HAKKINDAKİ TIBBÎ, AHLÂKÎ, HUKUKÎ TARTIŞMALAR ve İLGİLİ HABERLERDEN ÖRNEKLER



ÖLÜM ÂNI, BEYİN ÖLÜMÜ KRİTERİ HAKKINDAKİ
TIBBÎ, AHLÂKÎ, HUKUKÎ TARTIŞMALAR ve
İLGİLİ HABERLERDEN ÖRNEKLER


Ölüm Ne Zaman?
Yaratıcı olan Hazret-i Allah insanları mükerrem yaratmıştır. Azaları da mükerremdir, hürmete lâyıktır, alınıp satılması, bir işte kullanılması helâl değildir. İnsan vücudu ilahî bir emanettir. Öldükten sonra dahi kullanılamaz, vücudun azalarının tasarrufu ile ilgili bir hususta vasiyet edilemez.
Kaldı ki organlar insan tam olarak ölmeden alınmaktadır. Zira organ naklinin yapılabilmesi için nakil yapılacak organın canlılığını devam ettirmesi tıbbî bir zorunluluktur. Kalp durduktan sonra, kısa bir süre içerisinde bütün organlar ölürler ve organ naklinde kesinlikle kullanılamazlar.
"Beyin ölümü" denilen durumda beyninin öldüğüne karar verilen hastanın kalbi çalışıyor vaziyettedir. Nitekim İngiliz anestezi uzmanları bu durumdaki hastanın organları alınırken acı hissettiğini tesbit etmişlerdir.
"Beyin ölümü" kriteri ilk olarak 1968 yılında Harward Tıp Okulu'nda bu iş için toplanan komite tarafından kabul edilmiştir. Bu kavram organ nakli ile birlikte gündeme gelmiştir.
Halbuki ölüm, mahiyeti tam olarak bilinemeyen bir süreçtir. Ölüm "Kalp, beyin ve solunum fonksiyonlarının üçünün birden sona ermesi hali"dir. Ölüm halinin tamamlandığı böyle bir durumda ise organların kullanılabilmesi mümkün değildir. Mümkün olsa idi kadavraların organları kullanılırdı.
Bir hukuk dalı olan Adli Tıp öğretisinde ölüm şu şekilde tanımlanmaktadır:
"Kişiye canlılık kazandıran dolaşım, solunum ve sinir sistemi fonksiyonlarının, kendi başına çalışmalarının durması ve ancak birtakım yapay araçlarla bu fonksiyonlar tekrar faaliyete geçirildiğinde kendi başına çalışmaya gücü olmaması hâli ölüm demektir." (Şemsi Gök, Adli Tıp, 5. baskı, Filiz Kitabevi, İstanbul, 1983)
Bu hukuki tanımlamadan görüleceği gibi kalp ve solunum durmadan ölüm gerçekleşmemiş sayıldığına göre, bugünkü uygulamada kalbi çalışan bir hastayı beyni öldü diye organlarını alarak hayatına son vermek hukuken de bu işe vesile olanları mesuliyet altında bırakmaktadır.
"Görülüyor ki ölümde en kesin kriter üremenin ve rejenerasyon yani nesiçlerin kendi kendilerini tamir keyfiyetinin bir daha iade edilmeyecek şekilde durmasıdır.
Beyin ve sinir hücrelerinde esasen üreme ve tamir olmadığından beyin ve sinir sisteminin ölümü, sür'atle tayin edilebilir ki biz buna biyolojik ölüm diyoruz. Fakat ölümün hukuk bakımından tam olabilmesi için bu keyfiyetin diğer organlarda ve nesiçlerde de görülmesi gerekir ki bu da saatler, hatta günler ister.
Demek ki hukuk bakımından ölümün sür'atle tesbiti mümkün değildir. O halde insandan insana organ naklinden ya vazgeçeceğiz veyahut da bugünkü tıb ahlâkına veda edeceğiz." (Prof. Dr. Bedi N. Şehsuvaroğlu, Tıbbî Deontoloji, sh: 285)
Hülâsa; ölüm bedenden ruhun çıkmasıdır, çünkü nefes alıp veren ruhtur.
"Can boğaza dayandığında." (Vâkıa: 83)
"Artık gözünüzü açın! Ne zaman ki can köprücük kemiğine dayanır." (Kıyâmet: 26)

Ölüm Kararının Verilebilmesi İçin

Bütün Vücut Fonksiyonlarının Durması Gerekir:

Beyin, kalp ve solunum gibi temel hayatiyet fonksiyonları belirli bir sıraya göre sona ermezler. Bazen önce beyin, bazen önce kalp, bazen önce solunum sona erer. Her durumda hastanın hayata dönme ihtimali daima vardır. Bunun örnekleri de çoktur. Hatta bu konuda "Öldükten Sonra Yaşayanlar" diye müstakil bir kitap bile yazılmıştır.
"Kalbi durdu diye sun'î solunum cihazına bağlandıktan sonra, hayatından ümit kesilip cihaz kaldırıldığında yaşayanlar olduğu gibi, hasta iken kalbinin durduğuna hükmedilen kimselerin, ameliyatla incelendiğinde önceden ölmedikleri ancak ölümlerine ameliyatın sebep olduğu durumlar da vardır. Senelerden beri sun'î solunumla yaşayan Amerikalı bir kızın, anne-babasının rızâsı alınarak cihaz kaldırıldığında normal hayata dönmesi ve kalbi durdu diye ameliyata alınan başka bir hastanın kalbine ameliyatla müdahale edildiğinde öldüğünün anlaşılması bunun açık misalleridir." (Es-Selâmî, Muhammed Muhtar, Meta Tentehi'l-Hayat, Mecelletü Mecmai'l-Fıkhi'l İslâmî, c. 2 sayı 3)
"Ölümün kendine göre alâmetleri vardır. Kalp attığı müddetçe -ister kendi kendine isterse sun'î solunum cihazıyla- beyin ölümüne itibar edilmez." (Bûti, İntifâu'l-İnsan, Mecelle, c. 1, sayı 4)
"Beyin ölümü teşhislerinde vücut gıda alabilmekte, hatta beden gelişmeye devam etmekte, yani vücut fonkiyonları canlı kalabilmektedir. Bunun yanında öldüğüne dair aksini ispat edecek herhangi bir delil de olmadığı halde, o şahsa ölü denilmesi imkânsızdır." (Vâ'î, Hakikatü'l-Mevt, Mecelle, C. 2, Sayı 3)
"Beyin ölümü, ancak ölümün habercisi ve ona alâmet olabilir. Kalp tamamen durmadan mücerret beyin ölümü, ölüm olarak kabul edilemediği gibi, bu durumda naklin yapılması da caiz olmayacaktır." (Bâr, İntifâü'l-İnsan, Mecelle, c. 1, sayı 4)
Hayatından ümit kesilen vak'alarda fiş çekme denilen makina desteğinin ortadan kaldırılıp kaldırılamayacağı bile tartışalan bir durumken, organ nakillerinde bu tür hastalar fiş çekilmeden yani makina desteği ile yaşıyorken ameliyat masasına alınmakta; bir tarafta çalışan bir vücudun parçaları sökülürken diğer tarafta organ takılacak öbür hastaya bu parçalar takılmaktadır.
Milyonda bir kişi bile olsa hayata geri dönme ihtimali olan bir kimse organları alındığı için öldüğü zaman durumunuz ne olacak?
"Kim bir cana kıymamış ya da yeryüzünde bozgunculuk yapmamış olan bir kimseyi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur." (Mâide: 32)
Beyin bütün ilmî gelişmelere rağmen hâlâ keşfedilmeyi bekleyen bir muammadır. Beynin fonksiyonel haritası ve hücreler arası alışveriş ve irtibatın mahiyeti tam olarak ortaya konulamamıştır.

Hekimin İlk Vazifesi "Hayata Saygı Göstermek"

ve Ondan Sonra da "Zarar Vermemektir":

Prof. Dr. Bedi N. Şehsuvaroğlu Tıbbi meslek adâbı ve mevzûatına dair yazdığı "Tıbbî Deontoloji" isimli eserinde insandan insana nakillerde görülen bağdaşma problemlerinden bahsettikten sonra, bu meseleler çözülse bile insandan insana organ naklinin gereksiz olduğunu, yapay organlar geliştirilmesi gerektiğini savunmaktadır.
Kitabında "Organ nakli" mevzusunu "İnsanlarda Doku ve Organ Nakli" başlığı altında müstakil olarak irdeleyen Prof. Şehsuvaroğlu "Beyin ölümü"nün kabul edilmesine eleştiriler getirmekte ve bunu tıp ahlakı ile ilişkilendirerek "O halde insandan insana organ naklinden ya vazgeçeceğiz veyahut da bugünkü tıp ahlâkına veda edececeğiz." demektedir. Tababet gibi kutsal bir mesleğin ahlâktan yoksun kalmasını ise"KAPLANIN KANATLANMASI KADAR KORKUNÇ" bir durum olarak vasıflandırmaktadır.
"Zira bugün herkes bilmektedir ki, insanlarda kan gurupları gibi doku grupları da çeşitlidir ve bu arada, hatta çözülmesi gereken başkaca bağdaşma mes'eleleri vardır. Bunlar çözülmeden organ nakli yararsızdır. Kaldı ki, bu mes'eleler çözüldükten sonra da insandan insana organ nakli gene gereksizdir. İdeal olan sunî veya dakron gibi plastik maddelerden hatta kauçuktan yapılmış yapma organları bu amaçla kullanabilmektir.
Ancak bundan sonradır ki organ naklinin toplumda uyandırdığı allerji son bulur. Sosyal ve hukuki problemler kadar etik, hatta dinî problemler de çözülür." (Sayfa: 82)
"Hekimin ilk vazifesi, ana karnına düştüğü andan itibaren hayata saygı göstermektir ve en az 2500 yıldır her hekim bu görevi yeminle güçlendirir. Onun için organ nakli Deontoloji'de büyük bir problem olmuştur." (Sayfa: 83)
"Evvelce de söylediğimiz gibi, organ naklinde ölü denilen bedenden aldığımız kısım henüz canlıdır. O halde bedenin bir kısmı el'an canlı olan bir insana ölü denilebilir mi? Başka bir deyimle, hangi organlarımız ölürse bütün bedeni ölü olarak kabul edebiliriz? Ve nihayet, ölüm halinin sür'atle tespiti mümkün müdür? Görülüyor ki bütün bu sorular organ nakli ile başlamıştır. Malûmdur ki, antik çağda değil organ nakli, disseksiyon, yani ölü bedeninin öğrenim için kesilip biçilmesi ve otopsi, yani hastalık teşhisinin kesinlikle yapılabilmesi için ölü bedeninin açılması bile yasaktı. Çünkü insan bedeni kutsaldı." (Sayfa: 83)
"Ancak ölülerden alınan canlı organların nakli bugün tıp ahlâkı ve hukuk bakımından büyük bir problem yaratmıştır. Çünkü yukarıda da söylediğimiz gibi hekimin ilk vazifesi 'hayata saygı göstermek' ve ondan sonra da 'zarar vermemektir'.
Henüz ölüm hali kesinlikle tanımlanmadan bir insanın kalp gibi en hayati bir organını almak bizce her iki prensibe de aykırıdır. Zira 24 Nisan 1968'de gazetelerde okuduğumuz gibi köylülerin öldü diye bıraktıkları bir yaralı saatler sonra Adana'da hekimlerin elinde hayata kavuşmuştur. Yani ölümün mutlak olarak tesbiti zamana bağlıdır. Halbuki organ naklinde gaye ölü bedenden alınacak organın canlı olmasıdır. O halde hukuken ölümü nasıl tesbit edebiliriz. Ve bu tesbit işinin çok kısa zamanda yapılması mümkün müdür?" (Sayfa: 83)
"Hukuk uzun asırlar ölümün tarifi ile meşgul olmuştur. Çünkü kişi hakları şahsiyetin-kişiliğin tekevvünü ile başlar ve gaybı ile biter. Filhakika Medeni Kanunun 27. maddesi;
'Kişilik çocuğun sağ olarak, tamamiyle doğduğu andan başlar ve ölüm ile nihayet bulur. Çocuk sağ doğmak şartiyle ana rahmine düştüğü andan itibaren medeni haklardan istifade eder.' der. Bunun içindir ki babalığın tayini ve veraset gibi haklara şüphe düşmesin diye eskiden boşanan kadınların iddet müddetlerine önem verirlerdi. Bu süre zarfında bir başka erkekle düşüp kalkması, hatta yeniden evlenmesi şiddetle yasaktı. Gene bu sebepledir ki klâsik hukuk ölümün tarifini de yapmıştır. Kanunlarımıza göre (ölüm şahsiyetin son bulduğu hal)dir ki bunun belirtileri de şunlardır:
1. Şuurun ve reflekslerin geri gelmemek üzere kaybı
2. Teneffüsün durması
3. Kalbin durması
4. Tansiyon arteriyelin sıfıra düşmesi.
İşte bu gibi önemli hayati fonksiyonlar kaybolunca ölüm hali tam olur ve böylece hem kişilik, hem de kişi hukuku ortadan kalkar.
Lâkin yukarda da belirttiğimiz gibi bugün tekniğin gelişmesi sayesinde bir çok insanlar teneffüsü ve kalbi durduktan uzun bir süre sonra yeniden hayata kavuşturuldukları gibi, bir çok insanlarda da ameliyat icabı teneffüs ve kalp uzun bir süre durdurulmakta fakat şahıs beden dışı sun'i cihazlarla yaşatılmaktadır. O halde teneffüs ve kalbin durması ölümün oluşması için kesin bir kriter olamaz. Kaldı ki şimdi bir de sun'i kış uykusu-Hibernation var ki bunda senelerce hareketsiz ve donmuş olarak kalan insanın yeniden diriltilmesi söz konusudur.
Şuurun ve reflekslerin gaybına gelince, Dr. Alp Reel ve Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel vak'alarında olduğu gibi uzun süre hatta senelerce bitkisel hayat yaşayan insanların da bu takdirde ölmüş olarak kabulleri gerekir. Halbuki muayyen şartlarla bu gibi insanlar çiftleşebilmekte hatta çocuk sahibi olmaktadırlar ki bu da ölüm ile bağdaşamaz. Görülüyor ki ölümde en kesin kriter üremenin ve rejenerasyon yani nesiçlerin kendi kendilerini tamir keyfiyetinin bir daha iade edilmeyecek şekilde durmasıdır.
Beyin ve sinir hücrelerinde esasen üreme ve tamir olmadığından beyin ve sinir sisteminin ölümü, sür'atle tayin edilebilir ki biz buna biyolojik ölüm diyoruz. Fakat ölümün hukuk bakımından tam olabilmesi için bu keyfiyetin diğer organlarda ve nesiçlerde de görülmesi gerekir ki bu da saatler, hatta günler ister.
Demek ki hukuk bakımından ölümün sür'atle tesbiti mümkün değildir. O halde insandan insana organ naklinden ya vazgeçeceğiz veyahut da bugünkü tıb ahlâkına veda edeceğiz. Tababet gibi kutsal bir mesleğin ahlâktan yoksun kalması, kaplanın kanatlanması kadar korkunçtur. O halde geriye bir çare kalıyor ki o da ya evvelce dediğimiz gibi sun'î organların gelişmesinin ve kullanışlarının pratik ve kolay hale gelmesini beklemek (Ek-9), veyahut da birkaç sene önce Amerika'da Reemtsma'nın denediği gibi hayvanlardan insana organ naklini başarmak ki, bu da bir biyolojik mes'eledir." (Sayfa: 84-85)


Denizli Valisi Recep Yazıcıoğlu'nun Ölümünde 

Yaşanan Tartışmalar
ve Dile Getirilen Gerçekler:

Denizli Valisi Recep Yazıcıoğlu 2003 yılında geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını kaybetmişti. Vali Yazıcıoğlu'nun geçirdiği kaza sonrasında vefatına kadar yaşadığı süreci halkımız yakından takip etmişti. Gerek yakınlarının gerek doktorların gerekse ilâhiyatçıların konuyla alâkalı açıklamaları basına yansıdı. Vali Yazıcıoğlu'na doktorları beyin ölümü teşhisi koydular ve karar verilmesi durumunda fişinin çekilerek organlarının kullanılabileceğini söylediler. Vali Yazıcıoğlu'nun kardeşi, eski Diyanet İşleri Başkanlarından Sait Yazıoğlu ise buna müsaade etmediklerini söyleyerek soruları şu şekilde cevapladı:
"Vücudun kendisinin işi sonlandırması, hem tıbbi etik açısından hem de din açısından bize daha uygun gibi geliyor."
CNN Türk'te yayınlanan Manşet programındaki tartışmada İstanbul Tabip Odası Başkanı Prof. Dr. Gencay Gürsoy Vali Yazıcıoğlu'nun durumunu geri dönüşü olmayan, organ vericisi olarak kullanılabilecek bir "Hasta" olarak tanımlamış ve organların alınmasını "Pasif ötenazi" diye nitelendirmiştir.
Program katılımcısı Y. Nuri Öztürk ise "Hayata ne şekilde olursa olsun bizim son verme hakkımız yok. Onun için beklemek lâzım. Din, ötenazi konusunda hiç cevaz vermez, orada da beklemek lâzım. Bu sadece pragmatik açıdan somut kişi meselesi değil, bu hayata ilke olarak saygının bir ifadesidir. Dinden bunu bekleyemezsiniz." diye konuşmuştur.
Vali Yazıcıoğlu'nu "Organ vericisi olarak kullanılabilecek bir hasta" olarak tanımlayan Prof. Dr. Gencay Gürsoy şu ilginç bilgiyi vermiştir: "Amerika'da bir kişi 1984'de trafik kazası geçirdi ve 19 yıl makinaya bağlı yaşadı. Geçenlerde uykusundan uyandı ve hayata döndü. Ve olmaz denilen oldu. Tıp dünyası bunu mucize olarak görüyor."
Nitekim çıkan haberlerde birçok kimsenin bütün fizyolojik fonksiyonları, sona ermeden hastadan ümit kesmediğini ve kesinlikle ölü olarak tanımlamadığını görmekteyiz.

Dünya Organ Naklinde Hemfikir Değil

(Ahlâkî (Etik) Tartışmalar):

Organ Nakli hakkındaki dini, ahlakî, felsefî tereddüt ve tartışmalar bütün dünyada geçerliliğini koruyan bir konudur. ESOT ve EDTA/ERA isimli kuruluşların Almanya'nın Münih kentindeki ilk müşterek toplantısındaki görüşler "Organ Naklinde Ahlak, Adalet ve Ticaret" başlığı altında kitaplaştırılmıştır. Türkçe Çevirisi Editörlüğü Ekrem EREK tarafından yapılan ve Nobel Tıp Kitabevi tarafından basılan bu eserde yer bulan bazı açıklamaları burada nakletmek istiyoruz:
"Japonya ve bazı Asya kültürleri bugün bile beyin ölümünü kişinin ölümü olarak kabul etmez.
İnsan organizması tecavüzkâr girişimlere müsait kabul edilmediğinden kişi ancak bütün organları hayatiyetini kaybettiğinde ölmüş olarak kabul edilir. Vital organların çıkarılması kişinin hayatını sona erdirdiğinden müsaade ancak kişi öldükten sonra alınabilir. Organ nakli ise, ancak organ yaşıyorsa yapılabilir. Aksi takdirde, biyolojik olarak naklin gerçekleşmesi imkansızdır. Joachim Gerlach'ın bir zamanlar söylediği gibi, 'bir insan ancak bütün organları fonksiyonları yitirdiğinde ölmüş kabul edilir' denirse bu kişinin organ nakli için organ vermesi imkânsızlaşır." (sayfa 178)
"Son zamanlarda Avrupa'da da –özellikle Alman filozoflar- beyin ölümünü refüze edici ve total olarak vücudun ölümünü kabul edici sesler yükselmeye başlamıştır. Onlar ölümün gerçekten oluştuğuna inanmak istemekte ve yapay aygıtlardaki kişilerden organ alınmasına karşı çıkmaktadırlar (5,7) Liechtenstein Academic of Philosophy'den Prof. Josef Seifert, beyin ölümü kriterlerine karşı çıkarak, yoğun bakımdaki bir kişinin kimliğinin değişmediğini ve tam organ ölümüne inandığını belirtmektedir. Reddedilemez bir tez de, bizim kişilere organ vericiler olarak yaklaşmamız, beyin ölümü olmuş kişileri organ vericiler olarak görmemizdir. Prof. Seifert için organ ve kalp alınıp nakledilmesi etik olarak doğru bulunmamaktadır." (Sayfa 178)
Bu toplantıda organ nakli önünde engel teşkil eden fikirlerin bertaraf edilmesi amaçlanmış olsa da, materyalist hayat felsefesine daha yakın olan Batı dünyasında bile bu konunun ciddi bir tartışma zemini bulduğu da anlaşılmış olmaktadır.
Nitekim Batı Avrupa'da "Beyin ölümü kriterini kabul eden" son ülke Danimarka'dır.
"Merak konusu olan olay Batı Avrupa'da Danimarka'nın beyin ölümü kriterini kabul eden son ülke oluşudur." (Sayfa 186)
"Bir televizyon programında bazı din bilginleri ve bir yazar organ naklini 'yamyamlıkla' eş değer tutmuşlardır." (Sayfa 186)
"Danimarka Etik Kurulu" ölüm kriteri olarak "Bir kişi: 1. Kalp ve dolaşım fonksiyonu 2. Solunum fonksiyonu, ve 3. Beyin faaliyetleri total ve geriye dönüşü mümkün olmayacak şekilde durmuşsa ölüdür." diye bir karar almıştır. (sayfa 186)
Aynı kararda "Beyin fonksiyonu kaybolan bir kişi" ölüm olayının içine girmiş kişi olarak tanımlanmış, ölü olarak tanımlanmamıştır.
Danimarka Parlamentosu 1990 yılında bu "Etik kurulu kararı"na rağmen "Beyin Ölümü Kriteri"ni kabul aden bir yasayı onaylamıştır.

Hukuki Boyut:
"Beyin ölümü" teşhisi konulması hakkındaki kriterleri ortaya koyan hekimler; "Hiçbir beyin refleksinin bulunmaması ve bu durumun en az 24 saat sürmesi beyin ölümünün en önemli kriterleri." demektedirler.
Yandaki habere konu olan hukuk ihlali bu bilgi ile birlikte değerlendirilirse uygulamadaki vehameti kavramak daha kolay olacaktır. (Ancak yeni hukuki düzenlemeler maalesef "Beyin ölümü" tanısını koymayı kolaylaştıracak şekilde yapılmaktadır.)
10 Eylül 2003 tarihli Radikal haberinde Avukat Süleyman Anıl konunun hukuki boyutu hakkında şu bilgileri veriyor:
"Tıp, beyin ölümünün gerçekleşmesinden sonra kişiye 'ölü' dese bile hukukta 'ölünün' tanımı yok.", "Bu durumda hekim kimi zaman 'cinayetle' bile suçlanabiliyor. Hastanın makineden çıkarılması konusunda aile 'rıza' vermiş bile olsa hukuk bunu kabul etmeyebilir."
Hukuk'ta "ölüm anı" önemli bir konudur. Zira miras hukukunda kimin önce öldüğünün tesbiti terekenin geleceği hakkındaki kararı etkiler ve bazen dakikalar, hatta saniyeler bile önem kazanır. Yine canlı ile ceset arasında hukuki açıdan büyük fark vardır ve yerine göre mühim bir ihtilafa konu olabilir.
Hukukçular ölümü genel olarak bütün vücut fonksiyonlarının, solunum ve kalbin durması olarak kabul etmişlerdir.
Yargıtay'a göre ise ölümün gerçekleşmesi için bütün organların işlevlerini yitirmiş olması gerekir. Yargıtay 1. Ceza Dairesi'nin 11.08.1972 tarihli kararına göre "Ölüm anı bütün organlarının durduğu andır." (Bkz. Prof. Dr. Çağlar Özel, "Medeni Hukuk Açısından Ölüm Anının Belirlenmesi ve Ceset Üzerindeki Hakka İlişkin Bazı Düşünceler")

Alman Nina Typol'ün Ölümü:
Yine yanda ibretlik bir haberi görüyorsunuz.
Nina Typol ismindeki genç bayanın organlarının kullanılabilmesi için karnındaki bebeğe rağmen "Fişinin çekilmesi"; -tıbbi, dini, ahlâki bakımdan tasvip edilmesi mümkün olmayan bir hadise olduğu gibi- bu tür olaylarda hukukun ne kadar zorlandığının -hatta çiğnendiğinin- tipik bir örneğidir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...