Şiilik ilk önce Hz. Osman (R.A.) ödneminde Mısır´da başladı.Daha sonra Irak´a sıçradı ve orayı merkez edindi.Acaba neden Irak, Şiiliğin merkezi olmuştur Bunun birkaç sebebi vardı:
1) Hz. Ali (R.A´.) hilafeti boyunca Irak´ta kaldı. Orada insanlarla görüştü, Iraklılar Hz. Ali´yi takdir etmeyi gerektiren faziletlerini bizzat gördüler ve hiçbir zaman Emevîlere kalben dost olmadılar.
2) Hz. Muaviye, hilafeti döneminde Irak´a vali olarak Ziyad b. Ebih´i gönderdi. Ziyad, görünüşte muhalefeti ortadan kaldırdıysa da insanların kalbinden, karşı gelme duygularını silemedi.Ziyad´dan sonra Yezid devrinde Irak´ın valiliğini Ziyad´ın oğlu yaptı. Bunun döneminde Emevîlere karşı ilk ayaklananlar Iraklılar oldu.
3) Âbdülmelik b. Mervan döneminde iktidar Mervan oğullarına geçince Âbdülmelik vali olarak Irak´a meşhur Haccac´ı gönderdi. Haccac baskıyı daha da artırdı. Her baskı arttıkça şülik mezhebi de güçlendi.
4) Diğer yandan Irak, eski medeniyetlerin birleştiği bir yerdi. Irak´ta Fars ve Keldanî ilimleri ve bu milletlerin medeniyet kalıntıları bulunuyordu. Aynca bu ilimlere Yunan felsefesi, Hint düşüncesi katılmıştı. Bu medeniyet ve düşünceler Irak´ta birbirleriyle yoğruldular böylece Irak, îslâm fırkalannın birçoğunun meydana geldiği bir yer oldu. Özellikle felsefe ile ilişkisi olan fırkalar... işte bu sebepledir ki Irak´ın düşünce yapısına uygun bir çok felsefî görüşler, şülik mezhebine karıştı.
5) Bütün bunlara ilâveten Irak, ilmi araştırmaların beşiği ve Iraklılar da zeki insanlardı. Bunlar hakkında İbn-i Ebil Hadid şöyle der: «Resulullah (S.A.V.)´in, devrinde yaşayan Araplarla bu topluluk arasında bana göre fark şudur: Bunlar Iraklıdır., Küfe sakinlerindendir. Irak toprağı, devamlı heva ve heveslerine uyan kişiler, acaip inanç sahipleri ve harika mezhepler´yetiştirir. Bu iklimin halkı gözü açık, araştmcı, görüş ve inançlan inceleyici ve mezheplere itiraz edici bir karaktere sahiptir. Fars krallan olan Kisralar döneminde bunlann içinden «Mâni» «Deyson» «Mazdek» ve benzeri kişiler çıkmıştır. Hicaz´ın karakteri ise böyle değildir, Hicaz halkının kafa yapısı da bu zihniyette değildir."
d- ŞİA KAYNAK ESERLERİ VE ALİMLERİ
ŞİA TEFSİR KİTAPLARI VE ALİMLERİ:
1 -Mecmau’l Beyân: Şeyh Tabersî
2 -Et-Tıbyân: Şeyh Ebû Cafer Tûsî
3 -El-Mîzân: Allâme Muhammed Hüseyin Tabatabâî
4 -Tefsîr-i Numûne: Allâme Mekârim Şîrâzî
5 -Tefsîr-i Kummî: Şeyh Kummî
6 -El-Burhân: Seyyid Bahrânî
7 -Tefsîr-i Ayâşi: Allâme Ayâşî
8 -Tefsîr-i Sâfî: Allâme Feyzül Kâşânî
9 -Min vahyi’l Kur’ân: Muhammed Hüseyin Fazlullâh...vb.
ŞİA HADİS KİTAPLARI VE ALİMLERİ:
1. Usûl ve Furû-u Kâfî: Ebû Cafer Muhammed Kuleynî
2. Men lâ yahduruhu’l Fakîh: Ebû Cafer Sadûk Kummî
3. Tehzîb: Ebû Cafer Muhammed b. Hüseyin Tûsî
4. İstibsâr: Ebû Cafer Muhammed b. Hüseyin Tûsî
Yukardaki dört kaynak için “Kütüb-ü Erbea” (temel dört kaynak eser) denilir.
5. Bihâru’l Envâr: Muhammed Bâkır Meclisî
6. Vesâilü’ş Şîa: Allâme Hurru’l Âmûlî
7. Nehcü’l Belâğa (Hz. Ali’nin hutbeleri): Seyyid Radıyy
8. Tuhafu’l Ukûl: Hasan b. Ali Harrânî
9. Sefînetü’l Bihâr: Şeyh Abbas Kummî
10. Müstedrekü’l Vesâil: Şeyh Abbas Nûri
Ayrıca Türkiye'den;
Murtaza Turabi,
Kadri Çelik,
Abdulbaki Gölpınarlı
e - ŞİA FIRKALARI
1) Sebeiyye: Hz.Ali halifelerin en üstünüdür.O Allahtır.Halifelik onun hakkıdır.O ölmedi.
2) Ğurabiyye: Peygamberlik Alinin hakkıydı.Cebrail yanlışlıkla ona vahiy getirdi.
3) Keysaniyye:İmam olarak Ali'nin oğlu Muhammed bin Hanefiyye'yi tanır.
4) Zeydiyye: Önceki 3 halifeyi tanırlar. Bu fırkanın imamı, Zeyd b. Ali Zeynelâbidin´dir.
5) İmamiye: 12 imam prensibine inanılır.İmamlar masumdur.Bu günkü esas şia akımı.
A) İsnaaşeriyye: (Caferiyye).İmamiyyenin bugün en yaygın ve büyük kolu.Caferi Sadıktan sonra imamlığın oğlu Musa Kazım'a geçtiğini söylerler.
B) İsmailiyye: (Batınilik) Caferi Sadıktan sonra imamlığım Musa Kazım'a değil diğer oğul İsmail'e geçtiğini söylerler.
6) Hakimiye: Bu aşın gurubun reisi, Allah´ın, kendisine hulul ettiğini (girdiğini) iddia eden ve insanları kendine ibadet etmeye çağıran, Fatımi devletinin başkanlanndan «el-Hâkim bî-Emrillah» dır.
7) Dürziler: Dürzî inancına göre Allah, Yedi İmam'dan sonra Fatımî halifesi Hâkim Biemrillah el-Mansur İbnil Aziz Billah'ta Hâkim Biemrihi adıyla insan kılığında görünmüştür. Halife'nin veziri Hamza bin Ali de onun peygamberidir.Bu görüşü Suriyede yayan Anuştegin ed-Derezi den adını aldığı sanılmaktadır.
8) Nusayriye: Hasan Sabbah'ın mezhebi .Hz.Ali'yi Allah olarak tanır ,islamın batıni tarafıyla ilgilenirler.
9) Rafizilik :
Şii olarak kabul edilen kimseler için yanlış olarak kullanılmış bir tabir şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Zira, bu isimde hiç bir müstakil fırkaya rastlayamıyoruz. Şia için de Rafizilik tanımı kullanılmıştır.Şianın kollarıiçin de.
1) Sebeiyye:
Bunlar, Abdullah İbn-i Sebe´ye tâbi olanlardır. İbn-i Sebe´ Hiyreli bir Yahudi idi. Kendisini müslüman olarak gösteriyordu. Annesi siyah bir cariye olduğu için İbn-i Sebe´ye «Siyah kadının oğlu» anlamına gelen «îbnüssevda» da denilirdi. Bu kişinin Hz. Osman (R.A.) ve valileri alyhinde aşırı propaganda yapan bir kişi idi.
İbn-i Sebe´, bozuk düşüncelerini ve fitne zehirini müslümanlar arasında peyderpey yayıyordu. Görüşlerine esas olarak Ali İbn-i Ebî Talib´i almıştı. îbn-i Sebe´, Tevratta her peygamberin bir vekili olduğunu gördüğünü, Hz. Ali´nin de Hz. Muhammed´in vekili olduğunu, Hz. Muhammed, peygamberlerin en üstünü olduğu gibi Hz. Ali´nin de vekillerin en üstünü olduğunu ve Hz. Muhammed´in tekrar dünyaya döneceğini insanlar arasında yaymaya başlamıştı.
îbn-i Sebe´ bu hususta şöyle der: «Mesih İsa´nın döneceğini söyleyipte Muhammed´in döneceğini söylemeyene hayret ederim.» İbn-i Sebe´ bu görüşünden daha da ileri giderek, Hz. Ali´nin «Allah» olduğuna hükmetti. Bu sözler kendisine ulaşınca Hz. Ali onu öldürmek ´ istedi. Fakat Abdullah ibn-i Abbas buna mâni oldu ve Hz. Ali´ye şöyle dedi: «Eğer onu öldürürsen, arkadaşların seninle ihtilafa düşerler. Halbuki sen Şamlılarla tekrar savaş etme kararındasın.». Bunun üzerine Hz. Ali îbn-i Sebe´yi Medain´e sürgün etti.
Hz. Ali (R.Â.) şehit edilince İbn-i Sebe´ insanların Hz. Ali´yi sevmelerini ve şehit oluşuna çok üzülmelerini istismar etti. Hz. Ali´nin ölümü hakkında insanları saptırmak ve onların inançlarım bozmak için karakterine uygun olarak çeşitli yalanlar yaymaya başladı, îbn-i Sebe´öldürülenin Hz. Ali olmayıp, onun şekline giren bir şeytan olduğunu, Hz. İsa´nın göğe çekildiği gibi Hz. Ali´nin de göğe çekildiğini anlatmaya başladı ve şöyle dedi: «Yahudi ve Hristiyanlar Meryemoğlu îsa´yı öldürdükleri iddialarında yalancı oldukları gibi Hariciler de Hz. Ali´yi (R.A.) öldürdükleri iddialarında yalancıdırlar.
Yahudi ve Hristiyanlar, asılmış bir kişi gördüler, onu İsa´ya benzettiler. Hz. Ali´nin öldürüldüğünü söyleyenler de böyledir. Hz. Ali´ye benzeyen bir kişinin öldürüldüğünü gördüler, onun Ali olduğunu zannettiler. Halbuki Ali göğe çekildi. Gök gürültüsü onun sesi, şimşek çakması ise onun gülümsemesinin bir eseridir.»
Sebeîler, gök gürültüsünü işittikleri zaman şöyle derler «Esselâ-mü aleyke ya Emireî müminin» (Selâm senin üzerine olsun ey müminlerin emiri).
Ömer İbn-i Şurahbil, Abdullah İbn-i Sebe´ye şöyle söylenildiğini nakleder. «Hz. Ali öldürüldü». İbn-i Sebe´de şöyle cevap verdi. «Eğer bize bir kâse içinde onun beynini dahi getirseniz, öldüğüne inanmayız. O, gökten inip, bütün yeryüzüne hükmetmeden ölmiyecektir.»[14]
Sebeilerden bazıları şöyle derdi: «îlah, Hz. Ali ve ondan sonra gelecek olan imamlara huîül etmiştir.» Bu söz, ilâhların bazı insanlara hulul ettiğini, ilâhın ruhunun, liderden lidere intikal ettiğini iddia eden bir kısım eski dinlerin görüşüne uygundur. Nitekim eski Mısırlılar, Firavunlar hakkında bu iddiada bulunurlardı.
Sebîlerden bir zümre de ilâhın, Hz. Ali ile birleştiğini iddia etmişler ve ona «Allah işte sensin demişlerdir. Hz. Âli (R.Â.) yukarıda da izah ettiğimiz gibi, bunları yakmak istedi.
kaynak: EI-Farku Beynel Firak, Abdulkahir el-Bağdadî.
2) Ğurabiyye:
Bu gurup da aşın fırkalardan biridir. Bunlar, Sebeîler gibi Hz. Âli´yi ilâhlaştırmamışlarsa da O´nu hemen hemen Hz. Muhammed (S.A.V.)´den üstün saymışlardır. Bunlar, peygamberliğin aslında Hz. Ali´ye ait olduğunu, fakat Cebrail´in, hatâ ederek Hz. Ali yerine Hz. Muhammed´e geldiğini iddia ederler. Bunlara «Kargacılar» anlamına «Ğurabiyye» denilişinin sebebi; bunların, «Karganın kargaya benzediği gibi Hz. Ali de Hz. Peygamber´e benzer» demeleridir.
Âlimler, bu tutarsız sözü çürütmüşlerdir. Bu âlimlerden biri olan İbn-i Hazm de «Fisal» adlı kitabında bu sözün mânâsız olduğunu ortaya koymuştur.
Aslında bu söz, tarihi bilmemek ve gerçekleri çiğnemekten başka bir şey değildir. Hz. Peygamber´e peygamberlik geldiğinde Hz. Ali, dokuz yaşında küçük bir çocuktu. Peygamberlik gibi ağır bir vazifeyi yüklenecek yaşta değildi. Dokuz yaşındaki bir kişi dinen sorumlu bile değildir. Nerde kaldı ki dini insanlara tebliğ edecek güçte olsun!..
Yukarıdaki iddianın, gerçeklere ters düşmesine gelince; Hz. Âli (R.A.) fiziki yönden Hz. Muhammed (S.A.V.)´e benzemiyordu. Her birinin kendisine mahsus bir vücut yapısı vardı. Buna rağmen, fiziki bakımdan tamamen birbirlerine benzediğini farz etsek bile Hz. Muhammed (S.A.V.)´e peygamberlik gönderildiği anda bu benzerliğin mevcut olduğunu iddia etmek, efsaneden başka bir şey değildir. Çünkü kırk yaşındaki olgun bir kişi ile dokuz yaşındaki bir çocuğun birbirlerine benzemeleri imkânsızdır. O halde nasıl olur da Cebrail, olgun bir kişi ile çocuğu birbirinden ayırtedemez Yine, nasıl olur da «Karganın, kargaya benzediği» derecede Hz. Ali, Hz. Muhammed´e benzemiş olur .
3) Keysaniyye:
Muhtar b. Ebî Ubeyd b. Mes´ud es-Sakafi adlı kişiye tâbi olanlardır. Muhtar, önceleri Haricî mezhebine tâbi idi, daha sonra Hz. Ali´ye yardım eden şiilerden oldu.
Keysanîler, imamın hata işlemeyeceğine inanırlar.İmam olarak Ali'nin oğlu Muhammed bin Hanefiyye'yi tanır. Çünkü onlara göre imam, ilâhi ilmin bir sembolüdür
Keysanîler, peygamber hakkında, peygamberliğe ters düşen bir takım iddialarda bulunmuşlardır. Hz. Ali´nin oğullarına karşı aşırı taassupları sebebiyle, onun oğullarını peygamberlik mertebesine çıkarmalarına sebep olmuşsa da sözlerinde, «Allah´ın görüş değiştirdiği» iddiaları hariç, Allah Tealâ´ya lâyık olmayan herhangi bir sıfatı ona izafe ettikleri veya Allah Tealâ´yı tenzih etmeye ters düşen bir iddiada bulundukları görülmemektedir.
Bununla beraber, «ruhların bedenden bedene intikal ettiği, herşeyin bir zahiri bir de bâtını olduğunu, bütün bu kainatın, hikmet ve sırlarıyla beraber bir insan şahsiyetinde toplandığını ve bunların ilminin ancak Hz. Ali´ye ait olduğunu ve Hz. Ali´nin bu ilmi oğlu Muhammed bin Hanefiyye´ye tahsis ettiğini, Hanefiyye´nin de bu ilmi babasından miras olarak aldığını iddia etmeleriyle islâm hakkındaki görüşlerini bir takım felsefi görüşlerle karıştırmışlardır.
Muhtar, Hz. Hüseyin´i öldürenlere ve Alevilere düşman olanlara karşı yoğun bir savaşa girdi, bunlardan çok kişi öldürdü. Hz. Hüseyin´in, katline karıştığını bildiği herkesi öldürdü.
Muhtar´ın bu tutumu, onu insanlara sevdirdi. Özellikle Şiiler Muhtar´ın çevresinde toplandılar, onunla birlikte savaştılar, nihayet Abdullah b. Zübeyr´in vazifelendirdiği kardeşi Mus´ab b. Zübeyr, Muhtar´ı öldürdü.
4) Zeydiyye:
Şii mezhebinin ehl-i sünnet vel-cemaate en yakın olan ve en mutedil davranan gurubu bu fırkadır.
Bu fırka imamları peygamberlik derecesine yükseltmemiş, hatta peygambere yakın bir derecede de saymamış, onların da diğer insanlar gibi olduklarını, ancak Resulullah´m dışında bütün insanlardan üstün olduklarını kabul etmişlerdir.
Resululîah (S.A.V.)´in sahabîlerinden herhangi birini kâfirlikle itham etmemişler, özellikle Hz. Ali´nin kendilerine bey´at ettiği ve Halifeliklerini kabul ettiği sahabîleri ağır şekilde suçlamamışlardır. Bu fırkanın imamı, Zeyd b. Ali Zeynelâbidin´dir.
Zeyd, Küfe´de zamanın Halifesi Hişam b. Abdülmelik´e isyan etti. Neticede öldürüldü ve asıldı. Tarihçi Mes´udî Zeyd´in isyan ediş sebebini şöyle anlatır:
Zeyd Hişam´m huzuruna vardı. İçeri girdiğinde oturacağı bir yer bulamadı. Salonun en sonunda bulduğu bir yere oturdu ve şöyle dedi: «Ey müminlerin emiri! Hiçbir kimse kendisini, Allah´dan korkmaktan büyük sayamaz ve ondan korkmadan başka herhangi bir şey için kendisini küçültemez.» Bunun üzerine Hişam şu cevabı verdi: Sus ey anası ölesi! Sen, içinden Halife olmak istiyorsun. Halbuki sen cariye çocuğusun.»
Zeyd de şöyle cevap verdi: «Ey müminlerin emiri sana verilecek cevap var. Arzu edersen vereyim. İstemezsen susayım.» Hişam : «Susma söyle» dedi. Zeyd ise şunları söyledi:
«Anneler, erkekleri gayelerinden alıkoymazlar. Hz. İsmail´in annesi de Hz. İshak'ın annesi de bir cariyeydi. Hz. İsmail´in annesinin cariye oluşu, onun, Allah tarafından peygamber olarak gönderilmesine, onu Araplara ata yapmasına ve onun soyundan, insanlığın en hayırlısı olan Hz. Muhammed (S.A.V.) ´i getirmesine engel olmamıştır. Sen bana bu lâfı söylüyorsun halbuki ben Hz. Fatıma ve Hz. Ali´nin evlâdındanım.»
İmam Zeyd (R.A.) İslâm cemaatinden ayrılmamış ve itaatten çıkmamıştır. Bu bir gerçektir. Zeyd kendini ilme vermişti. Çağındaki âlimlerin, Zeyd´le sıkı bir münasebetleri vardı. Ondan ilim tahsil ederlerdi. Vâsi b. Atâ ve İmam Ebu Hanife de Zeyd´le ilgi kurmuş ve ondan ilim tahsil etmişlerdi.
Ebu Hanife Zeyd´i destekliyordu ve Emevî ordusuna karşı savaşa çıktığı zaman onun hakkında şöyle diyordu: «Zeyd´in bu çıkışı, Resululîah (S.A.V.)´in Bedir savaşındaki çıkışma benzer.»
Zeydiye´nin Bazı Görüşleri
a) Zeydiye mezhebine mensup olanlar, Resulullah (S.A.V.)´in vasiyetle beyan.ettiği imamın, isim ve şahsiyetle tayin edilmiş bir kişi olmadığına, sıfatları zikredilerek tayin edildiğine inanırlar. Zikredilen sıfatlar, Resulullah (S.A.V.)´den sonra Hz. Ali´nin imam olduğunu ortaya koyar. Çünkü bu sıfatlar, Hz. Ali´ye olduğu kadar başka hiçbir kimsede bulunmamıştır. Bu sıfatlar, halifenin, Haşimîlerden olmasını, muttaki, âlim, cömert olmasını ve kendisine biat olunması için ortaya çıkmasını gerektirir. Hz. Ali´den sonra ise, imamın, Hz. Fatıma´nm soyundan olması gerekir.
İmamın, ortaya çıkıp kendisine biat edilmesini istemesi şartında birçok taraftarları, başta kardeşi Muhammed Bakır olmak üzere ailesinden bazıları Zeyd´e karşı çıktılar. Muhammed Bâkır´ın şöyle dediği rivayet edilir: «Senin bu mezhebine göre baban (Hüseyin´in oğlu Ali Zeynelâbidin) imam değildir. Çünkü o, hiçbir zaman ortaya çıkarak kendisini imam ilân etmemiş ve bunu aklından bile geçirmemiştir.»
b) İmam Zeyd, daha üstün bir şahıs bulunduğu halde, ondan daha aşağı derecede olan birinin halife olabileceğini kabul eder.
İmamlık hakkında zikredilen sıfatlar, imamlığın sıhhatinin şartı olmayıp, ideal bir imamın sıfatlandır. Bu sıfatlar kendisinde bulunan kişi, hilafete başkasından daha lâyıktır. Buna rağmen eğer, İslâm ümmetinin «ehlül Halli vel-akd» söz sahipleri bu sıfatların tamamı kendisinde bulunmayan bir kişiyi Halife seçer ve ona biat ederlerse bunların biatları geçerlidir.
Bu temel prensipten hareket eden Zeyd, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer´in halifeliklerini kabul eder. Sahabîlerden herhangi birini kâfirlikle itham etmez. Bu hususta Zeyd şöyle der: «Şüphesiz ki ´Ali b. Ebî Tâlib, sahabîlerin en üstünüdür. Ancak hilafet, dikkate alman bir kısım faydalar ve dini kaideye binaen Ebubekir´e bırakıldı. Bu faydalar da, ortaya çıkan fitneyi yatıştırmak, halkın gönlünü hoşnud etmekti. Çünkü, peygamberlik döneminde cereyan eden harplerin üzerinden çok zaman geçmemişti. Hz. Ali´nin kılıcında bulunan müşriklerin kan henüz kurumamıştı. Milletin kalbinde bulunan intikam ´duygusu olduğu gibi duruyordu. Kalpler tamamen Hz. Ali´ye meyletmiyor ve boyunlar ona eğilmiyordu. Halifelik meselesini, yumuşaklığı ile, sevilmesiyle, yaşlıhğıyle, ilk müsîümanlardan oluşuyla ve Re-sulullah ile yakınlığı bulunmasıyla tanınan kişilerin yürütmesinde fayda vardı.»
Birinci prensibe ilâveten bu prensip, birçok Şiilerin Zeyd´e karşı çıkmasına sebep oldu. Bağdadi´nin «el~Fark Beynelürak» adlı eserinde şunlar zikredilmiştir: «Zeyd´le Yusuf b. Arar es-Sakafi arasında savaş şiddetlenince, taraftarları Zeyd´e şöyle demişlerdir: «Biz sana, deden AH b. Ebi Talib´e zulmeden Ebubekir ve Ömer hakkındaki görüşünü bize bildirdikten sonra yardım edeceğiz.» Bunun üzerine Zeyd şöyle dedi. «Ben Ebubekir ve Ömer hakkında iyiliklerinden başka birşey söyliyemem. Ben, Emevilere karşı çıktım. Çünkü onlar, dedem Hüseyin´i öldürdüler, «Harre» savaşında Medine´yi yağma ettiler. Sonra Beytullah´a mancınıkla, taşlar atıp ateşe verdiler.» Bunun üzerine arkadaşları Zeyd´den ayrıldılar.
c) Zeydiyye mezhebine göre, aynı devirde iki bölgede iki ayrı imama biat etmek caizdir. Böylece her imam, kendisini imam ilân ettiği bölgede imam olarak kalır. Yeter ki Zeydîlerin saydıkları sıfatlara sahip olsun ve «ehlül Halli vel akd» tarafından başa getirilmiş olsun.
Bu sözden anlaşıldığı gibi Zeydiyye mezhebine mensup olanlar, bir bölgede iki halife bulunmasını caiz görmezler. Çünkü bu durum, orada bulunan insanların iki ayrı halifeye biat etmelerini gerektirir ki, bu da sahih delillerle yasaklanmıştır.
d) Zeydiler, büyük günah işleyenin samimiyetle tevbe edip günahlarından vaz geçmedikçe devamlı olarak cehennemde kalacaklarına inanırlar. Bu meselede Zeydîler, Muteziîe´nin yolunu tutmuşlardır. Çünkü Zeyd´in, Mutezîle´nin lideri Vâsıl b. Ata ile büyük bir ilişkisi bulunmuştur.
Zeyd´in Vâsıl ile olan bu ilişkisi ve diğer bir kısım sebeplerden dolayıdır ki bir kısım şiiler Zeyd´i sevmezler. Çünkü Vâsıl b. Ata, devamlı olarak şunları söylerdi. «Ali b. Ebi Talib´in (Kerremallahu vechehu) Cemel savaşında ve Şamlılarla yapmış olduğu savaşlarda haklı olduğu kesin değildir. Çarpışan taraflardan birisinin hatalı olduğu muhakkaktır. Fakat kimin hatalı olduğunu tayin etmek güçtür.» Öyle görülüyor ki, Şiiler Vâsıl b, Atâ´nm bizzat kendisini sevmiyorlardı, Mutezile´yi değil... Çünkü inancı bakımından Şii mezhebi genellikle Mutezile ile birleşmekte, Eş´arî ve Maturidî mezhebine ters düşmektedir.
Zamanla Zeydiye mezhebi zayıfladı. Diğer Şii mezhepleri ona galip geldi veya onu içinde eritti yahut bazı prensiplerini ona kabul ettirdi. Bu sebepledir ki daha sonra ortaya çıkan Zeydiye mensupları, daha üstün bir şahıs bulunduğu halde, ondan daha aşağı derecede olan birinin halife olmasını caiz görmemişler ve böylece Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer´in halifeliğini kabul etmeyen Rafizîlerden olmuşlardır. Bu yolla Zeydiye mezhebinin en belirgin özelliği kaybolmuştur. Bu itibarla Zeydiye´yi iki kısma ayırabiliriz:
1 .Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer´in halifeliğini kabul eden ve Rafizîlerden sayılmayan önceki Zeydiler.
2 .Bu iki zatın halifeliklerini kabul etmeyen ve Rafizi olan sonraki Zeydîler.
Bugün, Zeydiye mezhebi mensupları Yemen´de bulunmaktadır. Bunlar, ilk Zeydilere daha yakındırlar.
5) İmamiye:
Bugün, İran, Irak, Pakistan ve diğer İslâm ülkelerinde bulunan Şii mezhebine mensup olanların çoğu «Şii-İmamî» diye adlandırılan guruba dahildirler.
Hz. Ali, Peygamber tarafından tayin edilmiştir. O da, Peygamber (S.A.V.)´in vasiyeti gereği, kendisinden sonra gelecek imamları tayin eder. Bunlar, imamları «Vasiler» olarak adlandırırlar. îmamiye mezhebinde olanlar, Hz. Ali (R.A.)´ın, Peygamber Efendimizden gelen açık ve kesin bir delille bizzat imam tayin edildiği, imamın, sıfatlarıyla tayin edilmediği hakkında ittifak etmişler ve şöyle demişlerdir :
«Dünyada Halifeyi tayin etmekten daha önemli bir iş yoktur ki Resulullah (S.A.V.) İslâm ümmetinin bu önemli işini kalbinde bulundurmayarak vefat etsin. Zira, Resulullah (S.A.V.) insanlar arasındaki anlaşmazlıkları gidermek ve onların arasını bulmak için gönderilmiştir. Resulullah´m, insanları herbirinin, diğerinin katılmayacağı bir yolda olacakları bir şekilde başıboş bırakarak vefat etmesi caiz değildir. Bilâkis, kendisine başvurulacak bir kişiyi tayin etmesi, kendisine güvenilen ve itimad edilen birini açıkça halifeliğe tayin etmesi, ona vaciptir.
İşte Resulullah´m tayin ettiği o şahıs, Hz. Ali´dir.» îmamîler, Resuîullah (S.A.V.) tarafından bizzat Hz. Ali (R.Â.)´ın halife olarak tayin edildiğine delil olarak, doğru ve sahih olduğunu zannettikleri bazı hadisleri gösterirler. Bu hadisler şunlardır.
«Ben kimin dostu isem Ali de onun dostudur. Ey AHahunl Sen ona dost olana dost ol, düşman olana düşman ol.»[ İbn-i Mâce Kitab el-Mukaddime bab, 11 / Ahmed İbn-i Hanbel C. 1, Sh. 118-119 / Mecmauzzevaid adlı hadîs kritiği hitabı, bu hadisin senedinin zayıf olduğunu söyler.]
«Sizin en iyi hükmim, vereniniz Ali´dir.» [Buhari´de bu metin şöyledir: Ömer «En güzel Kur´an okuyanınız Ubey ve en güzel hüküm verenimiz de Ali´dir.» dedi. Buhari; Kitab et-Tefsir fcab; 2/îbni Mâce´de ise hadisin metni şöyledir: «Ümmetimin ümmetime en merhametli olanı Ebu Bekir, Allah´ın dini hakkında en titiz davrananı Ömer, ümmetimin en samimi haya edeni Osman ve en güzel hüküm vereni de Ali b. Ebi Talip´dir.» İbn-i Mâce; Kitab el-Mukaddime bab, 11.]
Şiilere karşı çıkanlar, bu zikredilen delillerin, Resulullah´dan gelip gelmediği hususunda şüphe etmektedirler.
İmamiye mezhebi mensupları, Peypgamber Efendimiz (S.Â.V.) zamanında görülen bazı hadiselerden de, Hz. Ali´nin, Peygamber tarafından halife tayin edildiğine dair deliller çıkarmaya çalışırlar, Meselâ:
Resulullah (S.A.V.) hiçbir sahabeyi Hz. Âli´ye âmir tayin etmemiştir. Hz. Ali, Resuluilah´dan ayrı bulunduğu her harp ve müfreze harekatında âmir kendisi olmuştur. Ebubekir, Ömer ve diğer sahabîler böyle değildirler. Çünkü onlar bazan âmir olmuşlar, bazan da başkaları onlara âmir tayin edilmiştir. Bunun en güzel örneği; Hz. Ebubekir ve Ömer´in de içinde bulundukları ve Resulullah´m, başına komutan olarak Üsame´yi tayin ettiği ordudur.
Şiiler, kendi inançlarına göre bu meseleyi " Peygamber Efendimiz (S.´A.V.) Hz. Ebubekir ve Ömer´i, Hz. Ali´ye vasiyet ettiği hilafet mevzuunda Ali´ye karşı çıkmamaları için Üsame´nin emri altındaki ordu ile göndermiştir" şeklinde yorumlamaktadırlar.
Yine Şiiler, Peygamber Efendimiz (S.A.V.), Hz. Ebubekir´i Hac için âmir tayin ettiği vakit, Tevbe sûresinin nazil olduğunu, Hac mevsiminde bu sureyi insanlara tebliğ etmek için Hz. Ali´yi gönderdiği., Haccın âmiri olduğu halde Hz. Ebubekir´i vazifelendirmediğini de bu hususta delil olarak gösterirler.
Görüldüğü gibi îmamiler, doğru olduğuna inandıkları bir kısım haberleri ve nass mahiyetinde sandıkları bazı davranışları, Hz. Âli (R.A)´ın bizzat halife tayin edildiğine delil getirirler.İslâm alimlerinin çoğunluğu ise delil gösterilen bu haberlerin doğruluğunda ve kendilerinden hüküm çıkarılmak istenen icraatın sıhhatinde îmamîlere muhalefet etmişlerdir.
İmamiler, Hz, Ali´nin nass yoluyla Resulullah´m halifesi olduğu hususunda ittifak ettikleri gibi, Hz. Ali´nin, Hz. Fatıma´dan doğma oğulları Hasan ve Hüseyin´in, Hz. Ali´den sonra sırasıyla, hilafete ´gelmesi icabeden vekiller oldukları hususunda da ittifak etmişler ancak, bunlardan sonra gelecek olan halifeler hakkında ihtilâfa düşmüşlerdir. Hatta bu hususta yetmişten fazla fırkaya ayrıldıkları söylenilmektedir. Aralarında en büyük iki fırka İsnaaşeriyye ve İsmailiyye´dir.
A) İsnaaşeriyye: (Caferiyye)
Bunlar on iki masum imam kabul ettiklerinden dolayı, İsnâaşeriyye, yani on ikiciler; İmamlara inanmayı imanın şartlarından biri olarak gördüklerinden “İmâmiyye”; hem itikad hem de ibadet ve muâmelâtta İmam Câfer es-Sadık’ın görüşlerine dayandıklarından “Câferiyye” de denmiştir.
Bunlar, halifeliğin, Hz. Hüseyin (R.A.)´dan sonra Ali Zeynelâbidin´e ondan sonra Muhammed el-Bâkır´a ondan sonra Cafer-i Sadık´a, ondan sonra Musa Kâzım´a, ondan sonra Ali el-Rıda´ya, ondan sonra Muhammed el-Cevad´a, ondan sonra Ali el-Hadiye, ondan sonra Hasan el-Askeri´ye, ondan sonra onikinci imam olan Askerî´nin oğlu Muhammed´e ait olduğunu kabul ederler.12 imamın masumiyetine inanılır.
İsnaaşeri´ler, onikinci imam Muhammed´in, babasının evinde «Sirdab» diye adlandırılan bir sığınağa girip gizlendiğine ve bir daha dönmediğine inanırlar. İsnaaşerîler, gizlenen onikinci imamın yaşı mevzuunda ihtilâf ederek bazıları, gizlendiği zaman yaşının dört olduğunu, bazıları ise sekiz yaşında olduğunu söylerler. Yine İsnaaşeriler, gizlenen onikinci imamın, vereceği hüküm hakkında da ihtilâf etmişler, bazıları, kaybolduğu yasta iken, halifenin bilmesi gereken şeyleri bildiğini ve ona itaat etmenin vacib olduğunu ileri sürerken, diğer bir kısmı, hüküm vermenin, gizlenen imamın mezhebine mensup âlimlere ait olduğunu söylemişlerdir.
Günümüzdeki isnaaşeriyye mezhebi mensupları bu son görüşü benimsemektedirler. Irak nüfusunun hemen hemen yarısı, îsnaaşeriyye mezhebine mensup olan Şiiîerdendir. îtikadi meselelerde, aile hukukunda, miras, vasiyet, vakıf, zekât ve ibadetlerinde, İsnaaeşriyye mezhebini tatbik ederler, İran halkının çoğu da Şiiliğin bu koluna mensuptur. Bu mezhep mensuplarından bazıları Suriye´de, Lübnan´da ve birçok İslâm ülkelerinde bulunmaktadır.Bunlar çevrelerinde bulunan Sünnîlere hoş görünmeye ve onlan, kendilerinden nefret ettirmemeye çalışırlar.
İmamiyen İsnaaşeriyye kolu, diğer imamiyeler gibi imamda, Peygamber (S.A.V.)´in vasiyeti ile aldığı mukaddes bir otoritenin bulunduğunu kabul eder. İmamın, Müslümanların işini vasiyetle üzerine aldığı gibi...
İmamiye mezhebine mensup olanlar, ortaya çıkan her hadise hakkında ´Allah Tealâ´nm bir hükmü bulunduğuna, mükellef olan kulların, yapmış oldukları her" amel hakkında Allah Tealâ´nın şu beş hükmünden birinin mevcut olduğuna inanırlar: Yapılan iş, ya vaciptir, ya haramdır, ya mekruhtur yahut menduptur veya mubahtır, Allah Teaîâ, bu hükümleri, peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed´e göndermiştir. Hz. Muhammed bu hükümleri ya ´Allah´ın vahyi ile veya ilhamla öğrenmiştir. Hz. Muhammed, bu hükümlerden çoğunu açıklamıştır. Özellikle etrafından ayrılmayan ashabına, her gün huzurunda bulunan ashabına açıklamıştır. Böylece o ashab, çevrede bulunan tüm müslümanlara dini tebliğ ediciler olsunlar.
Birçok hükümler, tatbik edilmelerini icap ettiren sebepler gerçekleşmediğinden açıklanmamıştır. Yine dinin peyderpey yayılması hikmeti, bir kısım hükümlerin izah edilmesini, diğer bir kısmının da gizli tutulmasını gerektirmiştir. ´Ancak, Hz. Muhammed (S.A.V.) bu çeşit hükümleri vekillerine öğretmiş, her vekil de kendisinden sonraki vekile bunları aktarmıştır. Umumî hükümlerin istisnalarım, mutlak olarak bırakılan hükümlerin sınırlandırılın alarmı, kapalı olan hükümlerin izahına, hikmete uygun bir şekilde ve müsait zamanlarda vekiller tebliğ edeceklerdir.Buna göre:
1) Kendi imamları, Resulullah´m kendilerine şeriatın sırlarını bıraktığı vekillerdir. Resulullah, şeriatın bir kısım hükümlerini beyan etmiş diğerlerinin zamanı gelmediği için izahla nnı vekillerine emanet etmiştir.
2) Vekillerin her söylediği İslâm şeriatıdır. Çünkü bunların söyledikleri, peygamberliği tamamlamaktadır. Bunların sözleri, Peygamber Efendimiz (S.A.V.)´in sözü gibidir. Zira, bunların söyledikleri, Resulullah´m, kendilerine emanet ettiği dini sırlardır. Onlar konuşurken, Resulullah´dan aldıklarını konuşur ve onun, özellikle, kendilerine tevdi ettiği şeyleri izah ederler.
3) İmamlar, dinin umumî hükümlerini hususileştirebilirler, mutlak hükümleri smırlandırabilirler. Hüküm koyma bakımından imamların bu mertebede olduklarını sanan İmamîler, imamlarının hatâ yapmaktan, unutmaktan ve günah işlemekten beri olduklarına ve imamın, kendisine hiçbir şüphe arız olmayan, temiz ve temizleyen bir zat olduğuna inanırlar. Bu hususta îmamîler ittifak içindedirler.
Bu anlatılanlar, îmamiyenin İsnaaşeriyye fırkasına göre imamın mertebesine kısaca bir işarettir. Diğer bütün îmamilerin de, aynı görüşte oldukları anlaşılmaktadır. İmamın mertebesinin, peygamberin mertebesine yakm olduğu hususunda îmamîler asla ihtilâf etmemişlerdir. Çünkü onlar, «vasi» olan imamın, peygamberden sadece bir sıfatla ayrıldığını açıkça söylerler. O da, imama vahyin gelmemesidir.
B) İsmailiyye: (Batınilik)
İmamiyenin bir koludur. Bu fırka, çeşitli îslâm ülkelerine yayılmıştır. Bir kısmı Afrika´nın güneyinde ve orta kısmında, diğer bir kısmı Şam´da, çoğunluğu ise Hindistan ve Pakistan´da bulunmaktadır.İsmailler, Mısır ve Şam´a hükmeden «Fatımiler» devletini de kurmuştur.
Bu mezhep, İsmail b. Cafer es-Sadık´a nisbet edilir. Bu mezhebe mensup olanlar, imamların sıralanması meselesinde Cafer-i Sâdık´a kadar, İsnaaşeriyye taifesiyle ittifak halindedirler. İsnaaşeriyyeler, imamlığın, Cafer-i Sadık´tan sonra Cafer´in oğlu Musa Kâzım´a geçtiğine inanırlarken, İsmailiyye gurubu, Cafer-i Sâdık´ın diğer oğlu İsmail´e geçtiğini ileri sürerler. İsmailiyye mezhebine mensup olanlar, İsmail´in imam olduğunun babası Cafer-i Sâdık´ın nassı ile (sözü ile) sabit olduğunu, ancak İsmail´in, babasından önce Öldüğünü ileri sürerler.
İsmail´in, babası Cafer-i Sadık´tan önce ölmesine rağmen, İsmailiyye mezhebinde olanlar, Cafer´den sonra oğlu İsmail´in, imam olacağına dair, Cafer´in nassını geçerli sayarlar. Çünkü bunlara göre, imamın söylemiş olduğu bir nassı geçerli saymak, onu geçersiz saymaktan daha evladır.
Bu görüşe şaşımamalıdır. Zira, İmamiler, imamlarının sözlerini, ´şeriatın nasslarma denk tutarlar. Onlarla amel edilmesinin vacip olduğunu ve ö sözlerin ihmal edilmesinin caiz olmadığını iddia ederler.
İsmaililere göre imamlık, Cafer´in oğlu İsmail´den sonra, İsmail´in oğlu Muhammed Mektum´a geçmiştir. Muhammed Mektum «Gizlenen imamlar» mânâsına gelen «Mektum imamların» birincisidir. Çünkü îsmaililer, imamın gizli olabileceğini, buna rağmen ona itaatin gerekliliğini savunurlar. Bunlara göre imamın gizli oluşu, imam oluşuna engel teşkil etmez.
İsmaililere göre, imamlık, Muhammed Mektum´dan sonra oğlu Cafer-i Musaddık´a, ondan sonra Musaddık´ın oğlu Muhammed el-Habib´e, ondan sonra Kuzey Afrika´da ortaya çıkan ve Fas ülkesine kral olan Habib oğlu Abdullah el-Mehdi´ye, ondan sonra da Mısırda Fatımi devletini kuran diğer imamlara geçmiştir.
Diğer Şii mezhepleri gibi bu mezhep de Irak´ta ortaya çıkmış ve diğer mezhep mensuplarının gördükleri işkencelere bunlar da uğramışlardır. İşkence ve baskılar neticesinde bu mezhebe mensup olanlar. İran´a, Horasan´a ve onların komşuları Hindistan´a, Türkistan´a kaçmışlar, mezheplerine eski Fars inançları ve Hint görüşleri karışmış, neticede birçokları hak yoldan sapmışlar, heva ve heveslerine uymuşlardır. İşte bu sebeple, îsmailiyye adını birçok fırkalar taşımaktadır. Bazıları İslâm´ın dışına çıkmamışken diğerleri, İslâm´ın değişmez hükümleriyle çelişen bir kısım düşünce ve inançları benimseyerek İslâm çerçevesinin dışına çıkmışlardır.
Bu mezhepten olanlar, Hindistan´da bulunan Brahmanizm düşüncesinde olanlarla, Pythagoras felsefesini benimseyen îşrakiyyunla, Budizm inancında olanlarla ve Keldani ve Farsda bulunan inanç ve manevî düşünceler, astronomi ve benzeri gprüşlerle temas kurmuş, haşir neşir olmuşlardır.
Bu mezhep mensuplarından bir kısmı, bu hurafelerin tümünü kabullenmiş ve aşırı davranmışlardır. Aşın davranmaları ölçüsünde de îslamdan uzaklaşmışlardır. Bu mezhep mensuplarından diğer bir kısmı ise» bu hurafelerin sadece bir bölümünü almış ve îslâmî gerçeklerden tamamen uzaklaşmamalardır, îsmailiyye mezhebinde olanların, kendilerine prensip edindikleri gizlilik, onların îslâm cemaatinin çoğunluğundan kopmasına vesile olmuştur. İsmaililer, Sünnilerin inancına ıınamamışlardır. Bunlar, gizlilikleri.arttıkça îslâm cemaatinden uzaklaşmışlardır. Bunların gizlilik prensibi o derece ileri gitmişti ki kitap ve risaleler yazarlar, yazarlarının adlarını zikretmezlerdi. Meselâ: Birçok ilimleri ve derin felsefî görüşleri kapsayan «îhvanussafa» risaleleri, İsmailîyye mezhebi mensupları tarafından yazılmış fakat âlimler, bunları yazanların isimlerini bilememişlerdir.
İsmailiyye mezhebine mensup olanlara «Batıniler» de denir. Böyle adlandırılmalarının sebeplerinden biri, bunların, inançlarını insanlardan gizlemeleridir. Gizlemelerinin sebebi ise önceleri zulüm ve işkenceye uğramaları idi. Daha sonra ise, inançlarını gizlemek, onların bazı guruplarında psikolojik bir hastalık durumuna geldi. Bunlardan bir kısmına da «Haşşaşîn» denir. Bunların davranışları ve içyüzleri, Haçlı seferlerinin ve Tatarların savaşları sırasında ortaya çıkmıştır. Bunların bir kısmı İslâm´a ve Müslümanlara bir belâ kaynağı olmuştur.
Bunların «Batıniler» diye adlandırılma sebeplerinden biri de bunların, birçok zaman «îmam gizlidir» diye iddiada bulunmalarıdır. Bunlara göre Fas topraklarında kurulup daha sonra Mısır´a geçen devletleri ortaya çıkıncaya kadar imamları gizli olarak devam .etmiştir.
Yine bunların «Batınîler» diye adlandırılış sebeplerinden biri de «Şeriatın bir zahiri vardır bir de batını, insanlar, onun ancak zahirini bilebilirler, batınını ise ancak imam bilir. Hatta imam, şeriatın batınının batınını bilir.» demeleridir. Bunlar, bu düşünceden hareket ederek, Kur´an-ı Kerîm´i çok uzak ihtimallerle te´vü ettiler. Hatta bazıları, bir kısım Arapça kelimeleri acaip şekillerde te´vil ettiler. Bu te´villerini ve imamda var olduğunu kabul ettikleri sırları «Batı ni ilim» diye adlandırdılar. «Zahiri ilim» «Batınî ilim» meselesinde İsnaaşeriyye taifesi de bunlara katılmaktadır. Bir kısım tasavvufçu lar da «Zahirî ilim» «Batınî ilim» meselesini bunlardan almışlardır.
Kısaca, îsmailiyye mezhebinde olanlar, görüşlerinin çoğunu gizlerler, ancak müsait zamanlarda onların bir kısmını açıklarlar. Onlar, doğuda ve batıda nüfuzu yaygın olan bir devletleri bulunduğu zamanda bile inançlarının tümünü ortaya koymamışlardır.
İsmailîlerin mutedil olanlarının benimsedikleri görüşler şu üç temel üzerine kurulmuştur. îsnaaşeriyyeler de bu fikirlerin çoğuna aynen katılırlar.
1) İlâhî feyiz: Bu, ´Allah´ın, imamlara lütfettiği bir bilgidir. ´Allah Tealâ, imamları, imamlıkları icabı derece ve ilim yönünden, insanlardan üstün kılmıştır, imamlarda, başkalarında olmayan ilimler vardır. Onlara, diğer insanların idrak edemedikleri şer´î ilimler verilmiştir.
2) İmamın açık ve tanınan bir kişi olması gerekli değildir. Bilâkis imam, gizli ve tanınmayan biri de olabilir. Buna rağmen ona itaat edilmesi vaciptir. O, insanlara doğru yolu gösteren mehdidir. O, geçen nesillerde ortaya çıkmamışsa da birgün mutlaka ortaya çıkacak, kıyamet kopmadan önce, zulüm ve haksızlıkla dolan yeryüzünü adaletle dolduracaktır.
3) İmana, hiçbir kimsenin önünde sorumlu değildir. îmam ne yaparsa yapsın, hiçbir kimse onu hatalı görmez. Bilâkis, herkesin, ona inanması vaciptir. Onun yaptığı herşey hayırdır. Ondan, şer su dur etmez. Çünkü imamda hiçbir kimseye verilmeyen bir ilim vardır.
İşte bu sebeple İsmailîler, imamların masum olduğuna inanırlar. Buradaki masumluğu, bizim anladığımız şekliyle «Hata işlemezler» mânâsına almamışlardır. Onlara göre imamın masumluğu şu mânâ dadır: Bizim hata sandığımız şeyleri diğer insanların yapması caiz olmadığı halde imamlar yapabilir. Çünkü onlarda, yollarını aydın latan ilim vardır.
6) Hakimiye:
Batıniye fırkasının yolu olan ve gölgesi altında görüşlerinin geliştiği gizlilik, «Hakimiyye» diye adlandırılan fırkanın ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bunlar İslâmî sınırlan aşan aşırı uçlardandır. Hakimiye fırkasında olanların bir kısmi; «Allanın nurunun yeryüzünü aydınlatması» meselesinde çok aşırı gitmişler, Allah´ın, imama hulul ettiği görüşüne varmışlar ve imama ibadet etmeye davet etmişlerdir.
Bu aşın gurubun reisi, Allah´ın, kendisine hulul ettiğini (girdiğini) iddia eden ve insanları kendine ibadet etmeye çağıran, Fatımi devletinin başkanlanndan «el-Hâkim bî-Emrillah» dır. Bu kişi, önce kendini gizledi, daha sonra bazı rivayetlere göre öldü, bazılarına göre ise öldürüldü. Tercih edilen görüş, Hâkim´in, bir kısım akrabaları tarafından öldürüldüğüdür..
«el-Hâkim bî-Emrillah»´m rnüridleri ve kendisinden sonra ortaya çıkan mezhebine tâbi olanlar Hâkim´in öldürüğünü kabul etmezler. Onun gizli yaşadığını ve birgün döneceğini iddia ederler.
7) Dürziler:
Dürzîliğin inançsal kökeni Mısır'daki Fatımi Devletine dayanmaktadır. Araştırmacılar Dürzîliğin tarih sahnesine çıkışını, Fatımi halifesi Hâkim Biemrillah'ın kendisinin Tanrı olduğunu ileri sürdüğü 1017 yılı olarak kabul ederler. Çünkü Dürzîlik, ilk olarak 1017 yılında Anti-Lübnan Dağları'ndaki İsmaililer'in Hâkim'in Tanrılığını kabul etmeleriyle ortaya çıkmıştır. Bu nedenle bu yıl Dürzîlerce takvim başlangıcı biçimde değerlendirilir. Hâkim'in veziri olan Hamza bin Ali, Hâkim'in Tanrılığına dayanan bu yeni inancı yaymak görevini üstlenir ve Hâkim'in imamlığını ve tanrılığını savunan iki risale kaleme alır. Bu risalelerde Allah'ın Yedi İmam'a hûlul ederek insan biçimine büründüğünü, en son olarak da Hâkim'in özünde Allah'ı bulunduran son imam olduğunu iddia eder. Hamza, Hâkim'in Tanrılığının yanı sıra, kendisinin de peygamber olduğunu ortaya atar. Hamza bu yeni inançları yayması amacıyla Anuştegin ed-Derezi'yi Suriye'ye gönderir. Anuştegin, Suriye ve civarında yaptığı propagandalarda oldukça başarılı olur. Diğer taraftan 1020 yılında Hamza, Kahire’de bir camide inançlarını açıkça duyurur ve bunun üzerine Hamza karşıtı büyük bir ayaklanma başlar. Hamza, bir süre Hâkim tarafından korunur ve sonra ortadan yok olur. Halife Hâkim ise, giderek genişleyen ayaklanma karşısında özellikle Fustat kentine karşı müthiş bir intikam hareketine girişir. Ne var ki tam bu sırada halife Hâkim de 23 Şubat 1021 gecesi esrarengiz biçimde ortadan kaybolur. Hâkim ve Hamza’nın yandaşlarıMısır'ı terk etmek ve Suriye'de Anuştegin ed-Derezi tarafından oluşturulan topluluklara katılmak zorunda kalırlar.
Dürzî inancına göre Allah, Yedi İmam'dan sonra Fatımî halifesi Hâkim Biemrillah el-Mansur İbnil Aziz Billah'ta Hâkim Biemrihi adıyla insan kılığında görünmüştür. Halife'nin veziri Hamza bin Ali de onun peygamberidir. Dürzîliğin dört şartı,
Hâkim'in Allah olduğuna inanmak,
Emri tanımak,
Hududu bilmek
Nasihate uymaktır.
Dürzî inancının özetle ilkeleri:
Yalnızca tek bir Tanrı vardır. O, bilinmez ve bilinemez, tahayyül edilemez. Yalnızca O’nun varlığını, var olduğunu doğrulayabilir ya da bilebiliriz. Tanrı insan biçiminde dokuz kez görünmüştür. Bunlar, bedenleşme (incarnation) biçiminde değildir, zira Tanrı bir bedene gerek duymaz, bu belirmeler daha çok bir insanın elbise giymesi gibi Tanrı’nın beden giymesi tarzında olmuştur.
Dürzîlerde bilgeliğe yalnızca belirli bir dinsel eğitimi tamamlamış olan seçkin kişilerce ulaşılır; bunlara akıllılar anlamına gelen Ukkal denir. Bunlar başlarına beyaz sarık sararlar ve kendi aralarında özel toplantılar düzenlerler. Dürzîlikte Ukkal'in uygulamakta olduğu dokuz dereceli bir hiyerarşik yapılanma bulunmaktadır. İnisiyasyonun ilk yılında deneme süresini tamamlayan aday asıl üyeliğe kabul edilebilir. Çıraklık devresini tamamlayan Dürzî’nin ancak ikinci yılda inancının simgesi olan beyaz sarık takmasına izin verilir ve mezhebin tüm gizem törenlerine katılmaya hak kazanır.
Çoğunluğu oluşturan diğerleri Dürzî inançlarının yalnızca sınırlı bir bölümünü bilirler ve bunlara da cahiller anlamına gelen Cuhhal denilir.
Dürzîlerin inançsal ilkelerinin yalnızca bir tür inisiyasyondan geçmiş kendi mezhep üyelerine açıklanan gizler olması nedeniyle, inanç ve öğretileri tam olarak bilinmemekle beraber Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet karışımı bir uzlaşımcı sentez gibi değerlendirilmektedir.Tapınmaları gizli olduğundan törenleri hakkında güvenilir bilgilere sahip değiliz.
Dürzi inancın bir diğer büyük esası da sadece insanlar arasında olan bir tür reenkarnasyondur. Dürzîler çok eşli evliliği, tütün ve alkol kullanımını, domuz eti tüketimini yasak sayarlar.
Ayrıca Dürzîlik; Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudilerveya diğer dinlere mensup olanlarla evlenmeyi yasaklar.
İslam dininin inandığı İsa ve Muhammed gibi peygamberlere Dürzîlerin inanıp inanmadığı kesin değildir. Ayrıca Oruç, namaz, hac gibi İslamî ibadetleri de yapmak zorunda değillerdir. Bu gibi sebeplerden dolayı Sünni mezhepler tarafından Dürzîlerin İslâmiyet ile alâkaları bulunmadığı düşünülmektedir. Buna karşın, Dürzîler kendilerini bir İslam mezhebi olarak tanımlamaktadırlar.
8) Nusayriye: (Hasan Sabbah)
Nusayriler, ehi-i beyt´e mutlak bir bilgi verildiğine, Hz. Ali´nin ölmediğine, onun ilâh. olduğuna veya ilâha yakın bir derecede bulunduğuna inanırlar. Nusayrîler, şeriatın, bir zahiri bir de bâtını olduğu ve bâtınını imamların bildiği hususunda, Batınîyye fırkasıyla birleşmektedirler.
Bunlara göre nur, asrın imamının üzerine´ doğar, onu şeriatın hakikatlannı, zahirini değil, bâtınım anlamaya sevkeder.
Kısaca bu fırkanın görüşleri Şii fırkalarına mensup olan ve bir çok Şiilerin reddettikleri aşırı görüşlerin bir karışımıdır. Bunlar, halihazırda hiçbir mensubu bulunmayan kâfir Sebeiyye fırkasından «Hz. Ali´nin Allah olduğu, onun ebediliği ve tekrar döneceği» görüşünü almışlar, Batmiyyeden ise, «şeriatın bir zahiri bir de bâtını» olduğu görüşünü almışlardır.
Bu aşırı uçlar, îslâmdan sıyrılıp çıkmışlar, İslâmî mefhumîan . atmışlar, kendilerinde «İslâm» adında başka bir şey bırakmamışlardır. Bunların faaliyetleri, Mısır ve Şam´da hüküm süren Fatımî devleti döneminde iyice artmış, o devletin idarecilerinden olan Hâkim bi-Emriîlah´ı kendi neva ve heveslerine uygun bir kişi olarak bulmuşlardır, îşte bu sebeple Nusayriye fırkasının lideri Hasan es-Sab-bah, Farsda, Hakim bi-Emrillah´ıri döneminde ortaya çıkmış, Hakim bi-Emrillah´m uluhîyet iddia ettiği zamanlarda Hasan, Abbasî devleti aleyhine kışkırtmalara girişmiş, Şam topraklarına, düşüncelerini yayan davetçiler göndermiştir.
Bundan sonra Şam topraklannda bu aşın uçlar çoğalmış, bugün «Cebel-en-Nusayriyye» diye adlandmlan «Semnıan» dağını kendilerine karargâh edinmişlerdir.
Bu fırkanın îleri gelenlerinden bir kısmı müridlerini esrarla uyuşturarak yoldan çıkarıyorlar ve kendilerine bağlıyorlardı. Bu nun içindir ki tarihte bunlar «Haşşaşîn» (esrarcılar) diye adlandırılmışlardır.
Haçlıların Şam topraklarına ve çevresinde bulunan îslâm ülkelerine saldırdıklan dönemde Nusayrîler, müslünıanlara karşı Haçlılara yardım ettiler. Haçlılar,"bir kısım îslâm ülkelerini işgal edince, Nusayrileri kendilerine yaklaştırdılar, onlara büyük mevkiler verdiler.
Nureddin Zengi, Selahaddin:i Eyyubi ve ondan sonra gelen Eyyubiler işbaşına geçince, Nusayriler ortadan kayboldu. Faaliyetleri, fırsat buldukça ve zaman müsait oldukça müslümanlara tuzak kurma ve müslümanlarin ileri gelenlerini ve liderlerini kalleşçe öldürme şekline dönüştü.
Daha sonra Şam topraklarına Tatarlar saldırınca Nusayriler bu defa da müslümanlara karşı Tatarlara yardım etmişler, Tatarlara, müslümanları öldürmeleri için zemin hazırlamışlardır. Tatarların saldırıları sona erince Nusayriler, kabuklu böcekler gibi dağlardaki kabuklarına çekildiler, yeni bir fırsatı kollamaktadırlar.
Bütün bu anlatılanlar, Şii adını taşıyan fırkaları kısaca özetlemektedir. Bunlardan, Şiiîerden kimlerin doğru yolda oldukları, kimlerin saptıkları, hangilerinin îslâmdan sıyrılıp çıktıkları ve hangilerinin Şiilik adıyla Hz. Ali´ye yamandıkları, aslında ise îslâma ve müslümanlara karşı düşman oldukları anlaşılır.
12 İMAM
On iki imamın isimleri şöyledir:
1- İmam Hz. Ali ibn-i Ebi Tâlib (r.a.) (ö: 661).
2- İmam Hz. Hasan bin Ali (r.a.) (625-669).
3- İmam Hz. Hüseyin bin Ali (r.a.) (626-680).
4- İmam Zeynel Âbidin (r.a.) (659-719).
5- İmam Muhammed Bâkır (r.a.) (677-733).
6- İmam Câfer-i Sâdık (r.a.) (699-765).
7- İmam Mûsâ el-Kâzım (r.a.) (745-799).
8- İmam Ali Rıza (r.a.) (770-?).
9- İmam Muhammed Cevad Takî (r.a.) (811-835).
10- İmam Ali Nakî (r.a.) (829-868).
11- İmam Hasan Askerî Zekî (r.a.) (846-874).
12- İmam Muhammed Mehdî (r.a.).
Şia Mezheplerinden Caferiye veya İmamiye Mezhebine göre din ve dünya işlerini düzenleyen ve dinî önder olarak kabul edilen on iki kişidir. Bunlardan ilki Hz. Ali, sonuncusu ise Mehdî’dir.
Şiilerin inancına göre on iki imamın asıl görevleri; Resul-ü Ekremin (a.s.m.) misyonunu devam ettirmek, insanların dünya ve âhiret hayatlarını düzenlemektir. İmamlık, Hz. Ali’den başlayarak onun oğulları Hz. Hasan ve daha sonra Hz. Hüseyin’e intikal eder. Hz. Hüseyin’den sonra, kesintiye uğramaksızın babadan oğula devam eder.
İmamiye inancına göre, imam, Müslümanların en bilgini, en üstünü, en doğrusu ve ismet (günahsız) sahibi bir kişidir.
İmamiye Mezhebinin çoğunluğu, Ca’fer-i Sâdık dahil olmak üzere ilk altı imam hakkında ittifak ederler. Ancak, onun vefatından sonra imamlığın beş oğlundan hangisine geçtiği hususunda anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Büyük çoğunluk, Mûsa el-Kâzım’ı imam olarak kabul eder.
On iki imam görüşüne sahip olan İsna Aşeriye Mezhebi, fıkıhta altıncı imam olan Câ’fer-i Sâdık’a tâbi olduklarından, onlara “Caferiye” de denilmiştir. On İki İmam Mezhebinin temel görüşleri şöyle özetlenebilir:
İmamlığın ve her zaman bir imamın bulunması gerekir. On iki imam Mezhebi Şiileri Hz. Peygamberin Hz. Ali’yi halife tayin ettiğini kabul ederler. Böylece imamlar Peygamberden başlayıp devam eden bir silsiledir. İmamiye Mezhebi imamları hatâ işlemezler. Bu husus imamın sözünün dinlenmesi içindir.