27 Temmuz 2012

ADL



ADL

Denklik, adâlet, dengeli davranma, doğruluk, hakkâniyet.
Adl, "A-De-Le" fiilinden masdardır. Bazen "Idl' şeklinde de kullanılmaktadır. "Adl', denkliği basîretle idrak olunan; "Idl' ise duyularla idrak olunanı ifade eder. "A-De-Le" doğru olmak, doğru davranmak, aynı düzeyde yapmak anlamlarına geldiği gibi, "meyletmek, sapmak" anlamlarına da gelir; yalnız bu anlamda masdarı adı değil "udül"dür
Allah insanı adı üzere; yani düzgün, eli, ayağı, gözü, kulağı, kısaca bütün organları birbirine denk gelecek ve dünya hayatını sürdürmesini sağlayacak bir özellikte yaratmıştır; yani onu tam bir denge üzerinde var etmiştir: "O seni yarattı, tesviye etti ve ölçülü bir biçime koydu (adele)" (el-İnfitâr, 82/7)
Allah, nasıl insanı adı üzere yarattıysa, onun da yeryüzünde adı üzere davranmasını, yani her zaman koyduğu mizan*a uygun hareket etmesini ister: "Allah "adl'le emreder" (en-Nahl, 16/90); "İnsanlar arasında "adl'le hükmolunmasını emreder" (en-Nisa, 4/58) İslâm'da adâlet mülkün, yönetimin temelidir, âlemin nizamı, "amel ve itaatta kaçınılmaz ahlâki bir fazilet"tir. Adl, tevhîd ile özdeştir; birbirinden ayırmak mümkün değildir. Çünkü, ancak Tevhîd* üzere olunduğu zaman adâleti gerçekleştirmek mümkün olabilir; madem ki kâinattaki düzeni belirleyen ve insanın hayatı için bir mizan ve sistem koyan Allah'tır, o halde insan, Tevhîd üzere yaşayıp Allah'ın mizanına uyarak adl'de bulunabilir. Allah'ın ahkâmına tam anlamıyla iman etmemiş bir kimse adı üzere olamaz.
Allah mutlak adildir; fakat kullar Allah'a karşı adâlette bulunamaz; yani O'nu bir başka şeyle denk sayamaz; O'nu bir tartının bir kefesine, bir başka şeyi de öbür kefeye koyamaz. Böyle bir hareket ve inanç, kesinlikle şirktir. Allah'a ortak koşmak demektir; zira Allah hiçbir şeyle tartılamaz, ölçülemez. Kur'an'da "Sonra kâfir olanlar Rablerine adı ediyorlar" (el-En'âm, 6/1) buyurulur; yani, kâfirlerin Allah'tan başka Rabler ve ilâhlar kabul edip, bunları Allah'la birlikte aynı kefeye koyup tarttıkları ifade olunur; bu ise Allah'a ortak koşmak, O'na başka varlıkları eşit görmektir.
Şu halde, kulun, Allah'ın mutlak adil olduğunu kabul edip, O'nun koyduğu mizanın iki kefesini de denk tutmaya çalışması, yani adı üzere olması, Allah'ı bir başka şeyle tartmaya kalkışmaması İslâmî akîdenin, yani Tevhîd'in gereğidir.
Kur'an-ı Kerim'de Cenâb-ı Allah Hayrü'l-Hâkimîn yani adâletle hükmedenlerin en hayırlısı (el-A'râf, 7/87) olarak ifade edilirken, en büyük adâlet sıfatına sahip olan varlık anlamında kullanılmıştır.
Adl, Cenâb-ı Allah'ın doksandokuz güzel isminden biri olarak sayılmıştır. (Tirmizî, Da'avât, 83) Allah'ın asla zulmetmediği, hak ile hükmedip çok adil olduğu anlamında kullanılan adı sıfatı onun mahlûklarına büyük nimetler vermede âdil olduğunu ifade eder. Allah'ın mutlak adil olduğunda bütün İslâm âlimleri arasında tam bir ittifak olmakla birlikte adâlet sıfatının izahında Mutezile* fırkası ayrı bir izah getirmiştir.
Ali ÜNAL

ÂDİL-İ MUTLAK




ÂDİL-İ MUTLAK

Mutlak ve hakiki adâlet sahibi. Yegâne mutlak adalet sahibi Allah'tır. Allah herkese yaptığının karşılığını verir. Hiç kimseye zulmetmez. "Şüphesiz Allah zerre kadar haksızlık yapmaz. " (en-Nisa, 4/40) insanların kendileri âciz ve noksan oldukları için adaletleri de tam değildir. Ne kadar adaletli olmaya çalışsalar, hakkıyla adalet yapamazlar. Allah ise her türlü âcizlik ve noksanlıktan yücedir. O nedenle O'nun adaleti tam ve kâmildir. O, mutlak adalet sahibidir.
Allah kullarına ve bütün mahlûkâta asla zulmetmez. O şöyle buyurur: "Bu azab sizin yaptıklarınızdan dolayıdır. Yoksa Allah kullara asla zulmedici değildir. " (Âlu İmrân, 3/182). (Ayrıca bk. el-Enfal, 8/51; el-Hacc, 22/10; Fussilet, 41/46; Kaf, 50/29)
İnsanlar ve toplumlar ancak Allah'ın emir ve yasaklarının egemen ve hükümlerinin yürürlükte olduğu ortamlarda tam bir adalete kavuşur ve tam mutlu bir hayat sürebilirler.
Durak PUSMAZ

ÂDİLE


ÂDİL YÖNETİCİ




ÂDİL YÖNETİCİ

Adalet sahibi, adaletin hükmünü yerine getiren, yönetimin hangi kademesinde olursa olsun, yönetimindekileri adalet sınırları içinde sevk ve idare eden, her türlü hak ve ödevlerini insaf ölçülerine uygun bir tarzda tatbik eden, kısacası; adalet sıfatı ile nitelenmeyi hak eden yönetici.
Âdil yönetici; Kur'an ve hadîslerde ifade edildiği gibi, kanun karşısında bütün vatandaşların eşit muamele görmesini sağlar. Vatandaşlara farklı muamele etmez. Cenâb-ı Allah, Hz. Dâvud (a.s.)'a şöyle hitab eder:
"Ey Dâvud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ve adaletle hükmet. Hevâ ve hevesine uyma, yoksa bu seni, Allah'ın yolundan saptırır. Doğrusu, Allah'ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır." (Sâd, 38/28)
Cenâb-ı Allah'ın Resulü Muhammed (s.a.s.)'e hitâbı da şöyledir:
"Emr olunduğun gibi dosdoğru ol; onların heveslerine uyma ve şöyle de: Allah'ın indirdiği Kitâb'a* inandım ve aranızda adaletle hükmetmekle emr olundum." (eş-Şûra, 42/15)
Mevdûdî der ki: "Ben, tarafsız bir şekilde, adalet müessesesini yeryüzüne yerleştirmeye memur oldum. Benim işim, bir kimse hakkında, herhangi bir meselede taraf tutmak, yahut herhangi bir sebeple başka bir şahsın aleyhinde hüküm vermek değildir. Benim nazarımda bütün insanlar eşittir. Adalet ve insafın gereği de budur. Haklı olan, ne olursa olsun haklıdır. Haksız olan da, kim olursa olsun mutlaka haksızdır. Benim dinimde, hak ve adalet hususunda kimsenin imtiyazı olamaz. Bizden olsa da olmasa da..." (Mevdûdî, Hilafet ve Saltanat, Terc. Prof. Ali Genceli, İstanbul 1980, 68).
Çünkü Rabbimiz biz inananlara:
"Ey inananlar! Allah için adaleti ayakta tutup gözeten şahidler olun. Bir topluluğa olan öfkeniz, sizi adaletsizliğe sürüklemesin, adil olun; bu, Allah'a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah'tan sakının, doğrusu Allah, işlediklerinizden haberdardır. " (el-Mâide, 5/8) buyurur.
Âdil yönetici nazarında, bütün vatandaşlar; renk, soy-sop, dil, memleket ve ülke farkı olmaksızın, hukuk bakımından birbirine eşittir. Herhangi bir ferdin, bir zümrenin, bir sınıfın; herhangi bir soyun veya hanedanın, her ne suretle olursa olsun, hiçbir şekilde imtiyazı, farklı durumu yoktur. Kişisel özellikleri ve nitelikleri bakımından da bir kimse, hukuk karşısında, başkasından alt veya üst durumunda olamaz. Allah:
"Ey iman edenler! Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kabilelere ve oymaklara ayırdık. Şüphesiz ki sizin Allah'a göre en makbul olanınız, Allah'tan en çok sakınanızdır. Allah bilendir, haberdardır." buyurur. (el-Hucurât, 49/13)
Âdil bir yönetici olarak Resulullah (s.a.s.) da hayatı boyunca bu prensipten taviz vermemiştir. Nitekim günün birinde, Mahzumoğulları kabilesinden, hırsızlık eden kadına ceza verilmemesi için, Kureyşliler Peygamber (s.a.s.)'e Üsâme b. Zeyd'i aracı olarak gönderirler. Üsâme, ricasını dile getirince, Resulullah (s.a.s.):
"Allah'ın hadleri*nden (ceza) birisinin terkedilmesine aracı mı oluyorsun" dedi. Ve ayağa kalkarak şöyle hitab etti:
"Sizden öncekilerin helâk olmalarının sebebi, aralarından soylu, kuvvetli kimseler çaldıklarında, onlara ceza uygulamamaları, zayıf biri çaldığında ise ona hemen haddi uygulamalarıydı. Allah'a yemin ederim ki, Muhammed'in kızı Fâtıma çalmış olsaydı elini keserdim " (Buhârî, Hudûd 12: Müslim, Hudûd, 8-9).
Yine hayatının sonlarına doğru Resulullah (s.a.s.) bir toplantıda:
"Ey insanlar! Sizlerin benim üzerimde hakları*nız olabilir. Eğer ben bir kimsenin sırtına kırbaçla vurdumsa, o da gelsin benim sırtımda kısas* yapsın. Eğer ben bir kimsenin itibarını kıracak bir harekette bulundumsa işte benim itibarım, intikamını alsın. Eğer ben bir kimsenin malını aldımsa, işte benim malım, gelsin alsın ve onun üzerinde sıkı pazarlık etmekten korkmasın. Çünkü pazarlık âdetim değildir. Belki benim için en aziz olan, bende hakkı olup da hakkını alan yahut beni affeden kimsedir. Bu suretle ben Rabbimin huzuruna müsterih olarak çıkarım." Bir adam kalktı Peygamber'in kendisinden bir miktar ödünç para aldığını söyledi. Derhal bu para kendisine verildi. (İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, II, 241)
İslâm dininde âdil yönetici; Allah'a inanır, yaptıklarından veya yapmakla mükellef olduklarından, öncelikle Allah'a karşı sorumlu olduğunun bilincindedir. Rabbi ile karşılaşacağına ve dünyada iken yaptıklarından sorguya çekileceğine iman eder, kötü akibetten sakınır. Resulullah'ın:
"Her biriniz birer çobansınız ve yönetiminizde bulunanlardan sorumlusunuz. İmam (devlet reisi) çobandır ve yönettiği kimselerden sorumludur. Erkek evinin çobanıdır ve eli altındakilerden sorumludur. Kadın, kocasının evinin çobanı (muhafızı)dır ve ondan sorumludur. Hizmetçi, efendisine ait malın çobanıdır ve ondan sorumludur. " (Buhârî, Cuma, 44; Ahmed b. Hanbel, II, 108) sözünü aklından çıkarmaz.
O halde; Müslümanların, Allah'a imanı olmayan, kalbinde Allah korkusu duymayan bir kimseyi devlet başkanlığı gibi bir mevkiye getirmeleri emanet*e ihanet olur. Kur'an-ı Mübîn'de şöyle buyrulmaktadır:
"Hiç şüphesiz ki Allah size, emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder." (en-Nisa, 4/58)
Burada Müslümanlar, İsrailoğullarının * düştüğü hatalara düşmemeleri için uyarılıyorlar. Onların düştükleri en büyük hata, dejenere oluşları sürecinde yetkiyi hep beceriksiz, ehil olmayanlara vermeleriydi. Sorumluluk isteyen dinî ve siyasî liderlikleri, ehil olmayan, ahlâksız, şerefsiz ve adaletsiz kişilere vermeye başlamaları sonucu, tüm toplum yapısı çöktü. Müslümanlara bu konuda dikkatli olmaları ve sorumluluk isteyen yetkileri ehil, sorumluluğunun idrakinde ve ahlâklı kişilere vermeleri emrediliyor. (Mevdûdî, "Tefhîm", I, 329)
Âdil yöneticinin Allah katında üstün bir derecesi, kullar arasında da saygıdeğer bir makamı vardır. Rasûlullah (s.a.s.):
"Kıyamet günü, insanların Allah'a en sevgilisi ve meclis bakımından en yakını adil imam (devlet reisi), Allah'ın en sevmediği ve meclis bakımından en uzağı zalim imamdır." buyurur. (Tirmizî, Ahkâm, 4)
Başka bir hadiste "Üç sınıf insan vardır ki, duası Allah katında reddolunmaz: Âdil devlet reisi, iftar edinceye kadar oruçlu ve mazlumun duasıdır." der. (İbn Mâce, Oruç, 48)
Diğer bir rivayette, Allah elçisi; adil yöneticiye itaati şöyle dile getirir:
"Her kim bana itaat ederse, şüphesiz Allah'a itaat etmiş olur ve her kim bana isyan ederse, Allah'a isyan etmiş olur. Her kim imama (devlet reisi) itaat ederse şüphesiz bana itaat etmiş olur ve her kim imama isyan ederse bana isyan etmiş olur. " (Buhârî, Ahkâm. I; İbn Mâce, Cihad, 39)
Bu hadisten, devlet reisine ne kadar önem verildiği, âdetâ ona itaatın Allah'a itaat, ona isyanın da Allah'a isyan demek olduğu anlaşılmaktadır. Rabbimiz, ezelî Kelâm'ında; kendisine ve Resulüne itaattan sonra mümin yöneticiye itaatı emrediyor:
"Ey inananlar! Allah'a itaat edin, Peygamber'e ve sizden olan buyruk sahiplerine (yöneticilere) itaat edin. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız- onun çözümünü Allah'a ve Peygamber'e bırakın. Bu, hayırlı ve netice itibariyle daha güzeldir." (en-Nisa, 4/59)
Ancak bir Müslüman, her şeyden önce Allah'ın kuludur, diğer bütün özellikleri bu niteliğinden sonra gelir. Bu nedenle bir fert veya toplum olarak bütün müslümanlar, öncelikle Allah'a bağlıdırlar, diğer tüm bağlar, bu bağa boyun eğmek zorundadır. Çünkü tüm insanlar Allah'a verdikleri söze sadık kalmak zorundadırlar. Başka birine bağlılık ve itaat ancak Allah'a itaatı engellemeyecekse kabul edilir. (Mevdûdî, Tefhim, I, 329)
Yukarda geçen ayetten de anlaşılacağı gibi, inananları yönetecek kimsenin adil sayılabilmesi için, onun müminlerden olması şarttır. Aksi halde müminlerin isteyerek ona itaat etmeleri söz konusu değildir.
Meselâ:
Hasan-ı Basrî, Ömer ibn Abdülaziz'e yazdığı mektubunda, adil yöneticinin niteliklerini şöyle sıralar:
"Ey müminlerin emîri! Bil ki Allah, adil imamı; haktan her sapanı düzeltici, her zalimi doğrultucu, her bozuğu islâh edici, her zayıfa güç, her mazluma hakkını veren ve her şaşkına sığınak kılmıştır.
Ey müminlerin emîri! Âdil imam; develerine karşı şefkatli bir çoban ve onlara en iyi otlağı arayan bir dost gibidir. Onları tehlikeli otlaklardan uzaklaştırır, yırtıcı hayvanlardan korur, sıcak ve soğuğun eziyetinden muhafaza eder.
Ey müminlerin emîri! Âdil imam; çocuklarına karşı şefkatli bir baba gibidir. Küçükken onlar için didinir, büyüdüklerinde eğitimleriyle uğraşır, hayatta iken onlar için kazanır, ölümünden sonrasına da onlar için mal biriktirir.
Ey müminlerin emîri! Ädil imam; çocuğuna karşı merhametli, yufka yürekli bir ana gibidir. Onu meşakkatle taşır, meşakkatle doğurur. Çocukken terbiye eder. Uyandığında o da uyanır, huzuru ile huzur bulur. Emzirir sonra sütten keser. Sağlığına sevinir, şikâyetinden kederlenir.
Ey müminlerin emîri! Âdil imam; yetimlerin vâsisidir, miskinlerin koruyucusudur. Küçükleri terbiye eder, büyüklerinin geçimini sağlar.
Ey müminlerin emîri! Âdil imam; organlar içinde kalp gibidir. Onun sağlıklı olmasıyla diğer organlar sıhhat bulur, bozulmasıyla da bozulur.
Ey müminlerin emîri! Âdil imam; kullarla Allah arasında köprüdür. Allah kelâmını işitir ve onlara dinletir, Allah'ın emirlerini gözetler ve onlara gösterir, Allah'a boyun eğer onlara da boyun eğdirir. Ey müminlerin emîri! Allah'ın sana emanet ettiği mülkte; efendisi kendisine güvenip muhafaza etsin diye emanet ettiği malını heba eden, ev halkını dağıtıp perişan eden, onları fakirleştiren köle gibi olma!
Ey müminlerin emîri! Bil ki, Allah, yasakları; insanları ahlâksızlıklardan, kötülüklerden sakındırmak için indirmiştir. Onları, uygulamakla görevli olan çiğnerse durum nasıl olur?
Şüphesiz Allah, "kısas"ı, kulları için bir hayat olarak indirmiştir. Onlara kısası uygulayacak olan, onları öldürürse nice olur?
Ey müminlerin emîri! Ölümü ve ölümden sonraki hayatı, ölüm anında taraftarlarının ve ona karşı yardımcılarının azlığını düşün. Onun için ve ondan sonraki büyük korku günü için azık edin.
Bil ki ey müminlerin emîri! Şu anda bulunduğun meskeninden başka bir meskenin var, orada ikametin çok uzun sürecektir. Sevdiklerin senden ayrılacaklar ve seni onun dibinde yapayalnız bırakacaklar. O halde, kişinin; kardeşinden, ana-babasından, eşinden ve çocuklarından kaçacağı o gün için sana yarayacak azık edin.
Ey müminlerin emîri! Düşün, kabirdekilerin, diriltilip dışarı atıldığı, kalblerde ve gönüllerde olanların ortaya konduğu günü, ki o gün tüm sırlar açığa çıkarılmış ve kitap "küçükbüyük" hiçbir şeyi bırakmadan kapsamıştır.
Bugünkü kudretine değil yarınki kudretine bak! O gün sen ölüm kemendiyle esir edilmiş olarak, yüzlerin "Hayy ve Kayyûm " olan Allah'a boyun eğdiği bir sırada, melekler, nebîler ve resullerden müteşekkil bir topluluğun arasında bulundurulacaksın.
Ey müminlerin emîri! Bu öğüdümle her ne kadar benden önceki akıl sahiplerinin ulaştığı dereceye ulaşamazsam da hiçbir nasihati esirgemedim. Bu mektubumu; sevdiği kimseyi sağlığına kavuşturmak istediği için ona acı ilâçlar içiren bir doktor telâkki et. Allah'ın selâmı, rahmet ve bereketi üzerine olsun ey müminlerin emîri!" (Muhammed İbn Abdü Rabbihi, el Ikdü'l-Ferîd, I-, 25)
Halid ERBOCA

ÂDETULLAH




ÂDETULLAH

Allah'ın kanunu, sünneti. Âdet, geri dönmek manasına olan Avd'dan isimdir. Aslı avdettir. Aynı zamanda âdet; İsti'mâlin eş anlamlısıdır.
Âdet, Kur'an-ı Kerim'de "Sünnet" lâfzı ile teblîğ buyurulmuş ve müfessirler tarafından düstûr, kanun diye izah edilmiştir. Kur'an-ı Kerim'in Ahzâb, Fâtır, Fetih gibi birçok surelerinde âdet, hep sünnet lâfzıyla tabir buyurulup, bütün bunlarda Allah'ın âdetlerinden, kanunlarından sözedilmiş ve Âdetullah'ın değişmesinin mümkün olmadığı bildirilmiştir. Âdetullah ile ilgili ayetlerin çoğunda, bilhassa geçmiş ümmetlerin müşriklerine, dünyevî ve uhrevî ceza tayininde carî bulunan ilâhî kanun tebliğ edilmiştir. (bk. el-Enfâl, 8/38; el-İsrâ, 17/76-77; el-Fâtır, 35/42-43)
Âdet; selim tabiatlarda makbul olup, devamlı yapılan işlerde insanların içinde istikrar bulmuş hususlardan ibârettir. Âdet üç çeşittir: Genel örf âdetleri (ayak basma gibi.) Özel örf; (her grubun terimleri. Nahiv'de ref' kelimesi gibi.) (Şer'î örf, salât, zekât ve hac gibi. Bunlarda lügat manasının yerine şer'i manalar kullanılır) (et-Tehânevî, Keşşâf-u Istılâhâti'l-Fünûn, İstanbul 1984, II, 958)
İlâhî âdetler, kevnî ve ilâhî sünnetlerdir. Tabiat kanunları Âdetullahtır Kevnî sünnetler, Allah'ın genel hikmeti gereği değişmez. (el-Fetih, 48/23) Şu kadar ki bazı kere özel tercih hikmeti gereği Cenâb-ı Allah sebebi veya tesiri yok eder. Sebepsiz veya alışılmamış sebeplerle müsebbibâtı yaratır; böylece âdât-ı İlahiyye haricinde harikulâde olaylar yaratır.
Kevnî sünnetlerin veya tabiat kanunlarının koyucusu olan mutlak yaratıcı, harikulâdeye has olan birtakım kanunlar koymaktadır. İşte o kanunlara göre, bazen insanlar aracılığıyla birtakım harikulâde olaylar meydana gelebilir.
Cenâb-ı Hakk, Kur'an-ı Kerim'de Âdetullah'ı ve hikmetlerini zikrederek Müslümanlara, daha önce bilmedikleri her şeyin varlığını bildirdi ve kendisinin yaratıklar üzerinde kanunları olduğunu haber verdi. Bu gerçekten hareketle, bu sünnetleri bir ibret ve nasihat olmak üzere en güzel bir şekilde "Allah'ın Sünnetleri İlmi" diye bir ilim dalında toplayıp incelemek mümkündür. Bilindiği üzere Allahü Teâlâ, bazı ayetlerde kanunlarını açıkça göstermiştir. Bazan sebebi bir ayette, onun sonucunu da diğer bir ayette zikretmiştir. O, geçmiş milletlerin haberlerini zikrederken genellikle âdetini zımnen göstermiştir. Adetullah'ı izah eden ayetlerden bazısı şunlardır:
"Biz bir Resul göndermedikçe, hiçbir kimseye azap edecek değiliz." (el-İsrâ, 17/15)
"Allah, bir topluma verdiği nimeti, onlar kendilerinin (iyi) hâlini (fenalığa) çevirmedikçe bozmaz." (er-Ra'd, 13/11)
Bunlardan başka, Allah'ın, peygamberlerini fertlere değil toplumlara gönderdiğini (Hûd, l l/25), cihada icabet etmeyen bir kavmin yerine başka bir kavmi getireceğini (et-Tevbe, 9/38-39), servetin sadece zenginler arasında dönüp dolaşan bir şey olmaması için zekât ve sadakaların yanı sıra, ganimetlerden fakirlere daha fazla pay verilmesini (el-Haşr, 59/7) belirten ayetler Âdetullah'ı ifade eden hükümlerdir.
Hasan Fehmi KUMANLIOĞLU

ADEM



ADEM

Yokluk, hiçlik, fena, bulunmama. İki çeşit adem bulunduğu belirtilmiştir. Bunlardan biri mutlak, diğeri ise mukayyed yokluktur. Meselâ "Evde ekmek yoktur" cümlesinde ekmek; eve nisbetle yoktur. Yani bu durum, ekmeğin mutlak olarak değil, belirli bir anda bulunmamasını gösterir. Bu şekilde, "var fakat mevcut değil" manasındadır. Mutlak yoklukta, böyle bir şartlı yokluk söz konusu değildir. Kesin bir yokluk durumu vardır.
Tasavvufta mutlak ve gerçek vücud Allah'ın varlığıdır. Bu yüzden tasavvufta eşya ve madde bir "yokluk" olarak kabul edilmiştir. Çünkü madde ve eşya yokluktan hâsıl olmuştur. Aynada görülen şeylerin gerçek varlığı bulunmadığı gibi, madde aynasında görünen ve akseden şeylerin de kendi başlarına bir varlıkları bulunmamaktadır.
İbnü'l-Arabî'ye göre: "Kâinattaki her şey bir vehim ve hayalden ibarettir. " Bunların gerçek ve belli başlı bir varlıkları yoktur. Bu konuda da İbnü'l-Arabî'nin özellikle Eflatun'da görülen "gerçek ve onun yansıması olan ideler âlemi" görüşüne bir yaklaşma vardır. Dolayısıyla eski Yunan'dan bir etkilenme söz konusudur. Bu konudaki tartışmalar, nassların çizdiği hudutların dışına bile çıkacak noktaya maalesef gelebilmiştir. Batı'da olduğu gibi akıl, bu hususları tahlil etmek için bayağı zorlanmıştır.
Şamil İA

ADAM ÖLDÜRMEK




ADAM ÖLDÜRMEK

Başkasının hayatına kıymak, katl. Cinayet, bir terim olarak insanın hayatına ve vucut tamlığına karşı işlenmesi yasaklanmış fiillerdir. Cinayet, öldürme ve yaralama olmak üzere iki kısma ayrılır. Öldürme, dünya ve ahirette cezayı gerektiren bir fiildir. Dünyadaki cezası kısas*, ahiretteki ise cehennem azâbıdır. Çünkü o, dünyada Allah'ın yaratmasına tecavüz, toplumun ve toplum hayatının emniyetini tehdid eden bir fiildir.
Kur'an-ı Kerim'de adam öldürmenin haram olduğunu bildiren birçok ayet vardır. Bu ayetlerin birinde şöyle buyurulur:
"Allah'ın haram kıldığı cana, haklı bir sebep olmadıkça kıymayın. Kim mazlum olarak öldürülürse biz onun velisine (mirasçısına hakkını isteme konusunda) bir yetki vermişizdir. O da öldürmede aşırı gitmesin. Çünkü o, zaten yardıma mazhar kılınmıştır." (el-İsrâ, 17/33)
Âdem (a.s.)'ın oğlu Kâbil*in Hâbil'i öldürme suçu, öldürmenin insanlığa tecavüz anlamına gelen bir suç olduğunu gösterir. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Bu yüzden İsrâiloğulları'na şu gerçeği hükmettik: Kim bir canı, bir can karşılığında veya yeryüzünde bir fesat çıkarmaktan dolayı olmaksızın, öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur." (el-Mâide, 5/32)
Katil için kısas cezası şu ayetle sabittir:
"Ey iman edenler, öldürenler hakkında size kısas (misilleme) yazıldı. Hür hür ile; köle köle ile; dişi dişi ile kısas edilir. Fakat öldürenin lehinde, öldürülenin kardeşi (velisi) tarafından cüz'î bir şey af * olunursa kısas düşer. Artık örfe uyarak, maktulün velisine güzellikle ödemede bulunmak gerekir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve esirgemedir. O halde kim bu aftan ve diyetin edâsından sonra, katile veya yakınlarına karşı tecavüzde bulunursa, onun için pek acıklı bir azap vardır. Ey akıl sahipleri kısasta sizin için bir hayat vardır. Umulur ki sakınırsınız. " (el-Bakara, 2/178-179)
Kısas hükmü, geçmiş semâvî dinlerde de yer almıştır: "Biz onda (Tevrat*ta) onların üzerine şunu da yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş karşılıktır. Sonuç olarak yaralar birbirine kısastır. Fakat kim bu hakkını bağışlarsa, o kendisine keffârettir. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse onlar zalimlerin ta kendileridir." (el-Mâide, 5/45)
Kur'an-ı Kerim, başkasını kasden öldüren katil için bir ceza daha bildirir:
"Kim bir mümini kasden öldürürse, cezası içinde ebedî kalıcı olmak üzere cehennemdir. Allah ona gazabetmiş ve lânet etmiştir. Ve ona büyük bir azap hazırlamıştır. " (en-Nisâ, 4/93)
Hadiste, kişinin ancak üç durumda ve hâkim kararıyla öldürülebileceği bildirilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:
"Müslümanın kanı ancak üç şeyden birisi ile helâl olur. Zina eden evli, cana karşılık can, dinini terkeden ve İslâm toplumundan ayrılan kimse." (Buhârî, Diyet, 6; Müslim, Kasâme 25; Ebû Davud, Hudud, I; Tirmîzî, Hudud, 15) Bu hadisi İbn Mes'ud (r.a.) rivâyet etmiştir.
Başka bir rivâyet şöyledir: "Kişinin kanı üç durumda helâl olur: İmandan sonra kâfir olan yahut evlilikten sonra zina eden yahut da haksız yere bir cana kıyan kimse."
Katlin ve intiharın haramlığı konusunda çeşitli hadisler nakledilmiştir: "Bir müminin öldürülmesi, Allah katında, dünyanın sona ermesinden daha büyük bir olaydır."
"Şüphesiz, sizin kanlarınız ve mallarınız; bu gününüzün, bu ayınızın ve bu beldenizin haram olduğu gibi birbirinize haramdır." (Buhâri ilim, 37; Hacc, 132; Hudûd, 9; Müslim, Hacc, 147; Tirmîzî, Fiten, 6)
"Yedi helâk edici şeyden sakınınız. Bir tanesi de haklı durumlar müstesna Allah'ın haram kıldığı cana kıymaktır. " (Buhârî, Müslim, Ebû Davud ve Nesâi)
Kasden öldürmenin cezasını hadis tesbit etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Kasden öldürmede kısas vardır. Ancak, maktulün velisinin affetmesi halinde durum değişmektedir."
Yani başkasını kasden öldüren, maktulün akrabaları tarafından affedilmedikçe ona kısas uygulanması gerekir.
Kasden adam öldüren kimse asî ve fâsık olur. Onun işi Allah'a kalmıştır. Dilerse ona azap eder, dilerse bağışlar. İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre katilin tevbesi makbûldür. Böyle diyenlerin delilleri şu ayetlerdir:
"Şüphesiz Allah, kendisine şirk (ortak) koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları dilediği kimseler için bağışlar. " (en-Nisâ, 4/48-116)
"Şüphesiz Allah bütün günahları mağfiret eder." (ez-Zümer, 39/53) İbn Abbâs (r.a.) katilin bağışlanabileceği konusunda aksi görüştedir. Çünkü birisini kasten öldürenin cehenneme gireceği, Nisâ sûresi 93. ayetle sabittir.
Diğer yandan yüz kişi öldüren kimsenin tevbesinin bile kabule şayan olduğunu bildiren hadis-i şerif malûm ve meşhurdur. (Buhâri, Enbiya, 54; Müslim, Tevbe, 46-47). Kâtilin, sürekli cehennem ateşine gireceğini bildiren ayetin, tevbe etmeden ölmesi haliyle ilgili olduğu yahut durumunun Cenâb-ı Hakk'ın dilemesine bağlı bulunduğu öne sürülmüştür.
Şâfiî mezhebi, öldürmenin hükümlerini beş kısma ayırır: Farz, haram, mekruh, mendub ve mubah.
1- Farz: Mürted (dinden çıkan)'ın tevbe etmediği ve düşman savaşçısının İslâm'a girmediği yahut cizyeyi vermediği zaman öldürülmesi farzdır.
2- Haram: Kanının dökülmesi caiz olmayan masum kimsenin öldürülmesi haramdır.
3- Mekruh: Bir kimsenin, kâfir olan hasmını Allah'a ve Resulüne sövdüğü zaman onu öldürmesi mekruhtur.
4- Mübah: Kısas tatbik edilecek kimseyi veya devlet başkanının savaş esirini öldürmesi mubahtır. Çünkü o maslahata göre öldürüp öldürmemekte serbesttir. Nefis müdafaası için saldırganı öldürmek de mubahtır.
Dört büyük mezheb imamı, öldürmenin mübah olduğu halleri şu şekilde sıralarlar: Bir kimse yabancı birisinin evine girdiğini; yabancı bir erkeği karısı veya yakın akrabası ile zina ederken görse onu öldürmesi helâldir. Katile kısas gerekmez. Zina, erkekle kadının rızası sonucu oluşmuşsa Hanefi ve Hanbelîlere göre kadının kocası onları suçüstü yakalaması halinde her ikisini de öldürebilir. Eğer erkek, kadını zinaya zorlamışsa kadının bu erkeği öldürmesi mübah görülmüştür.
Hamdi DÖNDÜREN

ADÂLET


ADAK (Nezir)




ADAK (Nezir)


Allah'u Teâlâ'ya ibâdet maksadıyla mükellef olmadığı halde mübah olan bir işi yapmayı kararlaştırmak, kişinin öyle bir ameli kendisine vâcip kılması ve bunu yapacağına dair Allah'a söz vermesi.
Allah rızası için yapılan adaklar Allah katında geçerlidir. Yalnız Allah'ın rızası gözetilirse böyle bir ibâdetten sevap elde edilir. Sırf Allah rızası için oruç tutmak, sadaka vermek, Kur'an okumak namaz kılmak gibi. Ancak sırf dünyevî bir maksat uğruna yapılan adaklar geçerli değildir. "Falan bir işim olursa şu kadar oruç tutacağım", veya şu kadar sadaka vereceğim demek gibi. Buna benzer dünyaya yönelik isteklerin olması halinde yapılan adaklarda sırf dünyevî bir arzu taşıdığından ibâdetlerde aranan ihlâs* ve Allah rızası özelliği kaybolmuş oluyor. Aslında böyle bir adak Allah'ın takdirini değiştirmez. Mukadder ne ise o olur. Fakat her ne olursa olsun "falan işim olsun, şöyle böyle oruç tutacağım, sadaka vereceğim..." gibi adakları yaptıktan sonra mutlaka yerine getirmek vâcip olur.
Allah'ın rızasını ve yardımını istemek maksadıyla yapılan bu ibâdet genellikle bütün semâvî dinlerde vardır. Kur'an-ı Kerim'de Hz. Meryem ile ilgili olarak anlatılan kıssada annesinin şöyle dediği ve adakta bulunduğu ifade edilmektedir: "Hani İmran'ın karısı şöyle demişti: 'Rabbim' karnımda taşıdığım çocuğu sadece sana hizmet etmek üzere adadım. Bunu benden kabul buyur Allah'ım sen her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilensin. " (Âl-i İmrân, 3/35). Ve yine Hz. Meryem'e şöyle hitab edilmişti: "İnsanlardan birini görürsen "Rahman olan Allah'a konuşmama orucu adadım bugün kimseyle konuşmayacağım" de." (Meryem, 19/26). Yalnız Semâvî dinlerde değil, kısmen semâvî din özelliği ve kalıntıları taşıyan bazı toplum ve dinlerde de adak inancına rastlanmaktadır. Yahudi ve Hristiyanların yanısıra eski Çin, Türk ve Arap toplumlarında adakların yapıldığı bilinmektedir.
Kur'an-ı Kerim'de adak ile ilgili olarak bazı hususlar zikredilmişse de bu konuda herhangi bir emir veya nehiy mevcut değildir. Fakat ileride de ele alınacağı gibi adaklar yapıldıktan sonra mutlaka yerine getirilmesi gerekmektedir.
Bazı hadislerde Rasûlullah (s.a.s.), yapıldıktan sonra Allah'a itaat kabilinden olan adakların yerine getirilmesi gerektiğini ifade etmiştir. (Tecrid-i Sarih Tercüme ve Şerhi, XII, 226 vd.) Adağın Hz. Peygamber tarafından yasaklandığını ileri sürenler olmuşsa da, bu adaklar insanı kaderden müstağni kılmaya sürükleyen anlayışlara dayalı olan adaklardır. Çünkü yapıldıktan sonra mutlaka yerine getirilmesi kesin olarak emredildiğine ve bu konuda gayet açık hükümler bulunduğuna göre, yasaklanmış bir hususun yapıldıktan sonra yerine getirilmesi isteniyorsa bu yasak ne ile izah edilebilir?
Adak, yemin keffâreti*nde olduğu gibi yerine getirilmesi kişinin İslâmî hükümlere olan sadakatine bağlıdır. Böyle bir adağı yaptıktan sonra onu yapmaması halinde İslâm devleti yetkilileri ibâdeti ihmal ettiğinden dolayı onu bu konuda zorlayamazlar. Ancak Cenab-ı Hakk Kur'an-ı Kerim'de "Nezirlerini edâ etsinler" (el-Hacc, 22/29) buyurmaktadır.
Adağın Şartları
Adağın İslâmî hükümlere göre geçerli olabilmesinin çeşitli şartları vardır:
1- Adanan ibâdetin cinsinden mutlaka bir farz veya vâcibin olması gerekir. Örneğin "üç gün oruç tutacağım.", "Şu kadar namaz kılacağım", "Kurban keseceğim", diye adamak câizdir ve böyle bir adak sahihtir. Fakat "Filan hastayı ziyâret edeceğim", "Aldığım malları sermayesine satacağım", demek adak olmuyor. Dolayısıyla Allah rızası için adanan ibâdetin cinsinden farz ve vâcip olmayan hattâ İslâm dininde yapılması uygun olmayan, İslâm'ın emretmediği kötü geleneklerden ibaret olan türbelere, yatırlara mum yakmak, bu yatırların uğruna bir şeyler yapmak, yatırlara bazı eşyalar adamak câiz değildir. Hattâ bu gibi adaklar kesinlikle haramdır .
2- Adayanın akıllı, bülûğa ermiş yani ergin olması gerekir. Adağı yapan kimsenin aklından hasta olmaması, çocuk yaşta bulunmaması gerekir. Erginlik çağına ulaşmamış olanlarla delilerin* yaptığı adakların yerine getirilmesi zorunlu değildir.
3- Adanan ibâdet o anda veya gelecekte yapılması farz olan bir ibâdet olmamalıdır. Meselâ 'şu işim olursa öğle namazını veya yatsı namazını kılacağım', yahut 'Ramazan'da oruç tutacağım', veya zengin olduğu halde 'Kurban bayramında kurban keseceğim' gibi adaklar sahih değildir. Çünkü bu gibi ibâdetler zaten farz veya vâcip ibâdetler olup yerine getirilmesi gereken ibâdetlerdir. Buna göre bu tür adaklar geçerli değildir.
4- Adanan ibâdet ayrıca bir farz veya vâcip bir ibâdete sebep ve zemin türünden olmamalıdır. Örneğin abdest almayı veya tilâvet secdesi yapmayı adamak da sahih bir adak değildir. Zira bu gibi ibâdetler farz olan ibâdetlere vesiledir, onun için adanmaz.
5- Adanan şey Allah'ın razı olmayacağı, günah özelliği taşıyan türden de olmamalıdır. Meselâ "Şu işim olursa kendimi Allah rızası için kurban edeceğim" diye bir adak yapmak geçerli olmadığı gibi haramdır. Fakat aslında İslâm'ın emrettiği bir ibâdet iken yine İslâm'ın başka bir sebepten dolayı yasakladığı bir ibâdet türü ise geçerli olur. Meselâ bir kimsenin Ramazan Bayramı'nın birinci gününde veya Kurban Bayramı'nın ilk üç gününde oruç tutmayı adaması sahih bir adaktır. Ancak bu günlerde oruç tutmak haram olduğu için, başka bir zamanda bu adağını kaza eder.
6- Adanan şeyin yerine getirilmesi mümkün olmalıdır. Meselâ geçen falan günde yahut falanın geleceği günde oruç tutmak gibi. Geçen bir gün geri gelmeyeceği gibi, falan kimsenin gece veya gündüz zeval vaktinden sonra gelmesi halinde artık oruç tutulamayacağı bellidir. Çünkü oruç gündüz tutulduğu gibi fecirden başlanması gerekir. Dolayısıyla böyle bir adak olmaz.
7- Adanan şey bir malın sadaka* olarak verilmesi ise, adanan mal adağı yapanın malından ve servetinden fazla olmamalıdır. Çünkü adağı yapan kimse ancak mal varlığı kadar bir tasaddukta bulunabilecektir. Ayrıca başkasının malını tasadduk etmeyi adamak da câiz değildir.
Adağın Kısımları
Nezir'in şarta bağlı olan ve olmayan şeklinde ikiye ayrıldığı gibi bu türler de ayrıca kendi aralarında çeşitli kısımlara ayrılmaktadırlar.
A- Şarta bağlı olan adaklar
Bunlara ıstılâhî olarak "Muallak Adaklar" denir. Muallak adaklar ikiye ayrılır:
1- Bazı hususların gerçekleşmesine ve yapılmasına bağlanan adaklar. Meselâ 'Hastalığım geçer ve iyileşirsem şu kadar oruç tutacağım' veya 'Şu kadar kurban keseceğim' şeklinde yapılan adak gibi. Bu hastalığı geçerse bu ibâdeti derhal yerine getirmek gerekir. Böyle bir adağı daha sonra yapmak her ne kadar câiz ise de hemen yerine getirilmesi daha sevaptır.
2- Bazı iyi ve güzel hususların gerçekleşmemesi ve yapılmaması için adanan adaklar. Örneğin, 'Falan kimse ile konuşursam şu ibâdeti yapmak üzerime vâcip olsun' şeklindeki adaklar gibi. Burada koşulan şart falan kimse ile konuşmamadır. Bu şarta rağmen o kimse ile konuşulursa adağı yerine getirmek yahut bunun yerine yemin keffâreti ödemek gerekir.
Genel olarak belli bir şarta bağlanan adaklar belirtilen şartın gerçekleşmesinden önce yapılmazlar. Örneğin 'Falan işim olursa şu kadar oruç tutacağım' diye adak yapılıp o işi gerçekleşmeden adadığı orucu tutarsa adağını yerine getirmiş olmaz. Adı geçen işi gerçekleşince yeniden o orucu tutması gerekir.
Aynı şekilde bu tür bir adak belirli bir zaman, yer ve kişilere yahut belli bir şekle bağlanırsa mutlaka bu belirlenen şekilde yapılması şart değildir. Meselâ 'Falan işim olursa falan gün veya falan ay oruç tutacağım, şu parayı falan adama vereceğim', yahut şu kadar namazı falan camide kılacağım' dese belirtilen işi gerçekleşince belirttiği gün veya ayda oruç tutması şart değildir. Zikrettiği kişiye belirlediği parayı vermesi yahut söylediği camide namaz kılması şartı aranmamaktadır. Orucunu istediği bir zamanda tutması, sadakasını istediği kimseye vermesi, namazını istediği herhangi bir camide kılması mümkündür.
B- Şarta bağlı olmayan adaklar
Bunlara da "Mutlak Adaklar" adı verilmektedir. Bu tür adaklar da ikiye ayrılmaktadır.
1- Belirli olan yani muayyen adaklar: Şarta bağlı olmadan yapılan adaklardır. Meselâ 'önümüzdeki perşembe günü oruç tutmayı adamak' gibi.
Belirli olmayan adaklar. Bunlara da 'Gayr-i Muayyen Adaklar' denir. Bu tür adaklar da hiçbir şart ve zamana bağlı olmayan adak türleridir. Meselâ "Şu kadar gün oruç tutacağım" diyerek hiçbir şart ve zamana bağlamadan bir müddet oruç tutmayı adamak gibi.
Bütün bu hükümlere göre Mutlak * yani bir şarta bağlı olmadan adanan oruçların kesin olarak yerine getirilmeleri gerekir. Belirli bir zamanda yapılması adanan adak başka bir günde kaza edilmelidir. Aynı şekilde bu tür mutlak adaklarda belirli bir yer ve kişi ile belirli bir miktar da önemli değildir. Mühim olan bu adakların yerine getirilmesidir. Belirlenen yer, kişi ve miktarlar değiştirilebilir.
Adak Kurbanı:
Adanılan şey bazen kurban* olabilir. Bu durumda şu iki hususa dikkat edilmelidir:
1- Kurban davar, sığır ve deve gibi dört ayaklı hayvanlardan olur. Tavuk, kaz ve hindi gibi iki ayaklı hayvanlardan kurban olmaz.
2- Kurbanın etinden onu adayan kimse ile usûl ve füru* yiyemezler. Kurbanın eti fakirlere tasadduk edilir. Şayet yerlerse yedikleri miktarın değerini fakirlere vermeleri gerekir.
Ahmed AĞIRAKÇA

İSTİHARE NAMAZI VE DUASI VİDEO


NOT: İSTİŞARE YAPTIKTAN SONRA İSTİHARE YAPILIR.

YANİ ÖNCE BİR BİLENE,
BİR BÜYÜĞE DANIŞILIR.
İstihare “hayırlı olanı istemek” anlamına gelir.
İstihare, bir işin hakkında hayırlı olup olmadığını anlamak için abdest alıp iki rekât namaz kıldıktan sonra bu husustaki duayı okuyarak o işle ilgili rüya görmek üzere uykuya yatmaktır.
Evlenmeden önce, birkaç defa istihare etmeli,
Hak teâlâya sığınmalıdır.
Nefsin ve kötü kimselerin araya girmemesi için, yalvarmalıdır.
Salih, güvenilir kimselerle istişareden sonra, istihare yapmalıdır.
Bir işe başlayacağınız veya bir şeyden kurtulmak istediğiniz zaman,
 iki rekât nafile namaz kılıp
 [aşağıda bildirilen Arapça duayı okuyarak
] “Eğer bu işim [Mesela şununla evlenmem veya şu evi almam]
 dünya ve ahiretim için hayırlı ise, bunu bana mübarek eyle.
 Eğer hakkımda hayırlı değilse,
onu benden uzaklaştır ve hayırlı olanı bana kolaylaştır.
 Beni kazana rıza gösterenlerden eyle,
Ya Erhamerrahimin”
demelidir.

İstihare İle İlgili Bir Kaç Hadis:

(Mutluluk, istihare namazı kılmakla gerçekleşir.) [Hakim]
(İstiharede bulunmak ve kadere rıza göstermek kişinin mutlu olacağına, bunun aksi ise, kişinin mutsuz olacağına alamettir.) [Tirmizi]
“İstihare eden zarara düşmez.” (Buhari)
“Allah’a istihare, kişinin saadet vesilelerinden biridir.” (Buhari)

İstihare Duası:

İstihare Duası











İstihare Duası

“Allâhumme innî estehîruke bi-ilmike ve estakdiruke bikudratike ve es’eluke min fadlike’l-azîm.
Feinneke takdiru velâ ekdiru ve ta’lemu vela â’lemu ve ente allâmu’l-ğuyûb. Allâhumme in kunte ta’lemu enne hâzâ’l, emre hayrun lî fî dînî ve meâşî ve âkibeti emrî âcili emrî ve âcilihi fakdirhu lî ve yessirhu lî summe bârik lî fîh.
Ve in kunte tâ’lemu enne hâza’l-emre şerrun lî fî dînî ve meâşî ve âkıbeti emri âcili emrî ve acilihî fasrifhu annî vasrifnî anhu va’kir liyelhayra haysu kâne sume ardinî bih.”
Anlamı:
 “Allâh’ım, Sen’den hayır talep ediyorum,
zira Sen birsin.
Sen’den hayrı yapmaya kudret talep ediyorum,
 zira Sen vermeye kadirsin.
Rabbim, yüce fazlını talep ediyorum,
Sen her şeye kadirsin, ben âcizim.
Sen bilirsin, ben câhilim.
 Sen gaybları bilirsin.
Allâh’ım, şüphesiz biliyorsun ki,
bu iş benim dinim, hayatım ve sonum için hayırlıysa,
 bunu bana takdir et ve yapmamı kolay kıl.
Sonra da onu hakkımda mübarek kıl.
Eğer bu iş bana dinim,
 hayatım ve âkıbetim için zararlıysa,
 onu benden çevir, beni de ondan çevir.
Hayır ne ise, bana onu takdir et,
 sonra da bana onu sevdir”
 (Buhârî)

Kısaca Kılınışı:

Bu namaz sabah namazının sünneti gibi kılınır.
 Tek fark;
 1 Rekatta zamlı sure olarak Kâfirun Suresi ,
 2 Rekatta zamlı sure olarak İhlas suresi okunur.

İlk rekatta Fâtiha ve Kâfirun Suresi okunur.

İkinci rekatta sadece Fâtiha ve İhlas suresi okunur.

Oturuşta ise diğer namazlarda olduğu gibi:
 Ettehiyyâtü , Allâhümme Salli , Allâhümme Barik , Rabbenâ duaları Rabbenââtina ve Rabbenâğfirlî okunur.
Ardından istihare duası yapılır.

Tesbih isteğe bağlı olarak yapılır.
Namazı kıldıktan sonra dünya kelamı etmemek,
 sağ tarafa ve kıbleye doğru yatmak, uymaya çalışırken kalpten “Allah Allah” demek iyidir.

Bu namazı buradan okuyup, tatbik etmek isteyenlerden bir dileğimiz olacak,Yukarıdaki Peygamber efendimizin yukarıdaki duasını kendi sıkıntısına, problemine uyarlayıp kalbinden okuduktan sonra;
3 ihlas ve 1 Fatiha’yı da başta Peygamberimize, sevdiklerine ve Zamanın Sahibine hediye eylesin.
Onların yüzü suyu hürmetine bu aciz kulunun anlayacağı şekilde her şeyi aşikar göstersin, perdeleri aralasın diye Allah’a dua etsin.

Dua esnasında:

Allah ile konuşur gibi dua etsin,
Etrafını saran melekleri hissetsin,
Dua esnasın da gözlerini kapatsın,
Boynunu büksün,
Allah’ın aciz bir kulu olduğunu hissetsin.
 Birinci defada sonuç alınamazsa üç kere veya yedi defa tekrarlanabilinir.Sammi olarak yapıldığı takdirde, kalbe doğuş olabilir, istihare sonucu bir ferahlık ve rahatlık olursa o işin hayırlı olacağına, sıkıntı ve darlık olursa olumsuz olacağına işaret edilir. Gündüz yapılacağı gibi, iyice konsantre olunabilmesi için geceleyin yatmadan hemen önce yapılması tavsiye edilir. İstihare için uykuya yatma ve rüya bekleme şartı olmadığıda unutulmasın. Allah bunu samimi olarak isteyenlere bir işaret veya ipucu verir.O kapısına geleni geri çevirmez. O’nun kapısı umutsuzluk kapısı değildir.

AYAKKABI SAKLAMA HURCU

Shoes Under (Portatif Ayakkabı Saklama Hurcu)

Shoes Under (Portatif Ayakkabı Saklama Hurcu)

19,90 TL
6,90 TL
Sepete Ekle
Kalan süre: 19:53:32
 
Diğer Resimler
  • Shoes Under (Portatif Ayakkabı Saklama Hurcu)
  • Shoes Under (Portatif Ayakkabı Saklama Hurcu)
  • Shoes Under (Portatif Ayakkabı Saklama Hurcu)
  • Shoes Under (Portatif Ayakkabı Saklama Hurcu)
  • Shoes Under (Portatif Ayakkabı Saklama Hurcu)
Shoes Under ile ayakkabılarınız artık daha düzenli, daha ulaşılabilir!
Yazın kışlık, kışın yazlık ayakkabılarınızı nereye koyacağınızı bilemiyor, kendi kutularında sakladığınızda oluşan toz yığınından ve kapladığı büyük hacimden bıktınız mı? Durun şimdi Shoes Under var!

Shoes Under fermuarlı bir ayakkabı muhafaza hurcudur. Shoes Under içerisine 12 çift ayakkabı alır. İçerisine konulan ayakkabıları tozdan, rutubetten ve her türlü dış etkenden koruduğu gibi kapladığı ufak alan ile size daha geniş mekanlar kazandırır.

Shoes Under hem ayakkabılarınızın oluşturduğu dağınıklığı ortadan kaldırır, hem de ayakkabılarınızın bozulmadan ve deforme olmadan muhafazasını sağlar. Üstelik nefes alabilen dokusu sayesinde ayakkabıların koku yapmasına da engel olur.

Üstelik Shoes Under yer kaplamayan yapısı ve kompakt boyutları ile yatağınızın altına, dolabınızın içine veya üstüne rahatlıklar sığar.
Paket İçeriği:
  • 1 Adet 12 Çift Ayakkabı İçin Shoes Under Ayakkabı Hurcu
Ürün Boyutları: 65 cm x 47 cm x 21 cm

Bu üründen tek kargo ücreti ödeyerek 50 adede kadar sipariş verebilirsiniz

NAZAR DUASI

Nazar Duâsı
 
Nazar haktır. İnsana, hayvna ve hatta cansıza da nazar değer. Nazar hastalık yapar, hatta öldürür. Kadınlara ve çocuklara daha çok tesir eder.

Peygamberimiz, nazar ile ilgil olarak,”Nazar insanı mezara, deveyi kazana sokar” “Hoşa giden bir şeyi görünce,
"Maşaallah la kuvvete illa billah"
denirse o şeye nazar değemez. buyurdu.

Sabah-akşam, 3 defa “Bismillahillezi la yedurru maasmihi şeyün fil erdi vela fissemai ve hüvessemiulalim” (16) okuyan, büyü, nazar ve zulümmden korunur.”


Göz değene, Peygamber efendimizin bildirdiği şu tavizi okumalıdır:

“Euzü bi-kelimatillahittammati min şerri külli şeytanın ve hammatin ve min şerri külli aynin lammetin.” (25)

Nazar değen kimseye şifa için Ayet-el-kürsi, Fatiha, Muavvizeteyn (Felak ve nas) (57) ve Kalem suresinin son iki ayetini (ve in yekâdüllezîne keferû leyüzlikûneke biebsârihim lemmâ semi-uz- zikra ve yekûlûne innehû lemecnûnün ve mâ hüve illâ zikrun lilâlemîne) (62) okumanın muhakkak iyi geldiği bildirimiştir. Ayat-ı hırzı (76)okumak ve üzerinde taşımak da çok faidelidir.

Herkes, bilhassa nazarı değen kimse, beğendiği birşeyi görünce “Maşaallah” demeli, ondan sonra, ne söyliyecekse, o şeyi söylemelidir. Önce Maşaallah deyince, nazar değmez.

Büyüklerimizin bildirdiği Nazar Duâsı şöyle:

Bismillâhirrahmânirrahîm bismillâhi azîm-iş- şâni şedîd-il birri mâ şâallahü kâne habese hâbisün min hacerin yâbisin ve şihâbin kâbisin. Allahümme innî radedtü ayn-el âini aleyhi ve alâ men ehabb-en-nâsi ileyhi ve fî keyedihî ve kilyetihî lahmün rakîkun ve azmün dakîkun fîmâ lehû yelîku ferci-il basara hel terâ min fütûrin sümmerci-il basara kerrateyni yenkalib ileyk-el basaru hâsian ve hüve hasîr ve in yekâdüllezîne keferû leyüzlikûneke biebsârihim lemmâ semi-uz- zikra ve yekûlûne innehû lemecnûnün ve mâ hüve illâ zikrun lilâlemîne lâ havle velâ kuvvete illâ billâh-il aliyy-il azîmi Lâ ilâhe illallâhü hısnî, men kâle-hâ dehale hısnî, ve men dehale hısnî emine min azâbî. Sadaka rasûlullahi sallallahü teâlâ aleyhi ve selleme. (67)

ADAB

ÂDÂB
Ahlâk, terbiye ve nezâket kuralları. Birini ziyafete davet etme mânâsını ifade eden edep, İslâm'ın güzel saydığı söz ve davranışlardır. Bu itibarla edep, insanların kendisine davet olunan bilumum hayır, zarâfet, usluluk ve güzel ahlâk demektir. Seyyid Şerîf, (et-Tarifât) adlı eserinde edebi, "bütün hatâ türlerinden kendisiyle korunulan şeyi bilmekten ibarettir" diye tarif etmektedir. Edeb, insanı ayıplanma ve kötülenme sebeplerinden koruyan nefsin köklü bir kuvvetidir. "Nefs edebi" ve "ders edebi" olmak üzere ikiye ayrılan edeb'in birincisi acelecilik ve sinirlilik gibi doğuştan olan edeb, ikincisi ise daha sonra elde edilen ve "mekârim-i ahlâk"* (güzel ahlâk) olarak da isimlendirilen edebtir .
Ayrıca münazara-mübahase ilmini içine alan bir edeb türü daha vardır ki, âlimler bunu "edeb-i bahs" diye isimlendirirler. Edeb'in bu türü ilmî münazaralarda tarafların birbirlerine karşı gösterecekleri ahlâkî kaideleri ihtiva etmektedir. Yakın zamanlara kadar medreselerde bir ilim dalı olarak okutulagelmiştir.
Fıkıh ıstılahına göre ise edeb, "Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sünnetine uygun olarak yapılan hareketlerdir." Daha geniş ifadesiyle Allah'ın ve Peygamber'in emir ve yasaklarına uygun biçimde hareket etmektir.
Âdâb fıkhî terim olarak ele alındığında 'sünnet-i gayr-i müekkede' hükmündedir. Onun için bu davranışta bulunana sevap yazılır, yapmayana ise günah yoktur. O yüzden âdâb bazen nafile, * bazen müstehap, bazen mendub, bazen de tatavvu' ve fazilet kavramlarıyla eş anlamda kullanılır. Âdâb kaideleri Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından tavsiye ve teşvik edildiği için yapılan bu davranışa müstehab adı verilir. Yapıldığında bir sevap kazanmak söz konusu olduğundan buna mendub denir. Yapılırken bir zorunluluk olmadan yapıldığı için buna tatavvu' adı verilmiştir. Fıkhî bir terim olarak farz ve sünnetlerden sonra ibâdetlerin âdâbı anlamında bu anlamlarda kullanıldığı bilinmektedir. Meselâ abdestin farz ve sünnetleri sayıldıktan sonra "Âdâbu'l vudû", namaz için "Âdâbu's-salât" terimleri kullanılmıştır.
Edeb'in çoğulu âdâb'tır. En güzel ve hiçbir zaman eskimeyecek olan edeb ve ahlâk, Kur'an'da öğretilen ve Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sünneti ile tatbik edilip yaşanan âdâbtır.
Kâinatı en mükemmel bir düzen ve intizam üzere yaratan Allah, yaratıkları içinde insanı en güzel bir kıvamda yaratmıştır. (et-En, 95/4) Diğer yaratıkları da onun istifadesine vermiştir. Böylece insanı âlem için hâkim duruma getirerek onu muhatab ve mükellef kılmıştır. Peygamberleri vasıtasıyla saadet yollarını göstermiş, iyi ve güzeli, kötü ve çirkini öğretmiştir. Her şeyi mükemmel olarak yaratan Allah, insanlara da kendileri için en doğru olan yaşayış ve hareket yollarını bildirmiştir. Dolayısıyla Allah'ın bize öğrettiği edeb ve ahlâk, değişmeyen en güzel ve doğru ahlâktır. Bu ahlâkı en güzel şekilde yaşayan da Hz. Peygamberdir (s.a.s.): "Gerçekten sen, çok büyük bir ahlâk üzeresin." (Kalem, 68/5) âyeti ile Allah'ın iltifatına mazhar olan Hz. Peygamber kendi hakkında "Ben, ahlâkın güzelliklerini tamamlamak için gönderildim." (Muvattâ, Hüsnü'l-Hulk, 8) buyurmuş ve Kur'an'dan ibaret olan güzel ahlâkını hayatında yaptığı tatbikatı ve tavsiyeleri ile ümmetine tebliğ etmiştir. "Onun şahsında Allah'ı ve Âhiret gününü umanlar ve Allah'ı çokça hatırlayanlar için güzel edeb ve ahlâk numuneleri vardır. " (Ahzab, 33/21).
Her konuda olduğu gibi, güzel ahlâk konusunda da örneğimiz olan Hz. Peygamber (s.a.s.) ahlâkça insanların en güzeli idi. Peygamberimiz güzel ahlâkı tarif ederken şöyle buyurmuştur: "İyilik güzel ahlâktır; fenalık da, kalbin yatışmadığı ve halkın duymasını hoş görmediğin şeydir." buyurmuştur.
"İnsanların en hayırlısı ahlâkça en güzel olanıdır." "Kıyâmet günü müminin mîzanında güzel ahlâktan daha ağır bir şey bulunmaz ve her halde Allah, çirkin ve kötü sözlü kimseyi sevmez. " "İmânı en olgun kimseler, en güzel ahlâklılardır. En hayırlılarınız, kadınlarına hayırlı olanlardır."
"Bir mümin güzel ahlâkıyla gece ibâdet eden, gündüz oruç tutan kimselerin derecelerine erişir.", "Güzel ahlâk güler yüz hayırlı işlerde el açıklığı, bir de kimseye eziyet etmemektir. " buyuran Hz. Peygamber (s.a.s.), Ebû Hureyre'nin (r.a.) bir sorusu üzerine, Allah'tan korkmanın ve güzel ahlâklı olmanın Cennet'e girmeye sebep olacağını, güzel ahlâklı bir insana Cennet'in yukarı kısmında bir ev verileceğini, Peygamber'e en sevgili olan insanın ve Kıyâmet'te onun meclisine en yakın olacak insanın ahlâkı güzel olan kişi olacağını bildirmiştir. (Riyazu's-Sâlihîn, 1/49-54).
Muhaddisler, Hz. Peygamber'in bizzat yaşadığı ve ümmetine tavsiye ettiği edeb ve ahlâk kaidelerini ihtiva eden hadîsleri, tasnîf ettikleri hadîs kitaplarında "Kitâbu'l Edeb", "Bâbu'l Edeb" gibi başlıklar altında toplamışlardır. (bk. Buhârî Edeb; Müslim Edeb, Muvattâ Hulk...) Buna ilâveten İmam Buhârî "El-Edebu'l Müfred" isimli kitabını, Hz. Peygamber'in (s.a.s.) ahlâkî yaşayış ve emirleri ile ilgili hadîslerini derleyerek meydana getirmiştir.
Edeb, insanlara karşı bütün davranış ve muamelelerinde terbiyeli ve ahlâklı olmaktır. Selâm vermek, güler yüz göstermek, tırnak kesmek, sakal* bırakmak gibi nice İslâmî edebler vardır ki, bunlar Hz. Peygamber'in birer sünneti olduğu gibi, daha önce geçen peygamberlerin de sünnetidir.
Rivâyetlerle sabit olan edeb ve güzel ahlâk hakkındaki Peygamberî emirler bütün ümmeti ilgilendirdiği için edeb verme ve terbiye etme konumunda olan her kişinin bu emirleri önce şahsında tatbik etmesi, daha sonra da terbiyesi altında bulundurduğu kişileri bu güzel ahlâk ile ahlâklandırmaya çalışması gerekir. "Ey inananlar, nefsinizi ve ehlinizi tutuşturucusu taşlar ve insanlar olan ve kâfirler için hazırlanmış bulunan Cehennem ateşinden koruyunuz." (Tahrim, 66/6) buyuran Cenâb-ı Allah hem nefsimizi hem de elimiz altında yetiştirmekle mükellef bulunduğumuz çoluk çocuğumuzu Allah ve Peygamberi'nin razı olduğu güzel ahlâk ile ahlâklandırarak bu suretle Cehennem'in azâbından korumamız gerektiğini ifâde etmiştir.
Her insan, elinin altında bulundurduğu kimselerin her türlü hak ve hukukundan eğitim ve öğretiminden, terbiyesinden, sorumludur. (Tecrîd-i Sarih trc., Hadis no: 487) Ebeveynin evlâd üzerindeki eğitiminin önemi hakkında Allah'ın Rasûlü: "Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Bundan sonra anası, babası onu Yahudi yaparlar, Nasrânî yaparlar, Mecusî yaparlar. Nitekim behîme, derli toplu bir behîme olarak doğurulur. Siz kusursuz doğan bu hayvan yavrularının içinde kulağı, dudağı, burnu, ayağı, kesik olanını hiç görüyor musunuz? " buyurmuştur. (Müslim, Kader, 25) Hadîsi rivâyet eden Ebû Hureyre devamla: "İsterseniz şu âyeti okuyunuz" dedi. "O halde sen yüzünü bir muvahhîd* olarak dîne, Allah'ın o fıtratına çevir ki, insanları bunun üzerine yaratmıştır..." (er-Rûm, 30/30) Zikredilen âyet ve hadîsi şerif, insanın fıtraten temiz ve saf olduğunu, ahlâkın en güzeli olan İslâm'ı kabule kabiliyet ve istidatlı bulunduğunu ortaya koyar. Ancak, insana verilen yanlış bir eğitim onu kötü ahlâk sahibi ve inançsız bir insan durumuna getirir. Bu nedenle çevrenin ve ebeveynin çocuk üzerindeki te'dib terbiyesi tartışılmayacak kadar önemlidir. (Müslim, Kader, 22) Allah insanı fıtraten temiz yarattığı halde onun fıtratına uygun edebi verme işini babaya havale etmiştir. Babanın evlâda en güzel ve kalıcı hediyesi, onu iyi terbiye etmesidir. Terbiye edilmiş sâlih bir evlâd ölümünden sonra da baba için hayırlı amellerin yazılmasına sebep olur.
Ebû Hüreyre, Allah Rasûlü'nün şöyle dediğini nakletmiştir: "Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı altıdır: Ona rastladığın zaman kendisine selâm ver, seni yemeğe davet ederse icâbet et. Senden öğüt isterse öğüt ver. Aksırır da Allah'a hamd ederse "yerhamükellah" (Allah sana merhamet etsin) de. Hastalanırsa kendisini ziyaret et. Ölürse cenazesinde hazır bulun." (Buhârî, Cenâiz, 2; Müslim, Selâm, 4-6).
Hadiste yer alan edebler:
1) Rastladığı zaman din kardeşine selâm vermek. İslâm âlimlerinin çoğuna göre selâm vermek sünnet, almak ise farzdır. Başka hadislerde selâmın yaygınlaştırılması ve bunun toplumda karşılıklı sevgi ve muhabbetin artmasına sebep olacağı bildirilmiştir.
2) Davete icâbet etmek. Bu davet düğün, sünnet cemiyeti ve benzerlerini kapsamına alır. Düğün davetine "velîme" * denir ki, buna icabet vacibtir. Çünkü hadiste "Her kim velîme davetine icabet etmezse Allah'a ve Resûlü'ne isyan etmiş olur." (el-Askalâni, Buluğu'l-Meram Trc. A. Davudoğlu, IV, 315) buyurulmaktadır. Diğer davetlere icabet menduptur. Çünkü onlar hakkında velîmede olduğu gibi tahdîd yoktur.
3) Öğüt isteyene öğüt vermek. İstemeden nasihatta bulunmak menduptur. Çünkü hayra ve iyiliğe delâlettir.
4) Aksırır da "elhamdülillah" derse, bunu işiten "yerhamükellah" der. Hadiste: "Biriniz aksıracağı zaman hemen iki avucunu yüzüne koysun ve bunlarla sesini kıssın." (Ebû Davûd, Edeb, 90) buyurulur. Aksırık tekerrür ederse, üç defaya kadar "yerhamükellah" (teşmit) da tekrarlanır. Aksırık insan için bir nimettir.
5) Hasta ziyareti yapmak. Hasta ziyaretini farz-ı kifâye sayanlar varsa da, İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğuna göre menduptur. Bunda hastayı tanımakla tanımamak ve hısım olmakla olmamak aynıdır. Hz. Peygamber (s.a.s.) müslüman hastalar yanında gayr-ı müslim hizmetkârını ve amcası Ebû Tâlib'i ölüm döşeğinde ziyaret etmiştir. Hizmetçi, bu ziyaret bereketiyle İslâm'a girmiştir.
6) Cenazede bulunmak. Cenaze tanıdık olsun veya olmasın hazır bulunmaya çalışmak gerekir.
Ebu Hüreyre'den rivâyet edilen başka bir hadis şöyledir:
"Kendinizden aşağı olana bakın. Sizden daha üstün olana bakmayın. Çünkü bu türlü hareket Allah'ın size olan nimetini küçümsememeniz için daha uygundur."
İnsanoğlu genellikle kendisinden üstün bir kimse görünce onun gibi olmak ister ve Allah'ın kendisine verdiği nimetleri küçümser. Ötekine yetişmek için bu nimetlerin artmasını diler. Fakat dünya işlerinde kendisinden aşağı olanların durumuna bakarsa, elindeki nimetin kadrini bilir ve şükreder. Başka bir hadiste "Biriniz mal ve yaratılış (hilkât)ça kendinden üstün birini gördü mü, kendinden aşağı olana bakıversin." (Buhârî, Rikâk, 30; Müslim, Zühd, 8; Tirmizî, Libas, 38)
Nevvâs b. Sem'ân (r.a.) Allah Rasûlü'ne birr ve ism'in anlamını sormuş, o, şu cevabı vermiştir: "Birr, ahlâk güzelliğidir. İsm ise, kalbini rahatsız eden ve başkalarının bilmesini istemediğin şeylerdir."
Güzel ahlâk şu hadiste tarif edilir: "Güzel ahlâk, güler yüzlü olmak ve eziyet etmemektir." (el-Askalâni, a.g.e., IV, 321)
İbn Mes'ud (r.a.) Allah Rasûlü'nün şöyle dediğini nakletmiştir: "Eğer bir yerde üç kişi iseniz, kalabalığa karışmadıkça, ikiniz ötekini bırakarak gizli bir şey konuşmasın. Çünkü bu, onu üzer." (Müslim, Selâm, 26, 27, 28; İbn Mâce, Edeb, 50).
İbn Ömer, Rasûlullah'ın şöyle dediğini nakleder: "Bir kimse birini yerinden kaldırarak oraya kendisi oturamaz. Lâkin açılın ve genişleyin. ", "Bir kimse yerinden kalkar da sonra o yere dönerse, orası için başkasından daha fazla hak sahibidir." (Müslim Edeb, 21; Ebû Dâvûd, Edeb, 28-139).
İsraftan sakınma ve nimetin kadrini bilme ile ilgili bir hadis şöyledir: "Birinizin lokması yemekte yere düşerse, üzerindeki bulaşığı gidersin ve yesin, onu şeytana bırakmasın."
Selâmlaşmada âdâb: Ebû Hüreyre'den, Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur: "Küçük büyüğe, yürüyen oturana ve sayıları az olanlar çok olanlara selâm versin. " (Buhârî, İsti'zân, 4-7; Müslim, Selâm, 1, Edeb, 46; İbn Hanbel, III, 444) Hz. Câbir (r.a.)'den: "Yaya giden iki kişi karşılaştıklarında hangisi önce selâm verirse o daha fazla ecir kazanır" hadisi rivâyet edilmektedir .
Ahlâk, hulk kelimesinin çoğuludur ve Arapça bir kelimedir. Huy, tabiat mânasında kullanılır. İnsanın yaradılışından gelen ve cemiyet içinde yaşanarak kazanılan iyi ve güzel huylar, insanın yaradılışından gelen bu hususiyetler, Kur'an'ı Kerim ve Sünnet'te sınırları çizilen, insanların iyiliğini ve mutluluğunu hedef alan kaidelerin hayata geçirilmesiyle kazanılan iyi ve güzel davranışların bütünü. Zıddı, ahlâksızlıktır .
Her toplumun kendi sosyal yapısına göre ahlâk anlayışı vardır. Bir topluma göre ahlâkî bir davranış kabul edilen bir fiil bir başka topluma göre ahlâksızlık olarak kabul edilebilir. İslâm dışı toplumlarda flört ve zina gibi fiiller normal bir olay kabul edildiği halde, İslâmî toplumlarda bu durum, Allah'ın emri ile haram kılınmış, en büyük ahlâksızlıktır. Öyleyse müslüman toplumumuza göre ahlâk ve ahlâksızlığın ölçüsünü Allah'ın yasakladığı ve yasaklamadığı fiiller olarak kabul ederiz.
Şamil İA
Âyet ve Hadisler Işığında Âdâb-ı Muâşeretten Örnekler
-Herkese karşı tatlı dilli, güler yüzlü açık kalbli olmak. Allah iyi huylu güler yüzlü kimseyi sever.
-Herkes ile güzel görüşmek, halka eziyet vermekten sakınmak. "Müslüman diğer müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kişidir."
-Kötülüğe karşı iyilikte bulunmak ve halkın eziyetlerine karşı sabırlı olmak. Allah katında sıddîkların mertebelerine erişmek için zulmedeni affetmek, irtibatı kesenle irtibat kurmak esirgeyene esirgemeden vermek gerekir.
-Küskünlüğe, dargınlığa, düşmanlığa son vermek. Müslümanın müslümanla üç günden fazla dargın durması helâl değildir.
-Dargın iki müslümanın arasını bulmaya çalışmak. Yalan söylemenin câiz olduğu yerlerden biri, dargınların barışmalarını sağlamak için söylenen yalandır. Bu da sadaka vermek kadar hayırlı bir iştir.
-İnsanların kusurlarını araştırmamak, bilakis bu kusurları örtmeye çalışmak. Başkasının kusurunu arayan, önce kendi kusurunu görmelidir. Başkasının kusurunu örten bir müslümanın kusurunu da Allah örter ve onu affeder.
- Dostlar birbirlerini arkalarından müdafaa etmelidir, haklarındaki yanlış fikirleri düzeltmelidirler. Kardeşine yardımda bulunana Allah da yardım eder.
-İnsanlara karşı kötü zan ve töhmette bulunmamak, nefret uyandırmamak, dedikodu yapmamak. Bu sözlerin konuşulduğu yerleri terketmek.
-Her insanla, kapasite ve mevkilerine göre konuşmak. Câhille ilmî konuşma yapılamayacağı gibi, âlimle de câhille konuşulduğu gibi konuşulmaz. İnsanlara akıllarına göre hitap edilmelidir.
-Büyüklere hürmet ve saygı; küçüklere, düşkünlere şefkat ve merhamet; özellikle aile arasındaki fertlere iyi muamele etmek İslâm'ın esaslarındandır. Allah ana babaya saygısızlık bir tarafa "öf " demeyi dahi yasaklamıştır. Başkasına merhamet etmeyene merhamet olunmaz.
-Herkes hakkında hayır dilemek ve, yardımda bulunmak müslüman kardeşliğinin bir özelliğidir. Ancak bu yardımlaşma kötülükte değil, iyilikte olmalıdır. Mümin kendisi için arzu ettiği güzel şeyleri Müslüman kardeşi için de arzu etmelidir. Kendini kötülüklerden koruduğu gibi etrafındakileri de korumaya çalışmalıdır.
-Selâm, müslümanlar arasında sevgi bağlarının kurulmasında önemli bir araçtır. Selâm vermek sünnet, almak ise farzdır. Peygamberimiz (s.a.s.) selâmı yaymamızı, tanısak da tanımasak da her müslümana selâm vermemiz gerektiğini bununla da imanımız olgunluğa erdiği için Cennet'e gireceğimizi müjdelemiştir. Bu nedenle gençler ihtiyarlara, binek üzerinde olanlar yürüyenlere, yürüyenler oturanlara, arkadan gelenler önden gidenlere, bir kişi çok kişiye selâm vermelidir. Selâma daha güzel bir şekil de karşılık vermek gerekir. "es-Selâmu aleykum" diyene "ve aleykumu'sselâm ve rahmetullâhi ve berekatuhu" denmelidir. Verilen selâmı alma durumunda olmayana selâm vermek mekruhtur. Yemek yiyene, namaz kılana, Kur'an okuyana, hutbe dinleyene selâm verilmemelidir. Kâfirlere selâm verilmez. Açıktan açığa Allah'ın emrini çiğneyen ve bu hâlinde ısrarlı olana da selâm verilmez. Topluma verilen selâma bir kişi karşılık verirse, diğerlerinin selâm alma sorumluluğu kalkar. Selâm getiren birinden selâmı almak, mektupta yazılı selâma ya mektupla ya da o anda sözle karşılık vermek gerekir. Eve girerken ev halkına selâm verildiği gibi ayrılırken de selâm vererek ayrılmak faziletli bir iştir. Boş bir yere girilirken de "es selâmu aleyna ve alâ ibâdillahi's-Sâlihîn" diyerek selâm verilir. Selâm, müminin mümine yaptığı hayırlı bir duadır. "Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun. " Mânasına gelen selâmlaşmanın yerini basit kelimeler tutmaz.
-Karşılaşan iki müslüman birbirlerinin ellerini tutarak müsafaha* eder, Peygamber'e (s.a.s.) salavât okur, hal hatır sorarlar. Bu durumda olan kişiler henüz birbirlerinden ayrılmadan Allah onlara mağfiret eder.
-Aksırana karşı hayır dua etmek. Aksıran kişi "elhamdülillah"der, yanındaki müslüman "yerhamükellah" yani "Allah sana merhamet etsin " diye dua eder, aksıran kişi de "yehdîna ve yehdîkumullah " yani Allah bizi de sizleri de hidâyete dâim kılsın" diye karşı duada bulunur. Buna "teşmît" denir.
Müddessir sûresi 4. âyetinde "Giydiklerini temizle. Kötü şeylerden sakın" şeklinde temizlik emredilmektedir. Giydiklerini temizlemek kalbi, ahlâkı ve ameli temizlemeden kinâye olarak kullanılmaktadır. Elbiseyi giyen şahsın ve onun dokunduğu her şeyin temizliği Kur'an ahlâkına uymanın gerektirdiği bir temizliktir. Her türlü nefsânî arzulara, şeytânî hileler ve alışkanlıklara mârûz kalan bir ortamda Kur'an'ın öngördüğü temizliğe dikkat etmek ve onu gerçekleştirmek insana büyük bir izzet kazandıracağından maddî ve manevî yönden temiz olmayan kimselerin kirlerine bulaşmadan ayrılmak mümin için önemli bir davranıştır. Bâtıl inanışları, kötü âdet ve alışkanlıkları câhiliyyet halkının daldığı ve insanı lekeleyen ve âhirette sorumlu tutacak her türlü bâtılı terketmek Kur'an ahlâkının istediği muaşeret edeplerindendir.
Gönlün temiz tutulması da Kur'an-ı Kerim'de emredilmiştir. "Bilmediğin şeyin ardına düşme; doğrusu, kulak göz ve kalb bunların hepsi o şeyden sorumludur."(el-İsrâ, 17/36) buyrulması bunun açık delillerindendir.
-Müslüman gittiği meclise temiz elbiseyle gitmelidir. Yaşlı ve bilgili kimselerden üstte oturmamalı, kendine söz düşmedikçe konuşmamalı, söylenilen faydalı şeyleri dinlemelidir. Sonradan gelenlere yer vermeli, birbirlerine karşı güler yüzlü, tatlı sözlü olmalıdır. Meclisten ayrılırken arkadaşlarından izin alarak ve selâm vererek ayrılmalıdır.
"Ey inananlar, toplantılarda size 'yer açın' denince yer açın ki Allah da size genişlik versin. 'Kalkın' dendiği zaman da hemen kalkın ki Allah içinizde inanmış olanları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah, işlediklerinizden haberdardır." (el-Mücadele, 59/11) buyrularak bir toplum kuralı belirtilmiş olmaktadır. Bu kural cemiyet ve cemaat muaşeretindendir.
- Müslümanlar uygun zamanlarda mümin kardeşlerini, büyüklerini ve yakın akrabalarını ziyaret etmeli, onların gönüllerini hoş etmeye çalışmalıdır. Ancak ziyâretin, çok uzun ve usandırıcı olmamasına özen göstermelidir. Ziyârete gelenlere imkân nisbetinde ikram etmelidir. Allah'a ve âhirete inanan, misâfirine izzet ve ikramda bulunmalıdır.
- Müslüman, din kardeşinin davetine icabet eder, ziyâretinde bulunur. Böylece aralarında muhabbet artmış olur. Peygamber (s.a.s.), "Sizden birinizi kardeşi düğün yemeğine veya benzer bir ziyâfete davet edince icabet etsin." buyurmuştur. Ancak bu tür yerlerde Allah'ın yasakladığı içki ve benzeri şeyler bulunuyorsa oraya gitmemelidir. Kötülükleri engelleyeceğine kanaat getirirse, gidebilir. Merâsimler külfetten ve gösterişten uzak olmalıdır.
- Müslümanlar, din kardeşleri yanlarına geldiklerinde, hürmet olsun diye ayağa kalkabilirler.Âlim zatların ellerini öpmek câizdir. Ancak dünyalık bir menfaat elde etmek için el öpmek, boyun bükmek, hele hele dalkavukluk yapmak asla doğru değildir. Büyüklerin huzurunda yerlere kadar eğilmek ve yeri öpmek haramdır.
-Müslümanlıkta komşuluğun büyük ehemmiyeti vardır. Komşu haklarına son derece riayet etmeli, onlara zarar verecek her türlü hareketlerden kaçınmalıdır. Kötülüklerinden, komşusu emin olmayan kimse gerçek mümin olamaz.
- Hastaları ziyârette bulunmak, onların afiyetlerine dua etmek dinî bir görevdir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde: "Beş şey vardır ki, kardeşine karşı müslümana vazife olur. Bunlar da, verilen selâmı iâde, aksırana hayır dua, davete icâbet, hastayı ziyâret ve cenazeleri mezara kadar takip etmektir. " buyurmuştur. Müslümanlar, vefat eden din kardeşlerinin cenazelerini kabirlerine kadar üzüntülü ve düşünceli götürür kabre defnederler, haklarında rahmetle duada bulunurlar. İmkân buldukça müslümanın cenaze namazını da kılmalıdır. Kabirlerini ziyâret ederek haklarında hayır duada bulunmak bir vefa borcudur. Ancak kabir ziyâretleri İslâmî ölçüler içerisinde olmalı, aşırı ta'zim hareketlerinden sakınmalıdır. Kabir ziyâreti insana ölümü ve geleceğini hatırlatır, uyanmaya vesile olur.
- Evlere ve odalara girerken usule riayet etmek gerekir. Cahiliye devrinde evlere hücum edilircesine girilirdi. Ziyâretçi eve girer ve girdikten sonra da 'girdim' diye seslenirdi. Çok defa, ev sahibinin ailesiyle onları başkasının görmesi doğru olmayan hâlde, kadın veya erkeğin avret yerlerinin açık olduğu olurdu. Bu hâl, üzüntü verip gönülleri yaraladığı gibi evleri emniyet ve huzurdan yoksun bırakırdı. Ayrıca gözler tahrik edici yerlere takıldığı zaman nefisleri bu şekilde fitneye sürüklerdi. İşte bu sebepten dolayı Allah müslümanları yüksek bir âdâb-ı muaşeretle terbiye etmiştir. Evlere girmeden izin isteme âdâbı ve ev halkına güven verip onlardan kuşkuyu gidermek için girmezden evvel selâm verme âdâbını getirmiştir.
"Ey inananlar, kendi evlerinizden başka evlere, izin alıp halkına selâm vermeden girmeyiniz. Herhalde bunun, sizin için daha iyi olduğunu düşünüp anlarsınız." "Eğer orda kimseyi bulamazsanız size izin verilinceye kadar içeri girmeyin. Bu sizin için daha iyidir..." (en-Nur, 24/27-28). Aynı şekilde erginlik çağına erişmemiş çocuklarla hizmetçilerin başkalarının odalarına girerken izin almaları yolunda eğitilmeleriyle bunların girmesinin ancak hangi vakitlerde olabileceği de belirtilmiştir:
"...Sizden henüz erginlik çağına erişmemiş çocuklar üç vakitte sizden izin istesinler. Sabah namazından önce, öğlenden sonra elbisenizi çıkarıp yatacağınız vakit ve yatsı namazından sonra. Bunlar, sizin üstünüzün açılabileceği üç vakittir. Bunun dışında ne size ne de onlara bir günah yoktur. " (en-Nur, 24/58).
İşte böylece İslâm, gerek başkaları için gerek ev halkı için çiğnenmesi asla doğru olmayan özel bir dokunulmazlık koymuştur. İslâm'da devletin temeli aile olduğundan, insanlar evlerinde yabancı kimselerin anî baskınlarına maruz bırakılmaz. Ancak ev sahiplerinden izin isteyip, onların müsâadesi alındıktan sonra girilebilir.
-Müslümanın davranışları yumuşak ve yavaş olmalıdır. Bu muaşeret kuralı için Kur'an-ı Kerim'de tavsiye ve emir buyrulan açık ve anlaşılır şu âyet ne güzeldir:
"İnsanları küçümseyip yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenip övünen kimseyi sevmez. Yürüyüşünde mutedil ol, sesini de kıs. Çünkü seslerin en çirkini eşeklerin sesidir." (Lokman, 31/18-19).
-Müslüman doğru sözlü olmalıdır. Kur'an-ı Kerim, Müminlerin doğru ve dikkatli konuşmasını, söyleyecekleri sözü ölçülü ve bu sözün nereye varacağını düşünerek söylemelerini emretmekte ve onları sâlih amele yol açan güzel söz söylemeye yönlendirmektedir. Çünkü Allah, doğruların, doğru sözlülerin yardımcısıdır. Doğru sözlülerin hareketlerini hatadan korumayı, işlerini düzeltip yoluna koymayı kendilerine bir mükâfat olarak vâdetmiştir. Bu güzel davranışı yerine getiren müminin hatalarını Allah'u Teâlâ'nın bağışlaması ne engin bir rahmettir. İnsanoğlunu da ancak Allah'ın bu bağış ve rahmeti kurtarabilir:
"Ey inananlar, Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin ki Allah işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah'a ve Rasûlüne itaat ederse büyük bir başarıya erişmiş olur. " (elAhzab, 33/71)
- Müslüman israf etmemelidir. İsrâf, herhangi bir şeyi gereğinden fazla kullanmak demektir. "...Yeyin, için fakat israf etmeyin, Allah israf edenleri sevmez." (el-A'raf, 7/31) buyurulmaktadır. Yine "...Allah, israfçı ve yalancı kişiyi hidâyete erdirmez. " (el-Mü'min, 40/28) düsturu yer almaktadır. En'am Sûresi 141. âyeti de yine bu hükmü beyan etmektedir: "..İsraf etmeyin, çünkü Allah israf edenleri sevmez."
İnsan iyilik yaparken de isrâf yapmamalıdır. "..onlar infak ettikleri zaman bile israf etmezler." (el-Furkan, 25/67)
Ayrıca kusurları bağışlamak her işi güzel bir niyetle ve saf bir kalb ile yapmak, işlerinde doğruluktan ayrılmayıp dirayet ve akıl dairesi içinde yürütmek, büyüklerin dine uygun emirlerine itaat etmek, halkın itimadını ve güvenini kazanmak, her işte aşırı gitmemek, münasip kişilerle güzel bir sûrette görüşüp konuşmak, kendisine emânet edilen sırlara ve eşyaya hainlik etmemek, zulümden uzaklaşarak insafla hareket etmek, insanlara karşı mütevâzî olmak, sözünde durarak ahdine vefa göstermek, ihtiyaç sahiplerine karşı cömertçe davranmak, insanlar hakkında daima iyi zan beslemek, lüzumsuz ve kalb kırıcı sözlerden sakınmak, her yaptığı işi hakkâniyet ölçüleri içinde yapmak, kızgınlık ve şiddetten sakınarak yumuşak huylu olmak, namusu, haysiyeti ve mukaddes değerleri korumak, daima hayır ve iyilik yolunu tutmak, dostluğa önem vermek, hakkına razı olmak, vaktini boşa geçirmeden çalışmak, korkaklığı terkederek yiğit ve cesur olmak, yapılan iyiliklere karşı teşekkür etmek, şehevî duygularına hakim olmak her türlü belâ ve musîbetlere sabretmek, bir işte azim ve sebat sahibi olmak, günahlardan kaçınmak, herkesin mertebesini bilip hakkında ona göre muamele etmek, kanaat sahibi olmak, şaka ve nüktelerinde bile ahlâk dışı olmamak, başkalarını kötülemekten kaçınmak, kendini yüksek görmemek, içi başka dışı başka olmamak, insanlığa ve inançlarına uygun olan her şeyi yapmak, bu işi yapmadan evvel o işin ehli ile istişâre'de bulunmak, yaptığı iyilikleri başa kakmamak, ağır başlı ve vakur olmak, koğuculuk yapmamak gibi güzel meziyetler insanlar arasında saygınlık ve muhabbet doğurur. Bunlara riayet etmek İslâm'ın ortaya koyduğu muaşeret âdâbındandır.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...