02 Ekim 2017

KEVSER SÛRESİ



KEVSER SURESİ ile ilgili görsel sonucu

KEVSER SÛRESİ

Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın 108., Nüzûl sıralamasına göre 15., Mufassal sûreler kısmının on beşinci grubunun altıncı sûresi olan Kevser sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı 3’tür.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, O’nun pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla
1. “Ey Muhammed! Doğrusu sana pek çok nîmet vermişizdir. 2. Öyleyse Rabbin için namaz kıl, kurban kes. 3. Doğrusu ebter (adı sanı ortadan kalkacak olan), sana kin tutan kimsedir.”
Rasulullah efendimize ve onun şahsında onun yolunun yolcu-larına Rabbimizin lütfettiği dünya ve ukba nîmetlerinin sonsuzluğunu, hayatını Allah için yaşayan Rasulullah ve mü’minlerin hayatlarının be-reketlendirilip dâvâlarının galibiyetini ve bütün bu nîmetlere karşılık da Rasulullah ve mü’minlerin Rablerine karşı şükretmeleri gerektiğini an-latan bir sûreyle karşı karşıyayız. Nîmet şükür ilişkisini ortaya koyan bir sûre. Peygamberin şanının çok yüce olduğunu, yüceltildiğini, pey-gamberin dâvâsına düşman olan, peygambere buğz eden, diş bile-yen, peygamber için ebterlik bekleyen, peygamber yolunun, peygam-ber uygulamalarının silinmesi için sa’y edenlerin de zelil olduklarını, olacaklarını, asla muvaffak olamayacaklarını, hem dünyada, hem de ukbada hüsrana mahkum olacaklarını anlatan bir sûre. Onların ger-çek ebterler olarak fikirlerinin, düşüncelerinin, sistemlerinin yok olup gitmesine karşılık, hayatını Allah için yaşayan peygamberin dâvâsının kıyamete kadar gönüllerde ma’kes bulacağını, hüsnü kabul göreceği-ni anlatan bir sûre.
Sûre adını birinci âyetinde geçen Kevser kelimesinden almış-tır. Kur’an’da en kısa sûre, Kur’an satırıyla tek bir satır. Tabii sûrelerin küçüklük ya da büyüklüğü konusunda söz sahibi Allah’tır. Neden böy-ledir? Niçin kısadır? demek abestir. Allah böyle istemiştir, Allah böyle kısacık ifadelerle dağlar kadar manayı ortaya koyuvermiştir diyoruz. Cumhura göre sûre Mekkî dir. İki kere nâzil olduğu da rivâyet edil-mektedir. Mekke’de müşriklerin uzlaşma ümitlerinin kalmadığını anla-maları neticesinde Rasulullah efendimize ve beraberindeki bir avuç Müslümana karşı her türlü zulüm ve işkencelerini had safhaya vardır-dıkları ve onların bu saldırıları karşısında bunalmış bir durumda olan Rasulullah ve Müslümanları teselli etmek için gelmiştir.
Ahmed Bin Hanbel’in Müsned’inde Hz. Enes efendimizden sû-renin nüzûlüyle alâkalı şu haber nakledilir: Hz. Enes der ki: Allah’ın Resûlü hafifçe uyukladı ve uyanınca da gülümsemeye başladı. Gü-lümseyerek başını kaldırınca, orada bulunanlardan birisi niçin gülüm-sediğini sorunca da şöyle buyurdu: “Az önce bana bir sûre indirildi” buyurarak besmele çekip sûreyi sonuna kadar okudu. Ve sonra şöyle buyurdu: “Kevser nedir biliyor musunuz? Oradakiler de: Allah ve Resûlü daha iyi bilir dediler. Buyurdu ki:
“O Aziz ve Celil olan Rabbimin cennette bana verdiği bir nehirdir. Onda pek çok hayır vardır. Ümmetim kıyamet günü ondan içmeye gelirler. Kapları yıldızlar sayısıncadır. Ümmetimden kimileri ondan çekip uzaklaştırılır. Bunun üzerine ben: Ey Rabbim! Doğrusu o da benim üm-metimdendir derim. Bana denilir ki senin arkandan onların neler yaptığını sen bilmezsin.”
Evet Mekke müşriklerinin zulümleri Rasulullah efendimizi üzü-yordu. Bütün kavmi ona düşman kesilmişti. Herkes onun dâvetinin önünü kesmeye çalışıyordu. Çevresi, akrabaları ondan desteğini çek-mişler, onu yapayalnız bırakmışlardı. Böyle bir durumda yalnız ve yar-dımcısız olan Rasulullah’ın dâvâsının başarıya ulaşması âdeta im-kânsız gibi görünüyordu. Arka arkaya iki evlâdını da kaybetmiş, çev-resinin kendisini teselli edecek yerde, onun soyu kesildi gibi alaylı ta-vırlarla bayram yapmaları Allah’ın Resûlünü çok üzmüştü. Zaman za-man Rabbimiz onu teselli etmek üzere müjdeler gönderiyordu. Me-selâ Duhâ sûresinde:
“Doğrusu her bir ahir (Gelecek) senin için ûlâdan (Bir öncekinden) daha hayırlı olacaktır. Ve Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın.”
(Duhâ 4)
“Peygamberim senin zikrini yücelttik.”
(İnşirâh 4)
Gibi Rasulullah efendimizin şahsına hitap eden ve onu teselli eden âyetler gelmişti. İşte bu sûre de bu âyetler çerçevesinde bir muhtevaya sahiptir.
Yine rivâyet edilir ki, As Bin Vail veya Ukbe Bin Muayt, veya Ebu Leheb, ya da Ebu Cehil Allah’ın Resûlüne ebter diyor. Sonu yok bunun gibi hakaret edince bu sûre geldi. Oğlu Abdullah’ın ölümü üze-rine taziye yerine düğün bayram yapanlara cevaptır bu. Allah gerçek ebterin kendileri olduğunu anlatıyor. Bilinmelidir ki Rasulullah’ın şerefi evlâtla değil, evlâdının şerefi ona nispetledir.
Kur’an-ı Kerîm’de Mâûn sûresinden sonra ve Kâfirûn sûresin-den önce yerleştirilmiş olan bu sûre Mâûn ile Kâfirûn arasında şöyle bir münâsebet kurar: Mâûnda kâfirlerin ve müşriklerin cimriliğine mu-kabil burada hayr-ı kesir, oradaki terk-i salâta mukabil burada namaza devamla emir, oradaki riyaya mukabil, burada insanlar için değil sade-ce Allah için kurban kesme ve kurban etini tasadduk emredilmiştir.
Öyleyse hayatını Allah için yaşayan ve tüm bunları hakkıyla kulluk şuuru içinde yapan kimseye elbette güdük diyecekler, ebter diyeceklerdir. Yâni sen kâfirler ve müşrikler gibi yapmayıp hayatını Al-lah için yaşamaya çalışırsan, malın konusunda o malı sana veren Al-lah’ı söz sahibi kabul eder ve onu sahibinin yolunda bol bol dağıtır-san, bedenin konusunda Allah’ı söz sahibi kabul eder ve onu Allah’a kulluğa hasreder, namaza niyaza zaman ayırırsan, zamanın konusun-da Allah’ı söz sahibi kabul eder ve onu, onu verenin yolunda harca-yarak ilim öğreneceğim diye, ilim öğreteceğim diye, hasta ziyaretinde bulunacağım, mü’minlerin yardımına koşacağım diye iki, üç gün dük-kanını kilitleyip kapalı tutuverirsen, hedefin sadece Allah olur ve in-sanları memnun edecek zamanın kalmazsa, müşteriyi memnun etme adına bir takım riya vs içine girmezseniz elbette ki sana da, size de ebter diyecekler.
Yâni bu güdüktür, bu adam olmaz, bunun sonu kötü, bunun sonu iflas, bunun sonu berbat diyecekler. Evet siz de aynen peygam-ber (a.s) gibi Allah’ın istediği bir hayatı yaşarsanız kesinlikle bilesiniz ki size de aynısını diyeceklerdir. Eğer sizler cimrilik yapmayıp, fakirlik-ten korkmayıp malınızı Allah adına bol bol verirseniz veya fâiz alıp zengin olma imkânınız varken Allah korkusundan ve âhiret hesabın-dan ötürü böyle bir yola girmez ve bu imkânı kullanmazsanız, dini ya-saklardan ötürü hayatınızı zehir ederseniz, teşvik kredisi almaz, rek-lâma para ayırmaz, düzen dolap çevirmezseniz güdük bu diyecekler, bu ebter, bunun sonu iflas, bu adam olamaz, bu bakan olamaz, bu dekan olamaz, bu müdür olamaz, bu hiçbir şey olamaz diyecekler. Bunun sonu kötü diyecekler. Onlar bizim için böyle deyince biz de di-yeceğiz ki, sizin dininiz, sizin kulluk anlayışınız, sizin hayat anlayışınız sizin olsun, benimki de benim olsun diyeceğiz. Onlardan ayrılacağız ve arkasından da Allah’ın yardımı ve fetih gelecek ve böyle düşünen tüm Ebu Leheblerin elleri kuruyacak ve biz bunu bize nasip eden Rabbimize karşı şükürde bulunacağız.
Evet, onların nazarında, Resûlullah (s.a.s)'ın tuttuğu yolun ne-ticesi başarısızlıktı ve O, vefatından sonra unutulup gidecekti. O'nu hatırlayan kimse kalmayacaktı. Bilhassa, câhiliye dönemindeki Arap-ların anlayışına göre, erkek çocuğu olmayan insanlar soyu kesik ola-rak kabul ediliyordu. Öldükten sonra isimlerinin unutulacağını, hiç kimsenin onlarını adını devam ettirmeyeceğini düşünüyorlardı.
Şimdi sûrenin âyetleri üzerinde kısa bir gezinti yaptıktan sonra inşallah tek tek âyetleri tanımaya geçelim. Yüce Allah bu sûre ile, Peygamber (s.a.s)'e manevi bir güç ve kuvvet verdi. "(Ey Muham-med) Biz sana Kevser'i verdik " (1) Kevser, çokluk mastarından gelen bir kelimedir. Sonsuzluk manasını ifâde eder. İbn Abbas, Saîd b. Cü-beyr, İkrime ve Mücahid gibi müfessirler, bu âyette zikredilen Kev-ser'in, "çok hayır" gibi manalar ifade ettiğini söylemişlerdir. "Dünya ve âhiretin şerefi, ilim ve amel bakımından son derece çok olan hayır, demektir." O'nun peygamber olarak seçilmesi ve kendisine Kur'an-ı Kerim gibi ilâhî bir kitabın verilmesi, ifade edilmeyecek derecede bü-yük bir nimettir. Kendisine verilen ilim ve hikmet bir nimet ve ümmeti-nin çokluğu ise, ilâhî bir lütuftur. Şu ana kadar dünyanın çeşitli yerle-rinde yasamış olan, değişik renkte, değişik dilleri konuşan, değişik milletlere mensup milyarlarca insan O'nun adını andı; O'nun sünnetini takip edip izinde gitti ve kalpleri O'nun sevgisi ile coşup taştı. Bu mu-habbet bugün de yaşamaktadır ve kıyamete kadar da devam edecek-tir.
İşte bütün bunlar, Hz. Muhammed (s.a.s)'e verilen ilahî nimet-lerdir. Kevser kelimesi, bütün bu manaları kapsamaktadır. Bir de Kev-ser, kıyamet günü haşr meydanında Rasûlullah (s.a.s)'a verilecek o-lan bir havuzun ve yine kendisine Cennet'te verilecek olan bir nehrin ismidir. Bu havuz ve nehir hakkında bir çok hadîs rivayet edilmiştir. "Gerçekten benim havzım Eyle ile Aden arasındaki mesafeden daha uzundur. Allah'a yemin ederim ki, ben bir takım insanları, kişinin ya-bancıları havuzdan kovduğu gibi kovacağım"
(Müslim, Tahâre, 12).
Hz. Enes (r.a)'ın rivayet ettiğine göre, Peygamber (s.a.s) Kev-ser hakkında şöyle buyurmuştur: "Bu, Allah'ın bana Cennet'te verdiği bir nehirdir. Onun toprağı misktir, suyu sütten daha beyaz ve baldan daha tatlıdır"
(Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'ân, 89).
"Öyleyse Rabbin için namaz kıl ve kurban kes" (2) Bu âyetin tefsîri ile ilgili olarak, müfessirler farklı açıklamalarda bulunmuşlardır. Bazıları namazdan muradı, beş vakit namaz olarak anlamışlar; bazı-ları da Kurban bayramı olarak anlamışlardır. Bazı âlimler de, bundan muradın mutlak namaz olduğunu söylemişlerdir. Bir kısım âlimlere göre "nahr"dan gaye, namazda elleri bağlamaktır. Namazı elleri kaldırarak tekbir getirme manasında anlayanlar da vardır. Bazıları ise, na-maza başlarken, rükû ederken, rükûdan kalktığında elleri kaldırmak olduğunu söylemişlerdir. Ve bazı âlimlere göre "nahr", Kurban bayra-mı namazını kılmak ve ondan sonra kurban kesmektir. Bu türlü ihtilaf-lardan dolayı, kurban kesmek farz değil, vacip olarak kabul edilmiştir.
Genel olarak bu âyette, Allah'a samimiyetle yönelerek verdiği nimet-lere şükretme, O'nun için namaz kılıp, O'nun için kurban kesmek em-redilmiştir.
Kesilen kurbanların üzerine yalnız ve yalnız Allah'ın adının a-nılması gerektiğinin, Allah'tan başkası adına kesilenlerle, Allah adı a-nılmadan kesilenlerin haram oluşunun burada yeniden ifade edilmesi gösteriyor ki, bu din, hayatı bütünüyle Şirk'in fenalıklarından arıtıp te-mizleme konusunda son derece dikkat göstermektedir. Yalnız kafaları ve vicdanlarını değil, hayatın bütünü buna dahildir. Çünkü bu din, ap açık ve saf tevhid dinidir. Bu yüzden de fiiliyatta şirki ortadan kaldır-mayı ön plana almıştır. Hayat gizli ve açık yönleri ile bir birliktir. İslâm, hayatı parçalara ayırmaz, her türlü şirk şaibesinden korur. Hayatı sa-mimiyetle ve açıklıkla Allah'a tevcîh eder.
"Asıl sonu kesik olan, sana buğzeden kimsedir" (3). Yüce Al-lah bu âyette, Hz. Muhammed (s.a.s)'in oğlunun vefatı münasebeti ile kendisine: "Sonu kesik, adı sanı unutulacak" gibi sözleri söyleyenleri tenkid etmekte ve asıl onların sonunun acı olduğunu açıklamaktadır. Nitekim, Hz. Muhammed (s.a.s)'ın adı, on dört asırdır dünyanın her köşesinde hürmet ve saygı ile anılmakta, günde beş vakit okunan ezanlarda Allah'ın adı ile beraber zikredilmektedir. O'nun emanet ola-rak bıraktığı İslâm dini, gün geçtikçe, dünyanın çeşitli yerlerine yayıl-maktadır. O'nu tenkid eden, kötüleyen, adı sanı unutulacak diyen bedbahtların ise, isimleri çoktan unutulmuştur.
Evet, işte bu manaları ihtiva eden sûrenin âyetlerini inşallah tek tek tanımaya çalışacağız.
“Doğrusu her bir ahir (Gelecek) senin için ûlâdan (Bir öncekinden) daha hayırlı olacaktır. Ve Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın.”
(Duhâ 4)
“Peygamberim senin zikrini yücelttik.”
(İnşirâh 4)
gibi Rasulullah efendimizin şahsına hitap eden ve onu teselli eden âyetler gelmişti. İşte bu sûre de bu âyetler çerçevesinde bir muhtevaya sahiptir.
Yine rivâyet edilir ki, As bin Vail veya Ukbe bin Muayt, veya Ebu Leheb, ya da Ebu Cehil Allah’ın Resûlüne “ebter” der. Bu ağır söz üzerine bu sûre geldi. Oğlu Abdullah’ın ölümü üzerine taziye yerine düğün, bayram yapanlara cevaptır bu. Allah gerçek ebterin kendileri olduğunu anlatıyor. Bilinmelidir ki Rasulullah’ın şerefi evlâtla değil, evlâdının şerefi ona nisbetledir.
Kur’an-ı Kerîm’de Mâûn sûresinden sonra ve Kâfirûn sûresinden önce yerleştirilmiş olan bu sûre, Mâûn ile Kâfirûn arasında şöyle bir münâsebet kurar: Mâûnda kâfirlerin ve müşriklerin cimriliğine mukabil burada hayr-ı kesir, oradaki terk-i salâta mukabil burada namaza devamla emir, oradaki riyaya mukabil, burada insanlar için değil sadece Allah için kurban kesme ve kurban etini tasadduk emredilmiştir.
Öyleyse hayatını Allah için yaşayan ve tüm bunları hakkıyla kulluk şuuru içinde yapan kimseye elbette güdük diyecekler, ebter diyeceklerdir. Yani sen kâfirler ve müşrikler gibi yapmayıp hayatını Allah için yaşamaya çalışırsan, malın konusunda o malı sana veren Allah’ı söz sahibi kabul eder ve onu sahibinin yolunda bol bol dağıtırsan, bedenin konusunda Allah’ı söz sahibi kabul eder ve onu Allah’a kulluğa hasreder, namaza, niyaza zaman ayırırsan, zamanın konusunda Allah’ı söz sahibi kabul eder ve onu, onu verenin yolunda harcayarak ilim öğreneceğim, ilim öğreteceğim, hasta ziyaretinde bulunacağım, mü’minlerin yardımına koşacağım diye iki-üç gün dükkanını kilitleyip kapalı tutuverirsen, hedefin sadece Allah olur ve insanları memnun edecek zamanın kalmazsa, müşteriyi memnun etme adına bir takım riya vs. içine girmezsen elbette ki sana da, size de ebter diyecekler.
Yani bu güdüktür, bu adam olmaz, bunun sonu kötü, bunun sonu iflas, bunun sonu berbat diyecekler. Evet siz de aynen Peygamber (a.s) gibi Allah’ın istediği bir hayatı yaşarsanız kesinlikle bilesiniz ki size de aynısını diyeceklerdir. Eğer sizler cimrilik yapmayıp, fakirlikten korkmayıp malınızı Allah adına bol bol verirseniz veya fâiz alıp zengin olma imkânınız varken Allah korkusundan ve âhiret hesabından ötürü böyle bir yola girmez ve bu imkânı kullanmazsanız, dini yasaklardan ötürü hayatınızı zehir ederseniz, teşvik kredisi almaz, reklâma para ayırmaz, düzen dolap çevirmezseniz güdük bu diyecekler, bu ebter, bunun sonu iflas, bu adam olamaz, bu bakan olamaz, bu dekan olamaz, bu müdür olamaz, bu hiçbir şey olamaz diyecekler. Bunun sonu kötü diyecekler. Onlar bizim için böyle deyince biz de diyeceğiz ki, sizin dininiz, sizin kulluk anlayışınız, sizin hayat anlayışınız sizin olsun, benimki de benim olsun. Onlardan ayrılacağız ve arkasından da Allah’ın yardımı ve fetih gelecek ve böyle düşünen tüm Ebu Leheblerin elleri kuruyacak ve biz, bunu bize nasip eden Rabbimize karşı şükürde bulunacağız.
İşte bu manaları ihtiva eden sûrenin âyetlerini inşallah tek tek tanımaya çalışacağız.
1. “Şüphesiz ki biz sana Kevser’i verdik.”
Sûrenin bu ilk âyetinde Rasulullah efendimize lütfedilen Kevser’le alâkalı çok şey söylenmiştir. Kelime manası hayr-ı kesir demektir. Peygamberim, Biz sana sınırsız boyutta hayır ve bolluk verdik. Bu konuda müfessirler şunları saymışlar:
Kevser, Rasulullah efendimizin kendi beyanına göre Rabbi-mizin kıyamette kendisine lütfedeceği Haşr meydanında bir Kevser havuzu, cennette bir ırmak veya cennette bir havuzdur. Bu konuda pek çok hadis var, ancak mahiyetini bilmediğimiz için aynen îman ediyoruz. “Ümmetim bu havuzdan içecekler, onun suyu sütten beyaz, kardan soğuk ve baldan daha tatlıdır. Ondan bir kere içen bir daha susuzluk hissetmez. Ama ümmetimden kimileri içmek için geldikleri bu havuzdan men edilip uzaklaştırılacaklar. Ben diyeceğim ki: “Ya Rabbi! O benim ümmetimdendi! Neden onun içmesine izin verimli-yor? Neden men ediliyor?” Bana denilecek ki: “Evet senin ümmetindendi, ama sen bilmiyorsun ki senden sonra senin yolunu onlar ne hale getirdiler? Onlar senin sünnetini terk edip ne bidatlere daldılar? Sen bilmezsin onlar ne olmadık şeyler yaptılar? Senin yolunu nasıl bozdular? Sen bilmezsin ey peygamberim!” denilecek. Senden sonra senin getirdiğin yoldan ökçelerinin üzerinde nasıl döndüklerini, nasıl gerisingeriye dönerek mürted olduklarını, senin bıraktığın kitabı nerelerde kullanmaya kalkıştıklarını, senin kılık-kıyafet anlayışını kimlere nasıl peşkeş çektiklerini, senin hukukunu kimlere sattıklarını, senin alfabeni nasıl çöpe attıklarını, senin dinini nasıl başka başka kalıplara döktüklerini, senden başkalarının sünnetlerini nasıl başlara taç yaptıklarını, senden başka efendilerinin kitaplarını nasıl senin sözlerinin önüne geçirip sahiplendiklerini sen bilmezsin ey peygamberim, denilecek diyor Allah’ın Resûlü.
Yoksa Allah korusun yarın biz de Muhammed ümmetiyiz diye, biz de cennetliğiz diye, inşallah maşallah derken gittiğimiz âhirette biz de içelim, biz de ondan istifade edelim diye gittiğimiz havuzun başında kolumuzdan tutulup: Dur bakalım, hayrola bir durum mu var? Sen buna lâyık değilsin diye kırbaçlarla ondan uzaklaştırılma, ondan mahrum bırakılma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklardan mıyız? Bunu bugünden çok iyi düşünmek zorundayız. O halde peygamberin getirip bize sunduğu dini aynen muhafaza etmek zorundayız. Peygamberin sünnetini, peygamberin yolunu aynen muhafaza etmek zorundayız. Bunun için de önce onun getirdiklerinden haberdar olacağız. Kitabı ve sünneti tanıyacağız. Tanıyacağız ki onu aynen muhafaza etme imkânımız olsun. Kitabı ve sünneti tanımayan, dinle tanışmayan bir kimsenin onu muhafaza etmesi zaten mümkün değildir.
Allah’ın Resûlü diyor ki: “Onlar kırbaçlarla havuzumun başından uzaklaştırılırlarken benim içim gidecek ve ağlayarak diyeceğim ki, “aman ya Rabbi! Onlar benim ümmetimdendirler! Ne olur onları bana bağışla ya Rabbi!” Rabbim buyuracak ki, “evet ama onlar senden sonra senin yolunu ne hale getirdiler sen biliyor musun? Sen bilmiyor-sun ki peygamberim onlar senden sonra maddî ve manevî imtiyazları, menfaatleri sebebiyle Allah’ın âyetlerini gizlediler. Allah’ın dinini az bir pahaya sattılar. Başkalarının âyetlerinin, başkalarının yasalarının hâkimiyeti adına Allah’ın âyetlerini, Allah’ın yasalarını kamufle ettiler. Allah’ın âyetlerini insanların gündeminden düşürdüler. Allah’ın âyetlerini geçersiz hale getirdiler. Allah’ın âyetlerini, Allah’ın kitabını farklı yerlerde kullanmaya çalıştılar ve topluma böyle yansıttılar. Fonksiyonunu değiştirdiler kitabın. Ekmeğin, elmanın, suyun, kadının, erkeğin fonksiyonlarını hiç unutmayan bu insanlar, ne yazık ki kitabın fonksiyonunu unuttular.
Allah korusun işte bizim durumumuz. Sanki Allah’ın âyetleri Allah’a kulluk için değil de başka gâyeler için gelmiş. Neredeyse Kur’-an’ı bir parçacık namaz sûreleri, cenaze âyetleri, nişan, nikâh merasimlerinin âyetleri, para toplamayı gerektirecek dönemlerin âyetleri, bir evin veya bir dükkanın mübâreklenmesi için yeri gelince konuşulacak konunun âyetleri veya celî, divanî, nesî, sülüs ya da kûfî yazı modellerinin sergilenmesinde kullanılan âyetler haline getirmişiz. Maalesef medreselerde de bugün Kur’an, Arapça’nın alıştırma kitabıdır. Ha-ni mensup mudur? Mazmum mudur? Müpteda mıdır? Haber midir? Fiil midir? Fail midir? Bunun alıştırma kitabıdır Kur’an.
Bizim gibi kimilerinin elinde de Kur’an Allah korusun boş vakitlerimizin, boşlukta geçen vakitlerimizin kamuflajında kullanılan bir kitaptır. Veya işte konuşmalarımızı biraz biraz âyet ve hadislerle süsleyince biraz dolgun gibi gözüküyoruz ve belki de böylece tatmin oluyoruz bununla. Adam balık satıyor aslında, ama maydanozla süslüyor onu. O süs maddesidir, değilse maydanoz filan sattığı yok adamın. Öyle değil mi? Adam İslâm’da aile diyor, İslâm’da takva diyor, İslâm-da kazanç diyor ve araya bir iki âyet, üç beş hadis sıkıştırıyor. Böylece âyet anlatmıyor, hadis anlatmıyor, sattığı, pazarladığı başka şey de, âyetle hadisle de pazarladığını süslüyor Allah korusun. Evet, onlar kitabı bu hale getirdiler peygamberim.
Onlar hayatlarını, hayat programlarını senin getirdiğin kitaba ve senin sünnetine sormadılar. Ya da kimisini Allah’a kimilerini de başkalarına sordular. Böylece hayatlarının bazı bölümlerine Allah’ı, bazı bölümlerine de başkalarını karıştırdıkları için hakkı bâtılı birbirine karıştırarak bir hayat yaşadılar. Yani hayatlarının bir bölümünü Allah kaynaklı, öteki bölümünü de tâğutlar kaynaklı yaşayarak senden sonra bu insanlar şirke düştüler. Namazı Allah’tan ama mirası başkalarından aldıkları için hakkı bâtıla karıştırıverdiler. Orucu Allah’tan, ama hukuku başkalarından, haccı Allah’tan ama ekonomik yapıyı başkalarından, abdesti senden ama kılık-kıyafeti başkalarından aldıkları için hakla bâtılı çorba yapıp öylece şirkin içinde bir hayat yaşadılar. Senden sonra onların ne suçlar işlediğini sen bilmiyorsun ey peygamberim, diyecek Rabbimiz.
Onlar senin kendilerine bıraktığın dini oyun ve eğlence edindiler. Dinlerini oyun ve oyuncak tutup dünya hayatına verdikleri değeri dinlerine vermediler. Dünyayı, dünya hayatını dinlerine tercih edip, dünyayı hedef bilip, dünyayı kıble edinip bütün plan ve programlarını dünyayı kazanma adına yaptılar. Bu yüzden de dinleriyle ilgilenme, kitaplarıyla, seninle tanışma imkânı bulamadılar. Dünyayı alıp da âhireti unuturlar, dinlerini dünyalarına alet ettiler, dinlerini dünyalarına yamayıp, dünyayı kazanmak için dinlerini malzeme olarak kullandılar. Dünya onların gözünde çok büyük değer ifade ettiği için onlar dinlerini önemsemediler.
Bunlar dinlerini oyun ve eğlence yerine koyuyorlardı. Öyle bir dinleri var ki bu adamların, kendilerine uyguladıkları dinleri farklı, başkalarına anlattıkları din farklıydı. Ya da böyle salonlarda, konferanslarda konuşulan ama bir türlü hayatlarında görülmeyen bir dinleri vardır onların. Tartışılan, fakat amel edilmeyen bir din. Konuşulan, ama hayata aktarılmayan bir din. Vicdanlarda hapsedilen, ama sosyal hayata egemen olmayan bir din. Kendilerinin Müslümanlığını ispat söz konusu olduğu zaman ağızlarına aldıkları, ama hukukları, mirasları, eğitimleri, siyasal ve ekonomik yapılanmaları, meslekleri, kazanmaları, harcamaları söz konusu olduğu zaman ağza alınmayan bir din. Camiye karışan, ama sosyal hayata karışmayan bir din. Dinlerini bu hale getiren, onu oyun ve eğlence haline getiren bu adamların senin havuzuna yaklaşmaları, ondan istifade etmeleri kesinlikle haramdır, sakın bunu benden isteme, buyuracak Rabbimiz.
Unutmayalım ki dinlerini oyun ve eğlence yapan, yahut da dünya hayatı kendilerini aldatıp meşgul ettiği için, dinlerinin gerçek kaynaklarıyla tanışamadıkları için, Kur’an ve sünnetten habersiz kaldıkları için kendilerine oyun ve eğlenceyi din kabul etmiş insanlar asla o havuzun başına yaklaştırılmayacak ve Rasulullah’ın gittiği yere gidemeyeceklerdir.
Allah için şu anda elimizden imkân varken bunu iyi bir düşünelim. İnsanlar eğer kendi indi mütalaalarını, hocadan hacıdan, anadan-babadan, radyodan, televizyondan duyduklarını, takvim yaprağından okuduklarını, toplumdan ve piyasadan devşirdiklerini kendilerine din kabul ediyorlar ve bununla amel etmeye çalışıyorlarsa, lehviyyatı ve lağviyyatı kendilerine din kabul etmişler demektir. Oyun ve eğlenceyi din kabul etmişler demektir ve Allah korusun bu din yarın bizi cennete götürmeyecektir. Yani oyun ve eğlenceyi kendilerine din kabul etmiş insanlardan yarın bu din kabul edilmeyecektir.
Öyleyse Allah için aklımızı başımıza alıp bir daha düşünelim. Şu anda bizim din diye inandığımız ve yaşadığımız şey gerçekten Kitap ve sünnete dayalı Allah dini mi? Yoksa bir yerlerden devşirme bir din mi? Çünkü unutmayalım ki din, kişinin hayat programının tümüdür. Din, kişinin kendisiyle, Rabbiyle ve insanlarla münâsebetlerinin tümünü düzenleyen kanunlar ve kurallar mecmuasıdır. Tüm bunları düzenlemek için neye ve kime müracaat ediyorsa kişi onun dininde demektir. Öyleyse kimin dininde olduğumuzu, kimin istediği biçimde hareket ettiğimizi, hayatımızı kimin yasaları istikâmetinde düzenlediğimizi iyi düşünelim. Sonunda kimin cennetine gideceğimize, kimin havuzundan içeceğimize iyi karar verelim.
Allah’tan başkalarının dinlerine tabi olanlar, Allah’ın diniyle ilgilenmeyenler ya da sadece boş zamanlarında dinle ilgilenenler Allah’ın cennetine giremeyecekler Rasulullah’ın havuzundan içemeyeceklerdir. Kevser, Rasulullah efendimize yarın Rabbimizin lütfedeceği bir havuzdur ve ondan sadece Allah’a, Allah’ın istediği biçimde inanmış ve Rasulullah’ın yolunu, Allah’ın dinini olduğu gibi anlayıp yaşamış insanlar içebileceklerdir Rabbim bizi mahrum etmesin inşallah.
Yine Kevser’in, Rasulullah efendimize lütfedilen ve tüm diğer dinlere üstün kılınan İslâm dini olduğu da söylenmiştir. Kendisinden önceki kitapların tamamını nesih eden, kıyamete kadar geçerliliğini muhafaza edecek olan ve kıyamet sonrası da insanlığın kendisiyle yargılanacağı Kur’an olduğu da söylenmiştir. Asırlar boyu devam edecek olan, tüm insanlığa ışık tutacak Rasulullah efendimizin sünnetidir. Bakara sûresinde anlatıldığı gibi, Rasulullah efendimize verilen hikmet olduğu da belirtilmiştir.
“Allah dilediğine hikmet verir. Kime hikmet verilirse ona çok hayır verilmiştir. Ve bunu ancak akıl sahipleri anlar.”
(Bakara 269)
Yine bir başka anlayışa göre Kevser, Rasulullah efendimize ve kıyamete kadar onun ümmetine verilen ilimdir. Yine Kevser, kıyamet günü Rasulullah efendimize verilecek şefaat hakkıdır. Yine Ra-sulullah efendimize Rabbimizin lütfedeceği Makam-ı Mahmûd’dur. Rasulullah efendimizin metbularının, ümmetinin diğerlerine nazaran çokluğudur. Rasulullah efendimizin beyanıyla cennetin yarısından fazlasını dolduracak ümmetidir. Raf’uz zikirdir, yani Rasulullah efendimizin şanının, zikrinin, şerefinin yüceltilmesidir. Ümmetinin âlimlerinin çokluğudur. Rasulullah efendimizin dünyadayken düşmanlarına karşı galip getirilmesi, hayattayken dininin, dâvâsının hâkimiyetini görme nîmetidir. Kendisine karşı verilen fetihlerin çokluğudur. Onun ümmetinin, onun yolunun yolcularının kıyamete kadar tüm dünyaya hakim olacağının müjdesidir. Hâsılı dünya ve ukbada Rabbimiz tarafından kendisine ve ümmetine lütfedilen her türlü hayrın çokluğudur Kevser.
Öyleyse Cenab-ı Hak sonsuz inam, ikram ve izzet sahibidir. Peygamberine de, dolayısıyla onun şahsında onun yolunda gidenlere de hayr-ı kesir lütfedilecektir. Kevser lütfedilecektir. Dünya hesabıyla Allah adına, Allah’ın dininin ikâmesi adına, Allah’ın iradesinin hâkimiyeti adına çekilebilecek eziyet, sıkıntı, mahrumiyet, belâ ve musîbetler Rabbimizin bizi bekleyen bu lütufları yanında çok değersiz ve basit kalacaktır. Rasulullah efendimizin ve beraberindeki bir avuç Müslü-manın Mekke’de yaşadıkları o işkence dönemlerinde gelen bu sûre onlara moral veriyor ve dayanma gücü veriyordu.
Tabi bugün bize de aynı şeyleri söylüyor Rabbimiz. Eğer sıkıntılı dönemlerinde Müslümanlar bu sonsuz mükafatları düşünerek Allah’a kulluktan vazgeçmezler, Allah’ın dinine hizmetten vazgeçmezler ve işkencelere göğüs gererlerse bilinmelidir ki Müslümanca yaşanılan bir hayatın sonunda onları çok daha hayırlı neticeler beklemektedir. Sonsuz lütuflar, sayısız nîmetler ve zaferler onları beklemektedir.
Tüm bize verilen bu nîmetlere karşı Rabbimizin bizden istediği nîmetin şükrünü ifa adına namaz kılmak ve kurban kesmektir:
2. “O halde Rabbin için namaz kıl ve kurban kes.”
Sana Kevser’i veren, sana sonsuz lütuflarda ve hayr-ı kesirde bulunan Rabbin için, ama sadece O’nun için sen de namaz kıl ve kur-ban kes. Tüm bu nîmetleri sana lütfeden Rabbine teşekkür için namaz kıl ve kurban kes.
Kureyş sûresindeki “Bu Beytin Rabbine kulluk edin” emrinin burada bir nevi şerh edildiğini görüyoruz. Kendisine kulluk isteyen Rabbimiz burada bu kulluğun iki türünden söz ediyor: Birisi namaz, ötekisi de kurban. Rabbimiz peygamberine ve onun şahsında hepimize namaz ve kurban türünde iki kulluk emrediyor. Birisi insanın bedenine ilişkin bir görev, ikincisi de malına ilişkin bir görevdir.
Namaz, tüm bedenin Allah’a ait oluşunu kabul demektir. Namaz, kişinin bedeninde Allah’ı söz sahibi bilmesinin ifadesidir. Namaz, tüm bedeni Allah’ın hâkimiyetine teslim etmek, tüm bedende Allah’ı söz sahibi bilmek demektir. Zira namaz öyle bir ibadettir ki, tüm bedeni Allah’a kulluğa hasreder. Namaz, namazda bedenin başka şeylerle meşguliyetinin bitirildiği ve sadece Allah’a yönelmenin gerçekleştirildiği bir makamdır, Allah’a teveccühtür.
Namaz, Hz. Adem’den bu yana bütün peygamberlerin hayatında değişmeyen bir ibadettir. İsrâil oğullarında: (Bakara 83) Hz. Mûsâ’nın kavminde: (Yunus 87) Hz. Şuayb milletinde: (Hud 87) Hıristiyanlıkta: (Meryem 30) Tüm peygamberlerin toplumlarında değişmeyen bir ibadettir namaz. Namaz bütün Risâlet silsilelerinde amelî farzların ilkidir. Namaz, peygamberlerin risâlet, vahiy ve tebliğ yükünü kaldırabilmeleri için onların ilk dayanaklarıydı. İşkencelere, yalanlamalara, alaylara karşı peygamberlerin tarih boyunca ilk sığınacakları şeydi.
Namazımız, hayatımızın direğidir. Namaz, bedenî kulluğun ifadesidir. Tüm hayatı düzenleyecek, Allah’tan mesaj alma makamıdır. Allah’a hayatın tekmilini verme ameliyesidir. İşte burada Rabbimiz peygamberinden ve onun şahsında bizlerden böyle hayatı düzenleyecek bir namaz istemektedir. “Ey Peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcuları, Rabbiniz için namaz kılın. Öyle bir namaz kılın ki o namaz Rabbinizden mesaj alma makamı olsun. Öyle bir namaz kılın ki, o namaz tüm bedeninizin Allah’a kulluğa hasredilmesini sağlasın. Öyle bir namaz kılın ki, o namaz tüm hayatınızı düzenlesin. Öyle bir namaz kılın ki, hayatınız o namaza özdeş olsun. İki namaz arasını o namazlarda Allah’a verdiğiniz söze göre ayarlayın. Evet öyle bir namaz ikame edelim ki bu namaz bizim ferdî ve içtimaî hayatımızı dengede tutsun. Çünkü namaz Allah’la diyalog kurmak demektir. Rasu-lullah Efendimiz hadislerinde buyurur ki, “Namazı ikame ederek namazlarınız sayesinde Rabbinizle diyaloglarınızı kesmeyin. Namaz sayesinde Allah’la diyalog imkânı bulun ve böylece de hayatınızı Allah’ın istediği gibi yaşayın.” Allah bizden böyle bir namaz istiyor. Sadece Allah için kılınacak bir namaz istiyor.
Ve bir de ey peygamberim, Rabbinin sana lütfettiklerine karşılık sen de kurban kes. Allah için kurban da kesin. Namaz, bedenî bir ibadet, kurban ise malî bir ibadettir. Namaz bedende Allah’ı söz sahibi bilme, kurban da malda Allah’ı söz sahibi bilmenin ifadesidir. Namazla bedenlerinizde Allah’ın söz sahibi olduğunu ortaya koyarken, kurbanla da mallarınız konusunda Allah’ın söz sahibi olduğunu itiraf edin. Çünkü namaz bedenî bir kulluk, kurban da malî bir kulluktur. Ya da namaz Allah’tan mesaj alma makamı, kurban da Allah’tan alınan bu mesajı Allah kullarına ulaştırma, onlarla paylaşma makamıdır. Na-mazla Allah’tan mesaj alın, kurbanla da Allah’tan aldıklarınızı insanlara ulaştırma, insanlarla paylaşmaya hazır olduğunuzu gösterin. Namaz Allah’tan mesaj alma işidir, zekât ta Allah’tan alınan bu mesajın insanlara ulaştırılma ameliyesidir. Veya namaz bireysel bir kulluktur, kurban da toplumsal bir kulluktur. Namazla bireysel kulluğunuzu Allah’a takdim ederken, kurbanla da toplumsal kulluklarınızı ortaya koyun, Allah için tüm mallarınızdan geçebileceğinizi ortaya koyun diyor Rabbimiz.
Fakat namazlarınızı da kurbanlarınızı da sadece Allah için icra edin. Başkaları, mallarını ve canlarını kendi İlâhları için harcarlar, ama Müslüman, bedenini, canını, malını da onları kendisine verenin yolunda harcar. Bakın bu husus En’âm sûresinde de şöyle ortaya konur:
“De ki: “Namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi Allah içindir.”
(En’âm 162)
Müslüman sürekli söyleyecektir bunu. Benim namazım Allah’a aittir. Öyleyse öyle bir namaz kılalım ki o Allah için olsun. Öyle bir namaz kılalım ki, o Allah’a lâyık olsun. Öyle bir namaz kılalım, öyle bir hayat yaşayalım ki Rasulullah’ınki gibi olsun. Öyle bir hayat yaşayalım ki, kâfirlerinkinden, müşriklerinkinden farklı olsun. Kâfirlerle farkımız ortaya çıksın. Öyle bir namaz kılalım ki, dinimizin direği olsun. Öyle bir namaz kılalım ki Allah’tan mesaj alma makamımız olsun bu namaz. Allah’a hayatın tekmilini verme makamımız olsun bu namaz. Öyle bir namaz kılalım ki, bizi tüm münkerlerden, tüm fahşadan korusun. Öyle bir namaz kılalım ki, o namazda Rabbimizle yaptığımız ahitlerle hayatımız bir olsun. Namazımızla hayatımız özdeş olsun. Böylece hayatımız hep Allah için olsun. Yaşarken hep namazda olalım. Namazdayken hep Allah huzurunda olalım.
Mü’min ibadetini, kulluğunu, hamdini, şükrünü sadece Allah’a ait kılan kişidir. Namazımız, ibadetlerimiz ve tüm hayatımız -ki zaten ibadetin dışında hayatımızda bir tek saniyemiz bile yoktur- dünya hayatımız, âhiret hayatımız, ferdî hayatımız, toplumsal hayatımız, aile hayatımız, iş hayatımız, siyasal hayatımız, hukuksal hayatımız tümüyle Allah’a aittir. Biz hayatı Allah için yaşarız. Hayatı parçalamadan, o hayatın bazı bölümlerinde Allah’ın kulu, bazı bölümlerinde de başkalarının kulu olmadan yaşarız. Tevhid içinde yaşarız. Çünkü bu hayatın sahibi O’dur. Bizi yaratan ve bu hayatı bize lütfeden O’dur. Vücutlarımız bedenlerimiz bize ait değildir. Mallarımız, sahip olduklarımız da bizim değildir. Onları, onları bize verenin razı olmadığı yerde kullanmamız caiz değildir. Tüm azalarımız emanettir bizde.
Buradaki namazın 5 vakit namaz olduğunu söyleyenler olmuştur. Kurbanla birlikte zikredildiği için kurban bayramı günü kılınan kurban bayramı namazıdır diyenler de vardır. Kurbanın da, kurban bayramında kesilen kurban olduğunu söyleyenler olmuş, sadece ona mahsus olmayıp Müslümanların kestiği tüm hayvanlardır diyenler olmuş veya buradaki nahr emrinin kurban bayramı namazındaki tekbirler olduğunu, bunun namazda elleri bağlamak olduğu, namazlarda namaza başlarken, rükua varırken, kalkarken yapılacak raf’ul yedeyn olduğu da söylenmiştir. Doğrusunu Allah bilir. İşte bütün bunları gerçekleştirerek kulluğunuzu sadece Allah’a tahsis edin.
Burada namazın ve kurbanın anlatılmasından anlıyoruz ki Müslüman, kulluk adına bedenini ve malını Allah’a ait kılacaktır. Bireysel planda Allah’a teslim olduğu gibi, toplumsal planda da Müslüman olacaktır. Namazı tek başına da kılabiliriz, çünkü namaz bireysel bir ibadettir, ama kurban öyle değildir. Kurban kestik mi onunla ilgili başkalarına da terettüp edecek bir vazife ortaya çıkıyor. O da şüphesiz ki kestiğimiz bu kurbanın etinden başkalarına dağıtma, başkalarını da düşünme eylemidir. Demek ki kimi kulluklarımızda biz yalnız değiliz. O kullukların icrasında birilerine ihtiyacımız vardır. Meselâ yalnız başına duran bir adama yalan söyleme! demek abestir. Birileri olacak, çevresinde onlara yalan söylenmeyecek. Yine böyle birisine zul-metme! demek te olmaz.
O halde İslâm’ın bizden istedikleri ya toplum halinde, ya da bireysel olarak yapabileceğimiz şeylerdir. Bunların hepsini gerek bireysel kulluklarımızı gerekse toplumsal kulluklarımızı sadece Allah için yapmalıyız.
Sen Rabbin için namaz kılıp kurban kes. Bedenin ve malın konusunda Rabbini söz sahibi bilip tüm kulluklarını Allah için yapıp O’nun için bir hayat yaşa ki o zaman:
3. “Doğrusu ebter (adı sanı ortadan kalkacak olan), sana kin tutan kimsedir.”
Şanii ifadesini Mâide sûresi de kullanır:
“Bir topluluğa olan öfkeniz sizi adâletsizliğe sürüklemesin.”
Şanii, şenean öfke, buğz, gayız, kin anlamlarına gelmektedir. Öyleyse ey peygamberim, sana buğz edenler, sana düşmanlık besleyenler, senin dâvâna, senin dinine, senin getirdiğin mesaja, İslâm’a kin tutanlar, senin için ebterlik bekleyenler, senin yolunun, sünnetinin, senin uygulamalarının silinip gitmesini umanlar, senin dâvânı hayattan silmek için say edenler bilesin ki ebter olanlar, silinecek olanlar, hem dünyada hem de ukbada hüsrana mahkum olacak olanlar onların ta kendileridir.
Rasulullah efendimize ve onun dâvâsına kin tutup ona ebter diyenler o dönemde Ebu Cehil’di, As bin Vail’di, Ebu Leheb ve benzerleriydi. Bu konuda uzun uzun rivâyetler var. Rasulullah efendimizin erkek çocukları vefat edince işte onun soyu kesildi, ondan kurtulacağız diye bayram etmişler. Veya Allah’ın Resûlü onların şirk anlayışlarından, küfürlerinden, küfür ve şirke dayalı tüm hayatlarından yüz çevirip hayatını Allah adına yaşamaya başlayınca, îmanında, teslimiyetinde, kulluğunda onlardan ayrılınca yalnız kaldı. Toplumun tüm şirk anlayışlarını reddedince toplumunun, akrabalarının desteğini kaybetti. İşte toplumu, akrabaları tarafından, tüm çevresi tarafından reddedilip yapayalnız kalan Allah’ın Resûlüne ebter dediler.
Toplumunun sevgisini, toplumunun kendisine verdiği yeri kaybedince ona ebter dediler. “Ey Muhammed bu gidişle senin sonun yok” dediler. “Bu anlayışla sen başarıya ulaşamazsın” dediler. “Senin bu anlayışın, bu yaşayışın, bu dâvân kabul görmez” dediler. “Bu dâvâ insanların ilgisini çekmeyen, insanların değer vermediği bir dâvâdır. Bu dâvâ karın doyurmaz. Bu dâvâ sana makam mansıp kazandır-maz. Bu gidişle sen reis olamazsın, bakan olamazsın, dekan olamazsın, genel müdür olamazsın, zengin olamazsın. Vazgeç sen bunlardan da sen biraz paradan söz et, ekonomiden söz et, yaşamaktan söz et. Eğer böyle yaparsan dinlenirsin” diyorlardı. “Böyle yaparsan destek görürüsün. Böyle yaparsan adam yerine konursun. Toplumda saygın olursun. Zengin olursun” diyorlardı.
Ama sana ta’n edenler, sana buğz edenler, senin yoluna düş-man olanlar, senin dâvâna karşı olanlar, senin dinine buğz edenler var ya, işte asıl ebter olanlar onlardır. Senin adın, senin şanın, senin şerefin, senin dinin kıyamete kadar devam ederken, kıyamete kadar peyderpey gönüllerde ma’kes bulurken ona düşman olanlar ebter olacaklar, silinip gideceklerdir. İşte görüyoruz aynen öyle de olmuştur. O gün ona düşman olanların hem de birkaç yıl içinde silinip gittiklerini görüyoruz. Onlar o gün için zâhiren güçlüydüler. Topluma hakim konumdaydılar. Ticarette, ekonomide, hacda, siyasette toplumun tüm işlerinde söz sahibiydiler. Ama aradan bir iki yıl geçmeden tam tersine dönüverdi işler. Allah’ın Resûlüne ebter diyorlardı, güdük diyor-lardı. Bunun sonu yok diyorlardı. Bunun sonu hüsran diyorlardı. Ama çok geçmedi ki kendileri ebter oluverdiler.
Onlardan kimileri Rasulullah’ın oğlu İbrahim’den önce geberip gitti. Çok kısa bir süre sonra Ebu Cehillerin, Ebu Leheblerin, As bin Vaillerin isimleri anılmaz oldu. Dâvâları, yolları silinip gitti. Ama Rasu-lullah’ın dâvâsına dünyanın yarısı gönül vererek devam ettirmektedir. Öyleyse şunu kesinlikle bilelim ki îman asla ebter olmaz. İslâm ebter olamaz. Zira bu dâvâ Allah’ın dâvâsıdır. Bu din Allah’ın dinidir. Onu hiç kimse yok edemez, kimse onun önüne geçemez.
Ama burada sadece tarihin o döneminde bu dâvâya düşman olanlar değil, kıyamete kadar Allah’ın dinine buğz eden, Allah’ın dinine, Allah’ın sistemine düşmanlık yapan, Allah’ın dinine geçit vermeyen tüm kâfirler kast edilmektedir. Kıyamete kadar bu dine düşman olanların tamamı mağlup olacak, hüsrana mahkum olacak ve bu din karşısında kahrolmak, silinip gitmek zorunda kalacaklardır.
Allah’ın Resûlü, toplumunun küfür ve şirk anlayışlarından, toplumunun şirke dayalı kulluk anlayışından, kılık-kıyafet anlayışlarından, hayat anlayışlarından, mala bakışlarından, kazanma ve harcama, eğitim, hukuk, ekonomi, kadın-erkek, yeme-içme anlayışlarından, sosyal ve siyasal yapılanmalarından, hâsılı şirke ve küfre dayalı tüm anlayışlarından ayrılıp Allah’ın istediği bir hayatı yaşamaya başlayınca, bedeninde, malında, gecesinde, gündüzünde tüm hayatında Allah’a kar-şı sorumlu olduğunu ortaya koyup O’nun rızasını ön plana çıkarınca, O’nun hayat programını kabullenince, ona ebter diyorlardı. “Bu enayice malını Allah için harcıyor, binaenaleyh bunun sonu iflas” diyorlar-dı. “Bu makama, koltuğa değer vermiyor, binaenaleyh bu adam olmaz” diyorlardı. “Bu dünyalık peşine düşmüyor, bunun sonu aç kal-maktır” diyorlardı. “Bu onun bunun hizmetine koşacağım diye kendisini ihmal ediyor, bunun âkıbeti kötüdür” diyorlardı. “Bu ilim peşinde koşacağım derken ev bark düşünmüyor, bunun geleceği berbat” di-yorlardı. “Bu âhireti için dünyasını ihmal ediyor, bu adam olmaz, bunun sonu güdüktür” diyorlardı.
Unutmayın ki eğer bizler de bugün peygamber yolunun yolcusu olabilirsek, eğer bizler de bugün peygamber misyonuna sahip çıkar, peygamber gibi bir hayat yaşayabilirsek. Rasulullah efendimizi örnek alarak bir hayat yaşayabilir, mala, dünyaya bakışımızı, kılık-kı-yafetimizi, ticaret hayatımızı, aile hayatımızı, kulluk anlayışımızı onun-ki gibi gerçekleştirmeye gayret edersek o zaman kesinlikle bilesiniz ki bize de ebter diyecekler.
Meselâ ilim öğreneceğim, İslâmî bir hizmete koşturacağım, Müslüman bir hasta kardeşimizin ziyaretine gideceğim, bir Müslüma-na hadis anlatacağım, komşularıma Kevser’i duyuracağım ve onları cennete kazandıracağım diye bir iki saat dükkanınızı kapalı tutuverseniz, size de ebter diyecekler. “Bunun sonu güdük, Bunun sonu iflas. Bu adam olmaz” diyecekler.
Veya meselâ bol para getirecek bir ticaretten fâiz kokusu var diye Allah korkusuyla vazgeçiverseniz bu enayi diyecekler. “Bu kadar parayı tepti, bunun sonu berbat” diyecekler.
Veya elinizin altında çok rahat ulaşabileceğiniz birilerinin namusuna Allah korkusuyla uzanmasanız, “bu aptal, ağzının tadını bil-miyor bu enayi” diyecekler.
Onlar ebter diyecekler, ama üzülmeyin hayatınızı Allah için ya-şadığınız sürece Allah da Kevser diyecek. Kulum bakma sen o müşriklere, Ben senin için hem dünyada hem de ukba’da hayr-ı kesir hazırladım. Benim için yaşadığın hayatına devam et, Ben hem dünyada, hem da âhirette senin hayatını bereketlendirecek, dâvânı galip getirecek, düşmanlarını hüsrana mahkum edeceğim buyuracak.
Unutmayalım ki Rasulullah efendimize denenler şu anda bize de denmektedir Allah tarafından. Birileri bize ebter diyerek saldırdıkları zaman hemen hatırlayacağız ki Cenâb-ı Hak bize de Kevser diyor. Rabbimiz bizi de galip getireceğini müjdeliyor.
Öyleyse kimseden korkmayacağız. Allah için hayatımızı yaşamaya devam edeceğiz ve göreceğiz kim ebter’miş, kim değilmiş? Kim galipmiş, kim mağlupmuş? Kim kazanmış, kim kaybetmiş? Kim akıllıymış, kim enayiymiş? Güzel âkıbet kiminmiş yakında göreceğiz.
Bu sûre de bitti. Rabbim gereği gibi iman edip, bu imanını hayatından görüntülemeyi cümlemize nasip etsin. Vel hamdü lillahi Rabbi’lâlemîn.

HZ ALİNİN HAYATI




HZ ALİNİN HAYATI
Hz. Ali (a.s), Resulullah (s.a.v)’in vasisi, halifesi ve on iki imamın ilkidir. Hz. Ali (a.s), Amm’ul- Fil’in 30. yılının on üçüncü günü,[1] bazı rivayetlere göre Zilhicce ayının yedinci günü[2] Kabe’de dünyaya geldi.

Değerli babası, Ebu Talib, annesi ise Esed kızı Fatıma’dır. Zeyd ve Haydar da onun diğer mübarek isimlerindendir.[3] İki meşhur künyesi de Ebu’l- Hasan ve Ebu Turab’dır.[4] Hazretin hiç kimsenin ortak olmadığı kendisine has lakabı ise “Emir’ul- Muminin”dir; Murtaza, Hadi, Sıddık, Faruk, Veli, Şahid...de onun yüzlerce lakaplarından sadece bir kaç tanesidir.[5]

Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s)’ın çocukluk dönemi, Resulullah (s.a.v)’in çocukluk döneminin geçtiği evde geçmiştir; o evde büyüyüp olgunlaşmıştır. Bu büyük şahsiyetlerin her ikisi de Ebu Talib’i bir baba ve yönetici olarak tanıyorlardı; Esed kızı Fatıma’ya da anne diyorlardı.[6]
Bu iki yüce şahsiyet arasındaki köklü ailevi bağlılık, Resulullah (s.a.v)’in Hz. Ali’yi iyi eğitmesi ve onu özel lütuflarından yararlandırması için uygun bir zemin hazırlamıştı.

Hz. Ali (a.s)’ın kendisi o değerli lütufları şöyle anıyor:
“Çocuktum henüz, o beni bağrına basar, yatağına alırdı;... beni koklardı; lokmayı çiğner, ağzıma verir yedirirdi... Ben de her an, devenin yavrusu,nasıl anasının ardından giderse, onun ardından giderdim;o her gün bana huylarından birini öğretir ve ona uymamı buyururdu. Her yıl Hıra dağına çekilir, kulluğa koyulurdu. Onu ben görürdüm, başkası görmezdi.” [7]

On üç yıl böylece geçti, Resulullah (s.a.v) İnzar ayetinin[8] nazil olmasıyla kendi akrabalarını İslam’a davet etmekle görevlendi. Muhammed bin Cerir-i Taberi, Hz. Ali (a.s)’ın şöyle buyurduğunu naklediyor:“Resulullah (s.a.v) beni çağırdı ve şöyle buyurdu: “Ya Ali! Allah-u Teala, kendi yakınlarımı inzar etmemi (uyarıp korkutmamı) emretmiştir. Sen bizim için bir yemek yap. Sonra Abdulmuttalib oğullarını, onlarla konuşmam için bir araya topla da iletmekle görevli olduğum şeyi onlara ileteyim.” 

Ben de Resulullah’ın emri üzere onları bir araya topladım, Resulullah (s.a.v) onlara hitaben şöyle buyurdular: “Allah-u Teala, sizi O’na davet etmekle beni görevlendirmiştir. Sizlerden hanginiz, aranızda benim kardeşim, vasim ve halifem olmak istiyor?” Orada bulunanların hepsi sustular. Onların hepsinden yaşta küçük olmama rağmen; “Ya Resulellah! Ben senin yardımcın olmak istiyorum” dedim. Resulullah (s.a.v) elini benim boynuma koyarak şöyle buyurdu: “Bu şahıs, benim sizin aranızdaki kardeşim, vasim ve halifemdir; sözünü dinleyin ve emirlerine uyun.” [9]

Böylece İslam’ın şanlı tarihinde, Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s) ilk müslüman olarak tanınmış oldu. Nitekim Zeyd bin Erkam ve İbn-i Abbas’ın tanıklığıyla Hz. Peygamber’in aleni davetinden önce de Hz. Ali müslümandı.[10]
Buna ilaveten Hz. Ali’nin hilafet ve vesayeti, “Gadir-i Hum” günü diğer müslümanlara da açıkça beyan edildi.

İslam’ın aşikar olmasıyla Kureyişlilerin Resulullah’a karşı eziyetleri de başladı, bu baskı ve eziyetler hicret zamanına kadar devam etti. Tarihin tanıklığıyla bu müddet içerisinde Resulullah’ın en büyük yardımcı ve destekçisi, Hz. Ali’nin babası Ebu Talib olmuştur. Ebu Talib Kureyşin büyüğü olmasına rağmen hiçbir zaman Resulullah’ı Kureyişlilere teslim etmedi. Oğulları Ali ve Caferi ve kardeşi Hamza’yı ona yardımcı olmaya ve sürekli onun yanında bulunmaya davet etti.[11]

Bi’setin onuncu yılında Ebu Talib’in ölümüyle, Kureyşin Müslümanlara olan baskı ve eziyetleri daha da arttı. Resulullah’a küstahlık yapmaya başladılar ve defalarca onu öldürmek istediler. Nihayet her kabileden bir kaç genç toplanıp hep birlikte ansızın Hazrete saldırarak onu kılıçla öldürmeyi kararlaştırdılar.[12]

Resulullah (s.a.v), İlahi vahiy ile onların bu komplosundan haberdar oldu ve gece vakti Mekke’yi terk etmesi emredildi. Bu yüzden Hz. Ali’yi çağırarak o gece (Leylet’ul- Mebit) kendi yerinde yatmasını ondan istedi. Hz. Ali de canı gönülden kabul edip onun yerinde yattı.[13]
Kureyş gençleri sabaha doğru yalın kılıçla Resulullah’ın evine saldırdılar. Ama içeriye girdiklerinde Hz. Ali’yi, Peygamber (s.a.v)’in yatağında gördüler. Bu esnada çok sinirli olduklarından dolayı Hz. Ali’yi Mescid’ul- Haram’a çekip kısa bir tutuklamadan sonra serbest bıraktılar.[14]

Allah-u Teala bu eşsiz fedakarlığı takdir ederek şu ayeti nazil etti:“İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’ın rızasını arayıp kazanmak amacıyla canını satar.”[15] 

Bu ayet birçok Şia ve Ehl-i Sünnet müfessirlerinin görüşüne göre Hz. Ali (a.s)’ın fedakarlığı ve makamı hakkında nazil olmuştur.[16]

Resulullah (s.a.v)’in Medine’ye hicretinin peşice, Hz. Ali (a.s) da o şehre gitti. Hicretin ikinci yılında Hz. Fatimet’üz- Zehra ile evlendi.[17] Bir yıl sonra da ilk çocuğu olan İmam Hasan (a.s) dünyaya geldi.[18]

Medine’de İslami bir toplumun oluşmasıyla İslam’la küfür arasında çok önemli savaşlar oldu. O önemli savaşlardan ilki Bedir savaşı idi. Bu savaş hicretin on sekizinci ayında vuku buldu.[19] Ondan sonra da Uhud, Handek, Hayber, Tebuk vb. savaşlar baş gösterdi.

Tarih kitaplarının yazdığına göre, Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s), Tebuk savaşı hariç bu savaşların hepsinde İslam ordusunun sancaktarı idi.[20]
Hz. Ali (a.s) Bedir savaşında düşman ordusundan yirmi bir kişiyi öldürdü.[21] Öldürdükleri kişiler arasında Muaviye’nin dedesi Utbe, dayısı Velid ve kardeşi Hanzele de vardı.[22] Uhud savaşında ise (örnek olarak diyoruz) Kureyş’in meşhur savaşçılarından dokuz kişiyi yere serdi. Bu savaşta bedeninden yetmiş yara alarak son ana kadar Hz. Peygamberi savundu. Oysa İslam ordusundan bir kaç kişi hariç diğerleri firar edip dağa sığındılar. Cebrail (a.s), Hz. Ali’nin bu fedakarlığını görünce bir kaç defa: “Zulfikardan başka kılıç, Ali’den başka da yiğit yoktur.”dedi.[23]

Handek gazvesinde, Arapların ünlü kahramanı Amr bin Abduved’i ağır bir darbeyle yere serdi. Bu çok değerli zaferle, düşman ordusunun kalbine büyük bir korku saldı. Resulullah (s.a.v) o darbeyi şöyle değerlendirdi:
“Ali’nin Handek günündeki darbesi, ümmetimin kıyamete dek bütün amellerinden daha üstündür.” [24] 

Hayber savaşında, bayrağı ilk önce Ebu Bekir, sonra da Ömer eline alıp meydana çıktı; ama bir zafer elde etmeksizin geri döndüler. Resulullah (s.a.v) çareyi, bayrağı Hz. Ali’ye vermekte gördü. Bu yüzden şöyle buyurdu:
“Yarın bayrağı öyle bir kişiye vereceğim ki, o Allah’ı ve Resulünü seviyor; Allah ve Resulü de onu seviyorlar.” 

Sa’d bin Ebi Vakkas şöyle diyor:
Biz o kişinin kim olduğunu görmemiz için ayağa kalktık. Bu esnada Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Ali’yi benim yanıma çağırın.” Hz. Ali gözleri ağrıdığı halde Peygamber (s.a.v)’in yanına geldi. Hz. Peygamber, ağzının mübarek suyunu onun gözlerine sürerek bayrağı onun eline verdi. Allah-u Teala Hayber’i, onun eliyle fethetti.[25]

*****

Nihayet Hz. Ali (a.s)’ın hayatının en kritik anları olan hicretin 10. Yılı Zilhicce ayının 18. günü yetişti. O gün Hz. Peygamber (s.a.v), yüz bin kişiyi aşan büyük bir toplulukla Haccet-ul Veda yolculuğundan dönüyordu.

Gadir-i Hum’a vardıklarında şu Tebliğ ayeti nazil oldu: “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer (bu görevini) yapmayacak olursan, O’nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz, Allah, kafir olan bir topluluğu hidayete eriştirmez.”[26] 

Bu kader belirleyici ayetin nazil olmasıyla 120 bin kişiden oluşan kervanın durdurulması emredildi. Onların hepsi, Resulullah (s.a.v)’in çevresinde toplandılar. Resulullah (s.a.v) namaz kıldıktan sonra fasih bir hutbe okudu. 

Sonra Hz. Ali’nin elinden tutup kaldırarak şöyle buyurdu: 
“...Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır. Allah’ım, onu seveni sev, ona düşman olana düşman ol.” [27] 

Müslümanlar grup grup Hz. Ali’yi kutlamak ve ona biat etmek için yanına müşerref oluyorlardı. Ömer de İmam (a.s)’ın yanına gelerek şöyle dedi:

“Ey Ebu Talib oğlu Ali! Ne mutlu sana! Sen benim ve her müminin mevlası oldun.” 

Daha sonra Allah-u Teala İkmal ayetini indirdi:

“Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı seçip-beğendim.”[28]

* * *

Gadir olayından yaklaşık yetmiş gün bir zaman geçtikten sonra Resulullah (s.a.v) vefat etti. Emir’ul- Muminin Ali (a.s), Hz. Peygamber’in kefen ve defin işleriyle meşgul oldu. Ama diğer bir grup, bu fırsattan yararlanarak kendi aralarından halife seçmek için Beni Sakife denilen bir yerde toplandılar. Kargaşa ve tartışmalardan sonra Ebu Bekir’i halife olarak seçtiler. Halk grup grup ona biat etmeye başladı. Hz. Ali ve yaranlarından bazıları Ebu Bekir’e biat etmekten kaçındılar. Ebu Bekir Ömer’e; “Ali ve yaranlarının peşice git onlardan biat al; biat etmezlerse onlarla savaş” diye emretti.

Ömer de kendisiyle ateş getirip[29] biat için evden çıkmadıkları takdirde evi yakacağına dair yemin etti![30] Öyle de oldu... Hz. Ali’nin, evinin kapısını yakarak biat etmesi için zorla evinden dışarı çıkardılar; hamile olan eşi Hz. Fatıma (a.s)’ı da kapıyla duvar arasında sıkıştırıp Muhsin ismindeki çocuğunu daha dünyaya gelmeden öldürdüler.[31]

Emir’ul- Muminin Ali (a.s) o gön İslam ve Müslümanların maslahatını korumak için kıyam etmedi. Ama Hz. Fatıma’nın yardımıyla, aldanan Müslümanlara hakkı tebliğ etmeye başladı ve onların İlahi görevlerini bir kez daha hatırlattı. Ama artık iş işten geçmişti. Hz. Ali (a.s) yapa yalnız kalmıştı, tek yardımcısı olan aziz eşi Fatıma (a.s)’ı da kaybetmişti. Bunca musibetler, Resulullah’ın vefatından 75 veya 90 gün geçmeksizin vuku bulmuştu. 

* * *

Hilafet 25 yıl boyunca üç kişinin (Ebu Bekir, Ömer, Osman) eline geçti. İmam (a.s) bu müddet içerisinde hükümetten uzak olduğu halde ümmeti hidayet etmekle meşgul oldu, halifelerin yanlış hareketlerini onlara hatırlattı, ülkenin iç ve dış dini sorunlarını cevaplandırdı, Kur’an’ı bir araya toplamaya ve mahrumları özellikle Beni Haşim’i himaye etmeye koyuldu. Bir cümlede diyecek olursak; dini korumak için gece-gündüz çaba sarf etti.[32]

Hz. Ali’nin imamet yıldızı, üç halife döneminde de öyle parladı ki, Ebu Bekir yaptığından pişmanlık duydu.[33] Ömer ve Osman; “Eğer Ali olmasaydı helak olurduk” diyerek onun ilahî makamını itiraf ettiler.[34]

Osman’ın hilafeti döneminde, hilafet tezgahında zulüm ve fesadın artması, halkın incinmesi ve rahatsızlığına yol açtı; öyle ki, bu yüzden Hicri 35’de Osman’ın evini muhasaraya alıp onu öldürdüler. Sonra Hz. Ali’nin kapısına gelerek, onun hükümeti kabul etmesini ısrarla istediler. Hz. Ali (a.s) hilafete gelme olayını şöyle anlatıyor:

“...Derken, halkın benim etrafıma, sırtlanın boynundaki kıllar gibi üşüşmesi kadar beni üzen bir şey olmadı; her yandan, birbiri ardınca çevreme üşüştüler; öyle ki, kalabalıktan Hasan’la Hüseyin, ayaklar altında kalacaktı neredeyse. Koyunların ağıla üşüşmesi gibi çevreme toplandılar, bu kargaşada elbisem bile yırtılmıştı...

Ama şunu da bilin ki, andolsun tohumu yarana, bu topluluk biat için toplanmasaydı, Allah’ın, zalimin doyup zulmetmemesi, mazlumun aç kalmaması hakkında bilginlerden aldığı ahd-ü peyman olmasaydı hilafet devesinin yularını sırtına atardım; ümmetin sonuncusunu, ilkinin kasesiyle suvarır giderdim. Siz de anlamışsınızdır ki, şu dünyanızın değeri, bir dişi keçinin aksırığındaki burnunun sümüğünden de değersizdir bence.” [35]

Emir’-ul Muminin Hz. Ali (a.s), halkın isteğini kabul ederek zahiri hilafet makamını üstlendi; halk da ona biat etti. Sonra valilerini şehirlere gönderdi, Zübeyr ve Talha da şehirlere gönderilecek olan valilerdendi, ama memur oldukları yere gönderilmeden makamlarını kaybettiler. Çünkü onlar, Hz. Ali (a.s)’ın elinden valilik makamı hükmünü aldıklarında; “Bu sıla-i rahimden dolayı Allah sana mükafat versin”dediler. İmam (a.s) bu sözden rahatsız olup; “Müslümanların önderliğinin sıla-i rahimle ne ilişkisi vardır” diyerek valilik hükmünü onlardan geri aldı.[36]

Talha ve Zübeyr artık kendileri için bir yer ve makam görmeyince, Allah’ın evini (Kabe’yi) ziyaret etmek bahanesiyle Aişe’nin oturduğu Mekke şehrine gidip Aişe’yi, Osman’ın kanını Hz. Ali’den almaya tahrik ettiler.

Onlar bu iş için Basra’yı seçtiler, kendileriyle birlikte büyük bir topluluğu da oraya çektiler. Hz. Ali (a.s) muhaliflerin hareketinden haberdar olunca, yaranlarından dört yüz kişiyle birlikte o şehre gidip savaş çıkmasını önlemek için çok çaba sarf etti. Ama onlar Hz. Ali’nin sözünü kabul etmeyerek Hicretin 36. yılının Cemadi’l- Evvel ayında Cemel savaşını başlattılar. Nakisin’lerin (biatlerini bozanların) bu savaşı, Cemel savaşı olarak adlandı. Çünkü Aişe’nin tahtırevanı bir devenin üzerinde idi.[37] Onun taraftarları, onun etrafını sarmışlardı. Nihayet Aişe’nin devesi yere düşürülerek ordusu dağılıp Aişe mağlup oldu. Hz. Ali (a.s)’ın emriyle, Aişe Medine’ye gönderildi. Ama İmam (a.s)’ın kendisi Medine’ye gitmedi. Hicretin 36. yılının Recep ayında Kufe şehrine döndü.[38]

Bu savaştan sonra, Hicri 37’de vaki olan Sıffin savaşına hazırlandı. Bu savaşı Kasitin (zalim)lerin baş elemanı olan Muaviye başlattı. Muaviye ikinci halife zamanından itibaren Şam hükümetinin valisi idi. Hz. Ali (a.s)’ın zahiri hükümeti döneminde onunla biat etmekten kaçındı ve kendi adına halktan biat aldı. O, Osman’ı mazlum halife tanıtarak kendisini onun kanının sahibi olarak göstermeye çalıştı. İmam (a.s) hakkında öyle bir tebligat yaptı ki, Sıffin’de Şamlı bir genç, Hz. Ali’nin namaz kılmadığını söylemişti.[39] 

Velhasıl, Hz. Ali (a.s), Muaviye’nin ordusuna karşı koymak için Kufe’den ayrıldı. Fırat nehri, Kerbela, Sabat, Enbar ve Rıkka şehirlerinden geçerek Şam topraklarından olan Sıffin’e ayak bastı, orada savaş ateşi tutuştu ve bu savaş dört ay sürdü. Bu savaşta Hz. Ali (a.s)’ın ordusu Muaviye’nin ordusuna galip geldi; öyle ki, Muaviye atını alıp kaçmak istedi. Amr bin As ona; Nereye? diye sordu. Muaviye; “Durumun nasıl olduğunu görüyorsun, şimdi düşüncen nedir? dedi. Amr bin As cevaben şöyle dedi: “Bir yoldan başka kurtuluş yoktur; o da şudur ki, Kur’an’ları kaldırıp onları Kur’an’a davet etmelisin.” Muaviye’nin ordusu Kur’an’ları kaldırıp; “Sizi Allah’ın kitabına davet ediyoruz” dediler. Emir’ul- Muminin Ali (a.s); “Bu bir hiledir, bir aldatmadır, onlar Kur’an ehli değillerdir,[40] natık Kur’an benim.” [41] buyurdular.

Bununla birlikte Amr bin As’ın hilesi, Hz. Ali’nin ordusundan bazıları arasında etkili oldu. Onlar Emir’ul- Muminin Ali (a.s)’ı hakemiyeti kabullenmeye mecbur ettiler. Hz. Ali tarafından (bir grup ashabın tahmiliyle) Ebu Musa Eş’ari, Muaviye tarafından ise Amr bin As savaşın kaderini belirlemek için tayin edildiler. O ikisi birbiriyle istişare ettikten sonra Hz. Ali ve Muaviye’yi kendi makamlarından uzaklaştıracaklarını kararlaştırdılar. İlk önce Ebu Musa’yı minbere çıkardılar, o cehaletle Hz. Ali’yi makamından azletti. Sonra Amr bin As minbere çıkıp aldıkları kararın aksine şöyle dedi: “Ben bu yüzüğü parmağıma taktığım gibi Muaviye’yi kendi yerinde baki bırakıyorum. Amr bin As’ın hilesi ile halkın içerisinde tekrar kargaşa ve ihtilaf çıktı; bu iki şahıs Kur’an hükmüyle hakemlik yapmadılar diyerek kavga edip dağıldılar.

Hakemiyeti Hz. Ali (a.s)’a tahmil eden grup, bu planlarının suya düştüğünü görünce tekrar İmama karşı muhalefet etmeye kalkıştılar; Hz. Ali’ye; “Allah’ın emrine dönmemiz için neden kılıçla bizi doğrultmadın?!” diye itiraz etmeğe başladılar; “La hükme illa lillah” (Hüküm verme ancak Allah’a aittir) diyerek slogan attılar.[42] Hz. Ali (a.s) onların bu sözünü duyunca şöyle buyurdu: “Hak bir sözdür; ama onunla batıl kastediliyor.” [43] 

Kendilerine “Havariç” veya “Marikin” (dinden çıkanlar) denilen bu grup, Kufe’den çıkıp Kufe’nin yakınında yer alan “Harvra” denilen bir köyde toplandılar. Onlar Hz. Ali’nin emirlerine karşı çıktılar. İmam (a.s)’ın dostu ve memuru olan Abdullah bin Habbab ve onunla birlikte olanları katlettiler. Nihayet hicretin 39. yılında, alevi hükümeti karşısında “Nehrevan” savaşının ateşi körüklendi. Bu savaşta on kişi hariç onların hepsi kılıçtan geçirildi. Ama İmam (a.s)’ın ordusundan sadece bir kaç kişi şehit düştü.[44]

Bu fitneden sonra, Havariç’den üç kişi Mekke’de toplanıp Müslümanların siyasi durumları hakkında bazı sinsi müzakerelerden sonra, Hz. Ali, Muaviye ve Amr bin As’ı öldürmeyi kararlaştırdılar. Bu üç kişiden Abdurrahman bin Mulcem, Hz. Ali’yi öldürmeyi üstlendi; bu uyumsuz komployu uygulamak için Kufe’ye doğru hareket etti. Ramazan ayının 19. Gününün şafak vakti zehirli kılıcıyla Hz. Ali (a.s)’ın kafasına ağır bir darbe indirdi.[45] İmam Zeyn’ul- Abidin (a.s)’ın buyurduğuna göre o darbe, İmam (a.s) secdegahta iken onun mübarek başına indirildi.[46] 

Emir’ul Muminin Ali (a.s), o mel’unun darbesinin isabetinden sonra şöyle buyurdu: “Fuztu ve Rabb’il Ka’be!” (Ka’be’nin Rabbine andolsun ki, kurtuluşa erdim!)[47] 

İmam Ali (a.s) iki gün kendi evinde yattıktan sonra, hicretin 40. yılı Ramazan ayının yirmi birinde şahadete erişti.[48]

Hz. Ali (a.s)’dan birçok konularda, çok değerli hikmetli sözler nakledilmiştir. Nehc’ul- Belağa kitabı o sözlerden sadece bir bölümüdür. Nehc’ul- Belağa kitabı üç bölümden ibarettir: Hutbeler, Mektuplar ve Hikmetler (Kısa sözler). Bu kitap edebiyat kitaplarının en seçkinlerindendir. Nehc’ul- Belağa’ya 210’dan fazla şerh ve açıklamalar yazılmış ve bugünün çeşitli dillerine tercüme edilmiştir. 
Hz. Ali (a.s)’ın çocuklarının sayısını, otuz üç[49], otuz iki[50], yirmi dokuz[51], yirmi sekiz[52] ve yirmi yedi[53] yazmışlardır. Elbette o çocuklar çeşitli annelerden dünyaya gelmişlerdir.

Hz. Fatıma (a.s)’dan beş çocuğu olmuştur; isimleri şunlardır: Hasan (a.s), Hüseyin (a.s), Zeyneb (a.s), Ümmü Gülüsüm (a.s) ve Muhsin. Muhsin, mel’unlar tarafından anne karnında öldürülmüştür. 
Ümm’ül- Benin’den de Kerbela’da şehit düşen dört çocuğu olmuştur. Adları şunlardır: Abbas (a.s), Cafer, Osman ve Abdullah.

Havle-i Hanefiyye’den de Muhammed-i Hanefiyye dünyaya gelip değerli babasının yaranlarından sayılmaktadır.

BÜYÜK İSLAM TARİHİ İBNİ KESİR



BÜYÜK İSLAM TARİHİ
İBNİ KESİR


KAYGI


KAYGI ile ilgili görsel sonucu


KAYGI

Kişilikli (veya kişiliksiz) adamın birisidir…’
‘Bana hiç değer vermiyorsun…’
Kendimi ispat etmeliyim…’
Kişiliklerimizçatışma içinde…’
‘Bu çocuk adamolur…’
‘Beni adam yerine koymuyorlar…’
Kişiliğimle oynamaya hakkın yok…’
Yukarıdaki ifadeler ve daha niceleri yaşamımızı, kıskacında sürdüğümüz kaygıya açılan pencerelerdir; kaygı dilinin içine ne denli gömülmüş olduğumuzun örnekleridir.
Kaygı, ‘kişiliğin’, tıpkı bir hisse senedi gibi sınanabilen ve değeri inip çıkabilen bir ‘varlık’ olduğuna ilişkin yanılgılı inancın pahalı bir bedelidir. Pahalıdır,çünkü bize verilmiş vadeli yaşamı, olmayan ve olmayacak olan bir kişilik değeri peşinde koşturmak için harcatır; pahalıdır, çünkü potansiyelimizi kullanıp anlamlı gelişmeler gerçekleştirmek yerine, durmamızı ve gerilememize neden olur; pahalıdır, çünkü bizi şimdiki varoluşumuzda değil, yaşanıp bitmiş geçmişte ve de henüz yaşanmamış gelecekte tutar
DUYGULARIMIZIN OLUŞUMU
Herhangi bir duygu halinde, temelde üç ana boyut dikkatimizi çeker.
Bunlardan ilki, duygu hali ile ilişkili gözüken, kişinin genelde dış çevresinde oluşan bir olaydır. Örneğin sevinç, bize bir hediye verilmesiyle; öfke, hakkımızın yenmesiyle; korku, başı boş gezen bir köpekle karşı karşıya kalmamızla, hüzün ve çöküntü, sevdiğimiz birisinin ölümüyle; mutluluk, dünyaya getirdiğimiz bir çocuk ile ilişki içinde olacaktır. Ancak önemle vurgulayalım ki, dış çevre olaylarının duygularımızla ilişki içinde olduğunu söylerken, duygularımıza neden olduklarını söylemek istemiyoruz. Dış çevre olayları, duygu sürecinin başlamasına neden olurlar, ancak hangi duygu halinin oluşacağını belirleme gücüne sahip değildirler. Ancak vesile olabilecek kadar önem taşırlar.
Duygu hallerinde önemli olan bir başka boyut fizyolojik düzeyde gösterdiğimiz davranışlar ya da tepkilerdir. Örneğin, kalp atışlarında hızlanma, kaslarda gerilme, kan basıncının azalması ya da çoğalması, mideye normalin üstünde asit salgılama, göz bebeklerinde genişleme ya da küçülme vb. bir çok fizyolojik değişim çeşitli duygu hallerinde gözlenebilir.
Üzerinde duracağımız son boyut, duygu sürecinin başlamasına neden olan dış çevre olayı ile ilgili geliştirmiş olduğumuz inançlarımız, olayla ilgili yorumlarımız,değerlendirmelerimiz, düşüncelerimiz, olaylara yüklediğimiz anlamlar, özetle, olayla ilgili kafamızın içinde yaptığımız monologlar ve iç-konuşmalardır.
Kişi duygularına neden olarak, genelde dış çevresel olayları gösterme gibi önemli bir yanılgıya düşer. Olaylar duygu halleriyle ilişkilidirler, ancak bu nedensel bir ilişki değildir. Duygularımız yorumlar, değerlendirmeler, iç konuşmalar ve onlara verdiğimiz anlamlardır.
Duygusal tepkilerimizin oluşumları düşüncelerimize bağlı olduğuna göre, duygu halimizi değiştirmek de, olaylar hakkındaki değerlendirmelerimizi ve onlara yüklediğimiz anlamları değiştirmeye bağlı olacaktır. Yani duygularımızın dümeni düşüncelerimizdir. Bu ifadeyle ‘düşündüğümüz gibi hissederiz’ diyebiliriz.
İki uç örnek düşünelim. Diyelim ki, A kişisi ‘İnsanlar kötüdür’ B kişisi ise ‘İnsanlar iyidir’ inancına sahiptirler. Sizce bu kişilerin hangisi kendini insanlardan daha çok korumaya çalışacaktır? Hangisi insanlarla ilişkilerinde art niyet aramayacaktır? Hangisi insanlara sert; hangisi sevecen yaklaşacaktır? İnsanlar aynı insanlar; ancak onlar hakkında geliştirmiş olduğumuz ve aşırı genelleşmiş farklı inançlarımız, insanlar arası duygusal tavırlarımızı farklı kılacaktır.
KORKU VE KAYGIYI NASIL AYIRT EDECEĞİZ?
Korku ve kaygı günlük dilimizde çoğu kez eş anlamlı kullanılır. Ancak, eş anlamlı değildirler. Örneğin, ayılardan kaygılanmayız, korkarız. Bilgi sınavlarından ya da iş görüşmelerinden korkmayız, kaygılanırız. Korku ve kaygının, kalp atışlarında artma, kas gerginliği, kaçma eğilimi gibi dışa vurmalarındaki benzerlikler, oluşumlarından sorumlu düşünsel zemindeki farklılığı dikkate almamamıza neden olabilir.
Olaylar karşısında duygularımızın niteliği ve yoğunluğunu asıl belirleyen, olayların kendilerinden çok, kişinin onlara yüklediği anlamlardır. Kişi olaya, fiziksel bir risk ya da tehdit anlamı yüklüyorsa, kendisini korkutuyor; kişiliğine bir risk ya da tehdit anlamı yakıştırıyorsa kendini kaygılandırıyor olacaktır. Korku ve kaygıyı asıl ayırt etmenin ölçüt olaydan çok, olaya verilen anlamların niteliğine bağlı olduğuna göre, kişi bir olay karşısında kendini hem korkutup hem de kaygılandırabilir.
Örneğin, iş yerinde olumlu ve başarıyla sonuçlanan birkaç iş yapmış bir iş adamı kişilik değeri illetine saplanmışsa, kendini hem kendisinin hem de başkalarının gözündebaşarılı tanımlayacaktır. Şimdi, performans değerinden hareketli kişilik değerini başarılı düzeyine çıkarmış olan bu iş adamı, mantığının doğruluğunu yaşatabilmek için önündeki sayısız sınanma durumlarının her birinde başarılı performans göstermek zorunda kalacaktır. Buna bir anlamda mahkumdur da.Nasıl ki, başarılı performanslarıyla kişiliğine başarılı değerini yapıştırıverdiyse, başarısız olabileceği herhangi bir performansla bu kez hem kendisinin, hem de başkalarının  gözünde başarısız kişi olma riskini yaşayacaktır.İşte bunun bir başka adı da kaygıdır: Olmayan,olmayacak olan ve çok yanılgılı bir mantıkla, olduğu varsayılan bir kişilik değerinin kaybedebileceği duygusunu yaşamak! Veya, başkalarının bizi beğenmelerini sağlamak için ( yani, onların gözünde hoş bir kişilik değerine sahip olmak için) performansımızın başarısıyla kişiliği başarılı kılmaya çabalamaktadır.
KAYGI VE TÜREVLERİ
Kendimize, başarılı-başarısız, takdir edilen-edilmeyen, becerikli-beceriksiz gibi toptancı değer yargıları yükleyebileceğimize; hele hele bu değerleri, yaptıklarımızın, performanslarımızın değerlerine bağlı olarak kazandığımıza inanıyorsak, kaygılı bir yaşam tarzı sürdürmeyi öğrenmişiz demektir. Ancak sorun bu kadarla sınırlı kalmıyor. Kaygılanmanın türevi olan diğer olumsuz duygu durumlarını da yaşayabiliyoruz.
Kaygılanmanın özündeki inanç yaptıklarımızın, davranışlarımızın ve performansımızın değerlerinin bizim / kişilik değerimizin değerlerini yansıttığıdır. Buna göre bir kişilik değerimiz vardır. Birincisi, takdir edilen bir kişilik değerini elde etme uğraşısı veririz. İkincisi, takdir edilen bir kişilik değerine sahip olup onu koruma uğraşısı veririz. Üçüncüsü, kişilik değerini elde etme uğraşısını verip bundan yenik çıkar olumsuz bir kişilik değerine mahkum olur ve bunu kabulleniriz.
Kişilik değeri elde etme, koruma uğraşları ve kabullenme, kaygının yanı sıra öfke, karamsarlık, kötümserlik, başkalarını ve kendini suçlama, kaçınma, sahip olduğumuz yetenekleri kullanamama gibi diğer duygu durumlarını gündeme getirecektir.
UYGULAMALAR
Belli bir sorunu anlamak, pek tabii ki, onunla baş edebilmek için yeterli değildir. Daha önceki bölümde yaptığımız işin değerinin (başarılılık derecesinin) kişiliğimizin değerini yansıttığını düşündükçe ve buna inandıkça, kaygı yolunu açacağımızı tartıştık. Kaygımızın temelinde böyle bir inanışın yattığı gerçeğini anlayabilir ve derin içgörüler geliştirebiliriz. Ne var ki, bu içgörüler onca zaman bu inanış doğrultusunda oluşmuş davranışsal ve fizyolojik kaygı tepkilerini ortadan kaldırmaya dayalı olarak kazanılmış, yani öğrenilmiş bir yetenek bir beceridir. Tıpkı artık otomatikleşmiş bisiklete binme, yüzme, araba kullanma yetenekleri gibi. Herhangi bir kazanılmış alışkanlığın zayıflaması ve sonunda terk edilmesi için, alternatif başka bir yeteneğin alışkanlık haline getirilmesi gerekir. İşte bunun için de, anlamanın ve içgörünün ötesinde yeni düşünce ve bakış seçenekleri doğrultusunda davranışlar üretebilmek için kolları sıvamamız gerekir.
BİR BAŞKA GÖZLE KAYGIYI TANIYABİLMEK
a)Kaygı Gözetimi
 ‘Yağmurdan kaçarken doluya yakalanma’ deyiminde olduğu gibi, kişilik değerimizi performanslarımız aracılığıyla korumaya ya da yükseltmeye çalışırken, bu akılcı ve gerçekçi olmayan uğraşının olağan bir ürünü olan kaygı duygusunun rahatsızlığını da yaşar hale gelmekteyiz. Bundan sonra bir de kaygının rahatsız ediciliğinden bir an önce kurtulma uğraşısı veririz. Artık kaygı yaşamaktan korkar hale gelmişizdir. İşin bir başka garipliği de buradadır zaten. Bir, yandan kişiliğimizi değerlendirmeyi becermeye çalışırken, öbür yandan, bunu yapmanın kaçınılmaz bir ürünü olan kaygıyı yaşamamaya çalışırız! Bunun, yağmurlu bir havada şemsiyesiz dolaşıp da ıslanmak istememekten pek farkı yoktur.
  Kaygıyı yaşamaktan korkar hale gelmek, ona karşı kaçma ve kaçınma davranışlarını geliştirmek, çoğu kez bir çözüm niyetiyle devreye sokulmuş olmakla birlikte, gittikçe artan bir çözümsüzlük yolunun kapılarını açar.
 Kaygı gözetiminde, kaygıyı yaşamadan önce ve onu yaşarken, kafamızda artık ‘Eyvah, gene bu kaygı’ gibi düşüncelerin yerini, ‘Ben bu kaygıyı bir şekilde beceriyorum. Nasıl becerdiğimi zaman içinde anlayacağım. Onu şimdilik dinleyeceğim, duyacağım, göreceğim. Fiziksel olarak vücudumda neyi nasıl yaptığını, değiştirdiğini gözlemleyeceğim’ türü düşünceler alacaktır.
Kaygı gözetimi uygulaması için gerekli ön koşul, kaygı tepkisini göstermeye başlamaktır. Şimdi akla şöyle bir soru gelebilir: Belirli bir performans içindeyken, bir yandan kaygıyı yaşamak, öbür yandan da onu gözlemlemek zor olmayacak mı? Bunun cevabı: İlk başta evet,zor olacaktır.Ancak yeterince gayret gösterilebilirse, örneğin bir grup içinde rapor sunarken ya da sınava girerken, bir yandan bu işleri yapıp, öbür yandan kaygıyı gözetime almak mümkün olacaktır. Bu konuda yardımcı olabilecek alıştırmalar yapılabilir.
b)İstemli Kaygı Üretimi
Kişi kendisini kaygılandırmayı zaman içinde son derece hızlı bir şekilde becerebilir hale gelir. Kaygılanma alışkanlığını kazanmış nice kişi, kaygılanmamanın ellerinde olmadığını belirtirler. Kaygının,  istemleri dışında tüm vücutlarına hükmettiğinden yakınırlar.
  İstemli kaygı üretiminin amacı, kaygı becerisini isteğimize bağlı olarak, planlı bir şekilde ortaya çıkartarak tanımaktır.  Kaygının bize gelmesini beklemeden, onu istemli bir iradeyle çağırabilmek, kaygıyı gözetim altına alma yönteminde olduğu gibi, kaygıyı bir başka açıdan tanımaya neden olacaktır.
Enerjimizi, kaygılanmamaya çevirebilirsek, öğrenmiş olduğumuz bu beceriyi farkında olarak kullanmayı, böylelikle de kaygıyı başka bir açıdan tanımayı ve belki de kontrollü bir şekilde üretme becerisinin bir uzantısı olarak da üretmeme becerisinin ilk ipuçlarını elde etmiş olabiliriz.
    c) ‘Bile Bile Lades’
Sınanma kaygısı üretme eğilimi geliştirmiş kişilerde gözlemlenen davranışlardan biri, aşırı ölçüde hata yapmaktan kaçınmadır. Başkalarının gözünde değer kazanma yolunun başarılı performanslardan geçtiği gibi, kaygı duygusunun gerçekçi ve akılcı olmayan bir inanışa dayandığını hatırlayacak ve hataların başarısızlık olasılığını artırabileceğini düşünecek olursak, hatalardan kaçınma davranışını geliştirmiş olmak bu inanışın adeta bir gereğidir.
‘Bile bile lades’ yöntemini hatalardan kaçınma davranışına uygulayarak başlayalım. Günlük yaşamımıza dikkatle baktığımızda, birbirinden çok farklı davranış ve performanslar sergilediğinizi göreceksiniz. Bu yönteme göre, bazı performanslarımızı yürütürken bile bile, göre göre hata yapmamız beklenmektedir. Hata yaptığınız takdirde size pahalı sonuçlara mal olmayacak performansların birkaçını saptayın. Örneğin, daktilo ile yazı yazarken, bile bile bir kelimeyi eksik yazmanız; bir arkadaşınızla sohbet ederken, örneğin ‘kötümserlik’ yerine ‘kötömserlik’ demeniz; asansöre bindiğinizde, çıkacağınız kat yerine, bir alttaki ya da bir üsttekinin düğmesine basmanız gibi durumlar size onarılmaz sonuçlar sağlamayacaksa, bu tür hataları ‘bile bile ladesleyin’ !
DÜŞÜNSEL DÜZENLEME
KAYGI DİLİ
Kaygının dili şu gerçekçi ve akılcı olmayan inanış ve düşünce alışkanlığına oturtulmuştur: ‘Çevrem içinde, başkalarının gözünde başarılı birisi olabilmem için, başarılı davranmam gerekir. Her bir başarı, beni çevremde daha değerli, daha sevilen ve sayılan biri yaparken, her bir başarısızlık, bana verilen değer, evgi ve saygıdan bir şeyler alıp götürür.’
 Bu tabi ki mantıksız bir dil değildir. Ancak basit olmasına rağmen, son derece insafsız bir dildir. En önemlisi de, akılcılık ve gerçekçilik ölçütleriyle bağdaşması zordur.
 Performanslarımızla ilgili yaşayabileceğimiz gerçekçi ve doğal duygu halini kazanabilmek için, kaygı dilini parça parça bölerek, yakından inceleyelim.
a)Etiketleyen Dil
         Kaygı dili, etiketçi ve dar açılı bir dildir. Etiketçidir, çünkü yapılanın değerini, yapanın değeri olarak alır: Ahmet bey, başarılı bir konuşma yapmıştır, Ahmet bey başarılı bir konuşmacıdır. Dar açılıdır, çünkü gözü, bir bütünün bazı parçalarını filtreler, diğerlerini görmez: Ayşe, beş vizeye girmiştir ve başarılı olmuştur; sonuncusunda başarısız olmuştur ve bir tek bunu filtreleyip kendini başarısız ilan etmiştir.
            Sınanma kaygısının dili, olguyla inancı ya da sanıyı karıştıran bir dildir; çünkü belirli bir konuda kazanılmış yetenek ya da bilginin belirli bir zaman kesiti içinde alınan ölçümü olarak kabullenir.
b)Kutuplaşmış Dil
         Sınanma kaygısının dili, siyah ya da beyaz bir dildir; lastik top gibi bir yukarı bir aşağı zıplar; insafsızdır. Bu dile göre, insanlar başarılılık ve dolayısıyla sevilme ve saygı görme açısından sınıflanabilirler. Bir başarıyla göğsümüz dışarıda gerine gerine dolaşmamızı sağlarken, bir başarısızlık sonrası bize, kafamız önde, kamburumuz çıkık sefilleri oynattırabilir.
c) ‘‘-Meli’li –Malı’lı’’ Dil      
         Sınanma kaygısının dili, yasalara dayalı bir dildir; başarılı olunması gerekir; hata yapılmamalıdır. Saygı görmek için, başarılı davranmak şarttır. Başarısızlıktan kaçınılmalıdır. Çalışmak her zaman, eğlenmekten önce gelmelidir. Kendini kanıtlamak içini başarılı davranmak şarttır. Kaygı dili sevgi ve saygı uğruna, bu tür yasalara kölelik etmeyi gerektirir.
d)Çevrenin İpoteğine Girmiş Dil
         Sınanma kaygısının dili, çevre için yaşanması gerektiğini vurgulayan bir dildir. En büyük Ödülü ve cezayı Çevreden alır. Davranışlarımızın ve performanslarımızın başarı düzeylerine göre çevre bizi ya yüceltir ya da aşağılar.
KENDİ KENDİNE KONUŞMA
         Sesli veya sessiz, kendi kendine konuşma, yani düşünme, insanın benzersiz ve temel bir özelliğidir. Kendi kendinize konuşmadan geçirdiğimiz zaman hemen hemen hiç yoktur. Kaygıyı, sınanma ortamlarılarında son derece yararlı bir duygu hali olan temkin ve tedbirliliğe dönüştürmeyi becerebilmek, kendi kendine konuşma deliliğini daha bilinçli, istemli ve ısrarlı bir şekilde başarabilmekten geçer.Nasıl kaygıyı kendine özgü bir düşünsel dille gerçekleştirebilir hale gelmişseniz, aynı başarıyı alternatif bir dili benimseyerek ve kullanarak tekrarlamanız, zor olsa bile, imkansız olmayacaktır.
DÜŞÜNCELERİN AKIŞI HIZI
     Alternatif dili kazanmak için yapılacak uğraşıyı zorlaştıran unsurlardan en önemlisi, kaygı dilinin artık refleksli ve otomatik bir sürece sahip olmasıdır. Bu tür bir özellik taşıyan dilin karşısına, içerik olarak yeni, hızı düşük bir dil seçeneği ile çıkmanın doğal olarak zorlukları vardır. Ancak, beyin son derece hızlı öğrenebilen bir organdır. Yeter ki, ona ısrarlı bir şekilde yeni önermeleri ve dili vermeye devam edelim. Beyne, ‘kaygı dilini kullanma, böyle düşünme’ talimatını, hatta emrini vermenin pek yararı olmayacaktır; çünkü beyin, belirli bir olay ya da olay grubuyla ilgili olarak kullanageldiği dile bir alternatif getiremiyorsa, öğrendiğini kullanmaya devam edecektir.
TEMKİNLİLİĞİN DİLİ
         Kaygı dilinin ve bunun ürünü olan kaygı duygusunun alternatifi; bir kaygısızlık veya umursamazlık olamaz ve olmamalıdır. Bize verilmiş olan vadeli yaşamı anlamlı bir şekilde değerlendirebilmek için, vadeli yaşamı anlamlı bir şekilde değerlendirebilmek için, amaçlar ve istekler oluştururuz.
            Yaşam amaçları konusunda ne umursamazlık ne de kaygı geliştirelim. Vadeli yaşamın ve onun için geliştirdiğimiz amaçların anlamı, geliştirme değil de, kişiliği değerlendirme oluyorsa, amaçların gerçekleşmesi için önemli olan temkinliliğin kaygıya dönüştüğünü söyleyebiliriz.
         Yaşamı, amaçlarımızla sahip olduğumuz potansiyeli el ele götürdüğümüz bir keşif uğraşısı olarak tanımladığımızda; belirli bir amaca yönelik ve sahip olduğumuz potansiyele dayanarak geliştirdiğimiz bir davranış ya da yeteneği çeşitli aralıklarla değerlendirmek bu tanımın bir gereği olacaktır. Gene bu tanıma göre,  bu tür bir değer biçme nereden nereye geldiğimizi ve nereye gideceğimizi tartabilmek için yapılacaktır.
Bu görüş açısından ‘yapılanın’ değerlendirilmesi son derece önemlidir. Belirli bir amaca yönelik kazandığımız bir davranışın değeri düşük çıkıyorsa ve amaca ulaşmakta zorlanıyorsak, buna verilebilecek gerçekçi ve akılcı anlam şu olacaktır: Davranış gözden geçirilmeli; sahip olduğumuz potansiyeli bu davranışı değiştirebilmek için nasıl kullanabileceğimizin muhasebesi yapılmalıdır. Davranışla ilgili değer tatminkar ise, bu duruma verilebilecek anlam şudur: ‘Davranışımın eriştiği düzey şu zaman kesiti içinde, amaçları gerçekleştirebilmek açısından tatmin edici ve anlamlıdır. Potansiyelimi bunun ötesine götürebilmek için başka ne gibi amaçlar anlamlı olabilir?’
            Dikkat edilecek olursa, alternatif olan temkinlilik dilinde ‘kişilikle’ hiçbir surette uğraşılmamaktadır. Alternatif dilin sınıflaması ve derecelemesi, kişiliğe değil, kişiliğin yaptıklarına yöneliktir
            Kaygı diline kıyasla, temkinlilik dili:
Yapanı değil, yapılanı değerlendirir…
 Toptancı değil, parakende etiketleme yapar…
 İnsan özelliklerini, yeteneklerini, davranışlarını kutuplar halinde değerlendirmek yerine, gerçekçilik ve akılcılık ölçütlerinde değerlendirme yapar..
 Hataları, ağıt yakılması gereken değil, yaklaşıp incelenmeyi bekleyen öğrenme araçları olarak görür…
 Kişiliği değil, kişiliğin parçası olan davranışı, özelliği, yeteneği veya bilgiyi değerlendirir…
 Toptancı anlamda kişiliğe, tek ve herkese aynı olan, insan olmanın kaçınılmaz değerliliğini verir…
 Çevre için değil, onunla birlikte yaşar…
 Kaygı yaşamımızın bir parçası olmak zorunda değildir. Unutmayın ki inanışlarınızın mimarisi sizsiniz. Daha gerçekçi inanışları zihinsel dünyanıza davet edip onlara yer açacak kişide ancak siz olabilirsiniz. Kendinizi kaygı dilinin kıskacından kurtarıp bizim için gerekli ve doğal temkinlilik dilini benimseyebilirsiniz. Yaşamınızın başından beri var olan zihinsel ve düşünsel gücünüze gerçekten sahip çıkın; onun sizi değil, sizin onu yönlendirmesini sağlayın, kişiliğinizin değerlerinin değil de, değerlerinin arayışını yapın; ve çevre için değil, onunla birlikte ona rağmen yaşayın…
Kaynak: KAYGI -  Kadir Özer

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...