04 Ağustos 2018

Tasavvufta dört kapı, üç Makam Tasavvuf - Cehaletten ilme giden yol



Tasavvufta dört kapı, üç Makam Tasavvuf - Cehaletten ilme giden yol

Tasavvuf - Cehaletten ilme giden yol

Tasavvufta dört kapı üç makam
Tarikat, Allah’a ulaştıran yol manâsını taşır. Kalbi boyutu üzerinde duran ve "kalbin fıkhı" diye nitelenen tasavvuf öğretisinin uygulandığı düzenli kurumsal yapılar olarak tarif edilir. Tasavvuf ise, sufilik, halk deyimi ile sofuluk (Arapça: sufiyye) (Farsça: tasavvuf), İslam'ın iç veya mistik yüzü olarak tarif edilir.
Tasavvuf kelimesinin kökleri, keçi ve benzeri hayvanların kılından yapılmış, çobanların giydiği üst kalın elbiseden geldiği söylenmektedir. Sufiyâne hayat yaşamaya çalışanlara derviş de denir.
İlk sufiler keşif sahibi insanlarmış, mala mülke değer vermez, bazen çıkınları (beze sarılarak düğümlenmiş bohçaları) bile olmadan gezer, gittikleri yerlerde insanları dini yönden aydınlatırlarmış.
Tasavvuf konu olarak felsefe alanına girer, ancak bir felsefi ekol değildir. Akıl, yalnız maddi dünyada delil olarak kullanır. Metafizik âlemin anlaşılması için aklın yetersiz olduğu kabul edilir. Akıl dışında diğer bilgi kaynağı da ‘nakil’dir. İman, vahye dayanan nakle teslim olmak anlamına gelir. Bu görüşe göre, iman ispat gerektirmez.
Tasavvufun ilerleyen safhalarında şüphe tamamen yok olsa dahi, başlangıcında şüphe ve insanın içine düştüğü kalbi ve zihni boşluktan kaynaklanan arayış vardır.
Tasavvuf bu iki görüş arasında bilginin başka bir kaynağı olduğunu, nefsini temizleyip Allah'tan gelen ilhamlara hazır hale gelen bir veliye, Allah'ın izni ile bilinmeyenlerin kapısının teker teker açıldığına inanır. Bu yola girenler, her ilerleyişinde yeni bir makama varır ve her makamın kendine özgü pratiği vardır.
Tasavvufta uygulama olmadan, saf bilgi ile ilerleme sağlanamaz. Gerçeğe kavuşmak için, bu çetin yolda nefsi arındırmak gereğine dikkat çekilir. Tasavvufi bilgi tefekkür (Meditasyon) ve Mürşid-i Kâmil (Şeyh) vasıtasıyla elde edilir.
Tasavvufta zikr, murakabe, şeyh veya mürşide bağlanma yolu ile seyru süluk'a girilir. Ancak bazı tarikatler için, aşk ve cezbe ön plandadır. Aşk ve Cezbe "çekme" anlamına gelir - Allah'ın kulunu kendine çekmesi ve yüce huzuruna yükseltmesi, kulunun kalbinden perdeyi kaldırması, gayreti olmadan onu manevi makamlara çıkarma eylemidir.

Seyr u süluk

Seyr u süluk, Tasavvuf ve tarikatlardaki eğitim ve terbiye işine verilen genel isimdir. Lügatte "seyr" gezmek, seyr etmek ve yürümek anlamınadır. "Süluk" ise, gitmek ve yola girmek demektir.
Tasavvufun anlamı, cehaletten ilme giden yol olup, kötü huylardan güzel ahlâka, fani varlıktan, Hakk'ın varlığına yönelmektir.
Süluk, tasavvuf yoluna girmiş kişiyi, Hakk'a vuslata hazırlayan ahlâki eğitimdir. Bir başka ifadeyle "seyr u süluk", tasavvuf ve tarikata giren kimsenin, manevi makamlarını tamamlayıncaya kadar, geçeceği sahaların adıdır.
Seyrin başı süluk; yani yola girmek, sonu da vusul; yani Hakk'a vuslattır. Hakk'a vuslat, Allah'ı görüyormuşçasına kulluk şuuruna ermek, daima Hakk ile beraber bulunduğu bilincini yakalamaktır, O'na teslim olup, O'ndan razı olmaktır. Her iş ve fiilin gerçek failinin Allah olduğunu kavramak, varlık iddiasından kurtulup, gerçek tevhide ermektir.
İnsan zahirde maddi, özünde manevi bir varlıktır, akıl ve ruh, insanın özünü oluşturur. Tasavvufun hedefi, insanın manevi vücudunu, manevi ölüm ve manevi hastalıklardan korumak, insanı manen huzurlu ve sıhhatli yaşatmaktır.
Tasavvuf ilmine göre, insanın manevi vücudunda iki zıtlık vardır. Bunlardan biri Ruh, diğeri ise nefis'tir. Bu iki zıt varlık, insanın vücuduna hakim olmak için mücadele eder. Bu mücadele esnasında, huzursuzluk halini yenmek için, Allah’ın muhabbetine sığınmak lazımdır. Bu muhabbetin (ve Ruhun)nefse hakimiyeti için, gereken yöntemler uygulanmalıdır. Tarikatlarda müridlere bu yöntemler öğretilir. Aksi takdirde, nefis Ruha hakim olunca, insanın maneviyatı çok yara alır. Bu durum, insanın hayatında her alana olumsuz yansır. Halbuki insanın yeryüzündeki yegane amacı, hayvani özelliklerinin üzerine çıkarak, varlık alemi içinde ait olduğu mertebeye ulaşmaktır. Tasavvuf, insanı manevi yöne odaklar, onun ahlaki ve manevi melekelerini geliştirmeyi hedefler.

Ensesine bir şamar..

Ensesine bir Şamar
Öğrencilerinden biri Mevlana'ya sormuş. "Efendim, bu 4 kapı meselesini ben pek anlayamıyorum, bana anlayabileceğim bir dille anlatır mısınız?" "Şimdi bak, karşı medresede dersini çalışan dört kişi var, hepsi rahlelerine eğilmiş, sen git, bunların hepsinin ensesine bir şamar at, sonra gel sana anlatayım." Adam gitmiş, birincinin ensesine bir tokat aşketmiş. Tokadı yiyen, derhal ayağa kalkıp, arkasını dönmüş, daha kuvvetli bir tokatla hasmını yere yıkmış. Öğrenci dayağı yemiş, geri dönecek ama, hocasına itaatı olduğu için, Yaradana güvenip, ikinciye de bir tokat aşketmis. O da derhal ayağa kalkıp, elini kaldırmış, tam tokadı vuracak'ken, vazgeçip, yerine oturmuş. Öğrenci devam ederek, üçüncüye de bir tokat atmış. Üçüncü şöyle bir kafasını çevirip baktıktan sonra, çalışmasına devam etmiş. Dördüncü, tokadı yemesine rağmen, hiç oralı bile olmadan çalışmasına devam etmiş.
Öğrenci Mevlana'ya dönmüş, olanları anlatmış. Mevlana; "İşte sana istediğin örnekler";

Tasavvuf'un 4 kapısı:

1 - Şeriat kapısı:
Hakikat yolculuğunun ilk ve en düşük basamağıdır. Dinin şekil ve uygulama ile ilgili kurallarını belirler. Bu mertebe seyr-ilallah, (Allah'a yolculuk) olarak isimlendirilir. Şeriat seviyesindeki ana fikir;
"Seninki senin, benimki benim" dir.

2 - Tarikat kapısı:
Tarikatlar Tasavvufun somut organize olmuş halidir. Tasaavuf (saf ve kamil insan olma) düşüncesi alıştırma ve tekrarlamalar (tarikat terbiyesi ve zikirler) ile olgunlaştırılır. Sufiye göre şeriat kabuktur. Amaç öz kabul edilen tasavvuf yoluna (tarikat) ulaşmaktır. Buradaki seviye seyr billah - Allah ile birlikte yürümektir. Tarikat seviyesindeki ana fikir;
"Seninki senin, benimki de senin"dir.

3 - Marifet kapısı:
Marifet Allah’ı tanımaktır. Marifet, erenler sofrasında (sohbetinde) elde edilir. Arif, Hakk’ı bilen, Hak’tan haber alan kişidir. Marifet, batın hazinesidir. Bu hazine aşk ve fakr (herşeyden vazgeçme) ile ele geçer. Bu mertebe "seyr fillah" mertebesi olup, aynızamanda "fena fillah" - Allah'ta yolculuk, Allah'ta kaybolma, En-el hak ve Hulul seviyesine ulaşma olarak da kabul edilir. Marifet seviyesindeki ana fikir; 
"Ne benimki var, ne seninki."

4 - Hakikat kapısı:
Bu mertebe salik'in (bir yola girmiş olanın) geri dönüş yolculuğudur. Kişinin hakikatlere vasıtasız ulaştığı, kalp gözüyle bilgi aldığı kabul edilir. Bu makam, mürşitlik makamıdır ve salik'in ulaştığı hakikat bilgisini geri dönüp isteyen müridlerine aktardığı makamdır. Bu seviye seyr anillah (Allah'tan yolculuk) olup, fark badel cem (birleştikten sonra ayrılma) gibi ifadelerle anlatılır. Hakikat seviyesindeki ana fikir;
"Ne sen varsın, ne ben, herşey O'dur!"..anlayışı, yani Vahdet-i vücut'tur.

Manevi yolculuğun dört mertebesi:

*Seyr, manevi yürüyüş, düşük ilimlerden, yüksek ilimlere ulaşmaktır. *Süluk ise, yola çıkmak ve ilerlemektir. İkisi de maddi varlıkların hareketi değil, ilmin ve bilginin ilerlemesidir.
1. Mertebe - Seyr-i ilallah
*Salikin, Mevla ile kendi arasındaki perdeleri aşmak için yaptığı bir hareket-i ilmiyedir ve bu yolculuğun dört mertebesi vardır. Birinci mertebeye *Seyr-i ilallah denir. Bu mertebenin özü, nefs menzilinden kalkıp, gerçek varlığa - Allahu tealânın sıfatlarının gölgelerine - nurlarına doğru manen ve ilmen yükselmek. Aşağı bilgilerden, yüksek bilgilere ilerlemek, böylece mahluklara ait her şey bilindikten sonra, Allah’u Tealâ’nın ilmine ulaşmaktır. Bu yolculuk, *kesrette, *Vahdet kavrandığı zaman sona erer. Bu hale, "Fena" ya da *Fenafillah denir.
*Seyr=hareket etmek,

*Süluk=yola çıkmak, ilerlemek,
*Salik=Allah yolcusu,
*Seyr-i ilallah=Allah'a doğru yolculuk,
*Kesret=Çokluk,
*Vahdet=Birlik,
*Fena- Fenafillah=Allah'ın varlığı içinde yok olma.

2. Mertebe - Seyr-i fillah (Allah'ta yolculuk)
Manevi yolculuğun ikinci mertebesine "Seyr-i fillah" (Allah'ta yolculuk) denir. Bu seyr sırasında, salik Allah'ın nitelikleri ve sıfatlarıyla donanır, Allah'ın isimleriyle gerçeklik kazanır. İlmen ve manen, Allahu tealanın sıfat ve esmasından (İsimlerinden) haberdar olunup, ilmen ve ruhen sıfatlar makamına varılır. Evrenin üzerindeki perde kalkar, "ilm-i ledün" denilen gizlilikler ve hakikatler bilgisi salike açılır. Böylece ibare ile anlatılamayan, alimin bilemediği, idrak sahibinin anlayamadığı bir mertebeye varılır. Bu seyre "Beka" (Kalıcılık, ölümsüzlük) ya da "Bekabillah" denilir.
3. Mertebe - Ahadiyet
Seyr ü sülukün üçüncü mertebesi "Seyri anillah", Allahu teala’nın huzuru manevisinden geri dönmektir. Bu seyir sırasında ikilik ortadan kalkar. Salik ilahi teklik makamı olan Ahadiyet'e ulaşır. Yüksek bilgilerden aşağı bilgilere inilir. Böylece gerisin geri, mahlukata dönülür. Bu seyri yapan arif, Allah ile beraber olduğu halde, Allah’ı unuturmuş gibi görünerek, insanları irşadla uğraşır. Bu zat, hem bulup, hem kaybeden, hem kavuşup, hem ayrılan, hem yakın, hem uzakta olandır.
4. Mertebe - Seyr-i Anillah
Manevi yolculuğun dördüncü mertebesini "Seyr-i anillah" (Allah'tan yolculuk) oluşturur. Bir anlamda Allah'a yükselen salikin dönüş yolculuğunu dile getiren bu seyr, birlikten çokluğa (vahdetten kesrete) geri geliştir. Diğer bir deyişle talipleri aydınlatmak, irşad etmek, onlara yol göstermek için Allah'tan halka dönüştür. Bu yolculukla ulaşılan makama "beka ba'de'l-fena" (yokluktan sonra varolma), "Sahv ba'del-mahv" (yokluktan sonra kendine gelme) ve "Fark ba'del-cem" (birlikten sonra ayrılık) gibi adlar da verilir.
Dört manevi yolculuktan ilk ikisi, saliki velayet (Velilik, Allah dostluğu) makamına ulaştırır. Son iki yolculuk ise salikin mürşidlik yetkisini kazanması için zorunludur. Manevi yolculuğun başarı ile tamamlanabilmesi için mürşid kadar, diğer bazı yardımcı öğeler de gereklidir. Bunlar aşk, ihsan ve ihlastır. Allah aşkı olmadan çekilecek bütün zahmetler boşa gider.
İhlas ve ihsan ise imanın gereklerindendir. İhlasın en alt derecesi Allah'tan başka tapılacak bir varlık olmadığını (La mabude illallah); en üst derecesi ise, Allah'tan başka bir varlığın bulunmadığını (La mevcude illallah) kavramaktır. İhsan ise, salikin bütün bağlarını keserek, Allah'a yönelmesini belirtir. Seyr ü süluk, ancak bu üç öğenin tam olarak gerçekleştirilmesi ile tamamlanabilir.
Sülukün bilgi ile, sırf bilmekle bir ilgisi yoktur. Süluk, yaşayarak, tadarak, haller aracılığı ile Allah'a ulaşmaktır.

Tasavvufun üç Makamı; Adab, Ahlâk, Ahval

Tasavvuf ilmi, kalp ile yapılması ve sakınılması gereken şeyleri ve kalbin temizlenmesi yollarını öğretir. Kulun kendi nefsinin kötü yanlarını, tasfiye etmesi ve iyi ahlâk ile, Allah'ın razı olduğu huylarla süslenmesi söz konusudur. Buna Ahlâk ilmi de denir. Adab ise, zahir (görünen, aşikâr olan) ve batın terbiyesidir. Allah İnsanı edebe, yani ahlâki değişikliğe ehil yarattığından, canlıya, cansıza, daima edebini korumak durumundadır. İlim, yalnız edeble anlaşıldığı gibi, ibadetteki edeb, hizmetten daha yücedir. "Ahval" ise mevhibedir, hal kelimesinin çoğulu - haller içinde bulunulan zaman, veya durum demektir.
Hal çalışmadan elde edilir, vehbidir, Allah tarafından bağışlanır.

Adap ve Ahlâkın nitelikleri:

Aşağıda "Adab" ve "Ahlâkın" nitelikleri sıralanmıştır. "Adab" kesbidir, (sonradan) çalışmakla elde edilir. "Ahlak" önderdir, ona uyulur.
Adap:
• Ben'cilliği ezip küçültmek, tasavvufun adabındandır. 
• Dünyadan sıyrılmak, nefsi isteklerden alıkoymak,
• Öğüt veren bir büyükten edep öğrenmek, gösterdiği yolda gitmek, 
• Vakitleri uygun ibadetle geçirmek, 
• Alimlerin içtihad ve ihtilafından ruhsatlar aramaya kalkmamak, 
• Eline geçen rızkın helâl olmasına özen göstermek, 
• Fikriyatı kendi düşüncelerine zıt kimselere dahil olmaktan kaçınmak, 
• Çarşı pazarlara fazla girmemek, 
• Arkadaşlarını şefkatle eğitmek,
• Dilenmeyi sevmemek, 
• Dil ile kimseye eziyet etmemek,
• Mal yığmaktan vazgeçmek, 
• Gerekli olduğu ölçüde ilim öğrenmek, 

Ahlâk:
• Güzel huy, cömertlik ve tevazu,
• Başa gelenleri rıza ile karşılamak, kabullenmek,
• İyi hali ile meşhur olmaya çalışmamak (riyadan kaçmak),
• İbadeti temiz niyetle yapmak,
• Yaratılan hiçbir şeye ihtiyaç duymamak, yalnız Allah’a muhtaç olmak,
• İyiliğe yönlendirme hususunda sağlam yürekli olmak, 
• Şefkat ve merhamet sahibi olmak, tevazuyu sevmek, 
• Kendi kusurunu bilmek, 
• Mert ve kanaatkâr olup, ahireti düşünerek hareket etmek, 
• Vakar sahibi, (ağırbaşlı) dıştan güleç, içten ebediyyet endişesi taşımak.

Mürit'te hasıl olan özellikler

• Tevekkül= Kendine ait vazifeyi yaptıktan sonra, neticelerini Allah'dan beklemek, Allah'tan gelene razı olmak. (Etraflıca Bilgi aşağıda!)
• Tefviz= (Tevekkül gibi) işleri Allah’a havale etmek.
• Teslimiyet= Kendini Allah'ın takdirine terketme, emri altına girme, selâmetle dua etme, belâ ve afetten korunur olma. 
• İhlas= İçten gelen sevgi ile doğruluk. Yapılan ibadet ve işlerde hiç bir karşılık ve menfaati, hakiki ve esas gaye etmeyerek, yalnız ve yalnız Allah rızasını esas maksat ve gaye edinmek. İnsanlara karşı riyakârlıktan, gösterişten uzak olmak. 
• Yakin= Şüphesiz, sağlam ve kat'i olarak bilmek.
• Sıdk= Doğru söz, hakikata muvafık olan, olgun, yetkin, eksiksiz, ağırbaşlı.
• Marifet= Manevi bilgi, Allah’ı bilme, ustalık, hüner, uzmanlık, bilim.
• Şevk= İstek, heves, sevinç, neşe.
• Üns= Alışkanlık, alışma.
• Cem= Toplama, bir araya getirme.
• Fer=Parlaklık, aydınlık, güç, takat, gözdeki canlılık.
• Beka= Devamlılık, evvelki hâl üzere kalma, daim ve sabit olma. 
• Fena= Beka'nın zıddı'dır, yokluk, yok olma, geçici dünya, geçip gitme. 
• Kabz= Tutmak, ele almak, kavramak.
• Bast= Genişlemek, açmak, yaymak, el uzatmak, özür kabul etmek.
• Kabz ve bast= Tutulma ve açılma anlamına gelen; "havf ve reca" nın üstünde, "heybet ve üns"ün altında yer alan iki manevi hal. 
• Müşahede= Manâları görme, Hakk’ı görme. 

• İlme’l-Yakin= İlim ile bir şeyi bilmek ve tanımak.
• Ayne’l-Yakin= Gözle görerek bilme anlamında bilginin ikinci mertebesi.

Hakka’l-Yakin
Bilginin hakikatine ermesidir. Bilgi ve marifet mertebelerinin en yükseği olan bu mertebenin de mertebeleri vardır. Bu bilginin de yakin mertebesine ulaşması ile kesin bilgi kazanılır. Bu mertebe, bilgiyi yaşama, hakikatine erme ve şüpheye yer bırakmadan doğru olanı anlamadır.
Bilgi, akli kesinliğe ulaşırsa İlme’l-yakin, tecrübeye dayanırsa ayne’l-yakin, içselleştirerek, bizzat yaşanırsa, hakka’l-yakin mertebesine çıkmış olur.
Duyarak, okuyarak kazanılan bilgi ilmel’yakin bilgidir. Semmiyat olarak adlandırılan bilgi kesinlik kazanırsa, ilmi bilgidir. Duyduğu şeyi bizzat görerek bilgi sahibi olursa, bu aynel-yakin mertebesidir. Bizzat yaşanan bilgi ise, hakkal-yakin mertebesidir.
Tövbe kapısına yanaşan sufi, adına zühd (Dünya nimetlerine sırt çevirmek, lezzet verici şeyleri azaltmak.) denilen amel-i salihlere titiz şekilde uymak olan bir yola girecektir. Zühd ve takva, sufinin nefsiyle mücahedede bulunması zorunlu bir sürece, bir hale işaret eder. Olgun bir yakine ulaşmak ve müşahedelere hazır hale gelmek için bu zorunludur. Allah'a yakınlaştıran nafileler de (kendi isteğiyle severek yapılan ibadet) sufinin duyarlı şekilde uyması gereken ibadetlerdir.

Tevekkül

Arapça`dan dilimize geçmiş olan tevekkül kelimesinin sözlük anlamı: "Vekil kılmak, başkasına havale etmek" şeklindedir. Tevekkül kelimesi ile aynı kökten gelen "vekil" kelimesi; kişinin kendi işini görmesi üzere, yetki verdiği insan anlamına gelir.
Tevekkülde, kelimenin Arap dilindeki kalıbı gereği bir zorlama vardır. Bu da, herhangi bir konuda, akli ve bedeni gücü, yani metod ve eylem fonksiyonunu kullanmayı, dayanmayı ve itimat etmeyi ifade eder. "Tevekkül, insanın kendine yüklenen bütün görevleri yaptıktan sonra, işin sonucunu Allah`a bırakması, O`nun yaratacağı neticeyi güven ve rıza ile karşılayıp, insanlardan bir beklenti içerisinde olmaması. Kısaca Allah`a güvenip, akibetinden endişe etmemesidir. Bu ölçüde bir güven ve itimat olmazsa, tevekkülden söz edilemez. Kalp kapıları Allah`tan başkasına açık kaldığı sürece, hakiki tevekküle ulaşılmaz.

Doğru tevekkül anlayışı

Evrendeki olaylar bir düzen ve yasalar çerçevesinde, sebep-sonuç ilişkisi içindedir. İnsan, evrende geçerli olan yasaları gözeterek, akıl ve iradesiyle sebepleri bulabilir. Bir çiftçi tohum ekmeden, ürün elde edemez. Tarlasını zamanında sürmeli, tohumunu ekmeli, gübrelemeli ve sulamalıdır. Sonra da bol ve iyi ürün alabilmek için Allah'tan yardım dilemelidir. Çalışmadan başarıya ulaşılamaz, çalışkanlık olmadan, ödül olmaz. Bir öğrenci, önce derslerine devam edecek, çalışacak, ödevlerini zamanında yapacak, sonra Allah'tan yardım isteyerek başarılı olmasını dileyecektir. Gerçek anlamda tevekkül eden kimse, işinin gereğini yapar ve sonucu Allah'a bırakır.
Doğru olmayan tevekkül anlayışı ise, çalışmayı bırakıp, kendisinin yapması gereken işleri Allah'a havale etmesidir. Örneğin bir öğrenci dersine çalışmadan "Ben Allah'ın yardımına güveniyorum, Allah bana yardım eder" diyerek, sınava girmesi yanlış bir düşüncedir. Çalışmadan, hiç bir çaba göstermeden, başarılı olmayı beklemek tembelliktir, miskinliktir.
Bütün kâinatı ve içindekileri, Allah yaratmıştır ve onları rızıklandırmayı, muhafaza etmeyi de üzerine almıştır. Böyle olduğu halde Allah’tan başka şeylere tevekkül etmek, onlardan medet beklemek yanlıştır.
Tevekkül aynızamanda, insan gücünün dışında gelişen, değiştirilmesi mümkün olmayan, üzücü olayları, ezelde takdir edilmiş bilip, üzülmemektir. Zira İnsan, bir işin neticesinin iyi mi, kötü mü olacağınıbilemez. Hayır sandığı çok şey, şerle, şer sandığı çok şey de, hayırla neticelenebilir. Muhakkak şu işim olsun diye ısrar etmemeli, "hayırlı ise olsun" demelidir.
Kimseye muhtaç olmamak için çalışmayı, hasta olmamak için tedbir almayı, görebilmek için ışığı, Allahü teala sebep kılmıştır. Bir şeyin hasıl olmasına sebep olan şeyi yapmayıp, sebepsiz olarak gelmesini beklemek, mantığa uygun olmadığı gibi, Tasavvuf düşüncesine de aykırıdır.

Tefekkür

Tefekkür'ün manâsı, herhangi bir mesele hakkında düşünme, zihni yorma, derin düşünme ve şuurlu olmaktır. Tefekkürün zıddı, fikirsizlik ve düşüncesizliktir.
Tefekkür, yalnız insana değil, bütün mahlukata verilmiş, hayati bir kabiliyettir. Bu kabiliyeti, her varlık kendi dünyası içinde ve kendi yaradılışına uygun şekilde kullanır. Ağırlık olarak yiyip içmek, daha iyi, daha rahat yaşayabilmek, neslini devam ettirebilmek gibi hususlardır. Bunun için bir yırtıcı mahlukun tefekkürü, ancak avını parçalayıp midesini doyurmaya yöneliktir. Bunun dışında onun, hayat, kâinat ve istikbale dair herhangi bir düşünce ve endişesi yoktur. Zaten ona verilen tefekkür kabiliyeti de, ancak bu kadarına yeterli gelir, fakat insana gelince, onun durumu farklıdır.

Nefis ve ruhani tefekkür

İnsanoğlu, özgür iradeli yaratıldı ve mesuliyet sahibidir. Buna göre kendisine engin bir tefekkür kabiliyeti ihsan edilmiştir. Çünkü yiyip içme, yaşama ve neslini devam ettirme bakımından, diğer mahlukatla benzer şekilde nefsi ile değil, kendisini geliştirerek, ruhani tefekkür ile haysiyet ve şerefini elde edecektir. Fakat ruhani yapısını tekamül ettiremezse, tefekkür yeteneğini nefsi arzuların girdabında helâk etmiş olur. Böyle bir hayat, çocukluğunda oyun, gençliğinde şehvet, erginliğinde gaflet, ihtiyarlığında elden gidenlere hasret ve pişmanlıktan ibarettir. Yeme-içme, mal-mülk biriktirme gibi nefsi heveslerin içinde olan, sonunda Allah’ın verdiği tefekkür nimetini ziyan eder. Bu sebeple, tefekkürde derinleşmek, gönül ruhunu uykusundan uyandırmak, kulun en önemli sorumluluklarından biridir.
Aslında ilâhi kudretin eserlerine ibret nazarıyla bakacak olursak, sayısız hikmet tabloları görebiliriz. Mesela tonlarca ağırlıktaki bir Fil'i, on yaşındaki bir çocuk çekip götürebilir, sırtı yere gelmeyen bir pehlivanı, gözle görülemeyecek kadar küçük bir mikrop, ölüm döşeğine düşürebilir. O halde kim güçlü, kim zayıf? Güç veya aciziyetin, varlık veya yokluğun ölçüsü nedir?
Hayat ve kâinata ibretle baktığımızda, cevapları ruhumuzun derinliklerinde gizli, daha pek çok sual ile karşılaşırız:
Bu cihana nereden geldik? 
Niçin yaratıldık? 
Bu evren nedir?
Kimin mülkünde yaşıyoruz?
Nasıl yaşamalıyız?
Nasıl düşünmeliyiz?
Yolculuk nereye?
Bu yalan Dünyanın hakikatı nedir?
Ölüm gerçeğinin sırrı nasıl çözülür?
Ona nasıl hazırlanılır?

İşte bu gibi tefekkürler, ilâhi kudret ve azamet (ululuk, büyüklük) tecellileri karşısında, kulu hiçlik ve aciziyetini idrake sevk eder. Yoktan var edilen insana, varlık ve benlik iddiasında bulunmanın ne büyük bir yanlış olduğunu hatırlatır. Hakikaten insan, daima Yaradanına muhtaçtır. Bütün canlılar, var olmak ve hayatta kalmak için, nasıl büyük bir kudrete muhtaçsa, insan da aynı kudrete muhtaçtır. Fakat bunun farkında olmamak, derin bir vurdum-duymazlıktır.
Tefekkür ile, ulvi (yüce) bir ruh kıvamına eren müminin, kulluk hayatında ve ibadetlerinde yüksek bir feyz (olgunluk, ilerleme, bolluk, bereket) ve ruhaniyet hasıl olur.
Ebu’d-Derda şöyle buyurur: "Bir saat tefekkür; kırk gece nafile ibadetten üstündür." (Deylemi, II, 70-71) Nitekim böyle bir tefekkür de duyuşları derinleştirerek, ibadetleri kolaylaştırır, huzur halini ve şükrü artırır.
Rabbimiz, biz kullarından, ilâhi kudret ve azametini, kâinattaki büyük nizamın sır ve hikmetlerini, kullarına olan sayısız ikramlarını tefekkür etmemizi, bu tefekkür neticesinde de, Dünyanın faniliğini, asıl hayatın ahiret hayatı olduğunu idrak ederek, tevazu ve hiçlik duyguları içinde olmamızı arzu etmektedir.
Kâinattaki varlıkları, hayat ve hadiseleri sırf baş gözüyle seyretmek, olgun bir idrak için kâfi değildir. Seyredişin, bir de zihin ve gönlün müşterek faaliyeti olan tefekkür ile olgunlaştırılarak, ibret nazarıyla temaşa suretinde gerçekleştirilmesi icab eder. Ancak bu sayede kâinattaki ilâhi kudret tecellileri, ruha apayrı bir zindelik, kuvvet ve kemalât kazandırır.
Dolayısıyla, bu alemde olup biten her şeyi, iman penceresinden ibret nazarıyla temaşa edip (hoşlanarak seyretip), ruhu tefekkürle inkişaf ettirmek (geliştirmek) zaruridir. Kuru kuruya amel işlemek değil, onu rakik bir gönül, yani kalb-i selim ölçüleri içerisinde Hakk’a arz eyleyebilmektir. Bu da elbette şuurlu bir tefekkür sahibi olmaktan geçer.

Tefekkür-i mevt (Ölümü hatırlamak)

Kalbin dirilişi ve ruhaniyetin inkişafı (gelişmesi), ancak nefsaniyetten vazgeçebilmekle mümkündür. Peygamber Efendimiz de adeta bunun usulünü ifade sadedinde: "Bütün zevkleri kökünden yok eden ölümü çokça hatırlayınız" buyurmuştur. (Tirmizi, Kıyamet, 26)
Hakikaten fani Dünya hayatı, ebedi ahiret hayatı yanında kısacık bir an gibidir. Anlık zevkler uğruna ebedi saadeti zayi etmek, anı sonsuza tercih etmek, hangi aklın kârıdır? Bastığımız toprak, bugüne kadar gelen milyarlarca insanın cesetleriyle doludur. Sanki üst üste çakışmış sayısız gölge gibi. Onlar da iki kapılı bir han olan bu cihana, bir kapıdan girdiler, sonra nefsani, veya ruhani davranış ve hislerle dolu, dar bir koridor olan Dünya hayatını yaşadılar, en nihayet mezar kapısından geçip, ebedi aleme intikal ettiler. Yarın bizler de aynı durumda olacağız. Bir gün gelecek ki, o günün yarını olmayacak. O gün, hepimiz için meçhul bir gün.
İşte tefekkür-i mevt, o meçhul gün gelmeden önce, ölümü çokça hatırlamaktır. Nefsani taşkınlıklardan uzaklaşarak, Rabbimizin huzuruna hazırlanmanın daimi bir şuur haline getirilmesidir. Gaye, ölümün ürkütücü manzaralarından kendimizi koruyup, ölümü güzelleştirebilmektir. Fani bir misafirhane olan Dünyada, kalıcı edasıyla oturma gafletine düşmemektir.
İnsan tefekkür-i mevt neticesinde nefs engelini aşarak, ahiret azığını (besini, gıdasını) iyi tedarik edebilirse, ölüm, hayal ötesi muazzam ve mükemmel olan Allah-Teala'ya vuslatın mecburi bir şartı olarak addedilir (saylır). Böylece, ekseriyetle insanlarda soğuk ürpertilere sebep olan ölüm duygusu, vuslat heyecanına dönüşür. Böyle ölümler, tasavvuf yolunun büyüklerinden Mevlana Celaleddini Rumi’nin tabiriyle adeta bir "Şeb-i Arus", yani düğün gecesidir.
Hasılı tefekkür, en fazla muhtaç olduğumuz hasletlerden biridir. Ruhumuzun inkişafı (gelişmesi), imanımızın kuvvet kazanması, ibadetlerimizin huşu ile edası, muamelatımızın istikamet bulması ve gönül ufkumuzun sadece Dünya planında sıkışıp kalmaması, tefekkür hasletini layıkıyla yaşamamıza bağlıdır.

Rabbimiz, şuur ve idrakimize olgunluk ihsan eylesin. Dünyevi ve nefsani düşüncelerin kıskacında bunalan gönül ve dimağları, (Beyin, bilinç, zihin)ulvi (Yüce, eşsiz, benzersiz) duygu ve düşüncelerin huzur ve sükûnuna nail eylesin. Hayat ve hadiseleri iman ışığıyla ve ibret nazarıyla temaşa ederek; "Oku" emr-i ilâhisini arifane bir tefekkürle hayatımıza tatbik edebilmemizi nasip eylesin.

BU VEFKİ İSTER ÜSTÜNDE TAŞI İSTER DÜKKANINA AS





BU VEFKİ İSTER ÜSTÜNDE TAŞI İSTER DÜKKANINA AS

AYETLERLE UYGULAMA.

Mahzen-ul ulüm.pdf

Nefsin Terbiyesi

NEFS-İN MERTEBELERİ



NEFS-İN MERTEBELERİ

TÜRK TARİHİ

Anasayfa

Lozan Anlaşmasının son dönem popüler konularından birisi de halifeliğin Lozan ile birlikte kalktığı ya da diğer bir ifade ile Atatürk’ün İngilizlerle işbirliği yapıp anlaşma çerçevesinde bu kurumu kaldırdığı yönündedir.
Lozan'a saldıranların bir iddiası da Batı Trakya'nın Lozan'la verildiğidir. Halbuki Batı Trakya, Balkan savaşları sonunda imzalanan 10 Ağustos 1913 Bükreş Anlaşması ile Bulgaristan’a bırakılmıştır. Tarih bilmezlerin zekâ seviyelerinden dolayı, 10 Ağustos 1913'te Batı Trakya'yı Bulgarlara bırakan devletin Osmanlı olduğunu belirtmek durumundayım.
Lozan Barış Antlaşması, üzerinden bir asıra yakın süre geçmesine rağmen halen Türkiye’nin tartışılan konulardan biridir. Yeni Türk devletinin kuruluş tapusu olan bu anlaşma bazı kesimlerce yetersiz hatta hezimet olarak nitelendirilmiştir. Fakat bu anlaşma imzalandıktan sonra dönemin önemli şahıslarının açıklamaları Lozan’ın o süreçte nasıl göründüğünü kanıtlar niteliktedir.
"Çanakkale Savaşı'na katılan 15'liler" başlığı ile, kamuoyuna yanlış bir şekilde lanse edilen fotoğraf aslında Nisan 1923'te çekilmişti. Aslında bu yanlışlık çocuklara giydirilen üniforma ve şapkalardan da anlaşılabiliyor. Zira bu şapkalar 1921-24 yılları arasında kullanılmıştı. Bununla beraber, Kazım Karabekir’in “Çocuk Davamız” adıyla basılan kitabında fotoğrafın yeri ve tarihi ile ilgili açıklamalar mevcut. Karabekir'in Doğu Anadolu'da koruma altına aldığı yetimlerden oluşan bu grup Nisan 1923'te, Beyoğlu'nda bir geçit resmi yapmış ve yürüyüş o dönemin basınında büyük ilgi görmüş. Kitapta "Tevhid-i Efkâr" gazetesinde yürüyüş ile ilgili çıkan bir habere de yer verilmiş.
Halide Edip Adıvar, 1882 yılında İstanbul’un Beşiktaş semtinde doğmuştur. Halide Edip’in dünyaya geldiği dönem Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş yıllarına rastlamaktadır. Annesini küçük yaşta kaybeden yazarımız, babası Edip Bey’in arka arkaya birkaç kadınla evlenmesiyle anneannesinin yanında büyümüştür. Aynı zamanda İngilizlere ve İngiliz kültürüne hayran olan Edip Bey, kızı Halide Edip’in giyiminden beslenmesine kadar İngiliz terbiyesini örnek almıştır
Dersim adıyla belirtilen yer Tunceli'nin değil, bir bölgenin adıdır. Ve Dersim bölgesinde Tunceli haricinde Erzincan, Erzurum, Elazığ ve Bingöl toprakları da yer alır. Hatta bir iddiaya göre de kuzeyden Sivas'a, doğudan Muş'a, batıdan da Malatya'ya kadar uzandığı söylenmektedir. Dersim bölgesini tarihçiler Batı Dersim, Doğu Dersim olarak ayıracak kadar ileri gitmişlerdir. Peki Tunceli ismi nereden gelmiştir? Şu anki Tunceli ilinin merkezinin eski ismi ise Mamiki'dir.
Osmanlı Devleti’nin sahip olduğu iktidarın değişen koşullar karşısında zayıflamaya başlamasının paralelinde yaşadığı gerileme, -bilhassa askeri alanda alınan yenilgilerle beraber içinde olduğu durum- somut olarak görülmekteydi. Bu durum, Osmanlı askeri yapısının ve silah teçhizatının zamanın mevcut savaş teknolojisinden geride kaldığını da göstermektedir.Genel anlamda bu durumdan kurtulmak hususunda çareler aramaya başlayan devlet, artık Batı’nın sahip olduğu üstünlüğü kabul etmekle beraber kendisine nazaran Avrupa’nın artık daha güçlü olmasına sebep olan şartları kendinde tatbik etmek için girişimlerde bulunmaya başlayacaktır
Türk düşmanı Batının 100 yıldır bizi köşeye sıkıştırmak, dünya siyasetinde zor durumda bırakmak için kullandıkları yalanların başında Ermeni soykırımı yalanı gelmektedir. Osmanlı’nın son döneminde başlayan, Cumhuriyet’in ilanından sonra ise artarak devam eden sözde Ermeni soykırımı hakkında yüzlerce kitap yazılmış, konferanslar düzenlenmiş, uydurma belgelerle soykırım yalanı ispatlanmaya çalışılmıştır.
Bir dergi olarak çıkış yapan Annales Okulu 19. yüzyılda tarihe farklı bir bakış açısı getirerek ilerleyen dönemlerde geniş bir yankı uyandırarak tüm dünya’ya yayılmıştır. Dergi Marc Bloch ve Lucien Febvre ikilisinin ortak çalışmasıyla ortaya çıkmıştır. Tarihe getirdikleri bakış açısı ise siyasi ve ekonomik olaylardan çok siyasi ve ekonomik olayların insan üstündeki etkisinden söz etmişlerdir. Bu bakış açısı ile diğer yardımcı bilimlerden faydalanmışlardır. Bunu yeni görüş çeşitli eleştirilere maruz kalsa da kısa zamanda dünya’nın birçok yerinde yayılma imkânı bulmuştur.
Mustafa Kemal Atatürk'ün din ile ilgili düşünceleri her zaman tartışma konusu olmuştur. Bu konuda her kafadan bir ses çıktığını söylemek, herhalde abartı olmaz. Mustafa Kemal Atatürk'ü dinsiz ilan edenler olduğu gibi, onun Yahudi veya Şaman olduğunu iddia edenler de olmuştur. Bu yazıda, onun inanıp inanmadığı tartışmasından çok, onun inancı hakkında öne sürülen fikirler, bu fikirlerin ne derece ciddi olduğu ve onun bu tartışmalar karşısında ne düşündüğünü sizlere aktarmaya çalışacağım.
 1 ...

Arşiv
2018 Ocak (3)
2017 Kasım (1)
2017 Ağustos (1)
2017 Şubat (1)
2016 Eylül (1)
2016 Haziran (3)
2016 Nisan (1)
2016 Şubat (3)
2016 Ocak (2)
2015 Aralık (5)
2015 Kasım (1)
2015 Ekim (30)
2015 Eylül (12)
2015 Ağustos (8)
2015 Temmuz (1)
2015 Haziran (1)
2015 Nisan (1)
2015 Mart (2)
2015 Ocak (1)
2014 Aralık (59)
2014 Kasım (373)
2014 Ekim (130)
2014 Eylül (349)
2014 Ağustos (258)
2014 Temmuz (404)
2014 Haziran (9)
2014 Mayıs (14)
2014 Nisan (6)
2014 Şubat (1)
2013 Aralık (24)
2013 Kasım (22)
2013 Ekim (15)

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...