17 Ağustos 2013

İSLAM MÜMİNLER DIŞINDA KALAN FARKLI UNSURLARIDA TOLERE EDEN BİR DİNDİR

İSLAM MÜMİNLER DIŞINDA KALAN 
FARKLI UNSURLARIDA TOLERE EDEN BİR DİNDİR
Sahabe Numan b. Beşir (ra)’in naklettiğine göre, Allah Rasûlü (sav) şöyle buyurmuştur:“Birbirlerine merhamette, sevgi, yardımlaşma ve ilgi göstermede müminleri, rahatsızlanan bir organın ızdırabına, diğer kısmı, uykusuzluk ve ateşle ortak olan bir beden gibi görürsün.’’ (Buhârî, Edeb, 27.)

İslam ümmeti organik bir bütünlüğe sahip olmak zorundadır. İnançları ve idealleri aynı olan insanların, bölük pörçük olmaları, bazen birbirlerine karşı düşmanca tutum sergilemeleri mazur görülebilecek bir şey değildir.
Sevgili Peygamberimiz, müminleri âdeta yaşayan bir organizmaya benzeterek onların birbirlerine karşı ilgi, sevgi ve merhamette canlı bir bedenin duyarlılığına sahip olmaları gerektiğini ifade etmektedir. Birlik ve bütünlüğünü bu hadisten daha veciz ve beliğ bir şekilde ifade eden başka bir tanım bulmak herhalde zordur. Yine kendisine ait olan başka bir ifadede Allah Rasûlü (sav) müminleri, birbirlerini destekleyen tuğlalardan oluşan bir binaya benzetmiş ve parmaklarını birbirine kenetleyerek bunun nasıl olması gerektiğini ashabına göstermiştir. (Buhârî, Edeb, 36) Müminlerin kardeş olduklarını bildiren Cenab-ı Hakk (Hucurât,10) hep birlikte Allah’ın ipine sarılarak asla bölünmemelerini emretmiştir. (Âl-i İmran, 103)
Hayatı boyunca her türlü ırkî, kabilevî ayrışma ve düşmanlıkları ortadan kaldırarak insanları din kardeşliği ortak paydasında birleştirmeye çalışan Hz. Peygamber, sağlığında bu ideali Hicaz yarımadasında büyük ölçüde gerçekleştirmiş; ümmetine, sımsıkı sarıldıkları zaman asla sapıtmayacakları bir rehberi, yani Kur’ân-ı Kerîm’i emanet bırakarak bu dünyadan ayrılmıştır.
Ne yazık ki vefatının üzerinden daha yirmi beş sene geçmeden, kabilevî ve siyasi çekişmeler bu kardeşliği dinamitlemiş; içine düşülen toplumsal kargaşa, ilk dört halifeden üçünün şehit edilmesine yol açmıştır. Bu fitne ortamında ortaya çıkan siyasal ve itikadi oluşumlar, olumsuz etkilerini günümüze kadar sürdüren ayrışmalara yol açmıştır. Yukarıda zikrettiğimiz hadiste ifade edildiği gibi, İslam ümmeti organik bir bütünlüğe sahip olmak zorundadır. İnançları ve idealleri aynı olan insanların, bölük pörçük olmaları, bazen birbirlerine karşı düşmanca tutum sergilemeleri mazur görülebilecek bir şey değildir. Bazı İslam ülkelerinde kısmen görülen Şiî-Sünnî çatışmaları bu ayrışmanın ne büyük tehlikelere yol açabileceğinin acı örnekleridir.


Sevgili Peygamberimiz, müminleri âdeta yaşayan bir organizmaya benzeterek, onların birbirlerine karşı ilgi, sevgi ve merhamette canlı bir bedenin duyarlılığına sahip olmalarını istemektedir.
Gerçekleştirilebildiği takdirde İslam kardeşliği sadece Müslümanların değil, bütün insanlığın barış içinde birlikte yaşayabilmesinin de bir sigortasıdır. Çünkü İslam, mü’minlerin kardeşliğine vurgu yapmakla beraber, mü'minler dışında kalan farklı unsurları da tolere eden bir dindir. Pek çok etnik ve dinî unsuru altı yüz yıl kendi çatısı altında barış içinde barındıran Osmanlı Devleti bunun parlak bir örneğidir. Birçok tahrik ve kışkırtmaya rağmen İslam toplumlarındaki farklı etnik yapıların büyük bir çatışma içine çekilememesi; İslam dininin etnik ve sosyal ayrımlar yerine, dinî ve insani değer ve erdemlere öncelik vermesiyle açıklanabilir. Örneğin ülkemizde çeşitli etnik unsurları bulunmasına ve bazılarının çatışma ve ayrışma yönünde sürekli tahrik edilip desteklenmesine rağmen, Müslüman halkımız, inançlarından aldıkları bilinç ve ferasetle toplumsal bir çatışmaya taraf olmamışlardır.
Yorumunu yaptığımız hadis, ülkemiz Müslümanları açısından başka bir gerçeğe daha işaret etmektedir. O da anlayış, yöntem ve meşrep farklılıklarının doğurduğu mikro oluşumların hadiste tarif edilen bütünlüğe zarar vermesidir. Aslında bu tür farklılıklar gayet doğaldır. İnsanların tek tip düşünüp aynı yöntem ve anlayışları benimsemeleri beklenemez. Ancak, bunların üstünde olması gereken ve her Müslümanı bağlayan değer yargılarının, herkesin içinde yer aldığı oluşuma göre işlerlik kazanması, İslam kardeşliği bakımından ciddi bir problem oluşturmaktadır.
Örneğin, falanca cemaat, grup ya da tarikat mensupları için kardeşlik hukuku sanki kendi mensuplarıyla sınırlıdır. Kendi oluşumları dışında kalan Müslümanların sorunları onlar için öncelikli değildir. Yardım yapılacaksa önce  “ihvan’’lardan bulunmalıdır. Başka bir Müslümanın talebi varsa, önce mensubiyeti araştırılıp ona göre karar verilmelidir. Diğer müminlerle ilişkiler, grup büyüklerinden alınan talimata göre yürütülmelidir. Böylece karşımıza, kendi irade ve sorumluluğuna sahip bir birey yerine, kendisi adına başkalarının karar verdiği, toplum psikolojisiyle hareket eden bir kişilik çıkmaktadır. Dayanışma grup içinde olduğundan gelişme, büyüme ve bundan yararlanma genellikle o grup mensupları için geçerlidir. Bu oluşumların yaygınlık kazanıp revaç bulması, dışarıda kalıp müstakil bir birey olarak Müslümanlığını sürdürmek isteyenleri zor durumda bırakmakta, bazen çeşitli maslahatlar için bu gruplara katılmaya zorlamaktadır. Üstelik bu oluşumlarda yer almayanların bazen suçlandığı görülmekte, dinî yönden veya hizmet açısından buralarda yer almanın gerekli olduğu propagandası da yapılmaktadır.

İslam kardeşliği sadece Müslümanların değil, bütün insanlığın barış içinde birlikte yaşayabilmesinin de bir sigortasıdır. Çünkü İslam, müminlerin kardeşliğine vurgu yapmakla beraber, müminler dışında kalan farklı unsurları da tolere eden bir dindir. Pek çok etnik ve dinî unsuru altı yüz yıl kendi çatısı altında barış içinde barındıran Osmanlı Devleti bunun parlak bir örneğidir.
Yazımıza konu olan hadis, bütün İslam toplumunu tek bir cemaat olarak görmekte; ilgi, sevgi, merhamet, dayanışma ve yardımlaşmada herhangi bir ayrım gözetmemektedir. Buna göre bir Müslümanın derdi her Müslümanın derdidir. Kardeşlik hukukunun doğurduğu sorumluluk hiçbir ayırım yapmadan herkes için geçerlidir. Öyleyse, kendi özel mensubiyetimiz ne olursa olsun her şeyin üstünde tutmamız gereken Müslüman kimliğimizle görev ve sorumluluklarımızı yerine getirmeliyiz. Bize ihtiyacı olanlara kendi özelimizi empoze etmeden, herhangi bir şart dikte etmeden; kısaca, kişilik ve onurlarını incitmeden el uzatmalıyız. Allah Rasûlü (sav)’nün bizden istediği saygın ve erdemli davranış budur. Aksi takdirde, sadece kendi mensupları ve sempatizanları adına çalışan bir örgüt olmaktan ileri geçemeyiz. Allah ve Rasûlü’nün bizden istediği cemaat, yani birlik ve beraberlik, sosyolojik manada mikro yapılardan oluşan cemaat ve gruplar değil; ortak inanç, düşünce ve hissiyatıyla bütün bir İslam ümmetini içine alan ve karşılaşılan sıkıntı ve problemlerde bir beden gibi kendiliğinden harekete geçen kolektif bir yapıdır. İnsanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmet olmanın (Âl-i İmran, 110) gereği bu olduğu gibi, kendi içlerinde bir beden gibi hareket etme kabiliyetine sahip bu büyük cemaatin diğer dinlere mensup insan kardeşlerine de aynı duyarlılıkla el uzatmaları zor olmayacaktır.

Ehl-i Beyt'in İslam'daki Yeri ve Önemi



Ehl-i Beyt'in İslam'daki Yeri ve Önemi

Hz. Peygamber’in yakınları olan, hayatı boyunca ona hizmet eden, her türlü sıkıntı ve zorluğa göğüs geren, bu noktada diğer Müslümanlara örnek olup onlara yol gösteren Ehl-i Beyt, Hz. Peygamber'in dostları olan ashabdan başlamak suretiyle günümüze kadar olan süreçte tüm Müslümanların saf, temiz ve samimi sevgi besleyip saygı gösterdikleri, her zaman için hayırla yâd ettikleri kimseler olmuşlardır. 
Ehl-i Beyt gerek kavram gerekse özellik olarak İslam'da önemli bir yere sahiptir. Hz. Peygamber'in yakın çevresi yani ailesi olan bu kişilerin ilk İslam toplumundaki dini ve sosyal fonksiyonları tüm Müslümanlar tarafından bilinen bir husustur. Bu dönemde Müslümanlar Hz. Peygamber' e karşı besledikleri sevgi ve saygının bir benzerini onun yakınları olan Ehl-i Beyt'ine karşı da beslemişlerdir. Bundan daha önemlisi Müslümanlar İslam'ın yeni nazil olan prensiplerini Hz. Peygamber'in eğitim ve uygulamasından öğrendikleri gibi ev ve aile hayatının özel konularının öğreniminde Ehl-i Beyt’ten istifade etmişlerdir. Ehl-i Beyt’in bu fonksiyonu Hz. Peygamber' in irtihalinden sonra da devam etmiştir.
Ehl-i Beyt sevgisine geçmeden önce kısa da olsa kavramın tanımlanması ve geçirdiği tarihi süreç hakkında bilgi vermemiz yerinde olacaktır. Zira yapılan tanımlar, Ehl-i Beyt’in İslam toplumundaki yerini ve aldığı şekli yansıtması açısından önemlidir. Ehl-i Beyt Arapçada "ev halkı" ve "aile" anlamına gelen bir tabir olarak her dönemde kullanılagelmiştir. Hz. Peygamber döneminde bu anlamıyla kullanılmıştır. Gerek Hadis gerekse İslam Tarihi rivayetlerindeki örneklere baktığımız zaman tabirin hem Hz. Peygamber'in ailesi hem de diğer insanların aileleri ve ev halkları için kullanıldığını görürüz. Hz. Peygamber'in irtihalinden sonra işbaşına geçen Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali dönemlerinde de aynı şeyi söylememiz mümkündür. Ancak bu dönemde az da olsa Ehl-i Beyt’e farklı anlam ve özellikler yükleyip siyasi ve fikri görüş ayrılıkları içerisinde kullanıldığı görülmektedir. Dolayısıyla bu dönemi yani Hulefâ-i Raşidin dönemini tam manasıyla olmasa da Ehl-i Beyt’ten farklı şeylerin anlaşılıp farklı özelliklerin yüklenmeye başlandığı bir dönem olarak görebiliriz.
Tabirin gerek kavram gerekse fonksiyon olarak ilk dönemden farklı bir görünüm arz etmesi Hz. Hüseyin'in şehid edilmesiyle başlar. Hz. Hüseyin’in Kerbela’da şehid edilmesi İslam toplumunu derinden yaralamış, Hz. Peygamber'in çok sevdiği torununa reva görülen uygulama o dönemde olduğu gibi günümüze kadar devam eden süreçte bütün Müslümanların nefretle andığı bir konu olmuştur. Aslında Hz. Hüseyin'in şehid edilmesi bardağı taşıran son damladır. Zira daha önce Hz. Ali bir Harici tarafından suikastla şehid edilmiş, Hz. Hasan ortaya çıkan hilafet mücadelesi nedeniyle, Müslümanların kanlarının dökülmesini önlemek amacıyla feragat ederek hilafeti Muaviye'ye bırakmak zorunda kalmıştır. Ehl-i Beyt’in önemli şahsiyetlerinin karşı karşıya kaldığı bu durumlar Müslümanlar arasında büyük bir üzüntüye sebep olmuş, bu aynı zamanda Emevi idaresine karşı nefret şeklinde kendisini göstermiştir. Bu olaylardan sonra Ehl-i Beyt tabiri daha çok bir mefhum olarak kullanılmıştır. Müslümanların geneline şamil olmak üzere onlara saygı ve sevgi gösterilmiş, gönüllerdeki bu yerleri her zaman muhafaza edilmiştir. Ancak Ehl-i Beyt’e karşı beslenilen bu sevgi ve saygı, kimileri tarafından kişisel ve siyası çıkar amaçlı kullanımlar için bir malzeme olarak görülmüş, amaçlarını gerçekleştirmede bir fırsat kabul edilmiştir. Bu dönemi Ehl-i Beyt kavramı açısından istismar süreci olarak adlandırmamız yanlış olmayacaktır. İşte kısaca ifade etmeye çalıştığımız Ehl-i Beyt kavramının bu tarihi süreci Müslümanları Ehl-i Beyt’in kim ve ne olduğunu araştırmaya, Kur' an ve Sünnet kaynaklı tanımlar yapmaya sevk etmiştir. Konuya bu noktadan yaklaşan Ehli Sünnet itikadı içerisinde kavram için farklı tanımlar yapılmıştır. Kimi tanımlar Ehl-i Beyt’i sadece Hz. Peygamber'in ev halkına yani hanımları ve çocuklarına hasrederken bazıları da Hz. Ali ile torunlarını da bu çerçeveye dahil etmişlerdir. Yine bazı tanımlar Hz. Peygamber'in ailesiyle birlikte yakın ve uzak akrabalarını da bu kapsama alırken diğer bazıları "Ehl" ve "Âl" kelimeleri arasındaki ilişkiye dayanarak Kur' an ve Hadisten getirdikleri delillerle tüm Hz. Muhammed ümmetinin Ehl-i Beyt olduğunu savunmuşlardır. Genel olarak kabul edilen görüşe göre ise Ehl-i Beyt Hz. Peygamber'in hanımları, çocukları, torunları ve Hz. Ali'dir. Ehl-i Sünnet itikadı içerisindeki bu görüşler karşısında Şia, Ehli Beyt konusunda ortaya koyduğu ve kabul ettiği tek bir tanımla Ehl-i Beyt’i Hz. Muhammed, Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'e hasretmiş, Hz. Hüseyin soyundan gelen imamları da kendilerine tabi olunacak yegâne masum -günahtan korunmuş- önderler olarak takdim etmiştir.
Onlara göre, Hz. Peygamber'in hanımları Ehl-i Beyt olmadığı gibi diğer çocukları ve torunları da Ehl-i Beyt değildir. Yine Hz. Hasan nesli ve Hz. Hüseyin' in on iki imam haricindekiler Ehl-i Beyt imamları silsilesinden kabul edilmezler. Şia Ehl-i Beyt'i bu şekliyle itikat sistemin temeline oturtur, bu konuda hiçbir itirazı kabul etmez ve tartışmaya girmez. İşte İslam dünyasındaki itikadı kırılmanın temel noktası burasıdır.
Ehl-i Beyt Sevgisi
Hz. Peygamber’in yakınları olan, hayatı boyunca ona hizmet eden, her türlü sıkıntı ve zorluğa göğüs geren, bu noktada diğer Müslümanlara örnek olup onlara yol gösteren Ehl-i Beyt, Hz. Peygamber'in dostları olan ashabdan başlamak suretiyle günümüze kadar olan süreçte tüm Müslümanların saf, temiz ve samimi sevgi besleyip saygı gösterdikleri, her zaman için hayırla yâd ettikleri kimseler olmuşlardır. İlk örneklerini ve en doğru şeklini Hz. Peygamber'le birlikte yaşayan ashabda gördüğümüz Ehl-i Beyt’e sevgi ve saygının temelinde yatan temel unsur Hz. Peygamber sevgisidir. Hz. Peygamber sevgisinin temelleri ise Kur'an ve Sünnet’tedir.
Kur'ân-ı Kerîm'de Müslümanların Allah'a karşı sevgi ve itaatleri Hz. Peygamber'e İtaate bağlanmıştır. "Rasûl’üm de ki, eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunur ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir." (Al-i İmran, 31) Görüldüğü gibi Allah'ı sevmek Hz. Peygamber'e itaatle mümkündür. Hz. Peygamber'e İtaat etmek ise ancak onu sevmekle mümkündür. Zira bir Müslümanın kendisine hidayet yolunu öğreten ve insan gibi yaşama standartlarını kazandıran bir kimseye yani Hz. Peygamber'e sevgi ve saygının en üst seviyesini göstermesi kadar daha tabii bir şey yoktur. Gerçek anlamda itaat işte bu sevginin samimiyetinde gizlidir. Bunun için insanlar Hz. Peygamber’e itaate çağrılırken aynı zamanda ona sevgiye de çağrılmışlardır. "De ki, Allah'a ve Rasûlüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez." (Al-i İmran,32) "De ki, eğer ana-babalarınız; çocuklarınız; kardeşleriniz, eşleriniz; hanedanınız, biriktirdiğiniz mallarınız ve zarara uğramasından korktuğunuz ticaretiniz, hoşlandığınız meskenleriniz size Allah’tan, Rasûl’ünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevimli geliyorsa, Allah'ın emrinin size gelmesini bekleyiniz. Allah emrini tutmayanları (fasıkları) sevmez."(Tevbe,24)
Hz. Peygamber ise bir mü'minin imanının tadına varabilmesini, onun kendisine tesirini hissedebilmesini "Allah ve Rasûl’ünün sevgisinin her şeyden daha fazla" (Buhari, İman, 9, 14) olmasına bağlamıştır. Yine, "Sizden biriniz beni kendi babasından, çocuklarından ve diğer tüm insanlardan daha çok sevmedikçe tam iman etmiş sayılmaz"(Buhari, İman, 7, 8) şeklindeki ifadesi bu sevginin gerekliliğini ortaya koymaktadır. Kıyametin ne zaman kopacağını soran bir sahabiye: "Onun için ne hazırladın?" diye cevap veren Hz. Peygamber onun: "Çok fazla namaz kılıyor, çok fazla oruç tutuyor ve çok fazla sadaka veriyor değilim. Ancak Allah'ı ve Rasûl’ünü çok seviyorum ya Rasûlallah"cevabıyla karşılaşınca: "Kişi kimi seviyorsa kıyamette onunla beraber olacaktır" (Müslim, Birr ve's-Sıla, 50) buyurarak, gerek ashab gerekse tüm Müslümanlar için Allah ve Peygamber sevgisinin önemini en açık bir şekilde göstermiştir.
Görüldüğü gibi kişinin kendisine iyilik ve güzelliğin kapılarını açarak hayatı anlamlandıran bir kimseye karşı sevgi besleyip saygı göstermesi fıtrat gereği ve sosyal bir olgu olmasının yanında Hz. Peygambere sevgi Kur'an ve Sünnet'e konu olmuştur. Böyle bir emrin ilk muhatabı olan insanlar olarak ashab, şerefli bir insan olmaya doğru atılan adımları bizzat çevrelerinde görmenin verdiği güven ve samimiyetle Hz. Peygamber'e sevginin en doğru şeklini çizerek bunun nasıllığını ve niceliğini asırlar boyunca tüm Müslümanlara göstermişlerdir. Siyer ve İslam Tarihi kaynakları ashabın bu teslimiyet, fedakârlık ve sevgi örnekleriyle doludur. Örnek alınması gereken bu sevgi ve fedakârlıklar olmalıdır.
Ashabın Ehl-i Beyt'e karşı gösterdiği sevgi de işte Hz. Peygamber'e gösterilen bu sevginin yansıması şeklindedir. Ehl-i Beyt'e sevginin kaynağı burasıdır. Hz. Muhammed (sav)'i peygamber olarak kabul eden bir Müslümanın onun Ehl-i Beyt'ini sevmesi ve saygı göstermesi için başka bir sebep aramaya gerek yoktur. İslam dünyasında ortaya çıkan siyasi ve fikri hareketler neticesinde farklı bir yapıya büründürülen "Ehl-i Beyt" mefhumu çevresine oturtulan fikir ve düşünceler bizim için asıl olmamalıdır.

"Rasûlullah (sav)’ın akrabalarından birisi gelince Kureyş'den olan insanlar sözlerini kesiyorlar ve yüzlerini ekşitiyorlardı. Bu durum Rasûlüllah (sav)'a haber verilince, çok kızdı, yüzü kızardı, alnı terledi ve şöyle dedi: "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki akrabalarımı, Allah ve Rasûlü için sevmeyen kimsenin kalbine iman girmez."
Kur'ân-ı Kerîm'de Ehl-i Beyt Sevgisi
Kur'an-ı Kerim'de Ehl-i Beyt tabiri üç yerde geçmektedir. Bunların birincisi Hz. İbrahim (as) kıssasında (Hud, 73) ikincisi Hz. Musa (as.) kıssasında (Kasas, 12) üçüncüsü de Hz. Peygamber'in hanımlarına yönelik tavsiyeleri ihtiva eden Ahzab suresindedir. (Ahzab, 33) Hz. İbrahim (as) kıssasında geçen ayette Ehl-i Beyt tabiri ile kastedilen kişi Hz. İbrahim (as)'ın hanımıdır. Hz. Musa (as) kıssasında geçen tabir ise Hz. Musa (as)'ın annesine işaret etmektedir. Hz. Peygamber'le ilgisi olması yönüyle birçok tartışma ve farklı görüşlerin üretildiği delil olarak dikkati çeken Ahzab suresi 33.ayetinde ise hitap Hz. Peygamber'in hanımlarına yöneliktir. Yani Ehl-i Beyt tabiri ile kastedilen kimseler çok açık ve net olarak Hz. Peygamber'in hanımlarıdır.
Kur'ân-ı Kerîm'de Ehl-i Beyt'e sevgiyi konu edindiği iddia edilen ayet Şura Suresinin 23. ayetidir. Bu ayet, içerisinde geçen “meveddet” kelimesi nedeniyle İslami terminolojide "Meveddet Ayeti" diye meşhur olmuştur. Bu ayette: "O söylenenler Allah'ın iman eden ve iyi işler yapan kullarına müjdelediği nimettir. De ki: Ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum. Kim bir iyilik işlerse onun sevabını artırırız, şüphesiz Allah bağışlayan (iyiliğe) karşılık verendir" (Şura, 23) buyurulmaktadır.
Ayette Ehl-i Beyt sevgisine delalet eden açık bir lafız yoktur. Ancak farklı yorumlarla ayet bu konuda delil olarak ileri sürülmektedir. Bu ayetle ilgili kaynaklarda verilen ilk ve genel kabul gören yoruma göre bu sure Mekke'de nazil olmuştur. Hz. Peygamber İslami tebliğin başlangıcında Kureyş kabilesinin yani akrabası olan insanların zulüm ve işkencelerine maruz kalmış, ciddi sıkıntılar çekmiştir. İşte bu durum karşısında Allah, Rasûlüne "De ki, ben sizden akrabalık sevgisinden başka bir şey istemiyorum... " ayetini indirmiştir. Genel kabule göre bunun anlamı, Allah'ın bir elçisi göreviyle size ulaştırdığım İslami prensipler ve sizi hidayete çağırmam karşılığında sizden herhangi bir şey istemiyorum. Sizden sadece istediğim beni bir akrabanız olarak sevmeniz ve bana eziyet etmemenizdir, demektir. Sahabenin önemli simalarından müfessir İbn Abbas da bu görüştedir.
Arap toplumunun önde gelen özelliklerinden olan asabiyet -kabilecilik- ruhu aralarında çok sıkı bir işbirliği ve yardımlaşmayı sağlıyordu. Ancak Hz. Peygamber tebliğine başlayınca bütün Kureyş ona karşı cephe almış ve zulme varan karşı çıkış noktasına gelmişlerdi. İşte Allah onların bu özelliklerine dikkat çekerek Peygamberine aralarından -Benü Haşim'den- çıkmış akrabalarından birisi olarak davranmalarım, kendisine zulüm ve işkence ile değil hiç olmazsa akrabalık sevgisi ile muamele etmelerini istemesini tavsiye etmiştir. Hz. Peygamber de zaten peygamberliğinden önce onlarla iyi geçinmiş, akrabaları ziyarete önem vermiş, zayıf ve güçsüzlerin yanında olmuş, bu özellikleriyle de herkesin güven ve sevgisini kazanmıştı. Onun bu durumu onlardan böyle bir sevgiyi talep etmesinin haklılığını göstermektedir.
Meveddet ayeti ile ilgili ikinci görüş ise ayetin "De ki, ben sizden buna karşılık akrabalarımı sevmenizden başka bir şey istemiyorum... " şeklinde anlaşılmasıdır. Bu, Şia'nın tartışmasız olarak kabul ettiği bir konudur. Bu kabulün sonrasında ortaya çıkması tabii olan diğer bir tartışma konusu ise bu akrabaların kimler olduğudur. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi Şia kaynakları bunların Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin olduğunda görüş birliği içerisindedirler. Görüldüğü gibi meveddet ayeti bu bakış açısıyla Ehl-i Beyt'e tabı olmayı vacip kıldığı şeklindeki görüşe delil olarak sunulmasının yanında, Ehl-i Beyt'in de Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin olduğu yönündeki iddiaya delil olarak görülmektedir. Bu ayetin, Hz. Peygamber'in yakınlarım sevmeye delalet ettiğinin ifade edildiği bu görüş, genel olarak bazı hususlar yönüyle tenkit edilmiştir. Ayetin Mekke'de nazil olduğu gerçeğinden hareketle o dönem içerisinde zaten Hz. Ali ve Fatıma evliliği söz konusu olmadığı gibi, Hasan ve Hüseyin de dünyaya gelmiş değillerdi. Bununla birlikte Abdülmuttalib oğullarının hepsinin Müslüman olmadığı gibi, içlerinde Ebû Leheb gibi İslam'ın azılı düşmanlarından olanlar da vardı. Hz. Peygamber'in böyle bir ortamda akrabalarına sevgi istemesi mümkün görünmemektedir.
Kaldı ki, İbn Abbas'ın rivayetinde ifade edildiği gibi, sadece Benû Haşim veya Benû Muttalib değil, hemen hemen tüm Kureyş Hz. Peygamber'in akrabası idi. İslam’ı tebliğ esnasında kendisine karşı iyi davranmayan müşriklerden, akrabalarını sevmelerini istemesi kabul edilebilecek bir husus değildir.
Ehl-i Beyt sevgisi ile bağlantı kurulan diğer bir ayet ise yukarıdaki satırlarda ifade ettiğimiz Ahzab suresinin 33. ayetinin: " ... Ey Ehl-i Beyt Allah sizden her türlü eksikliği (kusuru) giderip sizi tertemiz kılmak ister." anlamındaki kısmıdır. Bu ayet kendisine yöneltilen yorumla Şia tarafından Ehl-i Beyt'in fazileti, üstünlüğü, masumiyeti ile onlara karşı sevgi beslemenin ve onlara tabi olmanın en önemli delili olarak kabul edilmiştir. Hâlbuki bu ayet hem anlam yönüyle hem de siyak-sibak ilişkisi yönüyle Hz. Peygamber'in hanımlarını muhatap almakta, onlara yapılan tavsiyeler ile bu tavsiyelere uydukları takdirde kazanacakları mükâfatları ortaya koymaktadır.
Ehl-i Beyt'in fazilet ve üstünlüğü ile onlara sevgi beslemekle ilgili olduğu iddia edilen diğer bir ayet ise Ahzab suresi 56. ayettir. Bu ayet, "Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber Muhammed'i över/er. Ey iman edenler sizde onu övün, ona salat ve selam getirin" buyurarak Hz. Peygamber'e salat ve selamı emretmektedir. Bu ayet nazil olunca ashab Hz. Peygamber' e nasıl salat edeceklerini sormuşlar O da, "Ey Allah'ım İbrahim'e ve Al-i İbrahim'e salat ettiğin gibi Muhammed'e ve Al-i Muhammed'e salat et. Sen Hamid’sin. Mecid’sin" (Buharî, Tefsıru'l-Kur'ân, 247) diye buyurmuştur. Hz. Peygamber'e ve onun aline duayı konu alan bu ayetin "Âl" lafzı içerisine Ehl-i Beyt'i, ashabı ve ümmeti dahil edilmektedir.



"Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber Muhammed'i över/er. Ey iman edenler sizde onu övün, ona salat ve selam getirin" buyurarak Hz. Peygamber'e salat ve selamı emretmektedir.
Hadislerde Ehli Beyt Sevgisi
Ehl-i Beyt hakkında birçok hadis rivayeti vardır. Bu hadislerden bir kısmı Ehl-i Beyt fertleri ve Hz. Peygamber'in onlarla olan ilişkileri, onlara olan sevgilerini yansıtırken diğer bir kısmı ise toplu olarak Ehl-i Beyt'i konu edinmektedir. Bu hadislerden bazı örnekleri burada zikretmek istiyoruz. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur;
• "Sizi nimetleriyle rızıklandırdığından dolayı Allah'ı seviniz: Allah'ı sevdiğinizden dolayı beni, beni sevdiğinizden dolayı da Ehl-i Beyt'imi seviniz." (Hâkim en-Nisabûrî, el-Müstedrek)
• "Hiçbir kimse, beni kendisinden daha fazla sevmediği müddetçe gerçek iman sahibi olamaz. Böylece ehlimi de kendi ehlinden, beni de kendinden daha çok sever. "(Heytemî, es-Savôik)
• "Çocuklarınızı üç hasletle terbiye ediniz. Bunlar: Peygamber sevgisi, Ehli Beyt sevgisi ve Kur'ân öğretimi."(Heytemi, es-Savaîk)
• "Rasûlullah (sav)’ın akrabalarından birisi gelince Kureyş'den olan insanlar sözlerini kesiyorlar ve yüzlerini ekşitiyorlardı. Bu durum Rasûlüllah (sav)'a haber verilince, çok kızdı, yüzü kızardı, alnı terledi ve şöyle dedi: "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki akrabalarımı, Allah ve Rasûlü için sevmeyen kimsenin kalbine iman girmez."(Hâkim en-Nîsabûrî. el-Müstedrek)
• "Yemen Seferi dönüşü Hz. Ali (ra)'yi Rasûlullah (sav)’a şikâyet etmişlerdi. Hz. Peygamber: "Bana eziyet ettiniz" dedi. Onlar: "Sana eziyet etmekten Allah'a sığınınız Ya Rasûlallah" deyince: "Kim Ali'ye eziyet ederse bana eziyet etmiş olur" buyurdu. (İbn Hanbel, el-Müsned)
• "Kim Allah'ı severse Kur'ân'ı sever, kim Kur'ân'ı severse beni sever, kim de beni severse ashab'ımı ve akrabalarımı sever." (Heytemi, es-Savaîk)
• "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, biz Ehli Beyt'e ancak cehenneme girecek olanlar buğzeder." (Hâkim en-Nisabûri, el-Müstedrek)
• "Sizin en hayırlınız benden sonra ehlime en hayırlı olanınızdır." (Hâkim en-Nisâburi, el-Müstedrek)
• "Yıldızlar yeryüzündeki/er için birer emandırlar, Ehl-i Beyt'im ise, ihtilaflara karşı ümmetim için birer emandırlar."(Fîrâzâbâdî, Fedâilü 'l-Hamse)
Ehl-i Beyt'le ilgili genel olarak nakledilen bu rivayetlerden ayrı olarak Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Hz. Fatıma ile ilgili olduğu gibi ashabın diğer fertlerinin de sevilmesine yönelik teşvik ifadelerini görmek mümkündür.
Ehl-i Beyt tabiri ile ilgili olarak "Kisa Hadisi" diye meşhur olan rivayet bu konuda güzel bir örnektir. Hz. Aişe şöyle demiştir: "Bir gün Rasûlullah, üzerinde siyah kıldan dokunmuş bir örtü olduğu halde sabah erkenden çıktı. Yanına Hasan b. Ali geldi. Rasûlullah onu örtünün altına aldı. Sonra Hüseyin, Fatıma ve sonra da Ali geldi. Hepsini o örtünün altına aldı ve: "Ey Ehl-i Beyt, Allah sizden her türlü kusuru giderip sizi tertemiz kılmak ister" buyurdu."(Müslim, Fedillü's-Sahabe,61) Aynı rivayetin Ömer b. Ebi Seleme'den nakledilen şekli ise şöyledir: "Ey Ehl-i Beyt, Allah sizden her türlü eksikliği giderip sizi tertemiz kılmak ister" ayeti Ümmü Seleme'nin evinde nazil olunca Rasûlullah (sav), Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin' i çağırarak, üzerlerine bir örtü örttü ve: "Allah'ım, bunlar benim Ehli Beytimdirler. Onlardan her türlü kusuru gider ve onları tertemiz kıl" dedi. (Tirmizi, Tefsıru'I-Kur'ân, 34)
Ashabın Uygulamalarında Ehl-i Beyt Sevgisi
Hz. Peygamber dönemi İslam toplumunun sosyal yapısına genel çerçeveyle baktığımız zaman hayatın her alanını kapsayan yönüyle yegâne ve tek otoritenin Hz. Peygamber olduğunu görürüz.
İşte Hz. Peygamber yönetiminde oluşturulan İslam toplumunun birliğinin ana hammaddesi asbabdır. Ashabın teslimiyet, samimiyet ve fedakârlığı bu oluşumun temel esasıdır. Bir peygamber olarak Hz. Muhammed'in yönetiminde tam bir teslimiyet ve samimiyet ilkesiyle hareket eden ashab, asırlar boyunca İslam Tarihinde "Asr-ı Saadet" diye tabir edilen görüntünün oluşmasını sağlamıştır. İşte bu yapı içerisinde Hz. Peygamber dışında herhangi bir otoriteden bahsetmek mümkün değildir. Bu yaklaşımla konuya baktığımız zaman ashabın Hz. Peygamber'e karşı besledikleri sevgi ve saygıdan dolayı onun yakınları olan Ehl-i Beyt'ine karşı da aynı tavrı sergilediğine şahid oluruz. Mesela Hz. Ebubekir'in: "Ey insanlar Hz. Muhammed'e olan hürmetinizi onun Ehl-i Beyt'i hususunda da muhafaza ediniz" ifadesi bu gerçeği en açık ve en doğru şekliyle ortaya koymaktadır. Yine onun:"Allah'a yemin olsun ki Rasûlullah'ın akrabaları benim nazarımda kendi akrabalarımdan daha sevimli ve üstündür"şeklindeki ifadesi bir Müslümanın Ehl-i Beyt'e nasıl bakması gerektiğini belirleyen bir ilke mahiyetindedir.
Hz. Ebû Bekir'in sözlerine yansıyan bu düşünceleri onun bazı uygulamalarında da görmek mümkündür. Bir defasında Hz. Peygamber ashabı ile birlikte mescidde otururlarken Hz. Ali oraya gelmiş ve bir müddet oturacak yer aramıştı. Hz. Peygamber, ona bir yer açılmasını ister bir şekilde asbabının yüzüne bakarken, Rasûlullah (sav)'ın hemen sağında oturan Hz. Ebubekir durumu sezmiş ve biraz yan tarafa yanaşarak: "Buraya ey Ebâ Hasen" diyerek açtığı yere onun oturmasını sağlamıştı. Hz. Ali de gelmiş ve Rasûlullah (sav) ile Hz. Ebû Bekir’in arasına oturmuştu. Bu duruma son derece memnun olan Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekir’in sevgi ve saygısının sadece Hz. Ali ve çocukları ile sınırlı kalmayıp tüm Rasûlullah (sav)’ın akrabalarına şamil olduğunu da görmekteyiz. Nakledildiğine göre Hz. Peygamber’in meclislerinde Hz. Ebû Bekir O’nun sağına, Hz. Ömer soluna ve Hz. Osman da onun yanına otururdu. Hz. Peygamber’in amcası Abbas b. Abdülmuttalib geldiğinde, Hz. Ebû Bekir kalkar ve Abbas da onun yerine otururdu.

Hz. Ömer de gerek Hz. Peygamber zamanında gerekse kendi hilafeti döneminde Ehl-i Beyt’e karşı saygı ve sevgi üzerine kurulu bir anlayış ile muamele etmiştir. Bunun en güzel örneğini, kendi döneminde divanları oluştururken, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e, Bedir ehline tahsis ettiği 5 biner dirhem tahsis etmesinde görüyoruz.
Hz. Ebû Bekir’de gördüğümüz bu hareketlerin benzerlerini diğer ashabda olduğu gibi, ashabın büyükleri olan Hz. Ömer ve Hz. Osman’da da görmekteyiz. Bir gün Hz. Osman, Hz. Aişe’nin evine gelerek Rasûlullah (sav)’ı sormuştu. Hz. Aişe: “Yiyecek bir şeyler bulmak için dışarı çıktı, yedi günden beri O’nun evlerinde yiyecek için bir ateş yanmıyor” deyince Hz. Osman: “Allah sana rahmet etsin, neden bunu bana daha önce bildirmedin?” diyerek bir koç kestirmiş, onunla yemek yaptırıp bu yemekleri Hz. Peygamber’in hanımlarının hanelerine dağıtmıştı. Hz. Peygamber eve döndüğünde “Bunlar nedir ey Aişe?” diye sorunca, Hz. Aişe, onları Hz. Osman’ın getirdiğini söylemiş, Rasûlullah (sav) da Hz. Aişe’den o yemekten diğer eşlerine de götürmesini istemişti. Hz. Aişe, bütün eşlerine de aynı şekilde verildiğini söyleyince de Rasûlullah (sav) ellerini kaldırmış ve: “Ey Allah’ım, sen de Osman’ı unutma!” diye dua etmiştir.
Hz. Ömer de gerek Hz. Peygamber zamanında gerekse kendi hilafeti döneminde Ehl-i Beyt’e karşı saygı ve sevgi üzerine kurulu bir anlayış ile muamele etmiştir. Bunun en güzel örneğini, kendi döneminde divanları oluştururken, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e, Bedir ehline tahsis ettiği 5 biner dirhem tahsis etmesinde görüyoruz.
Bu konuyu nakleden rivayetlerin verdikleri bilgiler ashabın ileri gelenleri ile istişare ettiğinde, Hz. Ali ve Abdurrahman b. Avf, Ömer’e gelerek, önce kendinden başlamasını istemişler, ancak o bunu kabul etmemiş ve: “Hayır, önce Rasûlullah’ın amcasından başlayacağım, sonra onun yakınları, sonra da onların yakınları…” diyerek Hz. Peygamber’in yakınlarına verdiği değeri ifade etmiştir. Bedir ehline beşer bin dirhem, o dönemde Müslüman olup da herhangi bir sebeple Bedir’e iştirak edemeyenlere de beşer bin dirhem, Abbas’a 12 bin dirhem, Hasan ve Hüseyin’e de babalarına verilen kadar atâ tahsis etmişti. İbn Abbas, Hz. Ömer için: “O, Hasan ve Hüseyin’i çok seviyor idi, atâ hususunda onları kendi evladından üstün tutmuştu” demektedir. İbn Abbas’ın sözünü teyit eden bir diğer rivayet ise şöyledir: Hz. Ömer, Hasan ve Hüseyin için beşer bin dirhem, oğlu Ömer için de bin dirhem atâ tahsis edince, oğlu Abdullah Hz. Ömer’e gelerek: “Ben onlardan önce dünyaya geldim, onlardan önce Müslüman oldum ve hicret ettim, fakat onları benden üstün tuttun” deyince Hz. Ömer “Yazıklar olsun sana ey Abdullah, sen bana onların dedesi gibi bir dede, onların babası gibi bir baba, onların annesi gibi bir anne, onların nenesi gibi bir nene, onların dayısı gibi bir dayı,  onların teyzesi gibi bir teyze getirebilir misin? Onların dedesi Rasûlullah’tır, babaları Ali b. Ebî Talib, anneleri Fâtımâ, neneleri Hatice, dayıları İbrahim, teyzeleri Zeynep, Rukayye ve Ümmü Gülsüm, amcaları ise Ca’fer b. Ebî Talib’dir” demiş ve onun isteğini geri çevirmiştir.
Hz. Ömer ve diğer ashabın Rasûlullah (sav)’ın hanımlarına gösterdikleri saygı ve korunmalarına gösterdikleri titizliğin bir örneği de Hz. Ömer’in hilafeti döneminde, Ezvac-ı Tahirat’ın o anda sağ olanlarının hac için Mekke’ye götürülüp getirilmeleri esnasında görülmektedir. Hz. Ömer tarafından görevlendirilen Hz. Osman ve Abdurrahman b. Avf, kafileye büyük bir titizlikle refakat etmişlerdir. Hz. Osman arkada Abdurrahman b. Avf önde olmak üzere, onlara yaklaşan herhangi bir kimseyi hemen ikaz etmişler ve onlardan uzaklaştırmışlardır. Onların bu titizliği, Rasûlullah (sav)'ın hanımlarının mahremiyetine verilen önem ve kendilerine duyuları saygının bir örneğidir.
İşte örneklerini çoğaltabileceğimiz bu rivayetler. Ashabın gerek Hz. Peygamber gerekse ondan sonraki ilk halifeler döneminde Ehl-i Beyt'e karşı tutum ve tavırlarını yansıtmaktadır. Görüldüğü gibi bu dönemlerde Hz. Peygamber'e olduğu gibi Ehl-i Beyt'e karşı da saygı ve sevgi muhafaza edilmiş, diğer insanlar arasında onlara öncelik verilmiş ve onlara yapılan muamelelere dikkat gösterilmiştir.

Ehl-i Beyt Sevgisi Nasıl Olmalıdır?
Ehl-i Beyt, İslam toplumunun ilk yıllarından itibaren gönüllerin gıdası, sevgi ve dostlukların kaynağı, kardeşlik ve yardımlaşmanın ortak noktası olmuştur. Aynı zamanda birinci asırdan itibaren dini, siyasi ve sosyal hadiseler içerisinde farklı görüntülerle tarihe yansımıştır. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi Ehl-i Beyt sevgisi başlangıçtan itibaren her zaman için İslam toplumundaki yerini ve değerini korumuştur. Bu sevginin ifrat ve tefrit noktalarından uzaklaştırılıp dindeki asıl yerine yani olması gereken yere oturtulması gerekmektedir. Bu tespit günümüzde dahi varlığını devam ettiren Ehl-i Beyt istismarının boyutlarını Müslümanlara gösterecek ve yanlış düşüncelere karşı nasıl tavır alınması gerektiği noktasında fikir verecektir.
Bir kavramın, bir olayın veya bir meselenin dindeki yerini belirlemek için Müslümanın bakmak zorunda olduğu iki şey; Kur’ân ve Hz. Peygamber'in sünnetidir. Bizim için aslolan Ehl-i Beyt'in Kur’ân'da nasıl tanımlandığı, kimleri kapsadığı ve hadislerde Ehl-i Beyt ile ilgili uygulamaların ve tanımların ne olduğudur. Yine bu iki asli delilden sonra İslam âlimlerinin tümünün kabul ettiği üçüncü esas delil Hz. Peygamber'in terbiyesi altında yetişip daha sonra gelen Müslümanlara İslam' ı ve Müslümanların nasıl olması gerektiğinin en güzel örneklerini gösteren ashabın sözleri ve uygulamalarıdır.
Ehl-i Beyt sevgisinin sınırını ve nasıl olması gerektiğini belirlemek günümüz Müslümanı açısından önemlidir. Bir Müslümanın din kardeşine ya da diğer bir ifadeyle tüm Müslümanlara sevgi ve saygı ile muamele etmesi bir Müslüman olarak görevlerinden biridir. Bununla ilgili birçok ayet ve hadis zikretmek mümkündür. Ancak bu sevgi ve saygının bir sının olmalıdır. Bu sınır da Allah ve Peygamber sevgisidir. Hiçbir sevgi Allah ve Rasûlü’nün sevgisini aşmamalıdır. Yine bir kişi, grup ya da zümreye itaat de bunun gibidir. Bu itaat ve teslimiyet Allah'a ve Rasûlü’ne itaati geride bırakacak şekilde olmamalıdır.

Ehl-i Beyt'in kimler olduğu noktasında söylenecek şey genel olarak kabul edilen çerçevedir. Yani Hz. Peygamber'in eşleri, çocukları, Hz. Ali ve torunlarıdır. Bu çerçeveye kelime anlamının esnekliğiyle kendisine inanan tüm akrabalarını da dahil etmek mümkündür.
Burada söz konusu edeceğimiz diğer bir konu da Ehl-i Beyt'in kim olduğudur. Günümüzde Ehl-i Beyt var mıdır? Varsa kimlerdir? Bunlara karşı tavrımız nasıl olmalıdır? Ehl-i Beyt'in kimler olduğu noktasında söylenecek şey genel olarak kabul edilen çerçevedir. Yani Hz. Peygamber'in eşleri, çocukları, Hz. Ali ve torunlarıdır. Bu çerçeveye kelime anlamının esnekliğiyle kendisine inanan tüm akrabalarını da dahil etmek mümkündür. Diğer bir ifadeyle Hz. Peygamber'in akrabası olup ona inanmış, ona hizmet etmiş ve onunla birlikte yaşamış olanlar Ehl-i Beyt'tir. Bu çerçevedeki insanların nesli olup Hz. Peygamber'in irtihalinden sonra dünyaya gelmiş ve onu görmemiş olanlar ise "Ehl-i Beyt nesli"dir. Bu şekilde yapacağımız bir ayırım hem teorik hem de pratik anlamda zihnimizde oluşan birçok soru işaretinin giderilmesini sağlayacaktır. Ehl-i Beyt neslini Ehl-i Beyt gibi algılayıp o şekilde muamele etmek bir takım yanlışları beraberinde getirecektir. Nitekim bu anlayış sebebiyle günümüzde dahi bazı insanların kendilerinin Ehl-i Beyt'ten olduklarından hareketle farklı bir yere ve özelliğe sahipmiş gibi bir anlayış sergiledikleri görülmektedir. Bir Müslüman için önemli olan şey Ehl-i Beyt Neslinden de olsa bir kimsenin imanı ve İslam’ıdır. İtikadıyla, amelleriyle tam bir Müslüman örneğini yansıtmayan bir kimsenin Ehl-i Beyt neslinden olması bir anlam taşımayacaktır. Yine böyle bir kimsenin Ehl-i Beyt'i söz konusu edip Ehl-i Beyt sevgisinden bahsetmesinin de bir anlamı yoktur. Nitekim tarihte bu nesil içerisinden facir ve fasık kimseler çıkmıştır. Günümüzde de böyle kişilerin olması muhtemeldir. Böyle kimselere sevgi ve saygı gösterilmesi uygun bir hareket değildir. İmanıyla, itikadıyla ve ibadetleriyle tam bir Müslüman olan Ehl-i Beyt Neslinden bir kimseye gösterilecek sevgi ve saygı ise aynı özelliklere sahip herhangi bir Müslümana gösterilecek sevgi ve saygıdan farklı olmayacaktır.
Sonuç olarak ifade etmek gerekirse Ehl-i Beyt, Hz. Peygamber'in yakınları olduğu için ona hizmetleri ve onun terbiyesi altında bulunmuş olmaları sebebiyle sevilmeli, sayılmalı ve faziletleri kabul edilmelidir. Daha sonra gelen ve günümüze kadar uzanan çizgideki Ehl-i Beyt Nesline karşı ise yukarıda ifade ettiğimiz gibi imanı ve imanının yaşantısındaki görüntüsü çerçevesinde muamele edilmeli, sevgi ve düşmanlıkta aşırı gidilmemeli, bir Müslümana karşı nasıl hareket edilmesi gerekiyorsa öyle hareket edilmelidir. Aynı şekilde Ehl-i Beyt'i kendi siyası ve kişisel çıkarları için kullananlara karşı da dikkatli olunmalı, bu konuda gerekli hassasiyet gösterilmelidir. Amaç İslam'ın makul ve mantıklı çizgisini bu konuda da görmek ve göstermek, istismara ve istismarcılara kapıyı kapamaktır.
Prof. Dr. Mehmet Bahaüddin Varol

DAVETİYE ŞİİRİ ( KOŞUK )



Davetiye
Ey Benito Musolini! Ey gayet yüce,
italyanlar başvekili muhterem Düce!
Duydum ki, yelkenleri edip de fora
Gelecekmiş orduların yeşil Bosfora.
Buyursunlar… Bizim için şavaş düğündür;
Din Arab’ın, hukuk sizin, harp Türk’lüğündür.
Açlar nasıl bir istekle koşarsa aşa
Türk eri de öyle gider kanlı savaşa.
Hem karadan, hem denizden ordular indir!
Çarpışalım, en doğru söz süngülerindir!

Kalem, fırça, mermer nedir? Birer oyuncak!
Şaheserler sungtilerle yazılır ancak!
Çağri Beg’le Tuğrul Beg’in kurduğu devlet
Italyalı melezlerden üsttündür elbet;
Bizim eski uşakları alda yanına
Balkanlardan doğru yürü er meydanına;
Çelik zırhlı kartalları göklere saldır…
Fakat zafer sizin için söz ve masaldır…
Dirilerek başınıza geçse de Sezar
Yine olur Anadolu size bir mezar.
Belki fazla bel bağladın şimal komşuna,
Biz güleriz Cermenliğin kuduruşuna,
Tanıyoruz Atilla’dan beri Cermeni,
Farklı mıdır Prusyalı yahut Ermeni?
Senin dostun Cermanyaya biz Nemşe deriz,
Bir gün yine Bec onünde düğün ederiz.
Soyle, kara gömlekliler etmesin keder;
Olum-dirim savaş bir gün mukadder!
Gerçi bugün eskisinden daha çok diksin;
Fakat yine biz Osmanli, sen Venediksin!
Tarihteki eski Roma hoş bir hayaldir,
Hayal bütün insanlarda olan bir haldir.
Bu hayaller zamanları hızla asmalı,
Gök Türklerle Romalılar karşıIaşmalı!
Görmüyorsan gönIlumüzün içini, korsun!
Kılıçlarımız kınlarından çıkmayagörsün!
Top sesleri, bomba sesi bize saz gelir;
17′ye karşı 44 milyon az gelir.
Arnavud’u yendim diye kendini avut,
Yiğit Türkle bir olur mu soysuz Arnavut?
Kayalara çarpmalıdır korkunç türküler!
Dalmalıdır gövdelere çeIik süngüler!
Sert dipçikler ezmelidir nice başları!
Ecel kuşu ayırmalı arkadaşları!
En yiğitler serilmeli en önce yere!
Kızıl kanlar yerde taşıp olmalı dere!
Ülkü denen nazlı gelin erde şan ister!
Büyük devlet kurmak icin büyük kan ister.
Damarında var mi senin böyle bol kanın?
Türkün kanı bir eşidir lavlı volkanın!
Tarihteki eski Roma hoş bir hayaldir,
Kurulacak yeni Roma boş bir hayaldir,
Karşısında olmasaydi şanli ‘Türk Budun’
Belki gerçek olacaktı bir gün umudun,
Insan oğIu ümitlerle dolup taşmalı,
Aryalarla Turanlılar karşılamalı.
Tabiatın yürüyüşü belki yavaştır;
Hız verecek biricik şey ona savaştır!
Keskin olur Iikörlerden ayranla kımız,
Karnera’yı yere serer Tekirdağ’lımız.
Yurdumuzun çok tarafı olsa da kuru
Makarnadan kuvvetlidir yine bulguru…
Biz guleriz Façyo’ların felsefesine,
Dayanır mı kırkı bir tek Türk efesine?

Bizim yanık Fuzuli’miz engin biz deniz!
Karşisinda bir göl kalır sizin Dante’niz!
Bizler ulu bir çınarız, sizler sarmaşik!
‘Generaller ‘Paşalarla atamaz aşık! ..
Ey İtalyan başvekili! Ey Musolini!
iki ırkın kabarmalı asırlık kini…
Hesabınıi göreceğiz elbette yarın
Yedi yüzlü, yedi dilli Italyan’ların!
Irkınızı hiçe saydı Hazreti Fatih.
Biraz daha yasasaydi Hazreti Fatih
Ne Venedik kalacakti, ne Floransa…
Hoş geldiniz diyecekti bize Fransa!
Haydi, hamle kafirindir… İlkönce sen gel
Ecel ile zaman bize olmadan engel!
Burda tanklar yürümezse etme çok tasa;
Sungtilerle çarpışmadır şavaşta yaşa.
Olma boyle sinsi çakal, yahut engerek!
Bozkurt gibi, kartal gibi doğüşmek gerek!
Kılıç Arslan öldü sanma, yaşıyor bizde!
Atila’nin ateşi var içimizde!
Kanije’nin gazileri daha dipdiri!
Sınırdadir Pilevne’nin kırk bir askeri!
Edirne’de Sükrü Paşa bekliyor nöbet!
Dumlupınar denen şeyi bilirsin elbet!
Şehitlerden elli milyon bekAçisi olan
Asılmaz bir kayadır bu ebedi Vatan!
Hüseyin Nihal Atsız

NEYRUZ ŞİİRİ (KOŞUK)

Nevruz
Asırlar geçse bile unutmaz değerini,
İyi günde kötü günde hatrında yerini,
Korur vazgeçmez, seçmez özünden diğerini,
Vefa duygusu Türk’ün en hakiki huyudur,
Nevruz bütün Türk’lerin bayramıdır toyudur.
Bizim tarihimiz eskidir insanlık kadar,
Düşün bu kültürde ne büyük hazineler var,
Bu millet ki günlerine nice şenlik sığar,
Birlik varsa ulusum gün kutludur, eyidir,
Nevruz bütün Türk’lerin bayramıdır toyudur.
Hiç öz kimliğim değişir mi döner mi gardaş,
Oğuz Kağan, Alparslan, Yavuz ‘dan kaldı bu baş,
Sanma benliğim çöküp eriyor yavaş yavaş,
Bendeki yozlaşmaz bozulamaz Türk soyudur,
Nevruz bütün Türk’lerin bayramıdır toyudur.
Bak güneşe bugün bir başka güzel doğuyor,
Bir millet ki acunda eğleniyor doyuyor,
Anlaşılmaz canlar yüreğe nasıl sığıyor,
Neşeyi paylaşan bir atanın çocuğudur,
Nevruz bütün Türk’lerin bayramıdır toyudur.
Bize yılbaşı olacaksa nevruz olmalı,
Çağalar böyle büyümeli yaşı dolmalı,
Bütünüyle bize ait bilinmeli kalmalı,
Gökyüzü Türk bayrağı, hilal onun ayıdır,
Nevruz bütün Türk’lerin bayramıdır toyudur.
Aşıklar şiire, Ozanlar saza vurula,
Güzeller filizlene, tomurcuklar yarıla,
Vatanımda genç yaşlı birbirine sarıla,
Sonu kıyametle, bu şenlik ömür boyudur,
Nevruz bütün Türk’lerin bayramıdır toyudur.
Türkiyem’de Türkistan da Türk olan her yerde,
Bahar gelmiş tabiat bürünmüş ayrı renge,
Sıkıntı mı, tasa mı kalmış hani nerede,
Ertuğrul’um gül açmış koklamanın çağıdır,
Nevruz bütün Türk’lerin bayramıdır toyudur.
Şiir (Koşuk) Mehmet Ertuğrul         

TÜRKİSTAN GEZİSİ


Türkistan Gezisi

Taşkent’te Şer Ali Bey’in coşkusun
Andican’da Çolpan’ın mahzun bakışın
Kokan’da Seriderya’nın coşkun akışın
Fergana’da yeşil başlı turnalar gördüm
Bişkek’te çekik çekik gözler gördüm
Issık Köl’de Aytmatov’dan sözler gördüm
Özgen’de evliyalardan izler gördüm
Oş’ta Süleyman peygamberin dağını gördüm
Şah-ı Zinde’de Çelebi zade Rumi yatar
Bir tepeden ona Uluğ bey bakar
Registan’da ırmaklar Kabe’ye akar
Gök kubbenin altında mağrur Timur’u gördüm
Fars ırkını her daim övdü Firdevsi
Her defa Türk’e kinle sövdü Firdevsi
Mezarın başında Timur’u gördü Firdevsi
Çaldıran’da yiğit Yavuz Selim’i gördüm
Yesevi’nin namı diğer şah-ı Türkistan
Onun da hocası ulu Yusuf Hemedan
Alperenlere yurt olan koca Türkistan
Almatı’da Abay’ın söz saltanatın gördüm
Şen bülbülleri olan garip Karabağ
Havası-avazı hoş bahtı kara Karabağ
Akıllardan çıkmaz mahzun Karabağ
Hankendi’de gezen çakallar gördüm
Haydar Baba’ya baktı yandı Şehriyar
Afşeron’da onun dengi Rasulzade var
“İşte,fikirde,amaçta birlik” dedi ulu Tatar
Mohaç’ta dünya hakimi Kanuni’yi gördüm
Türklüğün timsali bir ahu vurulmuş yatıyor
Yavruları ona mahzun melil bakıyor
Her yanından ılgıt ılgıt kızıl kanlar akıyor
“Gardaş Kömeği’inde” böyle bir tabloyu gördüm
Buhara’da Gücdüvani’nin aşkı
Horasan’da Bahaeddin’in meşki
Semerkant’ta İsmail’in köşkü
Hemedan’da Yusuf gibi ulular gördüm
Fergana’da gözlerinin yeşilini
Namangan’da yanağında külgulerini
Andican’da hep seni,hep sizi gördüm
Onun için sizi seven gözleri gördüm
Sefer Aşır Eraslan
Yazar,eğitimci, stratejist



ANA YURT MARŞI SESLİ VİDEO


Anayurt Marşı

Özbek, Türkmen, Uygur, Tatar, Azer; bir boydur.
Karakalpak, Kırgız, Kazak; bunlar bir soydur.
Özbekistan, Türkmenistan diye kurmuşlar.
Anayurdum Türkistan’ı bölüp koymuşlar.

İnanmayın, aldanmayın ey Türk yiğitler.
Kırk yüz yıllık geçmişleri var olan Türkler.
Özbek, Türkmen, Uygur, Tatar, Azer; bir boydur.
Karakalpak, Kırgız, Kazak; bunlar bir soydur.

Türkistan, Kafkasistan ey güzel yurdumuz.
Sana kurban olalım hey anayurdumuz.
Özbek, Türkmen, Uygur, Tatar, Azer; bir boydur.
Karakalpak, Kırgız, Kazak; bunlar bir soydur.
Sabir (işçi) Karger

TÜRKİSTAN KOŞAK ŞİİRİ


Öz yurdumu çarmıha germişler kırk yerinden


Unutmam bin yıl geçse acısının üzerinden

Vurulan bir ceylana yanar gibi derinden

Ulu Türkistan’a yandım.

TÜRKİSTAN

Tiyan-Şan, Kadir-Gan ufuklarından
Dinlediğim ozanlarla….
Binlerce yıldan beri söylenen destanlarla
Yine Türkistan’ı andım
Öz yurdumu çarmıha germişler kırk yerinden
Unutmam bin yıl geçse acısının üzerinden
Vurulan bir ceylana yanar gibi derinden
Ulu Türkistan’a yandım.
Geldi kuruldu gönlüme, Ahmed Yesevi Pirimiz
Osman Batur’a kadar, anlattı birer birer…
Ben de, bütün Horasan Erleri’yle beraber
Yeni baştan Türkistan’a inandım.
Rüzgar savrularak sessiz sedasız
Denizlere kavuşan ırmaklarla akarak…
Uçup giden güzelim kırlangıçlara bakarak
Türkistan’ı hür sandım.
Görmeden, göstermeden Taşkent’i, Buhara’yı
Urumçi’ye varmadan atsız-pusatsız…
Bir başıma, yorgun-argın, kolsuz-kanatsız
Türkistan’a dost gönüller kazandım.
Tanrım, birgün acaba diyebilecek miyim;
Vuslatın yüzüme nakışladığı nurla
Bir komşu bahçesine uzanır gibi huzurla
Türkistan’ın toprağına uzandım.
Y. Bülent Bakiler

KADER (ALIN YAZISI) (!)


KADER (ALIN YAZISI) (!)


Kader konusu, geçmişten günümüze müslümanları bir hayli oyalamıştır. Rasülüllah ve sahabe döneminde de gündemde olan bu konu, daha sonra müslümanların hayatında yer almış, bilir bilmez herkes konuyu ağzına sakız yapmıştır. Öyle ki, imanın şartları diye ilkeler ortaya konmuş ve kadere inanmanın da imanın altıncı şartı olduğu kabullendirilmiştir. Şimdide millet, “Amentü billahi ve melâiketihi, ….. ve bilkaderi hayrihi şerrihi minellahi velbe’asü …..” diye okur durur.
Konu edilen kader nedir?
Bu kader, “alın yazısı” olarak Türkçeleşmiştir ve anlamı; “Cenab-ı Hakk’ın, kâinatta olmuş ve olacak her şeyi, bütün vasıflarıyla, bütün halleriyle daha onu yaratmadan önce, levh-i mahfuz denilen kader levhasında yazmış olmasıdır.” diye açıklanmıştır. Ki kul da bu defterde ne yazılı ise onu yapar, başına o yazılı olanlar gelir. Kötü işler işlemiş kullar kaderlerinin kurbanıdırlar. Başa gelen her kötü şey, kaderde yazılı olduğu için gelmiştir. İyi durumlar da yine kaderde yazılı olduğu için gerçekleşmiştir.
Tarih incelenirse bu cebrî kader anlayışının, yönetimlerini meşrulaştırmak amacıyla Emevîlerin “Cebr” düşüncesinden yararlanmaya çalışmaları sonucu ortaya çıktığı anlaşılır. Bu anlayışla toplum uyutulmuş, kendi geleceklerini kurmaktan vazgeçirilmiş ve zalim ceberutlara boyun eğdirilmiştir.
Bu anlayışa çok vahim bir olayı örnek veriyoruz:
- Peygamberimiz rüyasında Emevileri kendi minberi üzerinde görmüş. [Bu rüya, Emevî hanedanlığının İslâm devletini idare ettiği anlamına geliyormuş.] Peygamberimiz bu ailenin iktidara gelmesine çok üzülmüş. Allah da “Üzülme Muhammed, ben sana Kevser verdim, bin aydan daha hayırlı Kadir gecesi verdim” demek suretiyle peygamberimizi gönüllemiş. Yani buradaki bin ay Emevilerin iktidar süreleri imiş.
Bu safsataya peygamberimizin torunu Hasan'ın da adı karıştırılmıştır. Güya Muaviye'ye biat etmesi nedeniyle, birisi Hasan'a, “Ey inananların yüz karası, şu adama nasıl biat ettin?” diye sitem etmiş. Hasan da peygamberimize ait olduğu iddia edilen yukarıdaki rüyayı nakletmiş. Hasan bununla şunu demek istemiş: “Emevilerin iktidarı mukadderdir [ezelde Allah tarafından kader olarak yazılmıştır]. Bunu Peygamberimiz de görmüştü, öğrenmişti, biliyordu. Bizim de bu olaydan haberimiz vardı. Onun için ne yapsak faydasızdı. Biat etmek zorundaydım. Ama hiç önemi yok, bizim Kadir gecemiz Emevilerin bin aylık saltanatlarından daha hayırlıdır.”[1]
Yorum okurlarımıza bırakılmıştır.
Yaşadığı olumsuzlukları, pısırıkları, zilleti, meskeneti kader diye yorumlayıp, azmi, gayreti, direnci bırakan nice müslümanların varlığı herkes tarafından görülebilmektedir.
Geçmişte bu konular üzerinde bir hayli fikir yürütülmüş, Cebriye, Kaderiyye vs. gibi mezheplerde ortaya çıkmıştır. Bu konu Mu’tezile, Maturidiye ve Eşariyye gibi mezheplerde de önemli yer tutmaktadır.  Kısaca bir delinin kuyuya attığı taşı binlerce akıllı insan çıkaracağız diye hala uğraşmaktadır.
Kader konusunu izah edebilmek için Allah’a ait levhı mahfuz, levhı mahfı isbat (yaz-boz tahtası) icat edilmiştir. Bu anlayışta Allah’a yalan atma, iftira etme, ne yaptığını bilmezlik isnat etme söz konusu olmaz. Bu hezeyanların çoğu da maalesef  Rasülüllah’a fatura edilmiştir. Örneğin; meşhur Cibril hadisi. Bu saçma rivayet delil sayılarak “Kaza ve Kadere İman, “İman Esasları” arasında altıncı esas kabul edilmiştir.
Müslümanlar arasında ve Kelâm ilmi literatüründe bu terim, genellikle "Kaza ve Kader" şeklinde geçer.
Kader ne demektir?
“K, D, R” kökünden Araplar “kudret” eksenli birçok sözcük türetmişlerdir. Bunlar, “kudret, ölçmek, deve kesmek, çömlekte et pişirmek” gibi anlamlardır. (Lisan ve Tac)
Kur’an’da geçen sözcükler genellikle “kudret” ve “ölçü/ ölçmek” anlamlarındadır. Bu sözcüklerden türemiş, Allah’ın iki tane ismi/ sıfatı vardır: “el Kadîr” ve “el Kâdir”. Allah’ın bu isimleri, hem çok güçlü hem de çok ölçülü davranan anlamlarını ifade ederler.
Kur’an’da “kader” sözcüğü
“K,d,r” harflerinden türeyen “kadr, kader” formları isim olarak kullanılıp anlamı “ölçü, miktar” demektir. Kur’an’da şu ayetlerde yer alır: Talak/ 3, Enam/ 61, Hac/ 74, Zümer/ 67, Ahzab/ 38, Bakara/ 236, Ra’d/ 17, Hıcr/ 21, Ta Ha/ 40, Müminun/ 18, Şûra/ 27, Zuhruf/ 11, Kamer/ 49, Mürselat/ 22.
Kur’an’a göre Allah insanları yaratmış, onlara kitap ve elçi göndererek, akıl fikir vererek doğru yolu göstermiş ve inanç ve amel konusunda özgür bırakmıştır. Kimse robot değildir. Kimseye zorla bir şey yaptırılmamaktadır. Mesela, insan, elini kaldırmak istediğinde kaldırır, yürümek isteyince yürür… Hayra gitmek isteyen hayra, şerre gitmek isteyen de oraya gider. Ne hayra gidenin ayakları “Ben oraya gitmek istemiyorum!” der, ne de şerre gidenin…
Konuyu tam kavramak için insanın fillerinin çeşitlerini dikkate almak gerekir.
İnsanın fiilleri ikiye ayrılır:
a)                 Kendi isteği dışında yaptığı fiiller:
İnsanın elinde olmadan meydana gelen hareketlerdir. İnsanın kalbinin atması, düşünmesi, açlık hissetmesi, vücudundaki kanın dolaşımı, saçlarının uzaması v.s. gibi işler böyledir. İnsanlar bunlardan ne sevap kazanır, ne de günaha girerler. Dolayısıyla insan bu tür fiillerinden sorumlu değildir.
b)                 Kendi isteği ile yaptığı fiiller:
İnsanın yapıp yapmaması kendine kalmış fiillerdir. Burada insanın nasıl bir harekette bulunacağını seçme şansı vardır. Bu amelleri insan planlar ve yapar. İyi amellerde bulunursa sevap kazanır; kötü amellerde bulunursa günah kazanır.

Bakara/ 256
256Dinde zorlamak/ tiksindirmek yoktur; iman, Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmekten; iyi kötüden, güzel çirkinden, doğruluk sapıklıktan kesinlikle iyice ayrılmıştır. O hâlde kim tâğûta küfreder; onu tanımaz Allah'a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir.
Bu âyette, dinde zorlamanın/ tiksindirmenin olmadığı ve olmaması gerektiği gerekçeleriyle açıklanmaktadır.
Allah, insanlara irâde ve seçme hakkı tanımıştır. İnanç bir gönül işi olduğundan insanların kalplerine nüfuz etmek ve beyinlerini kontrol etmek mümkün değildir. İnanç konusunda insanları zorlamanın, ikiyüzlü kimseler üretmekten başka bir işe yaramadığı tecrübeyle sâbittir. İnsan yaptıklarına göre ya mükâfat ya da ceza görecektir. Elbette böyle bir mükâfat ve cezalandırmanın olması için de insanın hareketlerinde hür olması gerekir.  Aksi bir durum adalet ilkesiyle bağdaşmaz. Ayrıca cebr/ zorlama ve baskı, imtihan esprisine de aykırıdır.
O nedenle Yüce Allah insanları bu konuda özgür bırakmıştır. Bu konudaki onlarca âyetten bir kaçını nakletmekle yetiniyoruz:

29Ve de ki: “O gerçek, Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen bilerek reddetsin / inanmasın.” Şüphesiz Biz, şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapanlar için duvarları, çepeçevre onları içine almış bir ateş hazırladık. Ve eğer yağmur yağsın isterlerse, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su yağdırılır. O, ne kötü bir içecektir! Dayanma/ sığınma yeri olarak da ne kadar kötüdür!
(Kehf/ 29)

40Şüphesiz alâmetlerimiz/ göstergelerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp inkâra sapan kimseler Bize gizli kalmazlar. O hâlde ateşe atılacak olan kişi mi daha hayırlıdır, yoksa kıyâmet günü güven içinde gelecek kişi mi? İstediğinizi yapın. Şüphesiz ki Allah, yaptığınız şeyleri en iyi görendir.
(Fussilet/ 40)

2,3Şüphesiz Biz, insanı karışık bir nutfeden oluşturduk. Onu yıpratacağız/ yükümlülükler vereceğiz. Bu nedenle onu çok iyi işitici, çok iyi görücü yaptık; iyiyi kötüyü ayıracak bilgileri yollayarak bilgilendirdik. Şüphesiz Biz, ona yolu gösterdik, ister kendisine verilen nimetlerin karşılığını ödeyen biri olsun, ister nankör.
(İnsan/ 2-3)

Benzer âyetler: Bakara/ 220; En‘âm/ 35; 104-107, 149; Ra‘d/31; Şu‘arâ/ 3-4; Hûd/ 15, 28; Kâfirûn/ 6; Yûnus/ 99, 108; Teğâbün/ 2; Zümer/ 7, 15; Nahl/ 9, 36, 93, 99; Secde/ 13; Mâide/ 48; İsrâ/ 15, 18; Şûrâ/ 20, 48; Ğâşiye/ 21-22; Nisâ/ 80; Beled/ 10.

Görüldüğü gibi insan, Cenab-ı Hak tarafından hayır veya şer yollarından herhangi birine gitmesi için zorlanmamış, kendisine iki yol gösterilmiş ve istediği yola gitmek hususunda da serbest bırakılmıştır. Zaten her insan hareketlerinde serbest olduğunu vicdanen bilir. Hiç bir baskı ve tesir altında kalmadan istediğini yapabildiğine bizzat kendisi şahittir.
Böyle olunca, helal yolda kullanılması sıkı sıkıya tembih edilen ve kendisine emanet olarak verilen vücut nimetini haramda kullanan kimsenin hiçbir mazereti yoktur. Kendi iradesini kötüye kullandığı için mesuliyetten kurtulamaz.

Kimse kaderinin mahkûmu ve mağduru olmadığı gibi kaderinin güldürdüğü; mutlu, başarılı kıldırdığı da değildir. Artı, eksi herkesin durumu irade (istek, planlama), ihtiyar (seçim) ve kesbinin (eyleminin) sonucudur. Örneğin hapiste yatan hırsız, katil, fuhuş işlemiş biri kaderinin mahkûmu değildir. Yani bunların kaderine Allah, bu suçları işleyeceklerini yazmamıştır. Yine başarılı, sağlıklı, varlıklı mutlu birisi de kaderine Allah bunları yazdı diye bu konumda değillerdir. Bu kişilerin durumu da ihtiyarlarının, iradelerinin ve çalışmalarının bir sonucudur.
Hem kulların işlerinde cebr olsaydı, Allah’ın peygamber yollamasının, kitap indirmesinin, iyiyi-kötüyü bildirmesinin, bir takım emirler, yasaklar koymasının ve tevbeye davet etmesinin bir anlamı olmazdı.

Allah’ın takdiri (Allah’ın ölçülendirmesi)
Kur’ân-ı Kerim’de “kader” kelimesi, iman esasları içinde sayılan yukarıda açıkladığımız anlamıyla kullanılmamaktadır. Kur’an, bu kelimeyi, evrenin Allah tarafından belirlenmiş kurallar ve ölçüler içerisinde yarattığı; rastgele ve tesadüfî bir şekilde yaratılmadığı anlamında kullanmaktadır.
Kur’an’da birçok ayette Allah’ın takdirinden, yaratışından, müseahhar kılışından, kazasından, … kılmasından bahsedilmektedir. Ki işte bu, Allah’ın, varlıklar üzerindeki ayarlamasıdır. Burada varlıkların dahli; hiç irade ve etkisi yoktur, işte kader budur.
Doğum, ölüm, erlik, dişilik, etnik durum, evrenin altı günde yaratılışı, her canlının sudan yaratılışı, her varlığı süreli, sonlu yaratması, varlıkların madde ve enerjiden yaratılışı, şekilleri suretleri, evreni insanın kontrolüne verişi, insanın anatomik ve fizyolojik özellikleri, sistemleri, suyun akışkanlığı, ateşin yakması …. Ay’ın, Güneş’in yörüngesi, dünyanın konumu ve dönmesinin ölçüsü, hayvanatın geliştirilmemesi, ecel takdiri, doğum, ölüm zamanı, ana-baba tespiti, beyazlık zencilik vs.
Allah, kendi yaptıklarından ve varlıkların iradeleri dışında gerçekleştirdiklerinden varlıkları sorumlu tutmaz. Kimse zenciliğinden, cinsiyetinden, renginden, dilinden ve başkalarının yaptıklarından hesaba çekilmez.

Bu anlamıyla “kader”; Allah’ın takdiri, birçok ayette yer alır:
Fussılet/ 10, A’la/ 3, Rad/ 2, 26, Vakıa/ 60, Ya- Sin/ 39, Neml/ 57, Hıcr/ 60, Yunus/ 5, Furkan/ 3, Abese/ 19, İnsan/ 26, Müzzemmil/ 20, Sebe/ 11, İbrahim/ 22, 33, Nahl/ 13, 14, Hac/ 36, 61, Lokman/ 20, 29, Fatır/ 13, Zümer/ 5, Zuhruf/ 13, Casiye/ 12, 13, Enbiya/ 79, Sâd/ 13, 36.

Allah’ın insanları olgunlaştırması için yaptığı müdahaleler
Burada bir başka nokta daha dikkati çekmektedir. Rabbimiz insanları, olgunlaştırmak, saflaştırmak için bir takım, bela, musibet (doğal afetler, başkalarının tecavüzü; trafik kazası vs gibi şeyler) ile fitnelendirmekte, belalandırmaktadır.  (Fitne ve Bela yazılarımızdan ayrıntılı olarak okunabilir) Bu musibetler, insanların eğitim-öğretim sürecindeki dersler ve uygulamalar gibidir. Dersler ve uygulamalar nasıl ki öğrencinin yararına olan şeyler ise insanın başına gelen bela ve musibetler de insanın yararına olan şeylerdir. İnsan belalarla, fitnelerle altın örneği saflaşıp değerli bir konuma gelirken Allah da ona sabrının karşılığını bolca ikram etmektedir.
Bakara/ 155-157:
155,156Ve de kesinlikle Biz, korkudan, açlıktan bir şeylerle ve mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile sizi zayıf düşüreceğiz/ imtihan edeceğiz. Kendilerine bir musibet geldiği zaman, “Biz şüphesiz Allah'a aidiz ve yalnız O'na döneceğiz” diyen şu sabredenlere de müjdele!
157İşte onlar; Rablerinden, birtakım destekler ve rahmet kendilerinedir. İşte onlar, kılavuzlandıkları doğru yolu bulanların da ta kendisidir.
Bu âyet gurubunda insanların, özellikle de mü’minlerin “korku, açlık, mal, can ve üründen eksiltme” ile sınanacakları bildirilmekte ve sabretmeleri istenmekte, sabrın karşılığının nasıl olacağı da,Rabb'lerinden, birtakım destekler ve rahmet kendilerinedir. İşte onlar, hidâyete erenlerin de ta kendisidirifadeleriyle beyân edilmektedir.
Âyette bahsedilen korkuyu, “düşman ve savaş korkusu”; açlığı, “kâfirlerle mücadele ederken sıkıntıya düşmek, kıtlık, kuraklık gibi nedenlerle ürünsüz kalmak”; mallardan eksiltmeyi, “zekât, sadaka, infak, yangın, deprem, hırsızlık, gasp gibi şeylerle eksiltmek”; canlardan eksiltmeyi, “ölmek, öldürmek, vücudun fonksiyonlarını ve organlarını yitirmesi, körlük, sağırlık, kısırlık, topallık, menapoz, antrapoz vs.”;ürünlerden eksiltmeyi, “meyve ve ürünlerin verimsizliği, ticarî zarar etme…” olarak anlamak mümkündür.
Allah’ın ölçülendirmesi ile ilgili iki örnek verelim
Kamer/ 49. Ayet:
49Şüphesiz ki, Biz her şeyi; evet her şeyi bir ölçü, ayar ile oluşturduk.
(Seyyid Kutub'un Kamer/49. âyet hakkındaki düşünceleri bu yazımızın sonunda ek olarak verilmiştir.)
Zuhruf/11:
11Ve O Allah ki, suyu gökten belli bir ölçü ile indirdi. Sonra Biz, onunla ölü bir beldeyi canlandırdık. İşte siz, böyle çıkarılacaksınız.
(Zuhruf/ 11 ile ilgili yazımızın sonunda Kur’an araştırmaları gurubunun güzel bir açıklaması bulunmaktadır.)
Bu ayetler, her şeyin Allah tarafından takdir edilmiş bir kader [ölçü] çerçevesinde meydana geldiğini bildirmektedir. Bu ayetlerden açıkça anlaşıldığına göre evrendeki hiçbir şey boşuna, amaçsız, plânsız, rastgele meydana gelmemiş, her şey belirli bir amaca yönelik olarak önceden yapılmış bir plân dâhilinde yaratılmıştır.
Kulların özgürce işledikleri işlerinin Allah’a nisbeti
Meşîet
“مشيئة  Meşîet”, Türkçeye de aynen Arapçadaki anlamıyla geçmiş olan bir sözcüktür. Sözlük anlamı “Bir şey üzerinde karar vererek onu yapmaya azmetmek” olup “إرادة irade” sözcüğü ile eş anlamlıdır. Sadece kullanım alanlarında ince bir fark vardır; İrâde uzun zamanda istemek, dilemek; planlamak için kullanılırken meşîet vücuda getirme anındaki isteği ifade eder. Bu durumda nasıl “İrade” Allah'ın sıfatlarından biri ise, “Meşîet” de Allah'ın ilim ve kudret sıfatlarından başka ayrı bir sıfatıdır. Ancak dinî gelenekte Allah'ın bu sıfatı belirtilirken “Meşiet” değil de daha çok “İrade” kullanılmış ve kullanılmaktadır.
İrade sahibi bir varlığın, elindeki seçeneklerden birini tercih etmesi, elindeki seçeneklerden biri üzerinde karar vermesi demek olan irade/ meşîet sıfatı, Allah için şöyle ifade edilebilir: “Meşîet, Allah’ın olabilecek veya olmayabilecek her şeyi, dilediği zamanda ve dilediği niteliklerde yapması veya yapmaması”dır. Bu tanım, evrendeki olmuş veya olacak her şeyin Allah'ın dilemesiyle olduğunu ve olacağını, O'nun her dilediğinin mutlaka olacağını, dilemediğinin ise asla olmayacağını bildiren şu ayetlerle de Kur'an'dan destek almaktadır:

47Meryem; “Rabbim! Bana bir beşer dokunmamışken benim için çocuk nasıl olur?” dedi. Allah; “Öyledir! Allah dilediği şeyi oluşturur; O, bir işe karar verdiği zaman onun için ‘Ol!’ der, o da hemen olur” dedi.
(Âl-i Imran/ 47)

82Şüphesiz ki O, bir şeyi dilediğinde, O'nun buyruğu/ işi o şeye “Ol!” demektir; o da hemen oluverir.
(Ya Sin/ 82)

Allah İnsanlara İnanç Özgürlüğü Tanımıştır
Nitelikleri yukarıda açıklanmaya çalışılan ölçülerde bir Meşiet/ İrade sahibi olan Allah, bu sıfatından kapasiteleri nispetinde insanlara da bahşetmiş ve insanlara özgür iradeleri ile seçme hakkı tanımıştır. Rabbimiz rahmeti gereği, elçi göndermiş, kitap indirmiş; iyi yolu, kötü yolu açıkça orta koymuş donra da istediğinizi seçin demiştir. İnanç ve amel özgürlüğünün temeli Allah’ın bu konudaki meşietidir.
Herkesçe bilinen bir gerçektir ki, insanların baskıyla bir şeye inandırılmaları veya inanmaktan vazgeçirilmeleri mümkün değildir. İnanç bir gönül işidir. Bundan dolayıdır ki, insanların ne kalplerine nüfuz etmek, ne de beyinlerini kontrol etmek mümkündür. İnanç konusunda insanları zorlamanın ikiyüzlü kimseler üretmekten başka bir işe yaramadığı da insanlık tecrübeleriyle sabittir. Ayrıca جبر cebr/ zorlama ve baskı imtihan esprisine de aykırıdır. O nedenle Yüce Rabbimiz insanları bu konuda özgür bırakmıştır. Bakara/ 256, Hud/ 15, 28, Kâfirun/ 6, Yunus/ 99, 108, Teğâbün/ 2, Kehf/ 29, Zümer/ 7, 15, Fussılet/ 40, İnsan/ 2, 3, Nahl/ 9, 36, 93, Secde/ 13, Maide/ 48, İsra/ 15, 18, Şûra/ 20, En'âm/ 35, Rad/ 31, Şuara/ 3, 4’de görülebilir.

Saptıran da, Hidayete Erdiren de Sadece Allah'tır

Allah'ın insanı özgür bıraktığı Kur'an ile tespit edildikten sonra, bir başka konunun da iyi anlaşılması gerekir. Bu, saptıran da hidayete erdiren de sadece Allah olduğu konusudur. Zira “Meşiet” kavramını tüm boyutları ile incelememiş olanlar, saptırma ve hidayet konusunda yanılmakta ve “dalâlet ve hidayetin herhangi bir esasa ve kurala bağlı olmadığını, Allah'ın rastgele birilerini saptırdığını, kimilerini de rastgele hidayete erdirdiğini” ileri sürebilmektedirler. Oysa Allah'ın durup dururken bir kimseyi saptıracağını iddia etmek, Allah'a zulüm yakıştırmak olur ki, Allah hakkında böyle bir şey düşünülemez. Zaten konu detaylı araştırıldığında işin öyle olmadığı anlaşılacaktır. Önce iki örnek verelim:

8Onun için, kötü ameli kendisine süslü gösterilen sonra da onu güzel gören kişi mi? Şüphe yok ki Allah dilediğini/ dileyeni şaşırtır, dilediğine/ dileyene de kılavuzluk eder. Onun için canın onlara karşı hasretlerle/ üzüntülerle sıkılıp gitmesin. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarını çok iyi bilir.
(Fatır/ 8)

(Benzer ayetler: En'âm/ 39, İbrahim/ 4, Nahl/ 93, Müddessir/ 31)

46Andolsun ki Biz, açıkça ortaya koyan âyetler indirdik. Ve Allah, dileyen kimseyi dosdoğru yola iletir.
(Nur/ 46)

(Benzer ayetler: Bakara/ 142, 213, 272, En'âm/ 88, Yunus/ 25, Hacc/ 16, Nur/ 35, Kasas/ 56, Fatır/ 22, Zümer/ 23, Şûra/ 13)

Görüldüğü gibi, bu ayetlerde Allah'ın kudret sıfatı öne çıkarılarak her şeye güç yetiren Allah'ın dilediğini saptırdığı, dilediğini de doğru yola ilettiği ifade edilmiştir. Ancak dikkat edilirse bu ayetler rastgeleliği değil, bir seçimi [meşieti/ iradeyi] ifade ederler.
Doğru bakılırsa, Yüce Allah'ın saptırma ve hidayete erdirmeyi rastgele dilemediği Kur’an’da açıkça görülür:

Allah'ın Hidayet Edeceği Kimseler

- Kendilerini değiştirmek isteyenler (Ra'd/ 11, Enfal/ 3)
- Müminler (Muhammed/ 46, Meryem/ 76, Hacc/ 54, Tövbe/ 124, İbrahim/ 27, Müddessir/ 31, Hucurat/ 7, 8, Bakara 26, Enfal/ 2, Nahl/ 102, Nur/ 55, Zümer/ 23, Fetih/ 4, Zariyat/ 55)
- Tağuttan kaçınanlar (Zümer/ 17, 18)
- Allah'a yönelip O'na sarılanlar (Şûra/ 13, Zümer/ 17, Ra'd/ 27, Âl-i Imran/ 101)
- Salih amelde bulunanlar (Şûra/ 23)
- Fakirlere yardım edenler (Leyl/ 5-7)
- Cihat edenler (Ankebut/ 69)
- Sözü dinleyip en güzeline uyanlar (Zümer/ 18)

Allah'ın Saptıracağı Kimseler

- Kâfirler (Mümin/ 74, Nisa/ 155, Tövbe/ 37, Nahl/ 107, Meryem/ 83, Müddessir/ 31)
- Ahirete inanmayanlar (İsra/ 45)
- Ayetlere inanmayanlar (Nahl/ 104)
- Zalimler (İbrahim/ 27, Tövbe/ 109, En'âm/ 129)
- Münafıklar (Nisa/ 82)
- Fasıklar (Saff/ 5, Bakara/ 26, Maide/ 108, Tövbe/ 80, Münafikun/ 6)
- Kalplerinde hastalık olanlar (Bakara/ 10, Tövbe/ 124, 125, Müddessir/ 31, Hacc/ 53)
- Mücrimler (Hicr/ 11-13)
-Düşünmeyenler, öğrenmeyenler (Tövbe/ 127, Rum/ 59, Yunus/ 100, A'râf/ 179)
- Dünya hayatını tercih edenler (Nahl/ 107)
- Haddi aşanlar (Mümin/ 10, 12, 28, 34, Yunus/ 74, 20, 125-127)
- Kur'an'dan yüz çevirenler (Zühruf/ 36, 37)
- Allah'ı unutanlar (Haşr/ 19)
- Cimriler (Tövbe/ 76, 77)
- Kibirliler (Mümin/ 35)
- Müstağniler (Leyl/ 8-10, Abese/ 5-7, Alak/ 6, 7)
- Zorbalar (Mümin/ 35, İbrahim/ 13, 16)
- Yalancılar (Zümer/ 3, Bakara/ 10, Tövbe/ 77, Nahl/ 36, Mümin/ 28, Leyl/ 8-10)
- Nankörler (Bakara/ 276, Hacc/ 38, Lokman/ 32, Sebe/ 17, Fatır/ 36, Kaf/ 24, İsra/ 27, Zümer/ 3)
- Şüpheciler (Mümin/ 34)

Allah Evrendeki Her Şeyin ve Her İşin Yaratıcısıdır
Kelâm ilminde “Kulların Yaptığı İşlerin Yaratılması” başlığı altında temel konulardan biri olarak ele alınmıştır. Üzerinde uzun tartışmalar yapılmış olan bu konuda Mutezile, Kaderiyye, Cebriyye, Cehmiyye, Eşariyye ve Maturidiyye gibi ekoller oluşmuş ve her mezhep kendine göre aklî ve naklî kaynaklar ileri sürmüştür. İlgilenenler, Kelâm kitapları sayfalarında yapılan bu tartışmaları “Mevkıfu’l-Beşer Tahte Sultani’l-Kader”, “Şerh-i Mevakıf”, “Şerh-i Makasıt”, “Şerh-i Akaid”, “Fıkh-ı Ekber” “Aliyyü’l-Kari Şerhi” ve “Kitabu’t-Tevhid” adlı kitaplardan detaylı olarak okuyabilirler.
Bu konunun üzerinde ihtilaf ve tartışma olmayan birinci ilkesi, bir tek olan, ortağı ve benzeri olmayan, ibadete lâyık tek yaratıcı olan Allah’ın, madde-enerji, canlı-cansız tüm varlıkların yaratıcısı olduğu gibi, bu varlıkların yaptıkları işlerin de yaratıcısı olduğudur. Bunlar ister uyumak, düşünmek, büyümek, kalp atışı gibi irade edilmeksizin [irade dışı] yapılan işler olsun, isterse iyi-kötü, güzel-çirkin, hayır-şer gibi niteliklere sahip, insanın kendi seçimiyle yapılan işler olsun, bütün fiillerin yaratıcısı Allah’tır.

95,96İbrâhîm; ‘Elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Oysaki sizi ve yaptığınız şeyleri Allah oluşturmuştur’ dedi.
(Saffat/ 95, 96)

102İşte Rabbiniz Allah! O'ndan başka ilâh yoktur. Her şeyin oluşturucusudur. Öyleyse, O'na kulluk edin. O, her şey üzerine belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayandır.
(En’âm/ 102)

16De ki: “Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” De ki: “Allah'tır.” De ki: “Allah'ın astlarından o kendi kendilerine yarar sağlamaya ve zarar vermeye gücü olmayanları yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar mı ediniyorsunuz?” De ki: “Hiç kör ile gören bir olur mu? Ya da karanlıklarla aydınlık bir olur mu?” Ya da Allah'a, O'nun gibi oluşturan birtakım ortaklar buldular da, bu oluşturma kendilerince birbirine benzer mi göründü? De ki: “Allah, her şeyin oluşturucusudur. Ve O, birdir, her şeye üstün ve kahredicidir.”
(Ra’d/ 16)

62Allah, her şeyin oluşturucusudur. O, her şeyin “belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan”ıdır.
(Zümer/ 62)

62İşte, her şeyin oluşturucusu Rabbiniz Allah budur. O'ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. O hâlde nasıl oluyor da döndürülüyorsunuz!
(Mümin/ 62)

Görüldüğü gibi, Yüce Allah, ilâhlığının olmazsa olmaz bir gereği olarak her şeyin ve her işin asıl yaratıcısıdır. Dolayısıyla dalâleti de, hidayeti de hayrı da şerri de yaratan Allah’tır. Ne var ki, dalâlet ve hidayet şeklindeki bu iki yaratılandan herhangi birini tercih eden ve o yönde davranışta bulunan ise insandır. Bu, her fiilin yaratıcısının Allah, her fiilin kasip ve failinin ise insan olduğu anlamına gelmektedir. Allah kullarına kabiliyet ve imkânlar vermiş, onların iradelerini özgür kılmıştır. Seçim yapabilecek bir ortamın olmaması hâlinde özgür iradenin bir anlamı olmayacağı için de insana dalâlet ve hidayetin birlikte bulunduğu seçim yapılabilecek bir ortam yaratarak iradesini ortaya koyma imkanı vermiştir. Yukarıda Zümer suresinin 7. ayetinde de gördüğümüz gibi, Allah kullarının kötü eylemlerde bulunmalarını istememektedir. Ancak özgür bıraktığı kulun seçimine de engel olmamaktadır. Her şeyi kendi bilgisi, kontrolü ve tasarrufunda bulunduran Allah, kullarının kendi istekleriyle de olsa dalâleti seçmelerine razı olmamakta, onlara verdiği seçme yetisini gözeterek memnun olmadığı hâlde kullarının bu tercihlerine izin vermektedir.
Kur’an’da aslında kullar tarafından işlenmiş iyi ve kötü birçok fiilin faili olarak Allah’ın görünmesi işte bu yüzdendir, yani Allah’ın kullarının işlediği fiillerin yaratıcısı olması sebebiyledir. Yoksa Allah’ın cebir uygulayarak insanı o işi yapmaya mahkûm etmesinden değildir.
Aşağıdaki ayetlere bu anlayışla bakıldığında görülecektir ki, asıl failler insanlardır:
100Allah'ın izni/ bilgisi olmaksızın, hiç kimse için iman etme yoktur. Ve Allah, kirliliği/ azabı aklını kullanmayanların üzerine bırakır.
(Yunus/ 100)

125Ve sonra, Allah, kimi doğru yola iletmek isterse, İslâm için onun göğsünü açar. Kimi de saptırmak isterse göğsünü öyle sıkar ki, o, göğe yükseliyormuş gibi olur. İşte böyle, Allah, pisliği [zarar, azap veren şeyleri] iman etmeyenlerin üzerine bırakır/ atar.
(En’âm/ 125)

53Bu, şüphesiz bir toplum, kendinde olanı değiştirinceye kadar, Allah'ın, o topluma nimet olarak bağışladığını değiştirici olmayışı ve şüphesiz Allah'ın en iyi işiten, en iyi bilen olması nedeniyledir.
(Enfal/ 53)

11Her kişi için, iki elinin arasından ve arkasından –Allah'ın işinden olarak–, onu gözetip koruyan izleyiciler vardır. Gerçekte, bir halk, kendi benliklerinde olanı değiştirmedikçe, Allah hiçbir şeyi değiştirmez. Ve Allah, bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onun geri çevrilmesi söz konusu değildir. Onlar için O'nun astlarından bir yardım eden, koruyan, yol gösteren bir yakın da yoktur.
(Rad/ 11)
14Kesinlikle onların düşündüğü gibi değil! Onların kazandıkları, kalpleri üzerine pas olmuştur.
(Muttaffifin/ 14)

88Ve onlar, “Bizim kalplerimiz kılıflıdır/ hiçbir şey işlemez” dediler. Aksine; Allah, gerçeği bilerek reddetmelerinden dolayı onları dışlamış/ rahmetinden mahrum bırakmıştır. Bundan dolayı pek azı iman eder!
(Bakara/ 88)

16Ve Biz, bir ülkeyi değişime/ yıkıma uğratmak istediğimiz zaman, onun varlık ve güç sahibi önde gelenlerine, hak yolda olmalarını, hak yolda önderlik yapmalarını emrederiz de onlar, bunun aksine, orada hak yoldan çıkarlar. Artık oranın üzerine Söz hak olur da Biz orayı kökünden darmadağın ederiz.
(İsra/ 16)
Ve A’râf/ 94-102, Yunus/ 74, En’âm/ 25, 42-46, Nahl/ 104-109, Bakara/ 93, Nisa/ 155-159, Münafikun/ 1-11, Saff/ 5 ve Tövbe/ 86,87, 93.
Yukarıdaki ayetler bize şu gerçeği anlatmaktadır: İnsanlar, kalpleri, kulakları Allah tarafından damgalandığı için kâfir olmazlar; bilakis kâfir oldukları için kalplerini, kulaklarını ilme ve uyarıya kapamak suretiyle kendi kendilerini damgalarlar. Çünkü kâfirler, kendi akıllarına çok güvendikleri için Allah’ın uyarılarını dinlemez ve peygamberi küçümserler; böyle yapmakla akıllarını da doğru kullanmamış olurlar. Yüce Allah ise insanların bu duruma kendi hür iradeleri ile düşmelerine izin verir, böylece küfür yolunu seçmiş olan bu insanların kalplerini mühürlemiş olur.
Zaten batıl inançlara dalan, kendini müstağni gören, zevk ve sefaya dalan, hevasını ilâh edinen bu tür insanlar, kalplerini, kulaklarını tıkayarak gönüllerine başka bir inancın girmesine izin vermezler. Saydığımız özellikleri nedeniyle kalplerini ve kulaklarını mühürlediklerinden, peygamberle yan yana gelseler, Kitab’ı alıp okusalar bile ayetlerden etkilenmezler. Çünkü kalpleri taşlaşmış hatta taştan daha beter bir katılık kazanmıştır. Bu gerçekleri ayrıntılı olarak şu ayetlerde görmekteyiz:

111Ve eğer Biz, şüphesiz onlara birtakım güçler indirseydik, onlara ölüler söz söyleseydi ve her şeyi karşılarına toplasaydık, –Allah'ın dilemesi dışında– yine inanmayacaklardı. Velâkin onların çoğu cahillik ediyorlar.
(En’âm/ 111)

5Ve onlar: “Bizi kendisine çağırdığın şeye karşı kalplerimiz bir örtü/ zırh içindedir, kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda da bir perde vardır. Artık sen, yapabileceğini yap, biz de gerçekten yapıyoruz” dediler.
(Fussılet/ 5)

45Kur’ân öğrenip-öğrettiğin zaman seninle âhirete inanmayanlar arasında görünmez/ gizli bir perde yaptık.
46Ve onların kalpleri üzerine, onu kavrayıp anlamalarını engelleyen kabuklar, kulaklarına da bir ağırlık yaptık. Ve sen Kur’ân'da sadece Rabbini ‘bir ve tek’ olarak andığın zaman, ‘nefretle kaçar vaziyette’ gerisin geriye giderler.
47Biz, onların seni dinlediklerinde ne için dinlediklerini, gizli konuşmalarında da o şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimselerin, “Siz, büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz” dediklerini çok iyi biliriz
(İsra/ 45-47)
31Ve şu kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden şu kimseler, “Biz kesin olarak, bu Kur’ân'a inanmayız, ondan öncekine de...” dediler. Sen şirk koşarak, küfrederek yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseleri Rableri huzurunda tutuklanmış, sözü bazısının bazısına geri çevirdiğini bir görsen! Zaafa uğratılan kimseler, büyüklük taslayan kimselere, “Eğer sizler olmasaydınız, kesinlikle bizler mü’min kimseler olurduk” diyecekler.
(Sebe/ 31)
27-29,31Yine o kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan o kimseler: “Ona Rabbinden bir alâmet/ gösterge indirilmeli değil miydi, eğer kendisiyle dağların yürütüldüğü, yerin parçalandığı veya ölülerin konuşturulduğu bir Kur’ân olsaydı…” diyorlar. De ki: “Şüphesiz Allah, dilediğini şaşırtır ve gönülden bağlanan kimseleri; inanan ve kalpleri Allah'ı anmakla zihnindeki tüm soru işaretlerini gidererek rahata kavuşmuş kişileri Kendisine kılavuzlar.” Gözünüzü açın! Kalpler, yalnız ve yalnız Allah'ı anmakla; zihnindeki tüm soru işaretlerini gidermekle rahata kavuşur. İman etmiş ve düzeltmeye yönelik işler yapmış kimseler; tuba; güzellikler, müjdeler ve güzel dönüş yeri sadece onlar içindir. Aslında emrin tümü Allah'ındır. İman edenler hâlâ anlamadılar mı ki eğer Allah dilemiş olsaydı, kesinlikle insanların tümüne kılavuzluk ederdi. İnkâr eden kimseler, Allah'ın vaadi gelinceye kadar, yaptıkları dolayısıyla ya başlarına çetin bir bela çatacak veya yurtlarının yakınına inecek. Şüphesiz Allah, verdiği sözden dönmez/ miadını şaşırmaz
(Rad/ 27-29, 31)
179Ve andolsun ki tanıdıklarınızdan-tanımadıklarınızdan birçoğunu cehennem için türetip ürettik; onların kalpleri vardır, onlarla anlamazlar. Gözleri vardır, onlarla görmezler. Kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar dört ayaklı hayvanlar gibidirler. Hatta daha da sapıktırlar. İşte onlar duyarsızların ta kendileridir.
(A’râf/ 179)
103Allah, “bahîre”den, “sâibe”den, “vasîle”den ve “hâm”dan hiç birini öngörmemiştir. Ancak kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler, Allah'a karşı yalan düzüp uyduruyorlar. Ve onların pek çoğu akıl erdirmez.
(Maide/ 103)
12Şüphesiz Allah, iman edip sâlih amellerde bulunan kimseleri, altından ırmaklar akan cennetlere girdirir. İnkâr eden kimseler ise, kazançlanırlar ve etinden, sütünden yararlanılan hayvanların yemesi gibi yerler, Ateş de onlar için bir konaklama yeridir.
(Muhammed/ 12)
10Ve andolsun ki Biz, senden önce geçmiş topluluklara da elçiler gönderdik.
11Ve onlara herhangi bir elçi gelmeye görsün, kesinlikle onunla alay ederlerdi.
13Onlar indirilen kitaba/ gönderilen elçiye inanmazlar, oysa ki evvelkiler ile ilgili yasamız/ uygulamamız geçmiştir, size bildirilmiştir.
14,15Ve Biz, onların üzerlerine gökyüzünden bir kapı açsak da onlar oradan yukarı yükselseler bile, kesinlikle “Gözlerimiz döndürüldü/ bulandırıldı. Aslında biz büyülenmiş bir topluluğuz” diyeceklerdir.
(Hicr/ 10-11, 13-15)           
146Yeryüzünde, bütün âyetleri görseler de onlara iman etmeyen, doğrunun yolunu görseler de o yolu tutup gitmeyen, eğer sapıklığın yolunu görürlerse onu yol edinen haksız yere büyüklük taslayan şu kimseleri, âyetlerimizden uzak tutacağım.” –Bu, onların âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil; duyarsız, ilgisiz olan kimseler oluşlarındandır.–
(A’râf/ 146)
Kısacası Allah, şer ve hayrı yaptıran değil yaratandır.
İlm-i İlahinin Ef’al-i  ibade  Etkisi (Allah’ın bilgisinin kulların işlerine etkisi)
Âyetlerde iman etmenin de, inkâr etmenin de insanın hür irâdesine bırakıldığı ve cennete  girmenin  de,  cehennemi  hak  etmenin de, kişinin  yaptıklarının  sonuçları olduğu açık  bir  şekilde  anlatılmaktadır.  Allah’ın,  yaptıklarımızı  önceden  bilmiş  olması, bizi, o yaptıklarımızı yapmaya zorladığı anlamında değildir. Bilakis Allah’ın bilgisindeki o mâlumat, yaptıklarımız sebebiyledir.
Allah sonsuz ilmi ile, dünyaya gelen ve gelecek insanların, iyiyi mi yoksa kötüyü mü seçeceklerini bilir. Ancak insanlar, kendilerinin ne şekilde hareket edeceklerini Allah’ın bildiği ve takdir ettiği için hareket ediyor değillerdir. İnsan hak ile bâtılı seçme durumundadır. Hakkı seçerse  cennete girecektir; Bâtılı seçerse cehenneme girecektir. Bu kararı imtihan için Allah insana bırakmıştır. İnsan sonucuna katlanmak şartıyla, seçiminde hürdür.
Kesinlikle bilinmektedir ki Allah, ilmi ile bütün zamanları, geçmişi, hâli ve geleceği aynı anda kuşatır. Bizim yapacaklarımızı, daha yapmadan evvel, ezeliyeti ile bilir.
Burada dikkat edilmesi, iyi anlaşılması gereken, “İlmin (bilginin) maluma (bilinene) tabi olduğu” gerçeğidir.

İlim; bir şeyin zihindeki şeklidir.
Malum ise; o şeyin hariçteki gerçek halidir.

Bu konuyu binlerce örnekle örneklemek mümkündür.
Bir minare, kalem, defter, insan, meyve, otomobil vs düşünelim. Zihnimizde bunları hey’etleriyle bilip duruyoruz.
Şimdi üzerinde duracağımız nokta, bu nesneler, bizim bilgimize tabi olarak mı o şekildeler, yoksa onların şeklinden mi bizde bilgi oluştu? Peki biz bir otomobili bir minare şeklinde bilseydik, otomobil minare şeklinde mi olurdu?
Bankada hesabı olanlar, bankadaki paralarının miktarını bilirler. Peki bankadaki paraların miktarı bilgiye mi bağlı, yoksa bilgi paranın miktarına mı bağlı? Kişi bankadaki parasını yanlış bilse paranın miktarı değişecek mi?

Atmosferde boşluğu bırakılan her cisim yer çekimi sebebiyle düşer. Bu bilgidir. Peki o cisim düşeceği için mi düşeceği bilinir, yoksa  düşeceği bilindiği için mi düşer?
Ateşin yaktığı herkesçe bilinir. Peki ateş yaktığı için mi herkes ateşin yaktığını öğrenmiştir. Yoksa ateş yakıcıdır diye bilindiği için mi ateş yakmaktadır.
İnsanlar yine ileriki günlerde, senelerde güneşin doğuş ve batış saatlerini, ay ve güneş tutulmalarını bilebilir ve takvimlerine yazar.
“Acaba takvimde yazıldığı için mi bu olaylar gerçekleşiyor, yani güneş o saatlerde doğuyor ve batıyor veya tutuluyor?” Yani malum olan güneşin doğup batacağı, tutulacağı saat, ilimi olan insanların bilgisine mi tabi yoksa güneşin o saatte doğup, o saatte batacağı, tutulacağı önceden hesaplanıp, tespit edildiği için mi bilinmiş ve takvimlere yazılmıştır?

Bu örnekleri, tarih, coğrafya, astronomi, atmosfer olayları, yapılmış plan ve programlar, yol, uçak, tren tarifeleri vs. gibi pratik hayattan yüzlerce, binlerce olay ile çoğaltabiliriz .

Allah’ın varlıkların ne yapacağını ezelden bilmesi ilimdir. Allah’ın bu ilmi kesinlikle “ma’lum” olan bizim fiillerimize ve yapacaklarımıza tâbidir. Yani biz yapacağımız için Allah öyle bilmiştir. Yoksa Allah öyle bildi diye biz mecburen yapmıyoruz.

Kader konusu ile ilgili akla gelen sorular
Kader değişir mi?

Yukarıdaki açıkladığımız üzere, Allah’ın yazıp da insanlara zorla uygulattığı, insanların eylemlerine yönelik “Alın yazısı” anlamında bir kader söz konusu değildir. Kaderi, “ilm-i ilahi” olarak ele alacak olursak da Allah’ın bilgisinde değişiklik; artma, eksiltme söz konusu edilemez.

Kaderi, “Allah’ın takdiri” olarak ele alırsak bunda da değişiklik söz konusu olmaz.

Mesela, Allah kişinin doğacağı, öleceği anları takdir etmişken bunların belirli sebeplerle sonradan değişmesi söz konusu olursa, bu takdirde Allah’ın ilminde bir değişiklik olmuş, Allah’ın aldığı bir karar gerçekleşmemiş, bilmediği bir şey gerçekleşmiş olur ki, bu da Allah’ın ilim, irade, tekvin sıfatlarında bir artma ve eksilmeyi netice verir; bunun ise Allah hakkında düşünülmesi bile mümkün değildir.
Evlilik kader midir?
İnsanların eş seçimi de tamamen ihtiyari; kendilerinin istek ve seçimleriyle gerçekleştirdikleri bir iştir. Kadın ve erkeğin meşru, gayri meşru cinsel ilişkisi, kendilerinin özgürce yaptıkları bir ameldir. Ama bu amele dayalı çocuğun doğması, cinsiyeti Allah’ın takdiridir. Yumurta ve sperm sayısı, cinsiyet kromozomlarının buluşması gibi olaylar, insanların iradeleri dışında gelişir. İşin bu yeni Allah’ın takdiri kapsamındadır.
Zoraki evlendirme, tecavüz, kazaya kurban gitme, planlanan bir işin sonuçsuz kalması gibi olaylar, Bakara/ 155-158. ayetlerde açıklanan belalandırma, fitnelendirme çerçevesinde düşünülmelidir.
Allah, herkesin akıbetini bildiğine göre niçin yaratıyor?
Allah, “Vacib’ul vücud”dur. Yani zorunlu ve varlığı zorunlu olan varlıktır. (Ayrıntı, Kelam ilmi kitaplarından bakılabilir)
Bu nedenle Allah'ın zorunluluktan gelen ayırıcı özellikleri vardır. Tüm esmasının, sıfatlarının  (Zati, sübuti ve selbi) tecellisi gerekir. Bu nedenle, Halik ve Fatır sıfatları olmalıdır ve olduğuna göre de yoktan yaratmalı varlardan da bir şeyler oluşturmalıdır.
Tebarektir, cömertliğinden istifade ettirmelidir. Naimdir, nimetlerinden istifade edilmelidir. Gafur olup affetmelidir, Tevvab olup, tevbeleri kabul etmelidir, Müntakim olup suçluyu yakalayıp cezalandırarak adalet sağlamalıdır. Adil olup adaletle muamele etmelidir. Muhyi (hayat veren) ise, yarattıklarına can vermeli Mümit (öldüren) ise öldürmelidir.. vs. vs. tüm sıfatları hariçte tecelli etmelidir.
Tüm bunlar Allah’ın olmazsa olmazlarıdır. İnsanların düşünmesi gereken, Allah’ın niçin yarattığı değil nasıl muamele ettiğidir.

Ecel,  kader midir, değişir mi?
Ecel de insanın kaderidir. Allah ayarlamıştır, belirlemiştir; adını koymuştur. Ecel kesinlikle değişmez; ertelenmez de öne de alınmaz. (Ayrıntı ecel yazımızdadır)

Seyyid Kutub'un Kamer/ 49 âyetiyle ilgili açıklamaları:

Her şeyi, irili-ufaklı her nesneyi, konuşabilen ve dilsiz her varlığı, hareket edebilen ve edemeyen tüm yaratıkları, geçmişte ve şimdiki zamanda var olan tüm nesneleri, bilinen ve bilinmeyen bütün yaratıkları, kısacası her şeyi belirli bir plân uyarınca yarattık.
Bu plân her yaratığın öz varlığını, niteliklerini, miktarını, zamanını, yerini, çevresini kuşatan varlıklar ile arasındaki ilişkileri ve evrenin yapısı üzerindeki etkisini belirler, sınırlandırır.
Bu kısacık âyet son derece geniş kapsamlı, görkemli ve büyük bir gerçeğe parmak basar. Bütün evren bu gerçeğin somut kanıtı niteliğindedir. Şu evren bütünü ile yüz yüze gelen, onunla iletişim kuran, ondan etkilenen, varlık bütününün uyumlu ve koordineli bir parçası olduğunun bilincinde olan kalp, bu gerçeği ana çizgisi ile kavramakta gecikmez. Evrendeki her şey bu mutlak uyumu gerçekleştiren bir plâna bağlıdır. Bu evren bütünü ile yüz yüze gelen her kalp, bu kapsamlı plânın gölgesinin ana çizgilerinin damgasını üzerinde taşır.
Sonra bilimsel gözleme, deneye ve araştırmaya başvurulur. Bu yöntemler aracılığı ile ve insan aklının kapasitesi oranında bu gerçek kavranmaya, bu yolla bilinebileceği kadar anlaşılmaya çalışılır. Bu gerçeğin daima büyük bölümü ve daha eksiksiz algısı bilimsel yöntemlerle kazanılabilen bölümünün ötesinde kalacaktır. O kalan bölümü insan sıfatı sezgi yolu ile algılar ve evrenin âhenkli korosunun etkisi bu gerçeği özümler. Çünkü insan fıtratının kendisi de her zerresi bir plâna göre yaratılmış olan şu evren bütününün ayrılmaz bir parçasıdır.
Modern bilim bu gerçeğin bazı yönlerini keşfetmiş, elindeki yöntemler aracılığı ile kavranabileceği kadarını kavramıştır. Bu arada gezegenlerin, yıldızların hacimlerini, kütlelerini, aralarındaki uzaklıkları ve karşılıklı çekim güçlerini belirleyebilmiştir. Bu sayede bilginler henüz görmedikleri yıldızların yerlerini doğru olarak tesbit edebilmişlerdir. Çünkü evrene egemen olan uyum prensibi söz konusu yıldızın bilginlerce saptanan yerde olması gerekiyor. Sonradan o yıldızın gerçekten hesap yolu ile saptadıkları yerde olduğunu görmüşlerdir. Bu uyumluluk prensibi bilim adamlarının gözledikleri yıldızların hareketlerine ilişkin belirli verileri açıklamakta ve sonra da onların varsayımlarının doğru olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu varsayımların doğruluklarının meydana çıkması gök cisimlerinin uzay boşluğuna son derece ölçülü ve plânlanmış oranlara dayalı olarak dağılmış olduklarını gösterir. Bu oranların zaman içinde ne değişmeleri ve ne de bozulmaları söz konusudur.
Öte yandan modern bilim, üzerinde yaşadığımız şu yer kürede egemen olan uyumu, yüce Allah'ın plânı uyarınca bu gezegeni belirli bir “hayat” türüne elverişli kılan şartlar arasındaki âhengi de keşfetmiştir. Öyle ki, bu şartlar arasındaki oranlardan herhangi birinin bozulduğunu farz edelim; o takdirde ya hayat tümü ile sona erer ya da daha baştan ortaya çıkması mümkün olmaz. Şu yer yuvarlağının hacmini, kütlesini, güneş'ten uzaklığını, güneş'in ısı derecesini, dünya ile ekseni arasındaki eğimin açısal değerini, dünya'nın kendi çevresindeki ve güneş etrafındaki dönüş hızını; ay'ın dünya'dan uzaklığını, hacmini, kütlesini, dünya üzerindeki denizlerin ve karaların dağılımını bir arada düşünelim. Bunlara burada sayılmayan binlerce olguyu ekleyelim. Bütün bu olgular ve şartlar arasında ince bir duyarlılıkla planlanmış ölçüler ve oranlar vardır. Eğer bu oranlardan bir teki bile bozulsa bütün dengeler alt-üst olur ve bu dengesizlik, yeryüzünde süren “hayat” olayının sona ermesini kaçınılmaz kılar.
Yine modern bilim, hayatı düzenleyen çok sayıdaki faktörler arasında, canlılarla onları kuşatan şartlar arasında ve bu şartların kendileri arasında var olan uyumu da keşfetmiştir. Öyle ki, bu bilgiler, insanoğluna yukarıdaki kısa âyetin vurguladığı büyük ve derin gerçeği bir ölçüde kavrama imkânı sağlamıştır.
Bu bulgulardan öğrendiğimize göre gerek doğal ortamda ve gerekse canlıların yapısında hayatı ve var olmayı sağlayan faktörleri ile ölüme ve yok olmaya yol açan faktörler arasında sürekli korunan bir denge vardır. Bu denge hayatın doğuşunu, varlığını ve devamını sağlayacak oranda korunur. Fakat canlılık olayının herhangi bir zaman dilimindeki canlıların çoğalma ve beslenme şartlarının sınırlarını aşacak derecede yayılmasına da meydan verilmez, yani canlılığın yayılması bu sınırda durdurulur.
Canlılar arasındaki bu duyarlı dengeye burada kısaca değinmemizin faydalı olacağını sanıyorum. Bilindiği gibi daha önceki birkaç sûreyi açıklarken evrenin yapısına ve yeryüzündeki hayat şartlarına egemen olan uyumu, dengeyi oldukça ayrıntılı biçimde irdelemiştik. (Bu konuda geniş bilgi için Furkân sûresi'ne ilişkin açıklamalarımıza başvurulabilir.)
Küçük kuşları yiyerek beslenen yırtıcı kuşların sayısı azdır. Çünkü bu kuşlar az yumurtlarlar ve az kuluçkaya yatarlar. Üstelik dünyanın sadece belirli bölgelerinde yaşarlar. Buna karşılık uzun zaman yaşarlar. Eğer yırtıcı kuşlar uzun ömürleri yanında bir de çok yumurtlayabilseler ve dünyanın her yöresinde yaşayabilseler küçük kuşların ya soylarını kuruturlar ya da sayılarını büyük oranda azaltırlardı. Küçük kuşların sayıca çok olmaları ve sık sık yumurtlamaları bu sonucu önlemeye yetmezdi. Oysa küçük kuşların şu yeryüzünde başta yırtıcı kuşlara yem olmak, insanların beslenmesine katkıda bulunmak gibi daha birçok fonksiyonları vardır. Nitekim bir şair bu gerçeği şöyle dile getirir:
Küçük kuşların yavrusu çok olur.
Buna karşılık ana şahin tek tek yumurtlar.
Daha önce belirttiğimiz gibi bu olgu, yüce Allah tarafından plânlanmış bir hikmetin sonucudur. Amaç yırtıcı kuşlar ile küçük kuşlar arasında yaşama faktörleri ile yok olma faktörleri bakımından denge kurmaktır.
Karasinek milyonlarca yumurta yapar. Fakat bu yumurtalardan çıkan sinek yavruları iki haftadan fazla yaşamazlar. Eğer bu yüksek yumurtlama oranı yanında birkaç yıl yaşasalardı yeryüzünün her yanını karasinekler kaplar ve başta insan olmak üzere birçok canlının dünyada yaşaması imkânsız olurdu. Fakat şu evreni plânlayıp yöneten güçlü “el”in işlettiği şaşmaz denge mekanizması üreme çokluğu ile ömür kısalığı arasında denge kurmuş ve bunun sonucu olarak gördüğümüz düzen meydana gelmiştir.
Sayıca en kalabalık, en hızlı biçimde çoğalan ve en saldırgan varlıklar olan mikroplar, aynı zamanda en dayanıksız ve en kısa ömürlü canlılardır. Soğuğun, sıcaklığın, ışığın, asitlerin, kan salgılarının ve başka birçok faktörün etkisi ile milyarlarcası ölür. Sadece çok az sayıdaki hayvana ve insana karşı üstünlük sağlayabilirler. Eğer çok dayanıklı ve uzun ömürlü olsalardı hayatı ve tüm canlıları yok ederlerdi.
Bütün canlı türleri kendilerini düşmanlarına karşı koruyan ve yok olmalarını önleyen silahlarla donatılmışlardır. Bu silahlar çeşitli türde ve birbirinden farklıdır. Söz gelimi sayı çokluğu bir silah olduğu gibi, güçlü vücut yapısı bir başka silahtır. Bu ikisi arasında türlü türlü, çeşit çeşit silahlar vardır.
Küçük yılanlar zehir ya da düşmanlarından hızla kaçabilme silahları ile donatılmışlardır. Büyük yılanlar ise kas gücü silahı ile donatılmışlardır. Bu yüzden pek az türleri zehirlidir.
Korunma bakımından pek beceriksiz bir canlı türü olan domuz böceği kötü koku yayan, yakıcı bir madde ile donatılmıştır. Kendisine dokunan her canlıya bu maddeyi salgılayarak düşmanlarından korunur.
Ceylanlar hızlı koşma ve çok yükseğe sıçrayabilme silahı ile donatılmışken, aslanlar pazu gücü ve düşmanlarını parçalayabilme yeteneği ile donatılmışlardır. Kısacası küçük-büyük her canlının düşmanlarına karşı ayrı bir koruyucu silahı vardır.
Dişi yumurtacık erkek sperması tarafından döllendikten sonra rahmin çeperine yapışır. Bu döllenmiş yumurtacık son derece oburdur. Çevresindeki çeperi aşındırarak orada emmesine ve gelişmesine elverişli bir kan gölü oluşturur. Cenini annesine bağlayan ve doğuma kadar beslenme kanalı görevi yapan göbek bağının boyu gerçekleştirdiği amacın gereklerine uygun miktarda yaratılmıştır. Yani, bu bağ, taşıdığı besinin ne yolda ekşimesine yol açacak kadar uzundur ve ne de bu besinin hızla akarak cenini rahatsız etmesine sebep olabilecek kadar kısadır.
Gebeliğin sonunda ve doğumun başlangıç aşamasında ana memesi sarıya çalan beyazlıkta bir sıvı salgılar. Yüce Allah'ın şaşırtıcı sanatının bir eseri olarak bu sıvı yeni doğan yavruyu hastalıklara karşı koruyan erimiş kimyasal maddelerden oluşmuştur. Doğumun ikinci gününde memede süt oluşmaya başlar. Yine yüce Allah'ın eşsiz plânı uyarınca ana memesinden akan sütün miktarı günden güne çoğalarak bir yılın sonunda iki buçuk litreye ulaşır. Oysa doğumun ilk günlerinde bu sütün miktarı birkaç yüz gramı geçmez. Ana sütündeki mucize sadece süt miktarının çocuğun büyümesine paralel biçimde artması ile sınırlı kalmaz. Ayrıca sütün bileşimine giren maddelerin cinsi ve oranı da zamanla değişir. Ana sütü, doğumu izleyen ilk günlerde çok az oranda nişasta ve şeker içeren su ağırlıklı bir sıvı iken zamanla koyulaşır; içindeki nişasta, şeker ve yağ oranı artar. Bu gelişme çocuğun dokularının ve sistemlerinin sürekli gelişimine ayak uyduracak tempoda günden güne gerçekleşir.
Eğer insan organizmasını oluşturan çeşitli sistemleri, bu sistemlerin görevlerini, çalışma tarzlarını, organizmanın yaşamasına ve sağlıklı olmasına ilişkin fonksiyonlarını incelersek, nasıl dikkatle plânlandıklarını ve ne kadar ölçülü bir tasarlamaya dayandıklarını hayretle görür, yüce Allah'ın güçlü eli ile her canlı organizmayı, her organı, hatta her hücreyi yönettiğini, gözetimi ve denetimi altında bulundurduğunu belirleriz. Burada bu şaşırtıcı mekanizmaların hepsinin nasıl çalıştıklarını ayrıntılı biçimde anlatamayız. Bu sistemlerden sadece birindeki iç salgı bezleri sistemindeki son derece hassas plânlamaya kısaca değinmekle yetinelim. Bu bezlerin her biri birer küçük kimya ürünleri fabrikasıdır. Organizmaya gerekli kimyasal bileşimleri sağlarlar. Salgıladıkları kimyasal bileşimler o kadar etkili, o kadar güçlüdür ki, yüz milyonda birlik dozajı bile insan vücudunda son derece önemli etkiler meydana getirir. Bu bezler her birinin salgısı, diğerinin salgısının etkisini tamamlayacak düzende çalışırlar. Bu salgılar hakkında bütün bildiğimiz onların son derece karmaşık bileşikler olduğu, dozajlarında meydana gelebilecek herhangi kısa süreli bir oran değişikliğinin organizmanın yapısında tehlike derecesine varan bir yıkıma yol açacağıdır.
Öte yandan hayvan organizmasının sistemleri, bu hayvanın türüne, yaşadığı çevreye ve yaşama şartlarına bağlı olarak değişmekte, farklılık göstermektedir. Aslanların, kaplanların, kurtların, sırtlanların ve çölde yaşadıkları için ancak avladıkları öbür hayvanların etleri ile beslenebilen bütün yırtıcı hayvanların ağızları kesici dişlerle ve sert azı dişleri ile donatılmıştır. Bunlar avlarına saldırdıklarında kas gücünden yararlanacakları için bacak kasları güçlüdür. Ayrıca bu bacakların uçlarında keskin tırnaklar ve pençeler vardır. Bu hayvanların mideleri de etleri ve kemikleri sindirebilen asitler ve enzimler salgılar.
Buna karşılık geviş getiren, çayırlarda otlayarak beslenen evcil hayvanların organik sistemleri farklı donanımdadır:
Bu hayvanların sindirim sistemleri yaşadıkları çevrenin şartlarına uyacak biçimde tasarlanmıştır. Bu hayvanların ağızları oldukça geniştir. Azı ve köpek dişleri sert yapılı ve güçlü değildir. Buna karşılık ağızları parçalayıcı, keskin dişlerle donatılmıştır. Bu sayede otları ve bitkileri çabuk yerler ve bir kerede yutarlar. Böylece yaratılış amaçları olan hisleri insana sunma imkânına kavuşurlar. Yüce Allah bu sınıfa giren hayvanların sistemlerini son derece şaşırtıcı nitelikte yaratmıştır: Bu hayvanların acele ile yuttukları otlar ve bitkiler önce “işkembe”ye iner. Burası besin deposu görevini görür. Gündelik çalışma bitip de hayvan istirahata geçince işkembede depolanan besinler midenin “börkenek” adlı gözüne iner, sonra da tekrar ağzına çıkar. Hayvan bu yutulmuş besinleri ikinci kez iyice çiğnedikten sonra midesinin üçüncü gözü olan “kırkbayır”a gönderir, besinler oradan da midenin dördüncü gözü olan “şirden”e iner.
Bu uzun sindirim işleminin amacı bu tür hayvanları korumaktır. Çünkü bunlar çayırda otladıkları sırada çoğu kere yırtıcı hayvanların saldırısına uğrama tehlikesi ile karşı karşıyadırlar. Bu yüzden bir an önce besinlerini elde edip hızla güvenli istirahat yerlerine çekilmek zorundadırlar.
Bilim diyor ki; geviş getirme işlemi bu tür hayvanlar için zaruri, hatta hayatîdir. Çünkü otlar, selüloz zarı ile kaplı hücrelerden oluştuklarından dolayı sindirilmeleri zor bitkilerdir. Hayvan bu bitkileri sindirebilmek için oldukça uzun bir zamana muhtaçtır. Eğer geviş getirmese ve midesinde acele ile yuttuğu besinleri depo etmeye yarayacak “işkembe” denen göz olmasaydı, hayvan otlarken uzun zaman harcamak zorunda kalacaktı, bu zaman bir tam güne yakın olacak, fakat buna rağmen yeteri besini sağlayamayacaktı, üstelik çiğneyip yutma işlemleri sırasında kasları çok yorulacaktı. Oysa geviş getirme işlemi sayesinde acele ile ağzına aldığı besinleri “işkembe”sinde depoluyor, bu besinler orada biraz mayalanıp yumuşadıktan sonra hayvan tarafından tekrar ağza çıkarılarak çiğneniyor, öğütülüyor ve arkasından yutuluyor. Böylece hayvan kolayca otlamış, besinini almış ve aldığı besini sindirmiş oluyor. Bütün bu kolaylıkları tasarlayan Allah ne kadar yücedir.
Baykuş ve delice kuşu gibi yırtıcı kuşların gagaları, etleri parçalamaya yarasınlar diye çengel gibi kıvrık ve keskindir. Buna karşılık kazların ve ördeklerin gagaları geniş ve kepçe gibi yayvandır. Bu biçimleri ile çamurlar arasında ve sular içinde besin aramaya elverişli olmaktadırlar. Gagaların iki yanında sazları ve otları kesmeye yarayan testere gibi küçük dişler vardır.
Tavukların, güvercinlerin ve yerden tane toplayarak beslenen diğer kuşların gagaları ise tane toplamaya yarayacak biçimde kısa ve küttür. Oysa meselâ martının gagası oldukça uzundur. Gaganın alt kısmında ise balıkçı ağını andıran bir torba sarkar. Çünkü martının temel besini balıktır.
Hüdhüd ve çavuş kuşlarının gagaları ise birazcık uzun ve küttür. Bu biçimleri ile çoğunlukla yeraltında yaşayan böcekleri ve kurtçukları aramaya elverişlidirler. Bilim adamlarının dediklerine göre eğer insan bir kuşun gagasına şöyle bir bakarsa hangi tür besin ile beslendiğini tesbit edebilir.
Kuşların sindirim sisteminin geriye kalan bölümü de son derece hayret verici bir yapıdadır. Dişleri olmadığı için besinlerini sindirsinler diye “kursak”la ve “taşlık”la donatılmışlardır. Kuşlar, “taşlık”larındaki besinleri sindirmelerine yardımcı öğeler olsunlar diye çakıl taşları ve sert maddeler yutarlar.
Eğer bütün hayvan cinslerini ve türlerini bu şekilde incelersek işimiz uzar ve bu tefsir kitabının yönteminden ayrılmış oluruz. O yüzden adımlarımızı hızlandırarak tek hücreli bir canlı olan “amip”in yanına varalım. Varalım da yüce Allah'ın bu hayvancığa yönelik elini, üzerine dönük gözetimini ve hayatını düzenleyen duyarlı plânını büyüteç altına alalım:
Amip, minik gövdeli bir canlıdır. Göl kenarlarında ve bataklıklarda ya da akar suların taşıdığı taşlar üzerinde yaşar. Gözleri yoktur, “göz lekeleri” aracılığı ile görür. Kütlesi amarftur, yani ortamın şartlarına ve ihtiyaca göre biçim değiştirir. Hareket edince vücudundan bazı çıkıntılar uzar. Bu çıkıntıları ayak gibi kullanarak istediği yere doğru gider. Bu yüzden bu çıkıntılara “yalancı ayaklar” adı verilir. Besinini bulduğu zaman onu bu çıkıntıların biri ya da ikisi ile yakalar, üzerine sindirimi sağlayıcı bir salgı akıttıktan sonra besinin yararlı öğelerini emer, yararsız artıklarını vücudunun dışına atar. Bu minik canlı sudan aldığı oksijeni kullanır ve bütün vücudu ile solunumunu yapar.
Düşünelim ki, gözle görülmeyecek kadar küçücük olan bu minik canlı yaşıyor, hareket ediyor, besleniyor, solunum yapıyor ve besin artıklarını dışarıya atıyor. Gelişmesini tamamlayınca ikiye bölünüyor ve her iki bölümü de ayrı birer canlı oluyor.
Bitkilerin acayip yönleri insanlarda, hayvanlarda ve kuşlarda gördüğümüz acayipliklerden daha az şaşırtıcı, daha az hayranlık uyandırıcı değildir. Onlarda görülen ince ölçülü plân, diğer canlılardaki plândan daha az dikkat çekici ve daha az göze batıcı değildir. Kısacası, O herşeyi yaratmış ve bir ön tasarıya göre düzenlemiştir. (Furkân/2)
Şunu hemen belirtelim ki, bu plânlama ve tasarlama konusu anlattıklarımızdan daha önemli ve daha geniş kapsamlıdır. Şu evrenin küçük-büyük bütün hareketleri, bütün gelişmeleri, bütün akımları belirli bir plâna ve ön-tasarıya bağlıdır. Tarihteki her olayın, insan vicdanındaki her duygusal reaksiyonun ve yine insanın verdiği her nefesin bu belirli plânda ve ön-tasarıda yeri vardır. Şu verdiğimiz soluğun zamanı, yeri, şartları tümü ile plânlanmıştır. Bu nefes tıpkı büyük ve önemli olaylar gibi varlık düzeni ile ve evrenin genel hareketi ile ilişkilidir, evrensel uyum açısından hesaba katılmıştır.
Şu çöl ortasında yetişen ve tek başına duran ağaca bakalım. O da bu belirli plâna bağlı olarak orada duruyor ve yerden çıktığı andan beri varlık bütünü ile irtibatlı bir fonksiyonu yerine getiriyor. Şu yerde sürünen minik karınca, şu havada uçan kuş, şu suda yüzen tek hücreli canlı, plâna ve ön-tasarıya bağlılık açısından tıpkı büyük gezegen sistemleri ve iri gök cisimleri gibidirler.
Her şey zaman bakımından, yer bakımından, miktar bakımından, biçim bakımından plâna bağlıdır; bütün şartlar ve durumlar arasında uyum vardır. Meselâ Hz. Ya‘kûb'un, Hz. Yûsuf'un ve Bünyamin'in anası olan ikinci bir kadınla evlenmesi olayını düşünelim. Bu olay, ilk plânda sanıldığı gibi, kişisel ve bireysel bir olay değildi. Bir plâna bağlı olarak meydana gelmişti. Bu plânın aşamaları şöyle gelişecekti. Hz. Yûsuf'un kardeşleri kendisini kıskanacaklar, o'nu götürüp kuyuya atacaklar, fakat öldürmeyecekler, yoldan geçen bir kafile o'nu kuyudan çıkarıp Mısır'a götürüp satacak. Böylece Hz. Yûsuf başvezirin sarayında büyüyecek, başvezirin eşi o'nunla yatağını paylaşmak isteyecek, o bu baştan çıkarma girişimine pabuç bırakmayacak, zindana atılacak. Niçin? Orada kralın adamları ile tanışacak, onların rüyalarını yorumlayacak. Niçin? Öyle bir noktaya varılacak ki, bu soruya cevap verilemeyecek. Bazıları ısrarla soracaklar: Niçin? Ya Rabbi, niçin Hz. Yûsuf ızdırap çekiyor? Niçin bu peygamber, çektiği acıların etkisi ile gözlerini kaybediyor? Niçin masum Yûsuf bunca acıya katlanıyor? Niçin? Çeyrek yüzyıllık ızdırabın sonunda bu sorulara ilk cevap geliyor: Çünkü ilâhî plân, Hz. Yûsuf'u yedi kıtlık yılında Mısır halkının ve Mısır çevresindeki halkların beslenme sorumluluğunu üstlenmek üzere hazırlıyordu. Sonra niçin? Hz. Yûsuf ana-babasını ve kardeşlerini yanına alsın diye. Çünkü bu ailenin soyundan İsrâîloğulları türeyecek; Firavun, İsrâîloğulları'na baskı yapacak, sonra onların içinden Hz. Mûsâ çıkacak. Onun hayatında yine ilâhî plâna bağlı birçok gelişmeler olacak; arkasından günümüz dünyasının içinde yaşadığı, tüm dünya insanlarının hayat akışını etkileyen birçok olaylar, gelişmeler ve akımlar meydana gelecek.
Yine meselâ Hz. Ya‘kûb'un atası, Hz. İbrâhîm'in Mısırlı bir kadın olan Hacer ile evlenmesini düşünelim. Bu olay da ilk plânda sanıldığı gibi kişisel ve bireysel bir olay değildi. Tersine gerek bu olay ve gerekse Hz. İbrâhîm'in başından geçen diğer bazı olaylar o'nun ana yurdu olan Irak'tan ayrılarak Mısır'a gitmesine yol açtı. Orada Hacer ile evlendi. Bu eşinden oğlu İsmâîl dünyaya geldi. İsmâîl ve anası bugün Kâbe'nin bulunduğu yöreye yerleşti. Sonunda Hz. İbrâhîm'in soyundan bu yarımadada Hz. Muhammed dünyaya geldi. Bu yarımada İslâm'ın doğuşu için en elverişli ortam olarak belirdi. Tüm bunların sonunda bütün insanlık tarihinin en büyük olayı meydana geldi.
Her olayda, her başlangıçta, her sonda, her noktanın arkasında, her adımda, her değişiklikte, her yenilikte ipin uzak ucunun arkasında yüce Allah'ın plânı vardır. Yüce Allah'ın geçerli, geniş kapsamlı, ölçülü, duyarlı ve derin plânı.
İnsanlar bazan bu ipin yakın ucunu görürler, uzak ucunu göremezler. Bazan olayın başlangıç noktası ile sonucu arasındaki zaman insanların kısa ömürlerini aşar. Bu yüzden olayın plâna bağlı hikmetini göremezler. Bundan dolayı sabırsızlanırlar, “Şöyle olmalı, böyle olmalı” diye öneriler ileri sürerler. Kimi zaman da öfkeye kapılırlar, ileri-geri konuşurlar.
Oysa Yüce Allah bu Kur’ân'da insanlara öğretiyor ki, her şey ana plâna bağlıdır, insanlar her işi, tüm işlerin sahibine bırakmalıdırlar. Arkasından huzur ve güven için yüce Allah'ın plânı ile uyumlu ve ahenkli adımlarla yollarına devam etmelidirler. Bu plânın eşliğinde ve yoldaşlığında sağlam, güvenli ve sarsılmaz adımlar atmalıdırlar.
Yüce Allah, bu koca evrendeki her varlık biriminin hacmini, biçimini, fonksiyonunu, işini, zamanını, yerini, diğer varlıklarla uyumlu ilişkisini düzenlemiştir.
Gerek evrenin kendisinin ve gerekse evrende yer alan tüm varlıkların bileşimleri; insanı gerçekten hayrete düşürür, “rastlantı” düşüncesini kökünden çürütür. İnsanoğlunun bilgisi geliştikçe, evrenin yasalarına, işleyişine ve varlık birimlerine egemen olan uyumun yeni örneklerini keşfettikçe bu çarpıcı âyetin anlamını daha iyi anlıyor, onun kapsamını kavramaya çalışanın ufku biraz daha genişliyor. Tekrarlayalım: O her şeyi yaratmış ve bir ön tasarıya göre düzenlemiştir.
Bakın New York Bilimler Akademisi'nin eski başkanlarından A. Cressy Morrison İnsan Yalnız Değildir adlı eserinde ne diyor?
“İnsanı dehşete düşüren bir başka nokta, tabiatın bu günkü biçimde düzenlenmiş olması, bu düzenin bu kadar üstün bir inceliğe ermiş olmasıdır. Meselâ yer kabuğu şimdikinden bir kaç metre daha kalın olsaydı, karbondioksit'in oksijen atomlarından birini emecek, bunun sonucunda bitkilerin yaşaması mümkün olmayacaktı.
Eğer atmosfer, şimdikinden daha kalın olsaydı, atmosfer dışında yanan milyonlarca meteor, yerkürenin değişik yerlerine çarpacaktı. Bu meteorlar 6 mil ile 40 mil arasında değişen bir hızla düşerler. Bu durumda yanabilen her şeyi tutuşturabilirlerdi. Eğer bu meteorlar kurşun hızı ile düşseler yere çakılırlar ve bundan korkunç sonuçlar doğardı. Eğer kurşun hızından doksan kat daha hızla düşen bir meteor parçası insana çarparak geçse sadece ısı etkisi ile onu paramparça ederdi.
Atmosfer, gerektiği kadar kalındır. Bu ölçülü kalınlık, bitkilerin muhtaç oldukları kimyasal etkili ışınları sızdırmaya elverişlidir. Ayrıca mikropları öldürür ve besinlerin gelişmesine imkân verir. Üstelik eğer insan gereğinden daha uzun bir süre güneşte kalmazsa bu ışınlardan zarar görmez. Uzun yüzyıllardan beri yeryüzü, çoğu zehirli olan gazlar yaydığı hâlde hava kirlenmiyor, temiz kalabiliyor, insanın yaşaması için gerekli olan dengeli oranını koruyabiliyor. Bu büyük dengeyi yer kabuğunu saran su kütleleri, okyanuslar sağlıyor. Hayat, besin maddeleri, yağmurlar, yaşamaya uygun iklim, bitkiler ve son olarak insanın kendisi varlıklarını bu su kitlesine borçludurlar.”
Yazar, kitabının bir başka bölümünde şöyle diyor:
“Eğer havadaki oksijenin oranı şimdiki gibi % 21 değil de % 50, ya da daha yüksek olsaydı, dünyadaki bütün yanabilen maddeler her an tutuşabilirlerdi. O zaman çakan şimşekten çıkan ilk kıvılcım bir ağaca çarpsa bütün bir ormanı küle çevirirdi. Buna karşılık eğer havadaki oksijenin oranı % 10'a, ya da daha aşağıya düşse belki hayat, uzun yüzyıllar içinde kendini bu şartlara adapte ederdi, ama bu durumda şimdi insanın varlığına alıştığı uygarlık imkânlarının bir çoğundan, meselâ ateşten yoksun olurduk.”
Yazar, adı geçen eserinin üçüncü bölümünde ise şöyle diyor:
“Tabiatta ne hayret verici bir denge, bir denetim mekanizması vardır. Bu denge sert kabuklu hayvanların döneminden beri herhangi bir hayvan türünün dünyaya egemen olmasına meydan vermemiştir. Hiç bir hayvan türü ne kadar yırtıcı, ne kadar iri gövdeli ve ne kadar kurnaz olursa olsun dünyayı ele geçirememiştir. Yalnız insan bitkilerin ve hayvanların yaşama alanlarını değiştirerek bu doğal dengeyi bozmuştur. Fakat çok geçmeden hayvan, böcek ve bitki kaynaklı çeşitli afetlere uğrayarak bu yanlış uygulamanın ağır cezasını çekmiştir.”
Şimdi anlatacağımız olay, bu kuralların insan varlığı açısından ne kadar önemli olduklarının canlı örneğidir:
Birkaç yıl önce Avustralya'da erozyonu önleme amacı ile başka yerden getirtilen kaktüs türünde bir bitki geliştirildi. Fakat bu bitki türü o kadar hızlı bir şekilde yayıldı ki çok geçmeden tüm İngiltere'nin yüzölçümüne eş bir alanı kapladı. Şehirlilerin de, köylülerin de hayatlarını zorlaştırmaya başladı, ekinleri yok etti, tarıma darbe indirdi. Ama Avustralyalılar yine de bu bitkinin hızlı yayılışını önleyecek bir çare bulamadılar. Tüm Avustralya hiç bir engel tanımadan yayılışını sürdüren, bu yabancı kaynaklı başıboş bitki ordusunun istilâsına uğrama tehlikesi ile karşı karşıya kaldı.
Bunun üzerine böcek uzmanları dünyanın çeşitli yerlerinde yaptıkları araştırmalar sonunda sadece bu kaktüs bitkisi üzerinde yaşayan, sırf onun yapraklarını yiyerek beslenen bir böcek buldular. Bu böcek hızlı ürüyordu. Aynı zamanda Avustralya'da, düşmanı olan bir başka böcek türü yoktu. Bu yüzden çok geçmeden söz konusu kaktüs türü bitkinin yayılmasını durdurdu. Arkasından kendi üremesi de yavaşladı. Günün birinde söz konusu kaktüs türü bitkinin, sürekli yayılışını önlemeye yetecek kadar az bir nesli kaldı.
Görüldüğü gibi tabiatta her zaman kurallar ve dengeler egemendir ve dengeler her zaman faydalıdır.
Sıtma hastalığının taşıyıcısı olan sivrisinek neden bütün dünyaya yayılmayı başaramadı? Oysa atalarımız ya onun aşıladığı hastalıktan ölüyor, ya da aşıladığı mikroba karşı bağışıklık kazanıyorlardı. Aynı soruyu sarı hummayı yayan sinek için sorabiliriz. Oysa bu sinek bir zamanlar o kadar kuzeye doğru ilerledi ki, bir mevsimde New York şehrine kadar sokulabilmişti. Soğuk bölgelerde sık rastlanan sinek türleri için de aynı sözü söyleyebiliriz. Niçin gece sineği asıl yurdu olan sıcak bölgeler dışında yaşayacak biçimde gelişerek insan türünü kökünden yok edebilecek bir etkinlik düzeyine erememiştir? Düne kadar insan koleranın, vebanın ve daha birçok öldürücü mikrobun karşısında herhangi bir koruyucu önlemden yoksundu. Koruyucu aşılardan tamamen habersiz bir câhillik dönemi yaşıyordu. Bütün bunları hatırladığı takdirde bu aleyhte faktörlere rağmen insan soyunun varlığının devam etmesinin gerçekten hayret verici bir olgu olduğunu anlamakta gecikmez.
Böceklerin, insanlar gibi akciğerleri yoktur. Solunumlarını borucuklar aracılığı ile gerçekleştirirler. Fakat böcekler gelişip vücutları irileşince söz konusu borucuklar irileşen vücutları oranındaki oksijen akışını sağlayamazlar. Bu yüzden tabiatta bir kaç santimden uzun böcek türüne rastlanmaz. Böceklerin kanatları da fazla uzamaz. İşte böceklerin organik yapılarının bu özellikleri ve solunum yollarının sınırlı fonksiyonu yüzünden iri gövdeli bir böcek türünün varlığı mümkün değildir. Bu sınırlı gelişmişlik düzeyi tüm böcek türlerini frenlemiş; onlara dünyaya egemen olma imkânı vermemiştir. Eğer bu doğal engel olmasaydı, yeryüzünde insan soyu var olamazdı. Arslan kadar iri bir eşek arısı ile ya da o kadar kocaman bir örümcek ile normal bir insanın karşılaştığını düşününüz. Acaba o insanın hâli nice olur?
Bunlar dışında hayvan fizyolojisinde öyle müthiş, öyle şaşırtıcı düzenlemeler var ki, pek az insan bunların farkındadır. Ama eğer bu düzenlemeler olmasaydı, hiç bir hayvan, hatta hiç bir bitki varlığını sürdüremezdi.
Görülüyor ki, insan bilgisi gün geçtikçe yüce Allah'ın yaratıklarına ilişkin tasarlayıcılığının hayret verici yeni bir belirtisini, evrene ilişkin ince bir düzenlemesini keşfediyor; böylece O'nun sevgili “kul”una indirdiği Kur’ân'da yer alan, O her şeyi yaratmış ve bir ön-tasarıya göre düzenlemiştir şeklindeki buyruğunun her gün yeni bir anlamını kavramaktadır.[2]

YAĞMURDAKİ ÖLÇÜ
O, gökten ölçüye bağlı olarak su indirmiştir. Onunla ölü bir bölgeyi canlandırdık. İşte siz de böyle çıkarılırsınız. (43:11)
Yağmur, Allah’ın insanlara en büyük hediyelerinden biridir. Allah yukarıdaki ayette yağmurun bir matematiği olduğunu, yağmurun rastgele değil, belli ölçülere bağlı olarak yağdığını anlatmaktadır. Yeryüzümüzde su; sıvı, gaz, katı halleri arasında mükemmel bir çevrim ile halden hale girmektedir. Bu çevrim sırasında su, çok harika bir şekilde enerji dengeleyici olarak iş gördüğü gibi tüm canlıların temel ihtiyacını da karşılamaktadır.
Beş yüz yıl önce yağmurla ilgilenen bir bilim adamına, “yağmurda ölçü var mı, yağmurun sayılarla ifade edilecek bir yönü var mı?” diye sorsaydınız hiçbir cevap alamazdınız. O dönemin insanları, Dünya’nın her yanında oluşan meteorolojik olaylardan haberdar olmadıkları için yeryüzüne düşen yağmur miktarı hakkında bir şey söylemeleri mümkün değildi. Oysa Kuran, 1400 yıl önceden yağmurun ölçüye bağlandığını haber vermektedir. Son yüzyılda yapılan araştırmalarla yağmurun nasıl yağdığı, Dünya’daki suyun çevrim özellikleri iyice anlaşıldı. Keşfedilen gerçeklerden biri de Dünya’ya her sene aynı miktarda suyun yağmur olarak yağdığıdır. Bu değer saniyede 16-17 milyon ton arasındadır. Böylelikle Dünya’da senede 500 trilyon tonun üzerinde yağmur yağmakta ve bir o kadar su da göğe doğru buharlaşmaktadır. Bu değerler her yıl sabittir. Yeryüzündeki ekolojik dengenin sağlanmasında bu değerin sabitliğinin rolü büyüktür. Günümüzden bir kaç yüzyıl önceki bir bilim adamı bile kendi yaşadığı bölgeye düşen yağmur miktarı her yıl değiştiği için, yağmurun bir ölçüye bağlı olduğunu bilemezdi. Büyük bir olasılıkla herhangi bir sayıyla yağmurun yağışı arasında hiçbir bağlantı olamayacağını söylerdi.

SUYUN ÇEVRİMİNDEKİ HESAPLAR

Yağmurun yağışında ve suyun çevriminde birçok karışık hesap iç içedir. Örneğin araştırmacılar hergün suyu ısıtan Güneş’e rağmen, tropik ozon tabakasının üst kısmındaki sıcaklığın neden hiçbir zaman 28 derecenin üstüne çıkmadığını merak ettiler. Sonunda şu ince ayarlama keşfedildi: Yalnızca su buharıyla soğuma olayı değil, bulutların gölgesi de özellikle sıcak bölgelerde ozon tabakasının iyice ısınmasını önlüyor… Bulut kümelerinin gölgesinde sıcaklık birden düşüyor. Bu yüzden yeryüzünün ısınmasını engelleyen doğal bir kalkan görevi görüyor. Su buharı aynı zamanda sera etkisi yapan bir gaz… Karbondioksit, metan ve diğer gazlarla birlikte Atmosfer’de gözle görülemeyen bir yalıtım katmanı oluşturuyor. Bu katman, normal şartlarda yerküreye düşen enerji ışınlarının tümünün, çok soğuk olan Uzay’da kaybolmasını önlüyor. Su buharı “doğal sera etkisinin” %60’ını, böylece yerkürenin -göreceli olarak- sıcak olan temel iklimini oluşturuyor. Tüm bu hesaplar yaşamın devamı için o kadar ince ayarlarla planlanmıştır ki komşu Venüs gezegeninin etrafında dönen sera bulutlarını incelersek bunu anlayabiliriz. Kalıcı yoğun bulutlar Venüs’ü öyle sarmıştır ki Güneş ışığının ancak yarısı gezegene ulaşabilir. %97’lik karbondioksit oranıyla burada süper-sera etkisi olmakta ve sıcaklık 500 dereceyi bulmaktadır. Bu sıcaklık insanların yaşayabileceği sıcaklık aralığının çok üzerindedir. Dünya’mızda suyun çevrimi; sıvı, bulut, su buharı gibi oluşumlarıyla o kadar ince ölçümlerle gerçekleştirilmektedir ki gezegenimiz ancak bu sayede yaşanabilir bir alan olmaktadır.
Bulut, su buharı şeklinde doğan, fakat hemen çok küçük su zerrelerine dönüşen fiziki bir yapıdır. Bu yüzden suyun genel özelliklerinden farklı olarak bulutlar –30 derecede bile donup düşmezler. Kuran’da dikkat çekildiği gibi gökyüzünde dağlar gibi bulutlar vardır, ama şiddetli soğuklar bile bunların buzdağına dönüşüp insanların üzerine düşmelerine sebep olmamaktadır. Bulutların ve yağmurun oluşumundaki ince düzenleme olmasaydı, suyu Yaratan suyun kimyasal özelliklerindeki ölçüleri gereği gibi ayarlamasaydı, hiç şüphesiz bu sistemin işlemesi mümkün olmazdı.
Balkondan aşağı bir kaç kiloluk bir cismi bile attığımızda nasıl düştüğünü görmekteyiz. Su dolu bir leğeni alıp balkondan aşağı boşaltsak toplu bir halde ve hızlı bir şekilde suyun nasıl zemine çarptığını görürüz. Oysa Allah, dağlar gibi bulutlardan tonlarca suyun yeryüzüne yağışını o kadar mükemmel şekilde programlamıştır ki; tane tane yağan yağmur bela değil, rahmet olmaktadır. Kaldırma kuvvetinin dengelemesi ile yağmur yumuşak bir iniş yapmaktadır. Bu, Allah’ın fizik kurallarıyla yarattığı harika bir sanatıdır. Düşmenin ve hızın bu şekilde dengelenmesi fiziksel formüllerle de tarif edilebilir. Bu tarif edilebilirlik, bu hesaplanmışlık, hep Allah’ın yağmuru ölçülere bağlı yaratması ile olmuştur.

YAĞMUR HAYATTIR

İncelediğimiz ayetin devamında Allah, yağmurun ölü bir bölgeyi canlandırmasından bahsetmektedir. Bilindiği gibi yağmurun yağışı sayesinde kuru topraklar ekin vermekte, bitkiler var olabilmektedir. Canlılığın temel maddesi DNA’dır. Canlılığın sürekliliğini sağlayan, DNA’daki glisant hidrojen denen hidrojen köprüsüdür ki sık sık değişerek yeni bağlar kurar ve canlılığı aktarır. İşte bu hidrojen, yalnız suyun iyonlara ayrılışı sırasında ortaya çıkan hidrojenle değiştirilmektedir. Susuz kalmış bir canlı, DNA’sını ve genetik şifresini kalıp halinde korusa bile, donmuş bir iskelet gibidir. Ne üreyebilir, ne de kımıldayabilir. Su gelip, ayrılan iyonlarından hidrojeni verdi mi canlı şifre harekete geçebilir. Bu özellikler mikrop gibi canlılarda görülür. Daha gelişmiş canlılar doku düzeyleri susuzluktan bozulduğunda, yeni su gelse de canlılıklarını bir daha kazanamazlar. Yağmur her şekilde bitkilerin ve bakterilerin canlanma kaynağı olmaktadır.
Tüm bunlardan sonra dikkatlerimizi ayetin üçüncü cümlesindeki “İşte siz de böyle çıkarılırsınız” ifadesine çevirelim. Tüm bu incelemelerimizle beraber ayetin bizim zihnimizde çağrıştırdıkları şöyledir: Allah çok ince hesaplarla, belirlenmiş bir ölçüyle yağmur yağdırmaktadır. Bu yağmur sayesinde ölmek üzere olan bitkiler, bakteriler canlanmakta, hayat bulmaktadır. Herşeyin ölçüsünü, hesabını bu kadar iyi bilen Allah için ölen insanın yeniden yaratılması çok kolaydır. Ölçülerle belirlediği yağmurla, bitki ve bakterileri canlandıracak sistemi yaratan Allah, kendi katındaki ölçü ve bilgilere bağlı olarak insanı da yeniden yaratacaktır. Yağmurun yağışı sonucunda kuru, ölü topraktan bitkilerin fışkırması gözümüzün gördüğü bir süreçtir. Bu gördüklerimiz, Yaratıcımız için ölüyü diriltmenin, yarattığını bir daha yaratmanın, ölçüsünü, hesabını, formülünü bildiğini yeniden tekrar etmenin ne kadar kolay olduğunun delilleridir.[3]

[1] (Kaynak: Tirmizi, İbn-i Cerir) Bu konu tüm diğer kaynaklarda da yer almaktadır.
[2] Seyyid Kutub; fî Zilâli'l-Kur’ân; Kamer ve Furkân sûreleri.
[3] (Kur’an araştırmaları gurubu; Kur’an hiç Tükenmeyen Mucize)

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...