11 Nisan 2014

Atatürkün Türk Kadını Hakkındaki Sözleri

Atatürkün Türk Kadını Hakkındaki Sözleri
Büyük atalarımız ve onların anaları tarihin olayların tanıklığıyla sabittir ki cidden yüksek faziletler göstermişlerdir. Burada birçok noktalardan sayabileceğimiz o faziletlerin en büyüğü ve en ehemmiyetlisi kıymetli evlâtlar yetiştirmeleriydi. Şunu söylemek istiyorum ki kadınlarımızın umumî vazifelerde üzerlerine düşen hisselerden başka kendileri için en ehemmiyetli en hayırlı en faziletli bir vazifeleri de iyi anne olmaktır. Bugünün anaları için gerekli özellikler taşıyan evlât yetiştirmek evlâtlarını bugünkü hayat için faal bir uzuv haline koymak pek çok yüksek özelliği şahıslarında taşımalarına bağlıdır. Bu sebeple kadınlarımız hattâ erkeklerden daha çok aydın daha çok feyizli daha fazla bilgili olmağa mecburdurlar. Eğer hakikaten milletin anası olmak istiyorlarsa böyle olmalıdırlar.
1923 Bizce: Türkiye Cumhuriyet anlamınca kadın bütün Türk tarihinde olduğu gibi bugün de en muhterem mevkide her şeyin üstünde yüksek ve şerefli bir mevcudiyettir.
Bizim dinimiz hiçbir vakit kadınların erkeklerden geri kalmasının talep etmemiştir. Allah’ın emrettiği şey erkek ve kadının beraber olarak ilim ve bilgiyi kazanmasıdır. Kadın ve erkek bu ilim ve bilgiyi kazanmasıdır. Kadın ve erkek bu ilim ve bilgiyi aramak ve nerede bulursa oraya gitmek ve onunla donanmak mecburiyetindedir. İslâm ve Türk tarihi tetkik edilirse görülür ki bugün kendimizi bir türlü kayıtlarla bağlı zannettiğimiz şeyler yoktur. Türk sosyal hayatında kadınlar ilim ve bilgi yönünden ve diğer hususlarda erkeklerden asla geri kalmamışlardır. Belki daha ileri gitmişlerdir.
1923
Türk kadını dünyanın en münevver en faziletli ve en ağır kadını olmalıdır. Ağır siklette değil; ahlâkta fazilette ağır ağırbaşlı bir kadın olmalıdır. Türk kadınının vazifesi Türk’ü zihniyetiyle bazusiyle azmiyle koruma ve müdafaaya gücü yeter nesiller yetiştirmektir. Milletin kaynağı sosyal hayatın esası olan kadın ancak faziletli olursa vazifesini yapabilir. Herhalde kadın çok yüksek olmalıdır.
1925
Türkiye Cumhuriyetinin esas düşüncesi kadınları değil erkekleri dahi savaş meydanına götürmemektir. Fakat Türk Milleti’nin yüksek varlığına herhangi taraftan olursa olsun ilişildiği zaman işte o vakit Türk kadınları Türk erkeklerinin bulunduğu yerde hazır ve gözleyici ve faal olacaklardır. Bu insanlığın yüksek huzuru sükûnu ve dünya insanlığı için lâzım bir ödev olduğundandır ki Türk kadını bunu yapacaktır ve yapagelmektedir ve yapar.
Bizim toplumumuzun başarı gösterememesinin sebebi kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz ilgisizlik kusurdan doğmaktadır. İnsanlar dünyaya alnında yazılı olduğu kadar yaşamak için gelmişlerdir. Yaşamak demek faaliyet demektir. Bu sebeple bir toplumun bir organı faaliyette bulunurken diğer organı işlemezse o toplum felcolmuştur. Bir toplumun hayat çalışması ve muvaffak olması için çalışmanın ve muvaffak olabilmenin bağlı olduğu bütün sebep ve şartları benimsemesi gerekir. Bundan ötürü bizim toplumumuz için ilim ve teknik gerekli ise bunları aynı derecede hem erkek hem de kadınlarımızın edinmeleri lâzımdır. Malûmdur ki her safhada olduğu gibi sosyal hayatta dahi iş bölümü vardır. Bu umumî iş bölümü arasında kadınlar kendilerine ait olan vazifeleri yapacakları gibi aynı zamanda sosyal topluluğun refahı saadeti için gerekli gündelik çalışmaya dahil olacaklardır.
1923
Kadının en büyük vazifesi analıktır. İlk terbiye verilen yerin ana kucağı olduğu düşünülürse bu vazifenin ehemmiyeti lâyıkiyle anlaşılır. Milletimiz kuvvetli bir millet olmaya karar vermiştir. Bugünün gereçlerinden biri de kadınlarımızın her hususta yükselmelerini temindir. Bu sebeple kadınlarımız da âlim ve teknik bilgi sahibi olacaklar ve erkeklerin geçtikleri bütün tahsil derecelerinden geçeceklerdir. Sonra kadınlar sosyal hayatta erkeklerle beraber yürüyerek birbirinin yardımcısı ve koruyucusu olacaklardır.
1923
Arkadaşlar Türk milleti çok büyük vak’alarla ispat etti ki yenilik sever ve inkılâpçı bir millettir. Son senelerden önce de milletimiz yenileşme yolları üzerinde yürümeğe sosyal inkılâba teşebbüs etmemiş değildir. Fakat hakikî neticeler görülemedi. Bunun sebebini araştırdınız mı? Bence sebep işe esasından temelinden başlanmamış olmasıdır. Bu hususta açık söyleyeceğim: Bir toplum bir millet erkek ve kadın denilen iki cins insandan meydana gelir. Kaabil midir ki bir kütlenin bir parçasını ilerletelim diğerine müsamaha edelim de kütlenin hepsi yükselme şerefine erişebilsin? Mümkün müdür ki bir topluluğun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısmı göklere yükselebilsin? Şüphe yok yükselme adımları dediğim gibi iki cins tarafından beraber arkadaşça atılmak ve ilerleme ve yenilik alanında birlikte yol alınmak gerektir. Böyle olursa inkılâp muvaffak olur.
1925
Ey kahraman Türk kadını sen omuzlar üzerinde göklere yükselmeye lâyıksın.
Anaların bugünkü evlâtlarına vereceği terbiye eski devirlerdeki gibi basit değildir. Bugünün anaları için gerekli vasıfları taşıyan evlât yetiştirmek evlâtlarını bugünkü hayat için faal bir uzuv haline koymak pek çok yüksek vasıflar taşımalarına bağlıdır. Onun için kadınlarımız hattâ erkeklerimizden çok aydın daha çok feyizli daha fazla bilgili olmaya mecburdurlar; eğer hakikaten milletin anası olmak istiyorlarsa.
İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen iki cins insandan mürekkeptir. Kabil midir ki bu kütlenin bir parçasını ilerletelim ötekini ihmal edelim de kütlenin bütünlüğü ilerleyebilsin. Mümkün müdür ki bir cismin yarısı toprağa zincirlerle bağlı kaldıkça öteki kısmı göklere yükselebilsin?
Dünyada hiçbir milletin kadını “Ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar hizmet gösterdim” diyemez.
Kadınlarımız haddizatında içtimaî hayatta erkeklerimizle her vakit yanyana yaşadılar. Bugün değil eskiden beri uzun zamandan beri kadınlarımız erkeklerle başabaş mücadele hayatında ziraat hayatında geçim temininde erkeklerimizden yarım adım geri kalmayarak yürüdüler.
Belki erkeklerimiz memleketi istilâ eden düşmana karşı süngüleriyle düşmanın süngülerine göğüs germekle düşman karışsında buldular. Fakat erkeklerimizin teşkil ettiği ordunun zayıf kaynaklarını kadınlarımız işletmiştir. Memleketin var olması imkânını hazırlayan kadınlarımız olmuştur ve kadınlarımız olmaktadır.
Kimse inkâr edemez ki bu harpte ve ondan evvelki harplerde milletin hayat kabiliyetini tutan hep kadınlarımızdır.
Çift süren tarlayı eken ormandan odun ve keresteyi getiren mahsulleri pazara götürerek paraya çeviren aile ocaklarının dumanını tüttüren bütün bunlarla beraber sırtıyla kağnısı ile kucağındaki yavrusuyla yağmur demeyip cephenin mühimmatını taşıyan hep onlar hep o ilâhi Anadolu kadınları olmuştur.

ATATÜRK VE TÜRK KADINI


ATATÜRK VE TÜRK KADINI
Kadın hakları ve kadınların erkeklerle eşitliği konusunda geçen asırdan itibaren batı ülkelerinde ve toplumlarında yoğun mücadelelerin verildiği ve özellikle Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere' nin bu mücadelelerin en şiddetlilerini yaşadığı bilinmektedir. Ülkemizde, gerek Osmanlı İmparatorluğu ve gerek Cumhuriyet döneminde kadınlarımızın kendi hakları konusunda, batı ülkelerindekine benzer şekilde mücadele ettiklerini söylemek mümkün değildir. Ama biz kadınlara birçok batı ülkesinden daha evvel bu hak Atatürk tarafından verilmiş ve hatta adeta sunulmuştur. Cumhuriyet Dönemi ve Kadın Hakları teokratik bir devlet yapısının ve kadın haklarının kısıtlı olduğu bir toplum düzeninin olduğu Osmanlı İmparatorluğu' ndan, kadın-erkek eşitliğinin kabul edildiği modern Türkiye Cumhuriyeti' ne geçiş, bir çok devrimler ile mümkün olabilmiştir. Bu devrimler içinde, kadınların erkekler ile eşit toplumsal varlıklar olarak toplum içinde yerlerini almaları bir uygarlık aşamasıdır ve Atatürk Devrimleri' nin en önde gelenlerinden birisidir. 1926 yılında Büyük Millet Meclisi tarafından kabulle yürürlüğe giren ve Türk kadınlarını "şeriat" zincirinden kurtaran Medeni Kanun ile, Türk kadınına bin yıl evvel kaybettiği hakların iade edilmesinin temeli oluşmuştur. Artık kadın güçlenmeye, kişiliğini bulmaya başlamış ve erkeğinin yanında sosyal faaliyetlere katılmaya hazırdır. Türk Kadınına Seçme ve Seçilme Haklarının Verilmesi Medeni Kanun ile erkeklerle eşit haklara sahip olan Türk kadınına, 3. TBMM tarafından 3 Nisan 1930' da kabul edilen bir yasa ile belediye seçimlerine katılma hakkı tanınmıştır. 1931 yılında da Türk kadını ilk kez tıp dünyasında varlığını göstermiş ve ilk kadın cerrahımız çalışmaya başlamıştır. 4 Mayıs 1931' de ilk toplantısını yapan IV. TBMM tarafından 26 EKim 1932' de kabul edilen bir yasa ile Türk kadınına muhtar, köy ihtiyar kurulu üyeliğine seçilme ve seçme hakkı tanınmış; ertesi yıl da, 8 Ekim 1934' de kabul edilen ve 5 Aralık 1934'de yürürlüğe giren bir başka yasa ile kadın-erkek eşitliği alanında bütün haklar, "Kadınlara Milletvekili Seçme ve Seçilme Hakkı" nın tanınmasıyla verilmiş oluyordu. Atatürk' ün Kadın Hakları Konusundaki Görüşleri ve Gerçekleştirdikleri, bugün dünya aydınlarının ve Birleşmiş Milletler Teşkilatı 'nın yaymaya çalıştığı kadın hakları ile ilgili görüşler, Atatürk tarafından çok önceleri dile ***irilmiş ve çoğunlukla da uygulama alanına sokulmuştur. Atatürk, Cumhuriyet' in ilanından dokuz ay önce Şubat 1923 'de şöyle demiştir: 

"Bizim sosyal toplumumuzun başarısızlığının sebebi, kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz ilgisizlikten ileri gelmektedir. Yaşamak demek faaliyet demektir. Bundan dolayı bir sosyal toplumun, bir organı faaliyette bulunurken, diğer bir organı işlemezse, o sosyal toplum felçlidir." 

Atatürk, çağdaş bir düşüncenin ürünü olan bu sözleriyle kadının toplumdaki yerini belirlemiştir. Atatürk' ün Türk kadınına beslediği sevgi ve saygı, Kurtuluş Savaşı' ndaki gözlemleri ile iyice perçinleşmiştir. 1923 yılında Konya' da yaptığı bir konuşmada, bu hissiyatını büyük bir içtenlikle dile ***irir.

"Dünyada hiçbir milletin kadını, ben Anadolu kadınından fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte, Anadolu kadını kadar emek verdim, diyemez. Erkeklerden kurduğumuz ordumuzun hayat kaynaklarını kadınlarımız işletmiştir. Çift süren, tarlayı eken, kağnısı ve kucağındaki yavrusu ile yağmur demeyip, kış demeyip cephenin ihtiyaçlarını taşıyan hep onlar, hep o yüce, o fedakar, o ilahi Anadolu kadını olmuştur. Bundan ötürü hepimiz bu büyük ruhlu ve büyük duygulu kadınlarımızı, şükranla ve minnetle sonsuza kadar aziz ve kutsal bilelim." 

Atatürk 30 Mart 1923' de Vakit Gazetesi' nde yayınlanan bir beyanatında; 

"İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen iki cins insandan oluşur. Kabil midir bu kütlenin bir parçasını ilerletelim, ötekini ihmal edelim de kütlenin bütünü ilerleyebilsin? Mümkün müdür ki bir cismin yarısı toprağa bağlı kaldıkça, öteki yarısı göklere yükselebilsin?" 

Türkler tarih boyunca, babaerkil denilen aile yapısını gönüllerine yerleştirememişler ve benimseyememişlerdir. İşte Atatürk, milletin geçmişindeki ve özünde var olan fakat özlem haline ***irilmiş bir hakkı, bir duyguyu devlet varlığına geçiren devrimci olmuştur.

"Ey kahraman Türk kadını! Sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın" 

diyerek, yaptıklarının gerekçesini az, öz ve muhteşem bir ifade ile belirtmiştir. Kadınların giysileri de Atatürk' ün üzerinde çok önemle durduğu bir başka konu olmuştur. Bu konuda Atatürk, 1 Eylül 1925' de İkdam Gazetesi' nde yayınlanan bir beyanatında şöyle dedi:

"Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki, başında bir bez, peştemal veya buna benzer birşeyler asararak yüzünü, gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı arkasını çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu tavrın manası neye delalet eder? Medeni bir millet anası, bir millet kızı için bu garip şekiller, bu vahşi vaziyet nedir? Bu hal milleti çok gülünç gösterir ve derhal düzeltilmesi lazımdır". 

1925 yılında İnebolu gezisinde Atatürk, örtünen kadınlarla ilgili şunları söyledi: 

"Onlar yüzlerini cihana göstersinler ve gözleri ile cihanı dikkatle görebilsinler. Bunda korkulacak hiçbir şey yoktur. Önemli olarak şunu ihtar edeyim ki, bu halin muhafazasında inat ve taassup, hepimizi en az kurbanlık koyun olmak istidadından kurtaramaz.." 

31 Temmuz 1932' de Türkiye güzeli Keriman Halis' in, Belçika' da yapılan yarışmada dünya güzeli seçilmesi üzerine Atatürk O'na "Ece" ünvanını verir ve Türk kadınına şöyle seslenir:

"Şunu ilave edeyim ki! Türk ırkının dünyanın en güzel ırkı olduğunu tarihten bildiğim için, Türk kızlarından birisinin dünya güzeli seçilmiş olmasını çok tabii buldum. Fakat Türk gençlerine bu münasebetle şunu hatırlatmayı da lüzumlu görürüm: Övünç duyduğumuz tabii güzelliğinizi fenni tarzda muhafaza etmesini biliniz ve bu yolda uyanık olunuz ve bu gelişmelerin aralıksız gerçekleşmesini ihmal etmeyiniz. Bununla beraber, asıl uğraşmaya mecbur olduğumuz şey, analarınızın ve atalarınızın oldukları gibi, yüksek kültürde ve yüksek faziletle dünya birinciliğini elde tutmaktır." 

Atatürk, 18 Nisan 1935' de kendisinin himayesinde İstanbul' da toplanan ve aralarında ünlü nükleer fizikçi Madam Eve Curie' nin de bulunduğu, dünyanın dört bir yanından gelen kadınların katıldığı "Milletlerarası İlk Kadın Kongresi" delegelerine şöyle seslenir:

"Türk kadınının dünya kadınlığına elini vererek, dünyanın barış ve güveni için çalışacağına emin olabilirsiniz." 

Ulu önder, Türk kadınlarının hiçbir alanda erkeklerden ve Avrupalı kadınlardan geri kalmayacakları yolundaki inancını da şu sözleriyle belirtmiştir:

"Kadınlarımız için asıl mücadele alanı, asıl zafer kazanılması gereken alan biçim ve kılıkta başarıdan çok, ışıkla, bilgi ve kültürle, gerçek faziletle süslenip, donanmaktır. Ben muhterem hanımlarımızın Avrupa kadınlarının aşağısında kalmayacak, aksine pek çok yönden onların üstüne çıkacak şekilde ışıkla, bilgi ve kültürle donanacaklarından asla şüphe etmeyen ve buna kesinlikle emin olanlardanım." 

Türk toplumunun gelişip yükselmesinde aile yapısının önemine inanan Atatürk, şöyle demektedir:

"Bu millet esas terbiyesini aileden almaktadır. Türk milleti öyle analara sahiptir ki her bir devrin büyük adamlarını bu analar yetiştirmiştir. Türk kadını daha büyük nesiller yetiştirmeye kabiliyetlidir."

Türk kadını, yüzyıllardır özlemini çektiği haklarına sahip olmada; en azimli, inançlı ve güçlü desteği Atatürk' ten almış ve çağdaş ülke kadınlarının önüne geçmiştir. Örneğin; İtalya' da kadınlar ancak 1948 yılında seçimlere girebilmişler. Japon kadınları ise seçim haklarını ancak 1950 yılında alabilmiştir. Medeni Kanun' ları aldığımız İsviçre' de ise, kadınlar haklarını 1971 yılına kadar alamazken, çağdaşlamada örnek aldığımız İsveç ve Danimarka gibi ülkelerde de durum farklı değilken, Türk kadınına 1935 yılında seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır. Bu vesile ile bakın Atatürk nasıl seslenir:

"Bu karar, Türk kadınına sosyal ve siyasi hayatta bütün milletlerin üstünde yer vermiştir. Çarşaf içinde, peçe altında ve kafes arkasındaki Türk kadınını artık tarihlerde aramak lazım gelecektir. Türk kadını, evdeki medeni mevkiini selahiyetle işgal etmiş, iş hayatının her safhasında muvaffakiyetler göstermiştir. Siyasi hayatla, Belediye seçimleriyle tecrübe kazanan Türk kadını bu sefer de milletvekili seçme ve seçilme suretiyle haklarının en büyüğünü elde etmiş bulunuyor. Medeni memleketlerin birçoğunda, kadından esirgenen bu hak, bugün Türk kadınının elindedir ve onu selahiyet ve lihakatle kullancaktır." 

Atatürk hayatta iken yapılan son seçim olan, 1935 yılı seçimlerinde ilk kez seçilme hakkını da kullanan Türk kadını, TBMM' ne onsekiz kadın milletvekili ile girmiştir. Bu onsekiz Türk kadının yüce meclisin çalışmalarına ne ölçüde katkıda bulundukları ve kararlarında ne denli etkili oldukları meclis tutanakları ile sabittir. Ayrıca kişisel tutumları da övünç vesilesi ve geleceğe olan inançları kuvvetlendirici mahiyette olmuştur. Atatürk' ün, çağı ve değişeni değil, değişecek zamanı milletine göstermesi, kadın hakları ve kadın-erkek eşitliği konularında, "BM İnsan Hakları Evrensel Bildirisi", "İnsan Hakları Sözleşmesi" gibi konular, daha insanlık tarihinin ufkunda bile görünmemişken Türk Kadınına, haklarını vermesinin değeri daha iyi anlaşılır. Bağımsızlık mücadelesi yapan ülkeler nasıl Atatürk' ü örnek bir lider almışlarsa, kadın hakları uğruna uğraş ve savaş verenler de, onu bir devrimci olarak aynı şekilde örnek almak durumundadırlar. Çünkü bütün insanlık tarihi boyunca, tarihin hiçbir döneminde, hiçbir lider kadın hakları konusunda Atatürk kadar önsezili ve öngörüşlü olmamış, onun kadar uğraş ve savaş vermemiştir. Ne mutlu bir Atatürk yetiştiren Türk kadınına, ne mutlu O'na sahip olan Türk milletine...

== Bazı dalkavuk kesimler Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk'ün adını kendi pis emellerine kendi gayri meşru menfaatlerine alet etmeye calışsada...Tüm Türk toplumu biliyorki"Mustafa Kemal Atatürk Cumhuriyet döneminin İlk: Aynı zamanda Bu ulusun büyük bir felaketten kurtulmasına sebep olmus Milli birlik ve Beraberliği sağlamış Müslüman Türk halkının Tek Lideridir" Sadece kendini Medeni sosyalist ilan etmiş Gerzeklerin değil!!==

TÜRK OLMAK NEDİR..?




Türk Olmak Nedir?



Aslında çok şeydir, Türk olmak. Türk olmak, Osmanlı’nın borcunu ödemektir. Hovarda babanın borçla yaşayan evladı gibi. Kosova’da ve Bosna’da, Batı Trakya’da ve Makedonya’da bilmem kaç asır geçmişte kalan meselelerin hesabını vermektir.

Türk olmak Kıbrıs’ta, Hocalı’da, Anadolu’da ve Balkanlar’da soykırıma uğrayıp, yapmadığın soykırımla suçlanmaktır. Türk olmak faşist olmaktır, vatanına, yurduna, tarihine sahip çıktığınca. Türk olmak demokrat ve çağdaş olmaktır, vatanına, yurduna, tarihine sahip çıkmadığınca.
Türk olmak lisanının Avrupa’da yasaklanmasıdır ve yine Türk olmak kendini anlatamamaktır.
Avrupa’da hor görülmek Türk olmaktır, ataların bir sürü asır önce Viyana’yı kuşattığı için ve hoş görülmemektir, sadece kuşatıp; Napolyon gibi bütün Viyana’yı yakmadığın için.
Türk olmak Selanik’te Pontus Anıtı’nın, Viyana’da çiğnenen yeniçeri minberinin ve Malta’da papazın üzerine bastığı Türk bayrağı heykelinin önünden geçmektir.
Türk olmak zordur, çetindir ve eziyetlidir. Üç kıtadan dönüp, bir küçük yarımadada misafir muamelesi görmektir. Sayısız imparatorluk kurmak Türk olmaktır, aynı zamanda sayısız imparatorluk yıkmak da Türk olmaktır.
Arabaya koşulan ilk atın vatanında, ilk yazılı antlaşmanın imzalandığı yurtta, yazının bulunduğu, paranın icad edildiği her metrekaresinden bereket fışkıran bu yurtta, kalkınmak için yabancı sermaye beklemektir.
Türk olmak; Troya’dan bu yana, Sümer’den bu yana serpilerek gelse de, tarihten eski bu topraklarda, bütün zamandan damıtılarak gelen yüksek değerlerine rağmen, bir haftalık hafıza ile yaşamaktır.
Doğu Roma’yı da Batı Roma’yı da yıkıp, yeni Roma olan AB’ye girmeye çalışmaktır Türk olmak. Türk olmak, Mostar’da köprüdür, Kerkük’te kaledir, İstanbul’da Kızkulesi’dir, Anadolu’da buğdaydır, Çukurova’da pamuktur, Ege’de tütün, Karadeniz’de fındık, Trakya’da ayçiçeğidir.
Türk olmak Çanakkale’de ölmektir. Çanakkale’de ölmeden önce düşmana su vermektir, onun yaralısını sırtında kendi hastanene taşımaktır.
Düşmanın ardından rahmet okumak, kanlından helallik almaktır. Sabahları odana rahmet dolsun diye, camı açmaktır. Kar yağdığında kayak yapmayı değil, evsizleri düşünmektir. Balkon köşesine kuşlar için, kışın ekmek kırıntısı, yazın su koymaktır. Yağmura rahmet, kara bereket diye bakmaktır.
Türk olmak, harap bir ülkede, zengin ülkelerin müstemlekesini reddedip, tahtadan kılıç ve ipten üzengi ile, paylaşacak ve sahiplenecek tek varlığı fakirlik olmasına rağmen, yedi düvele meydan okumaktır.
Türk olmak askere davul-zurna ile uğurlanmaktır, belki de dönmeyeceğini bilerek. Türk olmak, annenin ardından “bir oğlum daha olsun, onu da göndereceğim” demesidir. Babanın gözyaşlarını tutarak, tabutuna son kez dokunurken “vatan sağ olsun” demesidir.
Türk olmak “Türk çayında radyasyon olmaz” yalanları ile, “gusül abdesti alana aids bulaşmaz” dolanları ile yaşamaktır. Her hükümetin enkaz devraldığı, ama asla ardında enkaz bırakmadığı ülkede olmaktır.
Türk olmak, ecdadın yaşadığı kıtlıktan dolayı, çayın yanında gelen şekerden fazla olanı garsona geri vermektir. Aynı nedenle Türk olmak, yemeği ziyan etmekten korkmaktır. Göz hakkına, diş kirasına saygıdır Türk olmak. Evindeki bir kap aşın yarısını tanrı misafirine vermektir. Kendi yerde, misafiri döşekte yatırmaktır Türk olmak.
Türk olmak, milli maçta ağlamaktır. Ayhan Işık’a, Belgin Doruk’a aşık olmaktır. Türk olmak, aşkını ölesiye sevmektir. Aşkı için ölmektir, öldürmektir. Sevdiceğinin elini bir tez tutamadan, toprağa girmektir.
En güzel aşk şiirlerini yüreğinde hissetmektir. Eşkıyaya türkü yakmaktır, Türk olmak. Milletine sövmektir, ama başkasına sövdürmemektir, Türk olmak. Türk olmak Yunus’u bilmektir, Aşık Veysel’i sevmektir. Mevlana’yı, Hacı Bektaş-ı Veli’yi ve Hoca Yesevî –tek bir satırını okumasa da- yüreğinde taşımaktır.
Türk olmak, saz çaldığında, ney üflendiğinde, kös dövüldüğünde ve kaval çaldığında, yüreğinin derinlerinde bir sızı sezmektir, bir de Yemen Türküsü’nde...
Hayatın sana verdiklerine “nasip”, vermediklerine “kısmet” demektir. Her işin “hayırlısına” inanmaktır ve “feleğe” küfretmektir ve ağlamamak için çok gülmekten çekinmektir.
Türk olmak, Asya’da batılı, Avrupa’da doğulu diye tepki görmektir. Irk sözünü bilmeden yaşamak, yaradılanı Yaradandan ötürü sevmektir.
Magazin programları ile dizilerin arasına sıkışsa da, silkinip üzerindeki ölü toprağını atabilmektir. Türk olmak, mahalle maçı için aynı saatte, on kişi buluşamazken, milyon kişinin bir araya gelmesidir. Tavla oynarken bile kavga ederken, milyon kişinin kavga etmeden gösteri yapabilmesidir.
Türk olmak, buhran zamanında Arjantin’de de mağazalar yağmalanırken, daha ağır buhranda sorumlusuna en ağır cezayı tek bir cam kırmadan sandıkta kesmektir.
Türk olmak en zayıf gününde bile dünyaya meydan okumak, en dertli gününde bile her ufunetin bir şafakta biteceğini bilerek tevekkül göstermektir.
Zor iştir Türk olmak. Türk olmak Anadolu’da her düşen yağmur damlasına hamdetmek, her çıkan başak için şükretmektir. Türk olmak, medeniyetler mezarlığı Anadolu’da dik durabilmektir

OĞUZ KAĞAN DESTANI



OĞUZ KAĞAN DESTANI
Oğuz Kağan destanı M.Ö. 209-174 tarihleri arasında hükümdarlık yapmış olan Hun hükümdarı Mete'nin hayatı etrafında
şekillenmiştir. Bütün Türk destanlarında olduğu gibi bu destanın da ilk şekli günümüze
ulaşmamıştır. Bugün, elimizde Oğuz destanının üç varyantı bulunmaktadır. XIII ile XVI yüzyıllar
arasında Uygur harfleriyle yazılmış ve islâmiyetten önceki inancı yansıtan varyantın ilk örneği
temsil ettiği kabul edilebilir. XIV. yüzyıl başında yazıldığı bilinen Reşîdeddîn'in
Câmiüt-Tevârih adlı eserinde yer alan Farsça Oğuz Kağan Destanı islâmî varyantların ilkini
temsil etmektedir. Oğuz Kağan Destanının üçüncü varyantı ise XVII. yüzyılda Ebü'l-Gazî
Bahadır Han tarafından Türkmenler arasındaki sözlü rivayetlerden ve önceki yazmalardan
faydalanarak yazılmıştır.

Oğuz Kağan Destanının islâmiyet Öncesi Rivayeti Ay
Kağan'ın yüzü gök , ağzı ateş, gözleri elâ ,saçları ve kaşları kara perilerden daha güzel
bir oğlu oldu. Bu çocuk annesinden ilk sütü emdikten sonra konuştu ve çiğ et ,çorba ve şarap
istedi.Kırk gün sonra büyüdü ve yürüdü. Ayakları öküz ayağı , beli kurt beli, omuzları samur
omzu, göğsü ayı göğsü gibiydi. Vücudu baştan aşağı tüylüydü. At sürüleri güder ve avlanırdı.
Oğuz'un yaşadığı yerde çok büyük bir orman vardı. Bu ormanda çok büyük ve güçlü bir
gergedan yaşıyordu. Bir canavar gibi olan bu gergedan at sürülerini ve insanları yiyordu. Oğuz
cesur bir adamdı. Günlerden bir gün bu gergadanı avlamağa karar verdi. Kargı, yay, ok, kılıç ve
kalkanını aldı ve ormana gitti. Bir geyik avladı ve onu söğüt dalı ile ağaca bağladı ve gitti. Tan
ağarırken geldiğinde gergedanın geyiği almış olduğunu gördü. Daha sonra Oğuz, avladığı bir
ayıyı altın kuşağı ile ağaca bağladı ve gitti. Tan ağarırken geldiğinde gergedanın ayıyı da
aldığını gördü. Bu sefer kendisi ağacın altında bekledi. Gergedan geldi ve başı ile
Oğuz'un kalkanına vurdu. Oğuz kargı ile gergedanı öldürdü. Kılıcı ile başını kesti.
Gergedanın barsaklarını yiyen ala doğanı da oku ile öldürdü ve başını kesti. Günlerden bir gün
Oğuz Kağan Tanrıya yalvarırken karanlık bastı. Gökten bir gök ışık indi. Güneşden ve aydan
daha parlaktı. Bu ışığın içinde alnında kutup yıldızı gibi parlak bir ben bulunan çok güzel bir kız
duruyordu. Bu kız gülünce gök tanrı da gülüyor, kız ağlayınca gök tanrı da ağlıyordu.Oğuz bu
kızı sevdi ve bu kızla evlendi. Günler ve gecelerden sonra bu kız üç oğlan çocuk doğurdu.
Çocuklara Gün, Ay ve Yıldız isimlerini verdiler. Oğuz ormanda ava çıktığı günlerden birinde göl
ortasında bir ağaç gördü. Ağacın kovuğunda gözü gökten daha gök, saçı ırmak gibi dalgalı,
inci gibi dişli bir kız oturuyordu. Yeryüzü halkı bu kızın güzelliğini görse dayanamaz ölüyoruz
derlerdi. Oğuz bu kızı sevdi ve onunla evlendi. Günlerden gecelerden sonra Oğuz'un bu
kızdan da üç oğlu oldu. Bu çocuklara Gök, Dağ ve Deniz isimlerini koydular.

Oğuz
Kağan büyük bir toy(şenlik) verdi. Kırk masa ve kırk sıra yaptırdı.Çeşit çeşit yemekler,şaraplar,
tatlılar, kımızlar yediler ve içtiler.Toydan sonra Beylere ve halka Oğuz Kağan şunları söyledi:

Ben  sizlere   kağan  oldum
Alalım yay   ile 
kalkan
Nişan  olsun   bize   buyan
Bozkurt   olsun 
bize   uran
Av  yerinde   yürüsün   kulan
Dana 
deniz,  daha  müren
Güneş   bayrak  gök  kurıkan

Oğuz Kağan bu toydan sonra dünyanın dört bir tarafına elçilerle şu mektubu
gönderdi:" Ben Uygurların kağanıyım ve yeryüzünün dört köşesinin kağanı olmam gerekir.
Sizden itaat dilerim. Kim benim emirlerime baş eğerse, hediyelerini kabul eder ve onu dost
edinirim. Kim baş eğmezse, gazaba gelirim. Onu düşman sayarım. Onunla savaşır ve yok
ettiririm". Yine o zamanlarda sağ yanda bulunan Altun Kağan, Oğuz Kağan'a pek
çok altın gümüş ve değerli taşlar hediye etti ve ona itaat ederek dostluk kurdu. Oğuz Kağanın
sol yanında ise askerleri ve şehirleri çok olan Urum Kağan vardı. Urum Kağan Oğuz Kağanı
dinlemezdi. Oğuz Kağan'ın isteklerini gene kabul etmedi. Oğuz Kağan gazaba geldi,
bayrağını açtı ve askerleriyle birlikte Urum Kağana doğru yürüdü.Kırk gün sonra Buz
Dağ'ın eteklerine geldi. Çadırını kurdurdu ve sessizce uyudu. Tan ağarınca Oğuz
Kağanın çadırına güneş gibi bir ışık girdi.O ışıktan gök tüylü gök yeleli büyük bir erkek kurt çıktı.
Kurt: " Ey Oğuz, sen Urum üzerine yürümek istiyorsun; Ey Oğuz ben senin önünde
yürüyeceğim."dedi. Bunun üzerine Oğuz çadırını toplattırdı ve ordusuyla birlikte kurdu
izlediler. Gök tüylü gök yeleli büyük erkek kurt itil Müren denizi yakınındaki Kara dağın eteğinde
durdu. Urum Hanın ordusu ile Oğuz Kağanın ordusu arasında büyük savaş oldu. Oğuz Kağan
savaşı kazandı, Urum Hanın hanlığını ve halkını aldı.Oğuz Kağan ve askerleri Gök tüylü ve gök
yeleli kurdu izleyerek itil ırmağına geldiler. Oğuz Kağan'ın beylerinden Uluğ Ordu bey itil
ırmağını geçmek için ağaçlardan sal yaptı ve böylece karşıya geçtiler. Oğuz'un bu buluş
hoşuna gittiği için bu Uluğ Ordu Bey'e "Kıpçak" adını verdi. Gök tüylü gök
yeleli kurdu izleyerek yeniden yola devam ettiler. Oğuz Kağan'ın çok sevdiği alaca atı
Buz Dağa kaçtı. Oğuz Kağanın çok üzüldüğünü gören kahraman beylerinden biri Buz Dağa
çıktı ve dokuz gün sonra alaca atı bularak geri döndü. Oğuz Kağan atını ve karlarla örtünmüş
kahraman beyi görünce çok sevindi. Atını getiren bu beye: " Sen buradaki beylere baş ol.
Senin adın ebediyen Karluk olsun." dedi. Bir süre ilerledikten sonra gök tüylü ve gök yeleli
erkek kurt durdu. Çürçet yurdu adı verilen bu yerde Çürçetlerin kağanı ve halkı Oğuz Kağana
boyun eğmeyince büyük savaş oldu. Oğuz Kağan, Çürçet Kağını yendi ve halkını kendisine
bağladı. Oğuz Kağan, ordusunun önünde yürüyen bu gök tüylü gök yeleli erkek kurdla Hint,
Tangut, Suriye, güneyde Barkan gibi pek çok yeri savaşarak kazandı ve yurduna kattı.
Düşmanları üzüldü, dostları sevindi. Pek çok ganimet ve atla evine döndü. Günlerden bir gün
Oğuz Kağanın tecrübeli bilge veziri Uluğ Bey rüyasında bir altın yay ve üç gümüş ok gördü.
Altın yay gün doğusundan gün batısına kadar uzanıyordu. Üç gümüş ok da kuzeye doğru
gidiyordu.Oğuz Kağan bu rüyayı dinleyince yurdunu oğulları arasında paylaştırdı.

BOR MADENI GERCEGI.







TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİNİN YAPISI HAKKINDA ANALİZ







TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİNİN 
YAPISI HAKKINDA ANALİZ

ISTIHBARAT TEKNIKLERI Aktörleri, Örgutleri ve Açmazları Gültekin AVCI








ISTIHBARAT TEKNIKLERI 
Aktörleri, Örgutleri ve Açmazları
 Gültekin AVCI

İŞTE TÜRKİYE GERÇEĞİ TURGUT ÖZBAY






İŞTE  TÜRKİYE  GERÇEĞİ  
TURGUT ÖZBAY

TÜRKİYE'DE MİSYONERLİK HAREKETLERİ







TÜRKİYE'DE MİSYONERLİK HAREKETLERİ

Hadis Ansiklopedisi


1. CİLT

Hadis Tarihi, Bazı Hadis Meseleleri, Hz. Peygamber'in İlmi Yayma Tedbirleri

2. CİLT

Kur'ân ve Sünnete Sarılma, İtikaf', İhyâ'u'l-Mevat, Îlâ, İsim ve Künye, Kaplar, Ecel ve Emel, Ebeveyne İyilik

3. CİLT

Bey(Alım Satım),Cimrilik,Bina, Tefsir

4. CİLT

Kur'an'ın Tilaveti ve Kıraatı,Tevbe,Rüya, İflâs

5.CİLT

Ölümü Temenni, Teşekkür, Cihad, Cidal ve Mirâ, Hacc ve Umre

6. CİLT

Hidane,Hased, Hırs, Haya, Hulk(Huy), Korku, Alemin Yaradılışı, Hilafet ve İmamet, Hul, Dua

7. CİLT

Diyetler, Borç ve Ödeme Âdabı, Zebâih (Kesimler),Dünyanın ve Yeryüzündeki Bazı Yerlerin Zemmedilmesi,Rahmet, Rıfk, Rehin, Riya, Zekât,Zinet

8. CİLT

Sehavet ve Kerem, Sefer (Yolculuk) Âdâbı, Müsâbaka ve Atıcılık, Sual, Sihir ve Kehanet, İçecekler,Şirket, Şiir,Namaz,

9. CİLT

Oruç, Sabır

10. CİLT

Sıdk (Doğruluk), Sadaka ve Nafaka, Sıla-i Rahm, Sohbet, Mehir, Av, Allah'ın Sıfatları, Misafirlik (Ziyafet), , Taharet

11. CİLT

Yiyecekler, Tıb ve Rukye, Talâk (Boşanma), Zıhâr, İlim, Af ve Mağfiret, Âzad Etme

12. CİLT

İddet ve İstibra, Ariyet, Umrâ ve Rukba, Gazveler,Kıskançlık,Gadab (Öfke), Gasb,Gıybet ve Nemine,Musiki ve Eğlence, Gadr (Vefasızlık), Fezâil

13. CİLT

Feraiz ve Mevaris (Miraslar), Fitneler Hevalar ve İhtilaflar, Kader

14. CİLT

, Kaza (Dava) ve Hüküm, Katl, Kısas, Kasâme, Mudarabe, Kıssalar, Kıyamet, Kesb (Kazanç), Yalan

15. CİLT

Kebair, Libas (Giyecekler), Lukata (Bulutular), Lian, Lakît, Oyun ve Eğlence, Lanetleme ve Sövme, Mev'izeler, Muzaraa (Ziraî Ortaklık), Medh, Mizah ve Şakalaşma, Ölüm, Mescidler, Peygamberlik, Nikah

16. CİLT

Nikah, Nezr (Adak, Niyet ve İhlas, Nasîhat ve Meşveret, Nifak, Yıldızlar, Hicretler, Hediye, Hibe, Vasiyet, Vaad, Vekâlet, Vakıf, Yemin, İlaveler, Taharet, Namaz, Ezan

17. CİLT

Bu cild İbn Mace’nin Sünenine aittir. Mescidler ve Cemaatler, Namazı Eda ve Namazın Sünnetleri, Cenaze, Oruç, Zekat, Nikah (Evlenme), Talak, Kefaretler, Ticaretler, Ahkâm, Hibeler, Sadakalar, Rehinler, Şuf'a, Lukata (Buluntular), Köle Azad
    Hadis Ansiklopedisi | 1. CİLT

AÇIKLAMALAR



TAKDİM
İslâmın, Kur'an-ı Kerim'den sonra ikinci kaynağı Peygamber (sallallâhu aleyhi vesellem) Efendimizin Hadîs-i Şerifleridir.
Peygamber (Sallallâhu aleyhivesellem) Efendimizin hadîs-i Şerifleri, hicrî ikinci asrın başlarından itibâren toplanıp yazılarak kitap hâline getirilmiştir.
Bu hadîs kitaplarından bilhassa altısı, İslâm âlimleri arasında diğerlerini gölgede bırakacak derecede rağbet görmüş ve bu eserler "Kütûb-i Sitte" adıyla Şöhret bulmuştur.
Bu kitapların birkaçında veya tamamında yahud bir hadîs kitabının içinde ayrı bablarda mükerrer olarak zikredilen hadîs-i şerîfler mevcuttur.
Bazı hadis âlimleri,bu mükerrer hadisleri almadan, Kütûb-i Sitte'yi özetleyerek bir kitapta toplama çalışmaları yapmışlardır.
Bu cümleden olarak, İbnu Deybe, Kütüb-i Sitte hadislerini Teysîru'l-Vûsûl ilâ Câmii'l Usul adlı eserinde toplamıştır. Bu eserde, Kütüb-i Sitte'deki hadîs-i Şeriflerin tamamı mevcuttur ve ihtiva ettiği hüküm ve malumat bakımından Kütüb-i Sitte'yi kâmilen temsil etmektedir.
Bidayette, Kütüb-i Sitte denilince Buharî ve Müslim in sahihleri ile, Nesâî, Ebû Dâvud ve Tirmizi'nin Sünen'leri ve İmam Mâlik'in Muvattâ'i akla gelmekte idi. Teysîru'l-Vüsûl da bu altı kitaptan meydana gelmiştir.
Ancak, sonradan gelen âlimler, İbnu Mâce'nin Sünen inde yer alan ve diğer hadîs kitaplarında bulunmayan (ziyâde) hadîslerin çokluğunu gözönüne alıp, Kütüb-i Sitte'nin altıncı kitabı olarak, -Muvatta yerine- bunu kabul etmişlerdir.
Bu durumu nazarı dikkate olarak, Kütüb-i Sitte Muhtasarı adını verdiğimiz bu esere İbnu Mâce'nin Sünen'i de dahil edilmiş, böylece bu eser, altı değil yedi sahih hadîs kitabındaki bütün hadîs-i şerifleri ihtiva eden bir kitap hâline getirilmiştir.
Bu eser, hadîs-i şeriflerin metni yanında, tercüme ve şerhlerini de ihtiva etmektedir.
Ayrıca, kitabın başına hadîs usûlü bölümü eklenmiş ve yeri geldikçe hadîs rivâyet eden sahâbelerin tercüme-i halleri de yazılmıştır.
Eserin sonuna da lügatça ile gerekli fihrist ve indeksler eklenerek, bu değerli eserden faydalanmanın kolaylaştırılması sağlanmıştır.
Tefsir-, hadîs, fıkıh gibi İslâmî ilimlerin temel eserlerini, en iyi bir şekilde neşretmek amacında olan AKÇAĞ; Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimizin hadîs-i Şeriflerini ihtivâ eden bütün sahih kitaplarını temin etmenin ekonomik güçlüğünün ve bunlardan zaman bakımından yararlanmanın zorluğunun idrâkiyle Kütüb-i sitte Muhtasarı'nı neşretmekle, Türk irfan hayatındaki büyük bir boşluğu doldurduğu ve okuyucuya hizmet ettiği kanaatindedir.
Gayret bizden, yardım ise ancak Allahü Teâlâ'dandır.
AÇIKLAMA
Okuyucularımız ellerindeki şu kitabın mahiyetini, gayesini anlamak için
öncelikle birkaç maddelik açıklamamızı okumalıdırlar :
1- BU KİTABI NİÇİN HAZIRLADIK?
Yüce Kitabımız Kur'ân-ı Kerîm'in "OKU!" emriyle başlamış olması mânidardır. Bu emir, bir müslümanın en mümtaz vasfının okumak, çok okumak olması gerektiğini belirler.
Evet çok okuyacağız, ama neleri okumalıyız? Her sahada okunacak şey o kadar çok ki, seçim yapmak bile zor.
Şüphesiz, biz müslümanlar, öncelikle, dinimizi anlamaya çalışacağız. Yaradanımızı tanıtan, Rabbimize gerçek kulluğu, hayattaki vazifelerimizi öğreten kitaplara öncelik vereceğiz. Değilse fâni dünyanın boş meselelerine bizi çekip, yıldız falıydı, artistti, sporcuydu, modaydı, romandı, hikâyeydi... gibi ne dünyamıza ne de âhiretimize, hiçbir faydası olmayan meselelerle meşgul eden neşriyata öncelik verip ömrümüzü onlarla tüketmek bize hüsran ve pişmanlık getirecektir.
Dinî eserleri okumaya karar vermiş olsak bile, müşkilattan kurtulmuş sayılmayız. Zamanımız Türkiye'sinde gerçekten pek çok dinî neşriyât var. Kur'ân tercümeleri, tefsirler, hadîs tercümeleri, fıkıh, fetva ve tasavvuf kitapları tercümeleri vs.. Tercümelere yerli te'lifler de eklenmektedir. Bunların hepsini alıp okumaya ne maddî imkanlarımız elverişlidir, ne de ömrümüz yeterlidir.
Yani, mutlaka bazı seçimler ve tercihler yapmak zorundayız.
Hadîs sahasından misal verelim. Şüphesiz dinimizi öğrenmede mutlaka baş vurmamız gereken bir sahadır. Hadîs okumadan müslümanlığımızın kemâle ermesini beklemek oldukça zordur. Ama hadîs sâhası o kadar geniştir ki, bu sahaya giren te'lifatı gerekli ciddiyetle değme araştırıcı bile görme fırsatı bulamaz. Bu sebeple tâ ilk asırlardan beri âlimlerimiz, hadîslerden çeşitli seçmeler yaparak en zarurî, en faydalı olanları bir araya getirmeye çalışmışlardır. "Kütüb-i Sitte" adı altında şöhret kazanan altı hadîs kitabı böylece ortaya çıkmıştır. Yani bunlar seçme hadîsleri ihtiva eder.
Kütüb-i Sitte'deki hadîsler seçilirken "sıhhat" vasfı düşünülmüştür. Yâni hadîsin sahîh olması ön plana alınmıştır. Bir hadîste aranan ilk şart onun "sahîhlik" i yâni Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in sözü olmasıdır. Kütüb-i Sitte, "sahîhlik" vasfını taşıması sebebiyle ümmetçe büyük rağbete mazhar olmuştur. Dinî ve dünyevî hayatımızı tanzimde muhtaç olacağımız her çeşit hadîs bu altı kitapta mevcuttur.
Hemen belirtelim ki, bu altı kitabın her biri bir çok ciltten meydana gelen bir külliyattır. Şöyle ki: Buhârî 9, Müslim 4, Nesâî 8, Tirmizî 10, Ebu Dâvud 5, İbnu Mâce 2 cilttir.
Üstelik bunlardan her biri tekrarlarla doludur. Meselâ Buharî aynı hadîsi, durumuna göre 2, 3, 4, 5, 6, 7 ve daha fazla bölümde tekrar tekrar kaydeder. Çünkü bir hadîste, iki, üç, dört, beş... meseleye beraberce temas edilmiş olabilmektedir. Nitekim Buharî'de 2761 hadîs mevcut iken tekrarlarla sayı 9082'ye ulaşmaktadır.
Hadîslerin tekrarı, sadece bir kitabın içinde söz konusu değildir. Aynı hadîs Kütüb-i Sitte'nin hepsinde veya birkaçında tekrar edilebilir. Bazı hadîsler de bu altı kitabın sadece birinde kaydedilmiştir, diğerlerinde yoktur. Hadîslerin Kütüb-i Sitte içerisindeki tekrarları hakkında bir bilgi vermek için şu rakamlara bir göz atalım: Bu te'lifimizin aslı olan "Teysîru'l-Vüsûl"da 10.490 hadîs bulunmaktadır. Teysîru'l-Vüsûl ise 32632 adedi bulan Kütüb-i Sitte hadîslerinden tekrarlar atılarak derlenmiştir. Şöyle ki:
1- Buharî: 9082 hadîs, 4- Ebu Dâvud: 5274 hadîs,
2- Müslim: 7275 hadîs, 5- Tirmizî: 3951 hadîs,
3- Nesâî: 5724 hadîs, 6- Muvatta: 1326 hadîs.
Öyle ise, araştırıcı olmayan, sadece dinî kültürünü artırmak için hadîs kitabı almak ve okumak isteyen bir müslüman için tekrarları atarak yeni bir eser te'lif etmek mümkündür. Bu ihtiyaç çoktan duyulmuş ve bu maksatla muhtelif te'lifat yapılmıştır.
Elimizdeki şu eser onlardan biridir. "Kütüb-i Sitte" denen şu altı kitaptaki müstakil hadîsleri bir araya getirmektedir: Sahîh-i Buharî, Sahîh-i Müslim, Sünen-i Nesâî, Sünen-i Tirmizî, Sünen-i Ebu Dâvud, Muvatta-ı Mâlik. İleride açıklayacağımız üzere biz, buna İbnu Mâce'nin "Sünen" adlı kitabını da ekledik. Kitap, bir hadîsi, bir yerde kaydettikten sonra bu hadîsin Kütüb-i Sitte'nin hangilerinde ve nerelerinde geçmektedir belirtir.
Şu hâlde bu kitap, Kütüb-i Sitte'de yer alan bütün hadîsleri eksiksiz ihtiva etmektedir. Araştırıcı olmayan bir müslüman bunu temin ettikten sonra, artık Kütüb-i Sitte'ye ihtiyaç duymayacaktır. Böylece, hem harcamadan tasarruf etmiş olacak, hem de okumada zamandan.
Üstelik, hadîsleri şerhsiz okumanın mahzurları var. Hadîslerin bir kısmı "mensûh" tur. Yani hükmüyle amel edilmez, bazıları belli şartlar altında amele elverişlidir, bazıları mezhepten mezhebe farklı yorumlara mazhar olmuştur. Kısacası hadîslerin anlaşılması, kendileriyle amel edilme durumlarının bilinmesi ayrı bir konudur. Bu hususta hükme gitmek herkesin harcı değildir: Fıkha müteallik bir hadîsi değerlendirmek için birçok ilmi bilmek, müctehid olmak gereklidir. Aksi takdirde, her okuduğu hadîs ile amel etmek son derece yanlış olur ve dinî sorumluluğu gerektirir. Sevâb işleyeyim derken günah işlemek, Allah'ın rızasını elde edeyim derken gazabına sebep olmak söz konusu olabilir.
Biz bu mahzuru gidermek için, fıkhî hadîsler başta olmak üzere, anlaşılması zor olan, yanlış hükme gidilebilecek olan bütün hadîsleri açıklamaya ehemmiyet verdik. Hadîs'in açıklamasında dayanağımız İslâm âlimlerinin eserleri ve yorumları olmuştur.
2) TERCÜMEDE NELERE DİKKAT ETTİK?
Tercümeyi yaparken hem aslına sâdık kalmaya hem de anlaşılır ve açık olmaya çalışılmıştır. Tercüme yapanların karşılaştığı zorluklardan biri budur. Açık anlaşılır bir tercüme yapmak ve aynı zamanda da asla sâdık kalmak. Bu oldukça zordur. Üstelik her bir kelimesi ve hatta edatı, yerine göre, büyük ehemmiyet taşıyan dinî metinlerde çok daha zordur. Biz, tercümemizin anlaşılır olması için, ister istemez, bazı hadîslere aslında olmayan kelime ve ibâreler ekledik. Bu eklentiler mühimse parantez içerisinde gösterilmek suretiyle dikkat çekilmiştir. Yine belirtelim ki, parantez içerisinde sunulan açıklayıcı kısımlar, mümkün mertebe aynı hadîsin bir başka "vech" inde gelmiş olan "ziyâde"den veya âlimlerin hadîsle ilgili açıklamalarından alınmaya çalışılmıştır.
Hemen belirtelim ki, tercümelerde karşılaşılan mühim bir zorluk da Türkçemizin durumudur. Dilde özleştirme yaftası altında, asırlardır, kültürümüze girmiş, ruhumuza işlemiş kelimeleri atıp yerine uydurmalarını koymak suretiyle, hiçbir millette görülmeyecek derecede ve ancak ihânet kelimesiyle ifade edilebilecek korkunç tahribâtlar yapılmıştır. Çoğu kere şu kelime mi, bu kelime mi diye bocaladığımız olmuştur. Bir hadîsin ifade ettiği mânayı daha açık olsun diye değişik bir kelime ile ifade etmeye kalkınca mâna zenginliği kayba uğramaktadır. Biz, ölene dek, uzun yıllar Türk Dil Kurumu'nun yetkili bir makamında kalarak dilimizi tahrîp faaliyetlerini yönlendiren Ermeni Agob Dilaçar'a izâfeten halkımızın agobça dediği kelimelerden mümkün mertebe kaçındık. Anlaşılır, yaşayan Türkçe ile ifade etmeye çalıştık. Ancak ıstılah edilebilecek bazı hususî ve teknik kelimeleri de olduğu gibi koruduk. Yer yer bunları dipnotlarda açıkladık. İfadenin bütünü içerisinde bu çeşit kelimelerin anlaşılır hâle gelmesine de gayret ettik. Tek başına alındığı takdirde tamamen kapalı ve anlaşılmaz kalacak bir kelimenin cümle içerisinde öyle olmayacağı ümidindeyiz. Yine de en sona koyacağımız bir lügatçe bu konuda yardımcı olacaktır.
3) KİTAPTA NELERE YER VERİLMİŞTİR?
Bu kitap Teysîru'l-Vüsûl'ün tercümesinden ibaret değildir. Şu hususlara da yer verilmiştir:
1- MUKADDİME KISMI: Burada hadîsle ilgili bilinmesi gereken hususlar yeterince açıklanmıştır. Şöyle ki:
a) Hadîs târihi ve belli başlı hadîs te'lîfatı Kütüb-i Sitte ve müellifleri (hayat, metod ve hususiyetleri),
b) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in ilmi yayma tedbirleri,
e) Bazı hadîs meseleleri,
d) Usul-i Hadis ilminin mühim bahisleri.
2- ŞERH KISMI: Hadîsleri metin olarak verip tercümesini kaydettikten sonra ihtiyaç duyulan hadîslere açıklama getirdik. Açıklamalar esas olarak şerhlerden alınmadır. Bu, kaynaklarda daha geniştir, biz özetlemeye çalıştık. Araştırıcılar kaynaklara inebilir ve inmelidir de. Halk için yeterli olan miktarı aktardığımıza inanıyoruz. Fıkha müteallik meselelerde Hanefi görüş esas alınmış ise de, şârihlerimizin yaptığı üzere, gerekli yerlerde başta Şâfiî ve diğer mezhep imamlarımızın görüşleri de belirtilmiştir.
Şu hususu da belirtmek isteriz: Eserde, günümüzde üzerinde durulan bir kısım fıkhî ve içtimâ meselelere yeri geldikçe ağırlıklı olarak temas edilecek, yeni gelişen "ehl-i sünnet"e uygun görüşler aksettirilecektir. Sosyoloji, psikoloji, pedagoji gibi tamamen yeni sayılan sahalarda tetkik konusu yapılan meselelere geniş ve tatminkâr açıklamalar getirilecektir. Bu husus, belki de kitabımızın en orijinal ve en mühim yönlerinden birini teşkil edecektir. Zira Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, bundan ondört asır önce, insanlığın bütün meselelerine nasıl dikkat çekmiş bulunduğunu gören mü'min okuyucuya şu yakîni kazandıracaktır: "Sayısız problemlerle muzdarib insanlığın dertlerine en şafi ilaç İslâm'dadır; Kur'ân'da ve Sünnet'tedir; sadece İslâm dünyasının değil, insanlık âleminin gerçek bir kurtuluşu Sünnet'in anlaşılmasına ve bütün müesseseleriyle ictimâî hayata intikâl etmesine bağlıdır: Sünnet bir örf; terdî bir değer değil, ilahî bir rehberdir, dünya ve âhiret saadetine götüren Sırat-ı Müstakim. Cadde-i Kübrâdır."
3- SAHABE HAYATI: Bazen hâdîsin râvisi olarak bazen de rivâyet edilen hadisenin kahramanı olarak adı geçen sahâbeler hakkında bilgi verilmiştir. Sahâbelerin tanıtılmasına ayrı bir ehemmiyet atfediyoruz. Çünkü onlar (radıyallahü anhüm), fiil haline geçmiş sünnet gibidirler. İslâm'ı hakkıyla anlayan ve yaşayan kimselerdir. Canlı ve yaşanan İslâm'ı anlamak isteyenler Ashâbı bilmek ve anlamak zorundadırlar.
Hayatları hakkında bilgi verilen sahâbeler, -hangi cilt ve sahifede bulunabilecekse- son ciltte alfabetik sırayla gösterilmiştir.
4- İBNU MÂCE'NİN ZİYÂDELERİ: "Kütüb-i Sitte Muhtasarı Şerhi" adını verdiğimiz bu kitap esas itibâriyle İbnu Deybe'nin "Teysîru'l-Vüsûl" adlı kitabına dayanır. Bu eser altıncı kitap olarak İbnu Mâce'nin "Sünen"ine değil, İmam Mâlik'in "Muvatta" adlı kitabına yer verir. Halbuki, günümüzde Kütüb-i Sitte'nin altıncı kitabını İbnu Mâce'nin "Sünen"i teşkil eder. Bu durumda Kütüb-i Sitte deyince zihinler ister istemez, -haklı olarak-, İbnu Mâce'nin "Sünen"ini arayacaktır. İşte bu ihtiyacı da karşılamak maksadıyla İbnu Mâce'nin Kütüb-i Sitte'ye ziyâde olan yani İbnu Mâce'de olduğu halde diğer kitaplarda yer almayan hadîsleri en sona ayrı bir bölüm hâlinde koymayı uygun gördük. Bu hadîslerin kitapta ilgili bahislere dağıtılması da düşünülmedi değil. Ancak, bu durumda Teysîru'l-Vüsûl'ün orijinalitesi kaybolacaktı. İbnu Mâce'nin ayrı tutulmasından doğacak mahzuru şöyle giderdik: Mefhum fihristinde her konunun geçtiği yerler gösterilirken, o konuya temâs eden İbnu Mâce hadîsleri de gösterilmiştir.
İbnu Mâce'de geçen ziyâde hadîslerin miktarca 1339'u bulduğunu göz önüne alacak olursak bu ilâvenin eserimize nasıl bir zenginlik kazandıracağı anlaşılır.
5- FİHRİSTLER: Kitabın bu kısmında, öncelikle "Mefhumlar Fihristi" olmak üzere, kitapta geçen şahıs, kitap ve yer isimleri, âyet-i kerîmelerle ilgili fihristler yer alacaktır. "Mefhumlar Fihristi" sayesinde istenen bir konuya giren âyet, hadîs ve açıklamalar kitabın nerelerinde geçmektedir, topluca görülecektir. Fihristler kısmı son ciltte yer alacaktır.
Eser, bilhassa bu "Mefhumlar Fihristi" sayesinde, arayacağımız her meseleyle ilgili bahsi hemen bulmanızı sağlayacaktır. Eserin, esas itibariyle, dinimizin yer verdiği meselelerin kâhir ekseriyetine yer veren geniş muhtevası göz önüne alınınca, kitaba,istediğimiz yüzde doksan meseleyi bulabileceğimiz bir İslâm ansiklopedisi gözüyle bakabileceğiz.
6- LÜGATÇE: Eserde geçtiği hâlde anlaşılmasında zorluk çekileceğini tahmin ettiğimiz bir kısım kelime ve tâbirleri ve değişik ilim dalına giren ıstılahları kısaca açıklayacağız. Bu kısım da son ciltte yer alacaktır.
Kitap bu hâliyle gerek rivâyet, gerek dirâyet ve gerekse usûl bahislerinde, araştırıcı dışında her müslümanı, hadîs sahasında bir başka kitaba ihtiyaç duyurmayacak zengin bir muhteva taşıyacaktır.
Cenâb-ı Hakk şeriat-ı garrasını öğrenmek sonra da yaşamak isteyenlere yardımcı olsun, bu çalışmamızı mağfiret ve rızasına vesile kılsın.
Amîn Doç.Dr. İbrahim CANAN



Sonraki Başlık: MUKADDİME KISMI

UNUTAMAM ASLA.





Unutamam asla seni

Bu can sevmişse bırakıp gitmez
Seven bu kalbi incitmez
Sana sevgim hiç bitmez
Unutamam asla seni

Alnımıza yazılmış bu kaderde
Düşürdün beni çıkmaz derde
Anılarımız dolu her yerde
Unutamam asla seni

O güzel gözlerin
Aklımda o tatlı sözlerin
Her saniye seni özlerim
Unutamam asla seni

Yokluğun öldürüyor beni
Ölümüne sevmiştim seni
Senin aşkını senin sevgini
Unutamam asla seni
Semiha Kaçar


UNUTAMAM ASLA 
Seni düşündüm sensiz geçen her anımda 

Sen olmasan da, hayalin vardı etrafımda 

İsmin eksik olmadı, gece gündüz dudağımda 

Unutamam seni aramızda yollar olsa da 
UNUTAMAM ASLA.
Islandı gözlerim geceleri sabahlara kadar 
Kalbimde aşkının ateşi durmadan yanar 
Yalnız sen varsın, her yolum sana çıkar. 
Unutamam seni aramızda yollar olsa da 
UNUTAMAM ASLA. 
Rüyalarım artık seni görmenin tek yolu 
Elbet olacaktır bu ayrılığın da bir sonu 
Yalnız sana yöneltim ben her yolumu 
Unutamam seni aramızda yollar olsa da 
UNUTAMAM ASLA. 
Mutluluğu sende tattım, senin yanında 
Seninle bağlandım bu yalan dünyaya 
Her şeyi göze aldım senin uğruna 
Unutamam seni aramızda yollar olsa da 
UNUTAMAM ASLA. 
Dayanacak gücüm kalmadı artık bu ayrılığa 
Senden uzakta olmak kastediyor canıma 
Sen olmazsan çoktan küserdim bu hayata 
Unutamam seni aramızda yollar olsa da 
UNUTAMAM ASLA.

unutamam asla seni ah kara gözlüm

dolasırım gece gündüz yar hep aklımda 
sanki alev almıs sevdam yanar bağrımda 

ölene dek seveceyim elin olsanda 

unutamam asla seni ah kara gözlüm 

unutamam asla seni ah nazlı yarim 
sakın bana unut deme unutamamki 
bir an bile hasretinle yasıyamamki 
ALLAH vermis canı ancak ALLAH alacak 
untup seni bu cana ben kıyamamki
seni düsündüyüm zaman ağlar gözlerim 
sesiniduyduğum anda titrer bedenim 
bir bilsenki seni ne cok ne cok severim
unutamam asla seni ah kara gözlüm
unutumam asla seni ah nazlı yarim 
sakın bana unut deme unutamamki 
bir an bile hasretinle yasıyamamki 
ALLAH vermis canı ancak ALLAH alacak 
unutup seni bu cana ben kıyamamki

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...