02 Ocak 2015

50-KAF:(1-45 ncı AYETLERİN MEALİ ŞERİF TEFSİRİ)

ELMALI HAMDİ YAZIR TEFSİRİ

50-KAF:
Bu sûre ile Sûresi'nin başlayışında fazla bir benzeyiş vardır. İlk önce, ikisi de birer harf ve Kur'ân'a yemin ve ile başlıyor. Kâfirlerin şaşkınlıklarından bahsediyor. O sûrenin baş tarafında "Bu öğüt dolu Kur'ân'a and olsun." (Sâd, 38/1) sonunda "O (Kur'ân) bütün alemler için bir öğüttür." (Sâd, 38/87). Bu sûrenin başında "Bu şerefli Kur'ân'a andolsun." sonunda "Benim tehdidimden korkanlara bu âyet ile öğüt ver." (Kaf, 50/45) buyuruluyor. Onda imanın şartlarından ilk esas olan tevhide, bunda ölümden sonra dirilmeye ve haşre dikkat çekilmiştir. Yazılışta harf, okunuşta kaf isim şeklindedir. Açıkça anlaşılan harfin ismi, bundan da bu sûrenin ismidir. Bu vesile ile Kaf dağından da bahsedilmiş. İşaret ile veya açıkça emr-i hazır olması ihtimali de söylenmiştir. Doğrusu diğerleri gibi bu da müteşâbih âyetlerdendir. Yorumunu Allah bilir. Fahreddin Razi burada önce şu hususlara dikkat çekmiştir: Yukarılarda anlatmıştık ki böyle sûrelerin başındaki harfler, okunacak Kur'ân'ı iyi dinletmek için dinleyicinin dikkatini uyandırmak üzere verilen uyarılardır. Yine anlatmıştık ki ibadetin kalb ile olanı, dil ile olanı ve vücudun dış organları ile olanı vardır. Organ ile olanlar içinde mânâsına akıl eren de var, mânâsı akıl ile bilinmeyip sırf ibadetle ilgili olan da vardır. Nitekim hacda şeytanları taşlamak, sa'y ve benzeri diğer bazı ibadetler böyledir. Kalple ilgili inançlar içinde Allah'ın birliğini ispatlama ilmi, ve insanların mahşerde toplanmalarının mümkün olması, Allah'ın sıfatı ve peygamberlerin doğruluğu gibi hem aklın delil ile bildiği kısım vardır, hem de kıldan ince kılıçtan keskin sırat ve amelleri tartacak mizan gibi şeriatla ilgili olmadıkça kesinlikle kabul etmek ve doğrulamak mümkün olmayan kısım vardır. Şu halde dil ile yapılan ibadet olan zikirlerde de böyle olması gerekir. Bunların da Kur'an'ın çoğu gibi hem mânâsına akıl eren kısmı vardır. Hem de bu heceleme harfleri gibi mânâsını aklın kavrayamayacağı veya anlamadığı kısım vardır. Çünkü onu okumaktan maksat, yalnız emre boyun eğmektir. Yoksa konuşmada, alışıldığı üzere bir hüküm veya hoş bir hikaye veyahut "Ey Rabbimiz! Bizi bağışla ve bize merhamet et!" gibi güzel bir maksadı ifade etmek değildir. Bilakis sırf söylemek sadece ibadet olur. Bunu şu husus da destekler: Bu harflere yemin edilmiş bulunuyor. Kendileriyle yemin edilmiş durumdadırlar. Halbuki Allah Teâlâ'nın incir ve zeytine yemin etmesi onlara şeref vermek olduğu gibi, (Allah'ı) tanımanın delili, ve ta'rifin aleti olan şerefli sözün aslı olan harflere yemin etmesi de onların ayrıca bir şerefe sahip olduklarını öncelikle ifade eder. Şimdi bu noktada şunları düşünmek gerekir:
1- Allah Teâlâ'dan yemin ya gibi bir şeye veya gibi bir harf ile de olmuştur. Veyahut "Göğe ve gece ortaya çıkana yemin olsun." (Târık, 86/1). "Kuşluk vaktine, kararıp ıssızlaşan geceye yemin olsun ki" (Duhâ, 1-2) gibi iki şeye ve gibi iki harfe, veyahut "okuyanlara", "sevk edenlere", "saf bağlayıp duranlara" gibi üç şeye ve gibi üç harfe, veyahut (Zâriyât Sûresi'nde) (Burüc Sûresi'nde) (Tin Sûresi'nde) olduğu gibi dört şeye ve gibi dört harfe veyahut 'da da da de olduğu gibi beş şeye ve ve gibi beş harfe olmuştur. Beş şeyden fazla yemin yalnız bir sûrede vardır ki o da Şems Sûresi'ndedir. Beş harften fazlaya hiç yemin yapılmamıştır. Çünkü asıl harfleri beşten fazla kelime ağır sayılmıştır. Mânâ için birleştirilmesinde ağır görülüp kabul edilmeyince mânâsı bilinemeyecek veya mânâsı olmadığı zaman daha da ağır gelmesi gerekir.
2- Bilinen şeylere yeminde, yemin edatı olan zikredilmiş denilmiş. Fakat harflere yeminde yemin edatı zikredilmemiştir. Mesela denilmemiştir. Çünkü yemin, harflerin kendilerine olunca harfin, harfe alet yerinde getirilmesi eşitliği bozardı.
3- Allah Teâlâ, gibi eşyaya yemin etmiş, onların asılları olan zerrelerine ve basit maddelerine yemin etmemiştir. Fakat harflere, onları birleştirmeden yemin etmiştir, çünkü eşyanın birleşiminde maddesi en güzel bir şekilde bulunur. Fakat harfler, birleştirilince yemin sözcüklerine değil, gök ve yer gibi mânâlarına ait olmuş olur. Mânâsız terkibe göre ise tek harf daha değerli olur. Onun için harflerin yalnız müfredatına yemin edilmiştir.
4- Bakara Sûresi'nde geçtiği üzere harflere yemin, yirmi sekiz sûrededir. Sayıları harflerin yarısı kadar olan, şeylere yemin ise ki 'den başka sûrelerdedir, ondört sûrededir. Çünkü harflerden başka şeylere yemin sûrelerin baş tarafında da vardır, ortasında da vardır. Mesela "O aya ve döndüğü an o geceye andolsun." (Müddessir, 74/32-33) gibi. Harflere olan yemin ise ancak sûrelerin baş tarafındadır. Ve orada güzel olmuştur. Çünkü anlaşılan arasında, anlaşılmayan güzel olmazdı. Onun için sûre başlarında eşyalara yemin, harflere yeminin yarısı kadardır.
5- Harflere yemin, Kur'ân'ın iki yarısının ikisinde de hatta yedi kısmında da vardır. Sayılı eşyalara yemin ise yalnız son yarısında, hatta 'den başkası son kısımdadır. Zira çoğunlukla harflere yeminden sonra Kur'ân ve kitab veya tenzil zikredilmiş "Yâsin, hikmet dolu Kur'ân hakkı için" (Yasin, 36/1-2), "Elif, Lâm, Mîm. O kitap" (Bakara, 2/1-2), "Elif, Lâm, Mîm, Bu Kitabın indirilmesi..." (Secde, 32/1-2) buyurulmuştur. İşte Kur'ân'ın hepsi harflerle ifade edilen bir mucize olduğundan onlar her kısımda bulunmuş olup, sayılı şeylere yemin ise böyle değildir.
Bundan sonra Razî "Kaf"a ait konulardan olmak üzere şunu da ilâve eder: Kaf yeryüzünü kuşatan bir dağdır ki göğün etrafı onun üzerindedir denilmiş, bu görüş, birkaç yönden zayıftır:
1- Okunuşu vakf üzeredir. Halbuki dağ ismi olsaydı yemin edilmiş olmakla vasılda vakıf caiz olmazdı.
2- gibi yemin harf ile söylenmesi gerekirdi. Çünkü yemin edatının atıldığı yerlerde kendisi ile yemin edilen "Allah'a yemin ederim ki mutlaka yapacağım." gibi yemine layık olarak (yemin edatını) söylemeye bir ipucu olur, denmez.
3- Öyle olsa yazılırdı "Kuluna yetmez mi?" (Zümer, 39/36), "Akan bir pınar vardır." (Gaşiye, 88/12) türünden olurdu. Halbuki bütün mushaflarda harf yazılmıştır.
4. Bunda açıkça anlaşılan harf olmasıdır. Gerçi onun İbnü Abbas'tan nakledilmiş olduğu da söylenmiştir. Fakat İbnü Abbas'tan rivayet edilen, 'ın bir dağ ismi olmasıdır. Fakat burada bu 'tan maksadın o dağ olduğu kesin değildir.
Demek ki Razî aslında "Kâf" dağı diye söylenegelen rivayeti inkâr etmiyor. Burada onunla tefsir edilmesi zayıf bulunuyor. Alûsî de rivayetleri kaydettikten sonra şöyle diyor: "Karafi, Kaf dağının bulunmadığı görüşünü ileri sürmüş ve buna açık delil getirecek delili olmayan şeye inanmanın caiz olamayacağını söylemiş. İbnü Hacer-i Heytemide bulunan rivayetleri ileri sürerek ona bazı itirazlarda bulunmuştur. Alûsî, bunları rivayet ettikten sonra; "Ben de Karafi'nin dediği gibi his şahitliğiyle bu dağın var olmadığı görüşündeyim." çünkü bu yeryüzünün karasını, denizini Yengeç dönencesine kadar kaç defalar katettiler. Öyle bir şey müşahede etmediler. Gerçi o haberler ravilerinden bir topluluk sahih rivayet edercesine bağlı kalarak rivayet etmişler ise de onların sahih olduğunu tenkid etme duygusunu, yalanlamaktan daha hafiftir. Bu, bulamamaktan dolayı kaf dağının varlığını inkâr etmek türünden de değildir. Zelzele işinin de öyle bir dağla bağlantısı yoktur. Çünkü zelzeleler yeryüzünün sertliğiyle beraber çıkmak isteyen buharların baskısındandır. Ve biraz insaf damarı olanlara göre bunu inkâr etmek kendini büyük görmektir. Biz de bu münâsebetle şunu söyleyelim ki daha bilgin olan Râzi bu hususta daha insaflı hareket etmiştir. Bizce insaf, rivayetleri yalanlamakta değil, bir doğru yorumu bulmaktadır. Gerçi bu hususta Peygamber (s.a.v)'e kadar isnad edilen bir hadis yoktur. Fakat bazı alimlerin kanaatlerini gösteren yaygın bir görüş vardır. İbnü Cerir'in ve İbnü Münzir'in rivayetlerine göre İbnü Abbas şöyle demiştir: Yüce Allah bu yeryüzünü arkasından onu kuşatan bir deniz, onun arkasından bir dağ yaratmıştır ki ona "Kaf" denilir. Dünya göğü onun üzerine sarmaktadır. Demek ki "Kaf" yeryüzünü kaplamış olan Büyük Okyanus'u kuşatmıştır. Bu ifadeye göre Kaf dağı denilen şey hava küresi (atmosfer) olmuş olur. Çünkü biz biliyoruz ki yeryüzünü çevresinden kaplayan bir Büyük Okyanus'u vardır. Büyük Okyanus'u da atmosfer tabakası kaplamıştır. Dünya göğünün etekleri bu atmosfer tabakası üzerindedir. Bizim gök dediğimiz zümrüt gibi göklük burada parlamaktadır. İbnü Münzir'in, Ebû'ş-Şeyh'in, Hakim'in, İbnü Merduye'nin Abdullah b. Büreyde'den rivayetlerinde: "Kaf" dünyayı kuşatan zümrütten bir dağdır ki göğün etekleri onun üzerindedir diye zümrüt ile ifade edilmesi de teşbih-i beliğ türünden olmak üzere bu rengi takviye eder. Buna dağ denilmesi de küresel şekli ile ufuk üstünde yükselme ve büyüklüğü itibarıyla veya bir kaynak ve anbar olması bakımından olması gerektir. Bununla beraber İbnü Ebi Dünya'nın ve Ebû'ş-Şeyh'in rivayetlerinde "Kaf" yalnız dünyayı değil, kainatı kuşatmış olmak üzere de nakledilmiş ve damarları yeryüzünün içine kadar indiği ve depremler onun damarlarının hareketinden meydana geldiği de söylenmiştir. Bu noktaya gelince "Kâf" kelimesi bize eski Yunanlılar'da bile bilinen ve herşeyin kaynağı olmak üzere maddenin bir kül karışımı niteliğinde düşünülen ilk durumunu ifade eden "chos kao" kelimesini hatırlatmıştır. Kâf dağı rivayetleri Hz. Peygamber'e istinad ettirilmemiş bulunduğu için bunu eski zamanlarda pek yaygın olmuş bir teori türünden saymakta hiçbir sakınca yoktur. Fakat bunu tefsir için esas edinmek uygun olmaz. harfini müteşabih olarak Allah'ın kudretine bir sembol saymak Kaf dağı denilen olabilirlik âlemiyle tefsir etmekten daha uygun olur. Ve şanlı ve şerefli Kur'ân hakkı için.
MECİD : Mecd sahibi, mecd, geniş lütuf ile ilgili büyük şeref ve şandır. Şu halde "Kur'an-ı mecid" şerefi, kitapların hepsinden büyük olan, yahut mânâsını bilip kendisiyle amel edeni şereflendiren şanlı Kur'ân demek olur. "Vav" yemin, veyahut yemine alt içindir. "Kaf" ile şanlı Kur'âna yemin edilmiştir.
2-Yeminin cevabı sonraki âyetin ipucuyla hazfedilmiştir. Yani sen uyarıcısın uyarma için geldin Doğrusu kâfirler kendilerine kendilerinden bir uyarıcı geldiğine şaştılar. Yani Kur'ân'ın şeref ve şanı olmadığından değil, fakat insanlara yine insanlardan bir uyarıcı, korku haberi vererek korkutan bir peygamber geldiğine şaştıklarından dolayı küfür ve inkâra gittiler. Halbuki insanlara kendileri dışında gelen bir uyarıcı, olağanüstü ve şaşmağa değer görülse bile yine kendilerinden bir uyarıcı gelmesi görülmedik bir şey değil idi. Fakat onun gelişine ve uyarmasına şaştılar. Da kâfirler dediler ki: "Bu tuhaf bir şey!..." Bunda iki ayrı yorum vardır: Birisi şaşkınlıklarını tefsir ve şaşkınlık noktasını açıklamakla küfürlerini açıkça anlatmaktır. Bu şekilde tefsir, peygamberin uyarmasına işarettir. İkincisi Peygamberin peygamber olarak gönderilmesine şaşırmaktan sonra ahirette dirilmeye şaşırmalarını açıklamaktır. Bu şekilde atıf (bağlaç) kapalı olarak şu söze işaret olur.
3- Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit (bizi tekrar dirilmekle korkutuyor) ha! Yani bizi o vakit diriltme ve haşr ile mi korkutuyor? Bu, öldükten sonra diriltmek uzak bir dönüş. Akıldan veya alışılmıştan uzak olan bir geri dönüş, bir döndürüş veyahut bir cevaptır.
4-Şimdi bunun Allah'ın kudretinden uzak olmadığnı ispatlamakla buyuruluyor ki: Doğrusu biz toprağın onlardan ne eksilteceğini bilmişizdir. Yani onun alışılmıştan uzak zannedilmesi bir insanın gerçeği ve bölümlerinin ayrıntıları tamamıyla bilinemediği için bilgisizlikten ileri gelir. Yoksa hayat ilmi bilinse de bir insanın özelliğini meydana getiren bütün sırlar keşfedilse bir kimseyi öldürüp yeniden diriltmek pek uzak sayılmazdı. Halbuki Allah Teâlâ onu bilmiş ve yaratmıştır. Ölüp çürüyüp de toprak olan kavimlerin veye şahısların hüviyyet ve aynılıklarını meydana getiren rükünler ve şartlardan kalan nedir? Eksilen nedir? Ruh mudur, beden midir? Bedenin maddesi ve parçaları mıdır, yoksa birbirine benzeyen parçalar arasında hayatı ve aynılığı ifade eden belirli ve özel bir oran mıdır? Allah hepsini bilir. Toprakta çürüyüp yok olduğu zannedilen oluşumların, ilişkilerin, kuvvetlerin özelliklerin en küçük parçasına varıncaya kadar hepsi olduğu gibi Allah Teâlâ'nın ilminde belli ve korunmuştur. Ve katımızda korunmuş, değişmez, bozulmaz bir kitap vardır. Hepsi onda korunmuştur. Cüz'î ve küllî (parça ve bütün) hiçbir şeyi kaçırmaz, hatta onların amellerini de bütün açıklamalarıyla korumaktadır. Allah'ın ilmi bir de böyle Levh-i mahfuzda yazı ile sağlamlaştırılmış olarak tecelli etmektedir. Bunu değişme ve korunma kanununun bir ifadesi olarak düşünebiliriz. Bu tamamıyla bilinmiş olunca her hangi bir insanı yok ettikten sonra onu meydana getiren ve ondan yayılan ve değişmiş olan özelliklerin bilinmesi ve korunması hasebiyle onu yeniden iade etmek hiç de uzak olmaz. Onun için gerek bir toplumu, gerek bir şahsı öldükten sonra diriltmek ve haşretmek Allah'a göre uzak bir uygulama olmadığı bu düşünce ile belli olur.
5- Doğrusu onlar hakkı, kendilerine geldiği anda yalanladılar. Kendilerini yaratmış olan Allah'ın ilmini ve gönderdiği kitabını ve peygamberini gelir gelmez yalanladılar da şimdi onlar pek karmakarışık bir hal içinde çalkalanıyorlar. Bazen sihirbaz, bazen kâhin, bazen şair diyerek, bazen şaşkınlıkla, bazen inkâr etmekle ızdırap içinde gelecekten, ahiret hayatından ümitsiz bir halde kıvranıyorlar.
6- Buna karşı Allah Teâlâ'nın ilmini ve diriltmeye kudretini ispatlamakla ızdırabı savma hususunda buyurulur ki; Artık üstlerindeki göğe bakmadılar mı ki? Burada gök ufkumuzun üstünde görebildiğimiz (gök) cisimleri ve boyutları ile özel bir şekilde bakışımıza iz düşüren ve dünya göğü denilen yüksek binadır ki biri hissî, biri aklî olmak üzere iki yönü vardır. Herşeyden önce bunun hissî yönüyle gözlerimize olan tecellisine dikkat çekilmiştir. İkinci derecede fikirler ve deliller ile, akıl ile anlam çıkarmak mümkün olabilen göğün şeklinin derinliklerine dalmadan yalnız hissi olan bu yapılmış resmin durumuna bakıldığı zaman bile onu yapan yaratıcının ilim ve kudretindeki yücelik derhal gözlerde, gönüllerde kendini gösterir. Buradaki hazfedilmiş bir cümleye atıf içindir. Görmediler de o kâfirler üstlerindeki o göğe bakmadılar, baksalar ya! Biz onu nasıl bina etmişiz ve nasıl süslemişiz. Onun hiçbir yarığı, çatlağı yok. Yani kapısı geçidi yok değil, ayıp ve kusuru yoktur.
7- Yeryüzünü de yaymışız. O binanın döşeği gibi sermişiz, bakıldığı zaman gök, küre şeklinde görünürken görme alanı içinde yeryüzü de onun altında ufka doğru özel bir uzama şekli ile uzanmış görünür ve böyle görünmesi onun da bir küre olduğunu akıl ve delil ile anlamaya engel değildir. (Ra'd Sûresi'ndeki 13/3. âyetin tefsirine bkz.) Alûsi der ki; (Yeryüzünün) bu uzaması, yerin tam veyahut kutuplar yönünden noksan bir küre olmasına aykırı olmaz. Ve ona ağır baskılar, oturaklı dağlar serpmişiz. Ve onda gözler, gönüller açan her türlü güzel çiftten (bitkiler) bitirmişiz.
BEHÎC: Behcetli, gözlere gönüllere neşe ve sevinç veren, sevimli, güzel.
ZEVC; çift. İNBÂT, görünüşe göre bitkiler için ise de "zevc-i behic" insan dahil olmak üzere hayvanların da her hoş (güzel) sınıfını kapsadığı açıkça anlaşılır.
8- (Bütün bunlar) O, Rabbine gönül verecek, her kulun gözüne göstermek ve öğüt vermek içindir. Yani bütün bunları böyle yapış ve bitiriş Rabbine gönül verecek, hakka yüz tutup düşünecek her kulun gözüne göstermek ve fikrini açmak içni ibret verici delil ve hatırlatma vesilesi kılmak hikmeti iledir.
TEBSİRA; Hem göze görme kuvveti, hem de kalbe basiret (seziş) kuvveti vermek mânâsına olabilirse de ikincisi ile ifade edilmiş olmasından dolayı burada gözle görme mânâsında olması daha uygun görünür. Bunun birisi hissî birisi aklî yönü ifade eder. Biri duyurma, biri dikkati çekmedir. Bunların her biri birer yeni hayat neşesiyle Allah Teâlâ'nın ilmine ve ölümden sonra diriltme kudretine delalet ederler. Hissettirme, şimdiki dünya hayatını yaşatırken, dikkati çekme ve hatırlatma geçmiş ve gelecek şuuruyla ahireti duyurur.
MÜNİB kaydı da gerçek olarak faydalananları göstermek ve Allah'a yönelmeye teşvik etmek içindir.
9- Ve Gökten bereketli bir su indirmekteyiz ki hayrı, bereketi ve faydası pek çoktur. Bununla o güzel çiftlerin nasıl bitirildikleri gösterilerek yerinde uygulama ve diriltme şekline bir misal verilmiş oluyor. Kur'ân da bu mübarek suya benzer indirip de onunla, o su sebebiyle bitirmekteyiz; birçok cennetler, meyveli ağaçları kapsayan bağlar, bahçeler ve biçilen ekin taneleri,
10- ve dolgun veya yüksek hurma ağaçları.
BÂSİK: Uzun, düzgün veya yüklü. Tomurcukları birbiri üzerine dizilmiştir. Yani birbiri üstüne dizilmiş çok, veya içinde meyvesi çok, çünkü tal'ı, hurmanın ilk çıkan tomurcuğudur ki meyvesi içinde istiflidir.
11- Kullara rızık olsun diye yetiştirmekteyiz. Bir beldeyi ölmüş iken onunla, o su ile diriltmekteyiz. Gelişme ve büyümeden kesilmiş kuru toprağa hayat vermekteyiz. İşte dirilip kabirlerden çıkma da böyledir. Yani ölü bir beldenin bir su indirmekle dirilmesi gibidir. Allah'ın indireceği bereket ile sizin de dirilip çıkmanız, Allah'ın kudretinden nasıl uzak değilse bu da uzak değildir. Burada "çıkış" denilmesi anlamlıdır. Ebbu's-Suud'un açıklamasına göre yerden bitkilerin çıkarılmasına diriltme ve ölülerin dirilmesine hürûc denilmesi önemsiz gibi görülen bitirmenin şanını büyütmek ve uzak görülen ölümden sonra dirilme işini tabii (bir fiil gibi) kolay göstermek ve bu şekilde bitkileri çıkarma ve ölüleri diriltme arasında benzeyişi gerçekleştirmekle karşılaştırmayı açıklamak ve anlaşılmasını kolaylaştırmak içindir.
12-14-Muhakkak ki biz bununla ölmüş bir toplumdan hakkın feyiz ve bereketiyle İslâm'ın ortaya çıkması ve yeni bir hayat ile başkalarına karşı dirilip canlanması ve galip gelmesi mânâsına da bir işaret anlarız. Onlardan önce de yalanlamışlardı. Bununla peygambere teselli ve kâfirlere uyarı misalleri veriliyor.
"Ress ashabı." Bununla ilgili açıklama (Furkan, 25/38. âyetinde geçti, oraya bkz.) Ve Lut'un hemşehrileri, Lût (a.s)'ın kavmi ki kendisine nikahla meydana gelen akrabalıkları bulunmaktan dolayı ihvan (kardeşler) denildiği söylenmiştir. Bu deyim, gerek soy ve gerek evlenmekle meydana gelen akrabalık ile yakınlığın, kimseyi kurtaramayacağını anlatır. Tübba'ın kavmi, kendisi değil, kavmi ki Himyeriler'dir. (Duhan, 44/37. âyetin tefsirine bkz.) Her birisi peygamberleri yalanladı. Yeni hayata davet için Allah tarafından gönderilen peygamberlerin irşâdlarına inanmadılar. Ölümden sonra dirilme ve haşr için hazırlanmadılar. Böylece vaad ettiğim azab hakk oldu. Yani hep helak oldular ve yok oldular.
VAÎD : Vaad gibi masdardır. Mef'ul mânâsına da olur. Vaad maddesi, iyilik ve kötülükte, acıda ve tatlıda kullanılır. Fakat vaîd ve iy'ad acı ve korkunç olanlarda kullanılır. Tehdit ve uyarma ifade eder. Burada vaîd, benim uyarmam demektir. Esre ile yetinilerek mütekellim (birinci şahıs) ya'sı hazfedilmiştir.
15- Şu halde ilk yaratmada aciz mi kaldık? Yani gerek diğerlerini, gerek kendilerini ilk yaratılışla, birinci defa meydana getirmekle kudretimizi göstermiş değil miyiz ki ikinci bir yaratışı uzak görüyorlar da "uzak bir dönüştür" diyorlar. Yahut kendilerinden önce yarattığımız halka, o önceki insanlara karşı yarattıktan sonra uyarmamızı, tehdidimizi yerine getirmeye gücümüz yetmemiş de aciz mi kalmışız? Ki korkmadan yalanlayıp uzak görüyorlar? Veya ilk yaratışla kudretimiz tükenmiş de ilerisini yaratmaktan güçsüzlüğe mi düşmüşüz. Hayır, öyle olmadığını bilirler. Onlar yeniden yaratılmaktan şüphe ediyorlar.
LEBS: Aslında karıştırıp şüpheye düşürmek demektir. Burada iki mânâsı vardır: Birisi genellikle tefsir bilginlerinin açıkladığı şekliyle şöyle demektir: Onlar, ilk yaratılışı ve bizim kudretimizi itiraf etmekle beraber yeni bir yaratma ile ölülerin dirilebileceğinde şüphe ediyorlar. Bir defa yapılanın, tekrar yapılabileceği hakkındaki kıyası, tabiî kanunu bırakıyorlar da kudrete karşı şüpheye düşerek çelişkide bulunuyorlar. Bu mânâ, susturucu bir mânâ olur. İkincisi En'am Sûresi'nde "Sizleri geceleyin ölü gibi uyutan, gündüz de yaptığınız işleri bilen odur." (En'am, 6/60) âyetinde geçtiği üzere bir toplumun hayatı gibi bir şahsın hayatının da parçalarının her an yenilenmesi şekliyle bir karışıklık içinde olduğunu ve bundan dolayı ilk yaratma denilen bu yaratmada şahsiyetin kalması bile cinsin birliği gibi yavaş yavaş yaratılan birbirine benzer parçalar arasındaki bir karışıklık ve benzerlik içinde tecelli eden bir nisbet birliğinden aynı nisbette ardarda gelen yeni bir yaratmanın sürekliliğinden ibaret olduğunu açıklamadır. Şeyh Muhyiddin-i Arabî buradan bütün eşyanın arazlar (aslında olmayıp sonradan olan hal ve nitelikler) gibi maddeler de her an yeni bir yaratılış ile yenilendiğini istinbata (delillerden hareketle sonuç çıkarmaya kadar gitmiş. Fransız filozofu ünlü Dekart da bu şekilde yeni bir yaratılış nazariyesini ileri sürmüştür. Bu âyetle zamirine göre yeni yaratılışın böyle bütün eşyaya genelleştirmesi açıkça anlaşılmasa bile herhalde insanlar gibi canlı varlıklara gelişmeleri itibarıyla uygun olması tartışma götürmeyecek kadar açıktır denilebilir. Bu şekilde bir şahsın asl varlığı için gerek devam ettirme, gerek eski haline getirmede temel direk olarak düşünülmesi gereken esası, bir nehrin suyu gibi değişip duran maddi parçalarının tıpkı tıpkısına kendilerinde ve adetlerinde değil, aralarındaki düzenli oranla ifade ettikleri benzeme birliği ile ruhani doğrulukta gözetmek gerekir. Onun için bir şahsın belirlenmesi hacmin büyüklüğü ve küçüklüğü ile ilgili görünmeyerek gerek bir zerre, bir hücrecik ve gerek büyük bir cisim ve hacim halinde bile şahsiyetini koruyabiliyor da yetmiş yaşındaki Zeyd, beşikteki bebek, anne rahmindeki cenin, baba sulbündeki bir damla su olan aynı şahıs diye düşünülüyor. Kuyruk kemiğinin ucundan ölümden sonra dirilmeyi gösteren malum "Kuyruk sokumu kemiği" hadisi de bunu ifade etmiştir. Zaten insanların böyle yeni bir yaratılışla yaşayabilmeleridir ki onların ihtiyaçlarının sırrını meydana getirir. Öyle olmasaydı insanın yarın için hiç bir endişesi ve hiç bir ümidi olmazdı. Bununla beraber bu mânâ yalnız insana ve canlılara ait değildir. Dünyada her şey "O'nun zatından başka herşey yok olacaktır." (Kasas, 28/88) âyetinin mânâsı gereğince helak ve yok olma içinde her an değişmeye maruz ve her değişmede yeni bir yaratılış ile birbirine karışma ve karıştırma içindedir. "Biz gökten bir su indirdik de orada her güzel çiftten bitirdik." (Lokman, 10) buyurulması da bu mânâ ile ilgilidir. Alûsî'nin bu mânâyı uzak görmesi garip görünür. Bütün kainat böyle yeni yaratılma içinde ahirete doğru giderken onu Allah'ın kudretinden uzak görerek inkâr etmek ve yalanlamak o geleceğin mutluluğunu yaşamaya azmedenler için bir sapıklıktan başka bir şey değildir.
Meâl-i Şerifi
16- Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve biz ona şah damarından daha yakınız.
17- Onun sağında ve solunda oturmuş iki melek zabıt tutarken,
18- İnsan hiçbir söz söylemez ki yanında (onu) gözetleyen, dediklerini zapteden bir melek hazır bulunmasın.
19- Ölüm sarhoşluğu gerçekten geldiğinde, "Ey insan! İşte bu senin öteden beri kaçtığın şeydir." denir.
20- Sur'a üfürülür, işte bu, tehdid(in gerçekleşme) günüdür.
21- Her can, kendisiyle beraber bir sevk memuru ve bir şahid bulunduğu halde gelir.
22- (Allah ona) "Andolsun sen bundan gaflet içinde idin. Şimdi senden gaflet perdesini kaldırdık. Bugün artık gözün keskindir." der.
23- Beraberindeki melek "işte yanımdaki hazır" der.
24- (Allah iki meleğe buyurur ki:) "Haydi ikiniz, atın cehenneme her inatçı nankörü!
25- İyiliklere (sürekli) engel olan, saldırgan, şüpheciyi.
26- O ki Allah'ın yanında başka ilâh edinmiştir. Haydi ikiniz birlikte onu şiddetli azaba atın."
27- Yanındaki arkadaşı (şeytan) der ki: "Rabbimiz! Ben onu azdırmadım. Fakat kendisi derin bir sapıklık içindeydi".
28- Allah buyurur ki: "Huzurumda çekişmeyin! Ben size daha önce uyarıcı göndermiştim."
29- Benim huzurumda söz değiştirilmez. Ve ben kullara asla zulmedici değilim.
16- "Andolsun ki insanı biz yaratmıştık." Bu hatırlatma hem ilk yaratılışı anlatma, hem de daha sonrakine bir hazırlıktır. Hem Allah'ın ilminin isbat edilmesine yaratmaktan bir delil, hem de insana en yakın olmaktan bahsedilirken yaratıcı ile yaratılanı karıştırmamak için Allah'ı bütün eksikliklerden uzak tutma delilini telkin etmektir.
Ve biz biliriz nefsi ona ne fısıldar, yahut ne ile vesvese verir. Nefsin vesvesesi deyimi, içinden kendine söylediği, gönlünden geçirdiği gizli duygular, cehimler, hatıralar, kuruntular, kararlar gibi bütün iç duyguları kapsar. Söyleneceği şekilde zaptetmekle görevli hafaza (koruyucu) meleklerinin bile henüz farkına varmadıkları derecede gizli olarak insanın gönlüne gelen hatıralar ve nefisle ilgili şeylerin hepsini de Allah bilir. Çünkü yaratıcısıdır. Ve biz ona habli veridden (şah damarından) daha yakınız. Öyle yakından bilir, öyle yakından yetişir, etkili oluruz. Yaratıcı ile yaratıkları arasındaki ilişki, yaratılan ile nefsi arasındaki ilişkiden daha önceliklidir. Çünkü yaratılanın ayakta kalması bizzat kendinden değildir, yaratıcısının kudreti iledir. (Bakara Sûresi'nde "Kullarım, sana benden sorarlarsa (onlara söyle): Ben (onlara) yakınım." (Bakara, 2/186 âyetinin tefsirine bkz.)
Anatomide iki çeşit damar sayarlar. Vücudun etrafında kalbe gelen, yani siyah kanı vücudun etrafından kalbe götüren damarlara verîd (toplardamar), çoğuluna (evride), kalbden vücudun etrafına giden, kırmızı kanı bedene dağıtan damarlara da şerayin (atardamar) denilir. Atardamarların kökü kalbin sol karıncığından çıkan (vücutta kan dağıtan büyük atardamar) aorttur. Boyunda gırtlağın yanlarından geçen ve "vedecân" denilen şah damarları bundan şahlanır. Kalbde şahdamarlarının bağlandıkları büyük damara da vetîn (şahdamarı) denilir. İç şahdamarı yani vetîn, (anatomide) dokulara temasında oksijenini kaybetmiş olan siyah kanı kalbin sağ kulakçığına ulaştırır. Sol karıncık ile sağ kulakçık arasında meydana gelmiş olan bütün bu kablardaki kan dolaşımına "büyük kan dolaşımı" denilir. Siyah kan, sol kulakçıktan sağ karıncığa ve sağ karıncıktan akciğer atardamarına geçer. Akciğer atardamarına giren kan, akciğerde kılcal kablar içerisinde hava ile temas sağlayınca kırmızı kana dönüşerek akciğer toplardamarları ile sol kulakçığa, ondan sonra sol karıncığa dökülür. Sağ karıncığı, sol kulakçıkla birleştiren bütün kablardaki dolaşıma da "küçük kan dolaşımı" denilir. Büyük kan dolaşımında ise atardamarlarda kırmızı, toplardamarlarda siyah kan vardır. Küçük kan dolaşımında ise atardamarlarda siyah ve toplardamarlarda kırmızı kan vardır. Bundan dolayı kırmızı kana atardamar kanı ve siyah kana toplardamar kanı demek her zaman doğru olmaz. Büyük kan dolaşımı için doğru olan tarif küçük kan dolaşımı için yanlıştır. Demek ki toplardamarlara siyah kan damarları denmesi genel değil, çoğunluk itibarıyladır. Keşşaf'ta der ki: el-Verîdan (iki toplardamar) boynun önündeki iki yüzünü kavramış iki damardır ki vetine (şahdamarına) bağlı olup baştan kalbe doğru girerler.
İbnü Esir de Nihaye'de; verîd, boynun yüzündeki damardır ki öfke halinde şişer. Bunlar iki verîddirler (şahdamarıdırlar), der. Buna göre verîd, bizim anatomi kitaplarında vidâca bağlı şahdamarı denilen boyun damarında meşhur imiş gibi görünürse de bu özelliğin, iki şahdamarından diye ikil şeklinde olması gerektir. Çünkü Ragıb şöyle anlatmıştır: Verîd, ciğere ve kalbe bağlı olan bir damardır ki kanın akışı ondadır.(3)
Nizameddin Nisâburî de Garaibü'l-Kur'ân ismindeki tefsirinde, "Verîd, atardamardan başka kanı taşıyan damardır. Verîdân (iki doplardamar) ise boynun önünde iki yüzünü kavramış iki damardır ki baştan dağılarak ve vetîne (şahdamarına) bağlı olurlar." diye tarif etmiştir.
HABL: Malum olduğu üzere ip ve bağ demektir. Damar mânâsına da gelir. Burada çoğunluk, bu mânâ ile verid ipi, servi ağacı gibi umumun hususa izafetiyle açıklanması türünden verid damarı demektir diye tefsir etmişlerdir. Habl, boyun dibi mânâsına da geldiğinden Zemahşeri bu mânâ ile lâmî izafeti de caiz görmüştür ki bu mânâ ile "habli verid" boyun veya bedenden mecaz da olabilir. Sonra "suyun gümüşü, gümüş gibi su" kabilinden teşbihî izafet ile verid ipi, boyuna dolanmış ipe benzeyen verid mânâsını da ifade edebilir. Veridin, müfred olması itibarıyla cinse yorumlanması lazım geleceği için "habli verid", bütün verid şebekesi veya onların bağlandığı "vetin" (şah damarı) diye de düşünülebilir. Bununla beraber bu mânâlar verid damarı demekle de kastedilebilir. Ragıb, habl-i veridden maksadın ruh olduğunu söylemiştir. Kırmızı kanı taşıyan atardamarların daha önce düşünülmesi gerekirse de atardamarlarda cereyan, kalpten etrafa doğru dağılıp uzaklaştığı, veridde ise, etraftan ve baştan kalbe doğru toplanıp geldiği için, yakınlık temsilinde verid (toplardamar) zikredilmiştir. Bu şekilde habli verid, pek yakınlıkta mesel olmuştur. Nitekim şair "Ölüm ona veridden daha yakındır." demiştir. Şu halde mânâ kalbine kan akıtan, en yakın damarından, yahut canından daha yakın demek olur. Sonra veridin siyah kan damarı olması ve kullanılmış, ölmüş, hücrecikleri taşıyan bir siyah kanın kalbe gelişi bir tasfiye ile yeni bir yaratılışla ilgili bulunması itibarıyla, gerek üst tarafındaki yeni yaratılış, ve gerek aşağıda geleceği şekilde anlatılacak olan ahiret hallerine intikal açısından dikkate değer bir nüktesi de vardır. İbnü Cerir et-Taberî der ki: Arap dili bilginleri âyetinin mânâsında ihtilaf ettiler, bazıları bunun mânâsı dediler. Yani "Üzerinde kudret yürütüp tesir meydana getirmede daha yakın, kendisine daha çok malik ve tasarruf sahibiyiz." demektir. Bazıları da nefsindeki vesveseyi bilmekte daha yakın, demektir dediler. Yani zatın yakınlığı mânâsını anlayan olmadı. Ancak sözün gelişine göre bazıları kudretin tesiri, bazıları da ilim itibarıyla yakınlık mânâsını tercih ettiler.
Fahrür-Razi bunu şöyle ifade etmiştir. Allah Teâlâ'nın ilminin kemalini, genişliğini beyandır. Allah ilmi ile ona damarındaki kandan daha yakındır. Çünkü damara bir engel vardır. O, ona gizli kalabilir. Fakat Allah Teâlâ'nın ilmine engel mümkün değildir. Buna şu mânâ da söylenebilir. Kendisinde kudretimizin eşsizliği itibarıyla biz ona habli verid'den daha yakınızdır. Emrimiz onda damarlarındaki kanın akışı gibi cereyan eder. Keşşaf sahibi de şöyle der: "Biz ona daha yakınız." ifadesi mecazdır, maksat ona ilminin yakınlığı ve ondan ve durumlarından bilgisine, sanki zatı yakınmış gibi, en gizli şeylerinden hiçbirisi gizli kalmayacak, bir şekilde ilgili olmasıdır. Nitekim Allah her yerdedir, denilir. Halbuki Allah makamlardan yüce ve münezzehtir. Bundan anlaşılan mecaz denilmesinin sebebi sözlükte yakınlık ve uzaklık mekan ve mesafe itibarıyla isimlerde hakikat olduğu ve Allah'ın zatında mekan yakınlığı tasavvur olunamayacağı içindir. Kadı Beydâvî ile Ebu's-Suud da bunu bir nükte ilavesiyle özetlemişler de şöyle demişlerdir: Yani "Biz onun halini ona habli veridden daha yakın olandan daha iyi biliriz, demektir. Zatın yakınlığı ile ilmin yakınlığına mecaz yapılmıştır. Çünkü o onun gerekçesidir." Görülüyor ki bu ifadede "Ona daha yakın olandan" diye bir "mufaddalün aleyh" takdir olunmuştur. Çünkü akreb (daha yakın), a'lem (daha iyi bilmek) mânâsına mecaz olunca habli verid, ilim itibarıyla "mufaddalün aleyh" olamaz. Şu halde o "olan kimse" kim? O ya kendisinden kinayedir, bu şekilde habli veridden maksat, kendi şahsı olup mânâ onu kendisinden daha iyi biliriz demek olur. Yahut zikredilecek meleklerdir ki, bu durumda o hafaza meleklerinin de, ona habli verid'den daha yakın olduklarına fakat Allah'ın onlardan daha yakın olduğuna dikkat çekilmiş oluyor ki bu mânâ âyetin kendinden sonraki kısma bağlanmasından çıkarılır. Alûsî burada vahdet ehlinin (vahdet-i vücud görüşünde olanların) sözleri hal sahibi olmayanlar için zor anlaşılır şeylerdendir, demiştir. Bununla birlikte biz şeyh Muhyiddin-i Arabî'nin Fütuhat-ı Mekkiye'sinin, Esma-i Hüsnâ babında "Akreb" ism-i şerifinde şu sözlerini nakledelim.
"En yakın olanın huzuru, huzurların en yücesidir. O huzur, keşif ehli için zat iledir. O huzur, hakkında günahkâr denilen kimse hakkında içinde uzaklık bulunan bir yakınlıktır."
Bu huzurun sahibine "en yakın" olanın kulu ve "yakın"ın kulu denilir, çünkü o Azîz ve Celil olan Allah bize habli veridden daha yakındır. "Ben yakınım. Dua edenin duasına icabet ederim". (Bakara, 2/186) buyurmuş. "Şüphesiz ki o hakkıyla işitendir, yakın olandır." (Sebe, 34/50) buyurmuştur. Peygamber (s.a.v) Efendimiz'in haber verdiği gibi Arş'tan dünya semasına inişiyle yakındır, daha yakındır. Çünkü nerede olsak bizimle beraberdir. Onun için "Karib" (yakın), "Akreb" (daha yakın) isimleriyle isimlendirilmiştir. O bize bizden daha yakındır. Çünkü habli verid, bizdendir ve damar bize bitişiktir. O ise ondan da yakındır. Çünkü bitişme ancak O'nunladır. İşitmemiz, görmemiz, ayağa kalkmamız, oturmamız, istememiz, hükmümüz O'nunladır. bu hükümler ise habli veridde yoktur. Demek ki, o bize habli veridden daha yakındır. Çünkü bizden habli veridin gayesi diğer damarların durumu gibi hayat hükmünün akışı ve kanların yolu olmasından ibarettir. Sonra Allah Teâlâ bize de kendisine yakınlığı emretti. Çünkü biz O'nun sureti üzere mahlukları olduğumuz cihetle bizi emsal menzilesine koydu. Halbuki iki misil zıttırlar. Zıt ise, zıt olduğu şeye bizzat nefsindeki sıfatlarda ortak oluşundan dolayı gayet yakın olmakla beraber aynı zamanda gayet de uzaktır. Kulda böyle ilâhî irade ile Allah'tan uzaklık meydana gelmekle Allah Teâlâ kendisine yakınlık yollarını meşru kıldı ki, bu uzaklık ile beraber yapılması meşru kılınan fiilleri yapmakla o onun kulağı, gözü ve bütün duyguları olana kadar bu şekilde kul zillet ve ihtiyacından dolayı ona zıttır. Ve onun için meşru kılınan şeylerde zillet ve ihtiyacı sebebiyle fiilin ona isnadı sahih olmuştur da kendisine nisbet edilen fiil ile ona yakınlığa yol bulmuş ve dolayısıyla Hak Teâlâ'nın "Ben onun kulağı ve gözü olurum." diye onun bütün hüvviyetiyle bütün duyguları olduğunu haber verdiği yakınlık ile yaklaşmıştır. Bundan da daha yakın olunca artık olmaz, (Abid kâin olmaz) çünkü "Kulağı, gözü ve dili" buyururken zamiri kula göndermekle kulun aynını tesbit etmiş ve O "tıpkı kendisi" olmadığını ispat buyurmuştur. Çünkü o ancak kuvvetleriyle 'dir "tıpkı kendisidir". Kuvvetleri onun zatî tarifindendir. O olmayış "Attığın zaman sen atmadın fakat Alah attı." (Enfal, 8/17) buyurduğu gibidir ki o zaman suret ve mânâ ikisi de Allah'ındır, hepsine sahip olmuş, tamamen aynı olmuştur. Artık kainatta başka yok, ancak o Esma-i Hüsna'sının menzillerinde kendiliğinden yüce, münezzeh ve sübhan olan Allah vardır. Çünkü orada, O'ndan başka kendisini tesbih ve tenzih edeceğin yoktur. Allah Teâlâ yakınlıkları hep bu huzurdan meşru kıldı. Şeriatın varlığına sebep de dava olduğundan şeriat davacıya ve davacı olmayana şamil oldu. Kıyamet günü niyetine göre haşrolunur, millet ve mezhebiyle seçilir.
Görülüyor ki Şeyh, beytinde zat ile yakınlık görüşüne sahip olmuş ve fiil yakınlığını anlatmış, sonunu da kulun faniliğiyle vahdete bağlamıştır. Alûsî'nin dediği gibi bazı noktaları hal ehli olmayana ağırdır. Dünya semasına inişden mekan itibarıyla yakınlık değil emir itibarıyla yakınlık anlamak gerekir. Hadiste iniş varsa da "Arş'tan" kaydı yoktur. Sonundan da vahdet (birlik) çıkarmalı, ittihat (birleşme) çıkarmamalıdır. Çünkü âyet öyle bir vesveseye ve zanna gidilmemesi, yaratıcı ve yaratıkların hakkının gözetilmesi için ilk önce "Andolsun ki biz insanı yarattık." yeminiyle insanın yaratılmış olduğunu tekid yoluyla açıkça beyan buyurmuştur. Vahdet-i vücud meselesinde de açık ve şüphesiz bir kaide olmak üzere Keşşaf haşiyesinde İbnü Münir'in de açıkladığı şekilde şunu söyleyelim ki bizim itikadımızca yani "Allah'ın zatından, sıfatlarından ve fiillerinden başka mevcut yoktur". Şu kadar ki, Allah Teâlâ fiillerinin bazısını bazısına yer yapmış, o yere fail, orada meydana gelen şeylere de onun fiili denilmiştir. Böylece bütün âlem Allah'ın fiili yani yaratığı olduğu gibi insanlar ve insanlara zorla ve isteklerine bağlı olarak nisbet olunan fiiller de "Sizi de yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır." (Saffât, 37/96) âyeti uyarınca Allah'ın yaratmasıdır. İşte bir mümin için zaruri olan tevhid budur, sıfat zatının aynı değildir. Aynı veya başkası değildir. Fiil de failin aynı olamaz. Yaratıcı ile yaratık aynen bir olamaz. Allah'ın olmayan hiç birşey yoktur. Hepsi Allah'ındır. Fakat Allah'ın olmak, Allah olmak değildir. Şunun da unutulmaması gerekir ki yakınlık makamı ne kadar yakın olursa olsun bir gereklilik farkıdır. Bağlantı kurmak ve birleşmek yakınlık değildir. Onun için yakınlık makamında, mesela bir elçinin fiili ve kuvveti onu gönderene nisbet edildiği zaman elçi, kendisini gönderenin aynı olması icap etmez. Belki elçinin aynı sabit olduğu halde kendisi de fiili de gönderenin olur. Aynısı olmada değil, hükümde birlik bulunur. Gerek farzların yakınlığı ve gerek nafilelerin yakınlığı ile yakınlık kurmuş olan kulun da aynı sabit olmakla beraber velilik makamına nail olarak bütün kuvvetinden ilâhî kudret tecelli eder. Fakat ondan onun Allah olması lazım gelmez, sonra mekan yakınlığı mutlaka arada bir mesafe bulunmasını gerektirir. Aradaki mesafenin büyüklüğüne küçüklüğüne göre düşünülür bir nisbettir. Bu itibarla o, hakikatte bir uzaklıktır. Allah Teâlâ mekandan münezzeh olduğu için onda mekan yakınlığı düşünülemez. Çünkü onda mekan yakınlığı var saymak mekanın bir kısmını O'nun kuşatmasının dışında ve mekanı O'ndan büyük ve geniş farzetmektir. Halbuki o çok yüce ve çok büyük olan Allah, her şeyi kuşatmış, her mekandan yüksek "Arş üzerine hükümrandır." (Tâhâ, 20/5). Bundan dolayı burada mekan yakınlığı olduğu zannedilmemesi için zat yakınlığı ile değil, sıfat yakınlığı ile tefsir edilmiştir. Çünkü sadece ruhu ile değil, bedeni ile de düşünülen insanın zatı yer tutan bir cisim olduğundan dolayı ona zati yakınlık ile daha yakın oluş düşüncesi mekani bir yakınlığı akla getirebilir. Ancak bunun gereği mekani olmayan Allah'ın zatından zati yakınlığı uzak tutmak değil, mekan itibarıyla yakınlığı ortadan kaldırmak suretiyle bir mecaz yapılmasıdır. Fakat bu şekilde de mecaz mânâsı zaruri olunca tefsirciler onun için en uygun olan mânâyı tercih etmişlerdir. "Rahman ve Rahim"de olduğu gibi sıfat ve Allah'ın isimlerinde aranan gayeleri olduğuna göre akreb (en yakın) vasfı, zat yakınlığı tefsir edilse bile müjde veya uyarı makamında zat yakınlığından gayesi ve gerektirdiği eserleri kastedilmiş olur. Onun için "O her nerede olsanız sizinle beraberdir." (Hadid, 57/4) âyetinin ifadesince her yerde "hazır ve nazır" diye anlaşılagelen ilâhî beraberlik ilim ile tefsir olunduğu gibi buradaki yakınlık da naklettiğimiz şekilde ilim veya kudret yakınlığı ile tefsir olunmuştur. Bakılırsa bunun birleştirilmesinde bir çelişki olmamalı hem ilmi hem kudreti ile yakınlık kastedilmiş olabilmeli idi. Acaba niçin terdid (iki ihtimalden biri) ile söyleniyor. Buna dair bir açıklama görmedim. Fakat şu iki sebep gösterilebilir: Birincisi zat yakınlığından mecaz olma itibarıyla iki mecazın iki lazımının bir arada bulunmasının caiz görülmemesi ve ikisini toplayan bir mânâda kastedilmiş olmamasıdır. Fakat temsilî istiare veya kinaye durumunda biz bunu mümkün zannediyoruz. İkincisi sözün gelişinde ve yukarısında "yarattık", "biliyoruz", "telâkki" ve zaptederler, "geldi", "üfürüldü" gibi karinelerin bazısının yalnız ilmi, bazısının da kudreti gerektirip ifade etmesidir ki ihtilafın sebebi de budur. Biz bunların birleştirilmesine taraftarız. Gerçi ilim çok geniştir. Fakat kudreti gerektirecek birşey değildir. Kudret ise ilmi gerektirir. Kudret ile yakınlık kastedildiği takdirde ilim yakınlığı da ifade edilmiş olacaktır. Halbuki ilim ile yakınlık kastedildiği durumda bunun bir müjde veya tehdit ifade etmesi kudreti düşünmeye bağlı olacaktır.
"Nefsinin ona ne vesveseler verdiğini biliriz." ifadesi ile en yakından ilim ifade edildikten sonra bir de "Biz ona habli veridden daha yakınız." buyurulmasının da bu nükte ile ilgisi olması gerekir, onun için biz, bundan yalnız ilmî yakınlık değil lütuf ve yardıma, kahır ve gazaba da darbı mesel olabilen bir yakınlık anlıyoruz ki bu en azından kudret yakınlığıdır. Nitekim Ragıb Müfredat'ında derki. "Yakınlık ve uzaklık birbirinin karşıtıdır". Yakınlık zamanda, mekanda, nisbette hazda, kıymet ve şerefte, gözetmede, kudrette kullanılır. Mekanda: "Şu ağaca yaklaşmayın." (Bakara, 2/35), "Yetim malına yaklaşmayın." (Enam, 6/152), "Zinaya yaklaşmayın." (İsra, 17/32), "Mescidi harama yaklaşmasınlar." (Tevbe, 9/28) gibi. Zamanda: "İnsanlara hesapları yaklaştı." (Enbiya, 21/1), "Uzak mı yoksa yakın mı olduğunu bilmem." (Enbiya, 21/109) gibi. Nisbette: "Miras taksim olurken akrabalar hazır bulunursa." (Nisa, 4/8), "Ana baba ve akrabalar." (Nisa, 4/7), "İsterse yakınlar olsun." (Maide, 5/106), "Yakın komşu." (Nisa, 4/36), "Yakınlığı olan bir yetim." (Beled, 90/15) gibi. Huzvede yani haz ve şerefte: "Allah'a yakın melekler." (Nisa, 4/172), "Yakın olanlardan." (Ali İmran, 3/45), "Allah'a yaklaştırılmış olanlar ondan içerler." (Mutaffifin, 83/28), "Eğer Allah'a yaklaştırılmış olanlardan ise." (Vakıa, 56/88), "Şüphesiz ki siz yakın olanlardansınız." (A'raf, 7/114), "Ve onu sırdaş olarak yaklaştırdık." (Meryem, 19/52) gibi. Ve huzveye yani hazza, yakınlık denilir. "Allah yakınlıklar." (Tevbe, 9/99), "Gerçekten bu onlar için bir yakınlıktır." (Tevbe, 9/99), "Sizi bize yaklaştırır." (Sebe, 34/37 gibi. Rivayette, gözetmekte. "Şüphesiz Allah'ın rahmeti yakındır." (Araf, 7/56), "Şüphesiz ki ben yakınım." (Bakara, 2/186) gibi Kudrette: "Biz ona habli veridden daha yakınız." gibi.
17- Zabıt tutan iki melek tesbit ederlerken, bu de en yakın ilim mânâsında; yalnız kudret mânâsında ise ile tenazü üzere amil olması yaraşır, yani her insanın söylediğini, alıp zaptetmekle görevli iki melek vardır. İfadesini zapteder dururlar. İşte onlar, sağdan ve soldan oturmuş zabıt tutarlarken, öyleki,
18- her ne söz atarsa, yani gerek hayra ve gerek şerre dair, ağzından ne çıkarırsa herhalde yanında bir murakabeci, ne yaptığını ne söylediğini gözeten bir murakıp hazırdır. Hiçbir dediğini kaçırmadan kaydederlerken Allah ona her yakından daha yakındır. Bu sırada insanın nefsinde onların da bilemeyecekleri gizlilikleri bilir. Dilediği tesiri yapabilir. Şu halde o meleklerin zaptedip kayda geçmesi onun ihtiyacından değil kulların geleceği için hikmete bağlıdır. Keşşaf'ta der ki: Hz. Peygamber (s.a.v.)'den şöyle rivayet edilmiştir. "İki meleğin oturduğu yer, ön dişlerinin üzeri, dili onların kalemleri, tükürüğün de mürekkebleri, sen ise lüzumsuz şeyler peşinde akıp gidiyorsun, ne Allah'tan utanıyorsun ne onlardan." Bu âyetin zahirinden anlaşıldığına göre bu melekler, ağızdan çıkan her sözü yazarlar, bunun delaletinden, fiilleri de yazdıkları anlaşılıyor. Öncesine göre getirilişinden de nefisteki vesveseler gibi bazı şeylerin Allah'a malum olmasıyla beraber, onlardan gizli kaldığı anlaşılmıştı. İmam Malik herşey yazılır. Hatta hastalıktaki iniltisi bile demiştir. Fakat bundan anlaşılan dışarıya çıkan herşey demektir. Akaid kitaplarından cCvhere ve şerhi Lakkânî'de Alûsî'nin nakline göre şöyle denilmiştir. İtikad etmek vacip olan şeylerden biri de şudur: Allah Teâlânın öyle melekleri vardır ki kulların fiillerini gerek hayır gerek şer, gerek onların dışında olsun, gerek söz olsun, gerek amel, gerek itikat, gerek niyet olsun, gerek azim, gerek karar verme, hepsini yazarlar. Allah Teâlâ onları onun için seçmiştir. Gerek kasten ve bile bile işlesinler gerek dalgınlıkla ve unutarak yapsınlar, gerek sağlıklarında meydana gelsin, gerek hastalıklarında, işlerinden hiçbir şeyi ihmal etmezler. Nakil ve rivayet alimleri böyle rivayet etmişlerdir. Demek ki niyet, azim, karar mertebelerine gelmeyen vesveseler yazılmaz. Bu bakımdan "Nefsinin ona verdiği vesveseler", niyet ve kast mertebesine içten konuşmalar, kararı olmayan soyut hatıralar olmuş olur. İçten kendi kendine konuşmanın hiç yazılmadığını bildiren eserler de vardır. Nitekim, Beyhaki Şuab'da Huzeyfe b. Yemam (r.a)'da şöyle rivayet etmiştir: Sözün yedi kilidi vardır. Onlardan çıktığı zaman yazılır. Çıkmazsa yazılmaz, Kalp, küçük dil, dil, iki çene, iki dudak. Bu "Her ne söylerse" ifadesinin zahirine uygundur. İmam Malik'in sözü de bunu andırır. Bazıları mübahların yazılmadığını, ancak sevab veya, azabı bulunanların yani sorumluluğu olanların yazıldığını söylemişlerdir. Biz ortaya çıkan her fiil ve sözün yazıldığı, gizli kalanlardan yazılmayanlar bulunduğu, bununla birlikte hafızaya geçenlerin yazılmış demek olduğu görüşündeyiz. Sonra burada âyetin ifade üslubuna dikkat edilirse bu tesbit ve kontrol altında insan gıyabında biyografisi yazılan bir şahıs durumunda değil, ya sorgulayan birinin huzurunda ifadesi kaydedilen ve gönlünden heyecanlar ve vesveseler geçen bir suçlu, yahut ölmek üzere bulunup başı beklenen bir hasta gibi tasvir edilmiş ve öyle bir anda gerek korku, ve gerek ümit açısından Allah Teâlâ'nın ilmi ve yakınlığı anlatılmıştır.
19- Bu nükte iledir ki buradan ölüm ve ahirete geçilerek buyuruluyor ki, Ve ölüm sarhoşluğu hak ile geldiğinde de Allah habli veridden daha yakındır. "Biz ona sizden daha yakınız. Fakat siz görmezsiniz." (Vakıa, 50/85) ölümün sarhoşluğu, sarhoşlukları, aklı gideren şiddetidir. Ölümün hak ile gelmesi Allah'ın emriyle "Her nefis ölümü tadacaktır." (Ali İmran, 3/185) gerçeğini getirmesidir.
20- O işte, ey insan! Senin kendisinden kaçtığın şeydir. Ve sura üfürülmüştür. İkinci üfürüş İşte bu cezanın verileceği gündür.
21-Yani yapılan tehdidin yerine getirileceği ceza verileceği gündür. Ve her bir nefis beraberinde bir sevkedici, bir şahit ile gelmiştir. İki çeşit melek, birisi o nefsi mahşere sevketmekle görevli, birisi de ameline şahittir. Herkesin ameline göre şahitlik ve sevkin şekli farklı olmakla beraber, hepsi böyle iki görevli ile beraber sevkedilir. Şahidin kontrol eden hafaza meleklerinden olması akla gelir. Bazılar günahları yazan sevkedici, iyilikleri yazan şahit, demişlerdir. Daha başka da söylenmiştir. Ayrıntılarını Allah bilir.
22-26- Andolsun ki sen bundan gaflette idin. Bu cümle ya istinafiye (başlangıç cümlesi) veya mukadder kavil (söylemek) fiilinin mef'ulüdür. Hepsine bu hitabın yapılması, herkeste ahiretten az çok bir gaflet bulunması "Haber görmek gibi değildir." ifadesindeki hikmete dayanmaktadır. Kendisine yakın olan demiştir. Yani yanındaki sevkedip götüren, Hak Teâla'nın huzuruna hazırlayıp böyle demiştir. Bu benim yanımdaki hazır, Hak Teâlâ tarafından da o sevkedene ve şahitlik yapana veya cehennem zebanilerinden ikisine yahut tekid şeklinde emir suretiyle birine şöyle hitap buyurulur. "Atın cehenneme her inkarcıyı ve inatçıyı"
27- "Yakını ona der ki": Bu yakının, dünyada o kafire musallat olup, ahirette beraber sevkedilen şeytan olduğu şu sözünden bellidir.
"Ey Rabbimiz onu ben azdırmadım." Demek oluyor ki, Ya Rab! Beni bu azıttı diye özür beyan edip şikayet etmek istemiş, o da bu yolda cevap vermiştir. "Fakat kendisi uzak bir sapıklık içinde idi." Yani kendisi haktan uzağa sapmış bulunuyordu da ben ona öyle yanaştım. "Benim size karşı bir hakimiyetim yoktu." "Ancak sizi davet etmiştim." (İbrahim, 14/22) der.
28- Allah Tealâ buyurur ki, benim huzurumda çekişmeyin. Vaktiyle ben size tehdit göndermiş iken, önceden dünyada çalışma çağında kitaplarla ve peygamberlerle uyarmış, azgınlık edenlere böyle şiddetli azap edileceğini haber vererek tenbihler, tehditler yapmış iken dinlemediğiniz halde şimdi hesap ve ceza yerinde boşuna çekişmeyin.
29-Özellikle şunu anlamış iken Benim huzurumda söz değiştirilmez. Vaad değiştirilmediği gibi tehdit de değiştirilmez. Bazı günahkârları af meselesi ise değiştirme değil, tehditleri tahsis eden af delillerinin tatbikidir. "Ben kullarıma zulmedici değilim." ifadesi de, genel bir şekilde hakkı gerçekleştirme hususunda varid olmuştur ki bu şartlar altında tehdidin tatbik edilmesinin kendi hak ettikleri şeylerin neticesi olduğunu anlatmaktadır. Şimdi bu tehdit ve vaadi tamamlamak için buyuruluyor ki;
Meâl-i Şerifi
30- Biz O gün cehenneme: "Doldun mu?" diyeceğiz. O da: "Daha fazla var mı?" diyecektir.
31- Cennet de kötülükten sakınanlara yaklaştırılır. Zaten uzak değildir.
32-33- Onlara denir ki: "İşte size vaad edilen bu cennet, Allah'a yönelen, O'nun emirlerine riayet eden, görmediği halde Rahman olan Allah'tan korkan ve O'na yönelen bir kalple gelenlere mahsustur.
34- "Şimdi selam ve selametle oraya girin. İşte sonsuzluk günü budur."
35- Orada onlara ne isterlerse vardır. Katımızda daha fazlası da vardır.
30- "Biz o gün cehenneme doldun mu diyeceğiz." Bu mukadder veya ile mensubdur. Yahut sonunda o gün ne dehşettir! gibi bir takdir vardır, deniliyor. 'deki zulmün nefyini ifade eden fiil mânâsı, hepsinden yakındır. Bu soru ve cevap "Andolsun ki cehennemi dolduracağım." (Sad, 38/85) vaadinin yerine getirilmesi ve cehennemin dehşetini ve hızını tasirdir. İstifham takriridir. Yani cehennem o genişliğiyle beraber. "Andolsun ki cehennemi cinlerden ve insanlardan tamamen dolduracağım." (Hûd, 11/19) ifadesi gereğince grup grup atılan cin ve insandan doldurulacak, fakat hızı kesilmeyecek, günahkârlara öfke ve şiddetinden daha fazlasına hırs gösterecektir. Çokları bu soru ve cevabı bu şekilde bir tasvire yorumlamışlardır. Bazıları da hakikat demişlerdir ki, Alûsî zahir olan da budur. Hakikat mümkün iken ahiret işleri dünyaya kıyas edilmemeli der. Buharî ve Müslim ve daha diğerleri Enes (r.a.)'de şu meâlde bir hadis rivayet ederler: Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Cehennem daima içine atılır durur ve atıldıkça daha fazla yok mu der. Ta Aziz olan Rabbi ona ayağını koyuncaya kadar. O zaman bazısı bazısına büzülür de yetişir, yetişir, izzetin ve keremin hakkı için derler. Cennette de daima bir fazlalık bulunur. Ta Allah Teâlâ onun için bir halk meydana getirip de onları cennetin fazlalıklarında yerleştirinceye kadar." Yine Buhari ve Müslim ve daha diğerleri Ebu Hüreyre (r.a)'de rivayet ederler. Demiştir ki: Resulullah (s.a.v) buyurdu.
"Yani cennet ve ateş münakaşa ettiler. Ateş ben büyüklük taslayanlar ve zorbalarla tercih edildim." dedi. Cennet de: "Niye bana insanların ancak zayıfları ve sakatları giriyor?" dedi. Allah Teâlâ da cennete şöyle buyurdu. "Sen benim rahmetimsin, ben seninle kullarımdan dilediğime rahmet ederim. Ateşe de şöyle buyurdu; sen sırf benim azabımsın. Ben seninle kullarımdan dilediğime azap ederim. Her birinize de dolusu var. Ama ateş dolmaz ta o ayağını koyuncaya kadar ki o vakit yetişir yetişir der. O vakit dolar, bazısı bazısına büzülür. Ve Allah yarattıklarına hiç zulmetmez. Cennete gelince onun için de Allah Teâlâ yeni bir halk meydana getirir. Ayak cehenneme en son atılacak kullar, yahut ayağını koymak çiğnemek gibi gazap eseri olan bir sıkıştırma ile şiddetini kırmaktan kinayedir.
31- "Fazla" kelimesi mimli masdar veya gibi ismi mef'ul olabilir. Uzak olmayarak veya uzak olmayan bir yakınlık ile, 'den sonra bu kayıt yalnız tekide yorumlanmış ise de yukarıda geçtiği üzere "Bu uzak bir dönüş" (Kaf, 50/3) diyenlerin sözlerini açıkça red içindir. Yani kâfirlerin zannettikleri gibi Allah'ın kudretinden uzak olmayarak takva sahiplerine yaklaştırılmış bulunacaktır. İşte bu size vaad edilen şeydir. Zahiri, bu şimdi söyleniyor. İşte bu ki size vaad ediliyor. Fakat tefsircilerin çoğu takdiri ile ahirette söyleneceği, hikaye diyorlar ki, işte bu o ki size vaad ediliyordu diye mânâsında olmuş oluyor. Bunun karinesi aşağıdaki "Allah'a yönelmiş bir kalp ile geldi." ifadesidir. Her tevbekar için. "Müttakiler"den bedel, aradaki söz muteriza (ara cümlesi) olmuş oluyor. "Her tövbekâr için olan bir vaad" mânâsıyla "size vaad edilir", ifadesine bağlanması da uygun olur. Evvab Sâd Sûresi'nde geçtiği üzere Allah'a dönüşü çok olan ve çok tevbekâr olan mânâlarına gelir. "Vazifesine rivayet eden", vazifesini bilip korunan "Allah'ın sınırlarını korumuş." (Tevbe, 9/112) olan ki bu da şöyle bir bedel ile açıklanıyor. Görmediği halde Rahmân olan Allah'dan korkmuş. Henüz huzuruna gelmeden, ahiret olmadan perdeler açılmadan Rahmân'a iman edip rahmetinin zevki, azabının dehşeti ile saygısını duymuş. Ve Allah'a yönelmiş bir kalp ile yani herşeyden geçip yalnız o Rahmân'ın rahmetine sığınan bir kalp ile huzuruna gelmiş bulunan kimseler vaad edilmiş olup yaklaştırılmıştır.
32-33- "Fazla" kelimesi mimli masdar veya gibi ismi mef'ul olabilir. Uzak olmayarak veya uzak olmayan bir yakınlık ile, 'den sonra bu kayıt yalnız tekide yorumlanmış ise de yukarıda geçtiği üzere "Bu uzak bir dönüş" (Kaf, 50/3) diyenlerin sözlerini açıkça red içindir. Yani kâfirlerin zannettikleri gibi Allah'ın kudretinden uzak olmayarak takva sahiplerine yaklaştırılmış bulunacaktır. İşte bu size vaad edilen şeydir. Zahiri, bu şimdi söyleniyor. İşte bu ki size vaad ediliyor. Fakat tefsircilerin çoğu takdiri ile ahirette söyleneceği, hikaye diyorlar ki, işte bu o ki size vaad ediliyordu diye mânâsında olmuş oluyor. Bunun karinesi aşağıdaki "Allah'a yönelmiş bir kalp ile geldi." ifadesidir. Her tevbekar için. "Müttakiler"den bedel, aradaki söz muteriza (ara cümlesi) olmuş oluyor. "Her tövbekâr için olan bir vaad" mânâsıyla "size vaad edilir", ifadesine bağlanması da uygun olur. Evvab Sâd Sûresi'nde geçtiği üzere Allah'a dönüşü çok olan ve çok tevbekâr olan mânâlarına gelir. "Vazifesine rivayet eden", vazifesini bilip korunan "Allah'ın sınırlarını korumuş." (Tevbe, 9/112) olan ki bu da şöyle bir bedel ile açıklanıyor. Görmediği halde Rahmân olan Allah'dan korkmuş. Henüz huzuruna gelmeden, ahiret olmadan perdeler açılmadan Rahmân'a iman edip rahmetinin zevki, azabının dehşeti ile saygısını duymuş. Ve Allah'a yönelmiş bir kalp ile yani herşeyden geçip yalnız o Rahmân'ın rahmetine sığınan bir kalp ile huzuruna gelmiş bulunan kimseler vaad edilmiş olup yaklaştırılmıştır.
34-Haydin selam ve selamet ile girin ona, denecek.
İşte o, giriş günü ebedilik günüdür. Yani ebedi kalmanın takdir edildiği gündür ki Kur'ân'da "Orada ebedi olarak kalcaklar." diye zikredilip duran ebedilik, o günden itibaren başlayacaktır. Artık onun sonu yoktur.
35- Onlara orada ne dilerlerse vardır. İstenecek olan çeşitli şeylerden her ne isterlerse vardır. Nezdimizde fazlası da vardır. Onların hatırlarına gelmeyen dilekleri içine girmeyen öyle şeyler ki ne gözler görmüştür, ne kulaklar işitmiştir, ne de bir insanın gönlüne doğmuştur. Burada iki mânâ vardır. Birisi Allah Teâlâ cennettekilere istediklerinden fazla, hatırlarına gelmez nimetler verecek, henüz yaratılmamış şeyler de yaratacak demektir. Birisi de cennetlikler Allah'ın ziyafetine gidecekler, huzurunda fazlasıyla ikram görecekler demek olur. Bu tebliğden sonra bir de şu hatırlatma ile buyuruluyor ki;
Meâl-i Şerifi
36- Ey Muhammed! Biz onlardan önce kendilerinden daha kuvvetli olan ve beldeleri delik deşik eden nice nesilleri helak ettik, hiç kurtuluş var mı?
37- Şüphesiz ki bunda kalbi olan ve hazır bulunup kulak veren kimse için elbette bir öğüt vardır.
38- Andolsun ki biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yarattık, Bize hiçbir yorgunluk da dokunmadı.
36- Yani kuvvetli olduklarından yeri delik deşik etmişler, ölümden kurtulmaya çare aramışlardı. Allah'dan veya ölümden kaçacak bir yer var mı?
37- Şüphesiz bunda, yani bu sûrede söylenen sözde elbette bir ibret dersi, bir öğüt ve hatırlatma vardır.
Kalbi olan, yani vicdanı olan kimse için yahut şahit olarak kulak veren, yani kendinden gafil olmayarak şuuruna sahip, zihni hazır, görür bir halde duya duya dinleyen kimseler için.
38- "Altı günde." (Araf, 7/54 ve Fussilet, 41/10-12'inci âyetlerin tefsirine bkz.)
Ve bize bir yorgunluk dokunmadı, bir usanç gelmedi, yani yahudilerin dediği gibi Allah yedinci gün dinlenmeye ihtiyaç duymuş değildir. Hala yaratıyor, hala yaratıyor, yeniden de yaratır. Topraktan da yaratır.
Meâl-i Şerifi
39- Ey Muhammed! Onların söylediklerine karşı sabret. Güneşin doğuşundan önce (sabah namazını) ve batışından önce de (öğle ve ikindi namazalarını kılarak) Rabbini Hamd ile tesbih et.
40- Geceleyin (akşam ve yatsı namazlarını kılarak), namazlardan sonra da (vitir ve nafile kılarak) O'nu tesbih et.
41- Bir münadinin yakın bir yerden sesleneceği güne kulak ver.
42- O gün insanlar, o çağrıyı gerçek olarak duyarlar. İşte bugün, kabirlerden çıkış günüdür.
43- Gerçekten biz hem yaşatırız, hem öldürürüz. Sonunda dönüş yalnız bizedir.
44- O gün yer yarılır, insanlar kabirlerinden çabucak çıkarlar. İşte bu, sadece bize göre kolay bir toplanmadır.
45- Biz onların söylediklerini daha iyi biliriz. Sen onlara karşı zor kullanacak değilsin. O halde sen, benim tehdidimden korkanlara bu Kur'ân ile öğüt ver.
39-40- Ve secdelerin arkalarında, yani namazlardan sonra; tesbih her namazın arkasında yapılır. Nafile namaz mânâsına tesbih ise sabah ve ikindi namazlarından sonra mekruhtur. "Secdelerin arkasından" ifadesinin akşam namazının son sünnetine işaret olduğunu söyleyenler de çoktur.
41-43- O çağırıcının sesleneceği gün, O çağırıcı İsrafil ve Cebrail (a.s.)'dir. Ey çürümüş kemikler, kopmuş mafsallar, didiklenmiş etler, dağılmış saçlar, Allah Teâlâ size ayırt edici dava için toplanmanızı emrediyor diye bağıracak. Yakın bir yerden, yani ses herkese eşit, olarak işitilecek şekildeki yeniden yaratmadaki bu seslenmeyi ilk yaratılıştaki "ol" emrine benzetmişlerdir. Taberî'nin naklettiği üzere bazı rivayetler de bu yakın yerin, Beyti Makdis sonrası olduğu rivayet edilmiştir ki, bu Rum Sûresi'ndeki, "Yerin yakın bir yerinde." (Rûm, 30/3) ifadesi gibi olmuş oluyor. İslâm'ın geleceği ile ilgili olan bu rivayetin bizce özel bir önemi vardır. Hakk'a çağıran o sesi işitecekleri gün işte o çıkış günüdür. kabirlerden çıkış günü. Beydâvî der ki; çıkış günü kıyamet gününün isimlerindendir. Bayrama da denilir.
44- Yerin onlardan çatlayıp ayrılacağı gün, bu öncekilerden bedel veya dönüş kelimesine bağlı, yahut süratli kelimesine bağlıdır. Gün, gün diye günlerin çokluğu, korkutmak için olmakla beraber, olayların çokluğuna da işaret olmalıdır. Yerin yarılıp ayrılmasının nükteli bir kaç mânâya ihtimali vardır. Süratle kelimesi ya 'den haldir, üzerinde toplanmış hızla giderlerken altlarından yerin çatlayıp, kendilerinden ayrılması, ve düşmeleri demek olur. Yahut 'nin müteallakı (bağlandığı kelime) olarak süratlice çıkarlar, veya süratlice koşarlar, demektir ki, bu şekilde, yerin üzerlerinden çatlayıp içinden dışarı fırlamaları demek olur. Birisinde yer üzerinden sıkışma ile birisinde de altından sıkışma ile çatlamış oluyor. İkisinde de "O gün yer başka yere çevrilir." (İbrahim, 14/48) ifadesi gerçekleşmiş bulunuyor. Bu toplanış, müthiş bir toplanıştır. Öyle ki ancak bize kolaydır, başkalarının yapabileceği bir şey değildir.
45- Onun için şimdi sen benim tehdidimden korkacak kimselere bu Kur'ân ile vaaz ve nasihat et de o gün için korunsunlar. Allah'a yönelmiş bir kalp ile gelmeye, selam ile ebedîlik yurduna girmeye çalışsınlar.

49-HUCURAT:(1-18 ncı AYETLERİN MEALİ ŞERİF TEFSİRİ)

ELMALI HAMDİ YAZIR TEFSİRİ

49-HUCURAT:
Ey iman edenler! Hitabın böyle nida ile başlaması karşıdakiler gelecek sözün önemini, dikkat ve özenle dinlenmesi gereğini hatırlatır. İman özelliği ile sıfatlandırmak da sevinç ve neşe vermek ve imanın, o söylenecek sözü korumaya yönelttiğini, ve bozukluğa engel olduğunu, bütün o özelliğe sahip olanlara ilan etmektir. Yani Ey iman şerefi ile mutlu olan kimseler! Haberiniz olsun, bütün sizlere o imanın, dikkat ve özenle dinleyip tutmayı gerektirdiğine dair önemli bir tebliğ yapılıyor, şöyle ki: Allah ve Resulünün önüne geçmeyin, geçirtmeyin. Takdim'den nehy-i hazırdır.
TAKDİM, aslı itibarıyla müteaddi bir fiildir. Bir şeyi diğerinin üzerine geçirmek demektir ki çoğunlukla ikinci mef'ûlüne ile müteaddi olur. Burada ise hiç mefûlü bih yok. Onun için burada iki vecih vardır: Birisi; herhangi bir mefûle bağlılığı görüşünden uzaklaşarak lazım fiil yerinde fiilin kendisini kasdetmektir ki, Allah'ın ve Resulünün önünde öne geçmek denilen fiili yapmayın, şunu veya bunu takdim, öne geçirmek diye düşünmek şöyle dursun, öne geçmek denilebilecek hiçbir fiili yapmayın, demektir. İkincisi de mef'ûlün umumilik için hazfedilmiş olmasıdır ki hangi mef'ul takdir edilse, tercih sebebi olmadan tercih yapılmış olacağından hazfolunur. Hiçbir şeyi, hiçbir emri, ne kendinizi ne başkasını asla öne geçirmeyiniz, demek olur. Birincisi, fiilin kendisini yasaklamak itibarıyla makamın hakkına daha uygun, ikincisi ise kullanılması daha çok ve genelde daha açık olması yönünden daha belirgin görülmüştür. Bu sözde iki mecaz olduğu hatırlatılır: Birisi tabirinde mecâz-ı mürsel'dir. Zira bunun gerçek mânâsı iki el arası demektir. Fakat örfte, bundan mücaveret (yakınlık) alâkasıyla sağ ve sol taraftan iki yönün paralelliği sebebiyle düşünülerek ön mânâsına kullanıldığı gibi burada Allah ve Resulünün önüne geçmek veya geçirilmek istiâre-i temsiliyyedir ki Allah ve Resulünün emri ve hükmünü gözetmeden hiçbir emri kestirip atmayın, demek olup Kitap ve Sünnet'in ahkâmını göz önüne almaksızın acele veya baskı ile bir işe kalkışmaktan men etmektir. Bir de fiili mânâsına lâzım (edilgen) fiil olur. Nitekim askerin öncüsüne, mukaddime denilir ki, mütekaddime, öne geçen demektir. Burada bu mânâdan olarak Allah'ın ve Resulünün önüne geçmeyin diye tefsir edilmiştir. Bunda mefûlü bih olan mef'ulü bih çeşnisini almak yönüyle de müteaddi fiil neşesi verebiliyor. Ancak bunda yalnız kendiniz geçmeyin demek olur. Diğerini geçirmemek için de bir emri bi'l-ma'ruf ve nehyi ani'l-münker görevi gerekli olabileceğini ifade etmez. Meğer ki işaret ettiğimiz şekilde geçmeyin, geçirmeyin diye açıklanmış olsun. Fakat bu da önceki geçişlilik mânâsından çıkabilecektir. Bazı tefsirciler de demişlerdir ki, burada mânânın aslı Resulullah'ın önüne geçmeyin, demektir. Allah'ın isminin zikredilmesi yalnız tazim ve Resulullah'ın, Allah yanında yüksek şerefini ve yüce özelliğini bildirmek içindir. Nitekim bundan sonraki âyetler yalnız peygamber hakkındadır. Buna göre mânâ şu olur: Allah'ın resulünün önüne geçmeyin, çünkü onun Allah'a yakınlık duygusu vardır. O hep Allah'ın huzurundadır, onun önüne geçmek Allah'ın huzurunda cüretkârlıkta bulunmaktır.
Bu âyetin sebeb-i nüzûlünde birkaç rivâyet vardır;
1- Buhari'nin Abdullah b. Zübeyr'den bir rivayetine göre Beni Temim'den Resulullah'a bir heyet gelmişti. Hz. Ebu Bekir (r.a.) Ka'ka b. Ma'bed'i onlara emir yap dedi, Hz. Ömer (r.a.)'de Akra b. Habis'i emir yap dedi. Ebû Bekir: Sırf bana muhalefet etmek istedin, dedi. Ömer de: Hayır sana muhalefet etmek istemedim dedi, münakaşa ettiler, sesleri yükseldi bundan dolayı "Ey iman edenler! Allah ve Resulünün önüne geçmeyin." âyeti nazil oldu.. Fakat yine Buharî'nn ve diğerlerinin rivayetlerine göre bu münakaşa bundan sonraki âyetin nüzulüne sebep olmuştur.
2- Abd b. Humeyd'in ve İbnü Cerir'in ve İbnü Münzir'in Hasen'den rivayetlerine göre bazı kimseler kurban bayramı günü Resulullah'tan önce kurban kesmişlerdi, Peygaber (s.a.v.) onlara yeniden kesilmesini emretti, bu âyet indirildi. Keşşâf'ın nakline göre Bayram namazından önce kesmişlerdi bu âyet nazil oldu, Resulullah da onlara diğer bir kurban keserek iade etmelerini emir buyurdu.
3- İbnü Cerir'in Katâde'den rivayetine göre birtakım kimseler şunun hakkında şöyle nazil olsa idi, şöyle şöyle olurdu, diye söyleniyorlardı bu âyet indi.
4- Alûsî'nin kaydettiğine göre Hasen'den şu da rivayet edilmiştir ki Resulullah (s.a.v.) Medine'de oturmaya başladıktan sonra kendisine uzak yerlerden sefaret heyetleri geliyor, pek çok meseleler soruyorlar, çok söylüyorlardı. Resulullah başlamadan meseleye başlamaktan men edildiler. Ebû Hayyan Bahir'de der ki: Resulullah'a bir kavim geldiği vakit nasıl selam vereceklerini öğretmek üzere Ebû Bekir onlara bir adam gönderir ve Resulullah'ın huzurunda sükûnet ve vakar üzere bulunmalarını isterdi. Bazıları öne geçmeyi özel örneklerle tefsir etmişlerse de âyetten görünürde anlaşılan, gerek söz ve gerek fiil hepsine umumi olmasıdır. Resulullah'ın meclisinde bir mesele geçtiği zaman ondan önce cevaba kalkışmamaları için de olduğu gibi, yolda giderken bir izin, işaret veya ihtiyaç olmaksızın önünde yürümemeleri ve sofrada ondan önce yemeye başlamamaları da içinde olur ki buna usulde umumi mecaz yahud beyanda kinaye tabir edilir. Hakikati iradeye engel olmaz. Namazda hiçbir şekilde imamın önüne geçmenin caiz olmamasındaki mânâ da budur. Resululah'ın huzurunda birisi imam edilip namaz kılınacak olsa onun izni olmaksızın sahih olmaz. Bu şekilde bu âyetten herşeyde şeriata uymanın gerekliliğine delil getirilir. İşte bu âyet Resulullah'ın protokolü ile ilgili böyle bir ara prensiptir ki, bundan sonraki âyetin mânâsı da bunun anlamı içindedir. Bazıları bununla kıyasın aleyhine de delil getirmek istemişlerse de kıyas Allah ve Resulünün hükmünde öne geçmek değil, uymak için mânâ araştırmasıdır. Evet hiçbir şekilde Allah ve Resulü'nün önüne geçmek mânâsı bulunan hiçbir saygısızlık yapmayın. Ve Allah'tan korkun, gerek yapacağınız ve gerek çekineceğiniz her hususta, her söz ve fiilde ve bunun üzerine ve özellikle bu hususta ileri gitmekte Allah'ın gazabından korkup emrine uyup korunun. Çünkü Allah işitendir, bilendir. Dolayısıyla bütün söylediklerinizi işitir, yaptıklarınızı bilir, ona göre ceza verir.
2-"Ey iman edenler!" Nidâ yukarda yeni geçmişken tekrar edilmesi, bunun da aynı şekilde dikkatle dinlenmesi gerektiğine tenbihtir. Öncekinde nefsi söz ve fiilin aslında ileri gitmek yasaklandığı gibi bunda da sözün niteliğinde, yani söyleyişte aşırı gitmek yasaklanıyor. Şöyle ki: Seslerinizi peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin yani seslerinizi peygamberin sesinin vardığı hadden ileri geçirmeyin. Ve ona söz söylerken birbirinize bağırdığınız gibi yüksek sesle söylemeyin, akran gibi de konuşmayın. Yani önceki, ileri gitmeyi yasaklıyor,bu cümle de aynı düzeyde olmayı yasaklıyor. Rivayet edilir ki bu âyet inince Hz. Ebû Bekir (r.a.): "Ya Resulullah vallahi ben bundan sonra Allah'a kavuşuncaya kadar sana gizli veya gizli gibi konuşurum demiş." Hz. Ömer (r.a.) de Peygamber'e öyle yavaş konuşur olmuştu ki, sormayınca işittirmezdi. Öyle yaparsanız, öyle farkına varmadan amelleriniz boşa gider de haberiniz olmaz. Çünkü Peygamber'e saygısızlığa ve sıkıntıya sebep olabilen şeyler küfre varabilir; küfür ise amelleri bozar "Kim imanı kabul etmezse, ameli boşa gider.." (Maide, 5/5) Burada "Haberiniz olmaz" kaydıyla şuurun yok olmasından şu anlaşılır ki, bu yasaklanan sesi yükseltmek ve kaldırmaktan maksat yalnız hafife almak ve saygısızlık kasdiyle olanlar değildir. Çünkü o müminlerden çıkması mümkün olmayan açık küfürdür. Fakat açık küfür olmamakla beraber, dolayısıyla ona varan küfür zannedilen haller de vardır. Bazı fiiller vardır ki küfür kasdıyla yapılmasalar bile küfür tehlikesini içinde bulundururlar. Peygambere sıkıntı bu şekilde olur. Buhârî ve Müslim, Enes (r.a.)'ten rivayet etmişlerdir ki, bu âyet inince Sâbit b. Kays (r.a.) evinde oturmuş "Ben cehennemliklerdenim." diyerek kendini hapsetmişti. Hz. Peygamber (s.a.v.) Sa'd b. Muaz'a: Ey Ebâ Âmir, Sabit ne halde, rahatsız mı? diye sordu, Sa'd da; o benim komşumdur; rahatsızlığını bilmiyorum dedi ve gitti sordu. Sabit, dedi ki: "Bu âyet indirildi, halbuki bilirsiniz ben sizin en yüksek seslinizim, demek ki ben cehennnemliklerdenim." dedi, Sa'd bunu peygamber'e söyledi, Resulullah, hayır o, cennetliklerdendir, buyurdu. Diğer bir rivayette de de, Resulullah haber gönderip getirtti, sordu. Ya resulullah, dedi; Allah Teâlâ sana bu âyeti indirdi, benim ise sesim kuvvetli, korkarım amelim yok olur. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: Hayır sen hayır ile yaşayacak, hayır ile öleceksin. Taberânî ve Hakim'in rivayetlerine göre Resulullah ona: Razı olmaz mısın, Allah'a hamd ederek yaşayasın, şehit olarak öldürülesin ve Cennet'e giresin! buyurdu, o da: Razıyım ve artık sesimi peygamberin sesinin üstüne kaldırmam." dedi.
3- Sakındırmaktan sonra yapışmaya teşvik için buyuruluyor ki: O kimseler ki Resulullah'ın yanında seslerini kısarlar, yasaklamaya muhalefetten sakınarak ve terbiyeye uyarak seslerini indirir, pesten alırlar. Şüphesiz onlar, o kimselerdir ki, Allah Teâlâ onların kalplerini takva için imtihan etmiştir. Fetih Sûresi'nde geçtiği üzere onlara takva kelimesini gerekli kılıp türlü sıkıntılarla tecrübe sahasında takvaya alıştırmış takvalarını tecrübe ile ortaya çıkarmıştır. Onlara mağfiret ve büyük bir ecir vardır.
4- Şüphesiz ki sana hücrelerin gerisinden bağıranlar, arkasından veya önünden çağıranlar.
HÜCRE, etrafı çevrilerek içine girilmekten menolunan toprak parçasıdır. Hucurât'tan maksat, Peygamber (s.a.v.)'in hâne-i saadetinin odalarıdır ki, her biri hanımlarından birine ait olmak üzere dokuz oda idi. Alûsî şöyle kaydeder: "İbnü Sa'd'ın, Atâ-i Horasânî'den rivayet ettiğine göre, hurma dallarından ahşap idi ve kapılarının üzerinde siyah kıldan çullar vardı." Buhârî, Edeb'de ve İbnü Ebi'd-dünya ve Beyhakî, Davud b. Kays'tan şöyle rivayet etmişlerdir ki: Hücreleri gördüm "hurma kerestesi"nden olup dışından kıl çullarla kaplanmış idi, hücrenin kapısından evin kapısına kadar uzunluğu altı veya yedi zira zannederim ve iç evi ise on zira' tahmin ediyorum yüksekliği de yedi ile sekiz zira'' arası sanırım, demiştir. Hasan-ı Basrî'den de rivayet etmişlerdir ki Hz. Osman'ın hilafetinde Peygamber'in hanımlarının evlerine girerdim, tavanlarına elimle yetişirdim, Abdü'l-Agelik'in oğlu Velid zamanında onun emriyle Resulullah'ın mescidine katıldı ve bundan dolayı insanlar ağladı ve o gün Said b. Müseyyeb şöyle dedi: Vallahi arzu ederim ki, bulundukları hal üzere bıraksalar da Medine halkından bir kısım kimseler neşelenseler ve hariçten gelenler de Resulullah'ın ne ile yetindiğini görseler de zühd dersi alsalardı...
Siyercilerin çoğu bu bağıranları Beni Temim'den olmak üzere zikretmişlerdir. Şöyle ki: Beni Temim'den yetmiş veya seksen kişi kadar bir heyet gelmişti. İçlerinde Zibrikân b. Bedir, Utârid b. Hacib b. Zurâre ve kays b. Âsım ve kays b. Haris, Amr b. Ehtem ve Akra b. Habir vardı. Ebu Hayyan'ın Bahir'de anlattığına göre bunlar gelmişler, öğle sıcağında mescide girmişlerdi, Resulullah henüz uyuyordu, Ey Muhammed! Bizim yanımıza çık! diye bağırdılar, bunun üzerine uyandı ve çıktı, Akrâ b. Habis: Ey Muhammed! Benim övmem güzel, kötülemem, ayıplıdır, dedi. Resulullah; yazıklar olsun sana, öyle olan Allah Teâlâ'dır, buyurdu; derken insanlar mescide toplandı. Bunlar Beni Temim: Konuşmacımızla, şairimizle sana şiirlerle konuşmalarla atışacağız, dediler. Peygamber (s.a.v.) "Ben şiirle gönderilmedim, övünmekle de emrolunmadım fakat haydin bakalım." dedi. Zibrikân içlerinden bir gence haydi kavminin faziletlerinden seç, söyle dedi. Bir genç kalktı: "Bizi yaratılmışların en hayırı kılan ve bize mallar veren Allah'a Hamd olsun." diye bir konuşma yaptı. Resulullah (s.a.v.) Sâbit b. Kays b. Şemmâse ki kalk cevap ver, dedi. Sâbit de: "Hamd Allah'a mahsustur. Ben O'na hamdediyor, O'ndan yardım diliyor ve O'na inanıyorum." diye başlayan bir hutbe ile cevap verdi. Zibrikân, diğer bir gence kalk kavminin yüceliğini anlatacak bir kaç beyt söyle dedi. O da:
 "Biz cömert kimseleriz, hiçbir kabile bize denk olamaz. Bizim içimizde reisler vardır ve ganimetin dörtte biri bizim aramızda taksim edilir.
Eğer savaş korkusu hissedilmezse kıtlık zamanında biz bütün nüfusa deve hörgücü yediririz.
Biz, bir şeyi yapmak istemeyip çekindiğimiz zaman da kimse bize karşı duramaz. İşte biz iftihar anında böyle yükseliriz."
dedi, Hz. peygamber (s.a.v.), Hassan b. Sabit'i çağırdı, Hassan söylediğini bana tekrar et, dedi. Dinledi şöyle cevap verdi.
"Fihr kabilesi ve kardeşlerinden ileri gelen kimseler, insanlara uyulacak bir yol çizmişlerdir.
İçinde Allah korkusu olan herkes, bu yolu tavsiye eder. Her türlü hayır da bu yoldan beklenir."
Daha hazı beyitlerden sonra Hassan şunları da söyledi:
"Biz, Ma'd kabilesinden, hazırda bulunanlara ve bulunmayanlara rağmen Allah'ın Resulü'ne ve dine büyük bir güçle yardım ettik.
Bu yardımı, gebe devenin sidiğini dağıttığı gibi düşmanı dağıtan kılıç darbeleriyle ve göğüslerde deve ağızları gibi yara açan mızrak vuruşlarıyla yaptık.
Onların toplulukları geldiği gün, yuvasını ve yavrularını koruyan aslanlar gibi vuruşumuzu Uhud'a bir sor!
Askerler arasında ölüme gitmek, suya gidercesine hoş görününce savaş alanlarında ölüme dalan biz değil miydik?
Biz, iki kolla kafaları vururuz. Biz Gassan kabilesinin parlak bir kolundan gelen şerefli bir soya mensubuz.
Eğer Allah'tan haya etmeseydik insanlar üzerinde (canlarını korumak ve ikramda bulunmak gibi) iki hakkımız olduğunu bir şeref vesilesi olarak söylerdik. Bu hususta bize karşı çıkan var mı?
Hayatta olanlarımız, çakıl taşlarına basıp dolaşanların en hayırlılarındandır. Ölülerimiz de kabirlerde bulunanların en hayırlılarındandır."
Bunun üzerine Akra' b. Habis kalkmış, vallahi ben bir iş için geldim ve bir şiir söyledim onu dinleteceğim, demiş ve şunu söylemiş:
"İyiliklerin anılması esnasında bize muhalefet ederlerse, insanlar bizim üstünlüğümüzü bilsinnler diye sana geldik.
İster Necid'de İster Tihâme topraklarında olsun, her hücumda biz insanların başıyız.
Her toplulukta bizim için (ganimetten) dörtte bir hisse vardır. Hicaz topraklarında Beni Dârim gibisi de yoktur."
Hz. Peygamber (s.a.v.) Hassan'a: Kalk cevap ver buyurdu. Hassan (r.a.) da dedi ki:
"Ey Benî Dârim! Övünmeyin. Çünkü iyiliklerin anılması esnasında sizin övünmeniz bir vebal olur.
Siz, bize karşı övünmekle kaybettiniz. Çünkü siz, kiminiz süt ana, kiminiz hizi olmak üzere bizim hizmetkârlarımızsınız."
Bu noktadan Peygamber (s.a.v.) buyurdu ve peygamberin bu sözü onlara Hassan'ın söylediklerinin hepsinden daha çok tesirli geldi. Hassan şiirini şöyle bitirdi.
"Eğer kanlarınızı ve mallarımızı taksim yerlerinde bölüşülmekten korumak için gelmiş iseniz,
Allah'a eş koşmayın, İslâm'a girin ve peygamberin yanında Benî Dârim ile övünmeyin.
Yoksa Beytin Rabbine yemin ederim ki keskin kılıçlarla mızraklar başınızın üzerine iner."
Bunun üzerine Akrâ b. Hâbis "vallahi bilmem bu ne iştir? Hatibimiz söyledi, onların hatibi daha güzel söyledi, şairimiz söyledi, onların şairi daha şair daha güzel söylüyor" dedi, sonra Resulullah'ın huzuruna daha yakın vardı: dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.) de "o halde bundan önce olan sana zarar vermez" buyurdu, sonra onlara hediyeler ve ihsanlarla iltifatta bulundu. İbnü Hişam Siyer'inde, kıssayı biraz daha farklı nakletmiş olduğunu da Âlûsî kaydeder. Bu âyetin Beni Anber hakkında nazil olduğunu da söylemişlerdir. Fakat Beni Anber, Beni Temim'den bir bölüm olduğuna göre öncekine ters düşmez. Nitekim Kâmus'ta Anber, Temim'den birinin babasıdır, der. Onların çoğunun aklı ermez, henüz dini öğrenmemiş, edeb ve yol bilmez, kaba nirâbi güruhudur.
5- Ve eğer sen onlara çıkıncaya kadar sabretselerdi kendileri için daha hayırlı olurdu. Çünkü güzel davranışla Peygamber'e tazim etmiş olurlardı o da övgüye ve sevaba ve sorumlularının isteklerinin yerine gelmesine daha elverişli olurdu. Zira denildiğine göre Beni Anber esirlerine şefaatçi olmak üzere gelmişlerdi, yarısı hür bırakıldı, yarısı için de fidye alındı. Bununla beraber Allah gafur ve rahimdir, tevbe ve iyileşerek akıllanmaya yüz tuttukları takdirde affeder, sıkıştırmaz.
6- Ey iman edenler! Eğer fâsıkın biri size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın, birden bire kapılmayın da, açıklama isteyin, araştırıp anlayın dinleyin, fısk'tan kaçınmayan yalandan da kaçınmaz. Fâsıkın karşılığı adildir.
Fahreddin Razî der ki: Bu sûrede müminleri ahlakın en güzeline bir yöneltme vardır. O ise ya Allah ile veya Peygamber ile veya kendi cinsi ile olur. Bunlar da iki sınıftır, çünkü ya müminler yolunda gider, tâat rütbesinin içinde veya dışarda olurlar. Dışarıda olan fasıktır. Müminler gidişinde dahil olanlar da yanlarında hazır veya uzakta bulunurlar. Bu suretle ahlak beş kısım olur:
1- Allah'a ait olanlar,
2- Peygambere ait olanlar,
3- Fâsıklara ait olanlar,
4- Hazır olan müminlere ait olanlar,
5- Gaib olan müminlere ait olanlar.
İşte bunlardan herbirine ait olmak üzere yüce Allah bu sûrede beş kere "Ey iman edenler!" buyurmuştur. Allah ve Resulüne ait olan açıklamadan sonra üçüncü olarak burada fâsıkların sözlerine güvenilmemesi gerektiğini açıklıyor. Çünkü onlar araya fitne sokmak isterler ki o fitne "Eğer müminlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa..." âyetinde açıklanacaktır... Bununla beraber fâsıkın sözünü de büsbütün hiçe saymayıp araştırma ve açıklanması emrolunmuştur. Demek ki fâsık olmayıp da adil olacak olsa yerine göre haber-i vâhid dinlemeye layık olacaktır. Bu âyetin indirilmesine sebeb olmak üzere şöyle rivayet ediyorlar: Resulullah Velid b. Ukbe'yi Beni Mustalik'a vali ve zekât memuru olarak göndermişti. Onunla onlar arasında bir kin varmış; yaklaştığı zaman karşısına gelen atlıları kendisini öldürecekler sanmış, korkmuş geri dönmüş. Resulullah'a varıp onlar dinden döndüler, zekatı vermeyi reddettiler, demişti. Resulullah da öfkelenmiş ve onlarla harp etmeyi kurmuştu, bu âyet bunun üzerine indi. Bir rivayette de Halid b. Velid'i göndermiş, gözetlemiş, ezan okuduklarını ve gece namazı bile kıldıklarını görmüş ve zekâtlarını da ona teslim etmişler o şekilde geri dönmüştür. "Fâsık" ile "nebe" kelimelerinin nekre oluşu umumilik içindir. Herhangi bir fâsık, herhangi bir nebe' (haber) demektir. Çünkü Razî'nin hatırlattığı şekilde şartın bulunduğu yerde sübut yönünde umumilik, nefi yönünde hususilik olur. Nitekim haberler de nefi tarafında genel, sübut tarafında özeldir. denilmeyip de şüphe harfi olan ile ifade edilmesi müminlerin fâsıklara aldanmayacak kadar uyanık olmaları gerektiğini ihtar ve öyle uyanık müminlere herhangi bir fâsıkın cüretinin ender olacağına işaret nüktesini taşımaktadır. Çünkü bir bilgisizlikle, hallerini bilmeyerek, bir kavmi musibete uğratırsınız, vurursunuz, bir zarara uğratırsınız da sonra yaptığınıza pişman olursunuz, çünkü haber yanlış olunca sonra temiz oldukları ortaya çıkar da telafisi mümkün olmayan bir üzüntü çekilir. İman vicdanı, öyle bir haksızlığa karşı devamlı olarak sızlar. Zemahşerî der ki: Nedamet, yani pişmanlık, bir çeşit üzüntüdür ki, meydana gelen şeyin olmamasını dileyerek gam yemektir. Böyle bir üzüntü ve gam ise devamlı ve etkili olur, çünkü olay akla geldikçe pişmanlık yapışır.
7- Ve biliniz ki içinizde Allah'ın Resulü var. Bundan dolayı Allah'tan korkun da yalan ve batıl söylemekten sakının, çünkü Allah ona doğrusunu bildirir ve bir haber işittiğiniz vakit de açıklanması için ona sorun, o size açıklar, kendi görüşünüzle onu kandırmaya çalışmayın. Şayet o birçok işlerde size uysaydı sıkıntıya düşerdiniz. Sarpa sarardınız, haliniz yaman olurdu, çok zahmetler, felaketler çeker, yok olmaya doğru giderdiniz. Çünkü öyle kendisine uyulması gerekenin, uyan durumuna düşmesi bir ihtilâl ve işlerin tersine gitmesi demek olan bir ihtilaldir.
ANET: Meşakkat ve helâk, sıkıntı ve günah mânâlarına geldiği gibi aslında kırılan bir kemiğin sarıldıktan sonra tekrar kırılması demektir. Buradan anlaşılıyor ki, birtakım kimseler o haber üzerine o kavmi vurmak fikrinde bulunmuşlardı. İşlerin birçoğunda deniliyor. Demek ki bazı işlerde itaat sakıncalı değildir. Belki gönüllerini çekerek güzel bir siyaset olur. Bir de in geçmişe ait olması gerekirken diye muzârî sigası getirilmiştir ki takdirindedir. Bunda iki mânâ vardır: Birisi, "itaat eder olsa idi" demek olur ki devamlı olmanın imkansızlığını ifade ederek, itaatın aslı değil, devamlı oluşunun sakıncalı olduğunu anlatır. Buna göre devamlı ve sürekli olmayıp da bazen birçok işlerde itaat dahi sıkıntıya sebep değilmiş gibi anlaşılır. Bundan dolayı diğer bazı tefsircilerin maksat itaatin devamlılığının imkansızlığı değil, imkansızlığın devamı demek olduğunu söylemişlerdir ki, buna göre mânâ "'birçok işte itaat edecek olsa idi" demek olur. Yani birçok işlerde itaat hiç olmaması gerekir. Ebu's-Suud bu iki görüşü münakaşa etmiştir, isteyen oraya bakabilir. Sonra Zemahşeri işbu cümlesinin bağlantısı hakkında şöyle bir açıklama yapmıştır. Bu cümle yeni başlayan bir söz olmaz, çünkü âyette bir ahenksizliğe neden olur ve fakat 'deki gizli merfu zamirden veya açık mecrur zamirden hal olarak makabline bitişiktir, mânâ şöyle demek olur: İçinizde Resulullah öyle bir halette bulunuyor, yahut öyle bir halde bulunuyorsunuz ki onu değiştirmeniz üzerinize vaciptir. O hal şudur: Siz istiyorsunuz ki, o size tabi imiş gibi olaylarda sizin görüşünüze göre amel etsin halbuki öyle yapsa haliniz yaman olur, helake giderdiniz.
Fakat Allah size imanı sevdirdi, sevgili kıldı, dolayısıyla iman etiniz, bu gösteriyor ki, iman etmek için yalnız bilgi yeterli değil, bir iradenin fiil olabilmesi için sevmek de gereklidir. Bundan dolayı dinin başı muhabbettir, sevgidir. Nitekim bir hadis-i şerifte "Kişi dostunun, yani sevdiği dostunun dini üzeredir, onun için herbiriniz iyi bakın, kime dostluk ediyor, kiminle sevişiyor?" buyurulması bu mânâdadır. Yine bundan dolayıdır ki; "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin." (Âli-i İmran, 3/31) buyurulmuştur. Ancak alimler sevgiyi tabiî ve aklî olmak üzere ikiye taksim etmişlerdir. Tabiî sevgi, yaratılışa uygunluktur. Aklî sevgi gayede bir hayır ve fayda idrakinden doğar ki, sağlık için ilacı sevmek olabileceğinden gayeye nazaran tabiî, başlangıcına nazaran aklî ve mecazî bir sevgi demek olur. Bundan dolayı başlangıcı elde edilmiş olmak itibarıyla o da kazanılmış sayılır. Ve bu yönden bu şuurlu sevgi iman ve terbiyenin kazanılması itibarıyla önemi haiz olur. Nitekim Hz. Ömer "Ya Resulullah: Sen bana iki yanım arasındaki nefsimden başka herşeyden sevgilisin." demişti, Resulullah "Ben sana nefsinden de daha sevgili olmadıkça imanın tamam olmaz, buyurdu, bunun üzerine Hz. Ömer hemen "Vallahi sen bana iki yanım arasındaki nefsimden daha sevgilisin." dedi, Resulullah da, "şimdi ya Ömer! İmanın tamam oldu." buyurdu. İşte Hz. Ömer'in böyle bir an içinde sevgisini artırarak yemin ile ikrar verebilmesi bunun gibidir. Bununla beraber her iki takdirde de sevginin kendisi bir akıl işi değil, doğrudan doğruya Allah Teâlâ'nın verdiği bir histir. Allah'ın sevdirmediği şeyler düşünmekle sevilmez, ancak Allah'ın sevdirdiği şeyler bilinmek düşünülmek sayesinde akıl ile, tecrübe ile sevgi şuuruna erebilir. İşte böyle imanın esası bir sevgi ile ilgili olduğu, sevgi de Allah'ın bir vergisi bulunduğu için burada buyuruluyor ki: Allah size imanı sevdirdi, yani o sayede Resulullah'a iman ettiniz. Ve onu, o imanı kalbinizde güzelleştirdi, gereğince amel edip peygambere itaat ettiniz. Ve küfrü, fıskı ve isyanı size çirkin, iğrenç kıldı. Onun için onlardan sakınınız.
KÜFÜR, imanın karşılığı inkâr ile Allah'ın nimetlerini örtmektir.
FÜSÛK, esasen çıkmak demek olup bazan dinden çıkmak mânâsına da kullanılırsa o, küfürde dahil olduğu için burada ondan ayrı bir mânânın kastedilmiş olması gerekir. Bu sebeple çoğunlukla doğruluk ve itaatten çıkış, yani sözlü ve fiilî imanın gereklerine uymamak mânâsında kullanılır. Burada küfür imana; füsûk ve isyan da imanın tezyinine, güzelleştirilmesine karşılık demek olduğundan füsûk yalancılık ve sözle doğruluk ve itaatten çıkmak; isyan da emri terk ile fiilen taatten çıkmak mânâsında olması daha uygun görülmüştür. Füsûk'u büyük günahlara, isyanı küçük günahlarda kullanmak isteyenler de olmuştur. Şu halde âyetinde fâsık, sözü iman yönünde olmayan bir yalancı, yahud büyük günah işleyen bir günahkâr demek olur. İşte onlar, öyle imanı sevip peygambere iman eden ve kalplerinde iman zinetlenip gereğince amel ederek doğrulukla itaat eden ve küfrü, füsûku, isyanı iğrenç görüp imanın gösterdiği yönde doğruluk ve itaatten ayrılmayan kimselerdir ki ancak rüşd sahibidirler. Hak yolunda sarsılmadan dosdoğru giden kimselerdir.
RÜŞD, hak yolunda sağlam ve sabırlı ve tam bir isabetle dosdoğru gitmektir.
8- Allah'ın lütuf ve nimetinden, yani o rüşd, yahut hep bu zikrolunan sevdirme ve kötüleme ve rüşd, Allah'ın lütuf ve nimetinden olarak cereyan etmektedir. İşbu "İşte onlar" işaret isminde hitap peygambere, işaret ve zamir 'deki muhataplaradır. Görünüşe göre 'deki muhataplar da bunlarda dahil görünüyor. Yani peygamberin açıklaması ve hatırlatması üzerine görüşlerinde ısrar etmeyip hepsi iman ve itaatle doğruluk ve uyum gösterdiler, füsûk ve isyandan sakındılar. Fakat Zemahşeri bunları Peygambere karşı görüş ileri sürmekten sakınan ve takvada ciddiyetleri ile öyle bir cüret ve cesaretten korunan ve yukarıda "Onlar, Allah'ın kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir." (Hucurat, 49/3) diye anlatılan kısım olmak üzere açıklamış da şöyle demiştir: "Eğer size uysaydı..." ifadesi delalet eder ki, müminlerin bazısı Velid'in sözünü tasdik ile Beni Mustalik'i vurmak fikrini Resulullah'a iyi göstermek istediler, bu ise hata ve onların kusurlarından idi. Diğer bazıları ise sakınıyorlardı ve takvada ciddiyetleri öyle bir cesarete engel oluyordu ki onlar "fakat Allah, size imanı sevdirdi" âyeti ile istisna kılınanlardır. Bu "bazılarınıza" demektir. Fakat sıfatlarının öbürlerinden farklı olması kelimesinin zikredilmesini gereksiz kılmıştır. Bunlar Kur'ân'ın öyle icazlarından ve ince parıltılarındandır ki, onları ancak yüksek kişiler sezebilir. Tefsircilerin bazısından bunlar, "Onlar, Allah'ın kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir." (Hucurat 49/3) buyurulanlardır diye rivayet edilmiştir. "İşte Onlar doğru yolda olanlardır" âyetindekiler de bu müstesnalardır. "Allah, Alim ve Hakîm'dir" herşeyi bilir. Lütuf ve nimeti de hikmetiyle verir.
9- Fâsıkın sözüne kapılmanın ve Peygamber'i dinlemenin neticelerinden biri olan anet, sıkıntı ve günah ve öne geçmeye bir işaret olmak üzere buyuruluyor ki: Ve eğer müminlerden iki grup vuruşurlarsa, rivayetlerin özetine göre: Resulullah (s.a.v.), Sa'd b. Ubâde'nin hastalığında ziyaretine giderken, Abdullah b. Übeyy b. Selûl'e de uğraması istenilmiş ve bir merkebe binerek uğramıştı. Abdullah b. Selûl, "Merkebin kokusu bizi rahatsız etti" demiş. Orada hazır bulunan Ensar'dan Abdullah b. Revaha Hazretleri de "Vallahi Resulullah'ın merkebinin kokusu senden daha hoştur." demiş. Bunun üzerine Abdullah b. Übeyy'in kavminden taraftarları kızmış, Abdullah b. Revaha Hazretlerinin arkadaşları da kızmışlar, İbnü Revaha Hazrec kabilesinden, İbnü Übeyy Evs kabilesinden olduklarından iki kabileden birtakım kimseler, silahsız olarak elleriyle, papuçlarıyla, sopalarla döğüşmeye başlamışlar, bunun üzerine bu âyet inmiş, Resulullah âyeti okumuş, bu şekilde barışmışlar. Fakat İbnü Cerir'in ve İbnü Ebi Hatim'in, Süddi'den rivayetlerine göre: Ensar'dan İmran namında bir zatın Ümmü Zeyd adında bir hanımı vardı, kadın yakınlarını ziyaret etmek istemiş, kocası göndermemiş ve onlardan kimsenin gelmemesi için de evinin üst katında hapsetmişti. Kadın ailesine haber göndermiş onun üzerine kavmi gelmiş oradan indirip götürmek istemişler, kocası da çıkmış kendi kavminden yardım dilemiş, bunun üzerine amcasının oğulları gelip kadın ile ailesinin aralarına girmeye çalışmışlar, onlar da müdafaa etmekle döğüşmüşler, bu âyet inmiş, Resulullah adam göndermiş barıştırmış, taraflar Allah'ın emrine dönmüşler. Önceki, birinci âyetin mânâsına daha yakındır. Dikkat çekicidir ki, âyette önce "Eğer iki taife" diye tesniye ile başlanıldığı halde fiilde "ikisi vuruşurlarsa" denilmeyip çoğul sigası ile "onlar vuruşurlarsa" buyurulmuştur ki, bu fark tercemede gösterilemiyor. Bunun nüktesi, azdan başlayan bir kıtâl'in bastırılamadığı takdirde genişleyeceğini hatırlatmaktır. Onun için derhal ikisi arasını islah edin, düzeltin, nasihat ile ve şayet orada bir şüphe varsa onu gidermekle, olmadığı takdirde Allah'ın hükmüne çağırmakla sulh edin, barıştırın. bunun üzerine şayet birisi diğerine karşı saldırırsa.
BAĞY, haksız yere yükselmek isteyerek düşmanlık etmektir. Yani barış teşebbüsü yapıldığı ve şüphe varsa giderildiği halde birisi barışa yanaşmayıp her ne olursa olsun haksızlıkla üste çıkmak sevdasını beslerse: O vakit o saldıran grupla savaşın. Ta ki, o Allah'ın emrine dönene kadar. Allah'ın emri "Allah'a itaat ediniz. Resulullah'a ve sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz." (Nisâ, 4/59) âyetine göre hükmüdür. Razî der ki: İşaret eder ki, bu savaş, saldırgana had cezası gibi, saldırmayı terk halinde de uygulanacak bir ceza değildir. Dönünceye kadardır, saldırganı önlemek gibidir. Onun için saldırganın vazgeçmesi hakkındaki emre dönünce, savaşmak haram olur. Buyuruluyor ki: Eğer dönerse o vakit de adaletle aralarını düzeltin, barıştırın, yani yalnızca andlaşma ile bırakmayın da Allah'ın hükümlerine göre haklarını gözeterek hükmedip aralarını bulun. Öncekinde mutlak olarak "aralarını sulh edin" buyurulduğu halde burada "adaletle" kaydı ile kayıtlanmıştır. Çünkü savaştan sonra olduğu için bunda haksızlık tehlikesi vardır. Onun için bir de tamamına göre şu şekilde te'kid edilmiştir. Hem her hususta adalet ve hakkaniyeti gözetin, her hak sahibine haktan hissesini verin, saldırmaktan, zulümden sakının. Çünkü Allah adalet yapanları sever. Ebu Hayyan'ın Bahir'de açıkladığına göre bu âyetteki "savaşınız" ve "sulh yapınız" hitapları "Emir yetkisi kendilerinde" olan velayet sahiplerinedir. Bu mânâ İbnü Abbas'tan rivayet edilmiştir. Yani aynen vücub, hükümet adamlarına yöneliktir. Çünkü bu savaşa müdahale ile barış yapabilme kudreti yalnız ferdî bir kudret olarak düşünülemez, fakat herhangi bir şekilde barış ve savaş yapmaya yetkili olanlar hakkında farz-ı kifaye olmak üzere ümmetin tamamına hitap olması "Ey iman edenler" çağırısının zahirine daha uygundur. Onun için saldırma gerçekleşince ona karşı emir ve yetki sahiplerine yardım cihadda olduğu gibi umuma gereken bir vecibe olur. Nitekim Hakim ve Beyhaki'nin rivayetlerine göre Abdullah b. Ömer (r.a.) Hazretleri ben şu "Vazgeçen saldırgana savaş açmadığımdan dolayı işbu âyetinden nefsimde bulduğumu hiçbir şeyden bulmadım." demiştir. Yolkesici, saldırganlar hakkında Fıkıh kitaplarında özel bölüm vardır.
10- "adalet yapınız" emri gibi şu da bütün müminlere umum ifade eder: Bütün müminler ancak kardeştirler. Zira hepsi ebedi hayata sebep olan iman esasında birleşir din kardeşidirler. Onun için iki kardeşiniz arasını düzeltin, gerek iki fert, gerek iki mümin topluluk bozuştuklarında hemen aralarını bulup barıştırın, dinde kardeşliğin gereği budur. Ve Allah'tan korkun, yani bu düzeltme ve kardeşlik takvadandır. Bozuşmaktan korunun, müminlerin kendi aralarında barış ve iyilik bulunmazsa, kardeşlikleri kuvvetli olmazsa kâfirlere karşı mücadele edemezler, Allah'ın azabından iyi korunamazlar. Onun için Allah'tan korkun, bozuşmayın, bozuşursanız, barışmaktan, barıştırmaktan kaçınmayın, her işinizde takva yolunu tutun ki rahmete erdirilesiniz.
Meâl-i Şerifi
11- Ey iman edenler! Bir topluluk diğer bir toplulukla alay etmesin. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sora fâsıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte bu kimseler zalimlerdir.
12- Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.
13- Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstününüz O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, herşeyden haberdar olandır.
14- Bedevîler "inandık" dediler. De ki: Siz iman etmediniz ama "İslâm olduk." deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah'a ve Resulüne itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
15- Gerçek müminler ancak Allah'a ve Resulüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.
16- De ki: Siz dininizi Allah'a mı öğretiyorsunuz? Oysa Allah göklerde olanları da bilir, yerde olanları da. Allah herşeyi hakkıyla bilendir.
17- Onlar İslâm'a girdikleri için sana minnet ediyorlar. De ki: Müslümanlığınızı benim başıma kakmayın. Bilakis sizi imana erdirdiği için Allah sizin başınıza kakar. Eğer doğrulardan iseniz (Allah'a minnettar olmanız gerekir.)
18- Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin görülmeyen esrarını bilir. Allah yaptıklarınızı görür.
11- "Ey iman edenler! Bir kavim bir kavimle alay etmesin." Müminler arasında iyilik ve takva emredildikten sonra o kardeşlik ve iyilikleri bozabilecek cahilliklerden sakındırmak ve müminler arasında iyilik ve takva duygusunu en yüksek bir içtenlikle uygulayarak karşılıklı saygı telkin etmek ve bu şekilde İslâm'ın daha bir çok kavimlere yayılıp gelişeceğine işaret ile o geniş kardeşliği süsleyecek temizliğe yükseltmek üzere bu iki âyet ümmete edeb öğretmekle huzur ve gıyab'da ahlaki bir yol göstermedir. Âyetin inişi hakkında bir kaç sebep nakledilmiştir. Dahhak'tan rivayet olunduğuna göre: Beni Temim'den bir kavim, Bilâl-i Habeşî, Habbab, Ammar, Süheyb, Ebû Zerr, Sâlim, Mevlâ Huzeyfe gibi kimselerle alay etmişlerdi. Âişe (r.anha)'dan: Zeyneb binti Huzeymete'l-Hilâliyye'yi kısalığından dolayı eğlenmişti. Bunun gibi Hz. Âişe ile Hz. Hafsa, Ümmü Seleme Hazretlerini kısa diye konuşmuşlardı. İbnü Abbas'tan: Hz. Safiyye binti Huyey Resulullah'a gelmiş, kadınlar bana; Ey yahudi kızı yahudi! diye söz atıyorlar, demiş, Resulullah da: Babam Harun, amcam Musa, zevcim de Muhammed niye demedin? buyurmuştu. Şu da rivayet olunmuştur ki; Sabit b. Kays'ın kulağında biraz ağırlık vardı, Reslullah'ın meclisine geldiği vakit işitsin diye yer açarlardı. Bir gün gelmiş açılın diye Resulullah'ın yanına kadar varmıştı, bir zata çekil dedi, o aldırmadı bu kim? dedi, o zat da ben filanım dedi, o hayır sen filan kadının oğlusun, diye cahiliyyede ayıplanan bir kadın söyledi, adamcağız mahcup oldu, bu âyet inince Sâbit bundan sonra kimseye karşı haseb ile de iftihar etmem, dedi. Bir de Ebu Cehil'in oğlu İkrime müslüman olmuştu, bazı kimseler ona "bu, bu ümmetin firavunu'nun oğlu" demişlerdi, gücüne gitmiş, Resulullah'a şikâyet etmişti, işte bu âyet bu sebeple indi. Kurtubi demiştir ki; alay etmek; hakaret ve horlamak ve gülünecek şekilde ayıp ve kusura dokunmaktır. Bazı fiilini veya sözünü hikâye ve işaret veya imâ ile yahut lakırdısına veya işine veya herhangi bir kusuruna veya suratına gülmek ile de olur... Diğer bir tarife göre bir şahsı huzurunda gülünecek şekilde sözle veya hareketle tahkir etmektir. Kamûs'un ifadesine göre eğlenmektir. Râzî burada kastedilen mânâya göre bunu şöyle tarif etmiştir: "Mümin kardeşine tazim ve hürmet gözü ile bakmayıp, derecesinden düşürerek iltifat etmemektir ki, kardeşlerinizi tahkir etmeyin, küçültmeyin, demektir. Kavim demek aslında kâimin çoğulu veya masdarla isimlendirme gibi iş gören kendilerini savunmaya kalkışabilecek yani dirişebilir erkek topluluğuna denir, "Nuh Kavmi, Firavun Kavmi" ifadelerinde olduğu gibi kadınları da ifade etmesi, dolayısıyla ve tabi olma yoluyladır. Burada erkek ve kadına ayrı ayrı hatırlatılmak üzere kavim ve kadın diye açıkça ortaya konulmuştur. "Kavim" ve "kadın" kelimelerinin nekre (belirsiz) oluşu, yasaklamada genellik ve umum ifade etmesi içindir. Tekil'in genel mânâ ifade etmesi daha genel olduğu halde "kavmün velânisâün" diye cemi ve nekire getirilmesinde de incelikler vardır. Bu önce İslâm'ın yalnız fertlere değil, bir çok kavimlere yayılacağını bir hatırlatmadır. İkinci olarak alaya alma işinin zararının büyük olup ona tek başına bir erkek veya kadının devam edemeyeceğine işarettir. Üçüncü olarak, alay eden veya maskaralık yapan kişinin yanında çoğunlukla gülüp eğlenecek ve bu şekilde ona arkadaş olacak kimselerin eksik olmayacağına ve bu yüzden tek kişinin topluluğa dönüşerek işin büyüyebileceğine de işaret eder. Netice olarak hiçbir mümin topluluk, hiçbir mümin kavim ile eğlenmesin alay etmesin. Belki onlar kendilerinden daha hayırlı olurlar. Bu cümle yasaklamanın sebebidir. Bundan dolayı gibi bir edat ile bağlanması gerekli gibi görünürken bir soru ve cevap tarzında zihinlere yerleştirilmek için başlangıç cümleleri halinde getirilmiştir. Yani bu yasaklamanın sebebi sorulmak istenilirse her mümin şöyle inanmalıdır: Olabilir ki, eğlenilen. Allah yanında o eğlenenden daha hayırlı olsun, çünkü insanlar yalnız görülebilen halleri bilebilirler, iç yüzünde gizli yönleri bilemezler. Allah yanında tartı tutacak olan ise vicdanların ihlası, kalplerin takvasıdır. İnsanın ilmi ise onun Allah yanındaki tartısını tartmağa, iki kalbin gizli meyillerini ölçmeye yeterli değildir. Onun için kimse dış görünüşe bakıp da gözünün kestiğini horlamaya, eğlenmeye cür'et etmesin, eğer Allah yanında vakarlı, saygılı olan bir şahsa, hakaret etmiş olursa nefsine ne büyük zulmetmiş olur. Bununla birlikte... "Kadınlar da kadınları alaya almasınlar, belki onlar kendilerinden daha iyidirler." Ve kendi kendinizi ayıplamayın, ayıp sürmeyin.
LEMZ, dil ile yaralamak, ayıplamak, kötülemek ve yermektir. Burada iki mânâ vardır ki ikisi de doğrudur: Birincisi, müminlerin hepsi bir nefis gibi olduklarından bir mümini ayıplayan kendi nefsini ayıplamış gibi olur. İkincisi de ayıplanacak şey yapan kimse, kendi nefsini ayıplamış olur. Birinciye göre mânâ: Müminleri ayıplamayın, kötüleme ve yerme yapmayın ki kendi nefsinizi ayıplamış olursunuz. İkinciye göre mânâ: Bir mümini, eğlenmek gibi ayıplanacak, kendinize leke olacak şeyler yapmayın ki kendinizi ayıplamış, lekelemiş olmayasınız demektir. birinci mânâ kardeşlik noktasından daha samimi, ikinci mânâ izzet-i nefis, şeref açısından daha temiz ve güzeldir.
Lâkaplarla da atışmayın, yani birbirinizi kötülemek için kötü lâkap takarak da çağırmayın.
LÂKAB, övmeye veya kötülemeye işaret eden isim veya vasıftır. Kötülüğe işaret eden lâkaplar çirkin lâkaplardır.
NEBZ, örfte kötü lâkap takmak mânâsına olduğu için burada yasaklanan lâkaplar, kötü lâkaplardır. Yoksa karşıdakinin haliyle uygun olarak övgü ve saygıyı ifade eden güzel lâkaplarla anmak yasak değildir. Keşşâf'ta der ki: Hz. Peygamber (s.a.v.)'den rivayet edilmiştir: "Müminin mümin kardeşi üzerindeki hakkından birisi de onu en sevdiği ismiyle çağırmasıdır." Onun için künye koymak sünnetten ve güzel hareketlerdendir. Hz. Ömer (r.a.) "Künyeleri yayın, çünkü uyarıcıdır." demiştir. Gerçekte Hz. Ebu Bekir, Atîk ve Sıddîk, Hz. Ömer Fâruk, Hz. Hamza Esedullah, Halid b. Velid Seyfullah lâkaplarıyla lâkaplanmışlardır. Ve bilinen kimselerin çoğu hep lâkaplarıyla hatırlanmışlar ve anılmışlardır. Hem böyle güzel lâkaplar gerek Arab'ın ve gerekse diğer milletlerin hemen hemen hepsinde süregelmiştir... Fakat mümini gücendirmesi ve ayıplaması düşünülegelen lâkaplarla çağırmak çağrıştırmak müminler arasında yapılmamalıdır. İmandan sonra fâsıklık! Ne fena isim! Yani imandan sonra bu yasaklanan şeyleri; alay etmeyi veya ayıplamayı veya kötü lâkap takmayı işleyenler, fısk yapmış ve böylece kendilerine fâsıklığı uygun görmüş olurlar. Halbuki imandan sonra fâsıklık veya fısk ile anılmak ne fena bir anılma, ne çirkin bir addır. Bundan dolayı bir mümin bunu ne kendine, ne de kardeşlerine uygun görmemelidir. Ve her kim şu yasaklanan şeyleri yapar da tevbe etmezse işte onlar zalimlerdir. İtaat yerine isyanı koyarak zulmetmiş, hem imandan sonra fısk adını takınarak ve kendini azaba layık kılıp nefsine yazık eylemiş kimselerdir. Nîsâburî Garâibü'l-Kur'ân'da der ki: Zira yasaklanan şeyde ısrar küfürdür, yasaklanan şeyi emredilmiş gibi saymaktır.
12- Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan kaçının, uzak bulunun; beslemekten, yahut onunla amel etmekten sakının. Çünkü zannın bazısı ağır günahtır.
İSM, sonunda üzerine ceza gerektiren günahtır. Çünkü zan, ihtimal üzere bir hüküm olduğundan bir kısmı hakka hiç isabet etmez, etmeyince de başkasının hakkına ait hususta o şekilde aleyhine hüküm bühtan ve iftirâ ve bundan dolayı bir vebal olur. Özellikle zannın kaynağı yalnız nefsi işler olduğu zaman hata daha büyük olur. Zannın bazısı günah ve vebal olunca da böyle bir vebal ve zarara düşmemek için tedbirli davranmak ve hangi çeşit zandan olduğunu düşünebilmek üzere onun bir çoğundan sakınmak gerekir. Yasaklanan çirkinliklerden bir çoğu da böyle zanlardan ortaya çıkar. Gerçi zannın hepsi günah ve vebal değildir. Allah'a ve müminlere güzel zan gibi vacip olan zan da vardır. Nitekim Nur Sûresi'nde: "Erkek ve kadın müminlerin bu iftirayı işittiklerinde kendi vicdanları ile iyi zanda bulunup da..." (Nur, 12) buyurulmuş ve Kudsi Hadis'te "Ben kulumun bana zannı yanındayımdır." diye rivayet olunmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Her biriniz ancak Allah'a iyi zanda bulunarak ölsün." ve: "İyi ve güzel zan imandandır." buyurulmuştur. Uygulamada kati olmayan hususlarda zanni delil ile amelin vacip olduğu yerler de vardır. Sonra geçime ait hususlarda olduğu gibi mübah olan zanlar da vardır. Lâkin zannın bir kısmı da haramdır. Yakîn vacip olan ilâhî hususlarda ve peygamberlik konusunda zan haram olduğu gibi Allah'a ve iyi kimselere karşı kötü zan da haramdır. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Allah Teâlâ müslümandan kanını ve ırzını ve kendisine kötü zanda bulunulmasını haram kılmıştır." İşte bu âyet de bu mânâda indirilmiştir. Ve hepsinin değil, bazı zannın günah olduğu açıkça ortaya konulmuştur. Burada mârife olarak denilmeyip de nekre olarak belirsiz şekilde buyurulmasının nüktesinde de Keşşâf gibi belagat ehli olan tefsirciler diyorlar ki: Bunun nekire gelmesi "bazılık" mânâsını ifade etmek ve zanların içinde meydana çıkarma ve belirleme olmaksızın genellikle sakınılması vacip olanlar bulunduğunu işaret etmek içindir ki, herkes hak ve batılı açık belirtileriyle seçmeden ve iyi araştırmadan ve düşünmeden zanna cür'et etmesin. Allah'tan korksun. Eğer nekre değil mârife getirilseydi zandan sakınma emri az bir zanna değil, çok olan zanna ait imiş ve sakınılması gereken zann çoklukla sıfatlanmış olan zann olup az olan zanna ruhsat varmış gibi kabul olunabilirdi. Sakınılması vacip olan zannı diğerinden ayıracak olan ayırıcı özelliğe gelince: Açıkta bir sebebi ve doğru bir işareti bulunmayan zan haramdır, kaçınmak gerekir. Bundan dolayı bilinmeyen bir adama iyi zan vacip olmasa bile kötü zan da caiz olmaz. Fakat fısk ve fücur ile tanınan kimselere kötü zan haram olmaz. Bununla beraber: Tecessüs de etmeyin, yani müminlerin eksikliklerini bulacağız, açık delil ve işaretler elde ederek zan ve yakîn meydana getireceğiz diye casus gibi inceden inceye yoklayıp araştırmayın da açık olanı tutun, Allah'ın örttüğünü örtün.
TECESSÜS, cess'ten tefe'uldür. Cess aslında hastalığı sağlığı anlamak için nabız yoklamaktır ki el ile yoklamak ve haber araştırmak mânâlarına gelir. Tecessüs de bundan tekellüftür ki dikkat ve gayretle araştırmak demektir. Nitekim casus da bu maddedendir. Bir Hadis-i Şerif'te şöyle rivayet edilmiştir: "Müslümanların eksiklerini ayıplarını araştırmayın. Zirâ her kim müslümanların ayıplarını araştırırsa Allah Teâlâ da onun ayıbını takip eder, nihayet onu evinin içinde de olsa rezil ve rüsvay eder." Rivayet edilir ki: Hz. Ömer (r.a.) Medine'de geceleyin karakol gezerdi, bir gece bir evde şarkı söyleyen bir adamın sesini işitti, duvardan aştı içeri girdi, baktı ki yanında bir kadın, bir de şarap var, ey Allah'ın düşmanı dedi: Sen günah işleyeceksin de Allah seni muhakkak örtecek mi sandın? Adam, sen de acele etme ey müminlerin emiri! dedi: Ben bir günah işledim ise sen üç konuda günah işledin: Allah Teâlâ "Eksikleri araştırmayın." buyurdu, sen gizliliği araştırdın, Allah Teâlâ "Evlere ön kapılarından giriniz." (Bakara, 2/189) buyurdu sen duvardan aştın, Allah Teâlâ "Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi fark ettirip ev halkına selam vermedikçe girmeyin." (Nûr, 24/27) buyurdu. Sen benim üzerime izinsiz girdin. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.), nasıl şimdi sizi affedersem, sizde hayır var mı? Yani sen de beni affeder, tevbe eder misin? dedi, o da evet, dedi, bu şekilde bıraktı, çıktı.
Ve bazınız bazınızı gıybet de etmesin.
GIYBET, bir kimsenin arkasından hoşlanmayacağı bir şey söylemektir. Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Bilir misiniz gıybet nedir?" "Allah ve Resulü daha iyi bilir" dediler. "Kardeşini, hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır." buyurdu. "Ya söylediğim kardeşimde varsa?" denildi. "Eğer söylediğin onda varsa gıybet etmiş olursun ve eğer onda yoksa o vakit ona iftira etmiş olursun." buyurdu ki bu, Müslim, Ebu Davûd, Tirmizî, Nesaî ve diğerlerinde geçmiştir. Demek ki bundan önceki âyette yüzüne karşı ayıplamak yasaklandığı gibi burada da gıybet yasaklanmıştır. Birgivî Tarikat-ı Muhammediye'de bu hadisi naklettikten sonra der ki; gıybet, din ve dünya ayıplarının anılmasını içine alır. Fakat bizim alimlerimize göre karşıdakinin tanıması ve sövme yoluyla olması da şarttır. Kadıhan Fetâvâ'sında "Bir adam, kardeşinin günah ve kusurlarını ona özen gösterdiği için söylerse o gıybet olmaz. Gıybet ancak öfke şekliyle sövme kastedilerek anmaktır diye zikredilmiştir. Bundan dolayı kötülüğü gidermek için veya fetva almak için veya şerrinden korunmak için yahut 'topal" demek gibi tarif için olursa gıybet olmaz. Bunun gibi, işlediği fıskı, zulmü açıklayan bir kimse olur da onun fıskını, zulmünü anarsa yine gıybet olmaz. Lâkin başka bir ayıbını zikrederse gıybet olur. İbnü Şeyh, Enes (r.a.)'den: Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: "Her kim haya örtüsünü atarsa, artık onun gıybeti yoktur." İbnü Ebi'd-Dünya Behz b. Hakim'den, o, babasından, o da dedesinden nakleder: Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: "Fâcir kimseyi insanlar tanırken anmaktan korkacak mısınız? Onu onda olan ile anın ki, insanlar sakınsınlar." Gazâlî sövmeyi, daha çok daraltmıştır. Sonra gıybet üç çeşittir. Birincisi, gıybet edip de, ben gıybet etmiyorum, onda olanı söylüyorum, demektir. Bu, fakih Ebulleys'in Tenbih'te dediği gibi kesin olan haramı, helal saymak olduğu için küfürdür. İkincisi gıybet edip gıybeti, gıybet edilen kimseye ulaşmaktır, bu günahtır, helalleşmedikçe tevbe de tamam olmaz, çünkü eziyet etmiş, kul hakkı oluşmuştur. İbnü Ebiddünya ve Taberânî'nin Câbir'den rivayet ettikleri şu hadisin mânâsı da budur: "Gıybet, zinadan daha kötüdür." buyurulmuş; nasıl olur? denilmiş, Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: Adam zina eder sonra tevbe eder. Allah mağfiret buyurur, gıybet eden ise gıybet edilen affetmedikçe, mağfiret olunmaz. Üçüncüsü, gıybet edilene ulaşmaz. Bu hem kendisine ve hem gıybet ettiği kimseye istiğfar ederek tevbe etmekle affolunabilir. Bazıları mutlaka helalleşmeye muhtaçtır demişler, bazıları da mutlaka tevbe ve istiğfar yeterlidir, demişlerdir...
Hiç biriniz kardeşinin ölü olarak etini yemesini sever mi? Gıybetin tabiî olarak, aklen ve şer'an kötülüğünü ve çirkinliğini tasvirdir. Gıybet edilen, kimse orada bulunmayıp söylenen sözü bilmemesi ve o anda savunacak durumda olmaması dolayısıyla bir ölü, hem de kardeş olan bir ölü ve o vaziyette onun kötülüğünü söyleyerek gıybet ile şerefine saldırmak bir ölünün etlerini parçalayıp yemek ve özellikle o saldıranın zannınca da fena ve bundan dolayı kurtlu bir leş halinde bulunan bu etleri hırs ve iştah ile seve seve yemek şeklinde bir canavarlık olmak üzere tasvir buyuruluyor ki ifadedeki bir kaç kez yapılan mübalağalar da dikkatten kaçmayacak kadar, açıktır. Bir taraftan takrire, bir taraftan da inkara ihtimali olan soru, son derece iğrenç bir şeye sevgi ile alaka, fiili genelleme ile bir'e dayama, hem yalnız insan eti ile değil, kardeş eti yemekle, hem de sağ değil, ölü leş halinde yemekle temsil ediliyor. Ve insanın namus ve haysiyetinin eti ve kanı gibi ve belki daha önemli olduğuna işaret ediliyor. Demek ki gıybet, böyle sefil bir canavarlık, gıybet eden öyle alçak bir canavar derecesindedir. İşte gıybetin tarifinde Hanefi ulemâsının gösterdikleri öfke ve sövme yoluyla olması kaydı da, bu temsilin mânâsından açıkça anlaşılmaktadır. Çünkü etini yemek duygusu düşmanlık ve öfke neticesidir. Keşşaf sahibi gibi Ebu's-Suud ve bazıları soruyu takrirî gibi göstermiş bulunuyorlar. Buna göre mânâ şu olur: Biriniz kardeşinin ölü olarak etini yemeyi sevecek öyle mi? Fakat biz Fahrü'r-Razî'nin dediği gibi inkârî olmasında ısrar etmek istiyoruz. O'nun için şu mânâyı gösteriyoruz: Hiç biriniz kardeşinin ölü olarak etini yemeyi sever mi? Elbette sevmez değil mi? Demek ki ondan, o eti yemekten tiksindiniz çünkü insan fıtratı bundan tiksinmeyi gerektirir. Öyle ise yapmayın ve Allah'tan korunun. Burada atıf vâvı, bir mâtûfu aleyhin hazfine delalet eder. "Öyle yapmayın, Allah'tan korunun." demektir. Yani madem ki, onu yemekten tiksindiniz o halde gıybet etmeyin de Allah'ın kaçınmayı emrettiğinden sakınarak ve yaptıklarınızdan pişmanlıkla tevbe ederek korumasına girin korunun. Çünkü Allah Rahîm ve Tevvâb'tır, tevbeyi kabulde ve rahmetini bereketlendirmede çok belağat sahibidir.
TEVVÂB, ism-i şerifi, tevbesi pek çok mânâsına mübalağalı ism-i fail olup delalet ettiği mübalağada üç özellik vardır.
1- Kendisine tevbe eden ve yönelen kulları çok demektir.
2- Öyle çok tevbe kabul eder ki, tevbe ile her günahı affedebilir. Hiç bir günahkârın tevbe ile affolunamayacak bir günahı düşünülemez. Çünkü en büyük günah şirktir. Tevbe ve iman ile Allah onu da affeder. "Kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz." (Nisâ, 4/48) ifadesi tevbe etmeyenler hakkındadır.
3- Tevbeyi kabulde çok fasih'tir. Öyle ki tevbe eden bir günahkârı hiç günah yapmamış gibi edip, rahmetiyle mutlu kılar. Böyle tevbeyi kabul, rahmetinin eseri olduğu gibi gıybetten, kötü zandan kötü ahlaktan yasaklaması da rahmetinin eseridir. Rivayet olunur ki Selmân-i Fârisî sahabeden iki kimseye hizmet eder, yemeklerini yapardı, bir gün işinden uyuya kalmıştı, bunun üzerine bir katık istemek için onu Peygamber'e gönderdiler, peygamberin yemeğine de Üsâme bakıyordu, yanımda bir şey yok dedi, Selman da gidip haber verdi. O iki zat aralarında Selman hakkında "Biz onu taşkın bir kuyuya göndersek suyu çekilir." demişlerdi. Sonra bu iki zat Resulullah'ın huzuruna vardıklarında Resulullah "Niye ben sizin ağızlarınızda et yeşilliği görüyorum?" buyurdu, et yemedik dediler, "Her halde siz gıybet etmişsiniz." buyurdu ki bu âyet inmişti.
Bu şekilde müminlerin kardeşliği ve ahlakın en güzeli ile temizlenmeleri yerleştirildikten sonra hitap bütün insanlara duyurularak buyuruluyor ki:
13- Ey insanlar haberiniz olsun ki biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Âdem ile Havva'dan veya her birinizi bir ana ile bir babadan yarattık, yani bu yönden hepiniz eşitsiniz, birbirinize karşı övünmeye veya şu kavim, bu kavim diye aşağılamaya hak yoktur. Bu sebeple bir insanlık kardeşliği vardır ki o bile öyle alay etmeye ve birbirinin etini yercesine gıybete mani olmak gerekir. Ve sizi milletler ve kabileler yaptık ki tanışasınız, yani soylarınız, atalarınızla iftihar için değil birbirinizi soyu sopu ile tanıyarak ona göre yardımlaşmanız içindir.
ŞUÛB: Şa'bın çoğulu; KABÂİL: Kabilenin çoğuludur. Araplar, topluluk taksimini insan bedeninin yaratılışını esas alarak yapmışlardır. Şöyle ki: İnsanın kafatasını meydana getiren kemiklerden herbirine kabile ve hepsine kabâil denir ve bu baş kemiklerinin birbirine kavuşup bitiştiği eke de şa'b denilir. Bir babanın sulbünden dallanan çok bir topluluğa bundan alınmış olarak kabile denildiği gibi çeşitli kabileleri toplayan ve hepsi bir asla mensup olan büyük cemiyete de re's veya şa'b denilir. Bu şekilde bir asla mensup olan toplumların hepsinin başı ve büyüğü olan toplum şa'b'dır ki, kabileleri içinde bulundurur. Kabile amareleri içinde bulundurur ki sadır, yani göğüs derecesindedir. Amâre batınları içinde bulundurur ki, Türkçe'de göbek deyimine benzer. Batın fahızları içine alır, fahızlar de fasileleri içine alır, toplamı altı tabaka eder. Bazıları fasileden sonra yedinci olarak aşireti saymışlardır. Mesela: Huzeyme bir şa'b, Kinâne bir kabile, Kureyş bir amâre, Arab batınlarına, şuûbun da Acem yani Arab'ın dışındaki kavim batınlarına işaret olduğunu söylemişlerdir. Netice olarak bir erkekle bir dişiden yaratılıp da şuûb ve kabilelere ayırış, daralıp daralıp dağılmak ve döğüşmek söğüşmek için değil, tanışıp yardımlaşarak sevişmek ve güzel ahlakları tatbik ederek daha büyük daha güzel toplumlar meydana getirip korunmak içindir. Zira muhakkak ki Allah indinde en itibarlınız, en takvalınızdır, nefislerin olgunlaşmasının ve şahısların mertebe ve derecelerinin bütün medarı takvadır. Şu veya bu kimsenin nesebinden veya filan kavmin soyundan olmak değildir. "Sûra üfürülünce artık aralarında neseb yoktur." (Müminûn, 23/101) Allah yanında yüksek derecelere ulaşmak isteyenler takvaya sarılmalıdırlar.
ETKÂ, takvadan ism-i tafdil'dir. Yukarılarda da geçtiği üzere takva lügatte vikâyedendir. Vikâye gayet iyi korunup sıkınmaktır. Aslı, vakyadır harfi tüklân ve tücâh gibi harfine, harfi de bakvâ gibi harfine kalbedilmiştir ki nefsi korkulacak şeylerden muhafazaya koyup korumak, diğer bir ifade ile sipere girip korunmak demektir. Lügatta hakikati budur. Sonra bazan korkuya takva, takvaya korku tabir edilir. Şeriatte iki mânâda kullanılır: Birisi geniş olan âmm mânâsınadır ki sonunda ahirette zararlı olandan sakınıp korunmak demektir. Bunun fazlayı ve eksiği kabul eden geniş bir sahası vardır ki, en aşağısı cehennemde ebedi kalmayı neticelendiren şirkten sakınmaktır. En yükseği de sırrını haktan alıkoyabilecek her husustan temiz tutarak bütün varlığı ile hakka dönüştür. Bütün manasıyla Allah'ın korumasına girmektir ki,
"Allah'tan hakkıyla korununuz." (Âl-i İmrân "/102) âyetinde kastedilen hakiki takva budur. Bir de şeriatte bilinen özel mânâsı vardır ki, mutlak olarak takva denildiği ve karine bulunmadığı zaman maksat bu olur; nefsi günaha layık kılacak gerek fiil ve gerek terk, herhangi bir günahtan korumaktar. "Ufak tefek kusur dışında onlar, büyük günahlardan ve hayırsızlıktan kaçınırlar." (Necm, 53/32) âyeti gereğince bunda büyük günahlardan kaçınmak ittifakla gereklidir. Küçük günahlar hakkında söz edilmiştir. Tirmizî ve diğerlerinin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte: "Kul zarar olan şeyden sakınmak için kendisinde zarar olmayan şeyi terk etmedikçe muttakilerden olmaz." buyurulmuş olması sebebiyle haram şüphesi olan helallerden, yani tahrimen mekruh olanlardan da kaçınmak gerekir. Ragıb der ki: Şeriatın tarifinde takva: nefsi günahtan korumaktır, bu ise haramı terk ile olur, bu da işlenmesi mübah olan şeyleri terk ile tamamlanır. Çünkü rivayet olunan "Helal belli, haram da bellidir, aralarında şüpheli şeyler vardır..." hadisi gereğince koru'nun kenarında otlayan içine düşebilir. Buhârî, Müslüm ve diğerlerinde rivayet olunduğuna göre Resulullah (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Helâl, belli haram da bellidir, yane şeran açıklanmıştır." Fakat bu ikisi arasında, her ikisine de benzeyebilen şüpheli şeyler vardır ki, insanların çoğu onları bilmez, bundan dolayı şüpheli şeylerden korunan kimse dinini ve ırzını temiz tutmuş olur. Şüpheli şeylere düşen ise harama düşer, nitekim koru kenarında (koyun) güden çobanın koruya düşmesi pek mümkündür. Haberiniz olsun ki her padişahın bir korusu vardır. Allah'ın korusu da yasak kıldığı şeylerdir. Haberiniz olsun ki cesette bir et parçası vardır, o iyi olursa cesedin hepsi iyi olur. O bozuk olursa cesedin hepsi bozuk olur. Biliniz ki o kalptir. Birgivî bu hadisi naklettikten sonra der ki: sözlük mânâsı, şeriata mümkün olduğu kadar geçerlidir. Aşırı korunma mânâsı ise küçük günahlardan ve şüpheli şeylerden bile korunmayı gerektirir. Fakat bu zamanda şüpheli şeylerin hepsinden korunmak mümkün değildir. Onun için harama yakın olan şüphelerden başkası hariç olur. İbadet ve itaat, güç yetirilebilen miktar ve ölçüdedir. O halde takvanın meydana gelmesinde herbir haramdan, bir de harama yakın bir kerahatle mekruh olanlardan kaçınmak gereği ortaya çıkmış olur... Bu açıklamada takvanın yukarılarda zikredilmiş olan üç derecesine de işaret edilmiş oldu, bunlar gösteriyor ki, takvalı olabilmek için korunulması gereken günahları, tehlikeleri bilmek gerekecek; ilim olmadan takva olamayacaktır. Bu ise "Kulları içinden ancak alimler Allah'tan (gereğince) korkar." (Fâtır, 35/28) âyetine işaret olur. Bundan dolayı takva gereği olan korku ve korunma ile tefsir edilecek olursa, en takvalı demek, Allah'tan en çok korkan mânâsını da ifade eder. Bu şekilde bu âyet, yani bu âyette işbu "Allah nezdinde en şerefliniz, Allah'tan en çok korkanınızdır." düsturunun bu sûrenin, bir gayesi olarak düşünülmesi gerekecektir. Başta "Allah'tan korkunuz" ve "İşte bu kimseler Allah'ın, kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir." (Hucurat, 49/3) buyurulması da bunu anlatır. Bir hadis-i şerifte buyurulmuştur ki; "Her kimi insanların en şereflisi olmak sevindirirse, Allah'a takvalı olsun." Diğer bir hadis-i şerifte de Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Ey insanlar! İnsanlar iki kişiden ibarettir: Biri mümin, muttakî, Allah yanında şerefli; biri de fâcir, kötü, Allah yanında değersiz." İbnü Abbas'tan da şöyle rivayet olunmuştur: Dünyanın şerefi zenginlik, âhiretin şerefi takvadır. Şüphe yok ki Allah, herşeyi bilir ve herşeyden haberdardır, sizi ve her yaptığınızı bilir ve hallerinizin iç yüzünden de haberdardır. "Hanginizin daha muttakî olduğunu o bilir."
14- Şimdi müslüman olup da henüz imanın bu yüksek zevkine erecek kadar terbiye almamış olanlara bu temizliği vermek ve hakka özen ile talim ve terbiye esnasında ayıplama ve gıybet hükmü cari olmayacağını anlatmak üzere buyuruluyor ki: O a'rabiler inandık, dediler. Medine civarında Beni Esed İbn-i Huzeyme kabilesi ganimet hevesiyle müslümanlığa girmişlerdi, rivayet olunduğuna göre bir kıtlık senesi Medine'ye gelmişler ve iki kelime-i şehadeti söylemişlerdi. Peygamber'e karşı: "Biz filan oğulları ve filan oğulları gibi sana savaş açmadık, ağırlık ve ailelerimizle geldik." diyorlar, sadaka gözetiyorlardı ve yaptıklarını peygambere bağışlatmak istiyorlardı, bu indi. De ki: Siz iman etmediniz. Çünkü iman, yalnız dil ile ikrardan ibaret değil, yürekten sevgi ile güven ve inançla kesin bir şekilde tasdik olması gerekir. Bu ise anlatılacağı üzere henüz ortaya çıkmadı, yoksa müslüman olduk diye peygamberi minnettar etmeye kalkışılmazdı. Ve fakat henüz iman kalplerinize girmemiş olduğu halde İslâm'a geldik, deyin, yani müslümanlığa karar verdik, sulha girdik deyin, böyle derseniz yalan söylememiş olursunuz. Çünkü harbin zıddı olan sulha girmek ve bağlanmak mânâsına İslâm, savaşı terkedip de görünüşte karar vermekle oluşabilir. Halbuki kalpte sağlam tasdik olmadan iman ettik demek yalan olur. Burada sözün gelişi "iman ettik", demeyin ve fakat "İslâm olduk" deyin, veya "siz iman etmediniz ve fakat İslâm'a girdiniz" denilmektir. Fakat birincisi imanı söylemekten açıkça yasaklama şeklinde olacağı, ikincisi de Şer'an itibarının şartı olan iman, istenildiği halde İslâmlarına kesin karar ifade edeceği için bunlardan sakınmak üzere nazmın üslubu bu nazik şekle dökülmüştür. Fahreddin Razî burada "Mümin ile müslim ehl-i sünnete göre birdir. Nasıl olup da burada bu fark anlaşılabiliyor?" diye sorarak buna şöyle bir cevap verir: "Genel ile özel'in farkı vardır. İman ancak kalp ile olur. Bazan onunla beraber lisan ile olur. İslâm ise daha geneldir, fakat özel şeklinde genel ile özel birleşmiş olur." Ragıb da Müfredat'ında şöyle der: "İslâm şeriatta iki kısımdır. Birisi imanın altındadır ki bu dil ile ikrardır. Bununla kan korunmuş olunur. Beraberinde itikat gerek olsun gerek olmasın " O A'râbiler inandık, dediler, de ki: Siz iman etdiniz fakat İslâm'a geldik, deyin." âyetinde bu mânâ kastedilmiştir. Birisi de imanın üstündedir ki bunda dil ile ifade ile beraber hem kalben iman, hem vefa hem de Allah Teâlâ'ya bütün kaza ve kaderinde teslimiyet vardır. Nitekim İbrahim (a.s.) hakkında "Rabbi ona: "İslâm ol" dediği anda, "Âlemlerin Rabbına teslim oldum." dedi. (Bakara, 2/131) buyurulması böyledir. Bunun gibi "Allah nezdinde hak din ancak İslâm'dır." (Âl-i İmran, 3/19) âyeti ve "Beni müslüman olarak öldür." (Yusuf 12/101) âyeti de bu mânâyadır. Beni rızana teslim olan kullarından eyle, demektir. Şeytanın bağlamasından güvenli kıl mânâsına olması da caizdir. İmam-ı Azam'a nisbet edilen Fıkh-ı Ekber'de de şöyle denilmiştir: İman, ikrar ve tasdiktir, İslâm Allah Teâlâ'nın emirlerine teslim olmak ve bağlanmaktır. Bundan dolayı iman ile islâm arasında lügat yönünden fark vardır. Fakat şer'î hükümde İslâm'sız iman, imansız İslâm olmaz. Bu ikisi zahir ile batın, yüz ile astar gibidir. Din de iman ve İslâm ve şeriatın hepsine birden konulan isimdir... Demek olur ki yukarılarda "Allah nezdinde hak din ancak İslâm'dır." (Âl-i İmran, 3/19) âyetinde ve daha bazı yerlerde geçtiği üzere İslâm kelimesi sözlükte asıl maddesi olan barış ve güven hemzesinin duhul ve müteaddi hale koyma ve diğer mânâlarına göre barış ve karşılıklı anlaşmaya girmek veya koymak, güvenliğe çıkarmak, kurtulmak veya kurtarmak; ihlas ve teslimiyet ve bağlanmak gibi birkaç mânâya gelebildiğinden İslâm ve iman kavramlarında sözlük bakımından çeşitli farklar bulunduğundan şeriat daha çok bunların ikisinin birlikte toplanmasına ve gerçekleşmesine itibar etmiş olmakla beraber sözlük anlamlarını da az çok gözden uzaklaştırmamış bulunmasından dolayı şer'i kullanılışta, üç mânâ meydana gelmiş olur.
Birincisi: Biri diğerinin şartı olmak, biri açık, biri gizli olma bakımından asıl bulunmak gibi bir anlam farkıyla beraber gerçek olarak meydana gelmesinde eşit, şeref ve haysiyette birbirine gerekli olmalarıdır. Meselâ imanda islâmın hem bâtında ihlas kavramı, hem zahirde teslim kavramı şart olduğu gibi islâmda da iman, hakkında delil getirilen bir şey olmak üzere şarttır. Bundan dolayıdır ki Nisâ Sûresi'nde: "Size selam veya sulh veren kimseye mümin değilsin, demeyin." (Nisâ, 4/94) buyurulmuş ve bu sebeble mümin ve müslim gerçekte bir sayılmıştır. Buna bilinen mânâsıyla İslâm demek uygun olur.
İkincisi: İslâm imandan daha genel ve onun bir başlangıcı olmak üzere imanın altında bir ikrar ve iman, İslâm'ın bir gayesi olmak üzere üstünde delil gösterilen bir şey ifade etmesidir ki bu âyet bu mânâ üzere gelmiş ve Râzî yalnız bu farkı kaydetmiştir. Bunu gerçek samimi müslümanlık karşılığında resmî müslümanlık diye de ifade edebiliriz. Bu henüz müslümanlık değil, müslümanlığa bir giriştir. Burada ihtar olunuşu da özellikle bu incelik içindir. Ve onun için "fakat siz islâm oldunuz." diye tasdik buyurulmamış "İslâm olduk, deyiniz" diye sözlük açısından ihtar yapılmıştır, bir de "Sâdikûne" karşılık olarak ifade edilmiştir.
Üçüncüsü: İmandan daha özel ve onun bir kemali, bir gayesi olmak üzere üstünde olan İslâm'dır ki "Bilakis, iyilerden olarak kim yüzünü Allah'a döndürürse." (Bakara, 2/112) buyurulduğu üzere ihsan mertebesini dahi kendisinde bulunduran ve "Allah nezdinde din ancak İslâm'dır" (Âl-i İmran, 3/19) gerçeğinin ifade ettiği ve "Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstün olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır." hitabıyla da burada işaret ve teşvik buyurulan mânâdır. Bu mânâya götürmek üzere buyuruluyor ki: Ve Allah'a ve Resulüne itaat ederseniz, yani açıktan şehadet ile ikrar edildiği gibi kalben de samimiyetle imana yükselip olgun mümin, dosdoğru müslüman olmak üzere gereğince amel ederek Allah ve Resulünün emirlerini seve seve yerine getirirseniz Allah size amellerinizden hiçbirini eksik olarak ödemez, değerinden eksik ecir ile karşılamaz. Çünkü Allah Gafur'dur, itaat edenlerin kusurunu bağışlar, Rahim'dir, rahmetinden ihsanı ile ecir verir.
15-Mümin nasıl olur, denilirse: müminler ancak o kimselerdir ki Allah ve Resulüne iman etmişlerdir, yani dilleriyle ikrar verdikleri gibi kalpleriyle de sağlam inanmışlardır. Sonra da işkillenmemiş, şüpheye düşmemişlerdir. Demek ki iman etmek için önce kalpten şüpheyi atmak şart olduğu gibi ileride devamı için şüpheden uzak olmak da şarttır. Onlar sonradan da şüpheye düşmemişlerdir. Mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad etmektedirler, yani Allah'a itaat yolunda her türlü zahmet ve sıkıntıya göğüs germektedirler; mallar ve canlar ile cihad, mâli ve bedenî her türlü ibadeti içine alır. Ve işte onlar Sadıklar'dır, iman davasında sadık, verdikleri ikrara kalpleriyle ve fiilleriyle içten bağlılık göstermiş samimi müslümanlardır. De ki: Allah'a dininizi öğretiyor musunuz? Yani, Allah'a diyanetinizi, dindarlığınızı haber verip bildirmek mi istiyorsunuz ki biz iman ettik diyorsunuz.
16-Halbuki: Allah göklerde olanları da bilir, yerde olanları da. Allah her şeyi hakkıyla bilendir. Bu âyet o A'rabileri kınamaktadır.
17- Müslüman olduklarını sana karşı başa kakıyorlar, sana bir minnmet sayıyorlar, başına kakıyorlar, seni minnettar etmek istiyorlar.
MİNNET, o nimettir ki onu veren verdiği kimseden hiç bir sevap istemez, yalnız onun ihtiyacını kesmek ister ki bu ebedi şükre değer bir nimet olur. Veren hiçbir karşılık beklemediği ve hiç bir şey yapmamış gibi kesip attığı için alan kimse ebediyyen minnettar kalır. Öyle nimet cana minnet kesilir. İşte fiilen böyle bir nimet ile minnettar etmeye başa kakma denildiği gibi onu hesaba alıp söylemeye, yani başa kakmaya da mennetmek, minnet saymak denilir. İkisi de kesmek mânâsına 'den alınmıştır. İn'âm fiili ihtiyacı keser, söylemek de nimeti keser ve şükrün kesilmesini gerektirir. Fakat, Ragıb, bu menn ve minnetin ağırlık ölçülerinden olan batman mânâsına 'den alınmış olduğuna inanmış olarak der ki: minnet ağır nimet demektir. Ve bu iki şekilde söylenir, birisi fiil ile olur. Filan filana menn etti denir ki, nimet ile ağırlaştırdı, yani çok nimet verdi demektir. "Allah müminlere büyük lütuf vermiştir." (Âl-i İmran, 3/164) "Allah size lütfetti." (Nisâ, 4/94), "Andolsun Musa'ya da nimetler verdik." (Saffat, 37/114), "Allah nimetini... dilediğine lütfeder." (İbrahim, 14/11), "İstiyorduk ki... onlara lütufta bulunalım" (Kasas, 28/5) hep bu mânâyadır. Hakikatte bu ancak Allah Teâlâ'dan olur. İkincisi de ancak söz ile olur, o ağırlık laf ile verilir ki insanlar arasında bu çirkin sayılır. Ancak nimeti inkâr mealinde de olursa başka ve bu çirkin olduğu için "Minnet iyiliği yıkar." denilmiştir. Küfran halinde söylenmesi iyi düşeceğinden dolayı da "Nimet nankörlükle karşılanınca minnet güzelleşir." denilmiştir. "Onlar İslâm'a girdiklerini sana karşı başa kakıyorlar." âyet-i kerimesinde onlardan olan minnet söz ile Allah'tan onlara olan minnet de fiil iledir ki onlara hidayettir, onları doğru yola eriştirmedir. Ragıb'ın bu son sözü dikkate değerdir. Burada Allah Teâlâ'nın onlara menni hidayet nimetine karşı, küfran halinde güzel olan sözle ihtar mânâsında olmalıdır. Çünkü fiil ile minnet ve hidayette sakındırma mânâsı yoktur. Halbuki bu ilâhî minnet yasaklamadan sonra bir sakındıma mânâsındadır. De ki: İslâm'ınızı bana minnet saymayın, benim başıma kakmayın belki Allah size minnet eder, yani başa kakmak sizin hakkınız değil, aksine Allah'ın hakkıdır. Siz müslüman olduk diye başa kakarsanız doğrusu Allah size minnetinin ağırlığını yükletir, nimetini başınıza kakar. Çünkü sizi imana hidayet buyurmuştur eğer sadık iseniz, yani "biz iman ettik" demekte doğru iseniz, dediğiniz gibi gerçekten mümin, doğru müslüman iseniz, iman çok büyük bir nimet, buna hidayet Allah'tan bir minnet olduğu için siz buna şükretmeyip de onu peygamberin başına kakarsanız Allah Teâlâ bu hidayete karşı küfrünüzden dolayı sizin başınıza kakar, azarlayıcı hitabının ağırlığı altında ezer, nimetini keser.
18- Haberiniz olsun ki Allah göklerin ve yerin gaybını bilir, bundan dolayı sizin içinizi, dışınızı bilir. Müslümanlığınızda doğru olup olmadığınızı kalplerinizde iman ve doğruluk bulunup bulunmadığını niyetlerinizden neler geçirdiğinizi tamamen bildiği gibi alemde, göklerde ve yerde neler olacağını ve sizlerin nelerle karşılaşacağınızı da bilir. Ve Allah bütün amellerinzi görür, her ne yaparsanız görür, hiç birini kaçırmaz. Bundan dolayı siz de içinizi dışınızı düzelterek ona göre korunup ona göre çalışınız.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...