CAMİU’S-SAĞİR VE TERCÜMESİ İZAHLI 2000 HADİS -I
Konu: Şehidliği Gerektiren Sebepler
1- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Şehidliği gerektiren dört sebep vardır. Bu sebeplerden birisiyi ölen bir kimse şehid olur:
a) Allah yolunda savaşarak öldürülen bir kimse, bu hakiki bir şehiddir.
b) Suda boğularak ölen bir kimse,
c) Karın ağrısından ölen bir kimse,
d) Veba hastalığına tutularak ölen kimselerdir. Bunlar hakiki şehit değil, hükmi şehiddir.”[1]
2- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Dul (ve kimsesiz) kadınlar ve günlük yiyeceklerini sağlamaktan, aciz olan fakirlere yardım edip bakan bir kimse, Allah yolunda cihad eden veya gecelerini namazla, gündüzlerini de oruçla geçiren bir kimse gibidir.”[2]
3- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Böbrek hastalığıyla ölen kimseler, (hükmen) şehiddirler.”[3]
4- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Şehidlik, Allah yolunda yapılan savaş neticesinde ölmenin dışında başlica yedi kısma ayrılır:
a) (Cihadın dışında ilim tahsili ve camiyegitmek gibi) dinin herhangi bir vazifesini yaparken Allah yolunda ölen,
b) Veba hastalığına yakalanarak ölen,
c) Suda boğularak ölen,
ç) Ciğer hastalığına yakalanarak ölen,
d) Karın ağrısından dolayı ölen,
e) (Allah rızası için düşman cephesinde) nöbet tutarken ölen,
f) (Duvar gibi) her hangi bir şeyin altında kalarak ölen,
h) Hamileyken ölen kimseler.”[4]
5- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
a) Derecesi en yüksek olan şehiddir. (Yüreğinde) temiz bir -imanı barındırmaktadır; düşmanla karşılaştığı vakit Allah'a olan bağlılığı uğruna can verir. Kıyamet günü, insanlar o kimseyi görebilmek için (ayak parmakları üzerine dikilerek) boyunlarını yukarıya doğru kaldıracaklardır.
b) Bu da (yüreğinde) temiz bir iman barındırmakta olan bir müslümandır. Fakat düşmanla karşılaştığı vakit, içine düşen korku nedeniyle, sanki derisine muz dikeni batırılmış gibi ürküntü duyar. (Bu sırada) beklenmediği taraftan gelen bir düşman oku vücuduna saplanarak ölümüne sebeb olur. Bu kimse de, ikinci dereceden bir şehiddir.
c) Bu da kötü amelleri birbirine karıştıran (sevab kadar günahta işlemekten geri durmayan) bir müslümandır. Din uğrunda düşmanla çarpışarak canını feda eden bir kimsedir ki, bu üçüncü dereceden bir şehiddir.
ç) Sevabtan çok kötü amel işleyen âsi, fakat düşmanla karşılaşınca, Allah'a karşı olan bağlılığını, dine karşı da doğruluğunu ortaya koyarak canını feda eden bir kimsedir. Bu da dördüncü dereceden bir şehiddir.[5]
6- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Şehidler, (öldüğü andan kıyamet kopuncaya kadar geçen zaman içersinde) cennet kapısında suyu berrak gibi olan bir nehrin kenarında yeşil bir kubbe içinde bulunurlar. (Bunlar şehidlik hallerine uygun bir hayat sürerlerken) sabah ile akşam yiyecekleri cennetten başuçlarına getirilecektir.”[6]
7- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Şehidler, Allah'ın nezdinde hiç bir gölgenin bulunmadığı bir günde Allah'ın arşının gölgesi altında misk tepelerinin üzerinde bulunan yakut taşlarından yapılmış minberler üzerindedir. Bu duruma karşı Hz. Allah kendilerine şöyle buyururlar:
“Ben, şehidlik mükafatını size verip doğru olan vaadimi yerine getirmedim mi?” Şehidler:
“Evet Yarab!.. verdiniz...
Doğru olan sözünüzü de yerine getirdiniz...”[7]
8- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Ciğer hastalığından ölen bir kimse, hükmen şehiddir.”[8]
9- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Hakkını veya malını müdafaa ederken ölen bir kimse bir şehiddir.”[9]
10- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Taun hastalığı her müslüman için bir şehidlik vesilesidir.” [10]
11- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
Taun hastalığı İsrailoğullarından bir gurubun yaptığı (zina, içki gibi Allah'ın azabını gerektiren kötülüklerin yüzünden) başlarına inen bir azabın kalıntısıdır.
Ey müminler!... Bulunduğunuz yere bu hastalık gelirse, yerinizden ayrılmayınız. (Kurtulmak ümidiyle memleketinizden ayrılıp başka yere göç etmeyiniz. Çünkü muhtemel olarak size bulaşan bu hastalığın başkalarına da bulaşmasına sebep olursunuz.)
Taun hastalığının bulunduğu yere de girmeyiniz. (Çünkü size bulaşabilmesi muhtemel olduğundan kendinizi ölümün eşiğine atmış olursunuz.”[11]
12- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Taun hastalığı öylesine bir azabdır ki, Hz. Allah o hastalığı dilediği herhangi (dinsiz) bir milletin başına musallat eder. Şüphesiz Hz. Allah bu hastalığı müslümanlar arasında bir rahmet olarak yaratmıştır. Çünkü taunun olduğu şehir veya kasabada sabır ederek Allah'a karşı olan bağlılığını en samimi bir yürekle gösterip orada kalır ve Allah'ın takdir etiğinden başka herhangi bir ona isabet etmeyeceğini bilerek inanan bir kimse için, hakiki bir şehidin sevabı vardır.”[12]
13- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Taun hastalığı, (insan vücudunun çeşitli yerlerinde) devenin ağzından çıkan yara gibi yara çıkarır. Taun hastalığı bulunduğu veya girdiği yerde kaçmayıp sabır gösteren kimseler için, şehidlerin kazandığı kadar sevab vardır. (Çünkü -bulaşan hastalığın diğer yerlere yayılmasına engel olur.) Taun hastalığının bulunduğu yerden kaçan bir kimse, düşman cephesinden kaçan kimse gibidir.”[13]
14- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Taun hastalığı, şehidlik vesilesi, aynı zamanda kâfir düşmanlarınız olan cinler içinde bir azabdır. Devenin ağzından çıkan yaralar gibi, insanların koltuk altlarında ve derisi ince olan yerlerinde çıkar. Bulunduğu yerden kaçmayan bir kimse, Allah'ın yolunda düşman cephesinde nöbet bekleyen bir kimse gibidir. Kaçan kimse de, düşman cephesinden kaçan kimse gibidir.”[14
Cennet Ve Cehennem
Cennet, Allah nimetlerinin en seçkinlerini barındıran bir mükâfat, bir huzur ve safa diyarıdır. Oraya girenler gözlerinin görmediği, kulaklarının işitmediği ve hayallerinin canlandıramadığı zenginlik ve bollukta Allah nimetleri ile karşılaşacaklar ve hallerinden sonsuz derecede memnun kalarak Allah'a ölçüsüz derecede şükredeceklerdir. Fakat Cennetliklerin kazanacakları en büyük derece bizzat Ulu Allah'ın cemâlini görmek şerefine kavuşmak olacaktır. Bu kelimelere sığmaz derecede ulu mazhariyet her türlü nimeti gölgede (bırakacak ve Cennetlik kullara dünyada iken Allah'a bağlı kalmış olmanın en şerefli rütbesi olarak bağışlanacaktır.
Cehennem ise kâfirlerin ve kötülük işleyenlerin atılacağı bir âzab ve ıstırap çekme âlemidir. Oraya atılanlar, dünyada iken derece derece Allah'a karşı çıkmanın, dünyalık 'mal ve servet biriktirmenin peşinde koşarak boşu boşuna ömür tüketmenin cezasını çekecekler, O'nun azgın alevleri arasında boy vereceklerdir. Yüreğinde iman nuru taşıyan hiçbir mü'min ebediyyen Cehennemde kalmıyacaktır. Cezasını çeken, cezası bitince Cennete yerleştirilecektir.
Ey Allah yolunun durmaz yolcusu!.. Cennetlikler ile Cehennemlikler hakkında inen şu iki âyetin manâlarını düşün. Bak ulu Allah Cennetlikler hakkında ne buyurmaktadır:
1. “Cennetliklerin üzerlerinde ince ve kalın yeşil ipekten yapılmış elbiseler vardır. Gümüş bilezikler takarlar. Rableri onlara tertemiz bir şarap içirmiştir. Ve onlara “Şüphesiz ki işte bu, sizin mükâfatınızdır. Ameliniz makbul olmuştur.” denir. [1134]
Cenabı Hak Cehennemlikler 'hakkında da şöyle buyurmaktadır:
2. “(Cehennemlikler Allah'a yalvaracaklar) Ey rabbimiz, bizi bu Cehennem ateşinden çıkar (tekrar dünyaya gönder). Yine küfre dönersek gerçekten kendimize yazık etmişlerden oluruz. Ulu Allah da onları şu cevabı verir: Susun, sizin orada! Bana bir şey söylemeyin.” [1135]
Ulu Allah Cehennemliklere yukarki hitapta bulunurken onlar da köpek suretine girerek Cehennemde ulumağa başlıyacaklardır. Allah'ın böylesine acı azabından O'nun yaygın merhametine sığınırız.- Çünkü Meâz Oğlu Yahya'nın da dediği gibi bu iki hâl, yani Cennet'e girmekten mahrurr kalmakla Cehennemi boylamak birbirinden baskın çıkan iki felâkettir. Ne Cennetten ayrı ve uzak kalmağa sabredilir, ne de Cehennem ateşinde yanmağa tahammül edilir. Açıkçası her ikisine de dayanılamaz.
Bununla birlikte rengârenk Cennet nimetlerifvden uzak kalmağa katlanmak, Cehennemin o tüyler ürpertici korkunç azabına çarpmaktan dans kolaydır. En büyük felâket, küfür ve inkâra saplanarak İmanından olup ebe dî Cehennemde kalmaktır. Bir süre azab çektikten sonra kurtulma ümidi olursa iş kolay demektir. Bütün düğüm noktası, imanı kurtarabilmekte Yoksa temelli bir azaba hangi yürek, hangi insan dayanabilir? Bu yüzder İsâ Peygamber demiştir ki:
“Cennet veya Cehennemde temelli kalma fikri, yüreğinde korku duygusu taşıyan insanların yüreklerini parçalar.”
Bir gün Hasan Basrî'nin yanında bir hikâye anlatırlar. Cehennemde “Ey Hannân (çok veren), ey Mennân (minnet eden)” diye ağlayıp sızlaya rak bin yıl azab çektikten sonra en son çıkanın “Hinâd” adında birisi olduğunu söylerler. Sözün burasında oluk oluk gözyaşı akıtarak ağlamaya başlıyan Hasan Basrî:
“Keşke” der “Ben Hinâd olsaydım.”
Bu sözleri üzerine yanında bulunanların hayretten dona kaldıkların gören Hasan Basrî şu ibretli konuşmayı yapar:
“Neden dona kaldınız? Hinâd denilen adam nasıl olsa bir gün Cehennemden çıkmayacak mı? Çıkacak. Benim ise çıkacağım da belli değil.”
Bütün iş; bellerimizi büken, benizlerimizi solduran, ciğerlerimizi dağ layan, yüreklerimizi parçalayan, gözlerimizden kanlı yaşlar akıtan bir tel noktada düğümlenmektedir. Bu nokta da, “son nefeste imansız gitme korkusu” dur.
Yüreklerinde Allah korkusu taşıyanların yüreklerini parçalayan korku nun asıl gayesi budur. Yine gece gündüz oluk oluk gözyaşı akıtanların ası ağlayıp sızlamaları bu yüzdendir. Bütün gaye, “son nefeste imanı kurtarmak”tır.
Din ulularımızdan bazıları derler ki, gam ve keder şu üç şey yüzün den doğar:
1. Yapılan ibadetin kabul edilmeme ihtimalinden;
2. İşlenen günahın bağışlanmama ihtimalinden;
3. Son nefeste imansız gitme ihtimalinden.
Büyük ihlâs sahibi 'kimseler, tek ve gerçek gam ve kederin “Son nefeste imansız gitme korkusu” nun olması gerektiğini söylemişlerdir. Çünkü bunun dışında kalan gam ve kederler örtülebilir, giderilebilir. Sebebi de onların bir sonu, bir 'bitiş noktası olmalarındadır. Ama imansız gitmenin gam ve ıkederi Cehennemi boylayarak temelli azâb çekmektir.
Es'bât Oğlu Yusuf anlatıyor:
Bir gün Süfyan Sevrî'ye uğramıştım. Onu öylesine ağlamış, öylesine gam ve kedere kapılmış gördüm ki, ikendimi tutamayarak:
“Nedir bu haliniz?” dedim.
“Bu derece ağlamanızın sebebi günahlarınızın çokluğu mu?”
“Hayır” diye cevap verdi ve ardından şu sözleri ekledi:
“Allah'a karşı işlediğimiz günahlar benim korktuğumun yanında çok hafif kalır. Benim korktuğum son nefeste imansız gitme ihtimalidir!”
Ulu Allah'tan tek dileğimiz, bizi böyle bir felâkete uğratmaması, bizden rengârenk nimetlerini esirgememesi ve hepsinden önemlisi de son nefesimizde cümlemize tam imanla gitmek nasip etmesidir, âmin...
Soru: Korku Yolu'na mı, yoksa Umut Yolu'na mı gireyim?
Cevap: Her ikisine birden... Sadece birisi yeterli değildir. Esas olarak gerçek umut, kofku ile birlikte beslenilir. Yine aynı şekilde gerçek korku da, umut ile birlikte duyulur. Açıkçası umutsuz korku olmadığı gibi, korkusuz da umut olmaz. Gerçek mü'min hem Allah'ın ululuğu karşısında kork duyar, hem de bol ve yaygın rahmetinden umudunu kesmez. Bu yüzden denilir ki:
“Umut bağlayanlar, aynı zamanda korku duyarlar. Korku duyanlar da aynı zamanda umut beslerler.”
Soru: Bu iki yoldan birinin, az da olsa diğeri üzerine üstünlüğü olabilir mi?
Cevap: Esas itibariyle olamaz. Yani korku ile umut birlikte duyulmalıdır. Fakat bazı durumlarda birinin diğeri üzerine ağır bastığı olabilir. Meselâ, kişioğlu sağlam, güçlü ve varlıklı olduğu zamanlar, korku başta gelmelidir. Hasta ve güçsüz olduğu zamanlar ise umut önde gelmelidir. Âlimlerimiz bu ıkonuyu böyle açıklamakta ve çözümlemektedirler.
Hastalık ve güçsüzlük zamanlarında Allah'ın bol ve yaygın rahmetine karşı daha çok umut bağlamak şu kudsî hadise dayanmaktadır. Ulu Allah diyor ki:
“Ben, benim korkumdan gönülleri kırık olanların yanındayım.”
Sağlıklı, güçlü ve geniş imkânlara sahip olduğu zamanlarda gönlün de Allah korkusu taşıyan kimsenin, hastalık ve zayıflık anlarında Allah'ı yaygın merhametine sığınması daha çok yerinde olur. Nitekim bu konuda Kur'ani Kerim'de şöyle buyurulmaktadır:
“Gerçekten (Rabbimiz Allah'tır) deyip, sonra da dosdoğru yolda sebs edenler yok mu? Onların üzerine ölüm veya dehşet anında (korkmayın üzülmeyin, size va'dedilen Cennet'le sevinin) diye Melekler inecektir.”[1136]
Soru: Ulu Allah'ın daima iyilik etme yolunu benimsediği hususund iyi niyet sahibi olmamızı gerektiren ve bizi buna teşvik eden birçok deliller vardır. Buna göre Umut Yolu'nun ağır basması gerekmez mi, ne dersiniz?
Cevap: Evet, doğrudur. Ulu Allah'ın daima iyilik-etme yolunu benin sedîği iyi niyetini gütmek gerekir. Fakat Yüce Allah'a karşı gelmekten sakınmak, azabından korkmak ve O'nun hizmetine kendimizi adamak da iyi niyet sahibi olmak demektir.
Bu konuda, yani iyi zan, iyi niyet sahibi olmak hususunda birçok kin seferin yanılgıya düştükleri önemli bir nokta vardır. Hemen belirterek söyleyelim ki bu önemli nokta, umut ile temenniyi birbirine karıştırmaktır.
Yine hemen söyliyelim ki bunlar farklı şeylerdir. Umut, bir ana teme le dayanır. Temenni'de ise böyle bir şey yoktur. Şimdi bunu bir örnek ve rerek açıklamıya çalışalım.
Meselâ, iki çiftçi düşününüz. Bunlardan biri, zamanında tarlasını iyice sürmekte, tohumunu ekmekte ve gayet normal olarak da mahsûller alınırken; “Şu kadar mahsul alabilirim.” diye beklemektedir. Bu, çalışkan çiftçinin hakkıdır. İşte buna umut adı verilir. Burada umut, bir ana temele dayanmaktadır ki o da çiftçinin daha önceden tarlasını iyice sürüp, zamanıt da tohumunu ekmiş olmasıdır.
Bir de diğer öbür çiftçiyi göz önüne getirelim. Zamanında tarlası; sürmemiş, tohumunu ekmemiştir; hiç bir gün çalışmamış, bütün bir yıhr derin ibir uyku ve gaflet içinde tüketmiştir. Veya yapsa da hiç bir işini vaktinde yapmamıştır. Ondan sonra da mahsûl zamanı gelince, “Şu kade mahsul alabilirim” diye beklemektedir. İşte bu hiç bir temele dayanmıya bir umuttur ki, bunun adına temenni diyoruz. Kaldı ki buna da ancak boş bir temenni diyebiliriz.
İşte Allah'a kulluk ve ibadet ıkonusunda kisioğlunun durumu da tipi bu verdiğimiz örneğe benzer. Allah'a ibadete kendini adayarak tüm kötülüklere paydos diyen bir kimse, İbadetinin kabul edilmesini, ufak tefek kusurlarının bağışlanmasını, üstün sevap ve derecelere yükseltilmesini Allah'tan bekliyebilir. Onun bu hareketi iyi niyet sahîbi oluşu manâsını taşır. Ana dayanağı olan bir umuttur. Birinci çalışkan çiftçi misâli o, tarlasını zamanında ve tavında sürmüş, tohumunu atmıştır. Mahsûl alma zamanında da, “Şu kadar mahsûl alabilirim.” diye bir umut beslemek artık hakkıdır.
Yok eğer kişi bu ana dayanak noktasından gafil kalır, ibadete sırt çevirerek alabildiğine günah işler. Allah'ın gazabına çarpmaya 'boş verir, hoş-nudluğu kazanmaya aldırış etmez, azabına uğramaktan, korku duymaz, üstelik de Cennete girmeyi umar, Cehennemden kurtulmayı beklerse O'nun bu hareketi safdilliktir; hiç bif dayanak noktası bulunmayan boş ve kuru bir temenniden ibarettir. Böylesine bir harekete iyi niyet güden bir hareket gözüyle ıbakamayız; buna iyi zan da diyemeyiz. Bu doğrudan doğruya katıksız bir sapıklık ve eşsiz bir hatadır. Haylaz çiftçi misâli tarlasını zamanında sürüp ekmiyen ıbu kişinin mahsûl zamanı, “şu kadar mahsûl alabilirim” demeye hakkı yoktur. Bu konuyu şaif şu veciz ifadesiyle ne güzel dile getirmiştir;
“Kurtuluş istersin, fakat kurtuluşa götüren yollara da girmezsin. Hiç karada gemi yürür mü?”
Peygamberimiz (s.a.s.) şu sözleriyle bu gerçeği daha güzel açıklığa kavuşturmaktadır:
“Akıllı insan, kendini bilen ve ölümden sonrası için hazırlık yapan kimsedir. Âciz insan ise nefsinin sonu gelmez arzu ve istekleri peşinde koşan; her kötülüğü işleyen; sonra da Allah'tan Cennet'e girmeyi, Cehennem'den kurtulmayı temenni eden kimsedir.”
Hasan Basrî, diyor ki:
“Bazı insanlar vardır ki, hiç bir dayanakları olmadan Ulu Allah'ın kendilerini yarlıgamasım temenni ederler. Hatta o dereec umutlu görünürler ki, hiç bir iyilikleri olmadığı halde bu hareketlerinde ayak diretirler. Ve bu yüzden de iflâs etmiş, sevapsız insanlar olarak dünyadan ayrılırlar. İçlerinden birine “nenize güveniyorsunuz?” diye bir soru sorsanız şu cevabı verirler:
“Rabbimiz hakkında iyi zan, iyi niyet sahibiyiz; bize iyi muamele edecektir.”
Bunlar düpedüz yalan söylemektedirler. Eğer Ulu Allah hakkında iyi niyet sahibi olsalardı, şüphesiz nefislerinin sonu gelmez arzu ve istekleri peşinde koşmıyacaklar, tersine kâinatın ortaksiz yaratıcısına ibadet ve taât edecekler, en güzel amelleri işlemekten geri kalmıyacaklardı.
Bunları belirttikten sonra Hasan Basrî şu âyetleri okur:
“Rabbine kavuşmayı arzu ve umut eden kimse, iyi ameller işlesin. O'na ibadet ve tâatte hiç kimseyi ortak tutmasın. [1137]
“Rabbine karşı beslediğiniz şu iyi zannınız yok mu? İşte sizi o helak etti; bu yüzden hüsrana düşenlerden oldunuz.”[1138]
Cafer Dab'î anlatıyor:
Bir gün Ebu Meysere'yi gördüm. Fazla ibadet ve tâate düşmekten öylesine zayıflamıştı ki, hiç sormayın. Nerede ise Kaburga kemikleri sayılıyordu. Kendisine dayanamayıp su soruyu yönelttim:
“Ey Meysere -Allah'ın yaygın rahmeti üzerinize olsun- Kendini niçin bu kadar sıkıntıya sokuyorsunuz? Rabbinizin rahmeti bol değil mi?
Benim bu sözlerim karşısında kızan Meysere şu ibret dolu cevabı verdi.
“Bende, Allah'ın bol ve yaygın rahmetinden umut kestiğime dair bir alâmet, bir belirti görebiliyor masunuz? Unutma ki -Allah'ın bol rahımeti, O'nun yolundan gidenlere yatkındır- Cafer diyor ki, sözlerinin burasında ırmak ırmak gözyaşları akıtmaya başlayarak Meysere şöyle anlatmağa devam etti:
“Bütün Peygamberler, bütün ermişler Allah'ın rahmetinin bolluğun herkesten daha iyi bildikleri halde gece gündüz O'nun yolundan çıkmamışlar; ibadet etmişler, günah işlemekten şiddetle kaçınmışlardır. Onları bu yola sevk eden nedir? Bunlara ne dersin, ey Cafer? Onlar böyle hareke etmekle Allah'ın rahmeti hakkında iyi zan beslememiş mi oluyorlar? Hayır, tam tersine! Onların Allah'ın cömertliğine, yaygın rahmetine karşı iyi niyet ve iyi zanları tamdır. Fakat onlar esas önemli olan şu noktayı bilmektedirler ki, Allah'a karşı ibadet ve tâat borcunu yerine getirmeden, bu yo da çile çekmeden sadece iyi zan, iyi niyet sahibi olmak, derin bir aldanıştan, boş bir temenniden başka bir şey değildir.
Ey saadet yolunun yılmaz yolcusu!.. İşte bu ince noktayı göz önündeı kaçırma. Peygamberin, ermişlerin ve daha nice Allah yolunda çile çekmiş insanların bu durumlarını düşün. Artık derin gaflet uykusundan uyan, silkin, bir diriliş yap.
Muvaffakiyet, çalışanın hakikini dalma gözeten Ulu Allah'tandır, âmin.[1139]