Gene aynı yerden yazıyorum sana... Sen aynı yerde misin bilinmez. Sevgilim gidişinin arkasından aylar geçti, yıla döndü. Belki geleceksin diye bekledim. Gelecek misin? Giden unutulurmuş bebeğim.. Ben unutamadım, gidişinden sonra çok ağladım, sensizliğe dayanamadım, sensizlikte yandım. Sonra elime kalemimi alıp hep sana yazdım. Kitaplığımda çok şiirlerim var, çok sevdaları anlatan yazılar, hepsi sana... Aslında sen unutulursun, gidenlerin hepsi unutulur ama ya yaşananlar... Unutmaya çalışırken hatırlana o anlar.. Sana bunları hatırlatıyorum ben unutmasam da belki sen unutmuşsundur diye... Ağlamıyorum da artık çünkü sen öğrettin bana gülmeyi, sen öğrettin bana hayatla alay etmeyi... Bana o kadar şey öğrettin ki, beni baştan yaratan sen oldun. Şimdi nasıl unutayım, kendime baktıkça hatırlıyorum seni... Şimdi seni çok özlüyorum çok...ama biliyorum sende unutmadın beni gittiğin yerlerde...gözünde arkada olmasın sevdiğim beni bıraktığın yerde yaşıyorum seni... Sensizlikte zor çekilmiyor ama bunu bile öğrettin bana... Daha neler neler öğrettin... Tek başıma yaşayabileceğim bir aşk bıraktın bana... Sen bana güzelliği, doğruluğu bıraktın ve bir gün beni arasan aynı yolda bulacaksın. Senden sonra ayakta durmakta zorluk çektim, farkındasın biliyorum ara sıra yıkıldım. Şimdi ayakta durabiliyorum ama arada seni yanımda istiyorum. Bir arıyor sesini duyuyorum, yüzünü görmesem de rahatlıyorum. Sana bir defa sıkıca sarılmak istediğimi söylüyorum. Dayanamayacağını söylüyorsun. Şimdi sensiz yollardayım,gelmeyeceğini bilsem de beni bulunmayan bir dürüstlükle sevdiğini ve hep seveceğini biliyorum.... Yapabilecegin tek sey sevilebilecek biri olmak. Gerisi onlara kalmis... Insanlari ne kadar düsünürsen düsün, Onlarin seni o kadar düsünmediklerini ögrendim. Güven elde edebilmek için yillarin gerektigini, Ama yok etmek için saniyelerin bile yettigini ögrendim. Önemli olanin hayatindaki esyalarin degil, Hayattaki kisilerin oldugunu ögrendim. Insanin ancak 15 dakika çekici olabildigini, Ondan sonra alisildigini ögrendim. Kendimi karsilastirmak için baskalarinin en iyi yaptiklarini degil, Kendi en iyi yaptiklarimi kistas almam gerektigini ögrendim. Insanlar için olaylarin degil, onlarin daha önemli olduklarini ögrendim. Her ne kadar ince kesersen kes, Kestiginin her zaman iki yüzü olacagini ögrendim. Sevdigin kisilere sevgi dolu sözler söylemen gerektigini, Belki bunun onu son defa görüsün olabilecegini ögrendim. Her ne kadar onu çok düsünsen de, Yine de gidebilecegini ögrendim Kahramanlarin, yapilmasi gerekenleri ne pahasina olursa olsun,Yapanlar oldugunu ögrendim. Insanlarin seni hep hesapsiz sevdigini, Ama bunu nasil göstereceklerini bilemediklerini ögrendim. Sinirlendigimde gerçekten buna degse bile asla acimasiz olmamam gerektigini ögrendim. Gerçek dostlugun ve gerçek askin aramizda uzak mesafeler olsa bile büyüdügünü ögrendim. Birisinin seni istedigin gibi sevmemesi, Onun seni tüm benligiyle sevmedigi anlamina gelmedigini ögrendim.Bir arkadasin ne kadar iyi olursa olsun seni üzecegini Ve senin yine de onu affetmen gerektigini ögrendim.Bazen baskalari tarafindan affedilmenin yetmedigini ögrendim.Kendini de affetmeyi ögrenmelisin.Kalbin ne kadar kirilmis olursa olsun, Dünyanin senin acilarindan dolayi durmayacagini ögrendim.Geçmisimiz ve durumumuzun oldugumuz kisiligi etkiledigini,Ama olmamiz gerekene karsi sorumlu oldugumuzu ögrendim.Iki kisinin tartismasinin, birbirlerini sevmedikleri anlamina gelmedigini ögrendim. Ve tartismadiklari zaman da sevdikleri anlamina gelmedigini. Bazen kisiligini eylemlerinin önüne koyman gerektigini ögrendim. Iki kisinin tamamen ayni olan bir seye baktiklarinda bile Farkli seyler görebildiklerini ögrendim Hayatlarinda her zaman dürüst bir sekilde daha ileriye gitmek isteyen kisilerin, Sonuçlari önemsemediklerini ögrendim. Seni dogru dürüst tanimayan kisilerin, Hayatini birkaç saat içinde degistirebileceklerini ögrendim. Verebilecegin bir sey kalmadiginda bile bir arkadasin agladiginda, Ona yardim edebilecek gücü bulabilecegini ögrendim. Yazmanin, konusmak kadar duygusal gayret gerektirdigini ögrendim. En fazla önemsedigim kisilerin, benden hep uzaklastirildiklarini ögrendim. Insanlari üzmeden ve duyarli olarak kendi fikirlerini söylemenin Çok zor oldugunu ögrendim. Sevmeyi,Ve sevilmeyi ögrendim...
Ögrendim...
|
24 Şubat 2012
HAYATI ONDAN ÖĞRENDİM
SONSUZ BİR KARANLIĞIN İÇİNDE DOĞDUM
Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum.
Işığı gördüm, korktum.
Ağladım.
Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim.
Karanlığı gördüm, korktum.
Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi...
Ağladım.
Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu;
aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu
öğrendim.
Zamanı öğr...endim.
Yarıştım onunla...
Zamanla yarışılmayacağını,
zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim...
İnsanı öğrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu...
Sonra da her insanin içinde
iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.
Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi...
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu,
sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu
öğrendim.
İnsan tenini öğrendim.
Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu...
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.
Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek
Gerektiğini öğrendim.
Ekmeği öğrendim.
Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini.
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadar
önemli olduğunu öğrendim
Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra...
Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana...
Gitmeyi öğrendim.
Sonra dayanamayıp dönmeyi...
Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi...
Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yasta...
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asil yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine vardım.
Düşünmeyi öğrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek
olduğunu öğrendim.
Namusun önemini öğrendim evde...
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu;
gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el
sürmemek olduğunu öğrendim.
Gerçeği öğrendim bir gün....
Ve gerçeğin acı olduğunu...
Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da
"lezzet" kattığını öğrendim.
Her canlının ölümü tadacağını,
ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.
Ben dostlarımı ne kalbimle nede aklımla severim.
Olur ya ...
Kalp durur ...
Akıl unutur ...
Ben dostlarımı ruhumla severim.
O ne durur, ne de unutur ....
Işığı gördüm, korktum.
Ağladım.
Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim.
Karanlığı gördüm, korktum.
Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi...
Ağladım.
Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu;
aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu
öğrendim.
Zamanı öğr...endim.
Yarıştım onunla...
Zamanla yarışılmayacağını,
zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim...
İnsanı öğrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu...
Sonra da her insanin içinde
iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.
Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi...
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu,
sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu
öğrendim.
İnsan tenini öğrendim.
Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu...
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.
Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek
Gerektiğini öğrendim.
Ekmeği öğrendim.
Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini.
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadar
önemli olduğunu öğrendim
Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra...
Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana...
Gitmeyi öğrendim.
Sonra dayanamayıp dönmeyi...
Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi...
Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yasta...
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asil yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine vardım.
Düşünmeyi öğrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek
olduğunu öğrendim.
Namusun önemini öğrendim evde...
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu;
gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el
sürmemek olduğunu öğrendim.
Gerçeği öğrendim bir gün....
Ve gerçeğin acı olduğunu...
Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da
"lezzet" kattığını öğrendim.
Her canlının ölümü tadacağını,
ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.
Ben dostlarımı ne kalbimle nede aklımla severim.
Olur ya ...
Kalp durur ...
Akıl unutur ...
Ben dostlarımı ruhumla severim.
O ne durur, ne de unutur ....
MEVLANA
Uzaktan sevmek daha güzeldir bazen.
Ne incitir, ne acıtır.
Ne yaralar, ne kanatır.
Gözlerinle görmediğin ama sesini duyduğun,
varlığıyla huzur bulduğun bir denizin yakınında yürümek gibidir böyle sevmek.
Elif Şafak
Abant Platformu’nun ardından
Abant Platformu’nun ardından
Abant Platformu’nun ardından
Fethullahçılar neden Kürtçüdür?
Fethullahçılar neden Kürtçüdür?
Fethullahçı organizasyon
Fethullah Gülen’e yakın gazeteci ve bilim adamlarınca düzenlenen Abant Platformunun “Kürt sorunu: Barışı ve Geleceği Birlikte Aramak” konulu 17. toplantısı, gecikmeli de olsa yapıldı.
Daha baştan bölücü kararların çıkacağı belli olan Abant Platformunun Yönetim Kurulu Başkanlığını Prof. Dr. Mete Tuncay, Genel Sekreterliğini ise Salih Yaylacı yaptı. Katılımcılar arasında kimler yoktu ki; Ali Bulaç, Mümtaz Türköne, Ümit Kardaş, Altan Tan, Ali Bayramoğlu, Mustafa Akyol, Eser Karakaş, Mehmet Altan, Şahin Alpay… daha sayalım mı? Saymayalım çünkü, 200’e yakın davetli varmış!
Çoğunluğunu liberal düşünceye sahip kişilerin oluşturduğu toplantıya ise Fethullahçı yazarlardan Ali Bulaç ve Mümtazer Türköne gibi birkaç isim katıldı. Fethullahçılardan doğru dürüst fikir adamı çıkmadığı için, toplantıya katılıp fikir öne sürecek adamları da yoktur maalesef. Onun için Türklük ve Atatürkçülük düşmanlığında hemfikir oldukları liboşları davet ediyorlar. Zaten saydığımız iki isimden biri olan ve adında Türk geçen, ama Türklüğü şüpheli olan eski ülkücü bozuntusu ise sonradan bu safa geçmiştir!
Aslına bakılırsa Fethullahçılar uzun süredir sözde Kürt sorununu kaşıyıp duruyorlardı. Sözde Kürt sorununu kaşıma aracı olarak da Cemaatin gazetesi olan Zaman kullanılıyor. Özellikle Zaman gazetesinde Ali Bulaç, daha öncesinde Tayyip’in İstanbul Büyükşehir Belediyesinin başındayken Kürt raporunu hazırlayanlardan biridir. Yine eski Marksist-Leninist Şahin Alpay ise zaman buldukça sözde Kürt sorununa değinmeden geçmez. Hüseyin Gülerce’yi ise Fethullah Gülen’in Kürt reçetesini sunarken görmüştük.
O nedenle, AKP’nin Kürtlere ve Kürtçülüğe bakışı nasıl ise Fethullahçıların bakışı da odur. Her ne kadar içeride Kürtçülerin ve liboşların dürtmesi, dışarıda ise AB’nin bastırması ile AKP’nin Kürtçülük yapma konusunda zorlatıldığı izlenimi verilse de, AKP, Kürtçülüğü genlerinden, daha doğrusu kökeninden gelen Kürt-İslamcılığından dolayıdır.
Zaten, RP döneminde en kapsamlı Kürtçülüğü, hazırlattığı raporla Tayyip yapmıyor muydu?
3 Kasım 2002 seçimlerinde AKP gibi Kürt-İslamcı bir partinin iktidara gelmesi ile Bölücülükte ve Kürtçülükte bir artış olduğunu görmekteyiz. Çünkü, bölücüler, arayıp da bulamayacakları bir iktidara kavuşmuştur. İşte son Abant toplantısı da bunlardan biridir. Yine, şimdilerde AKP’nin Cumhurbaşkanı (!) olan Abdullah Gül’ün, bu toplantının yapılması ve tartışılmayan konuların tartışılması yönünde temennilerini bildirmesi de Gül’ün, Kürt-İslamcılığından dolayıdır.
Abant Platformunda dikkat çeken bölücü söylemler
Özellikle Abant Platformunun kapanış bildirgesinde, “Anadilde eğitim, öğrenim konuşma hakkı engellenemez” ifadesi çok anlamlıdır. Çünkü, bu açıkça, üniter bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne bir meydan okumadır aslında.
Ya yazar Ümit Fırat’ın dediklerine ne demeli?
“Çıkarılan Takrir-i Sükun kanunuyla başlatılan diktatörlük döneminde idam edilen onca insanın cesetlerini bile vermediler” demiş. Devamında; Kürtlere baskı yapıldığını, 1925 yılında Kürtçenin tamamen yasaklandığını vurgulamış ve 1960 darbesiyle açılan yatılı okulların bile asimilasyon olduğunu söylemiş.
Yazar Ümit Fırat’da diğer tüm Kürt-İslamcılar gibi, Cumhuriyet ile bir hesaplaşma içinde olduğunu görmekteyiz.
Çenkiz ağabeyimiz (Cengiz Çandar) ise, “Kürt sorunun en önemli tanımı, bir devlet sorunu olmasıdır. Kürtlerin devleti yok” demiş. Yani, Çenkiz ağabeyimize göre Kürtlerin devleti olursa bu sorun çözülürmüş.
Aslında Çenkiz ağabeyimizi tebrik etmemiz gerekir. Onca omurgasız liboşlar içinde lafı evirmeden çevirmeden temennisini dile getirmiş. Daha doğrusu sözde Kürt sorunu var diyenlerin asıl niyetlerine tercüman olmuş.
Abant Platformuna katılan Kürt ve İslamcı kimliğiyle tanınan siyasetçi Altan Tan: Kürtçe ana dilde eğitiminin önünün açılmasını, isteyenlere ilkokuldan itibaren Kürtçenin seçmeli dil olarak okutulmasını, Kürt enstitüleri kurulmasını, Kürtçe olarak radyo ve televizyonlarda sınırsız ve süresiz yayın hakkı tanınmasını, Kürtçe olduğu için değiştirilen yer, şehir, köy isimlerinin iadesini, istemiş.
Aslına bakılarsa az şey istemiş, bir tek Türkiye topraklarını tamamıyla Kürtlere bırakılsın demediği kalmış!
Okurlarımız belki hatırlayamayacaklar ama biz hatırlatalım. Altan Tan daha önce HADEP çatısı altında siyaset yapmıştı, işte onun için az şey istemiş diyoruz!
Kürtçülerin diyemediğini bu toplantıda aslına bakılırsa bir liboş söylemiş. O liboşumuzun adı Mustafa Akyol. Bu toplantıda Mustafa Akyol, “Bütün Türkiye Kürdistan!” demiş. Bak sen… Hızını alamayınca, “başkenti de İstanbul” demiş. Şimdi olacak iş mi bu Mustafa’nın yaptığı. Biz ona, oku adam ol, baban gibi olma demiştik, ama o okumuş babası gibi olmuş.
Ancak üzüldüğümüz bir konu var! TÜRKSOLU’nu faşist olarak suçlayan, sözde milliyetçiliğe karşı olan bu liboş takımı, bu söylemleri ile asıl kendileri etnik bir Kürt milliyetçiliği, faşistlik yapmıyor mu?
Şeriatçılar neden Kürtçüdür?
Peki, Fethullahçılar bu Kürtçülük, bölücülük toplantısına neden aracı oldular? Bu sorunun cevabını bulmak için biraz geçmişe gitmek gerekiyor.
Herkesin bildiği gibi Fethullahçılar, nurcudur. Nur cemaatinin kurucusu ise Saidi Kürdi’dir (Nursi). Yani, bu tarikatın kurucusu bir etnik Kürt milliyetçisidir. Nur tarikatı ise köken olarak Nakşibendilik’ten gelir. Oysa, Nakşibendilik bir Türk tarikatıdır.
İşte tüm sorun da buradan kaynaklanmaktadır. Kürt kökenli Nakşi olan Mevlana Halid, bu tarikatın Kürtler arasında yayılmasına neden olmuş ve Kürt ağalarını da bu tarikatın şeyhi yapmıştır! Aşiret olgusunun hakim olduğu sözde Kürdistan’da Nakşibendilik hızlı bir şekilde yayılır.
Osmanlıcılık, İslamcılık ve Milliyetçilik akımının revaçta olduğu bir dönemde Kürt Nakşiler, Osmanlı imparatorluğunun dağılmaya başlaması ile kendi bağımsız devletlerini kurma planı içine girdiler. Bu, onların etnik milliyetçilik yapmalarına neden oldu. Bu emellerini gerçekleştirmek için de Osmanlı sarayına her zaman muhalif oldular. Bu özelliklerini Cumhuriyet döneminde de devam ettirdikleri için karşımıza Şeriatçı bir o kadar da etnik Kürtçü bir oluşum yani “Kürt-İslamcı” bir oluşumun ortaya çıkmasına neden oldu.
Bugünkü Fethullahçılar’ da Nakşi Saidi Kürdi’nin devamcısı oldukları için Kürtçülük yapmaktadır. İşte bu nedenle Kürt Şeriatçılar, Türk egemenliği altında yaşadıkları için Kürtçülük yapmaya devam edecektirler.
Türk Nakşiler neden Kürtçü?
Laik Türkiye Cumhuriyeti devletinin yıkılıp yerine Şeriat hükümlerine dayalı bir devlet kurulması için Laik Türkiye Devleti’ne düşman olan tüm oluşumlara dost oldukları için. Yani, düşmanımın düşmanı dostumdur anlayışına, sahip olmalarından ileri gelmektedir.
O nedenle Türk Nakşiler ile Kürt Nakşiler dosttur! Kürtçüdür. Bu dostlukta Türkiye Cumhuriyeti devleti yıkılına kadar devam edecektir!
Atatürk’ün milliyetçilik ilkesine karşı sözde ümmetçiliği savunanlar, Ümmetçiliğin kitleleri harekete geçirmede yeterli bir etmen olmadığını bildikleri için, Türklüğe karşı Kürtçülüğü öne sürmektedirler. Daha doğrusu her ikisini birlikte yapmaktadır, Kürt-İslamcılık yapmaktadırlar.
1965 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı Yardımcılığına getirilen Yaşar Tunagür, Fethullah Gülen’in Devlet içinde yerleşmesine aracı olan kişidir. Fethullah Gülen’in vaiz olmasını sağlayanda yine aynı kişidir. Yoksa ilkokul mezunu birini, kim nereye alır ki!
Peki, kimdir Yaşar Tunagür?
Yaşar Tunagür, Saidi Kürdi’nin izinde giden Kürtçü ve nurcu bir isimdir. Yaşar Tunagür’de Fethullah Gülen gibi “Üstadım” diye hitap ettiği Saidi Kürdi’nin talebesidir. Bir zamanlar rahmetli Uğur Mumcu’nun deşifre ettiği, Amerikan Aromco şirketi tarafından desteklenen ve Suudi Arabistan’da kurulan Tüm dünyada şeriat devleti kurmayı amaçlıyan “Rabıta” adlı örgüt ile bağlantıları olan biridir.
Onun için Fethulahçılar neden Kürtçülük yapıyor diye şaşılmamalıdır. Zaten Kürt-İslamcı olarak tanımladığımız sağın kökenini TÜRKSOLU olarak Saidi Kürdi’ye dayandırmıyor muyuz?
İster kendini Sağcı, ister İslamcı, isterse kendilerini başka bir adla tanımlasınlar Türkiye’de sağın ve onun yapmış olduğu Kürtçülüğün temeli Saidi Kürdi’ye dayanır. İşte Fethullahçıların Kürtçülük, bölücülük yapmasının da asıl nedeni budur. Zaten Kürt-İslam sentezi tezimiz ile bunu anlatmaya çalışmıyor muyuz?
Yıllardır Türk Solu’nu kökü dışarıda olmakla suçlayan işbirlikçi sağ zihniyet, asıl kendi kökenlerinin dışarıda olduğunu gizlemeye çalışmıştır. Özellikle Türk Solu’nun, kökeninin dışarıda olduğu söylemini sıkça kullanan kişi ise, şimdilerde ulusalcı takılan Süleyman Demirel’dir.
Ne tesadüf ki, Fethullah’ı koruyup kollayan Yaşar Tunagür’ü de koruyup kollayan bir isim vardı: Süleyman Demirel! Zaten o dönemde Nurcuların baş koruyucusu Süleyman Demirel değil miydi? İşte kökü sözde içeride olan Sağcı Sülo’ nun korudukları bugün bölücülük, Kürtçülük yapıyor.
Saidi Kürdi ile başlayan Fethullah ile devam eden Tayyip’li AKP’ye kadar uzanan ve birleştiren bir çizgi vardır: o da Kürt-İslamcı olmalarıdır. Yani kökünün dışarıda olmasıdır.
Yine ne tesadüftür ki, Saidi Kürdi’de Batı yanlısı bir İslamcıydı. Onun bu özelliğinin aynısını talebesi Fethullah’ta da görmekteyiz. Tayyip’in de Batı yanlısı olduğunu buradan hatırlatmak isteriz.
Batı yanlısı olan bu üçlünün diğer bir ortak yanı da, Batı yanlısı oldukları kadar Kürtçü olmalarıdır. Son Abant toplantısına Batı yanlısı Kürtçü Liberallerin davet etmelerinin nedeni de budur. Kafalar birdir, zihniyet birdir çünkü. İşte bu nedenle Abant platformu Kürt-İslam sentezcilerinin buluştuğu bir toplantı olmuştur.
Demokrat hâlâ yorgun görünüyor!
1950’lerde DP ile başlayan Nurculuğu koruma işi, Sülo ile devam etmiştir. Bugünler de ise AKP devralmıştır. Kürt-İslamcılar’ da Abant Platformu adı altında, rahat bir ortamda bölücülük ve Kürtçülük yapma imkanı bulmuşturlar.
Kökü dışarıda olan Kürt-İslamcılar, içeride AKP’nin dışarıda ise AB’nin desteği ile bu kadar rahat bölücülük yapmıyorlar mı?
Yapıyorlar.
Ülkemizde son 60 yıldır yapılan Kürtçülük faaliyetleri AKP döneminde yavaş yavaş meyvelerini vermektedir. Bu Abant Toplantısında çok rahatlıkla görülmüştür. Çok geçmişe gitmeye gerek yok. Bu toplantıda açıkça gizlenmeden söylenenler bundan yaklaşık 10-15 sene önce bile kimse söylemeye cesaret edemiyordu.
Öyleyse ne değişti?
Demokratlarımız darbeci, Kürt-İslamcılar ise Demokrat oldu.
İşte bunlar yorgun demokratımızın yorgunluğunu atmak için uyurken oldu.
Uyu yorgun demokrat, uyu…
Şeriatçılar, Kürt-İslamcılığa devam ediyor hâlâ.
İlker Başbuğ'u Kim Tutuklayacak?
İlker Başbuğ'u Kim Tutuklayacak?
Komutanları Lahey’e de Teslim Edecek Misiniz?
Ergenekon tertibi başladığından bu yana, bu tertibin arkasındaki gücün ABD olduğunu, tertibin tümüyle PKK politikaları doğrultusunda geliştiğini ve bunun sonunun da Türk Devletinin Kürtlerden özür dilemesi olduğunu ısrarla söylüyoruz. Söylüyoruz çünkü bu tertipte tetikçilik yapanlarla onları azmettirenler arasındaki bağ pek görülemiyor ve kamuoyu da genellikle gölgelerle savaşıyor.
İlk planda tam da bu tertip için yayınlanan Taraf gazetesini görüyoruz. Bu gazete liberal sol (yani dönek solcu) bir çizgi izliyor, İkinci Cumhuriyetçilerin sözcülüğünü üstleniyor. Ama Taraf’ı sahaya süren gücün bizzat ABD ve Fethullahçılar olduğu gizlenemiyor.
Fethullahçıların kendi gazetelerinde ise Ergenekon’la savaşın en ön cephesine yine dönek solcular ve ülkücü artıkları konmuş durumda. Fethullahçılar yine kendilerini sağlama alıyorlar, eski solcu ve ülkücüleri tetikçi olarak kullanıyorlar.
Bu ön cepheye Radikal ve Milliyet gibi diğer liberal ve dönek solcu kesimleri ekleyebiliriz. Ama en ön cepheye bazı dönek solcuların ve ülkücü artıklarının sürülmesi anlamlıdır, Fethullahçılar ve ABD dönek solcuları ve ülkücü artıklarını kendi çatısı altında toplayarak adeta kendi “Kızıl Elma”sını kurmuş durumda.
Ön cephenin hemen arkasında Fethullahçılar duruyor. Ama Fethullahçılara atılan kemik oldukça küçük: 28 Şubat’la ve Atatürkçülerle hesaplaşma. Şimdi kimi Fethullahçılar Cumhuriyet’le ve Atatürk’le hesaplaştıklarını sanıyor olabilirler, ama bu sadece tertibin görünür tarafı.
Fethulahçıların arkasında ise sessiz bir şekilde PKK duruyor. Farkındaysanız Ergenekon tertibinden en kazançlı çıkan kesim PKK, ama nedense bu tertibin sözcülüğüne soyunmuyor. Soyunmuyor çünkü Ergenekon tertibini doğrudan PKK eliyle yürütseler bu kamuoyunda kabul görmez.
Ama sessizce izleyen PKK’nın tüm soruşturmayı yönlendirdiğini de görüyoruz. Bundan 5 sene önce PKK’nın gazetesi Özgür Gündem’de atılan tüm manşetler ve yazı dizileri bugün Ergenekon iddianamesine girmiş durumda. Bunlardan en öne çıkanı PKK itirafçısı Abdülkadir Aygan’ın itirafları. 4 sene önce Özgür Gündem’e yazı dizisi olan itiraflar bugün Ergenekon soruşturmasının temel hukuki dayanağı oluyor!
Türkiye’de sözde Atatürkçü muhalefetin temel stratejisi de burada çöküyor. Türkiye’ye ABD’nin biçtiği rolü Ilımlı İslam zannedenler, ABD’yle mücadele cephesini AKP ve Fethullah’la mücadele hattına kurdular.
Oysa ABD’nin Türkiye planı bir Ilımlı İslam dönüşümü değil Kürt-İslam rejimi ve Büyük Kürdistan projesiydi. Savaş hattını yanlış cephede kuran ulusalcı akımlar PKK ile, Kürt istilasıyla mücadele etmek yerine Ilımlı İslam’la mücadeleyi seçtiler. Bu tür laiklikle sınırlı ama bağımsızlıkçılık ve antiemperyalizm yanı cılız bir ulusalcılık, şimdi Silivri Cezaevi’nde bulunuyor.
Silivri Cezaevi’nde tutuklananlara baktığımızda ise ön cephede liberal solun ve Fethullahçıların asıl rakipleri olan ulusalcı kesimi görüyoruz. Fethullah Gülen “yükselen ulusalcı dalgayı aşacağız” buyurmuştu iki sene önce. Şimdi ulusalcı aydınları tutuklayarak bu dalga aşılıyor. Yükselen ulusalcı dalgayı bitirmek için dalga dalga süren Ergenekon operasyonları ise sanırız Fethullahçıların ince bir alayı.
Ancak önemli olan ulusalcı kesim değil. Sonuçta bu tertipte siviller içeri alınır, yargılanır ve serbest kalırlar. Ancak önemli olan ön cephe değil arka cephe, yani karargâhlar. Tertipçilerin karargâhı ABD ise, ulusal güçlerin karargâhı da Genel Kurmay’dır. Ve son taarruz da kaçınılmaz bir şekilde buraya yapılacaktır.
Emekli komutanlarla başlayan süreç görevdeki subayların tutuklanması ile sürüyor. Fakat askerlerin Silivri’de çok fazla kalacaklarını beklemeyelim. Siviller gibi tahliye edileceklerinden değil ama, Silivri onlar için ilk durak.
Eğer iddianamede yazılanlardan bir yargılama yapılacaksa, yani faili meçhul cinayetler üzerinde bir yargılama yapılacaksa, bunun yargılama merkezi Türk adliyesinin sınırlarını aşar. Çünkü o halde ortada uluslararası hukuku ilgilendiren bir durum ortaya çıkar.
Çok basit bir örnek Miloseviç’in yargılanmasıdır. Şimdi sıra Türk Ordusu’nun bazı komutanlarının da “Kürtlere karşı savaş suçu” işlemekle yargılanmasında. Ancak durum Miloseviç’inkinden bile ağır, çünkü ortada ilan edilmiş bir savaş da yok. O halde Türk komutanlar savaş suçundan değil doğrudan “soykırım suçu”ndan yargılanacaktır.
Bu yargılamalar ise uluslararası mahkemede görülür ve yeri de Silivri değil Lahey’dir.
Askeri lojmanların kapısı çalındığında Genelkurmay Karargâhı askerlerin polislere teslim edilmesine karşı çıkmıyor. Ne de olsa ülkede hukukun üstünlüğü var!
Peki bu iddianameden yola çıkarak Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi Türk Adalet Bakanlığı’na bir yazı yazsa ve dese ki:
“Mevcut kanıtlara göre ortada bir uluslararası suç var ve Türkiye’nin de bu uluslararası hukuk sözleşmelerinin altında imzası var. Yargıladığınız askerleri bize teslim edin, biz de yargılayacağız.”
Adalet Bakanının ne yapacağını kestirmek zor değil ama ya Genelkurmay ne yapacak?
Evet şimdiden düşünmeli karargâh: Askerlerini uluslararası mahkemeye de teslim edecekler mi?
(TÜRKSOLU, sayı 222, 02/02/2009)
İlker Başbuğ'u Kim Tutuklayacak?
Faşistin Hukukla Kavgası
Faşizm tehlikesinin güncelliği ise son derece yakıcıdır. Bunlar devleti değil sadece hükümeti ele geçirdiklerinde bile neler yaptılar, kimlerle kavga ettiler bir bakalım.
Danıştay’la, Yargıtay’la, Anayasa Mahkemesi’yle!
Neden?
Çünkü bunlar hukuk tanımazlar.
Hukuk bunlar için diktatörlüğe giderken kullanacakları sonra da kaldırıp atacakları bir şeydir.
Dünyanın hangi demokratik ülkesinde hukuk sistemiyle, mahkemelerle, yargıçlarla, savcılarla bu kadar kavgalı bir hükümet olmuştur acaba?
Bunlar tesadüf müdür?
Elbette değildir, faşistler hukuku iktidara çıkan basamak olarak görürler, iktidarı ele geçirdiklerinde de iktidarı başka kimseyle paylaşmamak için o merdiveni atarlar.
Hitler’in faşizmi de böyleydi.
Hitler rejiminde anayasa, hukuk, kanunlar değil, Führer’in emirleri vardı. Führer’in emirleri doğal kanundu ve onlar uygulanırdı. Tümüyle diktatöre bağımlı bir sistem kurulmuştu.
Hitler rejiminin ilk yıllarında mahkemeler vardı.
Bizim Tayyip Erdoğan’ımızın yaptığı gibi Hitler de bu mahkemelerde solcuları yargılattırırdı. Daha doğrusu bu mahkemeler rakipleri ortadan kaldırmak için kullanılan mekanizmaydı.
Bunların en ünlülerinden birisi Reichstag yangınıdır. Alman Adalet Sarayı, Hitler’e bağlı faşist SS tugayları tarafından kundaklanmış ve sonra suç komünistlerin üzerine atılmıştır. Reichstag mahkemesinde komünistler bunun bir Nazi komplosu olduğunu ispatlamışlardır.
Bunun üzerine Hitler mahkemeleri kaldırmıştır!
Ondan sonra mahkeme değil, “emir, toplama kampı, gaz odası” üçgeni kurulmuştur.
Şimdi Danıştay’da, Şemdinli’de kurulan mahkemelerde bizim faşistin foyası da ortaya çıktıkça, provokasyonlarını ellerine yüzlerine bulaştırdıkça bunlar da aynısını yapacaklardır.
Nasıl bir rejime gidiyoruz peki?
Onun resmi yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır.
Kürt-İslam faşist diktatörlüğünde,
1-) Hukuk olmayacaktır, Anayasa Mahkemesi, Yagıtay, Danıştay gibi üst mahkemeler olmayacaktır, çünkü bu rejimde Kadı hükmü verecek ve Şeriatın kestiği parmak acımaz diyecektir.
2-) Meclis ve hükümet olmayacaktır, sadece faşist liderin danışmanları olacaktır. Tıpkı bugünkü gibi!
Bugün de ülkeyi hükümet değil Başbakanın danışmanları yönetmektedir.
Çünkü faşist liderler kendilerine bağlı hükümet ve bakan bile istemezler, onlardan da çekinirler, sadece danışman atarlar, çünkü o danışmanları da emir eri olarak görürler.
3-) Muhalif basın olmayacaktır. Cem Uzan’ın Star medyasına yapılanlar üç yıl öncesinin küçük bir uygulamasıdır. Bugün rahatmış gibi gözüken tüm liberal medya da ortadan kaldırılacaktır.
Bu noktada Başbakan’ın son yurtdışı gezilerinin uçaktaki gazeteler kadrosuna bakın, yarının basınını görüsünüz. Yeni Şafak, Vakit, Zaman, Star, TGRT gibi kurumların yanında göstermelik bir muhalif basın temsilcisi bile yoktur!
4-) Hitler’i bilenler bilir. Aslında askeri bir diktatörlüktür kurduğu. Tek övüncü güçlü ordusudur. Ama bu ordunun komutanlarına da hiç güvenmemiştir. Bu komutanlar ilk başarısızlıklarında hemen idam edilmişlerdir.
Bizim Tayyip’imizinse Ordu’ya zaten genetik bir düşmanlığı vardır. Yeniçeri olayları, 31 Mart vakası gibi olaylar, Kuvayı Milliye, 1960, 28 Şubat gibi tarihsel olaylar onda Ordu düşmanlığını kökleştirmiştir.
Bu nedenle onun faşist diktatörlüğünde Ordu komutanları hemen emekli edilecek, yerine Pentagon güdümlü generaller getirilecektir.
Özel Yetkili Hukuk: Faşist Hukuk
Bu satırları bu sütunda yayınladığımızda tarih 5 Mart 2007’ydi.
Ve tam 3 yıl sonra geldiğimiz nokta, artık başsavcıların da tutuklandığı bir Türkiye’dir.
“Demokratikleşme” sloganıyla gelen bir iktidarın, teröristleri bile serbest bırakan bir iktidarın hazırladığı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun aslında ne denli faşist bir kanun olduğu şimdi anlaşılıyor.
Ülkede bugün bir “kanun” vardır bir de “özel kanun”.
Bir “savcılık” vardır bir de “özel yetkili savcılık”.
“Özel kanun” kanunun, “özel yetkili savcı” başsavcının üzerindedir.
Görüyor musunuz adamların kurduğu hukuk sistemini!
Yargıyı ele geçirmenin başka bir yolu.
Yargıyı ele geçirecek güçleri yoksa yargının arkasından dolanırlar ve “özel bir yargı sistemi” kurarlar.
Sonra o “özel yetkili yargı sistemi” ile istediklerini tutuklarlar.
Peki kimleri tutuklarlar?
Terör örgütlerini mi?
Elbette hayır!
CMK’nın 250. maddesi ile kurulan özel yetkili savcılıklar, sözde terör örgütleri ile mücadele için kurulmuştu ama bugüne kadar hiçbir terör örgütüne operasyon yapmadılar.
Çünkü bu özel yetkili savcılıklar iktidarın terörist gördüğü kurumları soruşturuyor.
En başta Ordu’yu.
Gazetecileri, yazarları, siyasetçileri, muhalifleri...
Ve aynı zamanda hukuk adamlarını.
Bugün Ergenekon soruşturmasının başındaki başsavcı bile Ergenekon soruşturmasına bakan bu özel yetkili savcılıkça takip ediliyor, dinleniyor, izleniyor...
Hitler’e rahmet okutacak bir sistemdir bu....
İmamlar Cuntası Darbeyi Yaptı Bile
Şimdi bir yaptıklarına bakalım, bir de yapabileceklerine.
Mesela bu “özel yetkili savcı” kanunun arkasından dolanarak Yargıtay Başkanını tutuklatabilir mi?
Evet!
Peki şu anda AKP’yi kapatma davası açmaya hazırlandığı iddia edilen Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısını tutuklayabilir mi?
Evet!
Peki bu “özel yetkili savcı” kendisini atayan HSYK üyelerini ya da başkanını tutuklayabilir mi?
Evet!
Olayın vehametini anlamamız gerekir.
AKP “hukuk içinde hukuk” yaratmış ve Anayasal rejimi, demokratik hukuku, kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırmıştır.
Bu AKP’nin hokus pokusudur.
Tüm kanunlar yerindedir, anayasa değiştirilmemiştir ama çıkarılan bir kanunla tüm kanunlar fiilen geçersiz hale gelmiştir.
Bu, AKP’nin sıkıyönetim hukukudur.
Türkiye bir darbe yaşamaktadır.
AKP’nin imamlar cuntası darbe yapmıştır.
Anlaşılan “cemaatler rahatsızdır” o nedenle AKP cemaatleri rahatlatacak operasyonları yapmaktadır.
Ve AKP bu işin açık tarafıdır.
Yargı sözde bağımsızdır ama bir savcının görevden alınma kararına karşı Adalet Bakanı açıklama yapmaktadır.
Halbuki Adalet Bakanı hakimlerin, savcıların amiri değildir.
Hakimler ve savcılar tarafsızdır ve bağımsızdır.
Bir Adalet Bakanı çıkıp bir savcıyı koruyup diğerini suçlayamaz.
Suçlarsa taraf haline gelir.
Nitekim taraftırlar.
Adalet Bakanı savcıya telefon açıp cemaat soruşturmasını bitirmesini isteyebilmektedir.
Bugün AKP adına Bülent Arınç, açıkça hukuk sistemine, yargıçlara darbeci diyebilmektedir.
Üstelik bu dava onların davası da değildir.
Ortada bir “AKP kapatma davası” olsa ve aleyhlerinde bir karar çıksa AKP’nin tepki göstermesi anlaşılabilir.
İyi ama Erzurum Savcısının görevden alınması sizi ne ilgilendiriyor?
Gören de AKP’nin Erzurum milletvekili görevden alındı sanacak!
Demek ki Erzurum’a o savcıyı siz görevlendirdiniz.
Demek ki kendi özel hukuk sisteminizi kurdunuz.
AKP’yi Kapatmak Artık Farz Oldu
Peki bunun anlamı nedir?
Bugün herhangi bir katil suçu ispatlansa ve hakim ona cezayı bildirse yine de hakime dönüp “sen darbe yapıyorsun” diyemez!
Derse hakime hakaretten de ceza yer!
Peki aynısını bir Adalet Bakanı yaparsa ne olur?
Hakim ona elbet ceza veremez çünkü yargı dokunulmazlığı vardır.
Ama yargı dokunulmazlığı da dokunulmaz değildir.
AKP artık açıkça Anayasayı ortadan kaldırmak için çalışan bir suç örgütü tanımında soruşturulacak bir partidir.
Bundan sonra iş HSYK’ya kalmıştır.
HSYK özel yetkili savcılığı harekete geçirebilir ve AKP’yi bir terör örgütü, Anayasayı ve hukuk sistemini ortadan kaldırmaya çalışan bir terör örgütü olarak soruşturmaya başlayabilir.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı için Adalet Bakanı ve Bülent Arınç’ın son açıklamalarından başka kanıta gerek yoktur.
Ortada Anayasayı ortadan kaldırmaya yönelik açıklamalar ve eylemler mevcuttur.
Artık AKP’ye Anayasa’yı ortadan kaldırmaya çalışmak gerekçesiyle bir kapatma davası açılabilir.
Düşman Artık Karargahın İçindedir
Ya da bunların hiçbiri yapılmaz.
Ve...
Erzincan Başsavcısı’nın yanına diğer savcılar eklenir.
Ordu komutanları bir bir tutuklanır.
Bir bakmışsınız İlker Başbuğ özel yetkili savcılık tarafından tutuklanmış.
Tutuklanamaz mı diyorsunuz?
Bir Genel Kurmay Başkanı’nın kendi askerlerine yaptığı konuşma televizyonlardan yayınlanabiliyorsa...
Düşman zaten artık karargahın içine kadar girmiş demektir!
Neden girmiştir sizce?
Dinlemek için mi?
Yoksa tutuklamak için mi?
Anlaşılan İlker Başbuğ için kanıtlar toplanmaktadır, yakında tutuklanacaktır.
Bakalım Başbuğ’u hangi özel yetkili savcı tutuklayacak izleyip göreceğiz...
(TÜRKSOLU, sayı 272, 22/02/2010)
Ergenekon Tertipi ..3
Ergenekon Tertipi ..3
Faşist Ve Devrimci İçinde bulunduğumuz durumu ve rejimi çok iyi kavramamız gereken bir dönemden geçiyoruz. İlk dersimiz şu; emperyalizm hiçbir ülkeye demokrasi getirmez. Yıllardır AB yasaları ülkeye demokrasi getiriyor destekleyelim diyen Atatürkçü anlayış, bugün demir parmaklıklar ardında. Sadece bu da değil, aynı tehlike büyük basın için ve hatta büyük sermaye için de geçerli. Büyük basının bugün Ergenekon'u savunmasının nedeni bu. Aslında Ergenekon'u da Atatürkçüleri de savunmak istemezler ama kendilerini korumak için, hedef olmamak için şimdi Ergenekoncuların arkasına saklanıyorlar. O halde bir de faşizm üzerine ders: Faşizm küçük insanların diktatörlüğüdür ve büyük sermayeye de izin vermez. Bu küçük faşistlerin küçücük beyinlerinin içine bakalım bir de. Faşist, tipik bir ruh hastasıdır, şizofrendir. Onun için bir kendisi vardır, bir de "herkes". Kendisi hep haklıdır, "herkes"se hep haksız. Kendisi hep dürüsttür "herkes"se hep namussuz. Kendisi çok barışçıldır ama n'apsın ki "herkes" ona düşmandır. İşte o nedenle faşist, mecburen, ırkını, kanını, dini korumak için "herkes"e savaş açmak zorundadır. Ve öyle de yapar. Faşiste sorsanız öyle yapmasa, kanı, ırkı, dini, ruhu elden gidecektir. Ama buradaki kan, ırk, din, ruh, aslında faşistin iyi bir buluşudur. Normalde faşist için sadece "ben" vardır. Ama n'apsın ki faşist, sadece bu "ben"le, "herkes"i yok edemeyeceğini de çok iyi bilir. Bu, faşistin gerçek dünyayla tek temasıdır. Bu bilinç onu bir "biz" yaratmaya götürür. Ama bu "biz", "ben"in etrafını saran bir çeperdir sadece. Hitler, yüce Alman ırkı için tüm ırkdaşlarını bu "biz" etrafında toplamıştı. Irkdaşları da "biz" olduklarını sanıp bu zavallının peşinden gitmişlerdi. Ama ortada bir kavga yoktu "kavgam" vardı. Bugün, Türkiye'de, aynı işlevi demokrasi görmektedir. Hitler'in rolüne soyunan Tayyip, demokrasi ile bir "biz" yaratmaktadır. Ve bu "biz"i de Atatürkçülere karşı savaşa sokmuştur. Kendini "biz" sanan zavallı kurşun askerler aslında sadece Tayyip'in egosu için savaştıklarını göremiyorlar. Tayyip'in korkusu, yani Şeriatçı bir faşistin korkusu nedir? Bunlar rüyalarında hep Atatürk'ün mezarından çıkıp bunlara gereken dersi vereceğini görmektedirler. Atatürk korkusu, gerçek hayatta yerini Atatürkçü korkusuna bırakır. O nedenle, her Atatürkçüde bir Atatürk olma potansiyeli gördüğü için de, tüm Atatürkçülere saldırır. Sanır ki tüm Atatürkçüleri hapse tıksa, rahata erecektir. Zavallı faşist! Hitler 5 milyon Yahudiyi toplama kampına atmıştı da yine korkusunu atamamıştı! Faşistin zavallı olduğunu bilelim, ama devrimci de güçlü olmak zorundadır. Faşist ne kadar gerçeklikten kopuksa devrimci o kadar gerçekçi olmalıdır. Gerçekçilik nedir peki? Gerçekçilik, faşistin gerçekliğini bilmektir. Bu tür bir faşizmle, hiçbir şekilde uzlaşma olamayacağını bilmelidir devrimci. Faşist, istese bile uzlaşamaz, çünkü o korkularının esiri olan bir katildir. Ama bugün kimi muhalif kesimler, AKP kapatılmazsa Tayyip'in "rahatlayıp" dizginlenebileceğini düşünmektedir saf saf. Faşizmse gerçekten kanla beslenir. Verilen her kan, daha fazla kan vermek zorunda bırakır sizi. Bakmayın Müslüman gözüktüklerine bunların, aslında bunlar pagandır, kan içerek beslenen tanrıdır her bir faşist. O nedenle faşizme karşı reformcu bir mücadelenin imkânı yoktur. Uzlaşma seçeneği, devrimcinin akıldışılığı, hayalciliği olur. O hayalin bedeli ise kanla ödenir. Devrimci için gerçekçilik, faşistle anladığı dilden konuşmaktır, yani savaşmaktır. Devrimci bir savaş da bir "biz"e ihtiyaç duyar. Bu ise antifaşist bir "biz"dir. Faşistin yok edeceği tüm toplumu devrimci bir önderlik altında "biz" yapmaktır. Kısacası faşizme karşı örgütlenmektir. Faşist savcılar masa başında fotoğraf albümlerine bakıp kanıt aramaktadır. Kim kimle yan yana gelmiş. Demek ki yan yana gelmek bunların en büyük korkusu. O halde yan yana gelmeli, omuz omuza mücadele etmeliyiz. Bu mücadelenin zemini ise gerçek bir mücadeledir. Yani mücadele, politik alanda verilir. İnternette, televizyonda verilen mücadele tümüyle sanaldır, hayalidir. Faşizmse gerçektir, hapishaneleri gerçektir. Burada faşistin demokrasi kavramının yanında ikinci aracını da görmeliyiz. Klasik faşizmin ırk kavramının yerini günümüzde demokrasi almıştır, kitleleri uyuşturmanın yöntemi olan mistisizmin yerini ise komplo teorileri. Komplo teorilerinin ilk işlevi kitleyi bilgiye boğmaktır. Bilgiye boğulan kitle, kendisini önemli görmeye başlar. Gazetedeki inanılmaz gizli bilgi ve belgeleri okuyan kitlenin her biri küçük birer faşistçik olmaktadır. Onlar da artık faşist liderleri kadar çok şey bilmektedir. Kitle böylece bir iç huzura erer. Ama kitle aynı zamanda kendisine sunulan bu bilgilerle, kinle beslenir. Ne kadar da çok düşman vardır etrafta. Hepsini yok etmek gerekmektedir. Bugün "ortak akıl" diye ortaya sürülenler işte bu kitledir. Sonra bu komplo teorilerinde iz süren kitle, önce bir sürü bağ kurar. Tıpkı malum savcı gibi. Birden kendini çok zeki görür. Alçak düşman açık vermiştir ve o, tüm bağlantıları kurmaktadır! Ama bir süre sonra o kadar çok bilgi yığılır ki, küçük faşistler bu işin içinden çıkış olmadığını görür. Düşmanı ve bağlantıları görmek artık çok zorlaşmıştır onun için. İşte o noktada bir kez daha faşist liderine sığınır. O kimi gösterirse düşman odur, ona saldırmalıdır. Bunca zamandır bu bilgi bombardımanı işte bunun içindir. Burada bilgi merkezlerini dolduran medyaya şaşmamak gerekir. Hitler de faşist partisini komünist döneklerle kurmuştu! Bizim Hitler'imiz de bugün eski konüminstleri kullanıyor. Ama bu bilgi bombardımanıın ve komplo teorilerinin en sıradan, hatta kendisine Atatürkçü bile denebilecek isanlar üzerinde de mistik bir ayartıcı etkisi olur: Acaba kandırıldık mı? İşte bu soruyu sorduğun anda her şey bitmiştir, faşistleşme yoluna girmişsindir. O nedenle basına gözlerimizi, kulaklarınızı kapamak, kendi aklımızla düşünmek zorundayız. Faşizme karşı mücadelenin ilk durağı direnmektir. Bugün televizyon karşısında bile direnemeyip bilinci çarpıtılanların yarın kahraman savcımız karşısında korkudan dizlerinin bağının çözülmesi normaldir. Onlara verecek cevabımız hazır olmalıdır: Evet 1 Numaranın emrindeyim, ben de Mustafa Kemal'in askeriyim! (TÜRKSOLU, sayı 196, 21/07/2008) Son Türk Hep Var Olacak! Ergenekon operasyonu genişleyerek ve kafaları daha da karıştırarak devam ediyor. Zaten amaçlanan da bu. Ama kafaların karışmasına hiç de gerek yok. Çok net bir şekilde görünen gerçekleri madde madde sıralayalım. 1-) Bu operasyon, sadece bir kaç küçük Atatürkçü gruba ve şahsa karşı yapılmamaktadır. Türkiye'deki tüm farklı Atatürkçü grupları da içine alacak şekilde genişlemektedir. Üstelik sadece Atatürkçülük gibi daha dar bir ideolojiyle de sınırlı değil, ulusalcılık gibi daha geniş bir alanı içine alıyor. O nedenle de sağ ve sol eğilimli ama ulusal bakış açısına sahip herkes operasyonun hedefindedir. Bu, şu demek; bugüne kadar içeri alınmamış olsa dahi ulusalcı görülen herkes yarın öbür gün içeri alınabilecektir. O halde buradan şu sonuç çıkıyor, siz siz olun ulusalcılardan ve ulusalcılıktan uzak durun. İşte Ergenekon tertipçileri bunu hedeflemektedir. 2-) Bu operasyon aynı zamanda AKP karşıtı muhalefeti sindirme operasyonudur. Ortada “derin devlet” denilen bir düşman gösterilmektedir ama ne hikmetse bu “derin devlet”in tümü AKP muhalifidir! Oysa “derin devlet” tanımı gereği partiler üstüdür ya da tüm partileri kapsayacak kadar geniş olmalıdır. Ama bizim “derin devlet”imiz böyle değil, tamamen ideolojik bir “derin devlet”! Ya da “derin devlet”in üzerine gidiyorum diyen ve bu tertibi düzenleyenler tamamen AKP'li ve ideolojik davranıyorlar, her AKP karşıtını da “derin devlet” yapalım diyorlar! Bu açıdan Ergenekon tertibi AKP karşıtı muhalefeti susturma operasyonudur. 3-) Tüm bunları izleyen sıradan vatandaş açısından Ergenekon büyük bir korkutma kampanyasıdır. Derin ilişkiler, kazılar, silahlar. cinayetlerle bir film senaryosu hazırlanmış ve vatandaşa izlettirilmektedir. Bunu izleyen geniş halk kesimleri içinde hem kafa karışıklığı yaratılmaktadır hem de halk böylelikle sindirilmektedir. Kısacası Ergenekon tertibi bir sindirme operasyonudur. 4-) Operasyon “derin devlet”le hesaplaşma görüntüsü altında Türk Ordusu'yla hesaplaşmadır, daha doğrusu Türk Ordusu'ndan hesap sorma girişimidir. ABD'ye tavır alan, ulusal düşünen, davranan Türk komutanlar birer birer tutuklanmaktadır. Ama çok daha önemlisi, tutuklananlara değil görevdekilere karşı bir operasyondur Ergenekon. Eğer bir Türk paşası ilerde içeri düşmek isetmiyorsa, Amerikancı olmak zorundadır! İçerdeki komutanların direnmesi son derece kolaydır, zaten paşalarımız son derece onurlu bir direniş sergilemektedir. Ama hedefte olan zaten onlar değil, görevde olanlar. Tertibi düzenleyenler içerdekilerin değil dışardakilerin onurunu ölçüyorlar! 5-) Bu operasyon AKP'nin değil ABD'nin düzenlediği bir operasyondur. İktidardaki AKP, ABD'nin çıkarlarına hizmet ettiği sürece bu operasyonun kazananı olcaktır ama operasyonun asıl galibi PKK'dır. Yıllar boyu teröre karşı mücadele edenler, PKK'nın yıkamadığı Türk direnişi, bu tertip eliyle yıkılmaktadır. PKK'nın yapamadığını devlet kendisi yapmaktadır. Operasyon Büyük Kürdistan'a gidişi sağlamaktadır. Bu gidişte son derece kritik nokta Türk devletinin geçmişiyle yüzleşmesi ve hesaplaşmasıdır. Yani Türkiye'nin Kürtlerden özür dilemesidir. Ergenekon tertibi Türklere özür diletme operasyonudur. 6-) Operasyon 1 numaraya doğru adım adım ilerlemektedir. Çok yakında eski genelkurmay başkanlarının da tutuklandığını görürsek hiç kimse şaşırmayacak. Ama operasyon aslında tepelere doğru değil tabana doğru inmektedir. Mesele 1 numarayı içeri almak değil direnecek tek Türk bırakmamaktır. Belki de adı bu nedenle Ergenekon seçilmiştir operasyonun. Ama soyumuzu çoğaltacak, bizi diriltecek ve yeniden devletleştirecek o tek Türk hep varolacaktır. Ergenekon tertipçileri Türkleri Ergenekon'a sıkıştırarak ve orada soykırıma uğratarak yok etmek istiyorlarsa bilsinler, son Türk hep varolacak! (TÜRKSOLU, sayı 219, 05/01/2009) Sakıncalı Piyadelerden Sakıncalı Orgenerallere 27 Mayıs ihtilali olduğunda tarihler 1960 yılını gösteriyordu. Tüm dünya antiemperyalizme yöneliyordu ve çok özel bir şekilde Ortadoğu’da Mısır’da, Suriye’de, Irak’ta, İran’da devrimci gelişmeler oluyordu. Bu “Yeni Kemalist dalga”ydı ve kısa bir sürede çok etkili olmaya başlayacaktı. 27 Mayıs’la birlikte Türkiye’de de Atatürkçülük yeniden devrimci bir çekim merkezi haline geliyor ve Türkiye yavaş yavaş Amerikan ekseninin dışına çıkıyordu. 1950’lerde etkili olan “Dost Amerika” masalı bitiyor ve 60’lı yılların gençliğinin dilinde “Hoşt Amerika”ya dönüşüyordu. Sendikalar kuruluyor, işçiler “işçi sınıfı”na evriliyor ve sınıf siyasete ağırlığını koyuyordu. 27 Mayıs öncesinin gençliği daha da radikalleşiyor ve Devrimci Gençliğe dönüşüyordu. “Atatürkler geliyor” sloganları yükseliyor ve Türkiye adeta devrim yıllarını yaşıyordu. ... Ama ABD açısından bu gidiş iyiye gidiş değildi, Türkiye hizadan çıkıyordu ve o nedenle hizaya getirilmesi gerekiyordu. Hizaya getirme işlemi için, her zaman olduğu gibi bir darbe tezgâhlandı ve 12 Mart 1971’de Türkiye, ilk faşist cuntayla tanıştı. 12 Mart faşist cuntası yönetime el koyduğunda, Uğur Mumcu, genç bir devrimci gazeteciydi. Önce cezaeviyle tanıştı, sonra askerliğini “sakıncalı” olarak yaptı. Devir, faşizmin Türkiye’nin Atatürkçülerini baskı altına aldığı, sindirmeye çalıştığı, hapse attığı, işkencelerden geçirdiği, astığı bir devirdi. Uğur Mumcu sakıncalı piyadeydi ve iki kimliği birleştirmişti kendi fikrinde: Devrimcilik ve demokratlık. O zamanlar devrimcilik ve demokratlık bir arada anılıyordu, birbirinden ayrılmıyordu. “Demokrasi istiyoruz” diyen halkın kafasına, faşist cunta balyozuyla iniyordu. Demokrasi, komünizmin yumuşak halinden başka bir şey değildi Amerikancılar için. Ziverbey’de işkence evi kurulmuş ve Türkiye yeni bir kavramla tanışmıştı: Kontrgerilla. işkence köşküne alınan solcuları “Burası kontrgerilla merkezi, burada Anayasa geçmez” diyerek karşılıyordu işkenceciler. Demek ki devletten daha derin bir devlet vardı ve yönetimi eline almıştı. ... Uğur Mumcu ve dönemin devrimcileri bu baskılara elbet boyun eğmediler. Cuntasıyla da, kontregerilasıyla da, derin devletiyle de, Amerikasıyla da, politikacısıyla da dişe diş bir mücadeleye giriştiler. Devrimci hareket doğru mevzideydi ve doğru şeyler yapıyordu. Ama Amerika aslında başarılı olmuştu, çünkü hizadan çıkan Türk Ordusu hizaya sokulmuştu. 12 Mart’la başlayan dönem Türkiye’de “Atatürk Ordusu”ndan “Faşist Ordu”ya dönüşüm başlıyordu. 12 Eylül bu noktada Amerika’nın ikinci müdahalesi oldu. Devrimci gençliği, yani Uğur Mumcu’ları dizginleyemeyen ABD ikinci defa Ordu’yu devreye soktu. Halkın “devrimci evlatları” varsa Amerika’nın da “bizim oğlanları” vardı. “Bizim oğlanlar” yönetime el koydu ve Türkiye yine kontrgerillayla karşılaştı, bu ikinci karşılaşmaydı ve kontrgerilla artık çok daha bilindik bir Amerikancı cinayet şebekesiydi. ... 12 Mart’ta Devrimci hareketin kafasına balyoz gibi inen faşist cunta bu defa silindir gibi geçti üzerinden. Silindirin altından yine dik başlar çıkmaya başladı. Bu dik başlardan biri de Uğur Mumcu’ydu. Sakıncalı piyade, orgenaraller cuntasına boyun eğmiyordu, çünkü devrimciydi. Ve Mumcu 12 Eylül sonrasının bir cesaret sembolü olarak sivrilmeye başladı. Dönem sadece Evren değil aynı zamanda Özal devriydi. Devrimci hareket ezilmiş, muhalefet susturulmuş, ülke süt liman olmuştu. Ama Uğur Mumcu susmadı, başını kaldırdı ve tek kişilik muhalefet rolünü üstlendi. Gelecek 30 yılı gören bir bilinçle yeni dönemin parolasını yazdı: “Ben Atatürkçüyüm, ben cumhuriyetçiyim, ben laikim, ben anti-emperyalistim. Ben özgürlükçüyüm. Ben Bağımsız Türkiye'den yanayım. Ben insan hakları savunucusuyum. Ben terörün karşısındayım. Ben yobazların, hırsızların, vurguncuların, çıkarcıların düşmanıyım. Öyleyse, vurun, parçalayın! Her parçamdan benim gibiler, beni aşacaklar çıkacaktır.” ... Yazdı ve Amerikancılar bu çağrıya uydular, Uğur Mumcu öldürülmekle kalmadı; bombalandı, vücudu paramparça oldu, cesedinden parçalar Ankara sokaklarına saçıldı. 1993 yılıydı Uğur Mumcu öldürüldüğünde. Arkasında bıraktığı yarım kalan işleri vardı: PKK’nın peşindeydi, Kürt dosyasını açmış ve Kürt-islam faşizmiyle savaşmaya başlamıştı. islamcı sermayenin üzerine gidiyor, yobazları sıkıştırıyordu. Liberalleri, sahte milliyetçileri, ülkeyi satanları teşhir ediyor, özelleştirmecilerle mücadele ediyordu. Amerika Irak’a saldırmıştı, Çekiç Güç Türkiye’nin tepesine konmuştu, Ortadoğu’ya kanlı bir reçete hazırlanmıştı ve o bu planla mücadele ediyordu. Amerika Uğur Mumcu’yu değil de kimi öldürecekti! ... “Ankara’nın taşına bak” marşı, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra ilk kez bu kadar içten bir çığlığa dönüştü cenazesinde. Türkiye ilk kez böylesi bir kalabalığı görüyordu. Laiklik, Atatürkçülük, Milliyetçilik, Solculuk, Antiemperyalizm sokağa inmişti. Söz artık kalpaksız Kuvayı Milliyecilerdeydi. ... Yıl ilginç bir yıldı. 1991’de ABD Irak’a saldırmıştı. BOP’un ilk adımı atılmıştı yani. Özal Türkiye’yi savaşa sokmak istemişti ama Ordu direnmiş ve karşı koymuştu. Genel Kurmay Başkanı 3 Aralık 1990 tarihinde resti çekmiş ve istifa etmişti. Adı Orgeneral Necip Torumtay’dı. 12 Eylül ordusuna bir şeyler olmuştu sanki. Amerika şaşkındı. Şaşırdı önce, ama sonra analiz etmeye başladı. Ve gördü ki bir gariplik vardı Türk Ordusu’nda. Ardından Türkiye karışmaya başladı. Seri cinayetler başladı... ilk olarak 31 Ocak 1990 tarihinde Prof. Muammer Aksoy öldürüldü. Muammer Aksoy Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kurucusudur. Ardından Uğur Mumcu. Hemen bir ay sonra Jandarma Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis. Hizadan çıkan Türkiye hizaya sokulacaktır. Atatürkçülüğe yönelen Türkiye bombalanacaktır. ... Uğur Mumcu “Her parçamdan benim gibiler, beni aşacaklar çıkacaktır.” diyordu. Gerçekten de öyle oldu. “Sakıncalı Piyade”nin parçalanan cesedi Ankara’da taşları yerinden oynatır, insanları titretir. Bir yıl sonra Sakıncalı Piyade’nin ordusuna yeni bir Genel Kurmay Başkanı gelecektir: ismail Hakkı Karadayı. 1994-1998 komutanlık döneminde Türk Ordusu Amerikan planı bu cinayetleri çözer ve ABD’yle ilişkileri dondurur. Karadayı 12 Mart’la başlayan Amerikancı Ordu geleneğine tavır alır, set çeker ve açıkça Ordu’nun yörüngesini değiştirmeye başlar. ABD iyice telaşlanır. 1996 yılında, Susurluk bu gidişi durdurmak için ABD tarafından planlanır. Hemen ardından Gazi Mahallesi’nde bir iç savaş provası çıkartılır. ABD, Ordu’ya mesaj verir. Amerikalı uzmanlar açıkça şunu yazarlar: Türk generaller hizadan çıktı. Karadayı’dan sonra 1998’de görevi Orgeneral Kıvrıkoğlu alır ve aynı çizgiyi sürdürür. Türk Ordusu ABD tehdidini görmüş ama ona pabuç bırakmamıştır. Sakıncalı Piyade’nin ordusu Sakıncalı Ordu olmuştur. ... Yıllar sonra Amerika dediğini yapar, hizadan çıkan Türk generallerine operasyona başlar. Ergenekon tertibi, ABD’nin 18 yıl sonra gelen intikam operasyonudur. Ergenekon’da adı geçen komutanlara bir bakın. Necip Torumtay, Özal’a resti çekip istifa eden komutan: 18 yıl sonra Ergenekon’da! ismail Hakkı Karadayı, Türkiye’yi ABD’den uzaklaştıran komutan: 14 yıl sonra Ergenekon’da! Ve diğer komutanlar... Uğur Mumcu’nun Sakıncalı Piyadesi bombalanmış, yerini Sakıncalı Orgeneraller doldurmuş. Şehit askerin bıraktığı sancağı komutan almış ele. Şimdi o sancağın hesabı orgenerallerden soruluyor. Atatürkçülük, milliyetçilik, devrimcilik sancağının, 6 Ok sancağının hesabı soruluyor. (TÜRKSOLU, sayı 220, 19/01/2009)
Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...
-
Online Yıldızname Burcu Hesaplama 1. Yol: Arapça Harflerle Ebced Yöntemi Öncelikle "cinsiyet"inizi seçin ve aşağıdaki ...
-
Harflerin Enerjileri A-Z Alfabedeki bütün harflerin enerjileri ve anlamları. İsminizde bulunan, isminizin başladığı harflere göre ka...
-
1 / 24 1 AMAL'İ MÜCERREB-1 2 Bilinmeyen Yönleriyle Satanizm - Bulent Kısa 307 say...