Bir kral bir ermişin basit ve masum yaşantısından çok etkilenmişti.
Onu kendi ustası olarak kabul etmek istiyordu.
Ama çok hesapçı bir adam olduğundan ermişi izlettirdi ve araştırttı.
Görevliler, Bu adamın hayatında hiç bir kara leke yok, o tamamen saf ve basit, o gerçekten büyük bir aziz o bir ermiş diye bilgilendirdiler Kralı.
Kral ermişin yanına gitti, önünde eğildi ve Efendim sizi sarayıma gelip benimle yaşamanız için davet ediyorumdedi.
İçinden ne kadar ermişi davet ediyor olsa da onun bu teklifi reddetmesini ve hayır ben basit bir adamım nasıl olur da bir sarayda yaşarım? demesini bekliyordu.
Onu davet etmiş olmasına rağmen insan zihninin karmaşıklığına iyi bak! onu davet ediyor eğer daveti kabul edilirse büyük bir mutluluk hissetmeyi umuyor ve hala zihninn içinde birşeyler var. Eğer o gerçekten büyük bir ermişse reddedecektir. “Hayır, ben basit bir adamım ben bir barakada yaşarım, bu benim basit yaşamımdır. Tüm dünyayı terkettim, dünyadan vazgeçtim ona geri dönemem” demesini bekliyor.
Ama ermiş; Tamam. tahtırevanını getir seninle saraya geleceğim dedi. Elbette kişi saraya gidiyorsa tarzına uygun davranmalı tahtırevanı getirin”. Kral çok şaşırdı, Bu adam bir sahtekâr bir yalancı olmalı görünen o ki tüm basitliği beni tuzağa düşürmek için bir rolmuş. Ancak artık çok geçti onu davet etmişti ve sözünden geri dönemezdi. Tahtırevanı getirtmek zorunda kaldı. Ermiş çok mutluydu, tahtırevana bir kral gibi oturdu. Son derece neşeliydi, Kral saraydaki en iyi odayı ona hazırlatmıştı. Yıllardır barakada yaşayan ermiş, saraya varır varmaz şunu getirin bunu getirin şayet sarayda yaşamak zorundaysan bir kral gibi yaşamalısın diye talimatlar yağdırmaya başladı. Kralın kafası giderek daha çok karışmıştı.
Elbette onu kendisi davet etmişti bunun için istediği herşeyi getirttirdi. Fakat ermişin bu davranışları Kralın ağırına gidiyor ve her gün daha da ağır bir hale geliyordu. Çünkü Ermiş bir kral gibi yaşamaya başlamıştı. Aslında Kraldan daha iyi. Çünkü Kralın kendi endişeleri vardı ama Ermişin hiç bir endişesi yoktu. Ve Kral şöyle düşündü. Bu adam bir parazit.
Bir gün artık dayanamadı. Ermişe; Size birşey söylemek istiyorum dedi.
Ermiş, Evet, ne soracağını biliyorum. Niçin bu kadar uzun süre bekledin? Boşuna acı çekiyorsun. Senin üzüldüğünü görebiliyorum. Artık bana gelmiyorsun. Ben barakada yaşarken bana sorduğun dini ve felsefik soruları artık sormuyorsun. Niçin altı ayı boşuna harcadın? Sarayına geldiğim o an sormalıydın. Ne soracağını biliyorum ama yine de sor. dedi. Kral, Sadece bir tek şey sormak istiyorum. Artık sizinle benim aramda ne fark var? Siz benden daha lüks yaşıyorsunuz ve ben çalışmak zorundayım ülkem için her türlü sorumluluğu taşımak zorundayım ve sizin işiniz yok endişeniz yok sorumluluğunuz yok, artık çıplak olmayı bıraktınız en iyi elbiseleri kullanıyorsunuz o zaman sizinle benim aramdaki fark ne? diye sordu. Ermiş güldü ve şöyle dedi: Benimle birlikte gelebilirsen cevaplıyabilirim.
Başkentin dışına gidelim. Kral, ermişi takip etti. Nehri geçtiler ve uzun bir süre yürümeye devam ettiler. Kral, sürekli olarak daha ileri gitmenin anlamı nedir niye şimdi cevaplamıyorsunuz? diye tekrar etti. Ermiş, Biraz bekle cevap vermek için doğru noktayı arıyorum dedi. Krallığın sınırına geldiklerinde Kral; Sanırım zamanı geldi sınıra ulaştık. dedi. Ermiş de: Aradığım şey buydu ben artık geri dönmüyorum benimle geliyormusun yoksa geri mi dönüyorsun? dedi. Sizinle nasıl gelebilirim? Benim Krallığım, mallarım, karılarım, çocuklarım var. dedi Kral. Ermiş; Şimdi farkı görebiliyormusun? Ben gidiyorum ve geriye bir kez bile bakmayacağım. Saraydaydım her türlü zenginliği yaşadım ama onları sahiplenmedim. Sen sahipleniyorsun fark bu. dedi, Elbiselerini çıkarttı. Çıplak hale geldi. Elbiseleri Krala verdi ve şöyle dedi: Şimdi, mutlu ol.
Aradaki farkı hatırla! Fark mal, mülk sahibi olmakta değil, mala mülke düşkün olmamaktadır. Ermiş bir kimse hiç bir şeye sahip olmayan kişi değildir. Ermiş, mala mülke düşkün olmayan asla arkasına bakmayan kişidir.
Bayram sabahı bir elbise bile alınmayacak kadar büyük yalnızlığı olan,
çocukların yüreklerinde asılı bir muskanın içinde saklıydık biz. "
Bir kır düğününde ellerimizden gökyüzüne hediye edilmiş binlerce balon olmalı.
Nihavent sesinden düşen bir hayata eşlik etmeliyim sonra.
Saçlarının kokusu için kelebekler birbirleriyle yarışmalı ve biz dans kalktığımızda,
yıldızlar gökten gökyüzüne kaymalı ve her bir yıldız kaydığında,
binlerce şiir yüzlü çocuk yüreğinde Cennet kapıları sonuna kadar açılmalı sevgili.
Birbirimize sarılmayı özlerken kaç tane taştan bebeği avuttuk bağrımızda, kaç gecenin katline soyunduk.
Acıyı ateş diye yakıp umudu demleyip hayat çaydanlığında.
Uçurum öncesi fırtınalara kafa tutup sevdaya binlerce hasret cümlesi bıraktık biz.
" Gül’üşlerindeki umuttan nasiplenip Afrika çöllerini bile çiçek bahçesine çevirebilecek kadar sevdalı tüm hücrelerim. Ömrüm ömrüne feda olsun sevgili. "
Gül’ümsediklerinde her iki yanağında Peygamber çicekleri açan çocukların dualarında büyüyen sevdayız biz.
Açlığını bir cami avlusundaki çeşmeden içtiği bir avuç su ile gideren bir çocuğun gözleri şahit sevdamıza sevgili.
Terlemiş ömrüme yanaştırdım ılık nefesini.
Varlığından bir umudu çocukluğumun yalnızlığa serpiştirdim.
Rastgele bir sözcükler savurmadım saçlarına.
Yüreğimin en yeşil bahçelerinden koparıp sesinin nihavent sesine gelin ettim yarı aksak mutluluğumu.
Sen en büyük duamsın ey sevgili.
Gökyüzünün iki kenarına açtığın ellerinde uyumayı diliyorum.
Bir daha gözlerimi açmamak üzere.
Sağıma seni, soluma yıldızları aldım sana geliyorum sevgili.
Elimde masal kitapları, yüreğimde özlemin ve dudaklarımda ıslanmış bir mutluluk masalım.
Kan ter içinde, gece dağ tepeyi aşıp sana varacağım.
Bir bozkır kuraklığından soyunup bir deniz bereketini giyineceğim.
Kendimin katili olup sende yeniden doğacağım.
Sonu gözükmeyen bir bozkırın yüzyıllık uykusunu uyandırdı bir gül sağnağı.
Bir fincan umudun ateşlediği ve hasretle yoğrulmuş hayat hamuruna sevdayı mayaladık.
Sabırla ve özlemle harelendirip Elif kadar dimdik mutlulukları serpiştirdik.
Bir cümle içinde sırtlarını birbirine dayamış iki kelime olabilmenin hazzında hayata bir Elif miktarı gül’ümsedik sevgili.
Yüreklerimize sürgülenmiş hasrete inat geleceğimize bir sevdayı dua dua nakışladık biz.
Utangaçtı düşlerimiz, sargısızdı özlemlerimiz.
Sarıldık mı birbirimize, acıya bir tabut daha ayarlardık.
Kaybettiğin sadece o savaşın hüznü için kendini boğduğun ve umutsuzluğa gebe kaldığın an’dır.
Tıpkı elindeki ekmeği yere düşürdüğünde onu yerden kaldırıp alnına sürüp bereketine şükretmektir. Hayatın içinde hepimizin bir savaşı var hem de amansız belki de kimilerinin bu savaşı tek başına. Yenilecekleri aşikar olsa da savaşmak.
Elinde silah, teçhizat olması gerekmiyor bunu yapabilmek için.
Her şeye inat her olumsuzluğa inat nefes almaktır savaşmak.
Gelemeyeceğini bilsen de dört gözle beklemektir savaşmak.
Ne olur savaşın aşk için.
Saflarınızı mutlulukla ve umutla sıklaştırın ve kaybetseniz de sadece içinizdeki hayata bir şey olmayacak.
Biraz hüzün biraz gözyaşı.
Bırakın her sabah yatağınız tek başınıza kalabiliyor olmak, isteklerinizi dertlerini ve çığlıklarınızı anlatabiliyor olmak, ellerinizi ve ayaklarınızı istediğiniz gibi oynatabiliyor olmak ve dilediğiniz süre gülümseyebilmek.
Bırakın hayat size istediğiniz ya da hayal ettiğiniz hiçbir şeyi vermemiş olsun ama siz olursa olsun hayata dair bir miktar umut besleyin. Nefes aldığınızı bir tebessüm ile şükrediniz.
Biliniz ki herkesin bir derdi var dertler bitmez.
Ama umut ve mutluluk bugün yanınızda olmasa da bir gün mutlaka sizinle olacaktır.
" Hayat umut ettiğin kadardır."
Suretini unuttuğum bir masalın ayak uçlarından sesleniyorum şehrine.
Bir dakika önce senin ayak basma ihtimalinin var olduğu sokaklarda yalpalayan rüzgara inat bir deniz kokusu. Kalabalıkların içindeki tenhalığa zorlanmış bir geminin gökyüzüne değen alnında vuruyorum sözleri ayak ucundan. Sıkıyorum en namert yerinden cümleleri acıya.
Geçer bu da geçer diyerek kanamalı bir acına ortak ediyorum kendime.
Payıma mutluluk düşmüşken , bu fakir adama sevdan bir paye edilmişken seni seviyorum diye avazım çıktığı kadar bağırıyorum.
Yüzünün utangaç yanında birikmiş binlerce çocuğun bayramlık elbise düşü saklı.
Plastik oyuncakların bile içini ısıtacak gül’üşünü dua diye saklayıp yüzyıllık uykularından uyunan sevdalıların tercümanı olduk biz sevgili. Geceyi aydınlatan gözlerinden bir ışık hüzmesi yolla, tüm karanlıklarım firar etsin.
Acılarımızdan ayıkladığımız bir fincan umutla sarıp küçücük mutluluklardı bizim bayramlarımız.
Ne zaman hüzün perdelese gözlerimizin iç yazgısını, sesimizdeki ince bir gül’üş yeterdi bir ömür boyu düşsüzlüğümüze. Sade ve birkaç cümleye sığacak kadar kısaydı birbirimize olan sevdamız ama aldığımız her nefeste yeniden tazelenen bir ömür kadar kocamandı yüreklerimiz.
Her bir gül’üşünde şiir yüzlü çocukların yüzüne bir mutluluk kipi serpiştiriyorum.
Sesinin ince nağmesiyle avutuyorum dilsizliğimi.
Nefesini yağdırıyorum sağnak sağnak, sol yanıma umutlarının felcini indiriyorum ve şah damarıma yazıyorum adının tüm harflerini. Adına sevda diyorum; günlerden umut.
Sana sevda / umut dedikçe, ölümlerden ayıklanmış bir hayat diliyorum sana sevgili.
Her bir gül’üşünde yeniden ölümü kefenliyorum sevgili.
Varlığına binlerce umudu paylayıp ellerinde balonlarla bir deniz kıyısında kavuşacağımızı günü ilmekliyorum gözlerime.
Acıdan olma, umuttan doğma " mutluluklarımız " vardı yüzümüzde beliren her bir gül’üşümüzde. Sarıldık mı birbirimize, tek bir alfabe düşmezdi satırlara.