Sesler arşa uzanıyordu “Allah” diye…
Biz mesafelerin çok gerisindeydik.
Geç kalınmış zamanların yasaklıları…
Yaşadığı zamanın zavallılarıydık.
Yetişememiştik …
Yetişememiştik o çöl diyarında yetişen gülü görmeye…
Nasipsiz zamanların tiryakiliğine aldanmışlardık.
Yazıklı ve eyvahlı kavgaların kıskacında kendini kaybetmişler arasındaydık.
Yıldızlar geceye selama durduğunda…
Göğün kapıları açıldığında…
Sesler arşa “Allah” lafzıyla ulaştığında, bizler ne yazık ki daha doğmamıştık.
Yeryüzü berekete kanmıştı.
Hz. Amine, aminler arasında Muhammed’in sancısındaydı.
Ve Hz. Amine evladına yanmıştı.
O gelmeden daha adını İncil ve Tevrat yazmıştı.
Bilenler gelenin sevincinde, gelmesini istemeyenler yalanların esaretindeydi.
Köleler bekliyordu O’nu…
Diri diri toprağa gömülen kız çocukları bekliyordu.
Malları talan edilenler.
Hakkı elinden alınan yetimler bekliyordu.
Şefkati tatmamışlar, okşanmamış başlar bekliyordu O’nu…
“Gelse, ah bir gelse” diyen diller sükutta…
Gönül yangın ortasında…
Zaman ise güle varmaktaydı.
Merhamet katarları geçiyordu yüreklerin içinden…
İlmek ilmek yankılara, yumak yumak muştular değiyordu.
Uykusuzlara kutlu seherler, ölümü uyku sananlara kutlu bir direniş diriliyordu.
Zincirleri kırılası kalplerin gül kokan sabahlara karışan nefesi yetişiyordu bu bekleyişe…
İfritlerin aldanışına, Ahuramazda’nın yok oluşuna, putların kırılmasına sadece anlar kalmıştı.
Bedene küsmüş ruha, sabaha yakın düşe, söze hüküm veren manaya sadece vuslat kalmıştı.
Güneşin şahitliğine, yıldızların secdeye duruşuna, ayın ikiye ayrılmasına sadece bir sürur kalmıştı.
Cılız yalanlar örselemişti dünyayı…
Deseni kaybolmuş izbe kentlerin alnına yağmalanmış bir hüzün değmişti.
Zembereğinden boşalmıştı zaman…
Ve akşamlar güneşe talip olmuştu.
Şairlerin tükenmişti ilhamı…
Kralların bölünmüştü hülyası…
Adına adanmıştı kainat…
Adına aydınlanmıştı nurlar…
Sen geldiğinde ahval öğrenecekti muhayyileyi…
Sen geldiğinde kalemler saf tutacaktı.
Geldiğinde sen, amansız kalabalıklar kaskatı kalacaktı.
Yıldızların ayakları yere değiyordu.
Gökyüzü başına yıldırımları çekiyordu.
Güneş gölgeye düşman kesiliyordu.
Fırtınalar kopmaya direniyordu.
O geliyordu çünkü.
Sen geldiğinde senin gülüşüne vurulanlar, eğreti tutkuları fırlatıp atıyordu.
Tutsağı oldukları medeniyetsizliğin kapısına asma kilitler vuruluyordu.
Sen, yalnızlıkları kalabalıklarda çoğalttın.
Ateşi suya sevdirdin. Suya ateşi…
Dikene gülü öğrettin, bülbüle gülü…
Faniye ebedi söyledin, ebede ezeli…
Ölümlüye firaki sevdirdin, firake visali…
Bizim bahtımıza sensiz nisanlar düştü.
Sureti gül kokusunda hissetmeye çalışmak düştü.
Mesul olduğumuz günlerin ağır yüküyle, günahların tehdit ediciliğiyle şefaatini dilemek düştü.
Yarı yolda kalmışlığın ezikliğiyle en başa dönüp avuçlarımızdaki kirlerden önce arınmak düştü.
Vehimlerin ve vesveselerin zincirlerinden kurtulmak düştü önce bize..
Ve sonra…
Tekbirler geçen gönlümüze senan değdi.
Semamıza inayetin… Gözümüze hüsnün erdi.
Çilemiz nar olup yandığında, sabrımıza sedan değdi.
Yanılgının hicabına gül çehrenin canı değdi.
Sensizlik içimizde niyaza dönüştü bir gün.
Kabul olunmuş dualarda bulduk seni…
Seni istemek istemeyi bilmekti.
Umutlarımızın kaçamak yaptığı zamanları bir duaya değiştik.
Atan nabzımızın ritmi değişti.
İçimizdeki küllerin rengi değişti.
Ve titreyen gecelerimizin rüyası değişti sonra…
Seni bulmak için yattık en derin uykularımıza…
Sana varmak için çıktık en kutlu yolculuğumuza…
Bimarhaneye dönen günlerimizi, viraneye dönen sermayemizi, hapishaneye dönen yağmalanmış bu şehri bırakıp geldik bir gün kapına…
Ve dönüşlerimiz hep ağlamaklı.
Yine geleceğimizin umuduyla…
Sen geldin. Ve yıldızlar dile geldi.
Tekbirler getirdiler sabaha karşı.
Sen Geldin Baharlara Gül Değdi. Ellerimize ellerin…
Ve hanemize Medine’nin ıtırları değdi.
Yüreğimizin ta ortasına elif ve mim yazıldığından beri özlemekteyiz seni…
Seni ve bize hayat vereni…
Sözümüze ses değdi.
Günümüze selamın.