12 Ekim 2014

FATİHA SÛRESİ






FATİHA SÛRESİ
(Mekede nazil olmuştur, yedi âyetir) 
1- Rahman ve Rahim olan Alah'ın adıyla 
2- Hamd; âlemlerin Rabı Alah'a mahsûstur. 
3- Rahmân'dır, Rahîm'dir. 
4- Din gününün mâlikidir. 
5- Yalnız Sana ibâdet ederiz ve yalnız Senden yardım dileriz. 
6- Bizi dosdoğru yola ilet. 
7- Nimete erdirdiklerinin yoluna, Gazaba uğrayanların ve dalâlete düşenlerinkine değil. 

 Fatiha sûresi, Mekî (Meke'de nazil olmuş) bir sûredir. İbn Ab-bâs, Katâde ve Ebu'l - Âliye böyle zikrederler. Medine'de indiği de söylenir. Bunu Ebu Hüreyre, Mücâhid, Ata İbn Yesâr ve Zührî nakle-derler. İki kere nazil olduğunu, birinin Medîne dönemine, diğerinin Meke dönemine rastladığını söyleyenler de vardır. Birinci görüş daha doğrudur. 

Çünkü Alah Teâlâ «Sana Seba' el-Mesânî'yi verdik» buyurmuştur. Şüphesiz ki en iyisini Alah bilr. Bu sûrenin yedi âyet olduğunda ihtilâf yoktur. (Amr İbn Übeyd sekiz, Hüseyin el-Ca'fî ise altı âyetir der. Her iki kavil de şâz'dır).

 Ancak besmelenin başlı başına bir âyet olup olmadığı tartışmalıdır. Kûfe'li Kurâ'nın tümü ile sahabe ve tabiînden bir topluluğun görüşü böyledir. Daha sonra gelen bilginlerden de bir grup bu görüşe katılmıştır. 

Âyetin bir kısmıdır veya başlangıçta âyet değildir diyenler ise Medîne'li Kura'dır. Yeri gelince belirtileceği gibi bu konuda fakîhler üç ayrı görüşe sahiptirler. Müfesirler dediler ki; bu sûrenin kelimeleri yirmibeştir, harfleri se yüz onüçtür. 

İmam Buhârî, Tefsir kitabının başında der ki (Fatiha sûresine) «Ümmü'l - Kitâb = kitabın anası» adı verilmiştir; çünkü Mushafların yazılşına onunla başlanır ve namazda Kur'an okumaya Fatiha ile başlanır. Denildi ki, bu adın verilmesinin sebebi; Kur'an'ın bütün muhtevasının bu sûredeki mânâya râci' olmasındandır. 

İbn Cerîr der ki: Araplar her işin bütününe veya başlangıcına —ardından gelen bölümler varsa— bu hepsinin önderi veya anası hükmünde olduğu için ona «ana» adını verirler. Nitekim beyni kaplayan «leriye başın anası adı verilr. Askerlerin altında toplandıkları sancağa da ana adı verilr. 

Bu konuda şâir Zürimme'den de bir şâhid getirilir İbn Cerîr der ki: Meke'ye «Ümmü'l - Kura = kasabaların anası» adının verilmesi hepsinin önümle yer almasındandır. Diğerleri ondan sonra gelmektedir. Çünkü yeryüzü onun altında yuvarlanmıştır, denilir. Bu sûreye Fatiha adı da verilr, çünkü Kur'an okunmaya onunla başlanır. 

Sahâbe-i Güzîn Mushaf-ı Şerifi yazmaya onunla başlamışlardır. «Seb'al - Mesânî» adı verilmesi de doğrudur. Çünkü namazda iki kere tekrarlanır ve her rek'âta okunur. Kaldı ki, Mesânî kelimesinin daha başka anlamları da vardır ki biz yeri gelince İnşâalah onlardan bahsedeceğiz. İmâm Ahmed der ki; bize Yezîd İbn Hârûn. Ebu Hüreyre'den nakleti ki Rasûlulah (s.a.) Kur'an'ın anası hakında şöyle buyurmuştur : «Fatiha Kur'an'ın anasıdır, o iki kere tekrarlanan yedidir ve ö yüce Kur'an'ın kendisidir.» imâm Ahmed ayrıca bu hadisi İsmail ibn Ömer ibn Ebu Zi'b'den rivayet eder. 

Ebu Ca'fer Muhammed İbn Cerîr el-Taberî der ki; bana Yûnus. Ebu Hüreyre (r.a.)'dan nakleti ki, Rasûlulah (s.a.) şöyle buyurmuştur: «O (Fatiha) Kur'an'ın anasıdır. O kitabın fâtiha'sıdır ve iki kere tekrarlanan yedidir.» Hafız Ebu Bekr Ahmed İbn Mûsâ İbn Merdûveyh tefsirinde der ki, Ahmed İbn Muhammed İbn Ziyâd. Ebu Hüreyre (r.a.)'den nakleti ki, Rasûlulah (s.a.) şöyle buyurmuştur: «Elhamdülilahi Rab-bi'l - Âlemîn, yedi âyetir.

 Bunlardan birisi Bismilâhirahmânirahîm’dir. 
O iki kere tekrarlanan yedi ve yüce Kur'an'dır. O kitabın anası ve fâtiha'sıdır.» Darekutnî de aynı şekilde bu hadîsi Ebu Hüreyre'den merfû olarak rivayet eder ve râvîlerinin hepsinin de sika olduğunu söyler. Beyhakî de Hz. Ali, İbn Abâs ve Ebu Hüreyre'den rivayet eder ki, onlar «Seb'al - mesânî» iki kere tekrarlanan yedi tabirini fatiha olarak tefsir etmişler ve Besmelenin de bunun yedincisi olduğunu belirtmişlerdir. Besmeleden bahsedince bu konunun devamı gelecektir. 

 Fatiha Sûresinin Önemi: 
İmâm Ahmed İbn Hanbel (r.a.) «Müsned» adlı eserinde der ki; Yahya İbn Saîd. Ebu Said İbn el-Mualâ'dan nakleder ki o şöyle demiş : Ben namaz kılyordum, Resûlulah (s.a.) beni çağırdı, ben namazımı kıldım sonra Resûlulaha icabet etim. 
Yanına geldiğimde buyurdu ki: «Bana gelmekten seni alıkoyan nedir?» «Ey Alah'ın Rasûlü ben namaz kılyordum,» dedim. Buyurdu ki; Alah Teâlâ : «Ey iman edenler, sizi hayat verecek şeylere çağırdığı zaman; Alah'a ve Rasûlüne icabet edin. Hem biln ki, Alah şüphesiz kişi le kalbi arasına girer. Ve muhakak ona dönüp toplanacaksınız.» (En-fâl, 24) buyurmadı mı? Sonra devam eti; «Ben sana Mescid'den çıkmazdan önce Kur'an'ın en büyük sûresini öğreteceğim» dedi ve elimden tutu. Mesciden çıkmak isteyince dedim ki; ey Alah'ın Rasûlü, «Mesciden çıkmazdan önce Kur'an'ın en büyük sûresini öğreteceğim buyurmuştunuz» dedim. 

O, «evet Elhamdülilahi Rabi'l - Âlemîn,» İşte o, iki kere tekrarlanan yedi ve bana verilen yüce Kur'an'm kendisidir» buyurdu. Bu hadîsi Buhârî de rivayet eder. Ebu Dâvûd, Neseî ve İbn Mâce de Şu'be kanalıyla muhtelif yolardan rivayet ederler. Vâkidî ise Muhammed İbn Muâz el-Ensârî yoluyla Übey İbn Kâ'b'dan nakleder. 

İmam Mâlik îbn Enes'in «el-Muvata» adlı eserinde, dikat edilmesi gereken bir husus yer alır: Mâlik'in, A'lâ İbn Abdurahman İbn Ya'kûb'tan rivayetine göre; İbn Âmir'in kölesi Ebu Saîd onlara şu bilgiyi aktarmış: Rasûlulah (s.a.) Übey İbn Kâ'b'ı namaz kılarken çağırmıştı, o namazını bitrince Peygamberin yanma vardı. (Râvî der ki) Rasûlulah (s.a.) elini elimin içine koydu, mescidin kapısından çıkmak istiyordu ve şöyle buyurdu : «İsterim ki mescidin kapısından çıkmadan önce Tevrat'a, İncil'de, Kur'an'da benzeri nazil olmamış bir sûreyi öğrenesin.» 

Übey İbn Kâ'b (r.a.) diyor ki: Ben ya-raş yavaş yürümeye başladım. Onu bekliyordum, sonra dedim ki: Ey Alah'ın Rasûlü, bana vadetiğin sûre hangisidir? Buyurdu ki: «Na-saa başladığın zaman ne okuyorsun?» Ben de Elhamdülilahi Rabi'lÂlemîn» sonuna kadar okudum. 

Rasûlulah (s.a.) buyurdu ki: «İşte o bu sûredir, o, iki kere tekrarlanan yedi ve bana verilen yüce Kur'an'-ın kendisidir.» Burada nakledilen Ebu Saîd, İbn el-Mualâ değildir. Ancak İbn el-Esîr «Cami el-Usul» adlı eserinde böyle sanmıştır. Ondan sonra gelenler de bu zana tâbi olmuşlardır. Zira Ebu Saîd tbn el Muâlâ En-sâr'dan bir sahabedir. Buradaki Ebu Saîd ise Huzâa kabilesinden bir tâbiîndir. O hadîs sahîh ve mutasıldır. Bu hadîs ise eğer bu Ebu Saîd. Übey İbn Kâ'b'tan onu işitmemişse münkatı'dır. Şayet ondan işit-mise —Müslim'in şartına göre— yine münkatı'dır. Doğrusunu Alah bilr. 

Kaldı ki, Übey İbn Kâ'b'tan başka bir şekilde rivayet edilmiştir. Nitekim İmâm Ahmed der ki, bize Afân. Ebu Hüreyre (r.a.) den rivayet eti ve dedi ki; Rasûlulah Übey İbn Kâ'b'ın yanına giti, o namaz kılyordu. Ey Übey, dedi fakat o, Rasûlulah'a icabet etmedi. Sonra ey Übey dedi, Übey yavaş davrandı. Sonra Rasûlulah (s.a.)'in yanına vardı ve dedi ki: «Alah'ın selâmı üzerine olsun ey Alah'ın Rasûlü.» Alah'ın Rasûlü de : «Şana da Alah'ın selâmı olsun ey Übey, ben seni çağırdığım zaman gelmen gerekmez miydi? Seni bundan alıkoyan nedir?» Übey dedi ki: Ey Alah'ın Rasûlü namazda idim. Hz. Peygamber dedi ki: «Alah Teâlâ'nın vahyetiği âyete şöyle buyurulduğunu görmedin mi?» «Ey iman edenler, sizi hayat verecek şeylere çağırdığı zaman; Alah'a ve Rasûlüne icabet edin. Hem biln ki, Alah şüphesiz kişi le kalbi arasına girer. Ve muhakak ona dönüp toplanacaksınız.» (EnfâU 241. 

Evet ey Alah'ın Rasûlü dedi, bir daha tekrarlamam diye ekledi. Rasûlulah buyurdu ki: «Sana ne Tevrat'a, ne İncil'de, ne Zebur'da ve ne de Kur'an'da benzeri olmayan bir sûreyi öğretmemi ister misin? Ben evet ya Rasûlulah dedim. Rasûlulah (s.a.) buyurdu ki: «Umarım ki sen onu öğreninceye kadar ben bu kapıdan dışarı çıkmayayım. Sonra Rasûlulah (s.a.) elimi eline aldı, benimle konuşuyordu, söz bitmeden önce kapıdan dışarı çıkmasından korkarak yavaş davra-myordum. Kapıya yaklaştığımızda dedim ki: 

«Ey Alah'ın Rasûlü bana vad etiğin sûre hangisiydi?» Buyurdu ki: «Namazda ne okursun?» (Übey İbn Kâ'b) diyor ki, ona Kur'an'ın anasını okudum, O da buyurdu ki nefsim yed-i Kudretinde olan Alah'a yemîn ederim ki, Alah ne Tevrat'a, ne İncil'de, ne Zebur'da ye ne de Kur'an'da onun gibisini ndirmemiştir, o iki kere tekrarlanan yedidir.» Tirmizî, Kuteybe yoluyla Ebu Hüreyre (r.a.)'den bu hadîsi nakletikten sonra ilâve olarak, «O, iki kere tekrarlanan yedi ve bana verilen Yüce Kur'andır buyurmuştur» der, sonra da bu hadîsin sahîh ve hasen olduğunu belirtir.
 Aynı konuda Enes İbn Mâlik'ten de bir rivayet nakledilr. Abdulah İbn İmâm Ahmed, İsmail'den. O da Ebu Hüreyre'den, o da Übey İbn Kâ'b'tan bu hadîsi benzer şekilde veya yaklaşık olarak uzun uzadıya rivayet eder. Tirmizî ve Neseî ikisi de Ebu Ammâr yoluyla. Ebu Hüreyre ve Übey İbn Kâ'b'tan Rasûlulah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu naklederler :«Alah ne Tevrat'a, ne İncil'de Kur'an'ın anasına benzer bir (sûre) indirdi, o iki kere tekrarlanan yedidir. O benimle kulum arasında iki parçaya bölünmüştür.» Neseî'nin ifâdesi budur. 

Tirmizî de bu hadîs, hasen ve garîbtir der. İmâm Ahmed der ki; bize Muhammed. Câbir'den rivayet eder ki o şöyle demiş : Rasûlulah (s.a.)'in yanına vardığımda su-taşıyordu. Alah'ın selâmı üzerine olsun dedim. O, bana karşılk vermedi. (Câbir diyor ki:) Alah'ın selâmı üzerine olsun dedim yine bana karşılk vermedi. (Câbir diyor ki:) Alah'ın selâmı üzerine olsun ey Alah'ın Rasûlü dedim o bana karşılk vermedi. (Câbir diyor ki:) Rasûlulah (s.a.) yürümeye başladı, ben arkasında idim, nihayet o bineğinin olduğu yere vardı. Ben de mescide girdim ve üzüntülü olarak oturdum. Rasûlulah (s.a.) yanıma geldi, temizlenmişti senin de üzerine Alah'ın selamı rahmeti ve bereketi olsun dedi, senin de üzerine Alah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi olsun, senin de üzerine Alah'ın selâmı rahmeti ve bereketi olsun dedi. 

Sonra buyurdu : Ey Câbir'in oğlu Abdulah, sana Kur'an'daki sûrelerin en hayırlısını haber vereyim mi? Evet ya Rasûlulah dedim. Elhamdülilâhi Rabi'l Âlemîn'i sonuna kadar oku, buyurdu. Bu isnâd sağlamdır. Bu isnâda sözü edilen İbn Aidi büyük imamlar tarafından hücet olarak kabul edilr. Abdulah ibn Câbir ise sahabedir. İbn'el-Cevzî'nin zikretiğine göre bu zât, Abdidir. Doğrusunu Alah bilr. Denilir ki bu Abdulah İbn Câbir el-Ensarel-Beyazîdir. 

Hafız İbn Asâkir böyle zikretmiştir. Bu hadîsi ve benzerlerini deli getirerek bazı âyet ve sûrelerin diğer bazılarından üstün olduğu belirtilmiştir. Nitekim İshâk İbn RâheveyhEbu Bekr İbn el-Arabî ve Malikîlerden İbn'el Ğafar'ın aralarındabulunduğu bilginlerden çoğunun nakletiği budur. Diğer bir gruba göre sûrelerin arasında hiç bir üstünlük yoktur. 

Hepsi Alah'ın kelamıdır, üstünlük atfetmenin üstün sayılmayanın küçüklüğüne sebep olması ihtimâli vardırKurtubî'nin Eş'arî'den, Ezu Bekir el-Bâkılâni’den, Ebu Hakîm İbn Hibân el Büstî'den, Ebu Hayân'dan ve Yahya ibn Yahya'dan nakletikleri bunlardır. 

İmam Mâlik'ten de böyle rivayet edilmiştir. Buharî Kur'an'ın faziletleri babında der ki; Muhammed îbn el nr-a. Ebu Saîd el Hudrî'den nakleti ki, o şöyle demiş :Biz bir bir yerde konaklamıştık. 

Bir genç kız geldi ve dedi ki: «Kabilenin efendisini yılan soktu (iyiye yorumlamak için yılan sokana selîm deniyordu) erlerimiz de yoktur, aranızda rukye yapan var mıdır? 
Aramızdan bir erkek kalktı —ki biz onun rukye yaptığını bilmezdik— rukye yaptı ve adam iyileşti, ona otuz koyun emreti, bize de süt içirdi. Dönünce dedik ki; güzel rukye yapar miydin? Yoksa rukye yapmaya mı çalıştın? Dedi ki hayır, ben sadece Ümmü'l - Kitab (fatiha sûresi) ile rukye yaptım. 

Dedik ki hiçbir şey söylemeyin ta ki Rasûlulah'a gidelim ve suâl edelim. Medine'ye geldiğimizde durumu Hz. Peygambere anlatık dedi ki, rukye olduğunu nereden bilecek, koyunları taksim edin ve bana da bir pay ayırın.» 

Ebu Ma'mer der ki; bize Abdü'l Vâris. Ebu Saîd el Hudrî'den böylece rivayet eti. Müslim ve Ebu Dâvûd, Hişâm tarikiyle bu hadîsi rivayet etiler. Müslim'in bazı rivayetlerinde de Ebu Saîd el-Hudrî'nin kendisi o selîmi (yani yılan sokmuşu) rukye yapmıştır. (Yılan sokmuşa selîm demelerinin sebebi tefâül idi.)Müslim Sahîh'inde, Neseî sünen'inde, Ebu'l Ahvas Selâm İbn Selîm İbn Abâs'tan rivayet eder ki; o şöyle demiş ; Biz Resûlulah (s.a.) ile beraberdik, onun katında Cebrail de vardı. O sırada yukardan bir ses işiti. Cebrail gözünü semâya dikti ve dedi ki, bu gökte açılmış öyle bir kapıdır ki hiç bir zaman açılmamıştır. 

Ve devam eti; ordan bir delik açıldı, bir melek indi ve Hz. Peygambere gelerek dedi ki: «Sana verilen iki ışıkla müjdelerim ki senden önce hiçbir peygambere onlar verilmemişti. 

(Bunlar) Fatiha sûresi ve Bakara sûresinin sonudur. Ondan hiç bir harf okunmamıştır ki sana verilmiş olmasın;» 

Bu, eseî'nin ifadesidir.Müslim'de de buna benzer bir başka hadîs vardır - Müslim der ki; bize İshâk İbn İbrâhîm el-Hanzâlî. EbuHüreyre (r.a.)'den nakleder ki Rasûlulah (s.a.) 
«Her kim ki içinde Kur'an'ın anası okunmayan bir namaz kılarsa eksiktir, tamamlanmamıştır» demiş ve üç kere tekrarlamıştır. 

 Ebu Hüreyre (r.a.)'ye biz,imamın arkasında duruyoruz denildiğinde, o içinden oku dedi. Çünkü ben Rasûlulah (s.a.) dan şöyle dediğini duydum : Alah Aze ve Cele buyurmuş ki namazı benim ile kulum arasında ikiye ayırdım kulumun istediği kendinindir. O,“Elhamdulilahi Rabi’l-alemin” deyince, Alah der ki kulum bana hamdeti. “Er-Rahmani’r-Rahim” deyince, kulum bana sena eti buyurur. “Maliki yevmidin” deyince, kulum beni övdü buyurur. (Bir başka seferinde de kulum bana her işini havale eti buyurur.) “İyake na’budu ve iyake nestain” deyince Alah Teâlâ; «bu, benimle kulum arasındadır ve kulumun istediği kendisinindir buyurur. “İhdina’s-Sırata’l-Mustakim. Sıratalezine en’amte aleyhim. Ğayri’l-Mağdubi aleyhim veledalin.” deyince,

 Alah Teâlâ; «bu, kulum içindir ve kulumun istediği kendisinindir.» buyurur. Neseî bu hadîsi İshâk İbn Râhûyeh'ten böylece rivayet etmiştir. Aynı şekilde Kuteybe'- nin. Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayetleri de vardır. Buradaki yarısı benim, yarısı da kulumundur ve kulumun istediği kendinindir, metnini İbn İshâk A'lâ'dan da rivayet etmiştir. 

Müslim de İbn Cüreyc'in A'lâ'dan ve Ebu Saîd'den böyle bir rivayetini nakleder. Keza İbn Ebu Üveys'in A'lâ'den, onun da babasından ve Ebu Saîd'den, onların da Ebu Hüreyre'den bu hadîsi nakletiklerini rivayet eder. Tirmizî ise bu hadîs hasendir der. 

Ben Ebu Zür'a'ya sorduğumda, gerek A'lâ'nm babasından ve gerekse Ebu Saîd'den nakli sahihtir dedi. Bu hadîsi Abdulah İbn İmâm Anmed de, A'lâ'dan ve Ebu Hüreyre'den uzun uza-dıya nakleder. İbn Cerîr der ki bize Salih İbn Mismâr el-Mervazî. Câbir İbn Abdulah'tan nakleti ve dedi ki; Rasûlulah (s.a.) şöyle buyururdu : Alah Teâlâ buyurdu ki: Ben namazı kulumla kendi aramda ikiye ayırdım. Onda kulumun kendisi için istediği vardır. Kulum “Elhamdulilahi Rabi’l-alemin” dediğinde, Alah Teâlâ, kulum bana hamdeti der, “Er-Rahmani’r-Rahim” dediğinde, kulum bana sena eti der. Sonra, bu benim, serisi onun der. Bu hadîs bu şekliyle garîbtir. Evelâ, bu hadîste Fatiha için salât (namaz) lafzı kulanılmıştır, maksat kırâetir. 

Nitekim Alah Teâlâ bir âyet-i kerîmede şöyle buyurur:
 «Namaz kılarken sesini yükseltme, gizli de okuma, ikisi ortasını faul.» (İsrâ, 10)'«Namaz kılarken»'den maksad; namazda okurken demektir. 
Bu husus İbn Abas'tan. nakledilen sahîh bir hadîste tasrîh edilmiştir. Keza bu hadîste de «namazı benimle kulum arasında ikiye ayırdım, yarısı benim, yarısı kulumun ve kulumun istediği kendinin-ür.» buyurulmuştur. Sonra bu taksimin tafsilâtı anlatılmış ve Fâti-ba'mn okunuşu zikredilmiştir. Bu da namazda kırâetin yüceliğine de-ület eder. Namazın en büyük rükünlerinden birisi olduğunu gösterir. 

Çünkü Fâtiha'ya ibâdet ve namaz terimleri ıtlak olunup bununla ibâdetin bir bölümü yani kıraet kasdedilmiştir. Tıpkı kırâet lafzı ile na-r-.ai kasdedildiği gibi. Burada maksat sabah namazıdır. Nitekim bu İBSUS Buhârî ve Müslim'de sarahaten vârid olmuştur. Alah Teâlâ gece jaeiekleriyle gündüz meleklerini ona şâhid kılar denmiştir. Bütün bcnlar gösteriyor ki namazda kırâet gerekir ve bu hususta ulemânın ic^ifakı vardır. Lâkin ihtilâf ikinci bir husustadır ki bunu aşağıda be-İmeceğiz. Buna göre namazda Fâtiha'dan başka bir şey gerekir mi, joksa. Fatiha veya bir diğer âyet yeterli midir? Bu konuda iki meş-r.ir görüş vardır. 

Ebu Hanîfe'ye ve onun arkadaşlarından kendisine uyanlara göre; Fatiha şart değildir. Kur'an'dan ne okunursa yeterlidir. Bu görüşlerine deli olarak şu âyet-i celîeyi gösterirler. «Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun.» (Müzemmil, 20) Ayrıca Buhârî ve Müslim'in sahihlerinde Ebu Hüreyre'den nakledilen hadîste Rasûlulah (s.a.)'ın, «Namaza kalktığın zaman, tekbîr al, sonra kolayına geleni oku» buyurduğunu deli gösterirler ve derler ki; «Rasûlulah, kolay gelenin okunmasını emretmiş, Fâtiha'yı tayin etmemiştir.» Bu da bizim görüşümüzü destekler. İkinci görüş uyarınca namazda Fatiha okumak belirlenmiştir. 

Fatiha olmadan namaz tamamlanmaz.
 Bu (Ebu Hanîfe'nin dışında kalan) diğer imamlardan İmam Mâlik, Şafiî, 
Ahmed İbn Hanbel ve arkadaşlarıyla Cumhur-u Ulemânın görüşüdür. 
Onlar şu Hadîs-i şerifi deli gösterirler. 

Rasûlulah (s.a.) :«Kur'an'ın anasını okumadan na- maz kılan kimsenin namazı eksiktir» buyurur. Hadîs'in metninde geçen “”El-Hidac” kelimesi hadîsin devamının da tefsir etiği gibi eksikliktir. Keza bu imamlar Buhârî ve Müslim'de Zührî'den nakledilen şu hadîsi delî göstermektedirler : 

Zühri. Ubeyde İbn Sâmit'en nakleder ki, Rasûlulah (s.a.) şöyle buyurmuştur : 
«Fâtiha'yı okumayan kişinin namazı tamâm olmaz.» 

İbn Hüzeyme, İbn Hıbân Ebu Hüreyre (r.a.)'den naklederler ki 
Rasûlulah (s.a.) şöyle buyurmuştur :«İçinde Kur'an'ın anası okunmayan namaz tamâm değildir.» 
Bu konuda hadîsler pek çoktur. Münazara şekli çeşitlidir. 

Bizim burada onları zikretmemiz uzun olur. Me'hazlarına işaret etik. Alah cümlesine rahmet eylesin.
 Şafiî mezhebine ve ilm ehlinden bir topluluğa göre; Fâtiha'nın her rek'ata okunması vaciptir. Diğer bir kısmı ise rek'atların çoğunda okunması gerekir derler. 

Hasan el-Basrî ve Basralıarın çoğunluğu ise «Fatiha okumayanın namazı yoktur.» hadîsini mutlak olarak alırlar ve namazda her rek'ata Fatiha okumanın vacip olduğunu belirtirler Ebu Hanîfe ve arkadaşlarıyla, Sevrî ve Evzaî ise Fatiha okumanın belirtilmediğini, onun dışında herhangi bir âyet okunsa da Alah Teâlâ'nm :«Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun» 

(Müzemmil, 20) âyetine dayanarak yeterli olduğunu belirtirler. Doğruyu Alah bilir 

İbn Mâce, Ebu Süfyân el-Sa'dî'nin hadîsinde Ebu Nadre ve Ebu Saîd'den merfû' olarak nakleder ki: Rasûlulah (s.a.) «farz veya başj. ka (namazda), her rek'ata fatiha ve bir sûre okumayan kişinin namaza yoktur.» buyurmuştur. Bu had Üçüncü bir husus ise, imâma uyan kimseye Fatiha okumanın vacip olup olmaması konusudur. Bu konuda bilginlerin üç görüşü vardır: a) İmâma vacip olduğu gibi (yukardaki hadîslerin umûmuna binâen) imâma uyana da Fatihayı okumakvaciptir. 

b) İmâma uyan kimseye, ne Fatiha, ne de başka bir âyet okumak vacip değildir. İster cehrî ister gizli okunan namazda olsun hiçbir şey okumak gerekmez. İmâm Ahmed İbn Hanbel Müsned'inde, Câbir İbn Abdulah'ın Rasûlulah (s.a.)'dan rivayet etiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «İmâmı olan kişiye imâmın okuması kırâetir.» Ancak bu hadîsin isnadı zayıftır. Mâlik, Vehb İbn Keysân'dan o da Câbir'den bu hadîsi rivayet etmiştir. Bu hadîs başka yolarla da rivayet edilmiştir ki bunlardan hiçbirisinin Rasûlulah'a isna dı sahîh değildir. Alah en doğrusunu bilendir. c) Yukarda geçtiği gibi, gizli okunan namazlarda imâma uyanın kırâeti vaciptir, ancak cehrî namazlarda vacip değildir. 

Nitekim Müslim'in sahihinde Ebu Mûsâ el-Eş'arî'den rivayet edildiğine göre Rasûlulah (s.a.) şöyle buyurmuştur: «İmâm, imâma uyulmak için öngörülmüştür. Binâenaleyh tekbîr aldığı zaman tekbîr alın, okuduğu zaman dinleyin» ve hadîsin devamı da zikredilr. Ebu Dâvûd, Tirmizî, Neseî, ibn Mâce gibi Sünen sahibi imamlar da böylece rivayet etmişler ve Rasûlulah (s.a.)'in «Kur'an okunduğu zaman susun» kavlini nakletmişlerdir. Müslim İbn Hacâc da aynı şekilde bunu sağlam saymıştır. Bu iki hadîs, bu görüşün sıhatına delâlet eder ki Şafiî merhûm'un eski görüşüdür. Doğrusunu ancak Alah bilir. 

İmâm Ahmed İbn Hanbel merhûm'dan da bu görüş nakledilr. Bu mes'elenin burada zikredilmesinin sebebi; Fatiha sûresinin diğer sûreleri ilgilendirmeyen bazı özel hükümlerini açıklamaktan ibaretir. Hafız Ebu Bekr el-Bezâr. Enes (r.a.)'den Rasûlulah (s.a.) :n şöyle buyurduğunu nakleder,: «Yanını yatağa koyduğunda; Fatihayı ve İhlâs'ı okuduğunda ölümden başka her şeyden emîn olmuşsun-iur.» [2]

İSRALİYAT



İSRALİYAT

İsrâliyât Rivayet tefsirinin zayıf noktalarından birisi de bu tür tefsirlere İsrâilyâtın fazlasıyla sızmış olmasıdır, lsrâilyât terimi ile; yalnızca yahûdî kaynaklı fikirler değil, aynı zamanda Hıristiyan kaynaklı fikirler ve bunların ikisinin karışımından ibaret olan Bâtınî ve Gnostik (irfânî) fikirler de kasdedilr. 
Yahûdî kaynaklı fikirler anlamına lsrâilyât denmesinin nedeni, bu fikirlerin tefsirlerde daha çok yer almış olmasındandır. 

Bilindiği gibi, Isrâîl; Hz. Ya'kûb'un adı veya lakabıdır. Hz. Yâkûb (a.s), Kur'-ân'da sözü edilen oniki Yahûdî boyunun (Esbât) atasıdır. 

Bu sebeple Kur'ân-ı Kerîm yahûdîlerden, daha çok Benu Isrâîl (İsrâîloğuları) şeklinde sözeder. İslâm kaynaklarının ifâdesine göre, Isrâîl kelimesi İbrânîce Alah'ın kulu anlamına gelmektedir, îsrâilyât ise, az Önce de belirtiğimiz gibi diğer dinlerin yanı sıra daha çok Yahûdî menşe'li fikirler için kulanılan bir ta'bîrdir. lsrâilyât haberleri metin ve sened bakımından sahîh olan ve olmayan haberler diye ikiye ayrılabilr. 

Bazılarının senedi zayıftır, bazılarının da metni zayıftır. Metni ve senedi sahîh olupta muteber hadîs kitâblarında da yer almış bulunan yahûdîlerle ilgil haberler, İslâm bilginleri tarafından makbul sayılmıştır. îsrâîloğuları ile ilgil birçok uydurma haberler Hz. Peygamber'e mal edilmiştir. 
Sözgelimi Bâbîl hükümdarı Buhtunasr'ın İran hükümdarı olarak gösterildiği ve yediyüz yıl hükümdarlık yaptığının zikredildiği Hüzeyfe İbn Yemmân'dan rivayet edilen hadîs bunun örneğidir. (Taberî, XV, 2). Resûlulah (s.a) genelikle îsrâilyâtm nakledilmesini yasaklamıştır. 

Nitekim Ebu Hüreyre'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber zamanında yaşayan Ehl-i Kitâb Tevrât-ı ibranca okuyor ve onu müstumanların anlaması için arapça tefsîr ediyorlardı. Bunun üzerine Resûlulah (s.a) şöyle buyurmuştu: Ehl-i Kitabı ne tasdik ediniz, ne yalanlayınız. Sadece; biz, Alah'a ve bize indirilmiş olana îmân etik." (Bakara, 136) deyiniz, buyurmuştu.

 (Ahmed İbn Hanbei, Müsned, IV, 136) Taberî'nin ifâdesine göre; Abdulah İbn Mes'ûd;ehl-i Kitaba birşey sormayınız, onlar size doğru yolu gösteremezler çünkü kendileri sapıtmışlardır. Aksi takdîrde hakı yalanlar ya da bâtıl tasdîk edersiniz, demiştir. 

(Taberî, XXI, 3) Buhârî'nin Abdulah İbn Abâs'tan nakline göre; o da şöyle demiştir: Ey müslü-manlar topluluğu; Alah'ın peygamberine indirmiş olduğu ve Alah'ın en yeni haberlerini İhtiva eden, sizin de okuduğunuz kitabınız hiç bozulmadan yanınızda bulunduğu halde, Ehl-i Kitâb'a nasıl sual soruyorsunuz? Halbuki Alah Teâlâ; Ehl-i Kitâb'ın Alah'ın yazdığını değiştirdiğini ve kitabı eleriyle tahrif edip az bir pahaya satmak için; bu, Alah katındandır, dediğini size bildirmiştir. Size gelen bilgi, onlardan soru sormaktan sizi alıkoymaz mı? Alah'a andolsun ki; onlardan hiçbir kişinin size indirilmiş olanla ilgili sorular sorduğunu görmedim. (Buhârî, Kitâb'ül-itsâm, bâb, 25) 

Ahmed İbn Hanbel'in Câbir'den nakletiğine göre; Hz. Ömer Tevrat'an bir parçayı (bir kitâb) arapça istinsah edip Resûlulah'a gelmiş ve okumaya koyulmuştu. O, okudukça Resûlulah (s.a)'uı yüzü değişiyordu. Ansâr'dan bir kişi Hz. Ömer'e: Ey Hatâb'ın oğlu, yazıklar olsun sana. Resûlulah (s.a)'ın yüzünü görmüyor musun? demişti. Resûlulah (s.a) bunun üzerine şöyle buyurmuştu: Ehl-i kitaba birşey sormayınız. 

Çünkü onlar sapıtmış olduklarından sizi asla hidâyete sevkedemezler. Doğrusu siz, ya bir gerçeği yalanlar veya bir bâtıl tasdîk etmiş olursunuz. Alah'a andolsun ki; Mûsâ, aranızda bulunmuş olsaydı; ona bana tâbi olmaktan başka bir şey yapmak helâl olmazdı. (Ahmed İbn Hanbel, Müsned, II, 378) Ve yine Ömer İbn Hatâb'ın; Kâ'b ei-Ahbâr'ın konuşmasını yasakladığı ve onu ülkesine tekrar sürgün etmekle tehdîd edip şöyle buyurduğu kaynaklarca ifâde edilr: 

Ya öncekilerin sözlerini bırakırsın, ya da seni maymunlar ülkesine ulaştırırım. (Remzi Na'na', el-Isrâîliyât ve Eseruha fi Kütüb'it-Tefsîr, 87) Aynı konuda İbn Kesîr'in Hz. Ömer'den naklediği son derece mânîdâr ifadeler için bkz. Hadîslerle kur'an-ı Kerîm Tefsîri, VII, 4031-403. Ne var ki Buhârî gibi bazı güvenilr kaynaklarda yer alan hadîslerde Resûlulah (s.a)'ın isrâîloğularından nakilere izin verdiği de belirtilmektedir. 

Sözgelimi Abdulah ibn Amr ibn Âs'ın nakletiğine göre; 
Resûlulah (s.a) şöyle buyurmuştur: Bir âyet de olsa benden tebliğ edin ve Isrâîloğularından nakledin. Bunda bir beis yoktur Kim de bana kasıtlı olarak yalan isnâd ederse cehenemden yerini hazırlasın. (Buhârî, Kitâb'ûl-Enbiyâ, 50; Müslim, Kitâb'üz-Zühd, 72) Tercîh hususunda îcâbederse gramer yönlerini de inceleyip araştırır. 
Fakat Taberî kişilerin yalnız kendi görüşlerine göre Kur'ân'ı tefsir etmelerine karşı çıkar. Sahabe ve tabiînden nakledilen bilgiye başvurmanın gerektiğini şidetle savunur. Onlardan nakledilen rivayetlere dayanılması gerektiğini belirterek sahîh tefsirin böyle olması icâbetiğini söyler. 
Geçmiş bilgileri değerlendirmeden doğrudan doğruya kendi görüşüyle Kur'ân-ı tefsîr edenlerin, bilgisiz olduğunu ve eserlerinin hatadan ârî olmayacağını belirtir. 
Mücâhid veya Dahâk gibi, Abdulah İbn Abas'tan rivayet aktaran zevatın rivayetlerini kaydetikten sonra, çoğu kere bu tür eleştirilerini serdeder.
 Sözgelimi Yûsuf sûresinin 49. âyetini kendi görüşlerine göre tefsîr edenlere karşı şöyle der: seleften te'vîl ehlinin görüşlerinden haberdâr olmayan ve Kur'ân'ı Arap sözlerine uygun olarak kendi görüşüyle tefsîr edenlerden bazıları buradaki "O zaman sıkıp sağlarlar" kavlini yağmurla kuraklıktan ve kıtlıktan kurtulurlar, şeklinde yönlendirenler buradaki sıkma anlamına gelen kelimesinin kurtuluş anlamına geldiğini idia ederler ve bunun için de Ebu Zeyd et-Tâi'den ve Lebîd'in sözünden örnekler getirirler. 
Bu, yanlış olduğuna şehâdet etmek üzere, sahabe ve tabiînden ilm ehli herkesin karşı çıktığı bir te'vîl tarzıdır, (Taberî, Câmi'ül-Beyân, XI, 138) Keza Bakara sûresinin 165. âyetiyle ilgil olarak, yahûdîlerin kalblerinin maymun-laştırıldığını, kendilerinin maymun haline döndürülmediğini ve bu âyetin bir örnek olarak sunulduğunu ifâde eden Ebu Necîh'in Mücâhid'den nakletiği rivayeti İbn Cerîr Taberî şöylece eleştirir: 
Mücâhid'in söylediği bu söz, Alah'ın kitabının açık olarak delâlet etiği söze aykırıdır. (Taberî, Câmi'ül-Beyân, I, 252-253). İbn Cerîr Taberî mücered re'y ile tefsîre, karşı çıktığı gibi, tefsîrinde rivayetleri zikrederken isnâdlar üzerinde de önemle durur. Rivayeti nakleden râvîlerin güvenilir olup olmadığım ve rivayetin yeterli olup olmadığını iyice cerh ve ta'dîl eder. 
Ayrıca İbn Cerîr Taberî, tefsîrinde ümmetin icmâ etiği konulara önem verir ve kendisinin tercîh etiği görüşlerde icmâa ağırlık kazandırır. 
Mesele Alah Teâlâ'-nın "Şayet erkek eşini bir daha (üçüncü kez) boşarsa; artık ondan sonra kadın, başka bir kocaya nikahlanıp varıncaya kadar ona helal olmaz". (Bakara, 230). kavlinin tefsîrinde şöyle der: Alah Teâlâ "Başka bir kocaya nikahlanıp varıncaya kadar ona helâl olmaz." kavli ile hangi nikâhı kasdetmeştir? 
Cinsel temas (cima1) şeklinde olan nikâhı mı yoksa evlendirme akdinden ibaret olan nikâhı mı? diye birisi soru soracak olursa; her ikisi de, diye karşılk verilr. 
Şöyle ki: Bir kadın bir koca ile evlik nikâhı yapar ancak koca bu nikâhla karısıyla cinsel temâsda bulunmazsa; yani onu .nikahlamış, ancak boşayıncaya kadar onunla cinsel temasta buîunmamışsa, birinci kocaya o kadın helâl olmaz. 

Keza bir kişi nikâhsız olarak o kadınla cinsel temasta, bulunursa; yine ilk kocaya kadın helâl olmaz. Çünkü bü konuda ümmetin hepsinin İcmâi; vardır. 
Durum böyle olduğuna göre; Alah Teâlâ'mn 
"Başka bir kocaya nikahlanıp varıncaya kadar ona helâl olmaz" kavlinin ancak sahîh bir nikâhla nikahlanıp onunla cinsel temasta bulunduktan sonra birinci kocaya helâl olabileceği şeklinde ondan boşanırsa, te'vîl edilmesi gerektiği ortadadır. 

Şayet denilrse ki: Alah Teâlâ'mn kitabında cinsel temas zikredilmemiştir, o halde âyetin sizin söylediğiniz anlaşma delâleti ne iledir? Buna denilir ki: Âyetin bu mânâya geldiğine dâir deli; bütün ümmetin bu konuda icmâ' etmiş olmasıdır. (Taberî, Câmi'ül- Beyân, I, 290-291). İbn Cerîr'in tefsîrinin bir diğer özeliği de âyetlerdeki kırâet farklıkları üzerinde durması ve bu kırat farklıklarına dayalı olarak da farklı anlamlara geleceğini belirtmesidir. 

O güvenilmese de muhtelif kırâetleri kaydetikten sonra kendi görüşünü zikretmektedir. Bilndiği gibi, İbn Cerîr Taberî'nin kendisi de meşhur kırâet âlimlerinden birisidir. Hatâ onun onsekiz cild tutarında kırâete dâir özel bir eser te'lîf etiği, burada meşhur ve şâz kırâetlerin hepsini delileriyle şerh edip açıkladığı kaynaklarca ifâde edilmektedir. Ancak birçok eseri gibi, bu kitabı da günümüze ulaşmamıştır. 
(Yakut, Mu'cem'ül-Udebâ, XVII, 45). İbn Cerîr Taberî, tefsirinde Kâ'b el-Ahbar, Vehb ibn Münebih, ibn Cüreyc, Südî ve başkalarına dayandırdığı pek çok isrâih'yât haberlerini de kendi isnâdıyla nakleder. Ancak bu rivayetleri aktardıktan sonra, teker teker eleştirip kendisinin tercih etiği rivayetleri belirtir. Bu derece isrâilyâta yer vermesinin nedeni, bir tarihçi olarak antik kültürleri iyi tanımasıdır. Isrâilyâtı naklederken Taberî dinî ve dünyevî bakımdan faydası olmayan ayrıntıları girmez. 

Sözgelimi Mâide süresindeki (12-14), gökten havarilere indirildiği ifâ,de edilen sofradaki yemek çeşitleriyle alâkalı olarak isrâilîya'ta dayalı rivayetleri nakletikten sonra, şöyle der: Sofrada bulunan şeylerle ilgil söylenebilecek en doğru söz; burada yenecek bazı şeylerin bulunduğudur. Bu yiyeceklerin ekmek ve balık olması caiz olduğu gibi, cenet meyvelerinden bir meyve olması da caizdir. Ancak bunu bilmenin yararı olmadığı gibi, bilmemenin de zararı yoktur. 

(Taberî, Câmi'ül-Beyân, VI, 8). Keza Yûsuf sûresinde (20) "onu ucuz fiyata birkaç dirheme satılar." kavlin-deki "birkaç" lafzıyla yirmi, oniki, kırk ve benzeri rakamların kastedildiği konusundaki klasik tefsirlerde yer alan rivayetleri zikretikten sonra şöyle demektedir: Bu konuda sözün doğrusu şöyle denilmesidir: Alah Teâlâ, onların Yûsuf'u belirsiz, sayıl birkaç dirheme satıklarını haber vermekte ne ağırlık olarak, ne de rakam olarak bir meblağ tayîn etmediklerini bildirmektedir. 

Rasûlulah (s.a) tan da ne yazıyla, ne de haber yoluyla bir delî gelmemiştir. Bu rakamın yirmi ki veya kırk olması, daha fazla veya az olması muhtemeldir. Ama her halükârda bu rakam sayıl bir mikdâr ise de belirli değildir. Bu mikdârın ve meblağın bilnmesinde dine bir fayda gelmeyeceği gibi, bilnmemesinde de herhangi bir zarar gelmeyecektir, indirilen âyetin zahirine inanmak farzdır, ötesini bilmeye gelince; bu konuda bize bir külfet yük-lenmemiştîr.

 (Taberî, Câmi'ül-Beyân, XI, 103). ibn Cerîr Taberî, rivayetlerin yanı sıra kelimelerin dil bakımından kulanılşlarını da nazar-ı itbâra almıştır. Bazı açıklamaları diğerine tercih ederken olsun ya da müşkil ibareleri açıklarken olsun o kelimenin lügat bakımından kulanılşını, da-yanılabilecek bir esâs olarak değerlendirmiştir. 

Sözgelimi Hûd süresindeki (40) "buyruğumuz gelip sular kaynamaya başlayınca" kavlindeki lafzıyla ilgil muhtelif rivayetleri açıkladıktan sonra şöyle der: Bize göre, tenûr lafzının te'vî'-liyle ilgil sözlerin en uygunu; bunu ekmek pişirilen tandır anlamına geldiğini söyleyenlerin sözüdür. Çünkü araplan sözünden anlaşılan budur. Alah'ın kelâmı, ancak o lafzın mânâlarının araplan yanında en yaygın ve en meşhur olanına tercih edilmesi ile anlaşılabilr. Meğer ki bunun tersine bir delî bulunsun ve o, kabul görsün. Zira senası yüce olan Hak Teâlâ araplara hitâb ederken, onlara maksadını anlatmak için hitâb etmiştir. Ve arapların kendi aralandabirbirlerine hitâb etmiştir. Ve arapların kendi aralarında birbirlerine hitâb ederken kasdetikleri anlamı bildirmek için hitâb etmiştir.

 (Taberî. Câmi'ül-Beyân, XI, 25). İbn Cerîr Taberî eski arap şirine de, çokça müracat edip onları delî olarak kulandığı gibi, nahiv ve sarf konularında Basralı ve Kûfeli dil bilginlerinin görüşlerine de müracat eder. Bazen Basralıarın görüşünü tercîh eder, bazen da Kûfelie-rin görüşünü. Bu bakımdan tefsîr bir gramer hazinesi olma niteliğini de korur. Fakat gramerle ilgil açıklamalara başvururken nakletiği görüşler arasından birini tercîh etmek ve bu tercîhe mesned teşkil etmek üzere başvurur. Taberî'nin tefsirinin bir diğer özeliği, de fıkhî hükümlere geniş yer vermesidir. Her fakîhin görüşünü özetleyip açıkladıktan sonra, kendi görüşünü ve tercihini belirterek neden tercîh etiğini sağlam ve tutarlı delilerle izah eder. Ayrıca âyetleri tefsir ederken, itîkâdî konulara ve kelâmî mevzulara da yer verir.

 Ehl-i Sünet adı verilen mezheplerin görüşlerini savunan Taberî, Cebir ve irâde hüriyeti gibi konularda Ka-deriyeye, Mu'tezileye ve diğer, fırkalara karşı çıkar. Görülüyor ki; İbn Cerîr Taberî.'nin tefsîri hem kendinden önceki kaynakları derlemiş ve değerlendirmiş olması, hem de muhtelif tefsîr ekolerinin fikirlerini yansıtması bakımından rivayet tefsirlerinin en büyüğü ve en önemlisidir.

 Diğer taraftan gramer fıkıh ve kelam gibi konulara ağırlık vermesi nedeniyle, tefsîr tefekürünün gelişmesinde bir başlangıç ve atılm noktası olduğu gibi; daha sonra kurulacak olan dirayet tefsirine zemîn hazırlamıştır. Kısacası Dâvûdî'nin; Muhammed Abdulah tbn Ahmed el-F,erganî*den nakletiği gibi, ibn Cerîr kitâblarının hepsini tefsirinde bütünleştirerek güzeleştirmiş, hükümleri açıklamış, nâsih ve mensûhu, müşkil ve garibi, mânâyı ve te'vîl ehlinin ihtilâflarını beyân etmiştir. Mânânın ve hükümlerin te'vîlini açıkladıktan sonra, kendince sahîh olanı belirtmiştir. 

Kur'ân'ın i'râbında, harflerinde mülhidlerin onun hakındaki sözlerinde, kısalarında, gerek ümmet ve gerekse kıyametle ilgil haberlerde ve daha bunların dışında baştan sona kadar keli- me kelime, âyet âyet hârikalar ve hikmetleri ihtiva eden kitabıyla, her biri başlı başına bir ilmin muhtevasını teşkîl edecek bir kitâb olmak üzere bir bilgin bu tefsîrden onlarca kitâb tasnif edebilr. 

(Dâvûdî, Tabakât-'ül- Müfesirîn, 23. Bu eseri Mu'cem'ül-Udebâ müelifi Yâkût.kısaca şöyle tanıtyor: tbn Cerîr Taberî; tefsirinde tasnif edilmiş tefsîr kitâblarını zikrederek 
İbn Abâs'tan beş tarîk, 
Saîd İbn Cübeyr'den iki tarîk, 
Mücâhid İbn Câbir'den üç tarîk, 
Hasan el-Basrî'den üç tarîk, 
Ikrime'den üç tarîk, 
Dahâk ibn Müzahim'den iki tarîk,
 Abdulah İbn Mes'ûd'dan bir tarîk ile rivayet nakletmiştir.
 Abdurahmân îbn Zeyd İbn Eslem'in tefsirinden, İbn Cüreyc'in tefsirinden, Mukâtil İbn Hibân'ın tefsirinden aktarmıştır. Ayrıca müfesirlerden şöhret bulmuş hadîsleri de nakletmiştİr. Bu kitâbta gerek duyduğu miktarda müsnedler de yer alır. Ancak güvenilmeyen hiçbir tefsîre yer vermemiştir. 

Bu kitâbta Muhammed İbn Said el-Kelbî'nin, Mukâtil İbn Süleyman'ın, Muhammed İbn Ömer el-Vâkidî*nin kitâblandan hiçbir şey almamıştır. Çünkü ona göre bunlar, hakında bazı sözler söylenmiştir. Alah en iyisini bilendir. 
Tarih, siyer ve arapların haberlerine dâir konulara başvurulduğunda, Muhammed ibn Saîd el-Kelbî'den ve onun oğlu Hişâm'dan ve Muhammed İbn Ömer el-Vakidî'den ve benzerlerinden gerek duyduğu kaynakları almıştır. Ancak başkalarında bulunması mümkün olmayan kısımları ihtiyâç duyunca bunlardan almıştır. 
Kelâm ve Maânî ilmine dâir konularda Ali İbn Hamza el-Kisâî, Yahya ibn Ziyâd el-Ferâ, Ebu Hasan el-Ahfeş, Ebu AH Kutrub'un ve diğerlerinin kitâblandan ihtiyâç duyduğu takdîrde yeterince almıştır. 

Çünkü bunlar Maâni ilminde söz sahibi kişilerdir. Maânî ve I'râb bunlardan alınır. Bazan onların sözlerini alırken adlarını da vermemiştir. Bu kitâb on bin varak tutarındadır. Yazının büyüklüğüne veya küçüklüğüne göre bu miktar azalıp çoğalabilr. (Yâkût, Mu'cem'ül-Udebâ, XVII, 64-65) Ebu'Bekir el-Hatîb, Kadı Ibn KâmiFin şöyle dediğini nakleder: Dört kişinin yaşamasını isterdim. Bunlar Ebu Ca'fer et-Taberî, Berberî, Ebu Abdulah Ibn Ebu Hayseme ve Ma'merî. Çünkü bunlardan daha anlayışlı ve daha kuvetli hafızaya sahîb olan kimseyi tanımıyorum. Rivayete göre Taberî, tefsirini yazmadan evel üç yıl boyunca istihareye yatarak Cenab-ı Alah'tan kendisine yardım etmesini dilemiş ve buna mazhar olmuştur (Dâvûdî, Tabakât'ül-Müfesirin, I, 13) Vefat etiğinde saçları ve sakalında siyahlık henüz çokmuş. 

Teni esmere yakınmış, cismi nahîf, boyu uzunca imiş. Fasîh konuşurmuş. (Dâvûdî, A.g.e, I, 14) (İbn Cerîr Taberî hakında daha geniş bilgi için bkz. Hatîb el-Bağdâdî Tarih Bağdâd, I, 162-170; Yakut, el- İrşâd, IV, 423-462; MüCem'ûMJdebâ, XVII, 64-65; Sübkîjabakât'üş-Şâfüye, I, 135-140; Zehebî, Tezkiret'ül- Hufâz, I, 251-252; İbn Tağriberdî, en-Nücûm'üz-Zâhire, II, 265; Ibn Halikân, Vefeyât'ül-A'yan, IV, 191-192; Dâvûdî, Tabakât'ül-Müfesirîn, I, 107-14; Brockelman, G.A.L. (Arapça çeviri) II, 45-50; İslâm Ansiklopedisi, Taberî mad.; Zehebî, et-Tefsîr ve'l-Müfesirûn, I, 205-24; Ö. Nasûhî Bitmen, Büyük Tefsîr Tarihi, I, 363- 368)[1]

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...