26 Aralık 2018

İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN




İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN

Seyyid Meytatarun Hicabı En Güçlü Korunma Duası Budur Okuyun !!! -






Seyyid Meytatarun Hicabı
En Güçlü Korunma Duası Budur Okuyun !!! - 

BİN MUHTEŞEM GÜNEŞ





BİN MUHTEŞEM GÜNEŞ

MUHTEŞEM İMPARATORLUĞU YIKANLAR







MUHTEŞEM İMPARATORLUĞU YIKANLAR

HOMERİC. MOĞOL KURDU






HOMERİC. MOĞOL KURDU

OSMANLI İMPARATORLUĞU...... (1-2-3-4-5) CİLT




OSMANLI İMPARATORLUĞU
(1-2-3-4-5) CİLT

CUMHURİYET TARİHİ YALANCILARI


CUMHURİYET TARİHİ YALANCILARI
CUMHURİYET TARİHİ YALANCILAR ile ilgili görsel sonucu
Cumhuriyet tarihini doğru anlamak yaşamsal bir zorunluluktur. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti, emperyalizmin birkaç asırlık oyununu bozan Türk Kurtuluş Savaşı sonrasında kurulmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nu adım adım bölüp parçalayarak yok eden emperyalizm, Türk ulusuna en ciddi darbeyi vurmaya hazırlanırken Anadolu’da Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde hiç ummadığı bir direnişle karşılaşmış, bu direnişe boyun eğmek zorunda kalmış ve dahası, daha iyi sömürebilmek için, hep ortaçağ karanlığında, hurafelerin bataklığında görmek istediği Türkiye’nin çağdaşlaşmasını büyük bir şaşkınlık ve endişe içinde izlemiştir.
Ancak emperyalizm hiç vazgeçmemiştir. Evet! Sıkıştıkça Türkiye’yi bölüp parçalamaktan vazgeçmiş gibi görünmüş; ama bilinçaltında ve sümen altında hep Türkiye’yi bölüp parçalamaya yönelik planları saklı tutmuştur. Emperyalizm, dün Sevr Projesi diye Türkiye’ye dayattıklarını bugün “demokrasi”, “insan hakları”, “AB Uyum Yasaları” ve BOP olarak Türkiye’ye dayatmaktadır. Örneğin, dün Sevr Antlaşması’yla Türkiye’ye dayatılan Anadolu coğrafyasında bir Kürdistan ve Ermenistan kurma planı, bugün başka adlarla Türkiye’ye dayatılmaktadır. Özetle, aradan geçen 87 yıla rağmen emperyalizmin Türkiye üzerindeki “böl, parçala, yönet” biçiminde özetlenebilecek olan planları pek de fazla değişmemiştir. Bu bir paranoya değil, gerçeğin soğuk yüzüdür!
Emperyalizm, dünyanın her yerinde “silahla” yapamadıklarını “siyasetle”, “parayla” ve “toplum kontrolüyle” yapmayı denemiş ve genelde de başarılı olmuştur. Yani, Atatürk’ün dediği gibi, “Mesele Kurtuluş Savaşı’nı kazanmak değildir, asıl mesele, yeni bilim ve iktisat zaferlerine koşmaktır. ” Emperyalizmin niyetini ve yöntemini çok iyi bilen Atatürk, askeri zaferlerini; ekonomik, bilimsel ve kültürel zaferlerle “taçlandırmayan” ulusların emperyalizmin baskısından asla kurtulamayacaklarını da çok iyi bilmektedir. Bu yüzden ısrarla “Tam bağımsızlık” demiştir.
Atatürk’ün sağlığında pusuda bekleyen emperyalizm, Atatürk’ün ölümünden sonra hemen harekete geçerek 1919-1938 yılları arasında yapamadıklarını, 1938’den sonra yapmanın yollarını aramıştır. Bunun için de öncelikle “ekonomi” ve “siyaseti” kontrol etmeye çalışmıştır. Bir taraftan “para vererek” Türkiye’yi kendisine borçlandıran emperyalizm, diğer taraftan da Türk siyasetini kendi çıkarları doğrultusunda biçimlendirmiştir. Bu süreçte, emperyalizm içerdeki paraya düşkün işbirlikçilerle, aydınlanmamış kitlelerle ve karşı devrimcilerle çok sıkı bir ilişki kurmuştur.
Asırlık planlarını, Atatürk’ün sağlığında uygulama fırsatı bulamayan emperyalizm, Atatürk’ün ölümünden sonra özellikle Atatürk ve çağdaş cumhuriyet düşmanı “kadim yobazlarımızı” ve “II. Cumhuriyetçi” liboşlarımızı kullanmıştır. Bunların bir kısmı emperyalizmin “gönüllü hizmetkârıyken” bir kısmı da emperyalizmin “paralı askerleridir”.
Aslında emperyalizmin ekmeğine yağ süren cumhuriyet düşmanlığı, daha Kurtuluş Savaşı sırasında başlamıştır. İngiliz arşivlerindeki bazı belgeler, İngilizlerin, I. Meclis’te Atatürk’e karşı gelişen muhalefeti Kâzım Karabekir ve Rauf Bey gibi Atatürk’ün yakın silah arkadaşlarını kullanarak güçlendirmek istediğini gözler önüne sermektedir. Nitekim, Kurtuluş Savaşı sırasında öyle bir dönem gelmiş ki, I. Meclis’teki muhalifler, neredeyse Atatürk’ün Büyük Taarruz öncesinde başkomutan olmasını engelleyecek kadar güçlenmişlerdir.

İngilizler, Atatürk’ün Türkiye’yi, bağımsız bir cumhuriyete doğru götürdüğünü anladıklarında halife-sultana ve halifesultan yanlılarına sarılmışlardır. Bu süreçte Atatürk’ün silah arkadaşları bile Atatürk’ün karşısına dikilmiştir. Atatürk bu gerçeği Nutuk’ta şöyle ifade etmiştir:
"""Milli Mücadele’ye beraber başlayan yolculardan bazıları, milli bayatın bugünkü cumhuriyete ve cumhuriyet kanunlarına kadar gelen gelişmelerinde kendi fikir ve ruhlarının kavrama sınırları bittikçe bana direnmişler ve muhalefete geçmişlerdir. Ben milletin vicdanında sezdiğim büyük ilerleme kabiliyetini bir milli sır gibi vicdanımda taşıyarak aşama aşama bütün toplumsal hayatımıza uygulatmak mecburiyetinde idim."""
Emperyalizm, Türkiye üzerindeki amaçlarına ulaşmak için Atatürk’ün “bağımsızlık” ruhunu ve “çağdaşlaşma” idealini kırmak zorunda olduğunu çok çabuk anlamıştır. 
Bu nedenle bir taraftan Atatürk’e, diğer taraftan Kurtuluş Savaşı’na ve Türk Devrimi’ne saldırmıştır. Ancak bu saldırıları genelde emperyalistlerin kendileri değil, emperyalistlerin dümen suyuna girmiş olan “yerli işbirlikçiler” yapmıştır.
Emperyalizmin en güçlü silahlarından biri “tarih”tir. 19. yüzyılda büyük bir çılgınlıkla doğuyu sömüren emperyalist Avrupa, doğuya yönelik saldırılarına meşruiyet kazandırabilmek için “tarih” ve “arkeoloji” gibi bilimlerden yararlanmıştır. Emperyalist Avrupa, tarih ve arkeolojiyi kullanarak doğudaki eski uygarlıklara (Hititler, Frigler, Etrüskler, Sümerler vb) sahip çıkmış, böylece bir zamanlar o eski uygarlıkların yaşadığı topraklarda şimdi yaşayan doğuluları (Hintlileri, Türkleri vb) istilacı olarak adlandırmış, böylece kıyım ve katliamlarını, “atalarının eski yurtlarına dönmek” yalanı altında meşrulaştırmaya çalışmıştır.
Siyasi amaçlarına ulaşmak için tarihi kullanan emperyalizm,
19. yüzyıldan sonra güdümlü tarihçilere “kurgusal tarih tezleri” icat ettirerek bu tezleri tüm dünyaya “tarihsel gerçekler” diye yutturmuştur.
İşte Türkiye’yi de kendi çıkarları doğrultusunda biçimlendirmek isteyen emperyalizm, Atatürk, bağımsızlık ve çağdaşlaşma gibi değerlerin altını oymak için öteden beri birtakım güdümlü tarihçilerden, akademisyenlerden ve gazetecilerden yararlanmıştır ve yararlanmaktadır. Bunlar arasında özellikle Atatürk’e ve Atatürk devrimlerine düşmanlık besleyen “yobaz” kesimi kullanmak çok kolay olmuştur. Onlar, adeta emperyalizmin “gönüllü askerleri” olarak Atatürk’e, Kurtuluş Savaşı’na ve Türk Devrimi’ne saldırmışlardır.
Cumhuriyet Tarihi Yalancıları
Emperyalizmin güdümündeki “yobaz”, “liboş” ve “II. Cumhuriyetçi” tayfa, Türkiye’de “Resmi tarih yalan söylüyor” formülüyle hareket ederek, önce insanları bildiklerinin “yalan” olduğuna inandırmakta, daha sonra da şüphe içindeki insanlara, “Bu yalanlan düzeltiyoruz” diyerek kurgusal bir tarih yazmaktadırlar. Asıl yalan olan, bu yobaz, liboş, II. Cumhuriyetçi tayfanın yazdığı kurgusal tarihtir. Bunlar kelimenin tam anlamıyla cumhuriyet tarihi yalanlarıdır.
Evet! Resmi tarih de zaman zaman yalan söylemiştir. Ancak bu yalanlar hiçbir zaman emperyalizmin güdümündeki cumhuriyet tarihi yalancılarının yalanları boyutunda “kuyruklu yalanlar” değildir.
Özellikle Türkiye’nin ABD ve AB emperyalizmi çerçevesinde yeniden biçimlendirilmeye çalışıldığı bu günlerde cumhuriyet tarihi yalancılarını ve söyledikleri yalanları bilmek hayati önem taşımaktadır.
Cumhuriyet tarihi yalancıları, 1930’lardan beri bıkıp usanmadan “yalandan kim ölmüş” misali sürekli yalan üretmektedirler.
İşte belli başlı cumhuriyet tarihi yalancıları:
1. Mevlanzade Rıfat: I. Dünya Savaşı sonrasında Türk ordusuna ağır hakaretler eden ve bu yüzden Atatürk tarafından ağır şekilde eleştirilen Mevlanzade Rıfat, 1929 yılında Halep’te basılan ve 1933 yılında da Türkiye’de yayımlanan “Türkiye İnkılâbı’nın İç Yüzü” adlı kitabında söze “yakın tarih yalan söylüyor!” diye başlayarak cumhuriyet tarihini alt üst etmiştir! Atatürk’e ve çağdaş cumhuriyete düşmanlıkla kaleme alınmış bu kitapta gerçekler tersine çevrilmiştir. Örneğin, Mevlanzade’ye göre Kurtuluş Savaşı’nı Atatürk değil Vahdettin başlatmıştır! Bugünkü cumhuriyet tarihi yalancılarının “ağababası” odur.
2. Rıza Nur: Atatürk’ün 1927 yılında yazdığı Nutuk’’ta Arnavutluk isyanından dolayı eleştirdiği Rıza Nur, daha sonra yurt dışındayken kaleme alıp Atatürk’ün ölümünden sonra yayınlanmasını istediği “Hayat ve Hatıratım” adlı kitabında akla hayale gelmeyecek yalanlar ve iftiralarla Atatürk’e saldırmıştır. Örneğin, ona göre Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım bir genelev kadınıdır! Atatürk’ün babası ise belli değildir; “Atatürk, soyu sopu belli olmayan bir Makedonyalıdır!” Bu kitabı inceleyen uzman psikiyatrisler, Rıza Nur’un ruh sağlığının çok bozuk olduğu ve akli dengesinin yerinde olmadığı sonucuna varmışlardır (Bkz. Turgut Özakman, Dr. Rıza Nur Dosyası, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1995).
3. Said-i Nursi: 5. Şua’da Atatürk’e “deccal” ve “süfyan” diyen ve Atatürk devrimlerine karşı çıkan Nursi, Kurtuluş Savaşı’nın onurunun Atatürk’e değil Mehmetçiğe ait olduğunu belirterek, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’ndaki rolünü küçültmek hatta yok etmek için çok şeyler yazıp söylemiştir.
4. Kâzım Karabekir: Kurtuluş Savaşı’nın birincil kadrosu içinde yer alan ve özellikle Doğu zaferinin kazanılmasında başrolü oynayan Kâzım Karabekir Paşa, daha Kurtuluş Savaşı yıllarından itibaren Atatürk’le karşı karşıya gelmiş, özellikle cumhuriyetin ilanından sonra Atatürk’le yollarını tamamen ayırmış ve Atatürk’ün 1923’te kurduğu Halk Partisi’ne karşı 1924’te Türkiye’nin ilk muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurmuştur. Atatürk devrimlerinin neredeyse tamamına cephe alan Karabekir, 1925’de Şeyh Sait isyanıyla Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılması, ardından İzmir Suikastı’yla ilişkilendirilerek İstiklal Mahkemelerinde yargılanması, daha sonra da 1927 yılında Atatürk’ün Nutuk’unda ağır eleştirilere maruz kalması üzerine kaleme sarılarak Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’ndaki rolünü azaltan, buna karşı kendi rolünü arttıran kitaplar ve yazılar yazmıştır. Karabekir’in, “İstiklal Harbimizin
Esasları'" ve “İstiklal Harbimiz” adlı kitapları -cumhuriyet tarihiyle ilgili önemli gerçekleri de barındırmasına rağmenözellikle Atatürk’ün cumhuriyet tarihindeki rolünü büyük oranda çarpıtarak verdiğinden, çok dikkatle okunmalıdır. Örneğin, Karabekir Paşa, bu kitaplarında “Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nı istemiyordu, onu ben ikna ettim!” ve “Atatürk dinsiz ve namussuz olmamızı istiyordu\” bile diyebilmiştir.
5. Necip Fazıl Kısakürek: Ünlü şair Necip Fazıl Kısakürek, “Vabidüddin” ve “Büyük Vatan Dostu Sultan Vabidüddin” adlı kitaplarında, konuşmalarında ve yazılarında, bir taraftan Kurtuluş Savaşı’nı küçültmeye çalışırken, diğer taraftan bu savaşın başlamasında ve kazanılmasında Atatürk’ten çok Vahdettin’in etkili olduğu yalanını söylemiştir. Şair Necip Fazıl, sonradan kazandığı İslami kimliğini güçlendirmek amacıyla olsa gerek, kaçak HalifePadişah Vahdettin’e sahip çıkarak, onu aklamaya çalışarak kendince “Bir Müslümanı, bir Halifeyi korumuştur!” Ancak bunu yaparken, bir Müslümana yakışmayacak biçimde belge uydurmaktan ve açık gerçekleri çarpıtmaktan çekinmemiştir.
6. Kadir Mısıroğlu: Atatürk devrimlerine karşı olduğundan ara sıra Şapka devrimine tepki olsun diye “fes” giyen Mısıroğlu, “Lozan Zafer mi Hezimet mi?”, “Osmanoğullarının Dramı”, “Sarıklı Mücahitler”, “Geçmişi ve Geleceği İle Hilafet” adlı kitaplarında, yazılarında ve konuşmalarında Atatürk’e, Kurtuluş Savaşı’na ve Türk Devrimi’ne “küfredercesine” saldırmıştır. Bunu yaparken de bilinen bütün yakın tarihi tersyüz etmiş, örneğin, Kurtuluş Savaşı’nın aslında çok önemsiz bir mücadele olduğunu, I. İnönü ve Dumlupınar Meydan Muharebeleri’nin aslında olmadığını, Büyük Taarruz sonrasında Mustafa Kemal’in İzmir’e nasıl gittiğini bile bilmediğini, Vahdettin’in bir kahraman, Lozan’ın ise bir hezimet olduğunu söyleyebilmiştir. Onun tarihi belgeleri çarpıtırken ortaya koyduğu soğukkanlılık cidden etkileyicidir! Yakın tarihe hakim olmayan biri, özellikle onu dinlerken kolayca bildiklerini sorgular hale gelebilir. Özetle Mısıroğlu, yaşayan en büyük cumhuriyet tarihi yalancılarından biridir.
7. Fikret Başkaya: Solcu cumhuriyet tarihi yalancılarının ekolü Fikret Başkaya’dır. Onun, “Paradigmanın İflası” adlı kitabı, Kemalizmi, “Burjuva devrimi” diye tanımlayan Marksist dönmesi ve faşist Kürt kesimin başucu kitabıdır. Onun en popüler yalanı, “Kurtuluş Savaşı’nın antiemperyalist bir mücadele olmadığı; tam tersine Kürtleri ezen emperyalist bir mücadele olduğu” yalanıdır. Özellikle, Atatürk’ü ve cumhuriyeti Kürtlerle kavgalı gösterme modasını başlatan odur.
8. Prof. Yalçın Küçük: Cumhuriyet tarihini “altüst eden” Solculardan biri de Yalçın Küçük’tür! Araştırmalarına peşinen “bilinenleri altüst etmek” niyetiyle başlayan Küçük, “Türkiye Üzerine Tezler” ve “Aydın Üzerine Tezler” adlı kitaplarında Atatürk’ü ve Kurtuluş Savaşı’nı yeniden yorumlayarak, bilinenleri altüst etmek sevdasıyla gerçekleri epeyce eğip bükmüştür. Çerkez Ethem’i aklamaya çalışan, buna karşın İsmet Paşa’ya yüklenen Küçük, Kurtuluş Savaşı’nın antiemperyalist niteliğini ve Atatürk’ün bu savaştaki rolünü sorgulayanlardandır.
9. Abdurrahman Dilipak: Daha çok gazeteci kimliğiyle tanınan yazar Abdurrahman Dilipak, romantik üslubuyla çok ciddi cumhuriyet tarihi yalanlarına imza atmıştır. Onun yöntemi diğer cumhuriyet tarihi yalancılarından biraz daha farklıdır; çünkü o belgeleri çarpıtmaktan çok, hiç belge kullanmamaktan yanadır. “Arşivler kapalı! Dedemden duydum!” diyerek, mantıksal çıkarımlarla ve dini duygularla yakın tarihi yeniden yazmış, yalanda sınır tanımamıştır. Dilipak’ın, “Cumhuriyete Giden Yol” ve “Bir Başka Açıdan Kemalizm” adlı kitapları cumhuriyet tarihi yalanları klasiklerindendir.
10. Prof. İdris Küçükömer: İktisatçı kökenli düşünürlerden biridir. Türkiye’de sağ ve sol kavramlarının ters oturduğunu, CHP’nin aslında sağ bir parti olduğunu iddia ederek ünlenmiştir. 1960 sonrasında Yön’de yazdığı yazılarla tanınmıştır. Ant dergisindeki yazıları tartışma yaratmıştır. Milliyet gazetesindeki açık oturumlarda dönemin yerleşik yargılarını sorgulamıştır. Sonra 1973’de on yıllık bir suskunluğa bürünmüş ve daha sonra Yeni Gündem yazılarıyla tekrar ortaya çıkmıştır. Küçükömer’in ileri 
sürdüğü en önemli görüş, Türkiye’de devletin despotik niteliğinin sivil toplumun gelişmesi önündeki en büyük engellerden biri olduğudur. Başta Sencer Divitoğlu ve Selahattin Hilav gibi bazı aydınlarla birlikte Türkiye’nin toplumsal tarihine ilişkin çözümlemelerinde Asya Tip Üretim Tarzı kuramını gündeme getirmiştir. Türkiye’nin bugünkü sorunlarının kökeninde cumhuriyeti ve cumhuriyetin kuruluş felsefesini görmüştür. Kurtuluş Savaşı’nın antiemperyalist bir mücadele olmadığını ileri sürmüştür. “Düzenin Yabancılaşması”, “Batılılaşma” ve “Türkiye Üstüne Tartışmalar” adlı kitaplarında Kurtuluş Savaşı’nı, cumhuriyeti, Türk Devrimi’ni alabildiğince eleştirmiştir. En önemli cumhuriyet tarihi yalanlarından biri “DP’ye oy verenlerin Solun gerçek tabam olduğudur.” Küçükömer’in tezlerine cevap vermek için Doğan Avcıoğlu, dört ciltlik “Milli Kurtuluş Tarihi”ni yazmıştır.
Resim
11. Prof. Atilla Yayla: Kendisini “liberal” olarak tanımlayan Atilla Yayla, adeta kafayı Atatürk’e ve Kemalizme takmıştır. “Kemalizm, ilerlemeden çok gerilemeye tekabül etmektedir. ‘Kemalizm olmasaydı Türkiye medenileşemedi’ deniliyor. İlerleyen yıllarda bizlere neden her yerde bu adamın heykelleri ve fotoğrafları var diye soracaklar. Üstünü örtemezsiniz, bu eninde sonunda tartışılacaktır...” diyen Prof. Yayla, Anayasa’dan da Kemalizmin çıkarılmasını önermiştir. Yayla yazılarında ve “İki Cumhuriyet Kavgası” adlı kitabında Cumhuriyet tarihini ters yüz etmeyi denemiştir.
12. Prof. Mehmet Altan: Aslında bir iktisat profesörü olan, bütün eğitimini iktisat (ekonomi) üzerine alan Mehmet Altan, ne hikmetse bir tarihçiden çok cumhuriyet tarihi üzerine kafa yormuş; sadece kafa yormakla da kalmamış, bu konuda kimi çevrelerde çok ciddiye alınan tarih tezleri bile ileri sürmüştür. Örneğin, Atatürk’ün 1923’te kurduğu cumhuriyete karşı Demokrat Parti’nin 1950’den sonraki uygulamalarıyla başlayan süreci II. Cumhuriyet olarak adlandırmış ve I. Cumhuriyet’in “antidemokratik”, “baskıcı”, “ilerlemeye kapalı”; II. Cumhuriyetin ise “demokratik”, “özgürlükçü” ve “ilerlemeci” olduğunu iddia etmiştir. Yani uyanık Altan, bu millete “Karşı devrim” sürecini “demokrasi” diye yutturmaya çalışmıştır. Altan, “Birinci Cumhuriyet Üzerine Notlar”, “II. Cumhuriyet, Demokrasi ve Özgürlükler”, “II. Cumhuriyetin Yol Hikâyesi” adlı kitaplarında, yazılarında ve konuşmalarında Atatürk’e ve Atatürk cumhuriyetine adeta kin küsmüştür. İşte iktisat profesörü Mehmet Altan’ın Kurtuluş Savaşı ve Türk Devrimi konusundaki çarpıtmalarına birkaç örnek: “Milli kurtuluş savaşı, anti emperyalist bir hareket değildir... Çünkü Türk Yunan Savaşı’ndan bir yıl önce İngiliz Dış işleri Bakam böyle bir muhtemel savaşta tarafsız kalacağını açıklamıştır ve bunu notayla bildirmiştir.” Başka bir yalan: “Kurtuluş Savaşı’nda sanayileşme hareketinin adı vardır ama kendi yoktur. Olsa zaten bugün başka yerlere gelir, sanayi devrimini tamamlamış, köylülüğü bitirmiş, bilgi çağma eklemlenmiş bale gelirdik... O zaman niye cumhuriyet, Kemalizm bu sanayileşmeyi başaramadı?” Başka bir yalan daha: “Kemalizm, halka güvenmeyen bir elitler, seçkinler hareketidir... Halka güvenmediğin vakit kime güvenirsin, silahlı güçlere güvenirsin. İşte onlar kurmuştur cumhuriyeti. Yani ordu kurmuştur, halk kurmamıştır, ordu halka rağmen kurmuştur. Ve bir başkası: “Kemalizm ile demokrasinin bir araya gelmesinin hiçbir imkânı yoktur, birbirlerine tamamen zıttırlar... Kemalizm, tek sesliliği, otoriterliği, totaliterliği devletin hukuksal güvencesi altına alan bir rejimdir. 
Çünkü Kemalizm, tek parti demek, bunun dışında bir düşünce burada yasaktır demek...” Altan’ın, cumhuriyet tarihi yalanlarının tamamını buraya sığdırmamız olanaksızdır. Atatürk’ü, Kemalizm’i “antidemokratik”, “tek sesli” olmakla suçlayan Prof. Mehmet Altan’ın bugün Fethullah Cemaati’nin gazetelerinde yazması, televizyonlarında konuşması, kendisini adeta bu cemaatle özdeşleştirmesi, onun nasıl bir demokrat olduğunun çok iyi bir göstergesidir. Demek ki bir cemaate mensup olmak, o cemaatin sözünden çıkamamak demokratlık oluyor!
13. Doç. Dr. Halil Berktay: Liseyi Robert Kolej’de okuduktan sonra, lisans ve lisansüstü eğitimini 1968’de ekonomi alanında Yale Üniversitesi’nde tamamlamıştır. 1990 yılına kadar Aydınlık hareketinin içinde yer almıştır. Ekonomiden sonra yöneldiği tarih alanındaki doktorasını Birmingham Üniversitesi’nden 1991 yılında almıştır. Harvard, ODTÜ, Boğaziçi, Sabancı üniversitelerinde görev almıştır. Berktay, üstlendiği projeler için AB ve ABD (Soros Vakfı)’den yüklü miktarlarda bağışlar almıştır. “İzmir’in Yakılmasının Yarattığı Sosyal Travmalar” projesi için ABD’den 84.000 Avro, “Osmanlı İmparatorluğu ve Toplum Dersleri” projesi için Avusturya ve İsviçre hükümetlerinden 74.000 Avro, “Balkanlardaki Türk Ulusal Hafızasının İnşası: Türk Milliyetçiliğinin Orijini ve Erken Gelişimi” projesi için Almanya Eğitim Bakanlığı’ndan 99.000 Avro bağış almıştır. Berktay, “İzmir’in Yakılmasının Yarattığı Sosyal Travmalar” projesinde İzmir’i

Türklerin yaktığını ima ederek, bu sırada Rumlara etnik temizlik yapıldığını kanıtlamayı amaçlamış; “Balkanlardaki Türk Ulusal Hafızasının İnşası: Türk Milliyetçiliğinin Orijini ve Erken Gelişimi” projesiyle de İttihat ve Terakki’nin Balkanlar’da nasıl “milliyetçiliğe” yöneldiğini ve bu yönelim sonunda Ermeni soykırımının gerçekleştiğini kanıtlamayı amaçlamıştır. İşte Doç. Dr. Halil Berktay’ın bazı yalanları: “İzmir civarında yan gizli şekilde Rumlara etnik temizlik yapıldı. Bu olaylar Ermeni katliamının silahsız provasıdır.” (Milliyet, 7 Mart 2005). “İzmir’de Rumlara etnik temizlik yapıldı” yalanını söyleyen Berktay, 15 Mayıs 1919 ve sonrasında İzmir’de Türklere yapılan soykırımı nedense hiç dile getirmemiştir. Başka bir yalan: “Tehcir kanunu başlı başına bir etnik temizliktir. Ermeni oldukları için tehcir ediliyorlar. Günümüzde, öldürme unsuru hariç bu kadar dahi ‘jenosit’ tanımına giriyor,(Milliyet, 7 Mart 2005). Ve bir başkası: “Mustafa Kemal’in Ermeni tehcirini savunan tek bir demeci yoktur.(Milliyet, 7 Mart 2005). Bütün bu yalanlara burada cevap vermek olanaksız olduğundan sadece sonuncusuna -Mustafa Kemal’in Ermeni tehcirini savunan tek bir demeci yokturcevap vereceğim. Bakın ne demiş Mustafa Kemal: “Dünya kamuoyu, Ermeni ahalinin tehciri hususunda almaya mecbur kaldığımız karar için bize karşı haklı bir ithamda bulunamaz.” (Mustafa Kemal, 26 Şubat 1921).

14. Dr. Taner Akçam: ODTÜ İdari İlimler Fakültesi’ni bitirmiş, 1973’ten sonra ODTÜ-DER, ADYÖD gibi derneklerin kurucuları arasında yer almış, 1975’te yayma başlayan Devrimci Gençlik dergisinin sorumlu yazıişleri müdürü olarak, dergide Komünizm ve Kürtçülük propagandası yapıldığı iddiasıyla yargılanmış ve 1976’da tutuklanmıştır. 1977’de 9 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. 12 Mart 1977’de Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nden kaçmıştır. 1978-1995 yılları arasında Almanya’da siyasi mülteci olarak yaşamıştır. 1988 yılında Hamburg Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nde çalışmaya başlamıştır. 1995’te Hannover Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde “İttihat ve Terakki Yargılamaları ve Ermeni Kırımı” konulu doktora çalışmasını tamamlamıştır. Akçam, Minnesota Üniversitesi Tarih Bölümü’nde görev yapmaktadır. Akçam, Alman İstihbaratının “Ermeni Soykırımını Araştırma Masası’nın” Hamburg İncelemeleri Enstitüsü görevlilerindendir. “Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu”, “Türkiye’yi Yeniden Düşünmek” adlı kitaplarında, yazılarında ve konuşmalarında hararetle Ermeni olaylarım “soykırım” diye adlandıran, Kurtuluş Savaşı’na ve cumhuriyete yönelik ağır ithamlarda bulunan Akçam’ın yalanlarından biri şudur: “Ermeni soykırımı olmasaydı Ulusal Kurtuluş Savaşı diye bir şey olmazdı.” (Türkiye’yi Yeniden Düşünmek, s.58). “Türkiye’nin haksız bir devlet olduğunu kanıtlayacağım..” (www.his.online. de/mitarb/akcam.htm) diyen Akçam’ın patronu Tessa Hafman, Akçam’ı şöyle tebrik etmiştir: “Taner Akçam aferin! Türk Kurtuluş Savaşı’nın, Ulusal Devleti kuran savaşın aslında bir soykırım olduğunu bir Türk olarak ispatlamıştır.” Haşan Yalçın, “Dönekler” adlı kitabında haklı olarak Dr. Taner Akçam’nı uzmanlık alanını “Türkiye Düşmanlığı” olarak adlandırmıştır.

15. Prof. Cemil Koçak: Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Basın ve Yayın Yüksek Okulu’ndan mezun olan Cemil Koçak, “Siyaset ve Sosyal Bilimler” alanında doktora yapmıştır. Sabancı Üniversitesi’nde “tarih” hocalığı yapan Cemil Koçak, Tarih Vakfı’nın yayınladığı “Toplumsal Tarih Dergisi”nin yayın politikasını belirlediği dört kişiden biridir. 
Prof. Cemil Koçak son zamanların en önemli cumhuriyet tarihi çarpıtmacılarmdan biridir. “Kurtuluş Savaşı’nda yedi düvelle savaşmadık!” diyen Cemil Koçak’ın bazı cumhuriyet tarihi yalanları şunlardır: “İngilizler İstanbul’a yüz bin kişi ile geldiler, ama İngilizlerle savaşılmadı... 
Anadolu (da) çok büyük bir işgal yaşamadı. 
İşgal asıl Güneydoğu’da Fransızlar tarafından Gaziantep, Kahramanmaraş ve Urfa’da yaşandı. Batı Anadolu’da da Yunan işgaline karşı savaşıldı... Kurtuluş Savaşı üç yıl sürdü ve şehit-yaralı toplam 30 bin kişilik zayiatımız oldu. Kurtuluş Savaşı’nın pırıltılı hale getirilmesinin nedeni, cumhuriyete ve cumhuriyetle birlikte yapılanlara bir meşruiyet kazandırmak içindir...” 
(Neşe Düzel’in Söyleşisi, Radikal, 13 Kasım 2006).

Bunların dışında cumhuriyet tarihi yalanlarına sıkça başvuran belli başlı yazarlar şunlardır:
Burhan Bozgeyik, “Çerkez Ethem” ve “Mustafa Kemal’e Karşı Çıkanlar”.
Cemal Kutay, “Çerkez Ethem Hadisesi”,
Ahmet Kabaklı, “Temellerin Duruşması”
Haşan Hüseyin Ceylan, “Din Devlet İlişkileri”, (3 cilt).
Mustafa Müftüoğlu, “Yalan Söyleyen Tarih Utansın” (10 cilt).
Nihal Atsız, “Türk Ülküsü” ve “Dalkavuklar Gecesi”
Vehbi Vakkasoğlu, “Son Bozgun” ve “Bu Vatanı Terk Edenler”.
Mustafa Armağan, “ Yakın Tarih Küller Altında” (3 cilt)
Sevan Nişanyan, “Yanlış Cumhuriyet”
Emre Aköz, “yazılarında”
Prof. Mümtazer Türköne, “yazılarında”
Ayşe Hür, “yazılarında”
Prof. Murat Belge, “yazılarında”
Engin Ardıç, “yazılarında”

Ayrıca, Prof. Mete Tunçay, Dr. İsmail Beşikçi, Prof. Eric Jan Zürcher, Prof. Vamık Volkan, Prof. Şerif Mardin, Prof. Baskın Oran gibi akademisyenler dekitaplarında ve yazılarında ara sıra cumhuriyet tarihi yalanlarına başvurmuşlardır.
Bütün bu isimlere ekleyecek daha çok isim var ama yeter; mesele anlaşılmıştır sanırım....
Cumhuriyet tarihi yalancılarını üç grupta toplamak mümkündür:
1. Atatürk devrimlerini “din dışı” görerek Atatürk’e ve cumhuriyete saldıranlar: İslamcı kesim, cumhuriyetin Türkiye’yi İslami köklerinden kopardığını düşünerek Kurtuluş Savaşı’na ve Türk Devrimi’ne alabildiğince saldırmıştır ve saldırmaktadır. Bu saldırılarda aslında temel hedef Atatürk’tür (Bu saldırıların tamamen haksız ve maksatlı saldırılar olduğunu gösteren bir çalışma için bkz. 
Sinan Meydan, ATATÜRK İLE ALLAH ARASINDA, 
“Bir Ömrün Öteki Hikayesi”, 4.bs, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 2010). 
Özellikle 28 Şubat öncesinde Türkiye’de Atatürk düşmanlığında ve buna paralel cumhuriyet tarihi yalanlarında adeta bir patlama olmuştur. 
Necmettin Erbakan’ın kapatılan, Refah ve Fazilet partileri döneminde siyasi çevrelerden büyük bir destek gören cumhuriyet tarihi yalancıları, öncelikle bütün güçleriyle Atatürk’e yüklenmişlerdir. 
Soyundan, sopundan, dinine, imanına; askeri, siyasi hayatından kişisel hayatının en ücra köşelerine kadar Atatürk’e saldıran “yobaz öfke”, hızını alamayıp RP MKYK Üyesi Haşan Hüseyin Ceylan ve Haşan Mezarcı gibi şarlatanların öncülüğünde ve Fethullah’ın ışık evlerinde, yurtlarında ve dershanelerinde sistemli bir şekilde genç nesillerin beynini yalanlarla, iftiralarla doldurmuştur. 
2000’lere girerken “Yakın tarih yalan söylüyor” diye başlayan onlarca kitapta yüzlerce cumhuriyet tarihi yalanı Türkiye’ye saçılmıştır. Said-i Nursi, Necip Fazıl, Kadir Mısıroğlu, Haşan Hüseyin Ceylan ve son zamanlarda Mustafa Armağan bu grubun en tanınmış isimleridir.
Resim
(Milliyet 1 Aralık 1994)
2. Kişisel tatmin için Atatürk’e ve cumhuriyet tarihine saldıranlar: Bunlar biraz “narsist” tiplerdir. Özünde “iyi niyetli oldukları” bile söylenebilir. Bunlar, daha çok kişisel tatmin ve şöhret uğruna tarihi eğip bükenlerdir. “İleri sürdüğüm tezlerle resmi tarihin ezberini bozdum!” diye bas bas bağıran bu tiplere en iyi örnek Prof. Yalçın Küçük’tür.
3. Emperyalizmin gönüllü (bazen paralı) askeri olarak Atatürk’e ve cumhuriyet tarihine saldıranlar: En tehlikeli tipler bunlardır. Eğitimlerini genelde yurt dışında (daha çok ABD’de) tamamlamışlar, doktoralarım yine yurt dışında yapmışlardır. Birçoğu az ya da çok yurt dışındaki üniversitelerde (çoğu kez ABD’deki belli üniversitelerde) görev yapmıştır. Kendilerini genelde “liberal” olarak tanımlayan bu tipler, ülkemizde özellikle Bilgi, Sabancı ve Boğaziçi üniversitelerinde yuvalanmışlardır. Onları sıkça ekranlarda “Ermeni soykırımını tanıyalım! Tarihimizle yüzleşelim!” derken görürsünüz. Prof. Dr. Atilla Yayla, Doç. Dr. Halil Berktay, Dr. Taner Akçam bu gurubun en gözde isimleridir.
Belli Başlı Cumhuriyet Tarihi Yalanları
Türkiye’de kitaplarda, gazetelerde, dergilerde, televizyonlarda ve radyolarda bolca görmeye alıştığımız belli başlı cumhuriyet tarihi yalanları şunlardır:
Osmanlı’yı Atatürk yıkmıştır!
Kurtuluş Savaşı’nın başlamasında Atatürk’ün etkisi yoktur! Atatürk bu savaşa sonradan katılmıştır!
Kurtuluş Savaşı antiemperyalist bir mücadele değildir! İngilizlerle savaşılmamıştır!
Atatürk Kürtlere özerlik sözü vermiştir! Cumhuriyet Kürtleri yok etmek istemiştir!
Vahdettin hain değil kahramandır!
Atatürk manda ve himayeye taraftardır? Sivas Kongresi’nde ABD mandası kabul edilmiştir?
Çerkez Ethem hain değil, kahramandır!
I. İnönü Savaşı diye bir savaş yoktur!
Lozan Antlaşması zafer değil hezimettir?
İstiklal Mahkemelerinde on binlerce insan suçsuz yere asılmıştır!
Atatürk devrimleri din dışıdır, Atatürk dine karşıdır!
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi demokrasiye karşıdır!
Harf devrimi Türkiye’yi geçmişinden koparmış, halkı bir gecede cahil bırakmıştır!

Buna benzer yalanları çoğaltmak mümkündür...
İşte elinizdeki kitap, bu ve benzeri yalanlara “belgelerle” cevap vermek için kaleme alınmıştır. Amacım, hiç kimsenin kişilik haklarına saldırmak değildir... 
Amacım, Atatürk’ün, “Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır!” ilkesi doğrultusunda tamamen belge ve bilgilere dayalı olarak cumhuriyet tarihi yalanlarını ortaya koymak ve özellikle genç nesilleri bilgilendirip uyarmaktır.

Kitapta, “Atatürk”, soyadı kanunu öncesinde (1934) de “Mustafa Kemal” olarak değil “Atatürk” olarak adlandırılmıştır. 
Bu adlandırma, tarafımdan bilinçli olarak yapılmıştır. 
Atatürk adını ağzına almaktan bile çekinen “YOBAZ TAKIMINA” tepki olarak “Mustafa Kemal Atatürk”, doğumundan ölümüne kadar inadına hep “Atatürk” diye adlandırılmıştır.

Kitapta, 1919-1922 arasındaki dönemin gazetelerinden birebir alıntılara yer verilmiştir. Bilindiği gibi 1928 Harf devrimi öncesinde Arap alfabesi kullanıldığından gazeteler de Arap harfleriyle Osmanlıca çıkmaktaydı. 
Ben bu Osmanlıca gazetelerin geniş kitlelerce bugün anlaşılmayacağını düşünerek kitabımda bu gazetelerin birebir Latin harflerine çevrilmiş Türkçe tercümelerini kullandım. 
Ömer Sami Coşar’ın, dönemin gazetelerini birebir derleyip çevirdiği “İstiklal Harbi Gazetesi”nden yararlandım.

Kitapta, belgesel nitelikli fotoğraflara da yer verdim. Özellikle İstanbul’un İngilizlerce işgali, Anadolu’ya çıkarılan İngiliz işgal kuvvetleri, İşgalci Yunanlıların Anadolu’da yaptıkları maddi ve manevi yıkım ve Türk insanının olağanüstü fedakârlığını gösteren bu fotoğraflar, Kurtuluş Savaşı’nın ne kadar zor ve ne kadar önemli bir mücadele olduğunu kanıtlamaktadır.

Cumhuriyet Tarihi Yalanları’nı, “seri kitap” olarak düşünmekteyim. Elinizdeki kitap birinci cilttir. Cumhuriyet Tarihi Yalanları’nın diğer ciltleri önümüzdeki aylarda ve yıllarda sizlere ulaşacak.

Cumhuriyet Tarihi Yalanları’nın ortaya çıkmasında, bana her türlü desteği veren Sevgili Eşim Özlem Akkoç Meydan’a, İnkılâp Kitabevi’ne ve editörüm Tansel Mumcu’ya sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum...
Sinan Meydan İstanbul/Ağustos 2010
Kaynakça
Kitap: CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI, Yoksa siz de mi kandırıldınız?... 

Yazar: SİNAN MEYDAN

TATARLAR VE KÖKENLERİ


 TATARLAR VE KÖKENLERİ

Umum mevzular
Mevzu
(1/10) >>
[4] SORU
Navigatsiya

Öncelikle bu makaleyi neden yazdığımı siz sevgili okuyucularıma anlatmak isterim. Ülkemizde AB ve ABD ile bunlara bağlı sivil toplum örgütlerinin yürüttüğü faaliyetlerin bulunmakta olduğu herkesçe bilinen bir husustur. Bu faaliyetlerden bir tanesi de ülkemiz insanlarını mozaiklik olgusuna alıştırmak ve onlara Türk olmadıkları, farklı etnik kökenlerden geldikleri fikrini benimsetmektir. Türklük olgusu bir üst kimlik konumuna yerleştirilmeye çalışmakta ve bu çalışmalar başarı sağlamaktadır. Hâlbuki bu çalışmalara kaynak ayıran emperyalist devletler kendi ülkelerinde sıkı bir ulusçuluk göstermekte, tersi yöndeki her yönelişi olması gerekeni yaparak, boğmaktadır.

Ülkemizde özellikle Türkmen, Tatar, Alevi, Yörük, Karakeçili… Vs. gibi öz Türk unsurlar ayrı birer etnisiteymiş gibi gösterilmekte, ne yazık ki insanlarımız bu hiçbir ilmi delile dayanmayan safsataları gerçek gibi kabul edip gaflete düşmektedirler.

Ben, bu yazımda bu Türk unsurlardan Tatarları inceledim. Türkmen, Yörük, Alevi, Karakeçili, Tahtacı gibi unsurların Türklüğünün tartışmasız bir biçimde bizzat vatandaşlarımız tarafından bilindiğinin farkında olarak ve bu konuda yapılmış ilmi çalışmaların bu konuyu açık açık ortaya koyduğunu bilerek sadece Tatarların kökenlerini, çeşitli kaynaklardan, ortaya koydum ki kendini Moğollukla ilişkilendiren vatandaşlarımız ne kadar öz Türk olduklarını bir nebze fark edebilsinler.

Öncelikle bilinmesi gerek ilk husus gerçek Tatarların kimler olduğu ve nerelerde faaliyet göstermiş olduklarıdır. (Daha sonra örnek olarak koyduğumuz kaynaklarda Karadeniz’in Kuzey sahasındaki “Tatar” adı verilmiş Türkleri de göreceğiz.)

Bir kavim adı olarak “Tatar” kelimesi ilk defa Orhun Yazıtlarında geçmektedir. Bu yazıtları ilk defa okumuş olan Thomsen, bu kavmi Moğol asıllı olarak saymaktadır. Thomsen ve Rene Giraud bu kavmin yerleşme alanını Baykal Gölünün güney doğusuna yerleştirirler. Orhun Yazıtlarında “Dokuz Tatar” ve “Otuz Tatar” isimleri geçmektedir ve bir daha hiçbir yerde rastlanmayan “Otuz Tatarlar”, Bahaeddin Ögel’e göre günümüz Moğolistan’daki Moğollarla akrabadırlar.[1] Tatar adı, çeşitli tarihlerde Türk ve Moğol kabileleri için müşterek bir ad olarak kullanılsa da başlangıçta Moğolları ifade etmiştir. Geçmişte, günümüz Moğolistan’ının doğu kısmında yaşayan kabilelerin büyük bir kısmı Moğol olup, bunlar Moğol adını sonradan benimsemişlerdi. O dönemde bu kabilelerin başında Kereyit, Nayman ve Tatar kabileleri gelmekteydi. Bu arada özellikle Naymanların Türk mü Moğol mu olduğu konusunda da tartışmaların devam ettiğini söylememiz gerekir. Saydığımız kabilelerden Tatarlar, en kalabalık ve güçlü kabileydi. Bu durum birçok Moğol ve Türk kabilesinin (boyunun) yabancılarla münasebetlerinde kendi adları yerine Tatar adını kullanmalarına neden olmuştu. Tarihte bu tür örneklere sık sık rastlanmaktadır. Mesela Reşideddin’de Moğol adının sadece Cengiz Han’ın mensup olduğu boyun adı olup, sonradan diğer boyların da kendini Moğol olarak adlandırmaya başladığına dair şöyle bir örnek bulunmaktadır: “Diğer kavimlere o zaman Moğol demezlerdi. Çünkü şekil, heyet, lakap, lehçe ve gelenekleri birbirine yakın olmakla beraber eskiden farklı idiler.”

Çin kaynakları 842 yılından sonra “Ta-ta” ismiyle Tatarlardan bahsetmeye başlar. Bu kaynaklar Moğolistan’daki kuzey Tatarlarına “Kara Tatarlar”, Alaşan bölgesindeki güney Tatarlarına ise “Ak Tatarlar” derler. Çin kaynaklarına göre, asıl Moğollar, en eski Moğollar (20 Kabile), Kara Tatarlar (9 Kabile), Ak Tatarlar (15 Kabile), Vahşi Tatarlar olmak üzere dört kısma ayrılmaktaydı. Bunlardan Ak Tatarlar bir Türk kabilesi olan Öngütleri ifade etmektedir ki bunlar Sha-t’o Türklerinin Cengiz devrindeki torunlarıdır.[2] Aynı zaman da Ak Tatarlar, 9 kabileden oluşmaları sebebiyle, Orhun Yazıtlarındaki “Dokuz Tatar”lar da olabilirler. Çin kaynaklarının da Türk olan Ak Tatarlar konusunda hataya düştüğünü söyleyebiliriz.

Tatar kelimesinin etimolojisine gelirsek karşımıza bu ismin Türkçe olduğu çıkmaktadır. “Tatar” sözü Türkçe asıllı olup Türkçe olan “-ar” ekiyle türetilmiştir. (Tatar, Avar, Hazar, Bulgar, Macar..vs. gibi) “Ar”,”Ir”, “Er” kişi anlamına gelmektedir. Mesela Kazan Tatarcasın da (Türkçe) “İr” sözcüğü “erkek kişi” anlamına gelmektedir.

“Tatar” kelimesinin kökü Tat- Kaşgarlı Mahmud’a göre “Müslüman olmayan, Uygur” manalarını verir. “Tatar” kelimesinin kökü Tat’da Tad, dat, yat kökündeki d-y seslerinin değişimi görülür. Bu değişim Türk dillerinde olağandır. “Tat” sözü Yat/Yad (yabancı) sözünün değişmiş bir şekli olup Tat-ar adı da “Yabancı kişi” anlamına gelmektedir. Böylece Tatar adı ilk olarak Asya’da, daha sonra da Avrupa’da yaygın hale geldi. Daha sonra Arap ve Ermeni tarihçileri bu tabiri Moğol ve Türkler için kullandılar. Örnek olarak Memluklar Timur’u “Tatar” olarak isimlendirdiklerini ve Gürcü yazarların ise Türk olan Ak Koyunlular ile Kara Koyunluları “Tatar” olarak isimlendirdiklerini belirtebiliriz.[3]

 

ÇEŞİTLİ KAYNAKLARDA KARADENİZİN KUZEYİNDEKİ TATARLARIN TÜRKLÜĞÜNE DAİR BİLGİLER (Çeşitli Satırlar Verilmiştir)

Bu bölümde Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlarda Tatar olarak anıla gelen ve ülkemizde de yaşayan insanlarımızın Moğol değil Kıpçak Türkü kökenli olduklarına dair çağımızın en önemli otoritelerinin bazılarının tespitlerini veriyoruz. Bunun dışına bir de kaynakça koyacağız ki okuyucumuz bu örneklerini yazdığımız kaynakların dışındaki diğer önemli kaynaklara ulaşabilsinler. Gerçekten de bu konuda faydalanılabilecek kaynaklar pek çoktur. Biz sadece bir kaçını örnek olarak yazdık. Diğerlerini de kaynakçamıza ekledik.

 

1. George VERNADSKY:

“(Batu’nun Ordusu) Moğol subayların kumanda ettiği güçlü ve iyi talimli bir Türk ordusu elinin altındaydı. Orta Asyalı Türkmenlere ilaveten birçok Kuman (Kıpçak) ve Alan savaşçısı Batu’nun kuvvetlerine katılmışlardı.[4]

Moğollar, ırk olarak Altın Ordu toplumunda küçük bir azınlık teşkil ediyorlardı. Ordu’nun büyük kitlesi Türklerden meydana geliyordu.

Altın Ordu’daki Moğolların ekserisi Çingiz Han’ın Cuci’ye tahsis ettiği 4 bin askerin soyundan geliyorlardı; Kuşin, Kıyat, Kinkit ve Saycut kabilelerine mensuptular. Altın Ordu’nun batı kısmında (Volga’nın batısında) Türk unsuru ekseriyetle Kıpçaklar (Kumanlar) temsil ediyorlardı, ama Hazarlarla Peçeneklerin bakiyeleri de vardı. Volga’nın orta kesiminin doğusunda, Kama Nehri havzasında Bulgarların bakiyeleri ile yarı yarıya Türkleşmiş Ugorlar yaşıyorlardı. Aşağı Volga’nın doğusunda Mangıtlar ve diğer Moğol klanları, ekserisi İrani yerlilerle karışmış olan Kıpçak ve Oğuz gibi birçok Türk kabilesine hükmediyorlardı. Türklerin sayıca çokluğu Moğolların Türkleşmesini tabi kılmıştı ve hakim sınıflar arasında bile Moğol dilinin yerini Türkçe almıştı. Yabancı devletlerle diplomatik yazışma Moğolca yapılıyordu, ama iç meselelerle ilgili 14. ve 15. yüzyıl belgelerinin çoğu bizim bildiğimiz kadarıyla Türkçe (genelde Çağatay Türkçesi) idi. Saray şehrinde kendilerine ayrılmış mahalleleri bulunan Ruslar, Alanlar ve Çerkezler siyasi bakımdan Türklerden aşağı bir seviyededirler.[5]

Markizi, Tatar derken muhtemelen sadece Kumanları değil, bilakis Altın Ordu’nun bütün Türk tebaasını kastetmektedir.”[6]

2. Akdes Nimet KURAT:

“Moğol-Tatar istilası sırasında Kuman-Kıpçakların bozkırlarda yaşayan zümrelerinin, yani göçebelerin kitle halinde yerlerinden oynatıldığını görmüştük. Fakat Kırım’da artık yerleşik hayata geçmiş olan köyler ve şehirlerde yaşayan Kıpçak ahalinin bu istiladan fazla müteessir olmadığı anlaşılmaktadır. Moğolların, yerleşik ahaliyi imhadan ziyade onları belli bir vergiye bağlamayı tercih ettikleri de biliniyor. Bu suretle eski Kuman-Kıpçakların birçoğu kendini muhafaza edebilmişti.[7]

Mamafih onlar da etnik bakımdan epey karışmışlardı. Kırım’da Hazar kalıntıları da vardı. Bunlardan biri de Karaimlerdi.[8]

1235’te toplanan Büyük Kurultay’da Doğu Avrupa’nın istilası kararlaştırılmıştı. Bu maksatla bilhassa Türklerden olmak üzere büyük bir ordu toplandı. Miktarı katiyetle bilinmeyen bu Moğol-Türk ordusunun en az birkaç yüz bin kişiden ibaret olduğu muhakkaktır.[9]

Kumanda zümresi bilhassa Moğollardan, daha doğrusu Tatarlardan(Moğollaşmış Türk) ibaret olmakla beraber, askerlerin çoğunluğunu Orhon-Yayık ve İrtiş aralarında yaşayan Türk urukları teşkil ediyordu.[10] 

Netice itibarıyla Moğol istilasından sonra da Kıpçak ilinin etnik durumunda bir değişiklik olmadı. Diğer yandan da yukarıda da belirtildiği gibi Kama boyundaki Kıpçak ve galiba onlarla beraber olan Kimeklerin gelmesi ile Orta İdil boyundaki Türk unsuru artmış ve İdil Bulgarları da Kıpçaklaşmışlardı. Böylece Moğol istilasının bir neticesi Orta İdil boyundaki Türk ahalisinin daha da Türkleşmesini mümkün kılmasıdır. Bugünkü Kazan Türklerinin(Tatar) kavmi teşekkülleri işte bu tarihi olaylarla izah olunmaktadır.[11]

Batu Han’ı kumandasında fütuhat yapan kuvvetlerin 600 bin kişiden ibaret olduğu söylenmektedir; bunun ancak 60 bin’i Moğol’du. Kalan kısmı muhtelif Türk kavimlerinden toplanmıştı. Kumanda heyetinin ve bazı memuriyetlerin başında Moğollar, bilhassa bunların Tatar zümresi bulunmakta idi. Tatar adının menşeinin Türk olması lazım geldiğini söylemiştik. İşte bu sebeptendir ki Moğol istilasını yapan kuvvetlerin hepsine Moğol ve Türk fark etmeksizin “Tatar” adı verilmişti. Tarihin mislini bir daha görmediği bu hayret verici seferler, kazanılan meydan muharebeleri hep “Tatar” kumandanlar tarafından idare edilen Moğol ordusunda herkesin “Tatar” olmakla iftihar ettiğine şüphe yoktur. Aynı zamanda “Tatar” olarak adlandırılmak Moğol-Türk Kağanlığında imtiyazlı bir zümreye aidiyeti göstermekte idi. Bu sebepledir ki Moğol ordularındaki Türk kavimleri kendilerini böyle tesmiye etmeseler bile yabancılar karşısında böyle görünmeye başlamışlardı. Çok geçmeden İdil boyunda yerleşen Moğol-Tatarlar, kalabalık Türk unsuru arasında eriyip gitmişlerse de, bu sahanın ahalisi Türk olmasına rağmen, “Tatar” adı ile anılmaya başlanılmışlardır.[12]

(Altın Ordu Devletinin Türk Karakteri) Bu devlet, ahalisinin büyük bir kısmı-Rus yurdu müstesna- halis Türk idi. Ancak üst tabakada Moğol unsuru mevcuttu. Moğolların yine Türklerle kardeş olmaları hasebiyle bu unsur kısa bir zaman içerisinde Türkleşmiştir. Devlet teşkilatı Cengiz’den çok önce teşekkül eden nizamdan ibaretti. Gök-Türk ve Uygur teşkilatının mühim unsurlarının Altın Ordu’da da mevcut olduğu muhakkaktır. Hele teşkilat sözlerinde Uygurca terimlerin kullanıldığı görülmektedir. Bunun içindir ki Altın Ordu ve sonraki Hanlıkların devlet ile iktisadi ve içtimai teşkilatlarını öğrenmek ancak önceki Türk devletlerinin durumlarını bilmeğe bağlıdır.[13]

(Tatar Adına Dair) (Kazan Hanlığı Bahsi) bu İdil boyu Türklerine “Tatar” adı verilmesinin sebebi: Moğol istilası zamanında askeri teşkilatın ve istila bitip Altın Ordu Devleti kurulduktan sonra, idari teşkilatın başında bulunan “Tatar”lara izafeten verilen bir isimdir. Ruslarla temas edenler, bilhassa Tatarlardan tayin edilen Tatar “Baskak”ları ve askerleri taht ilinde (Saray şehri) Tatar zümreleri olduğundan, Ruslar alelumum Altın Ordu’daki bütün ahaliyi “Tatar” tesmiye etmişlerdir; bu cümleden olarak eski Bulgar Devleti ahalisi de sırf Altın Ordu hâkimiyetinde bulunması hasebiyle bu isimle anılmaya başlanmıştır. Tatarların çok eskiden bir Türk kabilesi olduğu kuvvetli bir ihtimal olmakla beraber, 13. yüzyılın başında artık tamamıyla Moğollaştığı malumdur. “Tatar” adının İdil boyunda Moğol istilasından önce de kullanıldığına dair öne sürülen görüşler ciddi delillere dayanmıyor. Bu suretle Kama mansabındaki Türk ahali tamamıyla Türk olduğu halde, bilhassa Ruslar tarafından verilen bir Moğol adı ile tanınmışlardır. Mamafih bu “Tatar” adı İdil boyu Türklerince hiçbir zaman benimsenmemiş; ancak Rus siyasi baskısı altında kabul ettirilmiştir. Yani göçler ve değişmelerin neticesinde İslam olmayan Bulgar ahalisinin bir kısmının Suru Nehri mansabındaki ormanlık sahaya gittiği ve bir kısmının da eski dinlerine yani şaman olarak Bulgar memleketindeki ormanlar arasında kaldığı anlaşılıyor. Müslüman kısmı da bilhassa Kuman (Kıpçak) ve diğer Türklerle karışmışlardır.[14] İşte bu sebeptendir ki bugünkü Kazan Türkçesinin (Tatarcasının), esasını Kıpçak Türkçesi teşkil etmiştir.”[15] 

3. A. Yu. YAKUBOVSKİY:

(Altın Ordu’nun, Tatar’ın Türklüğü) “Güneydoğu Avrupa’nın ve özellikle Kıpçak bozkırlarının etnik karakteri konusunda şimdiye kadar yanlış bir fikir hüküm sürüyordu. Deşt-i Kıpçak adı Moğol devrinde muhafaza edilmekle kalmayarak, o zamanki kültür âleminde Çin’den Endülüs’e kadar yayılmıştı. Batu ile beraber Deşt-i Kıpçak’a önemli bir Moğol kitlesinin geldiği ve göçebe halk arasında Moğolların çokluğu teşkil ettiği ileri sürülüyordu. Aileleri ve bütün malları, özellikle hayvanları ile beraber Cuci ulusuna gelen Moğolların sayıca az olmadıkları şüphesizdir. Lakin bu toprakların işgaliyle sıkı sıkıya bağlı olan bu hareket, hiçbir suretle bir göç gibi telakki edilemez. Moğolların esas kitlesi Moğolistan’da kalmıştı. Bu durum karşısında işgal olunan memleketlerin, Kıpçak bozkırlarının Moğollaşmasından söz edilemeyeceği tabidir. Güneydoğu Avrupa‘da eski Türk unsurlarının kuvvetli oldukları, Kıpçakların Deşt-i Kıpçak’ta esas göçebe kitlesini teşkil ettikleri Al- Omari’nin aşağıdaki ifadesinden anlaşılıyor: ‘Bu devlet eskiden Kıpçakların yurdu idi. Lakin Tatarlar tarafından işgal edilince, Kıpçaklar onlara tabir oldular. Sonra (Tatarlar) onlarla (Kıpçaklar) karıştılar ve akraba oldular. Toprak, onların (Tatarların) tabiat ve soylarına galip geldi. Tatarlar tamamıyla Kıpçaklaştılar. Çünkü Moğollar (ve Tatarlar) Kıpçak topraklarına yerleştiler, onlardan kız aldılar ve onların (Kıpçakların) yurtlarında kaldılar.’

Al- Omari’nin ifadesi Moğol fatihlerin Türkleşmesi olayının çağdaş aydınlar tarafından çok güzel müşahede edildiğini gösteriyor. Moğolların, Kıpçak bozkırlarında yaşayan esas halk kitlesine nispetle sayıca pek fazla olmadıkları görülüyor. Esasen bunun başka türlü olmasına da imkân yoktu. Bu Türkleşme olayının ne kadar süratli ve geniş olduğu 16. yüzyılda Cuci Ulusunda (Altın Ordu) Moğolca yerine Türkçe edebi bir dilin teşekkül etmesinden anlaşılıyor. Bu dil, Kıpçak ve Oğuz lehçelerinin özelliklerini taşıyordu. Oğuzlar, Aşağı Sır Derya alanında ve Harizm’de yerleşmişlerdi. Hâlbuki Altın Ordu şehirlerinde, hatta Aşağı Volga havzasında bile Türkler hâkim unsur olmaktan uzaktı. Buna karşılık bozkırlarda Kıpçaklar hâkim unsuru teşkil ediyordu. Burada Cengiz Han’ın büyük oğlu Cuci Hanedanına mensup hanların yönetiminde bulunan ve aileleriyle beraber gelen Moğol fatihler, 20-30 bin kişilik bir askeri zümre oluşturuyordu.[16] Güneydoğu Avrupa’nın sonraki tarihi gösteriyor ki Moğolların, daha doğru tabirle Tatarların yalnız adı kalmış, dilleri unutulmuştur. 15. yüzyılda artık hiç kimsenin Moğolca konuşmadığı anlaşılıyor. Fazla olarak hanların Yarlık diye anılan resmi fermanları bile 15. yüzyıl Orta Asya edebi Türk dilinde yahut da “yerli Kıpçak dilinde” yazılmıştır. Fakat diğer taraftan 13. yüzyılda diplomatik muhaberelerde Moğol dilinin kullanıldığını da biliyoruz.[17]

Al-Omari’ye göre, Tatarların gelişine kadar Cuci ulusunun geniş bozkırlarında Kıpçaklar yerleşmişti. Tatarlar buraya geldikleri zaman, Kıpçaklar onlara tabi oldular. Tatarlar sayıca az olduklarından Kıpçaklarla karışarak ‘tamamıyla Kıpçaklaşmışlar. Tatarlar yavaş yavaş kendi Moğol dillerini unutmuşlar ve toplu olarak Kumanca (Kıpçak) yani Türkçe konuşmaya başlamışlar. Tatar ve Moğol fatihleri hakkındaki bu çok önemli gözlem, bütün sonraki olaylarla doğrulanmıştır. Deşt-i Kıpçak’ta, gerek Don ile Volga arasındaki güney Rus bozkırlarında gerek daha doğuda, Ural Irmağı havzasında, Aral Gölünün kuzeyindeki bozkırlarda ve Aşağı Sır Derya havzasında Moğol kabilelerinin Türkleşmesi processus’üyle karşılaşıyoruz. Burada esas itibarıyla Yedisu ve Maveraünnehir’deki olay gerçekleşmiştir. Moğol kabilelerinden 13. yüzyılın son yarısında Yedisu’dan Hocend alanına göç eden Celayirlerle, Kaşkaderya vadisine göç eden Barlasların mukadderatını hatırlayalım. Bu iki büyük Moğol kabilesi(bizce Barlaslar Türk’tür. C.A.) Yedisu’da artık dil bakımından kısmen Türkleşmiş olarak çıkmışlardı. Yeni yerlerinde bu Türkleşme o kadar derinleşmişti ki 14. yüzyılda, herhalde yüzyılın son yarısında Türk dilini kendi ana dilleri sayıyorlardı. 

Deşt-i Kıpçak’a dönelim. Kıpçakların eski özelliklerini tamamıyla kaybettiklerini sanmak yanlış olurdu. Cuci Ulusu sınırları içindeki ordunun teşekkülünü kaynaklardan öğrenirken, Kıpçaklara ayrı bir askeri birlik şeklinde 14. yüzyılın sonunda bile tesadüf edebiliriz. Şerefeddin Ali Yezdi, Timur’un 1391’de Toktamış’a karşı yaptığı seferi anlatırken, bu sonuncunun askerlerinden[18] şöyle söz eder: ‘Ruslardan, Çerkezlerden, Bulgarlardan, Kıpçaklardan, Alanlardan, Kırım’da Kefe ve Azak ahalisinden, Başkurtlardan ve Mordvalardan oldukça büyük bir ordu topladı.’ Aynı yazar Timur ve Toktamış orduları arasında 1391’de Kunduzça mevkiinde yapılan muharebeyi tasvir ederken Timur ordusunda Osman bahadır’ın birliğinde bir Kıpçak koşunu bulunduğunu yazıyor. Onun buna benzer birçok koşunları bulunduğu anlaşılıyor. Batu’nun seferi dolayısıyla ve bundan sonra Deşt-i Kıpçak’a gelen Moğollar birkaç kabileden oluşuyorlardı. Lakin Deşt-i Kıpçak’taki şartlar altında sadece iki büyük Moğol kabilesi Konguratlar ve Mangıtlar, yalnız kabile birliklerini muhafaza etmekle kalmamışlar, ayrıca önemli birer grup teşkil etmişlerdi. Fakat birliklerini muhafaza ettikleri halde kendi Moğol dillerini unutarak Türkleşmişlerdi. Sonradan 15. yüzyılın son yarısında Mangıtlar adlarını değiştirerek Nogay adını almışlardı. (Bu yoruma da katılmaktayız! Emir Nogay’ın halkına bakınız. C.A.) Kazan kronikçisine göre 15. yüzyılın seksenli yıllarında Volga’nın doğu kıyısına geçerek Yayık’a kadar yayılmışlardı. Kongratlar ve Mangıtlar yavaş yavaş göçebe Türk toplumuna girmişler ve kendilerini Türk saymaya başlamışlardır.[19]”

4. Rene GROUSSET:

“Moğol Avrupa’sı uçsuz bucaksız bozkırları ile bir boşluktu. Rubruck’un orası hakkında yazdıkları bize fikir vermektedir: ‘Yolumuz üzerinde gök ve topraktan ve bazen sağ tarafımızda deniz ve şurada burada iki fersah mesafeli Kuman kurganlarından başka hiçbir şey göremeden daima doğuya ilerliyorduk.’

Bu bozkırda Moğol aşiretleri, daha doğrusu Moğol unsurlarının hakim olduğu Türk orduları göçebe hayatı yaşıyordu; zira, Reşideddin’in bize aktardığı Cengiz Han’ın ‘vasiyetnamesine’ göre Büyük Kağan, Batu’ya ancak dört bin esas Moğol veriyor, geri kalan ordular ise müttefik Türkler olan Kıpçaklar, Bulgarlar, Oğuzlar..vs.den meydana geliyordu. Bu da Cuci Hanlığının neden bu kadar Türkleştiğini açıklamaktadır.”[20]

5. Jean Paul ROUX:

“Yine 1236 güzünde üçte biri Moğol üçte ikisi Türklerden oluşan 150 bin kişilik dev bir ordu doğu Avrupa’ya saldırıyordu.[21]

Ne olursa olsun, onlara (Kıpçaklar) bağlı boyların 1237 ilkbaharında teslim olmaya başladıkları ve 1238’de de her türlü direnişi durdurdukları bir gerçektir. Moğollarla birleşip onlara bağlandılar ve bunu o kadar iyi başardılar ki içlerine karıştılar, daha doğrusu onları sindirdiler. Doğu Avrupa’da Moğol İmparatorluğu kısa süre içinde yalnızca Türkçe konuşulan bir Türk İmparatorluğuna dönüştü. Önünde Karadeniz’in kuzey bozkırlarında uzun bir hayat olan Cuci’nin ulusu Kıpçak Hanlığı kadar Altın Ordu adıyla da tanınmaktadır.[22]”

“Moğolların Mısırla ittifak kurmaları ve hükümdarların İslamiyet’i benimsemeleri pek çok değişikliği beraberinde getirirken bu dinin özellikle 14. yüzyılda kitlelere yavaş yavaş sızmasını sağladı. Bu kitleler aynı zamanda tüm Moğol geçmişlerini unuttular ve aristokrasi Türkleşti. Ulusal dillerin ve özellikle de Bulgarcanın aleyhine olarak önce Cengiz Hanlıların kültür aracı Uygurca, sonra da Kıpçak Türkçesi yayılmaya başladı. Türkçe Konuşan Tüm Müslümanlar doğal bir süreçle Tatar asıyla anılmaya başladılar.[23]”

6. İlyas KAMALOV:

“Ele geçirilen bölgedeki nüfusun çoğunu göçebe Kıpçaklar oluşturduğu için bu bölgeye Deşt-i Kıpçak, yani Kıpçak Bozkırları adı verildi.[24] Aileleri ve bütün malları, özellikle hayvanları ile beraber Cuci Ulusuna gelen Moğolların sayısı azdı. Ancak bu toprakların işgaliyle sıkı sıkıya bağlı olan bu hareket bir göç olarak düşünülmemelidir. Moğolların çoğunluğunu oluşturan esas kitle Moğolistan’da kaldı. Bu durum karşısında işgal edilen memleketlerin (Kıpçak Bozkırlarının) Moğollaşmasından söz etmek mümkün değildir.[25]”

SONUÇ YERİNE

Sonuç olarak Moğollar arasındaki “Tatar” adı bir Moğol boyunu ve Moğolistan sahasındaki Türk- Moğol boylarını ifade etmekteyken Türk dünyasında, özel olarak Kıpçak bozkırlarında, ortaya çıkan “Tatar” adı ise Kıpçak Türklerini ifade etmektedir. Artı olarak bugünkü Moğolistan sahasında ise, geçmişte Tatar olarak adlandırılmış Otuz Tatar, Dokuz Tatar gibi Türk-Moğol kabilelerinin yaşamış oldukları bilinmektedir.[26]

Kıpçak sahasını fetheden Batu’nun ordusunun büyük bir kısmını yine Türkler oluşturmuşlardır ve orduda çok az sayıda bulunan Moğollar, Deşt-i Kıpçak sahasındaki Türklerle karışarak kısa sürede eriyip gitmişlerdir. Ele geçirilen ülkede de, ele geçiren orduda da azınlıkta olan bir grubun sayıca ve kültürce üstün olanlar arasın Türkleşmesi kaçınılmaz bir sonuçtu.

Kazan’daki, Kırım’daki Türkler Kıpçak Türkçesiyle anlaştılar, anlaşırlar ve Karadeniz’in kuzey sahasında yaşayan Türklere “Tatar” adı Ruslar tarafından verilmişti.

Çarlık devrinde Ruslar, ele geçirdikleri bütün “Türk” boyları için “Tatar” sözünü kullanmışlardı. Ancak Ruslar, bu dönemde bu adı hiçbir zaman “Moğol” anlamında kullanmamışlardı. Ruslar, bu Türklere “Tatar” demekle beraber “Türk” kökenli olduklarını inkâr edemediklerinden, onlara “Türkî” (Türkler) de demişler. Türkiye Türkleri için ise “Turok” adlandırmasını kullanmışlardır. Bu tabirler İngiliz ve Amerikan eserlerine de geçerek Rusya Türkleri “Turkic”, Türkiye Türkleri ise “Turkish” olarak adlandırılmıştır.[27]

Sovyet devrinde ise “Tatar” sözünün Türk manasında kullanılması terk edilerek, bunun yerine her Türk boyunun kendi adını kullanması, her boyun adının ayrı birer millet adıymış gibi öğretilmesi sistemi kabul edilmişti. Bu sistem, siyasi amaçlarla tatbik edilen bir sistemdi ve amaç: “Türk camiasından olmadıklarına inanan Başkurt, Kazak Kırgız, Özbek gibi suni milletlerin yaratılmasıydı.”

Türk boyları için ayrı ayrı alfabeler ve yazı dilleri geliştirildi. Ayrıca onlara tarihi bakımdan birbirleriyle ilişkisi olmayan ayrı milletler oldukları fikri aşılanmaya çalışıldı. Amaç Türkiye Türkleri ile Rusya’da ki kardeşlerinin bağlarını koparmak ve bu kardeşlerimizde “biz Türk değiliz” inancını yerleştirmekti.[28] Türkiye’deki Tatar kardeşlerimizin bir kısmı da, kendilerine bulaştırılan bu Sovyet virüsünün ve şimdiki emperyalist güçlerin amaçlarının sonucu olarak, “biz Türk değil Moğol’uz, Tatarız” gibi ilmi temeli olmayan düşüncelere saplandılar. Halbuki gerçek Tatarların torunları Moğolistan sahasında yaşamaktaydılar, yaşamaktadırlar.

Bu makalemiz de gerçekleri yazmaya, otorite kabul edilen araştırmacıların konu hakkında yazdıklarından örnekler vermeye çalıştık. Umarım okuyana faydası olur; çünkü Rusya Türkü: “Men Kazanga baramen” derken Türkiye Türkü “Ben Kazana varamam” demekle ne kadar yakın olduklarını ifade etmektedirler. Aradaki tek fark Kıpçak lehçesi ile Oğuz lehçesi arasındaki lehçe  farkıdır.

CAHİT ALPTEKİN 

 

 

 

ÖRNEK OLARAK FAYDALANDIĞIMIZ VE ARTI OLARAK ÖNERDİĞİMİZ KAYNAKÇA

 

ABEŞİ, H., A., (2001) Türk Kavimleri Tarihi, İstanbul, Şa-to Türkiyat, 1. Baskı.

D’OHSSON, C. (2006): Moğol Tarihi, İstanbul, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 1. Baskı.

GROUSSET, R. (2006): Bozkır İmparatorluğu, İstanbul, Ötüken Neşriyat, 5. Baskı.

GOLDEN, P, B. (2007): Türk Halkları Tarihine Giriş, Çorum, Karam Yayınları, 2. Baskı.

GÜRÜN, K., (1981): Türkler ve Türk Devletleri Tarihi 1, İstanbul, Karacan Yayınları, 1. Baskı.

KAMALOV, İ., (2009): Altın Orda ve Rusya Rusya Üzerindeki Türk Tatar Etkisi, İstanbul, Ötüken Neşriyat, 1. Baskı.

KAMALOV, İ., (2007): Avrasya Fatihi Tatarlar, İstanbul, Kaknüs Yayınları, 1. Baskı.

KURAT, A., N., (2002): IV- XVIII. Yüzyıllarda Karadeniz’in Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri, Ankara, Murat Kitabevi Yayınları, 3. Baskı.

ROUX, J., P., (2001): Moğol İmparatorluğu Tarihi, İstanbul, Kabalcı Yayınları, 1. Baskı.

ROUX, J., P., (2007): Türklerin Tarihi Pasifikten Akdeniz’e 2000 Yıl, İstanbul, Kabalcı Yayınları, 1. Baskı.

TOGAN, Z., V.. (1981): Umumi Türk Tarihi’ne Giriş, İstanbul, Enderun Kitabevi, 3. Baskı.

YAKUBOVSKİY, A., Yu., (2000): Altın Ordu ve Çöküşü, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara

ZEKİYEV, M., Z., (2007): Türklerin ve Tatarların Kökeni, İstanbul, Selenge Yayınları, 1. Baskı.

 

 

 


--------------------------------------------------------------------------------
[1] Kamuran Gürün, (1981): Türkler ve Türk Devletleri Tarihi 1, Karacan Yayınları, İstanbul, s. 222, 223.

[2] Konuyla ilgili bkz. GROENBECH, K. (1944): “İç Moğolistan’daki Türk Yazıtları”, Belleten, Cilt VIII, Sayı 31, .Sayfa: 457-460, ÖGEL, B. (2002): Çingiz Han’ın Türk Müşavirleri, İstanbul, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 1. Baskı, EBERHARD, W. (1944): “Ongutlar Hakkında Mülahazalar”, Belleten, Cilt VIII, Sayı 32, Sayfa: 584-588, D’OHSSON, C. (2006): Moğol Tarihi, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 1. Baskı, VLADİMİRTSOV, B.Y. (1995) Moğolların İçtimai Teşkilatı / Moğol Göçebe Feodalizmi, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 3. Baskı, İNAN, A. (1998): Makaleler ve İncelemeler I, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 3. Baskı, VASARY, I. (2007): Eski İç Asya’nın Tarihi, İstanbul, Ötüken Neşriyat. (Çeviren: Dr. İsmail Doğan), 1. Baskı, ROSSABI, M. (2008): Kubilay Han’ın Seyyahı Doğudan Batıya İlk Yolculuk, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, (Çeviren: Ekin Uşşaklı), 1. Baskı, TOGAN, Z., V.. (1981): Umumi Türk Tarihi’ne Giriş, İstanbul, Enderun Kitabevi, 3. Baskı, GROUSSET, R. (2006): Bozkır İmparatorluğu, İstanbul, Ötüken Neşriyat, 5. Baskı, GOLDEN, P, B. (2007): Türk Halkları Tarihine Giriş, Çorum, Karam Yayınları, 2. Baskı, ROUX, J., P. (2006): Orta Asya Tarih ve Uygarlık, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 2. Baskı, ROUX, J., P. (2007): Türklerin Tarihi Pasifik’ten Akdeniz’e 2000 Yıl, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 1. Baskı, BARTHOLD, V., V. (2006): Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, IV. Dizi, Sayı 16, LİGETİ, L. (1970): Bilinmeyen İç Asya II, Milli Eğitim basımevi, 1. Baskı, GUMİLËV, L., N. (2002): Muhayyel Hükümdarlığın İzinde, İstanbul, Selenge Yayınları, (Çeviren: Ahsen Batur), 1. Baskı

[3] İlyas Kamalov, (2007): Avrasya Fatihi Tatarlar, Kaknüs Yayınları, Ankara, s. 19-22.

[4] George Vernadsky, (2007): Moğollar ve Ruslar, Selenge Yayınları, İstanbul, s. 82.

[5] Vernadsky, 2007: 254.

[6] Vernadsky, 2007: 338.

[7] Akdes Nimet Kurat, (2002): IV- XVIII. Yüzyıllarda Karadeniz’in Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri, Murat Kitabevi Yayınları, Ankara, s. 99.

[8] Kurat, 2002: 100.

[9] Kurat, 2002: 120.

[10] Kurat, 2002: 121.

[11] Kurat, 2002: 122.

[12] Kurat, 2002: 128.

[13] Kurat, 2002: 132.

[14] Kurat, 2002: 153.

[15] Kurat, 2002: 154.

[16] A. Yu. Yakubovskiy, (2000): Altın Ordu ve Çöküşü, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, s. 34.

[17] Yakubovskiy, 2000: 35

[18] Yakubovskiy, 2000: 132.

[19] Yakubovskiy, 2000: 133.

[20] Rene Grousset, (2006): Bozkır İmparatorluğu, Ötüken Neşriyat, İstanbul, s. 432.

[21] Jean Paul Roux, (2001): Moğol İmparatorluğu Tarihi, Kabalcı Yayınları, İstanbul, s. 278.

[22] Roux, 2001: 280.

[23] Jean Paul Roux, (2007): Türklerin Tarihi Pasifikten Akdeniz’e 2000 Yıl, Kabalcı Yayınları, İstanbul, s. 286.

[24] İlyas Kamalov, (2007): Avrasya Fatihi Tatarlar, Kaknüs Yayınları, Ankara, s. 22.

[25] Kamalov, 2007: 23.

[26] Kamalov, 2007: 25.

[27] Kamalov, 2007, 26.

[28] Toktamış Ateş’in tarafımdan incelenip eleştirisi yapılan makalesine bakınız. (Günlük sayfası)

metehanoğlu:
...................

metehanoğlu:
okuyunuz

metehanoğlu:
okumadan yorum yapmaya ne denir?

Navigatsiya

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...