30 Kasım 2019

SAYILAR VE ÖZEL SIRLARI

SAYILAR VE ÖZEL SIRLARI
Sayıların Tasavvuf incelemesi 
Sayı kavramı asırlarca önce ortaya çıkmış ve sayılar 
insanların üzerinde uzun uzun düşündükleri bir ilim dalı olmuştur. 
Sayıların ortaya çıkışı ilk medeniyetlerin ortaya çıkış dönemlerine kadar gider. Sayılar ve özel sırları: Sayıların Tasavvuf incelemesi

En eski dönemlerde bile insanlar eşyaları sayma ihtiyacı duymuşlar ve onları birer sayı ile sıfatlandırarak birbirlerinden ayrışmalarını sağlamışlardır. 
Sayı kavramı insanın hayal gücünden ortaya çıkmış ve akıl ile değerlendirilerek bir sayılar ilmi oluşmuştur. İlk zamanlardaki sayılar bilgisi gelişerek bugünkü sayılar teorisine kadar varmıştır. 
Bütün matematiksel kavramlar sayı kavramından türetilmiştir. 
Bütün matematik branşları sayılar teorisinden kaynaklanarak ayrı birer konu haline gelmişlerdir. Bugün hala sayılar bütün bilimsel araştırmaların temelinde yer almaktadır. İnsanların ilk düşündüğü sayılar pozitif tam sayılardır. Yani  1,2,3,… sayıları ilk hayal ve akıl edilen sayılardır. 
Daha sonra negatif tam sayılar ve 0 ortaya çıkmıştır. Tam sayılardan kesir sayılarına, daha sonra da irrasyonel sayılara varılmıştır. İrrasyonel sayılar içinde daha da derinleşerek cebirsel ve transandant  sayılar düşünülmüştür. Bütün bunların hepsine reel sayılar denmiştir. 
Daha sonraları karmaşık sayılar, kuaterniyonlar tanımlanmış ve böylece günümüzde sayılar teorisi güzel ve estetik bir yapıya bürünmüştür. Bunlar için bir sayılar teorisi kitabına bakmalıdır. 
Tam sayıların bazı mistik özelliklerini içerdikleri insanlar tarafından asırlarca iddia edilmiştir. 
Bu fikirlerin kaynağı, Allah tarafından dünyadaki her bölgeye ve kavime gönderilen peygamberlerin insanlara öğrettikleri ilahi sırlardır. 
Her peygamber kendisine vahiy edilen yaratılış, tabiat ve insanlarla ilgili sırları ümmetine açıklamıştır. Ancak peygamberlerin vefatından sonra insanlar inançlarından sapmış olmasına rağmen, sayılarla ilgili sırlar kendilerine ilginç geldiği için unutmamışlar be bunlar dilden dile kısmen asıllarından saptırılarak aktarılmıştır. Kaderi önceden bilmek amacıyla sayıların sırları insanları çok meşgul etmiştir. Bunlarla ile bilgiler büyü ve sihir için kullanılmıştır. 
Eski Mısır, Yunan, Hindistan gibi bölgelerde insanlar sayıların sırlarını kendi akıl yöntemleriyle anlamaya çalışmışlar ve bunlarla ilgili bir çok eser bırakmışlardır. Bu eserlerdeki tespitlerin hepsi doğru değildir. Çünkü peygamberlerin öğrettiği sırlar ilminin verilerinin çoğu saptırılmıştır.
Bununla beraber, İslamiyetten  sonra , sırlar ilminin verileri muhafaza edilmiş ve saptırılmasına fırsat verilmeden günümüze kadar gelmiştir.  Sırlar ilminin verileri vahiy ve keşif yoluyla gelen bilgilerdir. Kuran ayetlerinde, hadislerde ve İslam alimlerinin keşif bilgilerindeki sayıların özellikleri günümüze kadar muhafaza edilmiştir. Bu konularda asırlarca eserler ortaya konmuştur. Bununla beraber, bu işten çıkar sağlamak için sahte veriler de ortaya atılmıştır. 
Bu şekilde sihir, büyü gibi işlerden maddi kazanç elde eden insanların sayısı devamlı artmıştır. 
Bu bulanıklıktan kurtulmak için biz, bu makalede sayılar ile ilgili bazı vahiy ve keşif sırlarını açıklamak istiyoruz. Bu bilgiler güvenilir kaynaklardan temin edilen keşif bilgileridir. 
Bu yaptığımız iş, sayıların tasavvuf ile incelenmesidir. Sayılar matematik bilimi ile ancak zahiri yönden incelenebilir. Fakat sayıların batını yönden incelenmesi ancak ve ancak tasavvuf ile mümkündür. Sayıların Tasavvufi incelenmesi 

sayılar rakamlar tasavvuf
Kuran-ı Kerim’de pozitif tam sayılar ve kesirli sayılar kullanılmıştır. Bu bakımdan keşif ehli tam sayıların sırlarını incelemiştir. Bu sırların verilerine göre sayılar alemde hüküm sahibidir. 
Tabiattaki değişmeler ve oluşumlar bazı tam sayıların hükmü altındadır.  Bunların bazıları 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 10, 12  gibi sayılardır. Bunların hükümlerinin ne olduğu aşağıda detaylı olarak anlatılacaktır. Sayı, varlığı olmayan akıl edilebilir bir şeydir. Bununla beraber hükmü sayılanlarda ortaya çıkar. Sayılanlar ise, var olan şeylerin suretleridir. Sayının hükmü ortaya çıkınca diğer bütün hüküm sahiplerinin hükmü geride kalır. Yani sayının hükmü, bütün diğer hükümleri önceler. 
Sayı mümkünler hakkında çokluk (kesret) hükmünü vermiştir. 
Böylece mümkünlerin çokluğu ve istidatlarının farklılığı kendilerinde zuhur edenin birliğine hükmetmiştir. 
Bu şekilde, mümkünlerin çokluğu sayıyı çoğaltmıştır.
Genel olarak her varlık ya cem, yani birlik, bütünlük makamında veya fark, yani ayrılık, ikilik makamındadır. 
Bir varlığın bu iki hakikatten soyutlanması mümkün değildir. 
Ayrıca bir varlıkta bu iki makamın birleştirilmesi de mümkün değildir. 
Hakk ve insan cem makamındadır. Alem ise ikilik makamındadır ve cem haline gelmesi imkansızdır.
Sayılar belirli mertebelerde el-Vâhid ismi ile ortaya çıkmışlardır. 
Dolayısıyla bir (vahid) sayısı diğer sayıların oluşmasına neden olmuştur. 
Bu şekilde vahid genişlemiştir  ve sayıların hükmü sayılan şeylerle ortaya çıkmıştır. 
Sayıların her birinin bir mertebesi olup, hepsi tek bir hakikatten ortaya çıkmasıyla beraber her bir sayının mertebesi aynı değildir.
Birlik veya ayrıntılı olarak varlıklara bakıldığında, tevhidin onlara eşlik ettiğini ve onlardan asla ayrı kalmadığını görürüz. 
Bu tıpkı 1 in sayılara eşlik etmesi gibidir. 
Her tam sayıya bir eşlik eder ve onu belirler. Örneğin 2, bire birin eklenmesi ile ortaya çıkar. 
Eğer bire bir eklenmeseydi 2 ortaya çıkmazdı. Aynı şekilde 2 ye bir eklenmeseydi 3 ortaya çıkmazdı. 
Buna göre 3 ün var olması birin eklenmesi sayesinde olmaktadır. 
Sonsuza varıncaya kadar bu böyledir. 
Yani tam sayıların ortaya çıkması birin hükmüyle olmaktadır. 
Binaenaleyh bir sayı değildir, bir, sayının aynı yani özüdür. 
Çünkü sayılar bir ile ortaya çıkarlar.
sayilar_matematik_kutsal_din_rakamlar_40_KIRK_peygamber_1
Bütün sayılar bir’dir. 1000 den bir çıksa hiç kuşkusuz 1000 nin adı ve hakikati ortadan kalkar ve böylece başka bir hakikat ortaya çıkardı ki, bu hakikatte 999 dur. 
Aynı şekilde 999 dan bir çıksaydı onun da hakikati kaybolurdu ve yeni bir sayı hakikati ortaya çıkardı ki o da 998 dir.  
Bu tespite göre, bir şeyden 1 çıkarsa o şey yok olur,  1 bulunursa var olur. Aynen tevhit gibidir. Bu tespitin hakikati “Her nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir.” (Zariyat, 57/4) ayetinde ifade edilmektedir.  
Bir sayısının hakikatindeki bu şaşırtıcı güç ne muazzamdır. 
Sonsuza varıncaya kadar çokluk kendisinde ortaya çıkmış, fakat o isim ve zat olarak tek olmuştur.
Ahadiyet (bir) mutlak anlamda birliği ifade etmekte olup Hakk’ın zatına aittir. 
2 ise mertebeye aittir. 2 nin mertebesi uluhiyetin birlenmesidir.  
3 ise oluşumun, yani alemin Allah’tan var olmasının mertebesidir.
Sayı bir nicelik olup, sayılar niceliklerin azlık ve çokluğunu bildirirler. 
Sayı birleşik olmayan yalın bir şey ise, onun bir’den başka bir niceliği yoktur. 
Buna göre tartılan ve ölçülen şey tek bir cisim iken, kendisini sayılardan biri ile adlandırılması sonucu, yani onun ölçüm değeri ifade edildiğinde, cisim tek bir hüküm kazanır. 
O da sayının verdiği hükümdür. Bir olarak ve çokluğun birliği ile birlenmiş olan Bir münezzehtir. Kesretin (çokluğun) da kendisine ait bir birliği vardır. 
Bu birlik kaçınılmazdır. Çokluk bu birlik ile isimlendirilerek başkalarından ayrışır. 
Bir’de ve çoklukta birliğin bulunması kaçınılmazdır. 
Asıl ve fer olarak, yani öz ve ayrıntı olarak yalnızca  Bir vardır. Bu ilahi bilginin özüdür. 
Vahdet-i vücûd’un temeli bu ilahi bilgidir. 
 Bütün reel sayılar tam sayıların sonlu veya sonsuz dizilişleriyle elde edilirler. 
Örneğin 1/2 = 0,5 ;  1/3 =0,333…; 1/4 = 0,25;       π = 3,141592…; e = 4,11325… sayıları tam sayıların sonlu veya sonsuz dizilişlerinden elde edilmektedir. 
Tam sayılar bir’in çoklukları olduklarından diğer bütün reel sayılar da aslında bir’in birer çokluğu mertebesindedirler.
Her mertebenin sonsuz alt mertebeleri vardır. 
Bu evrendeki bütün oluşların mertebeleri için geçerlidir. 
Örneğin iki rasyonel sayı arasında sonsuz rasyonel sayı vardır. 
İki transandant sayı arasında sonsuz transandant sayı vardır. 
Bu tespit, evrenin herhangi bir sonlu bölgesinde sonsuz mertebelerin bulunmasını gerektirir. 
Buna göre atom altı yapılarında da her sonlu bölgede, ne kadar küçük olursa olsun, sonsuz mertebelerin bulunması gerekir. 
Örneğin bir elektronun yapısında daha derinlere gidildiğinde iç içe sonsuz oluşlar ile karşılaşabilecektir. 
Bugün için görülmeyenler ölçü teknolojinin yeterli olmamasındandır. 
İleride daha ileri teknoloji ve ölçme imkanlarıyla ayrıntılar daha belirgin ortaya çıkacaktır. 
O zaman elektronun içinde de başka mertebeden yapıların olduğu görülecektir. 
Bununla beraber bu içeri doğru iniş daima alttan sınırlı olacak ve görülemeyen kısımlar kalacaktır. 
Bu alt sınır hiçbir zaman fiziksel olarak tüketilemeyecektir.  
Bu zahiri alemin yapısının, gerçek ve mutlak hakikati ifade edememesinin bir sonucudur.  
Ancak batını alemde bugün, bu sonsuz alt mertebelerin varlığı görülmekte ve keşif yoluyla tespit edilmektedir. 
İşte bu sırlar ilmi ile akıl ilimleri arasındaki farktır. 
 Sayıların sonsuzluğunun tasavvufî ispatı 




Tam sayıların sonsuz olduğunu vahiy bilgileriyle de ispat edebiliriz. 

“Üç kişi yoktur ki, dördüncüsü O olmasın; beş kişi yoktur ki altıncısı O olmasın”, “Bundan daha azı ve daha çoğu O onlarla beraberdir.” (Mücadele, 58/7). Bu ayetlere göre yaratıklar Hakk’a ait bir mertebeyi işgal ettiklerinde, Hakk o mertebeyi takip eden başka bir mertebeye geçer. Yani yaratılmışlar 5 tane ise Hakk 6 ıncıdır. Buna göre yaratıklar Hakk ile aynı mertebede bulunamazlar. Yaratılmış olan her zaman Hakk’a katılmak istese de Hakk’ın o mertebeden ayrılmış olması nedeniyle buna güç yetiremez. Bundan hareketle sayıların sonsuz olduklarına hükmedebiliriz. Çünkü aksi halde, sonlu olsalardı yaratıklar Hakk’a katılmış olurlardı. Bu ise hiçbir zaman mümkün değildir. Hayal mertebesi ve sayılar Sayılar hayal ilminin ürünüdürler. Hayal ilmi, kendi başlarına bilfiil var olmayan anlamların bedenlenerek ortaya çıkmasını bilmektir. Allah Teâlâ kavramları insanın hayaline atar ve bu kavramlar orada bedene kavuşarak akıl tarafından algılanabilir hale gelir. Hayal bütün yaratılmışlar içinde nur ile vasıflanmaya en layıktır. Onun nuru diğer nurlara benzemez. Onun nuru ile Allah Teâlâ’nın tecellileri algılanır. Bu nur, hayal gözünün nurudur, yoksa duyu gözünün nuru değildir. Bu bakımdan hayal kemalin kendisidir. Hayal olmasaydı insan diğer canlılardan üstün olmazdı. Allah, hayalden daha üstün menzili olan bir şey yaratmamıştır. Yarattıkları arasında hayalden daha genel bir hükme sahip olan bir şey yoktur. Hayalin hükmü her şeye yayılmıştır. Bu her şeyin içinde, var olanlarla birlikte  imkansızlar  da vardır. Hayal vasıtasıyla ilahi kudret ve iktidar ortaya çıkmıştır. Allah onun vasıtasıyla kendi üzerine rahmeti yazmış ve herkese vacip kılmıştır. Hayal, inançlardaki tecellilerin gerçekleştiği yerdir. Bu bakımdan hayal Allah’ın en büyük şiarı ve delilidir. Hayal bir çeşit rahimdir. Çünkü bu rahimlerde hayali şeyler manevi bir yüklemeyle tasvir edilirler. Allah o rahimlerde manaları dilediği suretlerde inşa eder. Bununla ilgili ayet şudur: ” O sizi rahimlerde dilediği gibi tasvir edendir.” (Ali İmran, 3/6). Kavramlar ve aynı şekilde sayılar da Allah tarafından hayalde şekillendirilir ve bunlar akıl tarafından bu şekliyle algılanır. Bu bakımdan musavvire gücünün hayal gücü üzerinde bir otoritesi vardır. Bu nedenle hayal mertebesini bilmek, peygamberlik makamlarının birincisidir.


40-sayisi-onemi-sayilar-kuran-tasavvuf-kirk-ayet
Teklik ve çiftlik Allah tektir ve teki sever. Üç tek sayıların ilkidir ve bu nedenle ilk mertebe 3’e eşittir. İlk olmak ise aynı zamanda teklik demektir. Teklik, iktidar, çiftlik ve tekliğin sahibidir. Eşya ise ancak çift ve tekliği kendinde birleştiren bir teklikle bilfiil var olur. Bu ise birliğin kendisinde gözüktüğü ilk durumdur. Öyleyse ancak 3 vardır ve 3 ayak üzerinde durulabilir. Bu konuda, İbn Arabİ Hazretlerinin Fütûhat-ı Mekkiyye adlı kitabında açıkladığı ve kendisinin gördüğü bir rüya açıklayıcı olabilir: Birisi, “Sayıda çokluğun en azı kaçtır?” diye sorunca ben de “Nahivcilere göre üç, fakihlere göre ikidir” dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav), “Onlarda yanılmış, ötekilerde” dedi. Ben “Nasıl söylemeliyim?” dedim. Şöyle buyurdu Sayı çift ve tektir. Allah şöyle buyurur Çifte ve teke yemin olsun.” (Fecr, 89/3). Hepsi sayı olduğu halde, onları ayırmıştır. Sonra mübarek eliyle beş dirhem çıkarıp üzerinde oturduğumuz hasırın üzerine attı. İki dirhem ayrı, üç dirhem ayrı düştü. Bana, “Soru sorana hangi sayıyı sorduğunu sormak gerekir: Çift mi, Tek mi?” dedi. Sonra elini ikinin üzerine koyarak, “Bu çift sayılarda çokluğun en azıdır.”. Sonra elini üçün üzerine koyarak “Bu da tek sayılardaki çokluğun en azıdır” dedi. Sonra şöyle ekledi, “Bu meseleyi sorana böyle cevap vermek gerekir. Gerçek bizce böyledir”.” Sayıların tek ve çift olarak ayrılmasının hikmeti nedir? Bu konuda tasavvuf literatüründe yeterli açıklamalara rastlamadık. Aynı belirsizlik sayılar teorisinde de vardır. Bugünkü matematik biliminde, sayıların özellikleri tek ve çift ayrımı yapılmadan incelenir. Ancak yukarıda anlatılan rüyada bir gerçek dile getirilmektedir. Dolayısıyla sayılar teorisi ile ilgilenenlerin tam sayıların özelliklerini iki kategoride, yani çift ve tek olarak incelemeleri, tam sayıların yapısında bazı yeni bilgilerin ortaya çıkmasına neden olacağı beklenir. Çünkü bu ayırım ilahi bir hükümdür.

40-sayisi-onemi-sayilar-kuran-tasavvuf-kirk-sembol

Sayıların özel sırları Her bir sayı kendi mertebesindeki 1’in tekrarlanmasıyla ortaya çıkar. Dolayısıyla tasavvufta 1’e sayı gözüyle bakılmaz. 1 sayının aynı yani özüdür.  Yukarıda anlatıldığı gibi çift sayılar 2 ile, tek sayılar 3 ile başlarlar. Bütün sayılar 1’in tafsilinden ibarettir. İbn Arabi’ye göre 1, Allah isminin sayı alemindeki mazharıdır. Allah ismi diğer bütün isimleri kendisinde topladığı gibi 1 de bütün sayıları kendisinde toplamıştır.  Bu nedenle sayılar 1’in hükümleridir. Bu bakımdan 1 ilahi vahdetin (birliğin) sembolüdür. Hakk ile mahlukat arasındaki münasebetin ilahi mertebe bakımından durumu tıpkı  el-Vahid ismi ile sayılar arasındaki münasebet gibidir. El-Vahid ismi 1’e karşı gelir ve bu saymakla ulaşılan bir sayı değildir. Nasıl Hakk Teâlâ, mahlukatın yaratıcısı olduğu gibi, 1 de sayıların menşeidir.  Çünkü her bir sayı kendi mertebesindeki 1 kadar tekrarlanmadıkça ortaya çıkmaz. Örneğin 5 sayısı beş tane 1 ‘in birbiriyle eklenmedikçe ortaya çıkmaz :  1+1+1+1+1 = 5 . İbn Arabi’ye göre 1 ve sayısal değeri 1 ile gösterilen elif harfi, sayı ve harf değildir. Ancak avamın bundan haberi olmadığı için 1’i sayı, elifi de harf görürler.  1, Allah isminin sayılar alemindeki mazharı olarak görüldüğünden, bu mazhariyet insan türünde insan-ı kâmil’e harfler arasında da elife verilmiştir. Yani Allah isminin insanlar arasında ortaya çıktığı mahal insan-ı kâmil olup, harfler arasında ortaya çıktığı mahal elif harfidir. 1’in makamı cem makamıdır ve 1’in sıfatı Allah isminde olduğu gibi kayyûmiyettir. Kayyûmiyet, kendi zatı ile mevcut olma, varlığında ve varlığının devamında her şey O’na muhtaç olduğu halde kendisinin hiçbir şeye muhtaç olmama, mahlukatı var kılıp onların varlığını devam ettirme anlamında Allah Teâlâ’nın bir sıfatıdır. 1 de, sayılar arasında kayyûmiyet sıfatı nedeniyle diğer sayıların varlıklarını korumaktadır. Her bir sayı kendisine delalet eden bir hakikat sayesinde (hakikat-ı vahide)  diğer sayılardan ayrılır. Birlerin toplamı (cem-i ahâd) ismi ise sayıların her biri üzerinde hüküm sahibidir. Her sayı bu kapsamın içindedir. Her sayının mertebesi ve terkibi cem-i ahâd ismi sayesinde olmaktadır. Mülk aleminin sayısıdır. Zıtlık ve kutupluluğu simgeler. Bu nedenle 2 sayısı, içinde bulunduğumuz kahır ve mülk alemini gösterir. Alemde her şey zıtlarıyla beraber ortaya çıkar. Bu durum “Biz her şeyi çift yarattık” (Zuhruf, 43/12) mealindeki ayetinin yorumudur. Gerçekten alemde daima 2 lik, yani zıtlıklar mevcuttur. Örneğin nefes alıp verme ikili bir harekettir. Kalbin kanı vücuda pompalaması sıkışma ve boşalma olarak iki hareketten ibarettir. Alemde aynı anda oluş ve bozulma ortaya çıkmaktadır, + ve – elektrik yükleri, sıcaklık ve soğukluk, varlık ve yokluk, erkek ve dişi, doğum ve ölüm bu ikili düzenin birer yansımalarıdır. Bu durum 2 sayısının eşya üzerindeki ilahi bir hükmüdür. İbn Arabi’ye göre evrendeki bu zıtlık Allah Teâlâ’nın isim ve sıfatlarındaki ikili yapıdan kaynaklanmaktadır. Bu da ilk tecelli kabul edilen Rahmaniyet tecellisinin Cemâl – Celâl şeklindeki ikili yapısını göstermektedir. İbn Arabi Hazretleri, 2 nin ve iki olmanın bu alemdeki zıtlığa işaret ettiğini, 2 sayısına tekabül eden   be  harfinin telaffuzundan çıkarır. Çünkü be harfinin mahreci (ağızdaki çıkış yeri) iki dudaktır. Mahrecindeki bu ikiliğin mecbur oluşu, 2 sayısının alemde ortaya çıkabilmesi için de zıtlığa ve kutupsallığa ihtiyacı olmaktadır.  Çünkü varlık alemindeki her şey ancak zıttı ile fark edilebilmektedir.
İnsanların ben ve sen ayrımı 2 sayısının bir hükmünü gösterir. Bundan kurtulmak için insanın tasavvufi bir eğitimle vahdetin (birliğin) egemen olduğu, dünyanın nefs ve arzularından  kurtulmuş bir halde fena ve beka makamına geçmeleri gerekir. Bu konuda Mevlana Hazretleri şöyle buyurur Ben, sen ayrımında kaldığın sürece bu kapıdan geçemezsin. (Mesnevi, c.1, 3056-65) Buna göre dünya aleminin ikiliği aşılamadan birlik boyutuna geçmek mümkün değildir. Bu da ancak gerçek bir sufi eğitimi ile mümkündür. 3 sayısı tek sayıların ilkidir. Bu sayının hükmü mümkünlerin ortaya çıkmasını sağlayan isim olmasıdır. Çünkü Hakk’ın yaratması “ol” sözünden meydana gelir. “Biz bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman ona ol deriz o da olur.” (Nahl, 16/40). “Ol” sözünün Arapçası  kun olup 3 harftir. Bu harfler kef , vav ve nun dur. Bu şekilde ilk teklik varlığa yayılmıştır ve varlığın ortaya çıkmasında kendisini göstermiştir. Bu nedenle çoğulun ilki 3 tür ve ilk tek sayıdır.  Çünkü her mümkün 1’den var olmamıştır. Her mümkün bir çokluktan meydana gelmiştir. Çokluğun ilki ise 3 tür ve tek sayıdır. Bu nedenle Allah’a ortak koşanın nihai gücü üç olmuş ve “Allah üçün üçüncüsüdür.” demiş ve 3’e ekleme yapmamıştır. İbn Arabi Hazretlerine göre alem üçlü bir yapı ile vücuda gelmiştir. Dolayısıyla alemdeki icat ve zuhurlar da 3 ile başlar. Bu bakımdan 3 sayısı ilahi yaratmanın (tekvin) sayısıdır. Bunun nedeni, ilahi zatın üzerinde bulunduğu hakikatin zat, sıfat ve isim şeklindeki üçlü yapının beşer mertebeye sirayeti nedeniyledir. Her şeyin zatı ve sıfatı arasında üçlü bir yapı vardır. Bu üçlü yapı zat, sıfat ve râbıt dır. Râbıt zat ile sıfat arasındaki ilişkiyi düzenler ve sıfatın zata ilişmesini mümkün hale getirir. Yani zat onun sayesinde sıfatı kabul eder. Aynı şey ilim, âlim ve ma’lum arasında vardır. Âlim ile malumu birbirine bağlayan râbıt ilimdir. Bütün isim ve sıfatlar bu şekilde bir üçlü yapı içinde bulunurlar. Nasıl 3 sayısı 2 ve 1 in toplamından elde ediliyorsa, çocuk ta aynı şekilde erkek ve kadının birleşmesinin bir neticesidir. Sayıların sonsuza uzaması gibi insan ırkı da bu şekilde devamlılık kazanmıştır. Bu husus şu ayette açıkça ifade edilmektedir: “Sizi bir nefisten yaratan ondan da eşini yaratan ve onlardan birçok erkek ve kadını yeryüzüne yayan Rabbinizden sakının.” (Nisa, 4/1). Fususul Hikem’in Muhammed fassında dile getirilen “Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi, bunlar kadın, güzel koku ve namazdır.“(Buhari, es-Sahih)  hadisinde 3 sayısının eşyaya tahsis edilmesi, icat ve tekvinin üçlü yapısını gösterir. Sevdirildi kelimesi muhabbetin rabıt özelliğini ve tekvinin aslı olduğunu göstermektedir. Çünkü üç şey – ki bunlar, kadın, güzel koku ve namazdır – arasındaki irtibat muhabbet  sayesinde kurulmaktadır. Buna göre ilahi yaratılışın gerekçesi olan muhabbet, Allah ile alem arasındaki irtibatı sağlayan rabıttır. 4 Bu sayının ilahi hükmü en geniş makama sahip olmasıdır. Bu bakımından peygamberlik makamının altındaki en geniş makam, maneviyatta 4 ile tavsif edilmiştir. Bu makam Sıddıklar makamıdır. Allah Teâlâ, 4 sayısının en geniş makama sahip olması nedeniyle 4 kadınla evliliğe müsaade etmiştir. 4 sayısı bu genişlik dolayısıyla kemal özelliğine sahip olan 10 sayısını içermiştir. Çünkü  1+2+3+4 = 10 dur. Yani 4 ile kemale varılır, yani en geniş makama erişilir. 10 sayısının kemali hakkında aşağıda açıklama verilmiştir. Sağlık açısından nisan ayının ayrı bir önemi vardır. O da ayların dördüncüsü oluşudur. Doktorlar bedenlerdeki dengeyi tekrar kurmaya ölçüleri ayarlamaya çalışırken insanın Nisan ayındaki yaratılışını korumaya çalışır. Çünkü nisan ayı dinçlik ve gençlik ayıdır. Ayrıca bu ayda meyveler ve çiçekler ortaya çıkarlar. Her şeyin yeniden canlandığı bu ay 4 sayısının en geniş makama sahip olma hükmünü taşımaktadır. 5 Beş sayısı kendini ve diğer sayıları korur. Namaz sayısının 5 olması bu nedenledir. Allah Teâlâ şöyle buyurur Namazları muhafaza ediniz.“( Bakara, 2/238). “Namazlar” vakti belirlenmiş, farz kılınmış ve yazılmış 5 vakit namazdır. Eğer denirse ki, vitr namazının beşe ilave olduğu ve namaz sayısını altıdır. Buna karşı şunu ifade edebiliriz. Vitrin, 5 in kendisini koruduğu bir sayıyı eklemiştir ki o da altıdır. Altı ise ilk mükemmel sayıdır. 
6 :  6 sayıların en yetkinidir. 6 matematikte mükemmel sayıların ilki olarak tanımlanır. Çünkü 6’nın has bölenlerinin toplamı kendisini verir: 1+2+3 = 6 . Allah Teâlâ alemi 6 günde yaratmıştır ve tam mükemmel hale getirmiştir. Bu bakımdan 6 sayısının hükmü bir tamamlanmayı veya mükemmel hale gelmeyi gösterir. Bunu insan hayatında görmekteyiz. Sırlar ilminin bize bildirdiğine göre, insanın dünyaya gelmesinden sonraki ilk 6 ayı ve ilk 6 senesi çocuk için çok önemlidir. Bu sürelerde çocuğun bakımında ve yetiştirilmesinde çok dikkatli olunmalıdır.  
Ondan sonraki süreler 10 ar yıl olarak devam eder.


Hz. Peygamber’in kemalinin bir yönü, daha önce başka hiçbir peygambere verilmemiş olan 

6 özelliktir. 
Bu özellikler 1) Hz. Muhammed’e (sav) yeryüzü hazinelerinin anahtarları verilmiştir. Alemde ortaya çıkan her rızkı, o rızkın dayandığı ilahi isim, anahtarları elinde tutan Peygamberimizin (sav) emrinden verir. 
 2) Hz. Peygamber’e (sav) cevamiül-kelim verilmiştir. Bu, sonsuz olan her şeyin bilgisinin Peygamberimize (sav) verilmiş olması demektir. 
 3) Hz. Peygamber (sav) bütün insanların hepsine gönderilmiştir. Onun ümmeti şeriatı öğretmek üzere gönderildiği herkestir. Bununla beraber ümmetinin bir kısmı iman eder fakat bir kısmı iman etmez. Fakat bu onları ümmet olmaktan çıkarmaz. 
 4) Bir aylık mesafeden düşmanlarına korku salmakla desteklenmiştir. Onun karşısına çıkan bütün düşmanların kalbinde bu korku vardır. Ancak bu korku aslında, karşı tarafın yanlış bir iş yapmalarını engellemesi bakımından bir rahmettir. 
 5) Önceki peygamberlere helal kılınmayan ganimetler ona helal kılınmıştır. 
6) Allah onun için yeryüzünü temizlemiş, bütün yeryüzünü mescid yapmıştır. Hz. Peygamber (sav) ve ümmeti her nerede namaz vaktine erişirlerse, namazlarını orada eda ederler. Buna göre bütün dünya Allah’ın evi olur. Bu demektir ki bu Vitir namazının eklenmesiyle namaz sayıları 6 ya çıkmıştır. Bu şekilde namaz, 6 sayısının hükmü altında  mükemmel olarak tamamlanmıştır. Açısı olan şekillerin benzerleri birbirlerine eklendiğinde, elde edilen şekillerden hiçbir boşluk bırakmayan şekil altıgendir. Bu özellik te 6 sayısının mükemmellik hükmünün altındadır. 
 7 sayısı ilahi ilimde kemalin zirvesidir. Tasavvuftaki zikirler en az 7 defa tekrarlanır.  
Bu nedenle Allah unsurlar aleminde eserlerinin varlığındaki hikmeti  12 burçta dolaşan 7 gezegene bağlayarak seyyar gezegenlerin sayısını 7 yapmıştır. Buradan 7 nin varlığa kemali olduğunu anladık. Bugün 7 gezegenden farklı olarak bulunan seyyar gezegenler bu 7 adet feleklerdeki bazı alt feleklere ait olan gezegenlerdir. Maneviyatta en üst makamda bulunan 7 kişi vardır. Bunlardan 4 ü evtad, 2 si kutup ve 1 i gavsdır. Bu kişiler üzerinden, Allah  kainatı idare eder. Bu 7 kişiden her birinin görevi ayrıdır. 2 kutup ve 1 gavsdan oluşan 3 lü grup diğer 4 kişinin üstündedir. 10 sayısı kemal özelliğine sahiptir. İnsan hayatında 10 ar yıllık devreler farklı özellikleri içerir. Her 10 yılda bir insan farklı bir yapı içine girer. 12 sayısı burçların sayısıdır. Allah burçlardaki hareketin yetkinliğini 12 ye yerleştirdi. 12 , 1 den 9 a sonra 10 lara sonra 100 lere sonra da 1000 lere kadar olan sayı mertebelerinin sayısıdır. Bu 12 içinde sonsuza kadar olan terkipler meydana gelir. 7 gezegen 12 burç içinde hareket eder. 14 Kurandaki mukattaa harflerinin sayısı 14 tür. Sure başlarındaki bu harflerin terkibi meleklerin isimleridir. Bu harfleri okumakla bu melekler çağırılmaktadır. Bu melekler okunan suredeki olumsuzluklardan okuyanı korumak için görevlidir. 
Bu harflerle başlayan surelerin sayısı 28 dir. 28 sayısı 14 ün iki katıdır ve mükemmel sayıların ikincisidir, çünkü 1+2+4+7+14 = 28 dir. Bu bakımdan burada da bir hikmet gizlidir. Ayrıca 28 sayısı gökteki menzillerin sayısıdır. Kurandaki tilavet secdelerinin sayısı da 14 tür. Kuran hatim edildiğinde bu secdeler yapılmazsa hatim eksik kalır.  Ayrıca hicri 14oo yıllarında bulunmamızın İslamiyet açısından önemli olayların vuku bulacağı bir çok alim tarafından keşif bilgileriyle haber verilmiştir. Bu tam sayıların dışında da ilahi sırlara sahip tam sayılar vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:33 çekilen tespihlerin sayısı olarak kullanılır. 40 sayısı bir olgunluk ve kemalatı gösterir. Peygamberlik 40 yaşında ortaya çıkar. 
Tarikatlarda 40 gün süren çile eğitimi vardır (erbain). 70 sayısı tövbe adedi olarak ifade edilir. Genelde sınırsız çokluğu ifade eder. 100 sayısı cennet ve cehennemdeki mertebelerin sayısını gösterir. Yukarıda anlattıklarımız, sayıların kainatın yapısında ne derece büyük bir hüküm sahibi olduklarının ifadeleridir. Evrenin yapısının temelinde, sayıların hüküm sürdüğünün en büyük delili de evrendeki fiziksel olayların açıklamasında kullanılan matematiksel modellerdir. Bu modeller fiziksel olayları kısmen açıklayabilseler de, evrenin yapısının zahiri tarafının matematiksel bir sistem içinde olduğunu bize göstermektedir. İnsanın düşünmesi matematik sayesinde kolaylaşmıştır. Bu bakımdan insandaki hayal gücünün temelinde matematik önemli bir yer tutar. Yalnız şunu unutmamak gerekir ki, insanın hayal alemindeki matematiksel kavramlar Allah tarafından yaratılıp insanın hayal alemine atılmıştır. 
Allah tarafından yaratılıp hayal alemine atılan bu kavramlar, sonradan akıl gücüyle insan tarafından algılanmaktadır. Dolayısıyla, insanın yeni bir kavram hakkında bunu ben icat ettim diye övünmesi ne kadar yanlıştır. Fizik ve matematik bilimleri ile uğraşan insanların en etkinleri, hayal gücünü en iyi değerlendirenlerdir. Çünkü onlar hayal alemlerine atılan olgu ve kavramları en iyi şekilde değerlendirmektedirler.
 Ancak bunların büyük bir kısmı, hayal alemindeki yeni ortaya çıkan kavramları ve olguları kendi güçleriyle oluşturduklarını zannederler. Fakat bu bir yanılgıdır. Çünkü bir şeyi Allah dilemeden, insan dileyemez  Allah’ın dilemesi olmadıkça siz dileyemezsiniz. Şüphesiz, Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”(İnsan, 76/30). Eğer bu insanlar, Allah’ın kendi hayal alemlerine yerleştirdiği yeni kavramları idrak ettikleri zaman, bunun Allah’tan olduğunu düşünseler ve buna şükretseler, kendileri için ne kadar hayırlı bir şey olurdu. Dostlar! Sayılar, matematik ve diğer ilimlerle ilgilenenler, hayal aleminin yapısını ve burada Allah’ın bahşettiği verilerin ve güçlerin neler olduğunu düşünmelidir. Allah Teâlâ’nın bu imkanları yaratıp bizlere bahşetmesinin çok büyük bir nimet olduğunu bilmeliyiz. Bunun için Cenab-ı Hakk’a ne kadar şükretsek azdır. Çünkü  bu bizi diğer yaratıklardan üstün kılan bir özelliktir. Bu özellikle bizler evrenin efendisi oluyoruz.
Allah Teâlâ’nın verdiği bütün nimetler için hamd ederiz. Kaynak: “Fusûsül – Hikem”, İbn Arabî, İstanbul Kitapevi, İstanbul, 1981 “Fusûsü’l-Hikem’in Sırları”, Sadreddin Konevî, İz Yayıncılık, İstanbul, 2009 “Fusûsu’l – Hikem’in Tercümesi ve Şerhi”, Ahmed Avni Konuk, M.Ü. İlahiyât Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul, 2005 “Fütûhat-ı Mekkiyye”, İbn Arabî, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2008 “Kalplerin Keşfi”, İmam Gazali, Çelik Yayınevi, İstanbul, 2011 “Marifetname”, Erzurumlu İbrahim Hakkı, Hasankale Vakfı, Erzurum, 1980 href="https://indigodergisi.com/2018/03/esma-ul-husna-allahin-99-sifati/" Esma-ül Hüsna: Allah’ın 99 sıfatının enerjileri

EDEP, ALAH'IN SEVDİKLERİNİN GÖSTERGESİDİR

EDEP, ALAH'IN SEVDİKLERİNİN GÖSTERGESİDİR
Hadis Sufizm güzel ahlâktır. 
Kimin ahlâkı daha güzelse, o daha iyi sufidir. 
 Ali bin Ebu Talib’e, dördüncü Halife’ye atfediliyor. (1)
Zahiri Edep
Sufizm için merkezi değerde olan Edep, sufi-yolunu, doğru bir duruş ve hakiki nezaket ile gitmek için gerekli olan ahlâk kuralları şifresidir. En derin düzeyde edep, ruhun Allah önünde duruşu, Rabbi’nin önünde son derece saygılı eğilişidir ve bu saygıyı, hem zahiri hem de bâtıni dünyada yaşamasıdır. Kişinin, eylem ve davranışlarında “Allah ile” olma halidir. Hajveri’ ye göre “Allah’a giden yolda,hem özel hayatta hem de toplum hayatında, hürmetsiz davranışlardan sakınmak gerekir (2). Sufi yolunda giden yolcu, bu içsel saygıyı günlük hayatında, Allah’la, kendisi ve başkaları ile olan ilişkilerine de yansıtmaya çalışır.

Sufizmin ilk zamanlarında edep kelimesi, sufi niteliklerinin ideali ve İslam’ın erken zamanlarındaki tasavvuf öğretisinden kaynaklanan fütüvvet şartları ile ilintiliydi. Fütüvvet, Arapçada yiğit, delikanlı manasında olan Feta’nın yolu demek oluyor. İslamiyet’te ve kutsal Kuran’da kelimenin kullanılışına göre ise Feta, kendisi için hiçbir şey kalmayıncaya kadar cömertlik ve misafirperverlik ile her şeyini, hatta kendi hayatını bile dostları uğruna feda eden, “asil ve tam manası ile mükemmel insan” anlamındadır. Sufilere göre fütüvvet, peygamberlerin, ermişlerin, bilgelerin ve Allah’ın sevgilerinin, dostlarının davranışlarını örnek alarak takip eden şerefli davranış şifresi demektir.(3)

Eski Sufilerin belirledikleri bu ahlâk kuralları, sufi yolunun içsel asaletini vurgulayan bir davranış şeklini ortaya koyar. Bu öğretileri açıklayan eski sufi yazıları vardır ve bunlardan bir tanesi İbn el Hüseyn es Sülemi’nin 11. yüzyılda derlediği (Doç. Dr. Süleyman Ateş’in tercümesi), “Tasavvufta Fütüvvet”tir:

“Fütüvvet demek, fazla muhalefet göstermemek, az tartışmak, dürüst olmak, hata yapmaktan sakınmak ve başkalarının yaptığı hataları tenkit etmemek, benliğinde ölçülü olmak, gençlere de yaşlılara da güler yüzlü davranış, iyilik yapmak, iyi nasihatler vermek ve verilen nasihatleri dinlemek, arkadaşlarını sevmek, düşmanları ile hoşgörülü olmak. Bunlar bizim Fütüvvet hakkında hakikatleri duymaya ve söylemeye muktedir oluncaya kadar bilmemiz için yeterli olan, bu yolun görülebilen yüzleridir.” (4)

Bu fevkalâde karakter ve davranış özellikleri son derece saf ve temiz bir içselliği yansıtır ve burada artık içsel duruş (bâtıni hal) ile zahiri faaliyet arasında hiçbir fark yoktur. Sufi, toplum önünde yapmaktan utanacağı bir şeyi özel hayatında da yapmaz. Başkalarının hatalarını aramak yerine kendi hatalarını arar. Zahmet ve acı geldiği zaman şikâyet etmeden kabullenir. Her ne olursa olsun iyi huylu bir tabiata sahip olup daima olumluya meyilli olmak, sufi edebinin merkezi kalitesidir.

Bir başka sufi özelliği de, hep başkalarına öncelik verme manasında olan fedakârlıktır ve sufi fütüvvet niteliklerinin en üst derecesi olarak görülür. Bu kural misal olarak, sufilerin bir araya geldikleri toplantılarda, dervişlerin ön sıralardan ziyade en arka sıralarda oturmaları ve yer ayırmamaları şeklinde ifade edilebilir. Bu aynı zamanda başkalarını katiyen yargılamamak ve hatta görünüşte hata yapıyorlarsa bile, onları mazur görmek demektir. Nişaburlu “kendini kınayanlar”ın yolu olan Melamiler grubunun takipçilerinin koyduğu bir kural da şöyledir: “Başkalarına saygılı ol, iyi niyetli yaklaş, onların yaptıkları hataları mazur gör, kendini kına!” (5)

Bu karakter şifresini takip eden sufi, en yüksek mükemmelliğe (ideale) erişmek için gayret eder ve bu özellikle diğer sufilerle, yol arkadaşları ile olan ilişkisine yansır. Fütüvvetin bir prensibi de, ihvan kardeşlerini hiçbir zaman unutmamaktır. Muhammad al Jurayri der ki: “Başkalarını düşünmek ve onlara duyulan sadakat, bilinci gaflet uykusundan uyandırır ve düşünceleri hayal gücüne yenilerek felakete gitmesini engeller.” (6)

Böylece, doğru tutum ve doğru davranış, aklın ve nefsin hayallerine kapılıp unutmaya dalmak yerine, uyanık ve dikkatli olarak hatırlamada kalmanın yolları olarak da görülür. İlk sufiler, bilhassa diğer dervişlerle, ihvan kardeşleri ile bir araya gelmenin onları gaflete düşmekten ve unutmaktan koruduğunu anlamışlardı.(7)

Benzer idealleri ve davranış kurallarını paylaşan sufi cemiyetinin içinde olmak, yolcuya, kalbin samimiyetine sadık kalmasında yardımcı olur. İhvan kardeşlerine karşı hissedilen ve ifade edilen bu dürüstlük, Sufi ahlâkının temelini teşkil eder. Vali Abu Ahmad al-Hafız, bilge birinin sözlerinden şunları anlatır:

“İhvan kardeşliğinin kurallarından birisi, birbirlerini bütün kalpleri ile sevmeleri, sözleri ile birbirlerini karşılıklı eğitmeleri ve öğretmeleri, maddi imkânları ile birbirlerine yardım etmeleri, karşılıklı ahlâk anlayışlarını desteklemeleri ve yokluklarında birbirlerini müdafaa etmeleridir. Ruhani konularda senden ileride olanlara, dünyevi konularda ise senden daha az şanslı olanlara yoldaşlık et.” (8)

Bu davranış şifresi, nefsin ve kötü huyların kurduğu, kibir ve yargılama tuzaklarına düşmeyi engellediği gibi, alçak gönüllülük, cömertlik, olumlu bakış gibi pozitif karakter özelliklerini geliştirir. Edep, görgü kuralları gibi, sosyal ve kültürel standartlara göre değişebilen resmi veya kayıtlı bir davranış şeması değildir. Bilâkis edep, içsel duruşun, tabii bir şekilde dış dünyada davranışlara yansımasıdır. İnsan ruhunun gerçek asaletinin ifadesidir. 

Mesela içsel cömertlik dış dünyada da cömertlik olarak tezahür eder, içsel alçakgönüllülük ise dış dünyada başkalarına öncelik verme şeklinde kendini gösterir. Aynı zamanda sufiler, egonun her çeşit ruhani davranışı kendi lehinde övünmeye çevirme tehlikesinin farkındadırlar. Alçakgönüllü davranış, gerçek tevazuya ulaşmaktan daha kolaydır ve nefs, kendisinin çaba ile ulaşmadığı ruhani bir seviyeyi sahiplenmede kolaylıkla iddialı olabilir. Melamiler özellikle bu tehlikenin farkında olduklarından, egoyu saf dışı bırakmak için, çoğunlukla “ruhani olmayan” davranışlarla bilhassa tenkitleri üzerlerine çekerlerdi.

Bâtıni Edep (İçsel Edep)
Bu geleneksel sufi uygulamaları bize, ruhun gerçek asaletini yaşamak için hakiki insaniyetin belirtisi olan saygının önemini vurgulayan değerli bir yol gösterirler. Lâkin bugün batıdaki sufizm, eski sufilerin ortadoğu kültür çerçevesinden çok daha farklı olan bir ortamda yaşanıyor. İnsan yapısında her zaman zayıf karakter ve bencilliğin var olmasına rağmen, günümüzün küresel tüketim çılgınlığı bilhassa kararlı bir şekilde egoyu ve onun arzularını kışkırtmakta, alçakgönüllülük yerine ihtirası beslemekte ve cömertlik yerine açgözlülüğü desteklemektedir. 

Bugünkü çağın değerleri, saygıyı geliştirip göstermek yerine saygısızlığı bir marifetmiş gibi göstererek, insan karakterinin hakiki asaletinden ziyade menfaatçiliğinin gelişmesine ortam hazırlamaktadır. İnsan ruhunu besleyen nitelikleri yaşamak isteyen insanlara ise, günümüzün maddeciliğinin çoraklığı adeta meydan okur.Ayrıca batıda, bizim bireycilik ve ona ilişkin özgürlük imgelerine olan oryantasyonumuz, dış dünyadan gelen öğütlerle belirlenen davranış kurallarını kabul etmemizi zorlaştırır. 

Gerçi biz “kişisel gelişim” kitaplarını bir solukta okuyabiliyoruz, fakat ruhsal davranış kurallarını öğrenmeye tamamen yabancıyız ve hatta bu çeşit kurallar bizde gerçek insanlığa götüren bir yoldan ziyade, kötü bir tarikat veya yobazlık çağrışımı yaparlar. Bu demektir ki, edebin her birimiz için ne ifade ettiğini yeniden keşfetmemiz gerekir. Asıl mesele, on birinci yüzyıldan kalmış bir rehberi incelemek değil, içimizdeki ruhun değerlerine geri dönüp, Allah ile yaşamanın ne demek olduğunu öğrenmek demektir. 

Bireysel sorumluluk çağında bu, birbirimizle, ruhumuz ve Allah ile olan ilişkilerimizin bireysel sorumluluğunu üstümüze almamız gerektiği manasına gelir.
Yolun zahiri ödevleri bize, nefsin ve egonun üzerimizde hâkimiyet kurmasını engellemeye yardım edebilirler. Buna rağmen bâtıni edep, zamanımızın kültür çerçevesinde yolumuzun, günlük hayatımızda kalabilmesi için ihtiyacımız olan esas kabı hazırlar. 

Eğer bu içsel (bâtıni) edebi geliştirmezsek, etrafımızı saran egonun yönlendirdiği değerler bizi kolayca sürükleyip götürürler. Ve biz bu unutma kültürü içinde kaybolur gideriz.
Bâtıni edep, ruhsal niteliklerimizin ve içimizdeki gerçek saygınlığın teyididir. Bu, kalbimizde ve tüm hayatımızda olan iâhiliğe duyulan derin saygı ile ilgilidir. Eğer biz böyle ilâhiliğe saygıyı yaşamayı başarabilirsek, hem kendi ruhumuzu hem de birlikte olduğumuz diğer ruhları besleyen, en tabii ve saf “varoluş” halini buluruz. Allah’ın huzurunda yaşamayı öğreniriz. 

Tevrat’ın (Exodus) ‘Mısır’dan çıkış’ kitabındaki Musa ve yanan çalı hikâyesi, Allah’a yaklaşabilmek için gerekli olan temel tavrın, duruşun örneğidir. Yanan çalıların üstünden Tanrı Musa’ya seslendiğinde Musa, “Buyur!” diye cevap verir. Ve Tanrı: “Fazla yaklaşma! Çarıklarını ayaklarından çıkar! Çünkü bastığın yer kutsal topraktır,” der.(9) Eğer kutsal bir toprak üzerinde duracaksak, dünyevi görüş ve davranışlarımızın sembolü olan ayakkabılarımızı çıkartmamız gerektiğini öğrenmeliyiz. 

Aksi halde, davranışımız doğru ve saygın değildir.
Ruhani yaşamda mühim olan, Tanrı ile daha sonra kuracağımız ilişki için, önce O’na nasıl yaklaşacağımızdır. Aynı Musa gibi, ayakkabılarımızı çıkararak, nefsin ve egonun alışkanlıklarını geride bırakmaya mecburuz. Eğer Tanrı’nın sesini işitmek istiyorsak, O’nun huzurunda nasıl duracağımızı öğrenmeliyiz. İşte bu duruş hali, bâtıni (içsel) edepten gelir.
Edep ve Bâtıni Dönüşüm

Allah’a giden yolculuğu yapabilmek için en derin manada,  İnsan olmanın ve ruhun asaletinin ne demek olduğunu açığa çıkarmamız gerekir. Bu yolculuk, egonun ve nefsin dünyasından, ruhun ana niteliklerinin yaşandığı dünyaya yapılan yolculuktur. Bu yolculukla, içsel karanlığımız olan kurşunu, hakiki özümüz olan altına değiştiren simyasal bir işlem ve bununla beraber içsel bir dönüşüm arasında bağlantı kurulur.

Her içsel dönüşümün, değişimin kirlenmemesi veya aksamaması için bir kaba ihtiyacı vardır. Simyada buna (Latince: vas bene clausum) “kapalı sırlanmış kab” denir ve yapıtın sonuçlandırılabilmesi için şarttır. Kalbin simyacısı için, karakter ve özellikle bâtıni edep, aklın oyunlarının veya dıştan gelen etkilerin bu çok mühim işleme zarar vermesini veya durdurmasını engelleyen kabtır. Simyacılar çok kez, bu kabın kırılması veya çatlaması halinde, bütün işlemin en baştan başlamak zorunda olduğuna dair uyarmışlardır.

Yolcu çoğu zaman bu yolculuğun tuzaklarından, dönüşüm sürecinin tehlikelerinden bihaberdir. Bu süreçte bize, zihnimizin daha kuvvetli enerjilerine erişim verilir ve dengemizin bozulmaması için bu enerjiler, karakterimizin olgunluğunu ve saf niyetimizi gerektirirler. Zihnimizin derinlerindeki müthiş kuvvetlerle karşılaştığımızda bizi, “arketip” dünyasının ahlâk dışı tabiatından ve onun yıkıcı gücünden koruyan, sebatkâr oluşumuz ve karakterimizin güzelliğidir.

Bu yolculukta sadece dışarıdan öğrenilen ahlâk kuralları yetmez. 
Asıl rehberliğin ve ayırt edebilme gücünün içten gelmesi gerekir. Kontrolümüz altında olmayan kuvvetlerin hücumuna ve muhalefetine uğrayan bizim içsel tabiatımızdır ve onları dengede tutabilmek için geliştirdiğimiz birtakım içsel niteliklere ihtiyaç vardır. Örneğin egomuzu kolayca şişirecek “arketip” dünyasının güçlü enerjilerini yaşarken, tevazu çok gereklidir. Eğer bâtıni edebimiz yeteri kadar kuvvetli değilse, bu güçler kolayca bizi ele geçirebilirler ve biz, içsel rehberimiz ile olan bağlantımızı kaybederek kaybolur gideriz. Hatta bu güçler bize psikolojik olarak da zarar verebilirler.

Özümüz, içimizdeki tanrısal nur, bizim gerçek rehberimiz ve koruyucumuzdur. Hasret dolu çabalarımız, teslimiyetimiz ve aşk sayesinde kalbimizde nurumuz ile bir bağlantı yaratırız. Özümüz bize, aklın labirentinde rehberlik eder ve dönüşümümüzün etkin gücüdür. Fakat nasıl da nefsimiz defalarca çabalarımızı engeller ve nurumuzun üstünü örter? Nasıl da sık sık öfke, düşmanlık duygularına kapılırız? Nefs bizi tekrar tekrar aldatır ve bilinçaltı bizi baştan çıkartmaya çalışır. Eğer iyi bir tabiata ve karaktere sahip olmazsak nefsimize teslim oluruz ve aynı Hamavî’nin söylediği gibi:

“Eğer bir kişi, sadece Rabbi ile birlikteliğin gerektirdiği davranış kurallarını yerine getirmemekle kalmayıp bir de nefsi ile dostluk kurarsa o kişinin özü ile bağlantısı kesilir ve aralarındaki bu duvar en tesirli engeldir.”

Zünnûn-ı Mısrî’nin bir keresinde dediği gibi: “En az geçit veren ve en zor keşfedilen duvar, nefs ve onun karanlık entrikalarına daldığımız zaman oluşur.” (10)Sufizmde “Allah ile Birlik” demek, doğru edebi takip etmek demektir ve Kuran’daki  (57:4) Hadîd ayetinden kaynaklanır: “Nerede olursanız olun, O, sizinle beraberdir.” O her zaman bizimledir. Biz bu yolu O’nunla gideriz. Ve O’nun rızası için, O’nun varlığını hissetmediğimiz zaman bile O’na kalbimizin en güzel hali ile görünmeliyiz.

Eğer kalp bir kere O’nunla uyandıysa ve anma halindeyse, edebin uygulanması daha kolaylaşır. Her âşık gibi, sevgilimiz için en iyi halde olmak isteriz. Fakat esas unutma halindeyken, O’nu kendimize çok uzak hatta ulaşılamayacak gibi hissettiğimiz zamanlar, edep kurallarını en çok anımsamak zorunda olduğumuz anlardır. Çünkü tam böyle zamanlarda, egonun, nefsin sesini duymaya, onların oyunlarına kanmaya açık oluruz. 

İçimizdeki Nur’un üstü örtülü bile olsa O’nunla bağlantıda kalırız. Fakat eğer kendimizi egonun planlarına kaptırırsak çok çabuk bu bağlantıyı kaybedebilir ve gittikçe unutmanın derinlerine dalabiliriz ve hatta karanlıkta kaybolabiliriz. Ego bizi harap etmek için çok güzel savunmalar, “planlar” bilir ve bizi yolumuzdan alıkoyabilmek, hâkimiyetinde tutabilmek için hayâl dünyamızı manipüle etmekte son derece yaratıcı ve beceriklidir.

Bu yol aynı zamanda beklenmedik olaylar ve zorluklarla doludur. Hayat bize çeşitli fırsatlar sunar. Bize rehberlik eden Öz’ün ışığı olmazsa, kolayca verilen fırsatları kaçırabilir ve yolumuzu kaybedebiliriz. Ansızın bütün enerjimizi çeken, hatta tüm hayatımızı gereksiz yerlere yönlendiren dramatik oyunlar ve saçmalıklar bizi içine alırlar. Sufilerin yaptğı tetikte olma egzersizinin bir sebebi de böyle içsel “dikkat” halinde kalabilmek içindir. 

Fakat bizi ahlâkımızın asaleti, güzelliği de korur ve hatta bize meydan okunan zamanlarda bile bizi Öz’ümüzün ışığı ile bağlantıda tutar. Sonraları kalbimizin çok daha derinlerine dalabildiğimizde, kalbin ışığını hiçbir zaman kaybedemeyeceğimiz bir safhaya geliriz. O artık her an hayatımızda var olur. Buna rağmen hâlâ zahiri ve bâtıni dünyada yürürken ve bu esnada karşılaştığımız tüm problemlerin, sahtekârlıkların ortasında hakiki olana sadık kalabilmemiz için yardımcı olacak iyi ahlâk niteliklerine ihtiyacımız vardır.

Edep ile yaşamayı öğrenmek demek, Allah’ın huzurunda yaşamanın, sadece O’nun rızası için burada olmanın ne demek olduğunu öğrenmek demektir. Edep olmayınca, kayıtsız şartsız nefsimize teslim oluruz ve egomuz ile O’ndan ayrı kalırız. O zaman nasıl olur da O’nun hizmetinde olur, O’nun çağrısını duyabiliriz? Edep, bizim O’nunla yürüyebilmemizin ve O’na hizmet edebilmemizin mümkün olması için gerekli, koruyucu bir kab’tır. Hepimizin içinde bu nitelikler vardır, çünkü onlar ruhumuza, bizim ilâhi tabiatımıza aittirler. 

Fakat bizim onları nasıl yetiştirerek, geliştirerek yaşayacağımızı, ruhun derin saygısını günlük hayatımıza nasıl getireceğimizi öğrenmemiz gerekir. Ve içinde yaşadığımız kültür çevresinin, bu değerleri desteklemediğini, hatta bizi daha ziyade unutmanın içine doğru çekmeye çalıştığını unutmamalıyız. Bu sebepten, bizim iyi tabiatımızın etrafa ışık verdiği gibi, aynı kalp niteliklerine sahip, ahlâkları ile bize yolculuğumuzda destek veren dostlar cemiyetine ihtiyacımız vardır.

Kaynakça:
(1) Sara Sviri, The Taste of Hidden Things, The Golden Sufi Center, 1997, S.165
(2)The Concise Encyclopedia of İslam, Harper Collins, 1991, S.22, Cyril Glasse’den alıntı.
(3) The Way of Sufi Chivalry, Avrupa’da yücelik (nitelikler) şifresinin ideal olanı, şövalyelik erdemleri olan adalet, merhamet, cömertlik gibi Şövalye olma nitelikleri ile ilişkilendirilmişti. Bu şifre aynı zamanda ahlaki boyuta da sahip olan zarif ve yüce aşkın ideallerine mensuptur, örneğin yalan söylemekten kaçınmak gibi. Bu yüce aşk Bakire Meryem’in ki gibi en yüksek diye adlandırılan ruhani boyuta da sahiptir.
(4)The Way of Sufi Chivalry, inner Tradition, 1983, S.90.
(5) Sara Sviri, The Taste of Hidden Things, S. 169.
(6) Muhammad al-Jurayri’den, The Way of Sufi Chivalry, S.80
(7) Budistler de Sangha’nın manası hakkında aynı şekilde düşünürler.
(8) The Way of Sufi Chivalry, S. 88
(9) Exodus, 3-5
(10) Affirmation of Divine Oneness, “Commentary of Sheikh’Ali b. ‘Alawân al- Hamawi, Tercümesi Muhtar Holland, Al-Baz Publishing, 1997, S. 54

YAHUDİLİK VE ANADOLU'DAKİ GELİŞMESİ


YAHUDİLİK VE ANADOLU'DAKİ GELİŞMESİ ile ilgili görsel sonucu"
YAHUDİLİK VE ANADOLU'DAKİ GELİŞMESİ 

 Doç.Dr. Baki Adam, 1962 yılında Denizli'nin Tavas ilçesine bağlı Balkıca köyünde doğdu. 1987'de Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden mezun oldu. 1988'de aynı Fakültenin Dinler Tarihi Anabilim Dalı'nda araştırma görevlisi olarak göreve başladı. 1989'da "Dinlerde Hacc İbadeti Üzerine Bir Araştırma" isimli teziyle Yüksek Lisans öğrenimini bitirdi. 1990'da Dinler Tarihi Anabilim Dalı'nda doktora çalışmalarına başladı. 1991-1992 yılları arasında sekiz ay süreyle İsrail'de Tel-Aviv Üniversitesinde kaldı. Haziran 1994'te "Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat ve Yahudi Hayatındaki Yeri isimli doktora teziyle doktor unvanını aldı. 27 Kasım 1997'de de Doçent oldu. Halen Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dinler Tarihi Anabilim Dalı'nda çalışmaktadır.

Yahudiliğe mensup olanlar, tarihten günümüze, İbranî, İsrail ve Yahudi isimleriyle anılmışlardır. "İbranî" ve "İsrail" tarihî anlamda, "Yahudi" ise özel ve yaşayan bir kavmi tanımlamak için kullanılmıştır. Bunlardan "İsrail" ve "Yahudi" isimleri daha çok kullanılmıştır. Tarih içinde bu iki isim, karakterle ilgili bir muhteva kazanmıştır. "İsrail" olumlu karakteri, "Yahudi" ise olumsuz karakteri belirtir olmuştur. Bugün Yahudiler, "İsrail" ve "Yahudi" ismini kullanmaktadırlar. 1948'de Filistin'de kurulan devletin adı İsrail'dir. Bu devletin vatandaşlarına, etnik kökenine bakılmaksızın "İsraelî" (İsrailli) denilmektedir. Yahudi ismi ise, ırken ve dinen Yahudi olanlar için kullanılmaktadır. 

Musevi ismi, Osmanlı'nın son dönemlerinde kullanılmaya başlamıştır. Bu isim, bugün sadece Türkiye'de kullanılmaktadır. Yahudi ismiyle aralarında hiçbir fark yoktur. Bununla birlikte, Türkiye'deki Yahudiler Musevi adını tercih etmektedirler. Bu tercihte, Yahudi isminin taşıdığı olumsuz anlam etkili olmaktadır. Yahudi din adamlarının belirlediği kurallara göre, Yahudi olmanın bazı ırkî ve dinî şartları vardır. Yahudi olmanın temel ön şartı, Yahudi bir anne-babadan veya Yahudi bir anneden doğmaktır. Sadece babası Yahudi olan bir kimsenin Yahudi sayılabilmesi için Yahudi dinine de girmesi gerekir. Milliyeti bakımından Yahudi olmayıp sonradan Yahudiliğe giren kimse de Yahudi sayılır. Bu bakımdan "Yahudilik" terimi; belli bir ırka, kültüre ve dine mensubiyeti ifade eden çok kapsamlı bir anlam ihtiva etmektedir. 

YAHUDİLİĞİN DOĞUŞU VE GELİŞMESİ 
 Yahudiliğin tarihi Hz. İbrahim'le başlar. Yahudilerin büyük atası olan Hz. İbrahim, Tevrat'ın ifadesine göre Keldanîlerin Ur şehrinde dünyaya gelmiştir. Babası Terah (İslam kaynaklarında Azer), ailesini alarak Harran'a göç etmiştir. 
 Tanrı, daha sonra, Hz. İbrahim'e Kenan bölgesine gitmesini emretmiştir. Bunun üzerine Hz. İbrahim, ailesini ve kardeşinin oğlu Lut'u yanına alarak Kenan'a gitmiştir. Daha sonra, Kenan'da kuraklığın baş göstermesi üzerine Mısır'a giden ve orada bir süre kalan Hz. İbrahim, Mısır firavunun verdiği hediyelerle zengin olarak tekrar Kenan'a dönmüştür. 
 Yanında, eşi Sara'nın cariyesi Hacer (Hagear) de vardır. Hz. İbrahim'in yaşı ilerlemiş olmasına rağmen, eşi Sara'nın kısırlığı sebebiyle bir çocuğu olmamıştır. Bu durumdan rahatsız olan eşi Sara, Hz. İbrahim'e cariyesi Hacer'le evlenmesini teklif etmiştir. Hz. İbrahim, Hacer'le evlenmiş ve bu evlilikten İsmail dünyaya gelmiştir. Hacer'in Hz. İbrahim'e bir oğul vermesi Sara'nın kıskançlığına yol açmıştır. 
Bunun üzerine Tanrı, meleklerini misafir kılığında Hz. İbrahim'e göndererek Sara'nın bir erkek çocuk doğuracağını müjdelemiştir. Sara, kendi oğlu dünyaya gelince Hacer'e ve oğlu İsmail'e daha fazla kıskançlık duymaya başlamıştır. Bu kıskançlığı yüzünden Hz. İbrahim'den, Hacer ve oğlu İsmail'i yanından uzaklaştırmasını istemiştir. Tanrı, Hz. İbrahim'e, Sara'nın sözünü dinlemesini, soyunun İshak'ta yüceleceğini bildirmiştir. Ayrıca onunla bir de ahit yapmış, İsmail'in soyunu mübarek kılıp bir millet yapacağını vadetmiştir. 
Bunun üzerine Hz. İbrahim, Hacer ile oğlu İsmail'i Paran denilen yere götürüp bırakmıştır. İsmail, oraya yerleşmiş ve Arapların atası olmuştur. Tevrat'a göre Hz.İbrahim'in neslini devam ettiren İshak'ın da iki oğlu vardı. Bunlardan birinin adı Esav, diğerinin adı Yakup'tur. Esav ile Yakup arasında doğdukları günden beri çekişme vardı. 
Bu çekişme, ilk oğul olmakla ilgiliydi. O zamanlar İbraniler'de ailenin ilk oğlu olmak ayrıcalık taşımaktaydı. Babanın otoritesi ve malının büyük bir kısmı ilk oğula kalıyordu. 
İshak yaşlanıp gözleri görmez olunca, ilk doğan Esav için bereket duası etmek istedi. 
Fakat Yakup, annesinin de yardımını alarak babasına kendisini Esav olarak tanıttı ve bereket duasını aldı. Böylece, Esav'ın hakkı olan ilk oğulluğun imtiyazını ele geçirmiş oldu. 

Tanrı, Yakub'un ilk oğulluğunu onaylayarak onu mübarek kıldı. Onu, büyük bir neslin atası yaptı. Bu durum, Esav'ın Yakup'a kin beslemesine yol açtı. Esav'ın öldürmesinden korkan Yakup Harran'a, dayısı Laban'ın yanına gitti. Orada dayısının iki kızıyla evlendi. Yakub'un, dayısı Laban'ın iki kızından ve cariyelerinden on iki oğlu oldu. İsrailoğullarının on iki kabilesinin kökeni, Yakub'un bu on iki oğluna dayanmaktadır. 

 Yakup, Harran'da uzun bir süre kaldıktan sonra tekrar atalarının yurdu Kenan'a geldi. Yakub'un küçük oğlu Yusuf'a karşı derin bir sevgisi vardı. Kardeşleri Yusuf'u kıskandılar ve onu bir kuyuya attılar. Mısır'a mal götüren bir ticaret kervanı Yusuf'u kuyudan çıkardı ve Mısır'da firavunun memuru Potifar'a sattı. Daha sonra Yusuf, Tanrının yardımıyla firavunun sarayına maliye nazırı oldu. Mısır'ın bütün ekonomisi Yusuf'a teslim edildi. 

 Hz. İbrahim zamanında olduğu gibi Kenan'da tekrar kıtlık baş göstermişti. Mısır'da erzakın olduğunu haber alan Yakup, oğullarını Mısır'a gönderdi. Bunlar, Mısır'da Yusuf'la karşılaştılar. Yusuf, Mısır'a gelmesi için babasına haber gönderdi. Bunun üzerine Yakup, kabilesini de yanına alarak Mısır'a gidip yerleşti. Fakat, Yusuf'un ölümünden sonra Mısır'da durum değişti. Tahta geçen yeni firavun İsrailoğullarını köleleştirdi. İsrailoğulları, dört yüz sene Mısır'da köle olarak kaldılar. 

 İsrailoğullarının bu esareti sırasında, dönemin Mısır firavunu bir rüya gördü. Rüyayı yorumlayan kahinler yakında İsrailoğulları arasından bir erkek çocuğun dünyaya geleceğini ve bu çocuğun firavunun tahtını elinden alacağını söylediler. Bu haber, firavunu telaşlandırdı. Firavun, o yıl doğacak olan bütün erkek çocuklarının öldürülmesini emretti. Hz. Musa da o yıl dünyaya gelmişti. Hz. Musa'yı gizlice dünyaya getiren annesi, Tanrı'nın vahyi üzerine onu bir sepetin içine koyup Nil nehrine bıraktı. 

 Firavunun adamları sepeti alıp saraya götürdüler. Firavun, çocuğu evlat edindi. Firavun'un sarayında büyüyen Hz. Musa, bir gün şehre gitti. Şehirde dolaşırken bir İsrailli ile bir Mısırlının kavga ettiğini gördü. Musa, İsrailliye yardım etmek amacıyla kavgaya müdahale etti ve Mısırlıya bir tokat vurdu ve kazaen Mısırlı öldü. Firavunun kendisini cezalandırmasından korkan Hz. Musa, Mısır'ı terk edip Medyen'e kaçtı. Orada, Medyen kahini Yetro'nun (Şuayb) yanında çalışmaya başladı. Bir süre sonra onun kızı ile evlendi. Tanrı, bir gün Yetro'nun koyunlarını otlatırken Horeb dağında yanan bir çalılığın içinden Hz. Musa'ya hitap etti ve ona, İsrailoğullarını Mısır esaretinden kurtarma görevi verdi. 

Kardeşi Harun'u da ona yardımcı yaptı. Bu aynı zamanda Hz. Musa'nın peygamberlik görevinin de başlangıcıydı. Hz. Musa Tanrıdan bu görevi aldıktan sonra Mısır'a gitti ve firavundan kavmi İsrailoğullarını serbest bırakmasını istedi. Kur'an-ı Kerim'e göre onu tek bir Allah'a inanmaya da davet etti. Fakat firavun, İsrailoğullarını serbest bırakmama konusunda inat etti. Bunun üzerine Mısır'ın üzerine bir çok felaket geldi. Sonunda, Mısırlıların da baskısıyla firavun inadından vazgeçti. Hz. Musa, İsrailoğullarıyla birlikte Mısır'dan çıktı. 

Üç ay sonra Sina'ya vardı. Orada Tanrı, Yahudiliğin temel ilkelerini oluşturan On Emir'i iki levhaya yazılmış halde Hz. Musa'ya verdi. Bu levhalarda, tek tanrıcılığın temel ilkeleri ile genel ahlak ilkeleri yer almaktaydı. Sina'daki bu vahiy olayından sonra Hz. Musa, ataları İbrahim'e, İshak'a ve Yakub'a vadedilmiş olan kutsal topraklara, Arz-ı Mevud'a gitmek için İsrailoğullarıyla birlikte yola çıktı. İsrailoğulları bu göç esnasında sık sık isyan ettiler, Hz. Musa'ya zorluk çıkardılar. Tanrı, isyanları sebebiyle bir çok kez onları cezalandırdı. En büyük ceza ise kırk yıl çölde dolaşmalarıydı. Mısır'dan çıkan ilk nesil çölde telef oldu. Bunlar, hem Tevrat'ta hem de Kuran-ı Kerim'de detaylı olarak anlatılmaktadır. 

Mısır'dan çıkan ilk nesilden sadece iki kişi, Yefunne oğlu Kaleb ile Nun oğlu Yeşu vadedilen kutsal topraklara ulaşabildi. Tevrat'ın ifadesine göre, Hz. Musa bile işlediği küçük bir suç yüzünden kutsal toprakları göremedi. Hz. Musa, peygamberlik görevi süresince Tanrının kendisine bildirdiği ayetleri bir kitap haline getirdi ve onu iki levhayla birlikte Ahit Sandığı'nın (Tabutu'l-âhd) içine koydu. Bu Ahit Sandığı'nı İsrailoğulları göç yolunda daima yanlarında taşıdılar. Hz. Musa, yüz yirmi yaşında iken Moab diyarında öldü ve oraya gömüldü. 

 Hz. Musa'nın peygamberliği döneminde Yahudi dini büyük ölçüde teşekkül etti. İtikat, ibadet, ahlâk ve hukukla ilgili kurallar belirlendi. Ayrıca, İsrailoğulları kutsal topraklara yerleştikleri zaman kurulacak devletin yapısı da tayin edildi. Hz. Musa'dan sonra onun yerine Nun oğlu Yeşu geçti. Yeşu, kutsal topraklara göç yolunda İsrailoğullarına hem liderlik hem peygamberlik yaptı. Ona da Tanrı tarafından yeni hükümler gönderildi. 

 Yeşu'dan sonra İsrailoğulları bir süre lidersiz kaldı. Kabileler "şoftim" denilen hakimler tarafından idare edildi. Bu dönem, din tarihinde ve İsrailoğullarının tarihinde farklı durum göstermektedir. Kabilelerin başında bir peygamber bulunmamasına rağmen Tanrı onlara vahiy göndermeye devam etmiştir. Bu, o dönemdeki olayları ihtiva eden Eski Ahit'in Hakimler kitabında anlatılmaktadır. Daha sonra İsrailoğullarına peygamber olarak Samuel gönderildi. Halkın isteği üzerine Saul (Kur'an'daki ismi Tâlut), onlara kral tayin edildi. Saul zamanında İsrailoğulları Filistinlilerle savaştılar. 

Hz. Davud, bu savaşta büyük başarılar gösterdi ve İsrailoğullarının zafer kazanmasını sağladı. Saul'un ölümünden sonra Davud, İsrailoğullarının başına kral olarak geçti. Yahudi kutsal kitabına göre onun peygamberlik görevi yoktu. Onun zamanında Natan gibi peygamberler görevlendirilmişti. Davud, Kudüs'ü fethedip orasını başkent yaptı. Böylece İsrailoğulları kutsal toprakları ele geçirdiler. Davud, Kudüs'te büyük bir mabet inşa etmek istedi, fakat Tanrı bu işin oğlu Süleyman'a nasip olacağını söyleyerek vazgeçmesini sağladı. 

 Bir peygamber sayılmamakla birlikte Davud, kral olarak Yahudi tarihinde önemli bir isimdir. Onun zamanında İsrailoğulları en ihtişamlı dönemlerini yaşamışlardır. Tarih boyunca Yahudiler, hep onun zamanındaki ihtişamlı yaşamı özlemişler, Davud soyundan bir mesihin gelip onları kurtarmasını ve kutsal topraklara toplayıp o ihtişamlı krallığı kurmasını beklemişlerdir. 1948'de bağımsız İsrail devletinin kurulmasına rağmen dindar Yahudilerin hepsi hâlâ o mesihi beklemektedir. Davud'un ölümünden sonra yerine oğlu Süleyman geçti. Tanrının vadettiği gibi Süleyman, Kudüs'deki Moriah dağında büyük mabedi inşa etti. Böylece, Yahudi tarihinde I. Mabet Dönemi başlamış oldu. 

Bu mabet, Bet-Hamikdaş (Kutsal Ev) adıyla bilinmektedir. İslam tarihinde ise adı Mescid-i Aksa'dır. Süleyman'ın ölümünden sonra İsraioğulları arasında huzursuzluk meydana geldi. Bunun nedeni, Davud'un işlemiş olduğu bir günah idi. İsrailoğulları, Süleyman'dan sonra bölünmekle cezalandırıldı. Biri kuzeyde İsrail, diğeri de güneyde Yahuda olmak üzere iki ayrı krallık ortaya çıktı. Bunlardan İsrail krallığı putperestliğe yöneldi. Bu krallık, M.S. 722'de Asur'lular tarafından ortadan kaldırıldı. Asur'lular, bölgedeki kontrollerini sağlamak için Asur'dan bir grup insanı buraya getirip yerleştirdiler. Bu grup, daha sonra Yahudi inançlarını benimsedi. Fakat Yahudiler, İsrail ırkından olmamaları yüzünden bunları samimî Yahudi kabul etmediler. Onları daima dışladılar. Yahuda krallığı bir süre varlığını devam ettikten sonra o da M.S. 587'de Babil kralı Nabukednazar tarafından yıkıldı. 

Kudüs'deki mabet Babilliler tarafından tahrip edildi ve halk Babil'e sürüldü. I. Mabet Dönemi de böylece sona ermiş oldu. Bundan sonra İsrailoğulları M.S. 1948'e kadar bağımsız bir devlet kuramadılar. Daima sürgün hayatı yaşadılar. İsrailoğulları Babil'de yetmiş yıl kaldılar. Babil'deki sürgün hayatları, Perslilerin Babillileri yenmesinden sonra sona erdi. Pers kralı Koreş (Cyrus) Yahudilerin Kudüs'e dönmelerine ve mabedi yeniden inşa etmelerine izin verdi. Ezra'nın önderliğinde mabet yeniden inşa edildi ve Yahudiliğin kurum ve kuralları hayata geçirildi. 

Böylece, Yahudi tarihinde II. Mabet Dönemi başlamış oldu. II. Mabet Dönemi, M.S. 70 yılına kadar devam etti. Romalıların idaresi altında yaşayan Yahudiler, çeşitli dinî ve siyasî baskılar altındaydılar. Yahudi isyanları yüzünden M.S. 70 yılında Romalılar Kudüs'ü tamamen işgal ettiler ve Babil sürgünü dönüşünde inşa edilen Mabedi yıktılar. Yahudilerin bazılarını da sürgüne gönderdiler. Böylece, ilk defa Asur sürgünüyle başlayan Yahudi diasporası dünyanın bir çok bölgesine yayılmış oldu. 
 YAHUDİLİĞİN TEMEL ÖZELLİKLERİ 
 Yahudiliğin bir takım temel özellikleri vardır. Bu özelliklerin en başında geleni, onun bir ahit dini olmasıdır. Tanrı, Yahudilerin atası Hz. İbrahim, İshak ve Yakup'la bir ahit yapmıştır. Bu ahit, İsrailoğullarının tanrının seçkin milleti olmasıyla ilgilidir. Tanrı, İsrailoğullarının atalarına, onların soylarını büyük bir millet haline getireceğini ve süt ve bal akan kutsal toprakları onlara vereceğini vadetmiştir. Tanrı, daha sonra bu vaadini Hz. Musa zamanında tekrarlamıştır. Bu yüzden Yahudilikte din ile milliyet iç içe girmiştir. 

 Yahudiliğin başka bir özelliği, kutsal bir toprakla kimlikleştirilmesidir. Yahudilik, bütün kurum ve kurallarıyla ancak kutsal topraklarda yaşanabilir. Bu kutsal topraklar da Filistin'dir. Yahudiliğin diğer özellikleri ise mabet ve mesihçiliktir. Seçilmişlik Yahudilere göre Tanrı, ataları İbrahim, İshak ve Yakup'la bir ahit yapmış ve onların soyunu kendisi için özel millet olarak seçmiştir. Bu yüzden Tanrı, tarihte onlara daima yardım etmiştir. Dört yüz yıllık Mısır esaretinden onları kurtarmak için Hz. Musa'yı görevlendirmiş ve kendisi de onların kurtuluşuna müdahalede bulunmuştur. Kutsal kitabı Tevrat'ı diğer milletlere vermemiş, onu özel milletine teslim etmiştir. Seçilmişlik fikri, Yahudileri tarih boyunca daima diğer milletlerden farklı kılmıştır. 

Yahudiler, her türlü baskı ve zorlama karşısında millî ve dinî kimliklerini bu fikir sayesinde koruyabilmişler ve ideallerini canlı tutmuşlardır. Bu sayede onlar, yaklaşık iki bin yıllık sürgün hayatından sonra, 1948'de kutsal topraklarda bağımsız bir Yahudi devleti kurmayı başarmışlardır. Dindar Yahudiler, seçilmişliği bir imtiyaz değil, külfet olarak görürler. Çünkü, tarlanın nasıl ekilip biçileceğinden, elbisenin rengine ve biçimine kadar hayatın her alanını kurallara bağlayan bir dini yaşamak ve yaşatmak zorunda olduklarını düşünürler. Yahudilerin bu seçilmişliği, Kur'an-ı Kerim'de Bakara Suresi 47. âyette de söz konusu edilmektedir. Allah Yahudilere, bir zamanlar kendilerini seçtiğini, diğer milletlere üstün kıldığını ve onlara çeşitli nimetler verdiğini hatırlatmaktadır. 

 Kutsal Toprak Ve Mabet Yahudilik, diğer dinlerden farklı olarak, belli bir toprakla kimlikleştirilmiş bir dindir. Yahudiliğin en temel kurum ve kuralları bu topraklara göre belirlenmiş ve şekillenmiştir. Tanrının seçip belirlemesi nedeniyle kutsal sayılan bu topraklar, Filistin topraklarıdır. Yahudilik bu toprakların dışında tam olarak yaşanamaz. Zorunlu sürgün hali hariç, Tevrat'ın buyruklarına kulak veren Yahudilerin mutlaka bu topraklarda yaşamaları gerekir. Yahudi din bilginleri, şartları uygun olup ta kutsal topraklarda yaşamayan Yahudileri Tevrat'ın buyruklarına karşı gelmiş bir asi olarak değerlendirmektedirler. 

 Yahudi geleneğine göre, kutsal topraklar içinde yer alan Kudüs, dünyanın merkezidir. Öldükten sonra tekrar dirilme buradan gerçekleşecektir. Dünyanın değişik bölgelerinde gömülmüş olan Yahudiler tekrar dirilme gününde yer altındaki kanallar yoluyla kutsal topraklara gelecek ve oradan dirileceklerdir İşte bu nedenlerden dolayı Yahudiler, zorunlu kalmadıkça kutsal toprakların dışında yaşayamazlar. Hatta bu topraklardan başka bir yerde devlet kurmaları bile caiz değildir. 

Siyonizmin kurucusu Theodor Herzl, XIX. yüzyılda böyle bir teşebbüste bulunmuş, fakat dinî otoritelerin tepkisiyle karşılaşmıştır. Yahudilik, kutsal sayılan Filistin tpraklarıyla kimlikleştirilmiş bir din olduğu gibi aynı zamanda mabet merkezli bir dindir. Yahudilikteki bir çok kuralın mabette gerçekleştirilmesi gerekir. Bu mabet de her hangi bir mahalli sinagog (havra) değildir. Yerini Tanrının seçmiş olduğu ve onun istemesiyle Kral Süleyman tarafından yaptırılan Kudüs'deki meşhur mabettir. Süleyman Mabedi olarak da bilinen bu mabedin Yahudiler nezdindeki adı Bet-Hamikdaş'tır (Kutsal Ev). Bir çok defa tahribata uğrayan ve en son M.S. 70 yılında tamamen yıkılan Süleyman Mabedi'nden geriye bugün sadece batı duvarı kalmıştır. Mabedin yerine daha sonra Müslümanlar tarafından Mescid-i Aksa inşa edilmiştir. Süleyman Mabedi'nden kalan batı duvarı Yahudiler için önemlidir. Adı, İbranice'de "Kotel"dir. 

Yahudiler, bu duvarın önünde Mabedin durumu için ağıt yakarlar ve en kısa zamanda yeniden inşa edilmesi için Tanrıya yakarırlar. Yahudiler, 1967 yılındaki savaş sonucunda Kudüs'e tamamen hakim olmalarına rağmen Mescid-i Aksa'yı yıkıp yerine Süleyman Mabedi'ni tekrar inşa etmemişlerdir. Bunun iki nedeni vardır. Bunlardan biri Müslümanların tepkisi, diğeri ve en önemlisi Yahudiliğin mesihçi karakteridir. İsrail devleti, İslam dünyasının tepkisinden çekindiği için şimdiye kadar bunu plânlamamıştır. İsrail devletinin bu tutumunda dinin de önemli katkısı vardır. Çünkü, Ortodoks Yahudiliğe göre Süleyman Mabedi'nin yeniden inşa edilmesi, mesihin gelmesine bağlıdır. Mesihin gelmesinden önce girişilecek böyle bir faaliyet, dinî otoritelerin tepkisini çekecek, din ile devlet karşı karşıya gelecektir. Bu nedenle Yahudiler, Süleyman Mabedi'ni yeniden inşa etme teşebbüsünde bulunmamaktadırlar. 

 MesihçilikMesih bir kurtarıcıdır. Uzun süre sıkıntıyla karşılaşmış, kendi çabalarıyla sıkıntıdan kurtulamamış tüm milletlerde bir mesih beklentisi olmuştur. Yahudilerdeki mesih beklentisi, M.S. 70 yılında Roma istilasından sonra belirgin hale gelmiştir. Romalılar, Yahudilerin Kudüs'deki mabedini yıkmış, önemli dinî kurumlarını ortadan kaldırmış ve Yahudiler üzerinde büyük bir baskı uygulamışlardır. M.S. 70 yılındaki bu yıkımdan sonra Yahudiler bir daha toplanma fırsatı bulamamışlar ve 1948 yılına kadar devamlı başka milletlerin egemenliği altında yaşamışlardır. Bu durum onlarda, Davud soyundan gelecek ve kendilerini kurtaracak olağan üstü güçlere sahip bir mesih inancının doğmasına yol açmıştır. Yahudi din adamları bu inancın temelini kutsal kitaplara dayandırmışlardır. M.S. XII. yüzyılda meşhur Yahudi bilgini Maimonides (İslam dünyasında Musa bin Meymun olarak bilinir), Yahudiler için belirlediği on üç maddelik iman esasları arasına mesih inancını da koymuştur. 

Yahudiler, her sabah ibadetinde "Geciktiği halde mesihin geleceğine inanırım" cümlesini iman ikrarı olarak tekrar ederler. Mesih inancı, özellikle Ortodoks Yahudiler arasında yaygındır. Ortodoks Yahudilere göre, Yahudiliğin bir çok kurum ve kurallarının yeniden işlerlik kazanması mesihin gelmesine bağlıdır. Hatta bazı dinî gruplara göre devletin kurulması bile mesihle bağlantılıdır. Bu gruplar, mesih gelmeden kurulduğu için bugünkü İsrail Devleti'ni küfür devleti olarak değerlendirirmektedirler. Doğu Avrupa Yahudileri, her doğan erkek çocuğun mesih olabileceği beklentisi içerisindedirler. Bu mesih beklentisi Yahudi tarihinde bir çok sahte mesihin çıkmasına neden olmuştur. 

XVII. yüzyılda Sabatay Sevi isimli biri İzmir'de mesihliğini ilan etmiş ve onun hareketleri dünya Yahudileri arasında heyecan uyandırmıştır. Fakat onun, sonradan bu iddiasından vazgeçip Mehmet ismini alarak Müslüman olması hayal kırıklığı yaratmıştır. Onun bu hareketinden sonra Türkiye'de Dönmeler adıyla bilinen bir dinî cemaat ortaya çıkmıştır. Bu cemaat, Sabatay Sevi'nin görünüşte Müslüman, içten Yahudilik temeli üzerine oturtulmuş ilkelerine bağlıdırlar. 
 TÜRKİYE'DE YAHUDİLİK VE YAHUDİLER 
 Yahudilerin Türkiye topraklarındaki mevcudiyeti oldukça eski tarihlere dayanır. Ege bölgesinde yapılan arkeolojik kazılarda M.Ö. IV. Yüzyıla ait Yahudi yerleşim bölgelerine rastlanmıştır. İzmir civarında Sart'ta, M.Ö. 220 yılına ait eski bir sinagog kalıntısı bulunmuştur. Ayrıca, Marmara'da, Akdeniz'de ve Karadeniz sahil şeritlerinde de eski çağ Yahudi yerleşim yerleri tespit edilmiştir. Yahudi tarihçi Josephus (M.S. 37-100?), Ön Asya seyahatlerinde Yahudilerle karşılaştığını ve onlarla görüş alış verişinde bulunduğunu yazmıştır. Osmanlıların Yahudilerle ilk karşılaşmaları, 1324 yılında olmuştur. 

Orhan Gazi Bursa'yı fethettiğinde, Bizans idaresinde yaşayan Bursa Yahudileri Osmanlıları kurtarıcı olarak karşılamışlardır. Orhan Gazi, Bursa'nın fethinden 50 yıl kadar önce çıkan bir yangın sonucu yok olan Etz-Hahayim (Hayat ağacı) sinagogunun yeniden yapılmasına izin vermiştir. XIV. Yüzyılın ilk yarısında Avrupa'daki soykırımdan kaçabilen Aşkenaz ve Karay Yahudileri Osmanlı'nın başkenti Edirne'ye sığınmışlardır. XV. Yüzyılda Sicilya'dan ve Selanik'ten kaçan Yahudiler de huzuru Osmanlı topraklarında tatmışlardır. Türkiye topraklarındaki Yahudi nüfusunun çoğalması, 1492 yılında meydana gelen İspanya sürgününden sonra gerçekleşmiştir. İspanya'yı Müslümanların elinden alan Hıristiyanlar, Yahudileri ve Müslümanları göçe zorlamışlardır. 

 İspanya'yı terk eden Yahudiler Osmanlı topraklarına sığınmışlardır. Osmanlı idarecileri de onlara kucak açmışlardır. Dönemin Padişahı II. Beyazıt, eyalet valilerine ve sancak beylerine gönderdiği fermanda Yahudi göçmenlere yardımcı olunmasını istemiştir. Daha sonraki dönemlerde de Hıristiyan baskısından kaçan Yahudilerin Osmanlı topraklarına sığınması devam etmiştir. XVI. yüzyılın ortalarında İstanbul'daki Yahudi nüfusu sekiz bini aşmıştır. Bu sayı, İstanbul'un toplam nüfusuna oranla oldukça yüksek bir rakam teşkil etmektedir. Osmanlı topraklarında rahat bir yaşam süren Yahudiler, dinlerini ve kültürlerini geliştirmeye devam etmişlerdir. İstanbul, İzmir, Selanik ve Safed gibi Osmanlı Türk şehirleri Sefarad Yahudilerinin kültür merkezleri haline gelmiştir. Yahudiler, sanat ve ticaretin yanında devlet işlerinde de görev almışlar, dışişleri ve maliyede önemli mevkiler edinmişlerdir. 

Saray hekimlerinin çoğunluğunu da Yahudiler teşkil etmiştir. Yahudiler, Osmanlı yönetiminin bu hoşgörülü ortamında özellikle dinî edebiyat alanında dünyaca ünlü eserler vermişlerdir. Yosef Karo, Yahudilerin temel dinî hukuk kitabı olan Şulhan Arukh'u İstanbul'da tamamlamıştır. Yahudiler, Osmanlı'nın adil ve hoşgörülü yönetiminden her zaman memnun olmuş, Türklerin yönetiminde yaşamayı başka yönetimlere tercih etmişlerdir. Bu nedenle de, I. Dünya Savaşı'nın sonunda Türklerin elinden çıkan bazı bölgelerdeki Yahudiler, bugünkü Türkiye topraklarına göç etmişlerdir. Örneğin; Suriye yönetiminde kalmak istemeyen Yahudiler, Şam ve Halep'ten ayrılarak Türkiye'ye gelmişlerdir. Aynı dönemde, Kırım'da yaşayan Karay Yahudilerinden birkaç yüz aile de Türkiye'ye giriş yapmıştır. 

1933 yılında, Hitler yönetimindeki Almanya'da görevlerinden uzaklaştırılan Yahudi akademisyenler Türkiye'ye sığınmışlar ve Türk üniversitelerinde görev yapmışlardır. II. Dünya Savaşı sırasında Doğu Avrupa'dan da Türkiye'ye Yahudi göçü olmuştur. 1948 yılında Filistin'de bağımsız bir İsrail devleti kurulunca, Türkiye'deki 70.000 Yahudinin yarıya yakını İsrail'e göç etmiştir. Anadolu'daki Yahudilerin çoğu ya İsrail'e gitmiş veya İstanbul'a yerleşmeyi tercih etmiştir. Bu tarihten itibaren Anadolu'daki Yahudi nüfus, bazı yerlerde tamamen yok olmuştur. Sabataycılık ve Sabataycılar Osmanlılar döneminde Yahudiler arasında meydana gelen en önemli olay, Sabatay Sevi hareketidir. 

XVII. Yüzyılın ortalarında İzmir Yahudilerinden Sabatay Sevi, kendisini Yahudilerin kurtarıcı mesihi ilan etmiştir. Onun bu davranışı, Ortadoğu ve Avrupa Yahudileri arasında heyecan uyandırmış ve bir çok taraftar toplamıştır. Sabatay Sevi'nin bu davranışını bir isyan hareketi olarak gören Padişah IV. Mehmet onu sarayına getirtmiş ve mesihliğini mucize göstererek ispat etmesini istemiştir. Sahte Mesih Sabatay Sevi, padişahın bu isteğini yerine getiremeyince, kendisinden Müslüman olmakla ölüm arasında tercihte bulunması istenmiştir. Sabatay Sevi, görünürde Müslüman olmayı tercih etmiştir. Bunun üzerine Sabatay Sevi'ye Mehmet adı verilmiş ve kendisine maaş bağlanmıştır. 

Sahte Mesih Sabatay Sevi, görünüşte Müslüman olmakla birlikte eski inançlarını gizlice sürdürmüştür. Ölümünden sonra, taraftarlarından bir kısmı onun yolunu devam ettirmişlerdir. Bunlar Selanik'e yerleşerek Sabataycılığı devam ettirmeye çalışmışlardır. Sabataycılar, Müslüman görüntüsü altında Ortodoks Yahudilik'ten farklı olarak Tevrat-Kabbala ekolüne bağlı bir sistem geliştirmişlerdir. Sistemlerinin özünü mesih beklentisi oluşturmaktadır. Sabataycılara göre, Mesih Sabatay Sevi'nin tekrar geri gelmesiyle vadedilen kutsal topraklara gidecekler ve gerçek İsrail'i kuracaklar ve dünyanın idaresi onlara kalacaktır. İnançları ve uygulamaları bakımından Ortodoks Yahudiler tarafından sapkın olarak görülen Sabataycılar, bazı durumlarda Yahudilerin yanında yer almışlardır. İstanbullu Yahudilerin destek vermediği Siyonizm hareketine, Sabataycılar idealleri doğrultusunda desteklemişlerdir. 

Sabataycı olduğu iddia edilen dönemin etkili isimlerinden gazeteci Ahmet Emin Yalman İsrail'in kuruluşunu destekleyen yazılar yazmıştır. 1924 nüfus mübadelesi sonucunda İstanbul'a gelip yerleşen Sabataycılar, Selanikliler ve Dönmeler adıyla da anılmaktadırlar. Özellikle "Dönmeler" adı literatüre girmiştir. Sabataycılar kendilerini gizledikleri için nüfus sayıları bilinmemektedir. Günümüzde Türkiye YahudileriBugün Türkiye'de yaşayan Yahudilerin sayısı yaklaşık 26.000 kadardır. Bunların 22.000'i İstanbul'da ve 2500'ü İzmir'de, diğerleri Ankara, Bursa, Edirne, Çanakkale, Kırklareli, Adana ve Hatay'da yaşamaktadır. Bunların %96'sı Sefarad (İspanya kökenli), diğerleri Aşkenaz'dır. 

Türkiye Yahudilerinin yasal temsilcisi Hahambaşı'dır. Hahambaşına görevlerinde danışmanlık yapan iki meclis vardır. Bunlardan biri dinî konsey, diğeri de fahri danışmanlar kuruludur. Dört hahamdan oluşan dinî konsey dinî konularda Hahambaşına yardımcı olmaktadır. Otuz beş kişiden oluşan fahrî danışmanlar kurulu cemaatin işlerini yürütmektedir. Cemaatin İstanbul'da Bet-Din denilen bir dinî mahkemesi vardır. Evlenme, boşanma, miras ve nesep tespiti gibi davalar bu mahkemede görülmektedir. Yahudilerin halen İstanbul'da bir ilköğretim, diğeri lise olmak üzere iki okulu, İzmir'de de bir ilköğretim okulu bulunmaktadır. Eğitim dili Türkçe'dir, haftada 3-5 saat İbranice dersi verilmektedir. 
 YAHUDİLİK AÇISINDAN TÜRKİYE'DEKİ ÖNEMLİ YERLER 
 Türkiye, tarihin bilinen en eski dönemlerinden beri çeşitli dinlerin ve kültürlerin beşiği olmuştur. Çatalhöyük ve Hacılar gibi önemli arkeolojik ören yerlerinde yapılan kazılar, Türkiye'deki insan yaşamının tarihinin milattan önce sekiz bin yılına kadar geriye gittiğini göstermektedir. Hititler uzun süre Türkiye topraklarında hüküm sürmüşlerdir. Urartular, Frigler, Lidyalılar, Likyalılar, Yunanlılar, Romalılar, İranlılar ve daha pek çok kavim bu topraklarda iz bırakmışlardır. Onların dinlerine ve kültürlerine ait Türkiye'nin bir çok yerinde çeşitli kalıntılar tespit edilmiştir. Ayrıca Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm gibi günümüzün yaşayan dinleri açısından da Türkiye önemlidir. Hıristiyanlığın inanç ve düşünce yapısını şekillendiren pek çok önemli olay Türkiye topraklarında meydana gelmiştir. 

Bu bakımdan, Antakya, İznik, İstanbul, Efes, Kapadokya bölgesi, Antalya, Konya gibi bir çok yer Hıristiyanlık tarihinde önem göstermektedir. Türkiye toprakları, sadece bir kısım Yahudi'nin yaşadığı sıradan topraklar değildir. Yahudi kutsal kitabı Tevrat'ta bugün Türkiye sınırları içinde bulunan bir çok yerin ismi geçmektedir. Bu yerlerin başında Dicle ve Fırat nehirleri gelmektedir. Tevrat'a göre, Tanrı Adem'i yarattıktan sonra "doğuya doğru Aden'de" bir bahçe yaratmış ve Adem'i buraya yerleştirmiştir. Buradan bir ırmak çıkmış ve daha sonra bu ırmak dört kola ayrılmıştır. Bu dört koldan ikisi Dicle ve Fırat'tır. Dicle ve Fırat nehirleri, kaynaklarını Doğu Anadolu Bölgesi'nden alan iki akarsuyumuzdur. Tevrat'ta ismi geçtiği için bu iki nehrin bulunduğu bölge Yahudiler açısından kutsaldır. 

Çünkü Tanrı, Mısır'daki Nil nehrinden Fırat'a kadar olan bölgeyi Yahudilere vadetmiştir. Bu bölge, "arz-ı mev'ud" (vadedilen topraklar) adıyla da anılır. Yahudilik açısından önemli diğer bölge, Harran'dır. Tevrat'a göre Hz. İbrahim bir müddet Harran'da yaşamıştır. Kardeşlerinden biri de Haran adını taşımaktadır. Daha sonra Hz. Yakup, Harran'a gitmiş orada bir süre dayısı Laban'ın yanında kalmıştır. Hz. İbrahim ve Hz. Yakup, Yahudilerin büyük atalarındandır. Bu nedenle, bugünkü Harran'da Yahudi tarihine ait herhangi bir kalıntı bulunmamakla birlikte burası Yahudiler açısından kutsallık taşımaktadır. Tevrat'taki "ayağınızın bastığı her yer sizin olacak" ifadesinden hareketle Harran'ın da Yahudilere vadedilen topraklara girdiği söylenmektedir. 

Osmanlı Musevilerinin mesihi ve onun Türkiye Cumhuriyetindeki izleri Marc David Baer Üç yüz yıl önce İzmir'deki bir sinagogda, Sabatay Sevi isimli bir haham Musevilerin mesihi olarak ilan edildi. Mesihlik fikrinin Musevilerin hayatında büyük rol oynadığı on altıncı ve on yedinci yüzyıllarda bir Musevinin mesih olarak ilan edilmesinde şaşırılacak bir taraf yoktu. Sabatay Sevi'yi o dönemde yaşayan diğer mesihlerden ayıran tarafı, tüm insanlığı kurtaracağına dair iddiaları reddetmesine ve öldürülmek yerine Müslüman olmayı seçmesine rağmen insanların onun mesih olduğuna yüzyıllar boyunca inanmasıydı. 

Yirminci yüzyılın başlarına kadar Sabatay Sevi'nin peşinden Müslüman olan takipçileri onun mesih olduğuna inanıyor, on yedinci yüzyılda Sevi'nin okuduğu Musevi tasavvuf dualarını tekrarlıyor ve Sevi'nin âdetlerini uyguluyordu. Bu nedenlerle Sevi'nin ve takipçilerinin yaptıkları bugüne kadar pek çok araştırmacının ilgisini çekti. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında, Osmanlı Musevileri kendilerine "Sabataycılar'' ya da "Maaminim" (Mü'minler) adını veren, ancak Müslümanlar tarafından küçümseyici bir tavırla "Dönmeler'' olarak adlandırılan topluluk hakkında makaleler yayımladılar. (Yakın zamanda bu makalelerden önemli birisi Fransızcadan Türkçeye çevrildi: M. Danon, Yahudi-Müslüman Mezhebi.) Sabataycıların geniş kitleler tarafından ilgi gören bir konu halini alması ancak Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasından sonra oldu. 

1920'li yıllarda Vatan, Vakit ve Resimli Dünya gazetelerinde Sabataycılar hakkında dizi yazılar yayımlandı. Bu kişilerin yeni Cumhuriyet'e kabul edilmesi gereken gerçek Türk ve Müslüman mı yoksa asimile edilmesi ya da topraklardan atılması gereken yabancı ve gizli Museviler mi oldukları hakkında tartışmalar çıktı. Bu tartışmalara büyük ilgi gösterenlerden biri de İstanbul Makriköy'de (Bakırköy) Sabataycılar tarafından kurulmuş yatılı bir kız okulunun müdürü olan İbrahim Alâettin Gövsa (d. 1889- ö. 1949) idi. Fakat Gövsa sıradan bir okul müdürü değildi. Kültür Bakanlığı'nın Türk Büyükleri Dizisi serisinde İbrahim Alâettin Gövsa isimli kitaptan Gövsa'nın kırka yakın eser yazdığını, genç Cumhuriyet'in edebiyat ve eğitiminde rol oynayan bir yazar ve pedagog, ayrıca da milletvekili olduğundan söz ediliyor (Zeki Gürel, İbrahim Alâettin Gövsa, Ankara, 1995). Gövsa bir vatanperver olarak hayatı boyunca yeni kuşak Türk gençlerinin Türkçesini, terbiyesini, eğitimini ve milli duygularını geliştirmeye çabaladı. 

Bu nedenle Çocuk Şiirleri, İlk Gençlik, Sevimli Alfabe, Türk Meşhurlar Ansiklopedisi, Elli Türk Büyüğü, Meşhur Adamlar Ansiklopedisi, Yeni Türk Lûğatı, ve Yeni Talebe Lûğatı gibi kitaplar yazdı. 1949 senesinde Cumhuriyet Bayramı'nda Hürriyet gazetesi için bir makale yazdığı sırada vefat eden Büyük Türk Milliyetçisi Gövsa, 1910'da İstanbul'daki Haham Mektebi'nde Türkçe ve hukuk dersleri vermişti ve bir Sabataycı olan Ahmet Emin Yalman'ın en yakın dostlarından biriydi. Gövsa, Sabatay Sevi adlı kitabının önsözünde Sabataycı pek çok yakın arkadaşı olduğunu, Türkiye'nin iş ve kültürel dünyasına değerli katkıları olan pek çok Sabataycı bulunduğunu, bütün vatandaşların diledikleri gibi düşünmek ve inanmakta özgür olduklarını ve pek çok Sabataycının da artık Türklerle evlenerek kimliklerini kaybettiklerini yazmıştı (s. 6-7). 

Aynı zamanda "bir buçuk sene aralarında yaşamak suretiyle Sabatay Sevi'den kalan an'ane ve âdetlerin onların hayatında hâlâ ne kadar hâkim olduğunu bizzat gördüm'' demişti (s. 6). Müdürlüğü sırasında yedi-sekiz yaşlarında Sabataycı çocukların defterleri arasında yarı İbranice yarı İspanyolca dualar bulmuştu. Gövsa'nın bu kitabı kaleme alış nedeni, Sabataycıların Türk basınında yazdıklarının aksine Sabatay Sevi'nin hatırasının 1930'larda topluluğun genç üyeleri arasında hâlâ canlı kaldığını görmüş olması idi. Gövsa, ayrıca Sevi'nin mesihlik hareketinin Osmanlı İmparatorluğu'nda gerçekleşmiş ve Türkiye Cumhuriyeti'nde önemli izler bırakmış olmasına rağmen Türkçede Sevi'nin kim olduğunu, amaç, inanç ve başarılarını, hikâyesinin nasıl başlayıp geliştiğini, üç yüzyılda nasıl bir iz bırakmış olduğunu inceleyen bir çalışma bulunmadığı için bu kitabı yazmıştı. 

Bu insanların kökenlerini inceleyen Gövsa, çok uluslu ve çok dinli bir imparatorlukta kabul görmüş ama milli devlete geçildiğinde varlığı savunulamaz duruma düşmüş bu topluluğun tarihine ışık tutmayı umut etmişti. Sabatay Sevi kitabının üçte ikilik bölümünde Gövsa okura, mesihin hayatı hakkında aşağıdaki bilgileri veriyor. Sevi, 1626'da İzmir'de İspanyol-Musevi kökenli tüccar bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Haham olmak için eğitim gördü ve on beş yaşında bu eğitimin bir parçası olarak Musevi tasavvuf hareketi Kabbalah'nın yoluna girdi. On sekiz yaşına geldiğinde karizmatik bir haham olan Sevi, artık kendisi mutasavvıf öğrenciler yetiştiriyordu. Öğrencilerinin gözünde sahip olduğu üstün güçler ve sebep olduğu mucizeler sayesinde pek çok insan onun ruhani rehberliğine başvuruyordu. 

 Çeşitli ruhani ve tarihi nedenlerle, o çağda yaşayan pek çok Musevi, mesihlerinin 1648 yılında ortaya çıkacağına inanıyorlardı. Sevi de kendisinin mesih olduğunu iddia ediyordu. Buna karşı çıkan İzmirli hahamların onun öldürülmesini istemeleri üzerine, Sevi İzmir'den ayrılarak büyük Musevi cemaatlerinin yaşadığı Osmanlı şehirlerini gezmeye başladı. Ancak İstanbulda da Sevi'yi İzmirdekine benzer bir durum bekliyordu: Onun mesih olduğuna burada da çok az kişi inanmıştı. Sevi daha sonra Musevi hahamlar ve mutasavvıfları için dünyanın en önemli şehirlerinden biri olan Selanik'e gitti. Orada daha büyük bir ilgi görmüş olmasına rağmen herkesi mesihliğine inandıramayarak İzmir'e geri döndü. 

 İlk turu başarısız sonuçlanan Sevi'nin 1660'lardaki ikinci mesihlik çağrısı farklı bir yanıt buldu. 1663'te Kudüs'e doğru yola çıkan Sevi, Kahire'den geçerken buradaki zengin ve önemli Musevilerle iyi ilişkiler kurdu. Sonunda Kudüs'e ulaşan Sevi, buradaki Musevileri maddi ve manevi anlamda ümitsizliğe düşmüş bir durumda buldu. Kudüslü Musevi cemaatinin çoğunu Ukrayna'daki katliamlardan kaçan mülteciler oluşturuyordu. Bu kişiler çok yoksul oldukları halde Osmanlıların Kandiye kuşatmasının masraflarını karşılamaları için hükümet tarafından ağır vergiler ödemek zorunda bırakılmışlardı. Bu Museviler, hayatta kalabilmelerini sağlayacak parayı toplaması için Sevi'yi Kahire'ye geri gönderdiler. 1665'te Sevi ilginç bir tesadüfle karşılaştı. Doğu Avrupa'da Musevi kıyımından kaçan Sara adlı genç bir kadın, İtalya'nın Livarno şehrine gelmiş ve kendisinin mesihle evlenecek kişi olduğunu iddia ediyordu. 

Sara Kahire'ye geldiğinde Sevi hemen onunla evlendi. Kudüs'e geri dönerken, Sevi mesihliğinin kabulü yolunda ikinci büyük adımı attı: Gaza'lı Nathan adlı bir Musevi mutasavvıf, Sevi'yi mesih, kendisini de peygamber ilan etti. Nathan dünyadaki bütün Musevi cemaatlerine bunu ilan eden birer de mektup yazdı. Daha sonra İzmir'e dönen Sevi eskisinden çok daha farklı karşılandı. Avrupa, Balkanlar ve Akdeniz'den gelen Museviler mesihin yakınında olabilmek için İzmir'e gelmişlerdi. Bunu üzerine Sevi'ye 1665'te mesihlik tacı giydirildi. Dünyanın sonunun geldiğine inanan Museviler kendilerini arınma ibadetlerine ve çağın önemine ait dualar okumaya verdiler. Bu harekete katılan yalnızca Museviler değildi; Sabataycıların iddiasına göre, bir Bektaşi Şeyhi ve onun müridleri de Sevi'nin mesih olduğunu kabul etmişlerdi. 

 Sevi kendini dünya kralı olarak ilan edip, tüm imparatorlukların krallıklarını da arkadaşları arasında dağıtarak Osmanlı hükümranının geçersiz olduğunu iddia edince, bu durum Osmanlı otoritelerini tedirgin etti. O tarihte Osmanlılar Girit'te, Kandiye'yi fethetmek için çok uzun sürmüş bir kuşatma ile meşguldü ve bu nedenle İmparatorluk'ta sık sık ayaklanmalar, başkaldırılar oluyordu. Bu yüzden Osmanlılar bir başkaldırıya daha, hele de padişahın yerine geçtiğini iddia eden bir harekete izin veremezlerdi. 1666 yılı başında Sevi tutuklandı ve İstanbul'a getirildiğinde padişahı tahtından etmeye yeltenmek suçuyla hapse atıldı. Sevi'nin kapatıldığı zindanın önünde büyük kalabalıkların toplanması nedeniyle Sevi, Çanakkale'de Aydos/Kumkapı kalesine götürüldü. Burada da dünyanın dört bir tarafından gelen ve mesihlerinin yanında olmak isteyen Museviler Sevi'yi yalnız bırakmadı. 

 Sonunda Sevi, Sultan IV. Mehmed'in zamanını geçirmekten hoşlandığı, Edirne'deki sarayda Divan-ı Hümayun karşısına çıkarıldı. Sultan olayı bir pencere kafesi arkasından seyrederken sadrazam, kaymakam, şeyhülislâm ve sultanın vaizi Vani Efendi Musevi mesihi sorguya çekti. Sultan'ın İslâmı kabul etmiş bir Musevi olan özel doktoru Hayatizade sorgulamada tercümanlık yaptı. Zamanın Osmanlı kayıtlarına göre, Sevi Müslüman olmak veya öldürülmek arasında bir seçim yapmak zorunda bırakılmıştı. Sevi, bir mesihten beklenenin aksine, şehit olmak yerine İslâma geçmeyi seçti. Müslüman olan Sevi, Mehmed Efendi adını alarak sarayda memur oldu ve Vani Efendi'den İslâmın esaslarını öğrenmeye başladı. Eşi Sara da Müslüman olarak Fatma adını aldı ve Sevi'ye sarayda eşlik etti. 

Sevi, Müslüman olmasına rağmen Musevi tasavvufuna ait âdetleri sürdürdü ve kendi takipçilerini de Müslümanlığa geçmeleri, ama aynı zamanda da kendisinin mesih olduğuna inanmaları ve onlara öğrettiği tasavvuf âdetlerini uygulamaları konusunda ikna etti. Sevi bu şekilde Musevi âdetlerini yerine getirdiği için sadrazam tarafından Arnavutluk'a sürüldü. 1676'da ölmeden kısa bir süre önce Sevi, Selanik'li Musevi bir kadınla evlenmişti. Gövsa'nın kitabının son üçte birlik bölümü, Sabataycılar'ın Sevi'nin ölümünden sonraki iki yüzelli yıllık hikâyesine ayrılmış. Sevi'nin ölümünden sonra onun Selanik'li kayınbiraderi ve halifesi Yakup Kerido ya da Müslüman olduktan sonraki adı ile Abdullah Yakup Çelebi, Selanik'e dönerek orada Sevi'nin peşinden Müslüman olmuş ve Sabataycı inanış ve âdetleri korumuş 200 kadar aileyi bir araya getirdi. 

Böylece 1690'da gittiği bir hac sırasında ölmeden önce Abdullah Yakup Çelebi, Sabataycıların Yakubi grubunu oluşturdu. Bu grup sünnet, evlilik, hac ve ölü gömme gibi konularda Müslümanlığın gereklerini yerine getirmede çok hassas davranmaları ile ün kazanmıştı, ancak diğer Sabataycılar gibi evde Musevi tasavvuf âdetlerini uyguluyorlardı. Yakubiler, aralarından Selanik'in belediye başkanı Hamdi Bey gibi pek çok hükümet görevlisi çıkarmışlardı. Sabataycılar arasında en radikal grup, 1689-1690 yılında Mustafa Çelebi önderliğinde Yakubilerden koparak kuruldu. Karakaş adını alan bu grubun inanışına göre, Sevi'nin ölümünden dokuz ay sonra doğan Osman adlı bir çocuk, mesih Sevi'nin ruhunu taşıyordu. Mesihin dünyaya geldiği devirde süregelen kuralları takip etmenin gereksizliğine inanan bu grup, Yakubiler kadar açıkça Müslümanlığın kurallarını da izlemiyorlardı.< 1720'de Sevi'nin ruhunu taşıdığına inanılan Osman öldüğünde, Karakaş grubunun üyeleri arasından Kapancılar, grubu ortaya çıktı. Kapancılar Osman'ın mesih olduğu görüşünü reddettiler ve onun yerine yalnızca Sevi'nin mesihliğine inanarak onun inanç ve âdetlerinin en sadık takipçileri oldular. 

Bu üç grubun üyeleri de görünürde Müslüman olarak yaşadıkları halde, diğer hiçbir Müslümanın sahip olmadığı inançlara sahiptiler. Aynı zamanda, Sevi'nin mesih olduğuna inandıkları ve Müslümanlığı kabul ettikleri için Musevilerden de farklıydılar. Aile ağaçlarına çok önem veren Sabataycılar yalnızca grup içi evlilikler yaptılar ve ne Müslüman ne de Musevi olarak tanımlanabilen kimliklerini bu şekilde korudular. Sabataycılar aynı zamanda içlerindeki üç grubun farkını da korudular; öyle ki her grubun kendine ait bir lideri, âdet ve kuralları, giysi ve saç şekilleri vardı. 1920'lerde Sabataycılar tarafından çıkarılan Vatan gazetesinde, artık uygulanmadığı iddia edilen bu davranış şeklinin ardında yatan ilke şu sözlerle ifade ediliyordu: "Ötekilere karışmayın, yalnız kendi aranızda evlenin, Müslimlerin âdetlerinden ve ayinlerinden ancak gözle görülenleri yaparak gözlerini örtülü bulundurun" (s. 83). 

 İki yüzyıl boyunca üç Sabataycı grup devrin otoriteleri tarafından hiçbir baskı hatta ilgi görmeden Selanik'te huzur içinde yaşadılar. Yalnız on dokuzuncu yüzyılda başlarından iki küçük olay geçti. Selanik'e vali olarak atanan Midhat Paşa göreve geldiğinde, memurlarından bazılarının saçlarını kazıtmış olması onu şaşkınlığa düşürdü. Bu kişilerin Sabataycıların Yakubi grubundan olduğunu öğrenen Midhat Paşa memurların saçlarını kazıtmasını yasakladı (s. 74-5). Hüsnü Paşa adlı başka bir Selanik valisi de bir evde Sabatay Sevi'ye ve Sabataycı iki lidere ait kutsal eşyaların saklandığını duyunca o eve baskın yaptı, ancak bir şey bulamadı. Bu iki hareket de Sabataycıların genel bir baskı görmesine neden olmadı. Sabataycılar ilk defa 1880'lerde, kendileri hakkında yazılar yazınca ilgi çekmeye başladılar. 1920'lere gelindiğine Sabataycılar hakkında yaygın tartışmalar yapılıyordu. 

1924'te bazı Sabataycılar Vakit ve Vatan gazetelerinde kendi tarih ve dinlerini anlatan yazı dizileri yayımladılar. Vatan gazetesinde yayımlanan 10 bölümlük "Tarihin Esrarengiz Bir Sahifesi" adlı dizide, artık yalnızca 70-80 yaşlarındaki Sabataycıların eski âdetleri sürdürdükleri iddia ediliyor, Sabataycıların Türklerle evlenmesi sonucunda Sabataycılık artık "tarihe karışmış veya karışmak üzere" deniyordu (s. 82). Ancak bu makalelerin yayımlandığı yıl Karakaşzade Mehmed Rüşdü adlı bir Sabataycı, Selanikli Sabataycılar'a yazdığı açık bir mektupta onları ayrı kimliklerini sürdürmekle itham etti (s. 88-91). Rüşdü Efendi de Vatan gazetesinde yazan diğer yazarlar gibi Sabataycı kimliğinin sürdürülmesine karşıydı, ancak onlardan farklı olarak bu kimliğin hâlâ sürdüğünü iddia ediyordu. O sıralar Selanik'te yaşayan on ya da on beşbin Sabataycı'ya Türklerle karışıp evlenmeleri ve kendilerine has âdetleri uygulamayı bırakmaları gerektiğini söylüyordu. Gövsa da Vatan gazetesinde çıkan makaleleri eleştiriyor ve Sabataycıların tarihe karıştığı iddialarına rağmen, müdürlük yaptığı yatılı Makriköy okulunda gördüğü üzere bazı Sabataycıların hâlâ kendi âdetlerini sürdürdüklerini yazıyordu (s. 86). 

Ona göre "deniz kenarına veya ırmak kenarına giderek mesihi beklemek ve 'Sabatay Sevi esperamo a ti' demek yani 'Sabatay Sevi seni bekliyoruz' diye seslenmek eskiden olduğu gibi şimdi de riayet edilen bir âdettir" (s. 97). Gövsa kitabının önsözünde Sevi hakkında o güne kadar yazılmış olanlardan daha iyi ve geniş bir kitap yazacağına inandığını söylüyor. Daha iyisini yazacağını söylediği yazılar arasında Osmanlı/Türkiye Musevisi Abraham Galanté'nin konu hakkında kitabı, Danon'un makalesi, çeşitli gazete ve ansiklopedi makaleleri ve kendisinin Meşhur Adam Ansiklopedi'sine (1931) ve 7 Gün dergisine yazdığı makaleler bulunuyor. Oysa kendisinden önce yazılmış araştırma kitapları ile karşılaştırıldığında Gövsa'nın kitabı oldukça yetersiz kalıyor. Hatta Gövsa'nın on dokuz bölümden oluşan kitabının on iki bölümü doğrudan Galanté'den alınmış ve kalan yedi bölüm de Türk basınında çıkan makalelerin bir derlemesinden ibaret. Ancak Gövsa kitabı yazışındaki diğer amaçlarını başarıyla gerçekleştirmişti. 

İlk olarak Sabataycıların ve Galanté'nin iddialarının aksine, Sabataycılığın yalnızca yaşlılar arasında yaşayan bir gelenek olmadığını ve 1930'larda yaşayan Sabataycı çocukların da bu gelenekleri sürdürdüğünü göstermişti. Sabataycıların asimile mi oldukları yoksa hâlâ farklı bir topluluk olarak mı yaşadıkları tartışmaları sürerken Gövsa, bu tartışmalara Sabatay dininin Cumhuriyet'in ilk yıllarında genç kuşaklar tarafından uygulandığına dair delil gösterek katılıyordu. İkinci olarak, Gövsa'nın kitabı dönemin tartışmalarına önemli bir katkıydı. Sevi'nin mesihlik hareketi Osmanlı İmparatorluğu'nda gerçekleşmiş ve önemli izler bırakmış olduğu halde, o dönemde Sabatay Sevi hakkında yazılmış Türkçe bir kitap bulunmuyordu. 1920'lerde yeni Türkiye Cumhuriyeti hükümeti Türk Ulusunun birliğini kurma çalışmalarına başladığı dönemde Sabataycıların kimliği genç cumhuriyet için önemli bir soru haline geldi: Sabataycılar kimdi? (Galanté, s. 57). Diğer bir deyişle Türk ve Müslüman mıydılar? 

Türkler ve Yahudiler ve Vatandaş Türkçe Konuş kitaplarının vatanperver yazarı Galanté, bu konunun hassasiyetini fark ettiği için bu konuda Fransızca yazmayı seçmişti. Gövsa, Galanté'nin araştırmasını Türkçeleştirerek o güne kadar konu hakkında yazılmış en doğru ve kapsamlı araştırmayı Türk okurlarına sunmuş oldu. Gövsa'nın kitabının önemi, bu kitabın baskısının tükenmiş olduğu son elli yılda Sevi ve Sabataycılar hakkında çıkan daha yeni kitaplarla karşılaştırıldığında ortaya çıkıyor. Gövsa Sabataycıların yaşayan mı, yoksa yok olan bir topluluk mu olduğu tartışmasına katılmış olsa da onları kendi tarih ve dinleri içinde anlamaya çalışmıştı. Ne onları inançları nedeniyle yargılamış ne de kitabını onlara karşı açık bir önyargıyla yazmıştı. Sabataycılar asimile olup değişik âdetlerini bir tarafa bıraktıkları halde, son elli yıl boyunca Türkiye'de çeşitli yazarlar tarafında saldırıya uğradılar. 

Bugün Türkiye'de kitapçılarda bu konuda yaygın olarak satılan kitaplar komplo teorileri ve hâlâ varlığını sürdüren çok sayıda kötü niyetli Sabataycının bulunduğu iddiaları ile dolu. Ne yazık ki Prof. Dr. Abdurrahman Küçük'ün Dönmeler ve Dönmelik Tarihi de (şimdi Dönmeler Tarihi adı altında ikinci baskısında, Hamle Basın, İstanbul, 1997) konu hakkında yazılmış tek akademik kitap olmasına rağmen, açıkça Yahudi ve Sabataycı karşıtı bir yaklaşımla yazılmış. 

Öyle ki, Küçük'ün kitabının bibliyografyası Nazi Almanyası döneminde yazılmış anti-Semitik kitaplarla dolu. Bu yaklaşım da kitabı, objektif bir araştırmanın sahip olabileceği entelektüel değerden yoksun bırakıyor. Gövsa'nın çoktan baskısı tükenen Sabatay Sevi adlı kitabı, Türkçe'de Osmanlı Musevileri'nin mesihi ve onun Türkiye Cumhuriyeti'ndeki izleri üzerine yazılmış ilk ve tek ciddi çalışma olması nedeniyle yeniden basılmayı hak ediyor. Objektif ve hatta özgün olmayan, çoğu Galanté'nin yazdıklarına dayandırılan kitap, bugün konu hakkında Türk okuruna sunulan diğer kitaplardan çok daha iyi.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...