EDEP, ALAH'IN SEVDİKLERİNİN GÖSTERGESİDİR
Hadis
Sufizm güzel ahlâktır.
Kimin ahlâkı daha güzelse, o daha iyi sufidir.
Ali bin Ebu Talib’e, dördüncü Halife’ye atfediliyor. (1)
Zahiri Edep
Sufizm için merkezi değerde olan Edep, sufi-yolunu, doğru bir duruş ve hakiki nezaket ile gitmek için gerekli olan ahlâk kuralları şifresidir. En derin düzeyde edep, ruhun Allah önünde duruşu, Rabbi’nin önünde son derece saygılı eğilişidir ve bu saygıyı, hem zahiri hem de bâtıni dünyada yaşamasıdır. Kişinin, eylem ve davranışlarında “Allah ile” olma halidir. Hajveri’ ye göre “Allah’a giden yolda,hem özel hayatta hem de toplum hayatında, hürmetsiz davranışlardan sakınmak gerekir” (2). Sufi yolunda giden yolcu, bu içsel saygıyı günlük hayatında, Allah’la, kendisi ve başkaları ile olan ilişkilerine de yansıtmaya çalışır.
Sufizmin ilk zamanlarında edep kelimesi, sufi niteliklerinin ideali ve İslam’ın erken zamanlarındaki tasavvuf öğretisinden kaynaklanan fütüvvet şartları ile ilintiliydi. Fütüvvet, Arapçada yiğit, delikanlı manasında olan Feta’nın yolu demek oluyor. İslamiyet’te ve kutsal Kuran’da kelimenin kullanılışına göre ise Feta, kendisi için hiçbir şey kalmayıncaya kadar cömertlik ve misafirperverlik ile her şeyini, hatta kendi hayatını bile dostları uğruna feda eden, “asil ve tam manası ile mükemmel insan” anlamındadır. Sufilere göre fütüvvet, peygamberlerin, ermişlerin, bilgelerin ve Allah’ın sevgilerinin, dostlarının davranışlarını örnek alarak takip eden şerefli davranış şifresi demektir.(3)
Eski Sufilerin belirledikleri bu ahlâk kuralları, sufi yolunun içsel asaletini vurgulayan bir davranış şeklini ortaya koyar. Bu öğretileri açıklayan eski sufi yazıları vardır ve bunlardan bir tanesi İbn el Hüseyn es Sülemi’nin 11. yüzyılda derlediği (Doç. Dr. Süleyman Ateş’in tercümesi), “Tasavvufta Fütüvvet”tir:
“Fütüvvet demek, fazla muhalefet göstermemek, az tartışmak, dürüst olmak, hata yapmaktan sakınmak ve başkalarının yaptığı hataları tenkit etmemek, benliğinde ölçülü olmak, gençlere de yaşlılara da güler yüzlü davranış, iyilik yapmak, iyi nasihatler vermek ve verilen nasihatleri dinlemek, arkadaşlarını sevmek, düşmanları ile hoşgörülü olmak. Bunlar bizim Fütüvvet hakkında hakikatleri duymaya ve söylemeye muktedir oluncaya kadar bilmemiz için yeterli olan, bu yolun görülebilen yüzleridir.” (4)
Bu fevkalâde karakter ve davranış özellikleri son derece saf ve temiz bir içselliği yansıtır ve burada artık içsel duruş (bâtıni hal) ile zahiri faaliyet arasında hiçbir fark yoktur. Sufi, toplum önünde yapmaktan utanacağı bir şeyi özel hayatında da yapmaz. Başkalarının hatalarını aramak yerine kendi hatalarını arar. Zahmet ve acı geldiği zaman şikâyet etmeden kabullenir. Her ne olursa olsun iyi huylu bir tabiata sahip olup daima olumluya meyilli olmak, sufi edebinin merkezi kalitesidir.
Bir başka sufi özelliği de, hep başkalarına öncelik verme manasında olan fedakârlıktır ve sufi fütüvvet niteliklerinin en üst derecesi olarak görülür. Bu kural misal olarak, sufilerin bir araya geldikleri toplantılarda, dervişlerin ön sıralardan ziyade en arka sıralarda oturmaları ve yer ayırmamaları şeklinde ifade edilebilir. Bu aynı zamanda başkalarını katiyen yargılamamak ve hatta görünüşte hata yapıyorlarsa bile, onları mazur görmek demektir. Nişaburlu “kendini kınayanlar”ın yolu olan Melamiler grubunun takipçilerinin koyduğu bir kural da şöyledir: “Başkalarına saygılı ol, iyi niyetli yaklaş, onların yaptıkları hataları mazur gör, kendini kına!” (5)
Bu karakter şifresini takip eden sufi, en yüksek mükemmelliğe (ideale) erişmek için gayret eder ve bu özellikle diğer sufilerle, yol arkadaşları ile olan ilişkisine yansır. Fütüvvetin bir prensibi de, ihvan kardeşlerini hiçbir zaman unutmamaktır. Muhammad al Jurayri der ki: “Başkalarını düşünmek ve onlara duyulan sadakat, bilinci gaflet uykusundan uyandırır ve düşünceleri hayal gücüne yenilerek felakete gitmesini engeller.” (6)
Böylece, doğru tutum ve doğru davranış, aklın ve nefsin hayallerine kapılıp unutmaya dalmak yerine, uyanık ve dikkatli olarak hatırlamada kalmanın yolları olarak da görülür. İlk sufiler, bilhassa diğer dervişlerle, ihvan kardeşleri ile bir araya gelmenin onları gaflete düşmekten ve unutmaktan koruduğunu anlamışlardı.(7)
Benzer idealleri ve davranış kurallarını paylaşan sufi cemiyetinin içinde olmak, yolcuya, kalbin samimiyetine sadık kalmasında yardımcı olur. İhvan kardeşlerine karşı hissedilen ve ifade edilen bu dürüstlük, Sufi ahlâkının temelini teşkil eder. Vali Abu Ahmad al-Hafız, bilge birinin sözlerinden şunları anlatır:
“İhvan kardeşliğinin kurallarından birisi, birbirlerini bütün kalpleri ile sevmeleri, sözleri ile birbirlerini karşılıklı eğitmeleri ve öğretmeleri, maddi imkânları ile birbirlerine yardım etmeleri, karşılıklı ahlâk anlayışlarını desteklemeleri ve yokluklarında birbirlerini müdafaa etmeleridir. Ruhani konularda senden ileride olanlara, dünyevi konularda ise senden daha az şanslı olanlara yoldaşlık et.” (8)
Bu davranış şifresi, nefsin ve kötü huyların kurduğu, kibir ve yargılama tuzaklarına düşmeyi engellediği gibi, alçak gönüllülük, cömertlik, olumlu bakış gibi pozitif karakter özelliklerini geliştirir. Edep, görgü kuralları gibi, sosyal ve kültürel standartlara göre değişebilen resmi veya kayıtlı bir davranış şeması değildir. Bilâkis edep, içsel duruşun, tabii bir şekilde dış dünyada davranışlara yansımasıdır. İnsan ruhunun gerçek asaletinin ifadesidir.
Mesela içsel cömertlik dış dünyada da cömertlik olarak tezahür eder, içsel alçakgönüllülük ise dış dünyada başkalarına öncelik verme şeklinde kendini gösterir. Aynı zamanda sufiler, egonun her çeşit ruhani davranışı kendi lehinde övünmeye çevirme tehlikesinin farkındadırlar. Alçakgönüllü davranış, gerçek tevazuya ulaşmaktan daha kolaydır ve nefs, kendisinin çaba ile ulaşmadığı ruhani bir seviyeyi sahiplenmede kolaylıkla iddialı olabilir. Melamiler özellikle bu tehlikenin farkında olduklarından, egoyu saf dışı bırakmak için, çoğunlukla “ruhani olmayan” davranışlarla bilhassa tenkitleri üzerlerine çekerlerdi.
Bâtıni Edep (İçsel Edep)
Bu geleneksel sufi uygulamaları bize, ruhun gerçek asaletini yaşamak için hakiki insaniyetin belirtisi olan saygının önemini vurgulayan değerli bir yol gösterirler. Lâkin bugün batıdaki sufizm, eski sufilerin ortadoğu kültür çerçevesinden çok daha farklı olan bir ortamda yaşanıyor. İnsan yapısında her zaman zayıf karakter ve bencilliğin var olmasına rağmen, günümüzün küresel tüketim çılgınlığı bilhassa kararlı bir şekilde egoyu ve onun arzularını kışkırtmakta, alçakgönüllülük yerine ihtirası beslemekte ve cömertlik yerine açgözlülüğü desteklemektedir.
Bugünkü çağın değerleri, saygıyı geliştirip göstermek yerine saygısızlığı bir marifetmiş gibi göstererek, insan karakterinin hakiki asaletinden ziyade menfaatçiliğinin gelişmesine ortam hazırlamaktadır. İnsan ruhunu besleyen nitelikleri yaşamak isteyen insanlara ise, günümüzün maddeciliğinin çoraklığı adeta meydan okur.Ayrıca batıda, bizim bireycilik ve ona ilişkin özgürlük imgelerine olan oryantasyonumuz, dış dünyadan gelen öğütlerle belirlenen davranış kurallarını kabul etmemizi zorlaştırır.
Gerçi biz “kişisel gelişim” kitaplarını bir solukta okuyabiliyoruz, fakat ruhsal davranış kurallarını öğrenmeye tamamen yabancıyız ve hatta bu çeşit kurallar bizde gerçek insanlığa götüren bir yoldan ziyade, kötü bir tarikat veya yobazlık çağrışımı yaparlar. Bu demektir ki, edebin her birimiz için ne ifade ettiğini yeniden keşfetmemiz gerekir. Asıl mesele, on birinci yüzyıldan kalmış bir rehberi incelemek değil, içimizdeki ruhun değerlerine geri dönüp, Allah ile yaşamanın ne demek olduğunu öğrenmek demektir.
Bireysel sorumluluk çağında bu, birbirimizle, ruhumuz ve Allah ile olan ilişkilerimizin bireysel sorumluluğunu üstümüze almamız gerektiği manasına gelir.
Yolun zahiri ödevleri bize, nefsin ve egonun üzerimizde hâkimiyet kurmasını engellemeye yardım edebilirler. Buna rağmen bâtıni edep, zamanımızın kültür çerçevesinde yolumuzun, günlük hayatımızda kalabilmesi için ihtiyacımız olan esas kabı hazırlar.
Eğer bu içsel (bâtıni) edebi geliştirmezsek, etrafımızı saran egonun yönlendirdiği değerler bizi kolayca sürükleyip götürürler. Ve biz bu unutma kültürü içinde kaybolur gideriz.
Bâtıni edep, ruhsal niteliklerimizin ve içimizdeki gerçek saygınlığın teyididir. Bu, kalbimizde ve tüm hayatımızda olan iâhiliğe duyulan derin saygı ile ilgilidir. Eğer biz böyle ilâhiliğe saygıyı yaşamayı başarabilirsek, hem kendi ruhumuzu hem de birlikte olduğumuz diğer ruhları besleyen, en tabii ve saf “varoluş” halini buluruz. Allah’ın huzurunda yaşamayı öğreniriz.
Tevrat’ın (Exodus) ‘Mısır’dan çıkış’ kitabındaki Musa ve yanan çalı hikâyesi, Allah’a yaklaşabilmek için gerekli olan temel tavrın, duruşun örneğidir. Yanan çalıların üstünden Tanrı Musa’ya seslendiğinde Musa, “Buyur!” diye cevap verir. Ve Tanrı: “Fazla yaklaşma! Çarıklarını ayaklarından çıkar! Çünkü bastığın yer kutsal topraktır,” der.(9) Eğer kutsal bir toprak üzerinde duracaksak, dünyevi görüş ve davranışlarımızın sembolü olan ayakkabılarımızı çıkartmamız gerektiğini öğrenmeliyiz.
Aksi halde, davranışımız doğru ve saygın değildir.
Ruhani yaşamda mühim olan, Tanrı ile daha sonra kuracağımız ilişki için, önce O’na nasıl yaklaşacağımızdır. Aynı Musa gibi, ayakkabılarımızı çıkararak, nefsin ve egonun alışkanlıklarını geride bırakmaya mecburuz. Eğer Tanrı’nın sesini işitmek istiyorsak, O’nun huzurunda nasıl duracağımızı öğrenmeliyiz. İşte bu duruş hali, bâtıni (içsel) edepten gelir.
Edep ve Bâtıni Dönüşüm
Allah’a giden yolculuğu yapabilmek için en derin manada, İnsan olmanın ve ruhun asaletinin ne demek olduğunu açığa çıkarmamız gerekir. Bu yolculuk, egonun ve nefsin dünyasından, ruhun ana niteliklerinin yaşandığı dünyaya yapılan yolculuktur. Bu yolculukla, içsel karanlığımız olan kurşunu, hakiki özümüz olan altına değiştiren simyasal bir işlem ve bununla beraber içsel bir dönüşüm arasında bağlantı kurulur.
Her içsel dönüşümün, değişimin kirlenmemesi veya aksamaması için bir kaba ihtiyacı vardır. Simyada buna (Latince: vas bene clausum) “kapalı sırlanmış kab” denir ve yapıtın sonuçlandırılabilmesi için şarttır. Kalbin simyacısı için, karakter ve özellikle bâtıni edep, aklın oyunlarının veya dıştan gelen etkilerin bu çok mühim işleme zarar vermesini veya durdurmasını engelleyen kabtır. Simyacılar çok kez, bu kabın kırılması veya çatlaması halinde, bütün işlemin en baştan başlamak zorunda olduğuna dair uyarmışlardır.
Yolcu çoğu zaman bu yolculuğun tuzaklarından, dönüşüm sürecinin tehlikelerinden bihaberdir. Bu süreçte bize, zihnimizin daha kuvvetli enerjilerine erişim verilir ve dengemizin bozulmaması için bu enerjiler, karakterimizin olgunluğunu ve saf niyetimizi gerektirirler. Zihnimizin derinlerindeki müthiş kuvvetlerle karşılaştığımızda bizi, “arketip” dünyasının ahlâk dışı tabiatından ve onun yıkıcı gücünden koruyan, sebatkâr oluşumuz ve karakterimizin güzelliğidir.
Bu yolculukta sadece dışarıdan öğrenilen ahlâk kuralları yetmez.
Asıl rehberliğin ve ayırt edebilme gücünün içten gelmesi gerekir. Kontrolümüz altında olmayan kuvvetlerin hücumuna ve muhalefetine uğrayan bizim içsel tabiatımızdır ve onları dengede tutabilmek için geliştirdiğimiz birtakım içsel niteliklere ihtiyaç vardır. Örneğin egomuzu kolayca şişirecek “arketip” dünyasının güçlü enerjilerini yaşarken, tevazu çok gereklidir. Eğer bâtıni edebimiz yeteri kadar kuvvetli değilse, bu güçler kolayca bizi ele geçirebilirler ve biz, içsel rehberimiz ile olan bağlantımızı kaybederek kaybolur gideriz. Hatta bu güçler bize psikolojik olarak da zarar verebilirler.
Özümüz, içimizdeki tanrısal nur, bizim gerçek rehberimiz ve koruyucumuzdur. Hasret dolu çabalarımız, teslimiyetimiz ve aşk sayesinde kalbimizde nurumuz ile bir bağlantı yaratırız. Özümüz bize, aklın labirentinde rehberlik eder ve dönüşümümüzün etkin gücüdür. Fakat nasıl da nefsimiz defalarca çabalarımızı engeller ve nurumuzun üstünü örter? Nasıl da sık sık öfke, düşmanlık duygularına kapılırız? Nefs bizi tekrar tekrar aldatır ve bilinçaltı bizi baştan çıkartmaya çalışır. Eğer iyi bir tabiata ve karaktere sahip olmazsak nefsimize teslim oluruz ve aynı Hamavî’nin söylediği gibi:
“Eğer bir kişi, sadece Rabbi ile birlikteliğin gerektirdiği davranış kurallarını yerine getirmemekle kalmayıp bir de nefsi ile dostluk kurarsa o kişinin özü ile bağlantısı kesilir ve aralarındaki bu duvar en tesirli engeldir.”
Zünnûn-ı Mısrî’nin bir keresinde dediği gibi: “En az geçit veren ve en zor keşfedilen duvar, nefs ve onun karanlık entrikalarına daldığımız zaman oluşur.” (10)Sufizmde “Allah ile Birlik” demek, doğru edebi takip etmek demektir ve Kuran’daki (57:4) Hadîd ayetinden kaynaklanır: “Nerede olursanız olun, O, sizinle beraberdir.” O her zaman bizimledir. Biz bu yolu O’nunla gideriz. Ve O’nun rızası için, O’nun varlığını hissetmediğimiz zaman bile O’na kalbimizin en güzel hali ile görünmeliyiz.
Eğer kalp bir kere O’nunla uyandıysa ve anma halindeyse, edebin uygulanması daha kolaylaşır. Her âşık gibi, sevgilimiz için en iyi halde olmak isteriz. Fakat esas unutma halindeyken, O’nu kendimize çok uzak hatta ulaşılamayacak gibi hissettiğimiz zamanlar, edep kurallarını en çok anımsamak zorunda olduğumuz anlardır. Çünkü tam böyle zamanlarda, egonun, nefsin sesini duymaya, onların oyunlarına kanmaya açık oluruz.
İçimizdeki Nur’un üstü örtülü bile olsa O’nunla bağlantıda kalırız. Fakat eğer kendimizi egonun planlarına kaptırırsak çok çabuk bu bağlantıyı kaybedebilir ve gittikçe unutmanın derinlerine dalabiliriz ve hatta karanlıkta kaybolabiliriz. Ego bizi harap etmek için çok güzel savunmalar, “planlar” bilir ve bizi yolumuzdan alıkoyabilmek, hâkimiyetinde tutabilmek için hayâl dünyamızı manipüle etmekte son derece yaratıcı ve beceriklidir.
Bu yol aynı zamanda beklenmedik olaylar ve zorluklarla doludur. Hayat bize çeşitli fırsatlar sunar. Bize rehberlik eden Öz’ün ışığı olmazsa, kolayca verilen fırsatları kaçırabilir ve yolumuzu kaybedebiliriz. Ansızın bütün enerjimizi çeken, hatta tüm hayatımızı gereksiz yerlere yönlendiren dramatik oyunlar ve saçmalıklar bizi içine alırlar. Sufilerin yaptğı tetikte olma egzersizinin bir sebebi de böyle içsel “dikkat” halinde kalabilmek içindir.
Fakat bizi ahlâkımızın asaleti, güzelliği de korur ve hatta bize meydan okunan zamanlarda bile bizi Öz’ümüzün ışığı ile bağlantıda tutar. Sonraları kalbimizin çok daha derinlerine dalabildiğimizde, kalbin ışığını hiçbir zaman kaybedemeyeceğimiz bir safhaya geliriz. O artık her an hayatımızda var olur. Buna rağmen hâlâ zahiri ve bâtıni dünyada yürürken ve bu esnada karşılaştığımız tüm problemlerin, sahtekârlıkların ortasında hakiki olana sadık kalabilmemiz için yardımcı olacak iyi ahlâk niteliklerine ihtiyacımız vardır.
Edep ile yaşamayı öğrenmek demek, Allah’ın huzurunda yaşamanın, sadece O’nun rızası için burada olmanın ne demek olduğunu öğrenmek demektir. Edep olmayınca, kayıtsız şartsız nefsimize teslim oluruz ve egomuz ile O’ndan ayrı kalırız. O zaman nasıl olur da O’nun hizmetinde olur, O’nun çağrısını duyabiliriz? Edep, bizim O’nunla yürüyebilmemizin ve O’na hizmet edebilmemizin mümkün olması için gerekli, koruyucu bir kab’tır. Hepimizin içinde bu nitelikler vardır, çünkü onlar ruhumuza, bizim ilâhi tabiatımıza aittirler.
Fakat bizim onları nasıl yetiştirerek, geliştirerek yaşayacağımızı, ruhun derin saygısını günlük hayatımıza nasıl getireceğimizi öğrenmemiz gerekir. Ve içinde yaşadığımız kültür çevresinin, bu değerleri desteklemediğini, hatta bizi daha ziyade unutmanın içine doğru çekmeye çalıştığını unutmamalıyız. Bu sebepten, bizim iyi tabiatımızın etrafa ışık verdiği gibi, aynı kalp niteliklerine sahip, ahlâkları ile bize yolculuğumuzda destek veren dostlar cemiyetine ihtiyacımız vardır.
Kaynakça:
(1) Sara Sviri, The Taste of Hidden Things, The Golden Sufi Center, 1997, S.165
(2)The Concise Encyclopedia of İslam, Harper Collins, 1991, S.22, Cyril Glasse’den alıntı.
(3) The Way of Sufi Chivalry, Avrupa’da yücelik (nitelikler) şifresinin ideal olanı, şövalyelik erdemleri olan adalet, merhamet, cömertlik gibi Şövalye olma nitelikleri ile ilişkilendirilmişti. Bu şifre aynı zamanda ahlaki boyuta da sahip olan zarif ve yüce aşkın ideallerine mensuptur, örneğin yalan söylemekten kaçınmak gibi. Bu yüce aşk Bakire Meryem’in ki gibi en yüksek diye adlandırılan ruhani boyuta da sahiptir.
(4)The Way of Sufi Chivalry, inner Tradition, 1983, S.90.
(5) Sara Sviri, The Taste of Hidden Things, S. 169.
(6) Muhammad al-Jurayri’den, The Way of Sufi Chivalry, S.80
(7) Budistler de Sangha’nın manası hakkında aynı şekilde düşünürler.
(8) The Way of Sufi Chivalry, S. 88
(9) Exodus, 3-5
(10) Affirmation of Divine Oneness, “Commentary of Sheikh’Ali b. ‘Alawân al- Hamawi, Tercümesi Muhtar Holland, Al-Baz Publishing, 1997, S. 54
Sufizm için merkezi değerde olan Edep, sufi-yolunu, doğru bir duruş ve hakiki nezaket ile gitmek için gerekli olan ahlâk kuralları şifresidir. En derin düzeyde edep, ruhun Allah önünde duruşu, Rabbi’nin önünde son derece saygılı eğilişidir ve bu saygıyı, hem zahiri hem de bâtıni dünyada yaşamasıdır. Kişinin, eylem ve davranışlarında “Allah ile” olma halidir. Hajveri’ ye göre “Allah’a giden yolda,hem özel hayatta hem de toplum hayatında, hürmetsiz davranışlardan sakınmak gerekir” (2). Sufi yolunda giden yolcu, bu içsel saygıyı günlük hayatında, Allah’la, kendisi ve başkaları ile olan ilişkilerine de yansıtmaya çalışır.
Sufizmin ilk zamanlarında edep kelimesi, sufi niteliklerinin ideali ve İslam’ın erken zamanlarındaki tasavvuf öğretisinden kaynaklanan fütüvvet şartları ile ilintiliydi. Fütüvvet, Arapçada yiğit, delikanlı manasında olan Feta’nın yolu demek oluyor. İslamiyet’te ve kutsal Kuran’da kelimenin kullanılışına göre ise Feta, kendisi için hiçbir şey kalmayıncaya kadar cömertlik ve misafirperverlik ile her şeyini, hatta kendi hayatını bile dostları uğruna feda eden, “asil ve tam manası ile mükemmel insan” anlamındadır. Sufilere göre fütüvvet, peygamberlerin, ermişlerin, bilgelerin ve Allah’ın sevgilerinin, dostlarının davranışlarını örnek alarak takip eden şerefli davranış şifresi demektir.(3)
Eski Sufilerin belirledikleri bu ahlâk kuralları, sufi yolunun içsel asaletini vurgulayan bir davranış şeklini ortaya koyar. Bu öğretileri açıklayan eski sufi yazıları vardır ve bunlardan bir tanesi İbn el Hüseyn es Sülemi’nin 11. yüzyılda derlediği (Doç. Dr. Süleyman Ateş’in tercümesi), “Tasavvufta Fütüvvet”tir:
“Fütüvvet demek, fazla muhalefet göstermemek, az tartışmak, dürüst olmak, hata yapmaktan sakınmak ve başkalarının yaptığı hataları tenkit etmemek, benliğinde ölçülü olmak, gençlere de yaşlılara da güler yüzlü davranış, iyilik yapmak, iyi nasihatler vermek ve verilen nasihatleri dinlemek, arkadaşlarını sevmek, düşmanları ile hoşgörülü olmak. Bunlar bizim Fütüvvet hakkında hakikatleri duymaya ve söylemeye muktedir oluncaya kadar bilmemiz için yeterli olan, bu yolun görülebilen yüzleridir.” (4)
Bu fevkalâde karakter ve davranış özellikleri son derece saf ve temiz bir içselliği yansıtır ve burada artık içsel duruş (bâtıni hal) ile zahiri faaliyet arasında hiçbir fark yoktur. Sufi, toplum önünde yapmaktan utanacağı bir şeyi özel hayatında da yapmaz. Başkalarının hatalarını aramak yerine kendi hatalarını arar. Zahmet ve acı geldiği zaman şikâyet etmeden kabullenir. Her ne olursa olsun iyi huylu bir tabiata sahip olup daima olumluya meyilli olmak, sufi edebinin merkezi kalitesidir.
Bir başka sufi özelliği de, hep başkalarına öncelik verme manasında olan fedakârlıktır ve sufi fütüvvet niteliklerinin en üst derecesi olarak görülür. Bu kural misal olarak, sufilerin bir araya geldikleri toplantılarda, dervişlerin ön sıralardan ziyade en arka sıralarda oturmaları ve yer ayırmamaları şeklinde ifade edilebilir. Bu aynı zamanda başkalarını katiyen yargılamamak ve hatta görünüşte hata yapıyorlarsa bile, onları mazur görmek demektir. Nişaburlu “kendini kınayanlar”ın yolu olan Melamiler grubunun takipçilerinin koyduğu bir kural da şöyledir: “Başkalarına saygılı ol, iyi niyetli yaklaş, onların yaptıkları hataları mazur gör, kendini kına!” (5)
Bu karakter şifresini takip eden sufi, en yüksek mükemmelliğe (ideale) erişmek için gayret eder ve bu özellikle diğer sufilerle, yol arkadaşları ile olan ilişkisine yansır. Fütüvvetin bir prensibi de, ihvan kardeşlerini hiçbir zaman unutmamaktır. Muhammad al Jurayri der ki: “Başkalarını düşünmek ve onlara duyulan sadakat, bilinci gaflet uykusundan uyandırır ve düşünceleri hayal gücüne yenilerek felakete gitmesini engeller.” (6)
Böylece, doğru tutum ve doğru davranış, aklın ve nefsin hayallerine kapılıp unutmaya dalmak yerine, uyanık ve dikkatli olarak hatırlamada kalmanın yolları olarak da görülür. İlk sufiler, bilhassa diğer dervişlerle, ihvan kardeşleri ile bir araya gelmenin onları gaflete düşmekten ve unutmaktan koruduğunu anlamışlardı.(7)
Benzer idealleri ve davranış kurallarını paylaşan sufi cemiyetinin içinde olmak, yolcuya, kalbin samimiyetine sadık kalmasında yardımcı olur. İhvan kardeşlerine karşı hissedilen ve ifade edilen bu dürüstlük, Sufi ahlâkının temelini teşkil eder. Vali Abu Ahmad al-Hafız, bilge birinin sözlerinden şunları anlatır:
“İhvan kardeşliğinin kurallarından birisi, birbirlerini bütün kalpleri ile sevmeleri, sözleri ile birbirlerini karşılıklı eğitmeleri ve öğretmeleri, maddi imkânları ile birbirlerine yardım etmeleri, karşılıklı ahlâk anlayışlarını desteklemeleri ve yokluklarında birbirlerini müdafaa etmeleridir. Ruhani konularda senden ileride olanlara, dünyevi konularda ise senden daha az şanslı olanlara yoldaşlık et.” (8)
Bu davranış şifresi, nefsin ve kötü huyların kurduğu, kibir ve yargılama tuzaklarına düşmeyi engellediği gibi, alçak gönüllülük, cömertlik, olumlu bakış gibi pozitif karakter özelliklerini geliştirir. Edep, görgü kuralları gibi, sosyal ve kültürel standartlara göre değişebilen resmi veya kayıtlı bir davranış şeması değildir. Bilâkis edep, içsel duruşun, tabii bir şekilde dış dünyada davranışlara yansımasıdır. İnsan ruhunun gerçek asaletinin ifadesidir.
Mesela içsel cömertlik dış dünyada da cömertlik olarak tezahür eder, içsel alçakgönüllülük ise dış dünyada başkalarına öncelik verme şeklinde kendini gösterir. Aynı zamanda sufiler, egonun her çeşit ruhani davranışı kendi lehinde övünmeye çevirme tehlikesinin farkındadırlar. Alçakgönüllü davranış, gerçek tevazuya ulaşmaktan daha kolaydır ve nefs, kendisinin çaba ile ulaşmadığı ruhani bir seviyeyi sahiplenmede kolaylıkla iddialı olabilir. Melamiler özellikle bu tehlikenin farkında olduklarından, egoyu saf dışı bırakmak için, çoğunlukla “ruhani olmayan” davranışlarla bilhassa tenkitleri üzerlerine çekerlerdi.
Bâtıni Edep (İçsel Edep)
Bu geleneksel sufi uygulamaları bize, ruhun gerçek asaletini yaşamak için hakiki insaniyetin belirtisi olan saygının önemini vurgulayan değerli bir yol gösterirler. Lâkin bugün batıdaki sufizm, eski sufilerin ortadoğu kültür çerçevesinden çok daha farklı olan bir ortamda yaşanıyor. İnsan yapısında her zaman zayıf karakter ve bencilliğin var olmasına rağmen, günümüzün küresel tüketim çılgınlığı bilhassa kararlı bir şekilde egoyu ve onun arzularını kışkırtmakta, alçakgönüllülük yerine ihtirası beslemekte ve cömertlik yerine açgözlülüğü desteklemektedir.
Bugünkü çağın değerleri, saygıyı geliştirip göstermek yerine saygısızlığı bir marifetmiş gibi göstererek, insan karakterinin hakiki asaletinden ziyade menfaatçiliğinin gelişmesine ortam hazırlamaktadır. İnsan ruhunu besleyen nitelikleri yaşamak isteyen insanlara ise, günümüzün maddeciliğinin çoraklığı adeta meydan okur.Ayrıca batıda, bizim bireycilik ve ona ilişkin özgürlük imgelerine olan oryantasyonumuz, dış dünyadan gelen öğütlerle belirlenen davranış kurallarını kabul etmemizi zorlaştırır.
Gerçi biz “kişisel gelişim” kitaplarını bir solukta okuyabiliyoruz, fakat ruhsal davranış kurallarını öğrenmeye tamamen yabancıyız ve hatta bu çeşit kurallar bizde gerçek insanlığa götüren bir yoldan ziyade, kötü bir tarikat veya yobazlık çağrışımı yaparlar. Bu demektir ki, edebin her birimiz için ne ifade ettiğini yeniden keşfetmemiz gerekir. Asıl mesele, on birinci yüzyıldan kalmış bir rehberi incelemek değil, içimizdeki ruhun değerlerine geri dönüp, Allah ile yaşamanın ne demek olduğunu öğrenmek demektir.
Bireysel sorumluluk çağında bu, birbirimizle, ruhumuz ve Allah ile olan ilişkilerimizin bireysel sorumluluğunu üstümüze almamız gerektiği manasına gelir.
Yolun zahiri ödevleri bize, nefsin ve egonun üzerimizde hâkimiyet kurmasını engellemeye yardım edebilirler. Buna rağmen bâtıni edep, zamanımızın kültür çerçevesinde yolumuzun, günlük hayatımızda kalabilmesi için ihtiyacımız olan esas kabı hazırlar.
Eğer bu içsel (bâtıni) edebi geliştirmezsek, etrafımızı saran egonun yönlendirdiği değerler bizi kolayca sürükleyip götürürler. Ve biz bu unutma kültürü içinde kaybolur gideriz.
Bâtıni edep, ruhsal niteliklerimizin ve içimizdeki gerçek saygınlığın teyididir. Bu, kalbimizde ve tüm hayatımızda olan iâhiliğe duyulan derin saygı ile ilgilidir. Eğer biz böyle ilâhiliğe saygıyı yaşamayı başarabilirsek, hem kendi ruhumuzu hem de birlikte olduğumuz diğer ruhları besleyen, en tabii ve saf “varoluş” halini buluruz. Allah’ın huzurunda yaşamayı öğreniriz.
Tevrat’ın (Exodus) ‘Mısır’dan çıkış’ kitabındaki Musa ve yanan çalı hikâyesi, Allah’a yaklaşabilmek için gerekli olan temel tavrın, duruşun örneğidir. Yanan çalıların üstünden Tanrı Musa’ya seslendiğinde Musa, “Buyur!” diye cevap verir. Ve Tanrı: “Fazla yaklaşma! Çarıklarını ayaklarından çıkar! Çünkü bastığın yer kutsal topraktır,” der.(9) Eğer kutsal bir toprak üzerinde duracaksak, dünyevi görüş ve davranışlarımızın sembolü olan ayakkabılarımızı çıkartmamız gerektiğini öğrenmeliyiz.
Aksi halde, davranışımız doğru ve saygın değildir.
Ruhani yaşamda mühim olan, Tanrı ile daha sonra kuracağımız ilişki için, önce O’na nasıl yaklaşacağımızdır. Aynı Musa gibi, ayakkabılarımızı çıkararak, nefsin ve egonun alışkanlıklarını geride bırakmaya mecburuz. Eğer Tanrı’nın sesini işitmek istiyorsak, O’nun huzurunda nasıl duracağımızı öğrenmeliyiz. İşte bu duruş hali, bâtıni (içsel) edepten gelir.
Edep ve Bâtıni Dönüşüm
Allah’a giden yolculuğu yapabilmek için en derin manada, İnsan olmanın ve ruhun asaletinin ne demek olduğunu açığa çıkarmamız gerekir. Bu yolculuk, egonun ve nefsin dünyasından, ruhun ana niteliklerinin yaşandığı dünyaya yapılan yolculuktur. Bu yolculukla, içsel karanlığımız olan kurşunu, hakiki özümüz olan altına değiştiren simyasal bir işlem ve bununla beraber içsel bir dönüşüm arasında bağlantı kurulur.
Her içsel dönüşümün, değişimin kirlenmemesi veya aksamaması için bir kaba ihtiyacı vardır. Simyada buna (Latince: vas bene clausum) “kapalı sırlanmış kab” denir ve yapıtın sonuçlandırılabilmesi için şarttır. Kalbin simyacısı için, karakter ve özellikle bâtıni edep, aklın oyunlarının veya dıştan gelen etkilerin bu çok mühim işleme zarar vermesini veya durdurmasını engelleyen kabtır. Simyacılar çok kez, bu kabın kırılması veya çatlaması halinde, bütün işlemin en baştan başlamak zorunda olduğuna dair uyarmışlardır.
Yolcu çoğu zaman bu yolculuğun tuzaklarından, dönüşüm sürecinin tehlikelerinden bihaberdir. Bu süreçte bize, zihnimizin daha kuvvetli enerjilerine erişim verilir ve dengemizin bozulmaması için bu enerjiler, karakterimizin olgunluğunu ve saf niyetimizi gerektirirler. Zihnimizin derinlerindeki müthiş kuvvetlerle karşılaştığımızda bizi, “arketip” dünyasının ahlâk dışı tabiatından ve onun yıkıcı gücünden koruyan, sebatkâr oluşumuz ve karakterimizin güzelliğidir.
Bu yolculukta sadece dışarıdan öğrenilen ahlâk kuralları yetmez.
Asıl rehberliğin ve ayırt edebilme gücünün içten gelmesi gerekir. Kontrolümüz altında olmayan kuvvetlerin hücumuna ve muhalefetine uğrayan bizim içsel tabiatımızdır ve onları dengede tutabilmek için geliştirdiğimiz birtakım içsel niteliklere ihtiyaç vardır. Örneğin egomuzu kolayca şişirecek “arketip” dünyasının güçlü enerjilerini yaşarken, tevazu çok gereklidir. Eğer bâtıni edebimiz yeteri kadar kuvvetli değilse, bu güçler kolayca bizi ele geçirebilirler ve biz, içsel rehberimiz ile olan bağlantımızı kaybederek kaybolur gideriz. Hatta bu güçler bize psikolojik olarak da zarar verebilirler.
Özümüz, içimizdeki tanrısal nur, bizim gerçek rehberimiz ve koruyucumuzdur. Hasret dolu çabalarımız, teslimiyetimiz ve aşk sayesinde kalbimizde nurumuz ile bir bağlantı yaratırız. Özümüz bize, aklın labirentinde rehberlik eder ve dönüşümümüzün etkin gücüdür. Fakat nasıl da nefsimiz defalarca çabalarımızı engeller ve nurumuzun üstünü örter? Nasıl da sık sık öfke, düşmanlık duygularına kapılırız? Nefs bizi tekrar tekrar aldatır ve bilinçaltı bizi baştan çıkartmaya çalışır. Eğer iyi bir tabiata ve karaktere sahip olmazsak nefsimize teslim oluruz ve aynı Hamavî’nin söylediği gibi:
“Eğer bir kişi, sadece Rabbi ile birlikteliğin gerektirdiği davranış kurallarını yerine getirmemekle kalmayıp bir de nefsi ile dostluk kurarsa o kişinin özü ile bağlantısı kesilir ve aralarındaki bu duvar en tesirli engeldir.”
Zünnûn-ı Mısrî’nin bir keresinde dediği gibi: “En az geçit veren ve en zor keşfedilen duvar, nefs ve onun karanlık entrikalarına daldığımız zaman oluşur.” (10)Sufizmde “Allah ile Birlik” demek, doğru edebi takip etmek demektir ve Kuran’daki (57:4) Hadîd ayetinden kaynaklanır: “Nerede olursanız olun, O, sizinle beraberdir.” O her zaman bizimledir. Biz bu yolu O’nunla gideriz. Ve O’nun rızası için, O’nun varlığını hissetmediğimiz zaman bile O’na kalbimizin en güzel hali ile görünmeliyiz.
Eğer kalp bir kere O’nunla uyandıysa ve anma halindeyse, edebin uygulanması daha kolaylaşır. Her âşık gibi, sevgilimiz için en iyi halde olmak isteriz. Fakat esas unutma halindeyken, O’nu kendimize çok uzak hatta ulaşılamayacak gibi hissettiğimiz zamanlar, edep kurallarını en çok anımsamak zorunda olduğumuz anlardır. Çünkü tam böyle zamanlarda, egonun, nefsin sesini duymaya, onların oyunlarına kanmaya açık oluruz.
İçimizdeki Nur’un üstü örtülü bile olsa O’nunla bağlantıda kalırız. Fakat eğer kendimizi egonun planlarına kaptırırsak çok çabuk bu bağlantıyı kaybedebilir ve gittikçe unutmanın derinlerine dalabiliriz ve hatta karanlıkta kaybolabiliriz. Ego bizi harap etmek için çok güzel savunmalar, “planlar” bilir ve bizi yolumuzdan alıkoyabilmek, hâkimiyetinde tutabilmek için hayâl dünyamızı manipüle etmekte son derece yaratıcı ve beceriklidir.
Bu yol aynı zamanda beklenmedik olaylar ve zorluklarla doludur. Hayat bize çeşitli fırsatlar sunar. Bize rehberlik eden Öz’ün ışığı olmazsa, kolayca verilen fırsatları kaçırabilir ve yolumuzu kaybedebiliriz. Ansızın bütün enerjimizi çeken, hatta tüm hayatımızı gereksiz yerlere yönlendiren dramatik oyunlar ve saçmalıklar bizi içine alırlar. Sufilerin yaptğı tetikte olma egzersizinin bir sebebi de böyle içsel “dikkat” halinde kalabilmek içindir.
Fakat bizi ahlâkımızın asaleti, güzelliği de korur ve hatta bize meydan okunan zamanlarda bile bizi Öz’ümüzün ışığı ile bağlantıda tutar. Sonraları kalbimizin çok daha derinlerine dalabildiğimizde, kalbin ışığını hiçbir zaman kaybedemeyeceğimiz bir safhaya geliriz. O artık her an hayatımızda var olur. Buna rağmen hâlâ zahiri ve bâtıni dünyada yürürken ve bu esnada karşılaştığımız tüm problemlerin, sahtekârlıkların ortasında hakiki olana sadık kalabilmemiz için yardımcı olacak iyi ahlâk niteliklerine ihtiyacımız vardır.
Edep ile yaşamayı öğrenmek demek, Allah’ın huzurunda yaşamanın, sadece O’nun rızası için burada olmanın ne demek olduğunu öğrenmek demektir. Edep olmayınca, kayıtsız şartsız nefsimize teslim oluruz ve egomuz ile O’ndan ayrı kalırız. O zaman nasıl olur da O’nun hizmetinde olur, O’nun çağrısını duyabiliriz? Edep, bizim O’nunla yürüyebilmemizin ve O’na hizmet edebilmemizin mümkün olması için gerekli, koruyucu bir kab’tır. Hepimizin içinde bu nitelikler vardır, çünkü onlar ruhumuza, bizim ilâhi tabiatımıza aittirler.
Fakat bizim onları nasıl yetiştirerek, geliştirerek yaşayacağımızı, ruhun derin saygısını günlük hayatımıza nasıl getireceğimizi öğrenmemiz gerekir. Ve içinde yaşadığımız kültür çevresinin, bu değerleri desteklemediğini, hatta bizi daha ziyade unutmanın içine doğru çekmeye çalıştığını unutmamalıyız. Bu sebepten, bizim iyi tabiatımızın etrafa ışık verdiği gibi, aynı kalp niteliklerine sahip, ahlâkları ile bize yolculuğumuzda destek veren dostlar cemiyetine ihtiyacımız vardır.
Kaynakça:
(1) Sara Sviri, The Taste of Hidden Things, The Golden Sufi Center, 1997, S.165
(2)The Concise Encyclopedia of İslam, Harper Collins, 1991, S.22, Cyril Glasse’den alıntı.
(3) The Way of Sufi Chivalry, Avrupa’da yücelik (nitelikler) şifresinin ideal olanı, şövalyelik erdemleri olan adalet, merhamet, cömertlik gibi Şövalye olma nitelikleri ile ilişkilendirilmişti. Bu şifre aynı zamanda ahlaki boyuta da sahip olan zarif ve yüce aşkın ideallerine mensuptur, örneğin yalan söylemekten kaçınmak gibi. Bu yüce aşk Bakire Meryem’in ki gibi en yüksek diye adlandırılan ruhani boyuta da sahiptir.
(4)The Way of Sufi Chivalry, inner Tradition, 1983, S.90.
(5) Sara Sviri, The Taste of Hidden Things, S. 169.
(6) Muhammad al-Jurayri’den, The Way of Sufi Chivalry, S.80
(7) Budistler de Sangha’nın manası hakkında aynı şekilde düşünürler.
(8) The Way of Sufi Chivalry, S. 88
(9) Exodus, 3-5
(10) Affirmation of Divine Oneness, “Commentary of Sheikh’Ali b. ‘Alawân al- Hamawi, Tercümesi Muhtar Holland, Al-Baz Publishing, 1997, S. 54